DENGE ÂLEM

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

DENGE ÂLEM

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

DENGE ÂLEM
SELİM GÜRBÜZER

Kâinatta müthiş bir denge sistemi söz konusudur. Şimdi bu kâinattaki dengeye bakıp kendi denge sistemimizi göremezsek abesle iştigal olur elbet. Ancak görmek den de daha mühim olan iç dünyamızın dışımızla, dış dünyamızın içimizle uyumlu hale gelip gelmemsi çok mühimdir. Yani, içimiz dışımız birbiriyle uyumlu olması gerekir ki denge âlem bozulmasın. Hele bir insanın denge ayarı bozulmaya yüz tutsun hem madden hem manen çöküş yaşar da. Çöküş ve hayal kırıklığı yaşamamak için İsmail Çetin Hoca’nın “Müminin istikameti (dengesi) velinin en büyük kerameti” dediği istikamet gerçeğini idrak etmemiz gerekir.
Şu bir gerçek her şey denge âlem ayarı üzerine kurulu, Ne var ki denge ayarının ne anlama geldiği noktasında kafa yormayışımız, kendimize çeki düzen vermemize engel teşkil edebiliyor. Hele kafamızı gömdüğümüz kumdan başımızı kaldırıp şöyle kâinat kitabının sayfalarını çevirdiğimizde yaratılan her şeyin zıddı ile kaim olduğunun farkına varacağımız muhakkak. Zaten farkına vardığımız da her şeyin bu çift kutupluluk sayesinde dengelendiğini idrak etmiş olacağız. İşte buradan hareketle kutbun bir tarafına ağırlık verip diğer kutbu ihmal ettiğimizde denge ayarımızın şaşacağının muhasebesini yapmak biz kullara düşer elbet. Bikere denge âlemimiz normal seyrinde akması için zıt kutupları ne aşırı derecede birbirine yakınlaştırmalı ne de aşırı derecede birbirinden uzaklaştırmalı. Mutlaka orta bir yol takip edip dengelememiz gerekir ki istikamet üzere yol alabilelim. Nitekim Fen Bilgisi derslerinde de anlatıldığı üzere aynı yüklü iyonlar birbirini iterken zıt iyonlar ise birbirini çekebiliyor. İşte bu en temel kanunda bize gösteriyor ki, ne toplum hayatından uzaklaşıp kendi kabımıza (uzlete) çekilmeli, ne de kendimizi ihmal edip dünyaya tamah etmeli. Esas olan hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahirete yönelik bir hayat dengesi ve hayat nizamı ortaya koyabilmektir. İşte denge âlem, işte istikamet üzere olmak budur. Bunun dışında hepsi lafügüzaftın öte bir anlam ifade etmeyeceği aşikâr.
Evet, Yüce Allah’ın dışında her şey zıddı ile bilinmektedir. Nasıl mı? Mesela iyilik ve kötülük iki zıt kutup arasında muhasebe yapıp kendimize rota tayin ettiğimizde ister istemez bu iki zıt kutbun bilgisini de vakıf olmuş oluruz. Öyle ya, edindiğimiz bilgiler doğrultusunda rotamızı iyi yönde belirlediğimizde istikamet üzere bir yol takip edeceğiz anlamı çıkar Yok, eğer rotamızı kötü yönde tayin ettiğimizde bir anda dengemizin alt üst olacağı besbelli. Neyse ki Yüce Allah yarattığı kuluna cüz-i irade vermişte, bu sayede iyi ile kötüyü birdirbirinden ayırd ederekten zıtlıkları ahenkli hale getirebiliyoruz. Ancak ahenkli hale getirirken şurası unutulmamalıdır ki, Allah’ın istediği tek şey kullarına bahşettiği cüz-i iradeyi istikamet üzere yol takip etmeleri yönünde irade sergilemeleridir. Nitekim yaratılış gayemiz bizi denge âlem şuuru perspektifi içerisinde kendimize mutlaka bir istikamet belirlemek gerektiğini mecbur kılıyor da. O halde istikametten şaşmamak icab eder, aksi halde kendi kendimizin mahvına davetiye çıkarmış oluruz. Hele bir insanın dengesi şaşmaya görsün taş toprak incindiği gibi gök kubbede titrer. Öyle ya, dağ taş gök kubbe incindiğine göre kimi âlimlerimizin eşrefi mahlûkat insan için küçük âlem manasına ‘zübde-i âlem’ derken kimi âlimlerimizin de ‘büyük âlem’ demesi son derece gayet tabiidir. Küçük ya da büyük hiç fark etmez sonuçta öyle anlaşılıyor ki, insan için tüm âlemlerin özü dersek yeridir. O halde yaşadığımız hayat süreci içerisinde mümkün mertebe fıtri özümüzü korumakta fayda vardır. Aksi halde hem içerden hem dışarıdan müdahaleye açık bir konumda olursak vay halimize, ortada ne denge kalır ne de insanlığımız.
Madem insan için âlemin özü dedik, bilhassa insanın iç âlemine baktığımızda bir yandan insan ruhuna iyiliği emdiren melek-i kuvvetler varken, diğer yandan da insan ruhunu perdelemek için şeytani ve nefsi kuvvetler vardır. Burada bize düşen dikkatimizi melek-i kuvvetler üzerinde odaklayıp dengemizi sağlamak olmalı. Hiç kuşkusuz, şayet cüz-i irademizi iyiliği ilham eden melekler yönünde kullanırsak istikamet üzere bir yol takip edeceğiz demektir. Yok, eğer tercihimizi nefsin ve şeytanın telkinleri yönünde kullanırsak mazaallah dengemizi kaybedip tepetaklak yuvarlanacağız demektir. Hadi yuvarlanmak neyse de bu arada kendi kendimize zulmetmiş oluruz da. Ki, iç denge âlemimizi zindana çevirmeye hiçbir surette asla hakkımız yoktur, Madem böyle bir lüksümüz yok, o halde neydik edip hayatımızı fikir, zikir ve şükür ekseninde tanzim etmemiz gerekir ki, hem iç hem de dış dengemiz sıhhat bulabilsin.
