2.3.7. Ricâlü’l-Gayb
Tasavvufî düşüncede, âlemi idâre ettikleri kabul edilen velîler topluluğuna bu ad verilir. Gayb adamları, gayb erenleri, ricâlullah, merdân-ı Hudâ, merdân-ı gayb, hükümet-i mânevîye gibi tâbirler bu zümre için kullanılır."(268) "Ricâlü‘l-Gayb telakkîsine göre; Allah, dünyanın cismanî düzenini sağlamaları için bâzı insanların çeşitli görevler üstlenmesini takdîr ettiği gibi âlemdeki mânevî ve rûhânî düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesinde sevdiği bâzı kullarını görevlendirmiştir. Herkes tarafından kolayca tanınmadıkları veya gizli olan hakîkatlere, sırlara vâkıf olduklarından ricâlül-gayb adı verilen bu seçkin kişilerin arasında bir düzen ve hiyerarşi vardır."(269) "Bu mânevî hükümetin yapısı ve fertleri hakkında cüz‘i bâzı görüş farkları olmakla beraber, esasta aynıdır. Şöyle ki; bu hükümetin başında "kutup" vardır. Kutubun sağ ve solunda iki imam vardır. Bunlardan sağdaki melekût âlemini, soldaki de mülk âlemini yönetir. Kutup vefât edince bunlardan soldaki onun yerine geçer. Daha sonra "evtâd" denilen dört velî yer alır. Bunlardan her biri bir yönü idâre eder. Daha sonra "abdal" veya "ahyar" denilen yedi velî gelir. Bunlarda yedi iklimi idâre ederler. "Nücebâ" denilen kırk velî halka yardım eder. "Nukabâ" denilen üçyüz velî ise insanları denetler ve gözetler."(270)
Kutub Arapça; "Dönen bir şeyin veya tekerleğin merkezinden geçen şiş veya kazık ki, üzerine devir olunur... Küre-i arzın hattı istivâdan en uzak olan iki ucundan bu kürenin döndüğü noktalar.... Bir cemaatin maddî veya manevî reis veya muktezası ve her devirde bir tek olarak bulunduğu îtikat edilen velîyullahtır."(271)
"Büyük değirmen taşı milin (kutbun) etrafında döndüğü gibi, kâinât denen bu kozmos da idâre bakımından kutbun etrafında döner. Bu yönüyle kutub, manevî derecesi büyük, velî bir kuldur ve âlemin rûhu olarak değerlendirilir. Gavs ise Arapça, yardım etme, imdada yetişme demektir. Bunun yerine kutub da kullanılır. En yüksek manevî makamdır. İlahî isimleri kendine toplayan, Hz. Muhammed (s.a.v.)‘in hakîkatine vâsıl olan kişidir. Kutub ile gavsın aynı mı farklı mı kişi oldukları konusu tartışmalıdır."(272)
"Cürcâni‘nin ifâdesine göre Kutub, kendisine ilticâ edildiğinde, kendisinden yardım istendiğinde Gavs adıyla anılır. Abdü‘l–Kerim Cilî‘ye göre ise bütün varlığın çevresinde döndüğü kâmil insan ile kutup aynı kişidir. Kutup, Hz. Muhammed‘in (s.a.v.) kendisidir. Bu anlayış sufî düşüncede Muhammed‘in hakîkati veya Muhammed‘in nûru olarak ifâde edilir."(273)
Kâşanî, kutub ile gavsı aynı kişi olarak görür. "Bu şahsın gavs olması hâlinin yardım istemeye imkân vermesine bağlıdır. Yoksa gavs değil kutub olur."(274) der. "Kutb-ul-aktab‘lık hizmet-i celilesi, her asırda bir zâtın uhdesine verilir ve o zât, Allahu Subhenehu ve Teâlâ‘nın lütfu ile halifetullah olup, iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsân buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder. Gavs-ül-a‘zam tâbir olunan zât ise, kutb-ul-aktab‘a mülâzımdır. Onun da tasarrufu, kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutb-u-ula tâbir olunan zât-ı şerif de, diğer kutupların evveli demektir. Bunlar halk arasında üçler olarak tanınır. Bunlardan başka, yediler ve kırklar tâbir olunan zâtlarda, her biri birer kutup olmakla beraber, Allah Teâlâ‘nın ihsânı ile, kutb-ul-aktab‘a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunların her birisi hâllerine göre birer yere memurdurlar. Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul‘da bulunur, memuriyeti Hindistan‘da olur."(275)
"Tasarrufu külliyesiyle ekmelen gavsta tecellî eden Allah, o asrın şartları içinde gavsı yarattığı bilcümle mahlukâtın üzerine gözcü ve hâkim kılmıştır. Zira gavs yeryüzünde Hak Teâlâ‘nın azâmet-i saltanatı ile donattığı ve her türlü tasarruf etme imkânını bahşettiği kutsî halifesidir. Allah‘ın nice evliyâsı Hakk‘ın adresi olan gavstan ve bulunduğu makamdan malûmattar dahi değildir."(276) Görüldüğü üzere kutup ile gavsın tanımları benzer olmakla birlikte bâzılarına göre bunlar ayrı ayrı kişiler bâzılarına göre aynı kişilerdir. Aynı kişi yaptığı işe göre farklı isimler almaktadır. Bizim tezimizin konusu olan Münir Derman Hoca‘ya göre ise kutup ile gavs farklı kişilerdir.