Her doğan çocuğun fıtri donanım ve kabiliyetlerle dünyaya gelmesi Allah’ın kullar üzerinde bir lütfü ve nimeti olduğu malum. Dolayısıyla doğuştan bize ihsan edilen bu nimetleri tefekkür edip şükretmemiz icab eder. Hatta şükretmek de yetmez, verilen nimetleri yaradılış gayemiz doğrultusunda ibadetle taçlandırmamızda gerekir. Ki, bunu yaptığımızda maddi ve manevi yönden dengelenmiş oluruz. Düşünsenize genetik kodlarımızda doğuştan var olan kabiliyetlerimizi bilgi donanımıyla birlikte içine ruh kattığımızı, hiç kuşkusuz çiftkanatlı iç ve dış dengemiz bir bütün halde sıhhat bulacağı muhakkak. Nasıl sıhhat bulmasın ki, bikere yine bize bahşedilen cüz-i ihtiyar nimetini yaradılış kodlarımızdaki ilahi programa tabii tutmakla her girişeceğimiz fiili durum fikir zikir ve şükür olarak karşılık bulacaktır.
Evet, doğuştan var olan fıtri kabiliyetlerimizi müspet yönde işleyip geliştirmek iç ve dış dengemizin sıhhati açısından çok önem arz etmektedir. Yeter ki yeteneklerimizin farkına varalım gerisi gelir elbet. Öyle insan vardır ki yeteneklerinin farkında olmanın yanı sıra gereğini yaptığı için hayat dengesini ve hayat enerjisini sağlamış durumda, öyle insanda var ki yeteneklerin farkında ama gereğini yapmıyor, bu durumda mevcut potansiyelini kullanmadığı içindir hayat enerjisinden yoksun dengesiz bir hayat sürmesi kaçınılmazdır. Öyle de insan vardır ki, doğuştan var olan fıtri yeteneklerinin büsbütün farkında olmayıp bihaber halde, elbette ki bu durum çok daha vahim, dolayısıyla böyle bir insanın hayatta varlığı ile yokluğu hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Hatta bir insanın anlam kaybına uğramaması için sadece kendi fıtri donanımın farkında olması yetmez, kendini bilmesi de gerekir. Nitekim Yunus bu gerçeği şöyle dile getirir de:
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen,
Bu nice okumaktır.”
Hele bir insan Yunus’un kendini bilmek dediği ilme yöneliversin kendi biyolojik yapısının rastgele gelişigüzel işlemediğinin farkına varır bile. Nitekim et ve kemik yığını sandığımız vücudumuzda öyle muazzam işleyen otomasyon sistemler var ki, hayretler içerisinde kalmamak mümkün değil. Örnek mi? İşte vücut hormonlarımızdan dopamin ve serotoninin karşılıklı olarak birbirlerini dengelemeleri bunun en çarpıcı örneği diyebiliriz. Değim yerindeyse Serotonin hormonu gülmemizi ve rahatlamamızı sağlamaya yönelik işlev görürken, Dopamin hormonu ise tam aksine agresif işlev görür. Bu nedenle birincisine mutluluk, diğerine de stres hormonu denmektedir. Adına ne denilirse densin sonuçta seratonin hormonunun salgısı karşısında kendimizi ne aşırı rehavete kaptırıp tüketim çılgınlığına meydan vermeli, ne de dopamin hormonunun salgısı karşısında aşırı karamsarlığa kendimizi kaptırıp ümitsizliğe meydan vermeli. Mutlaka bu iki arasında orta bir yol bulup homeostasis (denge) haletiruhiye dengesini yakalamak gerekir. Aksi halde homeostasis denge hali hak getire, bir bakmışsın kendimiz, kendimiz olmaktan çıkıp Allah korusun saldırgan bir hüviyete bürünmüşüz. Her ne kadar canlılık mükemmeliyetten bozulmaya doğru yüz tutsa da, yani biyolojik homeostasis (biyolojik denge) aleyhine sinyaller verse de, Allah’a çok şükürler olsun ki vücudumuzda var olan bir başka ‘mesaj alma-karar verme ve uygulama’ niteliğinde uyarıcı sistemler sayesinde sil baştan sıhhi dengemize kavuşabilmek mümkün hale gelebiliyor. Nasıl mı? Koruyucu sağlık diyebileceğimiz tedbirlerle elbet. Hatta bu da kafi gelmeyebilir, moral ve motivasyon gibi manevi tedbirlere de ihtiyaç vardır. Nasıl mı? Şöyle ki gerek hastalık öncesi gerekse hastalık sonrası Allah’ın ‘El-Şafî’ isminin yüzü suyu hürmetine canı gönülden yapacağımız dualarla da pekala kendimizi korumaya alabiliriz.
Tabii yukarıda bahsettiğimiz ‘biyolojik denge âlem’ sadece hormonlardan ibaret değil, tüm hücreler ve uzuvlarımızda buna dâhildir. Nitekim bir insan kanında normal olarak bulunması gereken üre miktarına baktığımızda % 10–40 mg seviyelerde dengelenmeye çalışıldığını görüyoruz. Hakeza bir insanda normal olarak bulunması gereken tansiyona (kan basıncına) baktığımızda 11–13 cm cıva basınç değerinde, vücut ısısının 36,5 santigrat derecede, göz retinası gelen ışıların ise optimal miktarlarda dengelenmeye çalışıldığını gözlemlemekteyiz. Mesela vücudunuzu istediğiniz kadar hamamda sauna içerisinde yüksek buhar basıncına tabi tutun sonuçta hiçbir şey değişmeyip yine vücut ısısının 36,5 santigrat derecede sabit kalacağını görürsünüz. İşte tüm bu örnekler bize gösteriyor ki, denge âlem bir hayal değil gerçeğin ta kendisi bir âlemdir. Ancak teşbihte hata olmasın denge âlemimizin fabrika ayarlarında oynama olduğunda vücut içerisindeki bir takım mekanizmalar hemen tepkisini ortaya koyup alarma geçebiliyor. Öyle ki, bu alarmdan vücudun en küçük temel taşı olan hücreler bile haberdar olabiliyor. Böylece vücuttaki muhteşem iletişim ağı sayesinde nerede bir aksaklık varsa giderilmeye çalışılmış olur. Tüm bunlar ne için seferber ediliyor derseniz, iç işleyiş öyle gerektiriyor da onun için elbet. Kaldı ki denge âlem sadece vücut sarayımıza has bir özellik değil, kâinatta canlı cansız akla gelen her ne varsa hemen her şey için geçerli bir akçe kaidedir.
İyi ki de insanoğlunun eline malzeme olacak veya denge âlem’den esinlenecek pek çok doneler var da, icabında bu sayede buzdolabın hararetini sabit tutacak denge ayarından tutunda buhar makinesinin çalışma kapasiteni belirleyecek türlü türlü sistemler icat etmeyi akl edebiliyor. Hele insanoğlu her geçen gün kendini daha da bilgi donanımı bakımdan yeniledikçe bir bakıyorsun karmaşık sandığımız pek çok sistemleri online çalışır hale getirebildiği gibi kendi kendini yenileyen komplike sistemler de pekala geliştirebiliyor. Keza herhangi bir tasarım mühendisin el becerisi ve üstün zekâ yeteneği süzgecinden geçtiğinde bir bakıyorsun o tasarım kendi kendine çalışan insansız hava araçları olarak bile karşımıza çıkabiliyor. Tabii böylesi insansız hava araçlarının kendi kendini kontrol ettiğini gördüğümüzde ister istemez kendi vücudumuzda da buna benzer kendi kendini kontrol eden homeostasis sistemlerin varlığı aklımıza düşmekte. Nasıl ki mühendislik zekâsı ve marifetiyle ortaya çıkan teknolojik ürünlerde en ufak bir sapma olduğunda, derhal o ürünün işletim şebekesine monte edilen detektörlerce (alıcı sistem) durum tespiti yapılabiliyorsa, aynen insan vücudunda da feed-back benzeri biyolojik negatif geri tepme sistemlerle durum tespiti yapılıp, icabında vücut kendini yenileyebiliyor da. Tıpkı günlük hayatta kullandığımız bazı cihazlarda olduğu gibi vücutta da aynen kendi kendine otomatik sinyal veren sistemler söz konusudur. Ha, bu demek değildir ki tüm bu anlattıklarımızdan maksadımızın tüm otomasyon sistemlerine olağanüstü bir anlam yükleyip maddeye yaratıcılık atfetmek. Zaten böyle bir maksad aklımızın ucundan bile geçmez, çünkü sonuçta ortaya konan her harikülade nitelikteki gözde ürün mühendislik zekâsı ve marifetiyle ortaya çıkmakta. Dolayısıyla herhangi bir şeye doğa harikası yakıştırması veya yaratıcı4lık atfetmek asla bizim tarzımız olmaz, olamaz da. Kaldı ki ortaya konan her ürün ve teknolojik keşif Yüce Allah’ın ‘ol’ emriyle halk edilmiş ilahi kanunlardan başkası değildir. Kim ne keşfetmişmişse mühendis ya da bilim adamı hiç fark etmez, bulduğu şey sadece kâinatta mevcut olan kanunları açığa çıkarmaktan ibarettir, dolayısıyla bunun ötesinde bir anlam yüklemek yaratılışa başkaldırmak olur. Allah aşkına akıl var izan var, kendi kendini kontrol eden bir sisteme canlı varlıkmış gibi hangi akıl muamele yapıp ona doğa harikası etiketi yapıştırılabilir ki? Bunu ancak yapsa yapsa ateist materyalistler yapar. Dolayısıyla bize sadece maddenin sırlarına vakıf olmaya çalışıp Allah’a iman etmek düşer.
Peki, mühendislik zekâ ve marifetinin arka planında ne vardır? Hiç kuşkusuz mühendislik zekânın arka planında da Yüce Allah’ın kulları üzerinde görmeyi murad ettiği sonsuz ilminin tecellisi vardır. Madem yüce makamlardan böyle murad edilmiş, hiç kimse kusura bakmasın durduk yere kendi kendine eşyaya özel anlam yükleyip doğa harikası yaftası yapıştırmaya kalkışmasın. Ki, bu düpedüz had hududu aşmak olur. Kâinatta olan bitene şöyle bir göz atalım, bak o zaman kâinatta hemen her şeyin Yüce Yaratıcının çizdiği hudutlar dâhilinde değişik türden negatif geri tepme bağlantıları eşliğinde (bir denge ayarı içerisinde) deveran olduklarını görürüz. Nasıl ki tüm gezegen ve galaksilerin milim sapmadan kendi yörüngelerinde deveran olmalarına hayretler içerisinde kalıp yine de doğa harikası denilemeyeceğine göre, aynen öylede insan zekâsı ürünü robotlara ve otomatik cihazlara da doğa harikası denilemez elbet. Doğa harikası takıntılı bir takım aklı evveller kâinattaki müthiş nizama doğa harikası diye dursunlar, burada önemli olan bizim kendi bakışımızın nasıl olduğudur. Bikere maddeye derinlemesine inceleyip baktığımızda her yaratılan varlığın statik olmadığını, bilakis kendi bünyesi içerisinde dinamik yapı arz ettiğini gözlemleyebiliyoruz. Canlı âlemde ise dinamizm daha belirgindir. Nitekim canlılar kendi üreme sistemiyle nesilden nesile çoğalmaları bunun bir teyidi sayılır. Böylece her dem canlar yeniden tazelenmesiyle birlikte yeni doğuşlara şahit oluruz da. Sadece şahitliğimiz canlı âlem için mi, hiç kuşkusuz bu şahitliğimize tüm kâinatta dâhildir. Baksanıza kâinattaki tüm galaksi, gezegenler, yıldızlar vs.ler her biri adeta bir orkestra şefi etrafında seyreyleyip (deveran olup) Mevlana’nın raksını hatırlatıyor bize. Elbette ki, böylesi şahitliğe can kurban dersek yeridir. Kaldı ki aynı döngü zikri idare eden şeyh etrafında pervane olmuş derviş halkasında da müşahede ediyoruz..