Münir Derman Hoca kutbu şöyle ta‘rif eder: "Kutbun lügat mânâsı değirmenin alt sabit taşında bulunan uzun mihver demiri demektir. Üst taşın deliği ona geçerek taş devir yapar. Rasûlü Ekrem (s.a.v.)‘in yeryüzünde halifesi olan zât–ı âli, kavmin ulusu, kutub daima ceseden mevcuttur yani sağdır dünya yüzünde, yerini ancak yediler bilir. Kutub eşyada mutasarrıftır. Hâdimleri kırklardır. Bütün rûhanî emirler kutub makamından çıkar, kutbiyyet Hakk tarafından verilir. Gavs ise nöbet bekleyen vekil mânâsınadır. Kutub makamına bağlıdır. Gavsiyet Resûl–ü Ekrem (s.a.v.) tarafından izinle verilir. Bazen gavsiyyet makamı boş olabilir. O zaman kutub tarafından idare edilir. Gavslar yedilerden seçilir. Gavsdan kutub olmaz. Her büyük velî gavsın kim olduğunu ve yerini bilir."(277)
Görüldüğü gibi Münir Derman Hoca‘ya göre kutub ve gavs farklı makamlardır. Kutub Hakk tarafından verilir, gavs ise Peygamber (s.a.v.) Efendimiz‘in izniyle. Kutbun hâdimleri kırklar iken gavsın hâdimleri yedilerdir. Kutub eşyada mutasarrıf iken, gavs kalplerde mutasarrıftır.
Münir Derman Hoca Gavs hakkındaki açıklamalarına aynı yerde biraz daha ayrıntıya girerek şöyle devam etmektedir: "Gavsın sağında Abdürrab makamı vardır. Âlem–i melekûta nazırdır. Solunda Abdülmelik makâmı vardır. Âlem–i mülke nazırdır. Abdürrab makâmından daha efdaldir. Bu iki makâmı intihab eden zâtlar kutub tarafından seçilir. Bir de Abdullah makâmı vardır. Kutbun manevî emrindedir. Buradaki zât bazen hilâfet-i mânevîye bazen hilâfet–i vücûdîye hâlindedir. Yani bu makam bazen manevîdir, bazen de bir zât, bir sultan veya kimsenin gözüne çarpmayan basit gibi görünen mübarek bir zâttır. Gavs ile temas bu zât vasıtasıyladır. Tekdir, yeri gizlidir. Bir de Abdülmülk makamında bulunan dünya mülkünde evtâd vardır. Bunlar dört müstesna zâttır. Rûhen Kâbe‘de daima müçtemidirler. Bazen de muayyen zaman ve gecelerde buluşurlar. Evtâd‘ın yerleri şimalde Abdülmerid, cenupta Abdülkadir, şarkta Abdülhay, garbde Abdülalîm makamlarıdır. Üçler, dörtler (evtad), yediler, kırklar (nüceba), üç yüzler (nükeba), üç binler vardır. Ancak kırklar bugün yedi kiĢi, yediler ise iki kişi kalmıştır."(278)
Münir Derman Hoca‘nın kitaplarının genelinden edindiğimiz kanaate göre bunun sebebi de kıyametin yaklaşmış olmasıdır. Nasıl ki Hacerü‘l Esvet zamanla yok olacaksa bu kişilerde zamanla kalmayacaktır.