Peki, zikir halkasını anladıkta, ya içinde bulunduğumuz dünyamızın döngüsü acaba nasıl? Malumunuz dünyamızda aynı anda üç ayrı hareketi yapacak şekilde döngüsünü yürütmekte. Birincisi kendi ekseni etrafında dönebilmesi, ikincisi güneşin etrafında dönebilmesi, üçüncüsü ise Vega burcuna doğru yol alaraktan döngüsünü tamamlamasıdır. İşte tüm bu örnekler bize gösteriyor ki her şeyin bir döngü âlemi olduğu gibi denge âlemi de söz konusudur. Her ne söz konusu olursa olsun, şu da bir gerçek tüm bu döngülerden daha da mühim olanı zikir halkasında yer alan dervişlerin Allah adıyla seyri âlem eylemesidir. Öyle anlaşılıyor ki devri âlem-döngü âlem ve denge âlem sadece kâinata has bir özellik değil, meğer insana da has bir keyfiyetmiş. Madem kâinat devri âlemle kendini yenileyip dengi âlem eyliyor, o halde biz neden bu seyri âlemden kendimizi mahrum edelim ki? Seyr-i âlem eylemeye mecburuz da, çünkü tüm kâinat, tüm bitki nebatat, tüm hayvanat ve tüm cemadat kendi hal lisanınca Allah’ı zikretmekte, bizim haydi haydi zikredip kâinatta cereyan eden tüm zikir senfonilerinden kendi payımıza düşen rahmet hisseye talip olmamız gerekir.
Bilindiği üzere insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli gösterge programlanmış vücut donanımının bilincinde olmasıdır. Diğer varlıklarsa malum, belirli program dâhilinde kodlanmışlar zaten, isteseler de o programın dışına çıkamazlar. Nitekim belirli bir program dışına çıkamadıkları için üzerlerine sorumluluk almamışlardır. İşte bu nedenle ne inisiyatif alma dertleri var, ne tercih kullanma dertleri var, ne de hesap verme dertleri vardır. Ama insan öyle değildir. İnsanın farkı hiç şuur melekesine ve külli irade kontrolünde cüz-i irade ehliyetine haiz olmasıdır. O halde farkımızı daha da net bir şeklide fark ettirmek için tez elden iç ve dış donanımızı yaratılış gayemiz doğrultusunda nizama sokmamız gerekir. Aksi halde yaratılmışların en üstünü olmaya hak kazanamayız. Öyle ya, madem tüm cemadat, tüm hayvanat, tüm nebatat belirli bir program dâhilinde hareket edip kendi hal lisanlarıyla Allah’ı zikretmekteler, o halde biz ne güne duruyoruz, bu zikir senfonisine bizim daha çok eşlik etmemiz icab eder.
Bakınız Peygamberimiz (s.a.v); “İnsanda bir et parçası var, o iyi olursa bütün vücut iyi olur” beyan buyurmakta. Hiç kuşkusuz hadis-i şerifte geçen et parçasından maksat kalptir. Hele bir insan kalbinde zikir kıvılcımını yakmaya görsün hemen iç dünyasında bir takım melekelerin nuraniyet kesb ettiği görülecektir. Nasıl mı? Bikere bu yola koyulan salik ilk başta kalbinde lafza-i Celal (Allah adını) zikrini çekerekten kalben huzura erip sonrasın da kalbi zikir göğsündeki nurani letaiflere sirayet edecektir. Böylece bu zikir sayesinde göğsün belli noktalarında ve alnın iki kaş ortasında konuşlanmış âlemi emirle bağlantılı nurani letaifler asıllarına kavuşur da. Şüphesiz insan ruhunda ki ‘denge âlem’ altı nurani sütun üzerine kuruludur. Bu altı nurani sütun kalp, ruh, sır, hafa, ahfa ve nefs-i natıka olarak bilinip tüm bu sütunların aktif hale gelmesiyle birlikte tüm vücut zikirleşirde. Nasıl ki okyanusun engin deryaları dalga dalga dalgalanır ya, aynen öylede insan ruhu da zikrettikçe iç dalgalanmalar yaşayıp enginlere sığmam misali taşarda. Ki, bu taşma hadisesi tasavvufta cezbe hali olarak addedilir.
Peki, zikir hayatından uzak kalanların durumu ne âlemde? Maalesef zikir hayatı yaşamayanlar ne Peygamberimiz (s.a.v)’in “İnsanda bir et parçası var, o iyi olursa bütün vücut iyi olur” hadis-i şerifin sırrına vakıf olur, ne de “Kalpler ancak ve ancak Allah'ın zikri ile huzura erer” ilahi buyruğuna mazhar olur. İşte bu tür incelikleri sadece yaşayan bilir, yaşamayan ise sadece bir kelam olarak algılayıp hemen geçiştiriverir.
Anlaşılan o ki; iç denge âlemimiz ancak zikirle ihya olabiliyor. Bilhassa hayatta yaşarken ihya olmazsak, öldüğümüzde naçiz bedenimiz çabucak çürümeye yüz tutabiliyor. Zikrin önemi şundan besbelli ki, pek çok ehlisünnet âlimleri başta Allah yolunda fisebilillah olan şehitler olmak üzere Lafza-i Celal zikri ile vücudu zikirleşmiş mü’minlerin mevta olduklarında bedenlerinin çürümeyeceğinde hem fikirdirler. Malumunuz demir, demir olduğu için pas tutmakta, altın ise altın olduğu için pas tutmaz. Aynen öyle de, zikirleşmiş bedende altın misali pas tutmayıp çürümemesi gayet tabiidir. Kaldı ki çürümeye yüz tutsa da bu kez toprak buna razı olmayıp zikirleşmiş bedeni çürütmekten hayâ duyacaktır. Madem toprak bile hayâ ediyor, o halde Allah adını çokça anmalı ki; iri ve diri olabilelim. Bilmem şimdiye kadar hiç düşündük mü, Sahabe-i Kiram hayatının her safhasında nasıl iri ve diri oldular diye. Gayet her şey açık ortada, çünkü onlar kendilerini her daim takva üzerine kurulu bir zikri hayatı tercih etmişlerdir. Öyle ki, kendi aralarında yarıştıklarında dünya hırsı için değil, ahiret hırsı için yarışmışlardır. Zaten takva hayatı da bunun gerektirdiği içindir Peygamber kavlince de bu ümmetin yol göstericileri manasına gökteki yıldızlar olarak taltif edilmişlerdir. Böylece bizde ümmet olarak bu sayede ‘Yıldızlardan hangisine uyarsanız kurtulursunuz’ nimetine nail olmuş olduk.
Velhasıl-ı kelam; insanoğlu şayet yaratılış gayesi gereği döngü ve denge âlemini Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında seyreylediğinde biliniz ki dünya ve ahret hayatı aydınlık olacaktır.
Vesselam.


http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/34 ... e-lem.html
GEZEGEN ÂLEMİ
SELİM GÜRBÜZER
Gezegen deyince ister istemez bizim medeniyetimizin baş tacı gök bilimci Ez-Zerkali gelmektedir. Bu bilge şahsiyet 11 asırda Usturlab adında güneş devrini ölçen bir cihaz bulmanın heyecanıyla geliştirdiği toledo cetveli vasıtasıyla yörüngesinde seyreden gezegenlerin hareketlerini gözlemleyebilmiştir. Öyle anlaşıyor ki her yaratılan maksatsız yaratılmamış, bizim bilmediğimiz, fakat daha önceden belirlenmiş kanun ve kurallara bağlı olarak üstün bir planlamayla yaratılan her ne varsa kendine biçilmiş bir ömür süresi içerisinde yoluna devam etmektedir. Kanun koyucu hiç şüphesiz Allah’tır. İnsanoğlunun üzerine düşen görev ise var olan kanunları bulup buluşturmak ve icra etmektir. Nitekim kâinat sarayında bilim adamlarının çalışmaları sonucunda ortaya çıkan birtakım kanunlardan öyle anlaşılıyor ki, insanın yaşayabileceği şartları oluşturan tek gezegen dünya gözükmektedir. Belli ki eşsiz mavi mücevher gibi parlak görünüme sahip dünyanın 23 derecelik bir açıyla eğik olması bile belli bir hesabın ve planın olduğuna işarettir. Nedir o plan derseniz, gayet her şey net açık ortada. Şöyle ki; eğer dünyamız 23 derecelik bir açıyla eğik olmasaydı kuzey ve güney kutupları sürekli karanlıkta kalacaktı. Ve bunun sonucu olarak ta okyanuslardan yükselen su buharının etkisiyle her taraf buzlarla kaplı kıtalardan geçilmeyecekti. Neyse ki dünyamız muhtemelen bundan 1 milyar önce oluşum devresinde yapısı itibariyle demir ve nikel tabakaları üzerine hafif taştan sarılmış kabuktan (taş küre) teşekkül etmiş yapısıyla diğer gezegenlere nazaran kütlesi en ağır olarak sahne almıştır. Hatta üzerini bir şal gibi saran muazzam bir hava okyanusu (atmosfer) ve oksijenin hidrojenle beraberce oluşturduğu müthiş kara okyanusu (su küre) özelliği ile kendini fark ettiren bir gezegen olarak doğa gelmiştir. İşte tüm bu bilgilerden hareketle bir an olsun insanoğlunun meçhul bir yolculuğa çıktığını düşünün ve çıktığı bu yolculuğun ilerleyen bölümlerinde şayet soluyacak bir hava bulamıyorsa, bu demektir ki o insan artık dünyanın sınırlarını aşıp uzaya adım atmış demektir. Zira kâinatta dünyadan başka bir nefes sıhhat soluk alınabilecek tek bir mekân şimdilik gözükmüyor. Ancak şu da var ki, her ne kadar dünyanın dışında diğer gezegenler insanın nefes alıp yaşayabileceği şartlara elverişli olmasalar da yine de onlar belli bir emrin ve bir programın gereği olarak yörüngelerinden çıkmaksızın hatta birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeksizin ve çarpmaksızın adeta güneşin etrafında tavaf eylemek için varlardır. Ve böyle de yörüngelerinde seyr-i âlem eylemeye devam edeceklerdir.