Ric‘âl‘ül Gayb konusuyla alakalı olarak Münir Derman Hoca yaşadıklarından bâzı şeyleri talebeleriyle paylaşmıştır. Böylece bize bu olayların hayâtın akışı içinde nasıl gerçekleştiğini göstermektedir. Bizde onu daha yakından tanıma imkânı bulmaktayız. O‘nun yaşadıklarından biri şöyledir: "Bir gün hocamı ziyârete gitmiştim. On yedi yaşındaydım. Odası tavanında yalnız penceresi olan geniş, yüksek tavanlı idi. Odası çıplak, bir post, birde yerde yatak, testi, leğen, işte o kadar. Çok güzel koku vardı havasında. Kendisi oturmuş, uzun saçları yele gibi omuzlarına sarkıyordu. Gel bakalım dedi. Elini öptüm. Ben artık gidiyorum, mektep bitti dedim. Dua etti, nasihat şeklinde emirler verdi. Ara sıra kendi kendine bir odada kal… Buna âdet edindim, ara sıra bunu yaparım. Tahsil için Fransa‘ya gittim.
Aradan beş, altı sene geçti… Bir gün bu nasihat ve emri yapmak için odama girdim. Odamda iki zât gördüm. Birden bire şaşırdım. Nereden girdiler bunlar. Beni görür görmez yürüdüler, duvarın içinde kayboldular. Şaşırdım kaldım, bir kâğıt bıraktılar yere, küçük. Hâlâ saklarım o kâğıdı. Ve hayretim hâlâ devam ediyor. Otuz küsur sene oldu. Son nefesime kadar bu hayret devam edecek. Bu hâdiseden bir sene sonra yurda tatile döndüm. Doğru hocama gittim. Yaşlanmış. Elini öptüm. Bana hâlimi sordu. Ağabeyimi sordu. Gelsin dedi. Ağabeyim o sıralarda Sivas‘ta defterdardı. Telgraf çektim, bir hafta sonra geldi. Yanında oturduk. Hocam hastalanmıştı. Yanındaydık. Bize nasihat etti, duâ etti, bizi okşadı. Bir aralık o kâğıt sende mi dedi. Birden bire anlayamadım. Ha, derken parmağını ağzıma uzattı. Sus dedi. Öyle yap… Ağabeyime döndü, Kâzım sen de biliyorsun ya…Bir gün sonra hocamdan ayrıldık, ağladık. Ağabeyime sordum, o kâğıttan sende var mı? Sus kardeşim dedi, eşek kardeşim dedi. Hocam hâlâ bizi bırakmamıştır. Bunalırsak yetişir. Yalnız on beş sene evvel ağabeyim kırk yedi yaşında hocamın yanına gitti. Nûr içinde yatsın. O kâğıttaki yazı şu, size de söyleyim böyle hareket edin. "Vesveseyi bırak… Ne kadar işin ve arzun, dileğin varsa hepsini kazâ ve kadere teslim et. Kendi nasıl dilerse öyle iş gören Allah‘a bırak… Ve bekle… Telaşı terk et. Izdırabı, üzüntüyü kaldır. Murat yolu kendi kendine görünür, o yola düşersin. Aç kal, kimseye söyleme. Dertlerini yoksulluklarını, ızdıraplarını söz hâline getirme. Melekler bile duymasın. Derdin olursa Hakk ile konuş, her şeye yeter. Sefâlete düşersen vakur ol. Sabret. Hakk‘a bile istek için ellerini kaldırma. Yalnız hamd için kaldır. Allah seni senden iyi bilir, Hakk‘da erimek dünyada budur…"(279)
Burada Münir Derman Hoca‘nın liseyi bitirdikten sonra üniversite tahsîli için yurtdışına giderken Hoca‘sı Ömer İnan Efendi‘yi ziyâretleri anlatılmaktadır. Hocası O‘ndan itikafa girmek gibi bir nevî halvet uygulamasını ara ara yapmasını istemiş O da hocasının sözünü tutmuş ve netîcede bâzı bilgiler elde etmiştir.