Malumunuz güneş etrafında pervane olan seyyareler içerisinde en yakın gezegen Merkür'dür. Bu yüzden kendi ekseni etrafında döngüsünü 59 günde tamamlamaktadır. Bir başka ifadeyle, Merkür güneş etrafında her attığı 2 tur boyunca, üç kerede kendi ekseni etrafında dönecek şekilde seyr-i âlem eylemekte. Ve Merkür’ün güneş etrafında sabit kalmaksızın böylesi ilginç bir şekilde ki tam seyirlik dönüş turuna Merkür yılı denmektedir. Ayrıca Merkür’ün güneşe yakın olması hasebiyle takriben 400 santigrat derecelik sıcaklıkla fırını aratmayacak niteliğe sahip bir gezegen olmasına rağmen bilim adamlarının ortaya koyduğu verilerden hareketle bir yüzünde buz formunda suyun varlığından söz edilmekte. Öyle ya, madem çok sıcacık bir gezegen, o halde kendisinde sudan eser görülmemesi icap eder. Zira Merkür’de buz formunda diyebileceğimiz suyun olmasının sebebi Merkür’ün kutup çevrelerinde yer alan devasa büyüklükteki kraterlerin varlığı Güneş ışığından mahrum kalmasına yetiyor. Dolayısıyla güneş almaması buz formu da korunmuş oluyor. Hakeza Merkür de ince bir atmosfer tabakası izlerinin varlığından söz edilse de mevcut havayı getiren tabakanın tamamen karbondioksitle kaplı olması bu gezegende hayata dair her hangi bir emarenin varlığını güçleştirmektedir. Dolayısıyla kendisine bundan ötürü çöl dünyası denilmektedir. Diğer bir ismi ise Utarit’tir. İlginçtir Merkür’ün güneş görmeyen arka yüzeyi eksi sıcaklıkları bulup hatta -246 santigrat dereceleri bile gördüğü belirlenmiştir.
Çıplak gözle görülebilen tek gezegen Venüs’tür elbet. Hatta bazen güneşin battığı anda parlak bir yıldız olarak bizleri selamladığına da şahit olmuşuzdur. Keza dünyamızla eşit hacim ve eşit kütlede olmasına nispetle kendisine hep kardeş gezegenimiz gözüyle bakmışızdır. Tabii ki farklılıklarımız da var. Şöyle ki; Venüs atmosferini oluşturan gazlardan; karbondioksit miktarının % 97, azotun % 2, oksijenin % 1 oranında bulunması itibariyle dünyadan farklı özellik taşımaktadır. Dahası sıcaklığının da 475 ila 625 santigrat dereceler arasında olması yaşadığımız dünyamızdaki normal sıcaklık göstergelerinin dışında bir sıcaklığa sahip olduğunun bir göstergesidir. Dolayısıyla bu ısı göstergelere haiz Venüs gezegenin de hayatın olabileceğine dair emare aramak basınç değerleri yüksek bir buharlı kazanda hayat aramak türünden boşa çaba harcamak olacaktır. Hem nasıl boşa çaba olmasın ki, bikere bu gezegende yüzey sıcaklığının ortalamasını aldığımızda 427 santigrat derecelerde seyrettiğini görürüz. Üstüne üstük güneş görmeyen arka kısımlarının eksilerde seyretmeyip tam aksine 227 santigrat derecelerde seyretmesi bile hayatın olmayacağına dair bir işaret taşı olmanın ötesinde ilginçte bulunmakta. Öyle ya güneş görmeyen yüzey nasıl olur da bu sıcaklık değerlerde olur şaşmamak elde değil. Tabii bu durumu bilim adamları hava akımlarıyla açıklamaya çalışıp mesela dünyamızın kutuplarında da 6 ay kış, 6 ay gündüz olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda kış aylarında sıcaklığın aşırı derecede azalmadığı belirlenmiştir. İşte kutuplarda ki olan bitenden hareketle öyle anlaşılıyor ki Venüs’te de tıpkı dünyamızın ekvator bölgesinde ki yüksek sıcak hava akımlarının belirli periyotlarla kutuplara transfer edilerek aşırı derecede sıcaklık düşüşlerinin engelleniyor olmasındaki durum yaşanmakta. O halde Venüs’te de benzer durumların yaşanmasına şaşmamak gerekir. Bu gezegenin bizi şaşırtacak bir başka özelliği de malum aşırı sıcak bir gezegen olmasına rağmen gökyüzünün tamamen bulutlarla kaplı olmasıdır. Oysa derinlemesine analiz edildiğinde burda da şaşılacak durumun olmadığı görülecektir. Nitekim Venüs’ün bu söz konusu bulutla kaplı hali bizim bildiğimiz bulutun dışında farklı bir özelliğe sahiptir, yani değişik tipte karbonat tuzlarından, kimyasal bileşiklerden ve toz partiküllerinden oluşmuşluğu da söz konusudur. Nitekim Venüs atmosferinin % 96’si karbondioksit oluşturup, geriye kalan % 3 azot ve % 1 oranında ise su buharı oluşturması bu durumu teyit ediyor da. Ayrıca Venüs yüzeyin de sıkça volkanik faaliyetlerin seyretmesi hasebiyle gezegene gönderilen araçların çektiği resimlerden anlaşıldığı üzere volkanik patlamalar sonucu sülfürik asit kaynaklı bulutların varlığı tespit edilmiştir ki, bu da yeterince şaşkınlığımızı gidermeye yetecek derecede bir veridir bu.
Bilindiği üzere atomun merkezinde pozitif elektrik yüklü proton ile elektrik yük içermeyen nötron bulunmaktadır. Çekirdek hükmündeki merkezin etrafında ise belli bir matematik hesap dâhilinde yerleştirilmiş negatif yüklü elektronlar mevcuttur. Söz konusu elektron parçaları tıpkı dünyanın güneş etrafında döndüğü gibi onlarda durmadan hareket ederek pervane olmaktalar. Zaten kâinat doğmadan önce elektron yüklü bir buluttan ibaretti. Derken büyük bir patlama ile birlikte etrafa dağılan zerreler küme küme toplanıp yıldızlar ve onların etrafında gezegenleri oluşturmuşlardır. Hele ki yaratılan bu gezegenler arasında öylesine itina ile seçilmiş bir tanesi vardır ki; o bir nazlı gelin misali canlıların tek yaşayabileceği donanıma sahip bir seyyaredir. Hatta bu özel konumdaki seyyarenin taç kısmında güneşten gelen zararlı ışınları süzgeçten geçirebilecek atmosfer tabakasının yanı sıra 23 derecelik bir eğik konumla yörüngesine oturtulmuş, aynı zamanda dört mevsim ve her iklim şartları sağlanarak saniyede 30 kilometre sabit bir hızla dönme ayarı yapılan bir gezegendir. O öylesine muazzam yaratılmış bir seyyaredir ki dönüş hızının 1 saniyelik değişmesine bile tahammülü olmayan bir gezegendir. Zaten aksi bir durum olsa bütün astronomik sistemin çökeceği muhakkak. Şimdi bu denli muazzam özelliklere sahip hangi seyyaredir dediğimizde hiç üzerinde düşünmeye gerek kalmaksızın hepimizin bildiği gibi güneş etrafında seyreden Venüs’ten sonra ki dünya seyyaresinden başkası değildir elbet. Zira Dünya tüm canlıların yaşayabileceği şekilde iç içe kürelerden (-sfer) meydana gelecek donanımla yaratılmış ve anbean gözümüzün önünde seyreden şahika bir eserdir. Dahası Konuk olduğumuz dünya gezegeni cümle mahlûkat içerisinde eşrefi mahlûkat ilan edilmiş insanın yaşayabileceği şartlarda yaratılmış bir seyyaredir. Peki, bu mavi görünümlü seyyarede ki insanoğlunun konukluğu ne zamana kadar devam edecek sual edildiğinde, ta ki maviliği solup kıyamet saatinin alarmı çaldığı zamana dektir elbet. İşte gelmiş geçmiş tüm insanlık içerisinde bu gerçeğin idrakinde olan tüm inananlar dünyaya hem misafirhane gözüyle bakmışlardır hem de dünyanın bir imtihan salonu gözüyle bakıp baki olanın sadece Yüce Allah olduğuna iman getirmişlerdir.
Merih, beynin yarım küresi diyebileceğimiz, yani dünyanın yarı hacme sahip olmakla birlikte aydan daha büyük bir gezegendir. Ve dahi bu gezegenin iki uydusu mevcut olup belki de, astronotlara şimdiye kadar saç baş yolduracak derecede üzerinde bu denli kafa yorucu gezegen çıkmamıştır dersek yeridir. Öyle ki bu gezegende hayat var mı yok mu sorusunun cevabını almak için neredeyse bu işe kafa yoran astronot bilim adamlarının tüm ömrünü almıştır. Hatta üzerinde daha da kafa yoruldukça bu gezegende ki bir takım yarıkların kanallara benzemesinden hareketle oralarda ileri bir medeniyetin olabileceğinden bile söz edilebilmiştir. Neyse ki, sonraki çalışmalar neticesinde oralarda kanal filan yok, tamamen gözlemleme yanılgısı bir öngörüdür bu. Belli ki bu tür yanılgılara sebebiyet teşkil eden temel neden Merih (Mars) gezegeninde atmosfer ve su buharını andıran emarelerin gözlemlenmesidir. Böylece bu emarelere dayanarak su ve oksijenin de olabileceğinin kanaatinin hâsıl olmuştur. Derken konunun açıklığa kavuşması bakımdan bu uğurda Viking 1 adlı 3,5 kg ağırlığında hem hava şartlarını ölçecek hem de birtakım kazılar yapıp en ufak canlılık belirtisi olabilecek mikroorganizmaların olup olmadığının tespitini yapacak şekilde ufacık bir uzay aracının yapımı gerçekleşir. Tabii uzay aracının yapımı iyi hoşta, ancak uzaya gönderilen bu uzay aracından gelen sinyaller hiçte beklentileri karşılayacak cinsten veriler değildi. Çünkü sözü edilen gezegenin ince donanımlı atmosferinde % 95 karbondioksit, % 3 azot, % 1,5 argon ve % 0,03 oranında oksijen bulunup, toprağın eşelenmesiyle ortaya çıkan neticelere bakıldığında mikrop türünden herhangi bir canlıya rastlanılmamıştır. Her şeye rağmen yine de hafızalardan bu gezegenin sıvı halde su oluşturabilme ihtimalinden hareketle toprak katmanında hayat olabileceği düşüncesi silinip atılmış değildir. Dahası ortada net somut bir gerçek vardı ki, o da malum dünyamızdan başka hayatla özdeşleşecek tek bir gezene şu ana kadar denk gelinmemiş olmasıdır.
Neredeyse tüm gezegenleri bağrına basacak derecede diyebileceğimiz devasa büyüklükte özelliği ile dikkat çeken bir diğer gezegen ise hiç kuşkusuz Jüpiter’dir. Dikkat çeken sadece Jüpiter mi, onunla bizatihi yakından ilgilenen ve uydularından dördünü keşfeden Galileo Galilei’de dikkat çeken bir isimdir. Ve onun gökyüzüne çevirdiği yeni icat edilmiş teleskopunu güçlendirerekten 4 değişik tipte uydunun varlığını keşfetmesiyle birlikte astronomi bilimi alanında çığır açmıştır. Derken açtığı bu çığır sayesinde daha sonra ki yıllarda 8 uydunun varlığı daha tespit edildiği gibi Jüpiter üzerinde çok miktarda hidrojen gazının varlığı, aynı zamanda az da olsa metan, amonyak ve neon türü gazlara da rastlanmıştır. Bu arada hız kazanan çalışmalar neticesinde bu gezegende oksijen veya azota dair herhangi bir emare teşkil edecek bir maddeye ve herhangi bir canlı türünün izine rastlanılmamasıyla birlikte kesin kes hayatın olmayacağı açıklık kazanmış olur. İlla da buralarda hayatın dışında dikkat çeken bir şeyin üzerinde durulacaksa da, o da bu gezegenin en karakteristik özelliği diyebileceğimiz türden üzerinde yer yer 33.000 kilometre uzunluğunda, yani neredeyse dünyamızın tam hacmine eşit değerde alanı kaplayacak ölçüde kırmızımsı ben lekeleri üzerinde durmak daha isabetli bilimsel araştırma olur. Şu ana kadar bu gezegene has lekelerle ilgili sadece bildiğimiz bir fiziki gerçeklik var ki; o da malum lekelerin hareketli ve parlak oluşudur. Bu demektir ki araştırmaya değer bu söz konusu kırmızı benli lekelerin ne anlam ifade ettiği hususu bilim adamlarına dün olduğu gibi bugün de, gelecekte de bir hayli ter döktürecek gibi gözüküyor da.