Yine Münir Derman‘ın kendi dilinden başka bir hatırası…
"Ben küçüktüm hatırlıyorum. Birinci dünya savaşı başlamak üzereydi. Bir gün hava birden kararmıştı. Doğuda gök kıpkırmızı oldu. Büyük bir kuyruklu yıldız görünmüştü. Bunu herkes dünyaya büyük bir felaket gelecek diye yorumlamıştı. Bu yazı o zamanın çocuk zihninde kalmış bir hakîkati kısa olarak anlatır. Ninem vardı benim. Halı döşeli, sedirli, raflı, duvarında yeşil kadife kılıfı içinde Kur‘an asılı odasında seccadesinde otururdu. Yeşil gözlü, beyaz pembe ciltli, başında kar gibi beyaz gül kokan yaşmağı vardı. Daima güzel gözleri yaşlı dua ederdi. Dudakları ötelere bir şey fısıldardı. Rûhunun güzelliği yüzünde şekillenmişti. Kanaât, sabır, merhamet, hoş görme, güler yüz timsali Pembe ninem. Anasının ismi Gül Hatun. Evliyâ kadın derlerdi ona. Eski Gümüşhane‘nin Hedre köyünde türbesi vardır. Hedre o zamanlar kırk haneliydi. Bir kış o köyde kalmıştık. Sonra oradan muhacir çıktık. Rus geliyordu. O günden bu güne uzun yıllar geçti. Köyü ceseden ziyâret mümkün ve nasip olmadı. Muhâcir çıktık, kâfile hâlinde yürüyerek Hedre‘ den. Nerelerden geçtik, hatırlamıyorum… Ankara‘ya kadar geldik. Bentderesi denilen semtte küçük bir evde oturduk. Pembe Ninem Ankara‘da Hakk‘a göçtü. Hacı Bayram–ı Velî türbesi yanındaki mezarlığa defnedildi. Sonraları o mezarlık kaldırıldı. Rahmetli dayım annesi ninemin kabrini toprak ve kemikleriyle aldı. Hedre köyüne götürerek büyük ninesi Evliyâ Kadın‘ın yanına defnettirmişti. Dayım o zaman Gümüşhane mebûsuydu."(280)
Derman Hoca, kitabının başka bir yerinde başından geçen bir olayı şöyle anlatır. Anlatılan bu olayla onu daha yakından tanıma fırsatı buluruz.
"Günlerden bir yaz günü idi. Kazadan ayrılmış tek başıma kırlarda dolaşıyordum. O mıntıkada çok bulunduğum için beni herkes tanır, hürmet eder ve çok severdi. Ben de onları severdim. Çoban köpekleri bile tanır, kuyruklarını beni gördükleri zaman sallar, yanıma gelirlerdi. Birden bire karşıma o mıntıkanın yabancısı olduğu her hareketinden belli yaşlı, beyaz sakallı, başında yeşil bir sarık bir adam çıktı. Bana doğru eğildi. Doktor bey diyerek selam verdi. Sağ omzumu öptü. Ta‘rif edilmez güzel bir koku içinde yıkanmış gibi kokuyor. Gözleri siyah zeytin gibi parlak, insanın görmediği yerleri gören bir bakışı ve insana huzûr veren bir tavrı vardı. Oğlum doktor bey, yolumu şaşırdım. Bana (D. D.) köyü yolunu gösterir misin; dedi. Bu köy bulunduğumuz yerden azami bir buçuk kilometre yokuştaydı. Ben sizi oraya kadar götürürüm dedim, yürümeye başladık. Havanın güzelliğinden, tarlaların bereketinden, göğün maviliğinden bahsediyordu. On dakika ancak yürümüştük. Etrafıma baktım, bulunduğumuz mıntıka değişmişti. Belli etmeden hayret içinde kaldım. Karış karış bildiğim bu yerler, tanımadığım bambaşka bir mıntıkaydı. Gök aynı, güneş aynı, ihtiyar aynı, ben aynıydım. Fakat mekân ve yer o yer değildi. İçimden annemden öğrendiğim yardım ve istimdat âyetlerini okumaya başladım. Korkmuştum fakat bunu belli etmiyordum. Birden bire; Oğlum doktor bey, merak etme, hayret etme, korkma… Ben zâten senin bu hâllerini senden gidermek, korkunu kaldırmak için vazifeliyim dedi. İsmini söyledi. Söylememe izin vermedi. Mekânı bildirdi, ta‘rif ve isimlendirmeme müsâde etmedi. Nereye götüreceğini anlattı, kimseye bildirmeme emân vermedi. Tepeyi aştık, tatlı bir meyille yeşil bir vadiye doğru iniyorduk. Bir göl kenarına geldik. Göl uzun, bir kilometre kadar, dar ve suyu tatlıydı. Gölü nasıl oldu bilmiyorum, yürüyerek su üzerinde geçtik. Hayret içindeydim, ayaklarım suya batmıyordu. Su üstünde iz bırakmıyordu. Tatlı bir huzûr içindeydim. Karşı sahile çıktık, biraz gittik, kesif yemyeşil ağaçlık bir yere dâhil olduk. Orada yüzlerce kişi oturmuş, beni götüren zâtın aynısı gibi zâtlar. Bana ikram ettiler. Oradakileri anlatmama izin verilmedi. Gördüklerimi söylememek için yemin ettirdiler. Bana ben sormadan birçok şeyler öğrettiler. Öğrettiklerini değil de anlattıklarını bende bu yazılarımla anlatacağım. Bunda hilaf yoktur, hepsi hakîkattir. Suyu tatlı gölün öte tarafındaki meclisten ve yerden ayrıldıktan sonra gölü bana aynı zât geçirtti. Yokuşu çıktık. Tanımadığım o mekânda, geldiğimiz yerleri aynen görerek yürüdük. İhtiyar durdu, oğlum artık ayrılacağız dedi. Sen uzun senelerden beri mideni boş bıraktın. Buna da sebep midendeki hastalığındır. Bir de çocukluğundan beri aldığın terbiye ve teneffüs ettiğin temiz havanın şükrüne bağlı olman ve bunu hiç unutmamandır. Mideyi boş bırakmak, hikmet ve manevî âlem hazînelerinin kilididir. Bâtın gönül pınarları açlık ve oruç bereketiyle fışkırır. Bununla herkesin aynada gördüklerinin daha fazlasını bir tuğla parçasında görebilirsin. Biraz evvel meclislerine götürdüğüm yerlerde gördüklerin "birisi müstesnâ" yük çeken develer gibidirler. Ağır yükleri çekmiş, çok sıkıntılı yollar çiğnemişlerdir. Sayısız konaklar ve merhaleler aşmışlardır. Ağır yükün altında adım atmış, az yemiş zayıflamışlardır. Bugün Ramazandır. Sen oruç tutuyorsun. Gördüğün yerde sana ikrâm ettiler, yemedin, yanına aldın. Akşam onunla iftar edersin. Gözlerimi öptü, göğsümü mesh etti. Tekrar sağ omzumdan öptü. Arkana bakmadan yürü oğlum, diyerek benden ayrıldı. Ben yürümeye başladım, küçük bir yokuş çıkıyordum, tepeye vardım… Ortalık kararıyordu, saatime baktım akşama kırk beş dakika vardı. Semti meçhule doğru yürüyordum… Tekrar saatime baktım, iftara on beş dakika vardı. Yorulmuştum da. Yolun sağ tarafına oturdum. Biraz dinleneyim ve ne yapacağımı da şaşırmıştım… Yoluma devam ettim, iftar olmuştu. Allah‘ı anarak ikram ettikleri gıdalarla iftar ettim. İçime bir ferahlık, vücuduma bir şey yayılır gibi oldu. Ta‘rif edemiyorum. Biraz sonra tanımadığım mekân değişmeye ve tanınmaya başladı. Kasabaya yaklaşmıştım. Eve geldim, ailem ve annem neredeydin dediler. Merak etmişler, biraz kırlarda dolaşıyordum dedim. Sedire uzandım, bana dokunmadılar. Annem alnımı okşuyor, ailem ayakucumdaydı. Sahur oldu, dediler. Bu hakiki macerayı anneme ve aileme anlattım, ailem hayret etti, annem güldü. Şimdi o hâdiseyi ve orada bana anlatılanları anlatacağım. Bu anlatmada sizi adeta sisli bir hava içinde gezdireceğim. Çünkü buna mecburum ve böyle kapalı anlatmaya da söz vermiştim."(281)
Burada Münir Derman Hoca‘nın ricâlü‘l-gayb ile tanışmasının ve orada yaşadıklarının ayrıntısını görmekteyiz. Melek Hoca sohbet ve konuşmalarında hep onlardan öğrendiklerinden bahsetmektedir. Ama onlara verdiği sözden dolayı araya hep sır perdesini koymaktadır. Böylece neden hep kapalı ifâdeler kullandığını anlatmaktadır. Bu bilgileri öğrenmek istiyorsan sen de çalış, kafa yor, insan olmaya gayret et demektedir.
Sonra Münir Hoca, bir diğer kitabında, başından geçen bu olayla alakalı başka şeylerden de bahsederek bize kendisini biraz daha açıyor.
"O hâdiseden sonra yaş her türlü meyve yiyemedim. Yemek arzuluyordum fakat boğazımda kalıyor, bin müşkülâtla yutsam, kusma hissi geliyor, çıkarıyorum. Meyve suları da aynı hâli yapıyor… O hâdisede bana bir takım meyveler ikram ettiler. Onları yedikten sonra bu hâl tecelli etti. Her gün yıkanmam emir olundu. Az yemem, çok su içmem emir olundu. Az uyumam emir olundu. Bu emirler hiç güçlük çekmeden, ben arzu etmeden husûl buldular. Ayda iki gece bilmediğim meçhul diyarlara dâvet ile götürüldüm. Orada rağbet ve i‘tibâr ederler bana. Bütün müşküller halloldu bana… Celâl köşesinden daima Settâr sıfatının altından bağırmak emir olundu bana… Mürşitlik rütbesi verildi. Mürîd gönderirler bana…Eteğime yapışanlara Celâl köşesinden hırpalamak emrolundu bana. Talibin tahammülünü ölçmek emrolundu bana… Gayb ricâlin gördüm, selâm ettiler bana. Edep içinde divan durdular. Kulağıma fethiye selâtin okudular. Kırklar sonra söylediler bana. Üçler, yediler, sonra dörtler buz gibi su ikram ettiler bana. Üçün, yedinin, dördün yadigârıdır çok su içmek bana. Su içmekle kanım içre hücrem zikrini guslederim. Bu gusül farz oldu bana…Deryâ içre düşüverdim, damla idim umman oldum, derdim gidip DERMAN oldum. Kırklar sofrasında bulundum. Bunlardan üç kişi ile hâlen haftada bir gece buluşurum. Kırklardan mısın diye bana sorma. Ben o üç ile dört yaparım. Hiç ile kırk oluruz. Hem kırk‘ız, hem dört‘üz, hem hiçiz biz. Elini tuttuğumuzu içimize alırız hemen kırk oluruz ve iki görünürüz. Ondan sonra ister görünür, ister görünmeyiz biz. Gündüz cismanî gece rûhanî işlerimizle meşgûlüz biz. Bizi görürler, bulamazlar, zira gaflet ve şüphe bulutlarıyla örtülüyüz biz. Vazifemiz çok ağırdır… Âfatları bahane ile biz önleriz. Bizi bazen velî, bazen meczup, bazen zındık görürler. Bu hâl bizim sükûn ve huzûrumuzu bozmamak için Allah‘ın bir vergisidir. On üç senedir kırklardanım. Kırkların yedinci en genciyim. Türkiye‘de üç kişi vardır kırklardan… Üç Suriye, Üç Mısır, Dört Irak, Yedi Medine, Altı Mekke, Bir Güney Afrika, Bir Güney Amerika, dört tanesinin de yeri söylenemez. Bunların yerleri icabında derhal değişir. Hâli hazıra göre söylüyoruz."(282) Ki söylediği tarih 1955... Münir Derman Hoca‘nın kitabının bu bölümünden anlaşıldığına göre insan kendi gayreti ile bâzı aşamaları geçtikten sonra, aynı hâli muhafaza etmek şartıyla bâzı aşamaları da sırf Allah‘ın lütfu ile kat etmektedir. Tohumu zamanında ekip bakımını da iyi yapan mahsulü ummadığı bollukta alabilmektedir. Aynı zamanda burada Melek Hoca‘nın celâlli yapısının ona verilen görev gereği olduğunu okumaktayız. Melek Hoca kendini tanıtırken "...Ağzında bal taşıyan arının iğnesi de vardır.." der. (283) Kendisini bal yapan arıya benzetmekte, unutmayın arının iğnesi de vardır demektedir. Bal yemek isteyen arının sokmasına aldırmamalıdır.
268 Türer, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, s. 145-146.
269 Komisyon, T.D.V.İslam Ans.İst.2008, Cilt XXXV,s.81.
270 Türer, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, s. 145-146.
271 Sami, Şemsettin, Kamus-ı Türkî, s.1075.
272 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 225 ve s. 385.
273 Şahin, Hasan–Sevim, Seyfullah, Tasavvuf, İlâhiyat, Ank. 2002, s. 180.
274 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 419.
275 El-Hac, Mehmet Nuri Şemsuddin el-Nakşibendi, Tam Miftah’ul-Gulub, Salah Bilici Kitabevi Yay. , s. 47-48.
276 Erbil, Mehmed Faik, Mir’ât’ül Hakaik, İst. 2003, İrfan Yay., s. 351.
277 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 163.
278 Derman, a.g.e. , Cilt III, s. 165.
279 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 5–6.
280 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu , Cilt I , s. 220.
281 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 11.
282 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 9.
283 Derman, a.g.e. , Cilt I, s. 19.