Satürn’de değişik organik molekülleri oluşturabilecek reaksiyon yeteneğine sahip metan, amonyak, hidrojen ve helyum gibi gazlar var olmasına var elbet, ancak yine de bunların varlığı Satürn’de hayatın olabileceğine dair bir karine teşkil etmez. Olsun, hiçte önemi yok, hayat olmasa da sonuçta onu tefekkür ederekten seyretmekte hakkında bir ömre bedel hayat diyebiliriz pekâlâ. Hele ki etrafındaki sarımsı-yeşil renkli üçlü kuşağımsı halkası var ya, işte bu gönül halkaları hem zikir halkalarını, hem de halk dilinde üçler, yediler, kırklar halkalarının hırka giymiş baş tacı Gönül Sultanlarını da hatırlatmakta. Derken bu gezegeni izleyip seyre dalanların nezdinde nefeslerin tutulduğu bir ruh iklimi oluşturmakta bile. Nasıl böylesi bir ruh iklimi oluşturmasın ki, baksanıza bu gezegenin güzelliğini tarif etmeye ne nice kalem sahiplerinin gücü yetiyor ne de bilim adamların sunacakları sunumlar güç yetirebiliyor, onu ancak bizatihi temaşa etmekle güzelliği hissedilmesi mümkündür. Gerçekten de öyle değil midir? Baksanıza bu gezegenin güzelliğini tarif etmek için adeta bin bir türlü nağmeler döken ister yazar, çizer, düşünür taifesi olsun, isterse yazılı ve görsel sunumlarla şeklini şemalını ortaya koymaya çalışan astronotlar olsun, ister istemez bir noktadan sonra artık yorgun ve bitap düştüklerinde tutku gözlerle ona atfen ‘Zuhal yıldızı’ demekten kendini alamadıklarını görmekteyiz. Gerçekten de muhteşem görünüşüyle kraliçe bir yıldız olmayı çoktan hak ettiği gibi Astronotların da gözde bebeği ve tacı tahtı olmuştur. İşte bu noktada gezegenin taçlı şeklinin veya zuhal şemalının dışında birde kendisine bilimsel yönden bakıldığında atmosferinin donmuş amonyak kristallerinden oluştuğu ve buna ilaveten metan ve buz kristallerinin de izlerini taşıyan bir gezegen olduğu görülecektir.
Uranüs gezegeni üzerinde kısaca değinecek olursak, bu gezegenin Merkür, Venüs, Dünya, Merih (Mars) ve nihayet Jüpiter güneş sisteminin orta kuşağı diyebileceğimiz devasa gezegenlerin dışında bir başka konumda yer aldığını görürüz. Bir başka ifadeyle farklı devasa yapısal özelliğinin yanı sıra, hidrojen ve helyum gazlar ihtiva eden atmosferiyle onu -185 santigrat derecelik soğuk ve donuk bir gezegen kılıyor. Hatta diğer gezegenlerde olmayan ayrıcalıklı tipik yönü ise yörüngesinde 98 derecelik eksen eğikliği özelliğe haiz oluşu sebebiyle, yani yatık olması hasebiyle yaz kış olmak üzere iki mevsimi birden yaşıyor olmasıdır. Ve bu söz konusu gezegende her mevsim 42 yıl sürmekte sürmektedir. Yani bu demektir ki, şayet biz dünyalılar olarak Uranus’un kuzey kutbunda konumlanmış olsaydık bu gezegenin 21 yıl boyunca güneşin ufuk çizgisinin üstünde yükseldiğini, 21 yıl boyunca da alçaldığını ve en nihayetinde ise battığını müşahede etmiş olacaktık.
Neptün’ün birçok yönlerden Uranüs’e benzemesi ister istemez her ikisini ikiz gezegenler olarak görmemize sebep teşkil etmekte. Ancak yine de aralarında bir takım farklılıklarından dolayı yine de birbirinden ayırt edilebiliyor. Nasıl mı? Mesela sıcaklığının Uranüs’e nispetle daha düşük olup -225 santigrat derecelerde seyretmesi ayırt edici özelliklerinden diyebiliriz. Daha da en ayırt edici özelliği ise malum Neptün’ün şimdiye kadar tespit edilebilen iki peyke sahip oluşudur.
Plüton’un bir gezen mi yoksa cüce bir gök cismi mi türünden yapılan tartışmalar bir kenara bırakıp meseleye biz bir gezegen gözüyle baktığımızda, Plüton’un güneşin en son halkasında yer alan ve en son uzaklıkta konumlanan bir gezegen olduğunu görürüz. Dahası değim yerindeyse sona kalan dona kalır misali yörüngesinde dünya yılı olarak bir turunu 248 yılda tamamlayan, yüzey sıcaklık değerleri olarak eksi -1228 ila -238 santigrat dereceler arısında değişiklik gösteren ve mevsimsel değişimleri ‘çok soğuk’ ile ‘çok daha soğuk’ arasında gerçekleşen bir gezegen olarak adından söz ettirir.
Öyle anlaşılıyor ki miligram seviyelerde ayarlanmış hassas terazinin denge ayarlarında olduğu gibi kâinatta da milim sapmaksızın işleyen muazzam denge âlem nizamı söz konusudur. İşte Yunus Emre hassas terazi misali kâinat nizamının hassasiyetini bakın nasıl dile getiriyor:
Yerden göğe küp dizseler
Birbirine bent etseler
Altından birin çekseler
Seyreyle sen gümbürtüyü.
Velhasıl-ı kelam, Yunus Emre’nin de dikkat çektiği gibi hele kâinat nizamı ayarları bir yerinden oynamaya görsün, sen gör bak o zaman kopacak olan kızılca kıyameti…
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön