SUNULLAH GAYBİ (ks) DİVANI ŞERHİ

Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

SUNULLAH GAYBİ (ks) DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen kulihvani »

SUN'ULLAH GAYBÎ DÎVÂNI ŞERHİ

Resim


Melâmet Neş’esinin Seçkin ERlerinden SUNULLAH GAYBÎ Sultanın Divanını âcizâne ZEVK edip ŞERHe azmettim.
İçinde yaşadığımız çağda Muhammedî Melâmet Meşrebi, özellikle “Hakikat Anlayışı” adı altında uygulamalarla Şeriat-ı Muhammediyyeden saptırılarak Şeyhperestliğe yol almaları görüp-duymaktayız.
Oysa başta Nesl-i Necib Muhammed Nuru’l-Arabî (ks) olmak üzere Şeriat-ı Garraya harfiyyen uyup yaşayanlardır.
İzleyenleri içinde şatahat edenler olmuştur.
İfrat-Maximum ve Tefrit-Minumum olması ise O YOLun İ’tidal-Optimumdan ayrılması asla değildir.
Muhammedî Melâmet elbette Tasavvuf Âleminde ŞAH DAL fışkıracaktır inşaallah..
Bu ise “İsalam Dinimiz içinde, Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in sahih hadislerine dayalı, İlim-Edeb-İrfan ve Erkanla mümkündür” demekteyiz ve yaşamaya çalışmaktayız hamdolsun Rabbımıza.
İlimsiz, İradesiz, İdaraksiz ve İştiraksiz sadece nefislerin hevâ, heves ve şuhhasının; şaşakınlık, taşkınlık ve azğınlığına bu yüce duyum ve uyumları fedâ edemeyiz.
BİZler Davasız ve Davetsiz sadce DUA İnsanları olarak;
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in İnancı, Ameli, Ahlâkı ve Hâlleri içinde ANlayıp ANlatmaya çalışmaktayız İnşaallah.
Âşina olanlar bilir ki ŞİİRi yazanın duygu ve düşüncelerini çözmek zordur.
Biz ise gençlerimizin anlayış dilinden uzakta kalan bu güzelliği göz önüne Anlayış sahasına çıkarmaya çabalamaktayız.
Muhiddin Arabî (ks) Hazretimizin, Nurullahtan VAR OL-AN Nur-u MiM den yaratılan “Vahdet-i Mevcud” u anlatıp, Nurullahın ASLı OL-AN ve Vâcibu’l Vücud’daki “Vahdet-i Vücud” a götürmesini anlamayıp küfrüne karar verenler ile Şeyhü’l-Ekber bilip de kendilerinde Hakk’ın sabit sıfatlarını zuhura kadar giderek küfre düşenler görülmektedir.

Hiçbir kişi ve görüşleriyle çatışmaya girmemiz düşünülmeden sadece BİZ ne anlamalıyızı;

Muhammedî Gayretle BİLip,
Muhammedî Merhametle BULup,
Muhammedî Muhabbette Olup,
Muhammedî Hakikatle YAŞAmayı,Muhammedî Hasbî-Habibî Hizmetle gençlerimize sunmayı görevimiz bilmekteyiz İnşaallah..

Hizmet ile Dest-i Kemâl
Himmet ile Dest-i Cemâl..

Kul İhvani Sözü Kes!
cAN Dediğin BİR Nefes
BİR Nefesli Nasibin
Gün Gelir Bulur Herkes…


Böyle demişim ve doğrudur da ancak,

AŞKı DUY-AN Bir Kuyu
Uyarır BiN Kuyuyu
Şeker-Şerbet-Bal Keser
BiN BiR Kuyunun SU yu!..


Elbette Hakk’a giden yol Hakk Dostlarının kalbinden geçer.
Bileşik kaplar gibi Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem SEViyesini korurlar Deniz Seviyesi gibi.
Tesbih gibi Şeriat-ı Garra İpine dİZilenlerin İmam-ı Mutlakı, Mürşid-i Mulakı Muhammed Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellemdir.
Elektirik Hatları gibi el ele Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellemin eline ve Yedullah’a kadar inşaallah…

Bendeniz de SUNULLAH GAYBÎ BABAmızıı ilk defa detaylı inceleme imkanı bulmaktayım çok şükür..
Muhammedî melâmet merâsında Hizmet çeşmelerimizden cAN Suyu ve cAN Ceryanı almakta Himetçi olmak için çabamız olsun inşaallah…


BİZ BİR-İZ özellik ve güzelliği içinde aziz kardeşleriminde katkılarıyla, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem adıan hesabına ve şerefine
Hasbî ve Habibî İZ kalsın İnşaallah..

Muhammedî Muhabbetlerimle…

Kul İhvanî
En son kulihvani tarafından 23 Şub 2010, 15:10 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

GAYBÎ SUN'ULLAH

İkiliğin silmeyen,
HAKK'ı canda bulmayan,
"Gaybî" kendin bilmeyen,
RABB'ın bilesi değil.


Sözleriyle, gönüllere seslenen ve erdiği sırlardan bâzılarını fısıldayıveren bir şahsiyetten söz edeceğiz bu yazımızda...
Melâmiliğin temsilcilerinden saydığımız ve belki de bu anlayışla kendine Gaybî mahlasını seçen Sun'ullah, Melâmî çevrelerinde İbrâhim Efendi’'nin halîfesi olarak tanınır.
Hayâtı hakkında detaylı bilgi bulunmamakta, ancak eserleriyle günümüze ışık tutmaktadır. Kütahya'lı olduğu bildirilir. İlim tahsilinden sonra İstanbul’'a gelip 1059’ da İbrahim Efendi’'ye bağlanmış, şeyhi vefat edene kadar burada kalmıştır. 1065 yılında Kütahya'’ya dönüp orada yaptırdığı zâviyede irşada başlamıştır. 1072’de “Rûhu'l-Hakîka” adlı eserini kâleme aldıktan bir süre sonra da vefat etmiştir. Kütahya'’da bir türbede medfundur.

1059’dan 1065’e kadar sohbetlerine katıldığı İbrahim Efendi'’nin ahvâlini ve sözlerini Sohbetname adını verdiği kitabında açıkça kaydetmiştir.
Melâmîlerin akîde ve görüşlerini de dile getirmesi açısından oldukça önemli bir eserdir.
Şeyhini hakkıyla temsil etmiş bir şahsiyet olan Gaybî, İbrâhim Efendi’nin târikat silsilesini ve Melâmî itikadını “Biatnâme” adlı risâlesinde özetlemektedir.
1071 de yazdığı “Tariku'l-hak Fi't-teveccuhi'l-Mutlak” adlı yazısında da teveccühün Vücûd-ı Mutlak’a muhabbetten ibâret olduğunu, bunun İnsan-ı Kâmili sevmekten başka yolu bulunmadığını, Vahdet mülâhazası olmadan zikrin boşuna olacağını, zikirden murâdın da ancak bu teveccüh, yâni muhabbet ve fenâ olduğunu bildirmektedir.
Bir de dîvânı vardır.
O divanda geçen “Keşfu'l-Gıta” adlı 99 beyitlik kasîdesi Melâmîler arasında çok meşhurdur.


"Bir vücuttur cümle eşyâ, 'ayn-ı eşyâdır HUDÂ,
Hep hüviyettir görünen, yok HUD’dan mâada... "


Mısrâlarıyla başlar.
Evvel ve âhirin izâfiliğini, meydana gelen her şeyin ilâhî tecellîden ibâret olduğunu anlattığı bu şiirde, Hüviyetin zuhûrunu dile getirir ve Zâtına duyduğu aşkla güzelliğini seyretmek isteyen o Tek ve Mutlak olanın zuhûra gelme murâdıyla, gizli hazînesinin fetholup sırrın keşfedilir hâle gelmesi için, Arşı, Kürsî'yi, unsurları, nebat, ve hayvanı geçtikten sonra, en kemal hâliyle kendini ancak insanda seyrettiğini anlatır.
Birçok şiir ve ilâhîsine konu olduğu üzere "âdem yâni insan, varlığın özü ve kemal hâlidir. Âşık, özünü bilmek, HAKK'’ı apaçık görmek istiyorsa, âdeme gelmelidir. HAKK'’a giden doğru yol "senden sana"dır. Âdem Kur’ân'’ın sırrıdır, RAHMAN'ın arşı ve Zât-ı Subhândır. Nişânı , izi olmayana nişan, âdemdir. "


"Ham olan puht olmadan yere düşerse nâgihân ,
Puht olunca nice bin yıl seyrede ol ham daha"


(Ham olan ansızın olgunlaşmadan yere düşerse, olgunlaşıncaya kadar, ham olarak daha nice bin yıl seyre devam eder.)

"Puhtenin içi bütündür düşse yere ol dahi
Yine kendu mislinin aynına düşürür kaza"


(Olgun olanın içi bütündür, o yere düşse de, kazâ onu yine kendi denginin / benzerinin aynısına düşürür)

Mısrâlarıyla bu âlemde olgunlaşmayanların tekrar devre düşeceklerini ifâde etmesi, bâzılarınca tenâsuh / reenkarnasyon gibi anlaşılmıştır.
Gaybî’ye göre ise göre, devir ile tenâsuh aynı şey değildir.
"Devir, Berzah âleminde olur. Eğer unsurlar âleminde olsaydı, Tecellîyatta tekrar ve aynılık olurdu" demektedir.
Gaybî, insanın devrini tamamlayıncaya, aslına erinceye kadar dünyâda kazandığı huya göre aldığı sûretlerde gezeceğini söylüyor. Fakat bunlar mânevî olup unsurlar âlemiyle ilgili değildir.

"Hakîkâte vâsıl olanların bu âlemden ayrılmaları hâlinde sırlarının başka bir mazharda ortaya çıkacağını anlatması da reenkarnasyona işâret değildir. Ona göre, Kâmilin tahakkuk ettiği hakîkâtten biriyle zuhur anlamına gelmektedir. Ârif bir kimse, vefâtından sonra kendisi ıtlak âleminde olduğu halde, bu unsurlar âleminde olan diğer bir âriften görünür ve onun ayniyetiyle zâhir olur.
İnsan en sonunda hakîkâte erecek, ebedî bir söz olacak, vücûdundan, vehmi ve mukayyed varlığından soyunacaktır.
Bu hedefe ulaşmada imam aşktır, aşkı inkâr eden, HAKK'’ı inkâr eder.
Âlem suret-i aşktır, aşk olmadan yapılan ibâdetler de tam değildir."

Tâcın, hırkanın, taklidin, ham softalığın, riyâ ve gösterişin bu yolda yeri yoktur.
Melâmiliğin esasları diyebileceğimiz bu görüşler aşağıdaki dizelerde iyice belirginleşir:


"Tac mârifet tâcıdır
Sanma gayri tac ola
Taklid ile tok olan
Hakîkâtte aç ola..."


Aynı anlayışa;
“Harâret nârdadır, sacda değildir,
Kerâmet baştadır, tâcda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara,
Kudüs'’te Mekke'’de, Hacc'’da değildir” diyen Hacı Bektaş-ı Velî'’de de rastlanmaktadır.

HAKK'’ın insanın özü olduğunu ve özünü bilene Rubûbiyyetin tac olacağını anlatan Gaybî,

"O bir ile bir olup cümle âleme dolan ve sultanlığı bulanın artık kulluk edemeyeceğini"

söyler.
Vahdet zevkine erişmeyenin ise, Cennete bile girse gerçek lezzeti bulamayacağını bildirir.


Eğer âbid eğer zâhid
Bu tevhidi anlamazlar
Dost zâtına mazhar düşen
Kendözünü insan görür


Diyerek de görüşünü pekiştirir.
Ona göre,

"Dost iline girmeyip varını yoğunu dosta vermeyen ve HAKK'’ı burada göremeyenin yarın da görmesi mümkün olmayacaktır."

"Kendini bilene hakikâtin mirac olacağını"

duyuran bu dost seslenişi duyanlardan olmak dileğiyle...


Alıntı
En son kulihvani tarafından 23 Şub 2010, 10:33 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

SUN'ULLAH GAYBÎ kaddasallâhu sırruhu

(1615-1663)


Şâir. Kütahya'da doğdu. Kalburcu Şeyhi Pir Ahmet Beşirî'nin torunudur.
Şeyh Ahmed Efendi'nin oğludur, babasından İslâm ilimleri ve tasavvuf dersi aldı.
Tasavvuf ehlidir. Taassup ve cehâletle mücâdele etmiş, pürüzsüz bir Türkçe kullanmıştır.
Sun'ullah Gaybî, İstanbul'a gelip Aksaray'da Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi'ye bağlandı.
Doğum yılı bilinmiyor ama Kütahya'lı olduğu biliniyor.
Ölümünün de 1662 yılından sonra olduğu sanılıyor.
Kütahya'dan İstanbul'a öğrenimini bitirmek için geldiği, bu sırada Oğlanlar Şeyhi İbrahim'in târikatına girdiği, onun ölümünde vekilliğini (halîfeliğini) üstlendiği saptanıyor.
Bütün yapıtlarının Türkçe olduğu belirleniyor.
Heceyle yazdığı şiirlerde Yûnus Emre'nin açık etkisi de görülüyor.

1655′te şeyhi ölünce Kütahya'ya döndü. Burada bir zâviye yaparak halka nasihatler verdi.
Kütahya'da öldü, mezarı Kütahya'dadır.

Melâmî târikatına bağlıdır.
Hece ve âruz vezniyle, sâde Türkçe ile tasavvufî şiirler yazmıştır.

Yüksek tasavvuf sezisi sâhibi Sun'ullah Gaybî kaddasallâhu sırruhu nun Himmetini Hazır dileriz…

Eserleri:
1. Gaybî Dîvânı (El yazması hâlindedir. Yeni yazı ile de neşredildi (1963)
2. Sohbet-nâme
3. Bîat-nâme (Son iki eser şeyhinin sohbetlerinin yazılması ile meydana gelmiştir.)
4 Tarîku'l-Hak fi't-teveccuhi'l-mutlak
5. Ruhu'l-hakîka (Son iki eserde târikat âdabı, tasavvufun özellikleri, tasavvufta mertebeler anlatılmıştır.)
6. Akâidnâme
7. Makâsıd-ı Ayniyye
8. HUDÂ RABBim


Resim


Sun'ullah Gaybî (ks) Türbesi:

Kütahya Meydan Mahallesinde Musallâ Mezarlığı’nda bulunan Sun'ullah Gaybî Türbesi XVII.yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır.
Musallâ mezarlığında kümbet altında bulunan büyük mutasavvıf Gaybî Sun'ullah hazretlerinin türbesi de ziyâretgâhtır.
Halk burada mevlit ve Gaybî'nin kendi eseri olan HUDÂ RABBim duâsını okuyarak niyazda bulunurlar.
Sun'ullah Gaybî XVII. Yüzyıl mutasavvıflarındandır.
İstanbul'da Halvetî-Melâmî olarak yetişmiş, Kütahya'da yaşamış, Kütahya ulemâsı tarafından zındıklıkla suçlanmış, bu nedenle de HUDÂ RABB'im ile başlayan ünlü şiirini söylemiştir.

Türbe kesme taş kaplamalı, bir tarafı dışarıya açık küçük bir türbedir.
Türbe 1975 yılında onarılmış ve kısmen de olsa özelliğini yitirmiştir.
Türbenin üzeri kiremit örtülü çatı ile örtülmüştür.
Orijinal konumunda türbenin doğuya basit bir kapı açıldığı ve kare planlı olduğu anlaşılmaktadır.
Güney yönündeki kademeli yuvarlak kemerli açıklık sonradan örülmüş ve bir nevi hâcet penceresi durumuna getirilmiştir.
Kapısına da:“Sun'ullah Gaybî 1076 h. (1665)”yazılı bir levha konulmuştur.

Türbenin 1980 yılında yapılan onarımında duvarları yenilenmiş, güneydeki yuvarlak kemerli açıklığa demir şebekeler konulmuştur.
Çimento kaplı damı karo seramikli desenlerle kaplanmış ve buraya bir de kubbe konulmuştur.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Sun'ullah Gaybî’nin (ks) Tarîkat Âdâbı

XVII. Yüzyılda Melâmî Şeyhlerinden
Sun'ullah Gaybî’'nin Bakışı İle Tarîkat Âdâbı


Abdurrezzak Tek
(Doç. Dr. U.Ü. İlahiyat Fakültesi)

T.C. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi
(cilt: 18, sayı: 1, 2009 s. 209-224)


Özet:

XII. Tasavvufî terbiyede önemli bir yer teşkil eden âdâb konusu, tarîkata girişin ardından manevî yolculuk sürecinde uyulması gereken kurallar, mürşid ve ihvâna karşı göz önünde bulundurulması istenen tavırları ifade etmiştir. Bu mânâda dervişlere yol gösteren tavsiyeler âdâb ve erkân başlığı altında ya müstakil risâleler halinde veya tasavvufa dair genel bilgiler veren eserlerin içinde bir bölüm olarak ele alınmıştır.
Bu çalışmanın amacı, Osmanlı döneminde etkin bir rol oynayan Bayramî-Melâmîliği’nin temsilcilerinden Sunullah Gaybî’nin konuya bakışını ortaya
koymak ve adâb açısından bu anlayış ile diğer tarikatlar arasındaki
benzerliği veya farklılığı göstermektir.


Abstract
One of the Malâmati Sheikhs of XVII.th Century Sunullah
Ghaybî’s Opinions on Manners of Tarîqa:

Manners (âdâb), which occupied an important place in the sufi
training, refers to the rules to conform during the spiritual
journey, and the desired attitudes toward to sheikh and
brethren. So, these guiding principals for dervishes are discussed
under the heading “adâb” or “arkân/principles”, either as
detached treatise or in the books having the general information
about tasawwuf. The aim of this study is to present the view of
Sunullah Ghaybî, who was one of the representatives of
Bayramî- Malâmatiyya playing an active role in the Ottoman
period, on this issue, and to show the similarities and differences
in terms of manners between that view and the other sufi orders’
ones.


Anahtar Kelimeler: Sunullah Gaybî, Adâb, Bayramî-Melâmiliği
Key Words: Sunullah Ghaybî, Manners, Bayramî-Malâmatiyya

Tasavvufun ilk dönemlerinden itibaren kullanılmaya başlanan âdâb kavramı, tarîkata intisâbın ardından manevî yolculuk adı verilen seyr u sülûk sürecinde uyulması gereken kuralların yanı sıra şeyh ve ihvâna karşı göz önünde bulundurulması istenen tavırları da ifade etmiştir.
Bu mânâda dervişlere yol gösteren tavsiyeler âdâb ve erkân başlığı altında ya müstakil risâleler halinde veya tasavvufa dair genel bilgiler veren eserlerin içinde bir bölüm olarak ele alınmıştır.(1)
Mesela tasavvuf klasiklerine baktığımızda Serrâc el-Luma‘da “Kitâbü Edebi’l-Mutasavvıfe” başlığı altında, Kuşeyrî er-Risâle’de hem irâde ve edeb bahsinde hem de eserine eklediği son bölümde, Ebû Tâlib el-Mekkî Kûtu’l-Kulûb’da, Gazzâlî de İhyâu Ulûmiddîn’de müridlerin dikkat etmeleri gereken kaide ve esasları geniş olarak ele almıştır.
Bu alanda yazılan eserlerin en meşhûru ise Ebu’n-Necîb Ziyâeddîn es-Sühreverdî’nin (öl. 563/1168) Âdâbü’l- Müridîn adlı eseridir.

Tekke ve tarîkat nizamı belli bir sistem halinde ortaya çıktıktan sonra müridlerin âdâbı konusu da buna göre yeniden şekillenmeye başlamıştır. Özellikle Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’ın (öl. 444/1052) tekkelerde uyulması beklenen kuralları esaslı bir şekilde tespit etmesi (2) ve Ebû Hafs Şihâbuddîn es-Suhreverdî’nin (öl. 632/1234) Avârifü’l-Ma’ârif’te söz konusu âdâb ve erkânı sistemli olarak anlatmasından sonra konu daha da açıklık kazanmıştır.
Tarîkatların teşekkül etmeye başlamasının ardından ise, hemen her şeyh mensup olduğu tarîkatın âdâbına dair risâleler kâleme almaya başlamıştır.
Bunlar arasında Şemlelizâde Ahmed Efendi’nin Gülşenîliğe dair Şîve- i Tarîkat-ı Gülşeniyye, Abdullah Salahaddîn-i Uşşâkî’nin Uşşâkîlikle
ilgili Tuhfetü’l-Uşşâkiyye ve Yakub Avfî’nin Celvetîliğe yönelik kâleme
aldığı Hediyyetü’s-Sâlikîn adlı eserler zikredilebilir.(3)

XVII. yüzyılda Kütahya ve çevresinde faaliyetlerini sürdüren Sunullah Gaybî de kendi dönemini göz önünde bulundurarak tarikât adabı hakkında “Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye” adlı eserini (4) kâleme alma ihtiyacı duymuştur.
Diğer eserlerinde de yer verdiği bu konu, onun Bursa Yazma ve Eski Basma Eserler Kütüphânesi, Genel 1441/1 numarada yegane nüsha olarak bulunan mezkûr risâlesinde müstakil olarak ele alınmıştır.
Bu çalışmada Gaybî’nin söz konusu risâlede incelediği tarîkat âdâbının Bayrâmî-Melâmiliği’nin temel özellikleri açısından nasıl bir kaynak teşkil ettiği gösterilmeye çalışılacaktır.

Halvetî şeyhi Muslihüddin-i Kütahyevî’den (ö. 1072/1661)(5) icâzetinin yanı sıra, Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi’den (ö.1065/1654) Bayrâmî-Melâmî anlayışını benimseyen Gaybî’yi böyle bir risâle yazmaya iten temel sebeplerden birisi, çevresindeki:
“Fukarâmızdan geçinir nice cehele-i rezele ve dervişânımızdan görünür nice hazele-i batale” dediği bazı kişilerin sözlerini yanlış yorumlamaları, diğeri de bu yorumlara dayanarak şerîata muhalif bir takım inanç ve davranışlar sergilemeleridir.
Şeyh söz konusu yanlış anlamayı gidermek ve tarîkatının esaslarını izah etmek için eserini kâleme alışını giriş kısmında şöyle dile getirmiştir:
“Fî zamâninâ fukarâmızdan geçinir nice cehele-i rezele ve dervişânımızdan görünür nice hazele-i batale, tarîkatımız haberdarı ve aşk u mahabbetimiz
giriftârı olmadan eben ‘an ceddîn mu‘tâd olmağın ahyânen ‘alâ tarîki’z-ziyâret gelmesini mertebe-i irâde sanıp gâhî münasebetle elkelâm yecürrü’l-kelâm [laf lafı açar] fehvâsınca esnâ-yı sohbette ‘alâ tarîki’n-nakl ve’l-hikâye meşâyıh-ı ‘izâmın ve evliyâ-yı kirâmın hakâyik ve ma‘ârife müte‘allıka olan kelimât-ı kudsiyyelerinden bazı efvâhî kelimât istim①eyledikçe, mücerred za‘m-ı fâsid ve fehm-i kâsidince hizmet-i merdâne müdâvemetle seyr ü sülûka müracaat ve safâ-yı derûn ve kalb-i münkesir ve mahzûnla teveccüh ve murâkabeye mülâzemet eylemeksizin tabîat ve nefsâniyyetine mülâyim ve muvâfık ve erbâb-ı ilhâd ve zendeka meşreb ve meslekine münâsib ve mutâbık nâ-hemvâr semt ihtir①eyleyip şerîat-ı mutahharaya muvâfık değil bazı akvâl ü ef‘âl ve hakîkat-i münevvereye mutâbık değil bazı evz①ve ahvâl ile râh-ı dalâlete tâbi‘ ve beyne’l-halk sû-i huluk ve sû-i amel ve sû-i i‘tikâdla şâyi‘ olmağın [Töhmete sebep olacak konulardan sakının] mısdâkınca bilahare tarîk-i Hak’ta olan mesleğimizi beyân ve izhârı mümkün olan mertebe tarîkatımızı ‘ayân eylemek lâzım geldi.
Tâ ki, tarîkatimize muvâfık ve mesleğimize mutâbık olan âşık-ı sâdık ile kendi hevâsına mütâbe‘at üzere olup da bu tarîka müstenid geçinen müdde‘î ve kâzib ve münâfık zâhir ve bâhir ola.” (6)

Öte yandan Gaybî, rahatsızlık duyduğu bu hususu açığa kavuşturmak için ilahî izin aldığını da belirtmiştir:
“Ve bu risâle-i cüz’iyye tahrîrine mübâşerette acaba izn-i ilâhî var mı ola? diye ‘alâ tarîki’l-istihâre icâzet talep olundukta, müşâhedemizde görülür ki, âlem-i gaybden bir latîf güherîden dest-vâne içine bir yeşil zümrüt tesbih ki, câ-be-câ (..?) ile tezyîn eylemişler ve şemsesi yerleri cümle altın ile münakkaş getirdiler elime sundular.
Destûr-ı ilâhî ve rızâ-yı rabbânî var idiğüne ilim hâsıl olucak bi-kadri’l-bidâ‘a tarîkat-ı vahdetiyyenin mâ-lâ-büd olan mertebesinden bir miktar iş‘âr ve tavzîh eylemek lâzım geldi ki tâlib-i Hak olanların gönülleri elinde sübha-veş tesbîh ola.” (7)


(1) Âdâbla ilgili ilk olarak kâleme alınan eserler şunlardır: Yahyâ b. Mu’âz er-
Râzî, Kitâbü’l-Müridîn (GAS, I, 646); Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, Kâhire
1394-99; Hâris el-Muhâsibî, Âdâbü’n-Nüfûs, (GAS, I, 641); Hakîm et-Tirmîzî,
Âdâbü’l-Müridîn, Mısır ts; Abdurrahman es-Sülemî, Âdâbu’s-Suhbe ve
Hüsnü’l-‘Uşre, Kudüs 1954, Cevami’u Âdâbi’s-Sûfiyye, Kâhire, Daru Cevami’u’l-
Kelim, ts.; Abdülvehhâb eş-Şârânî, Edebü’l-Mürid (GAL, Suppl., II, 467);
Abdullah b. Alevî el-Haddâd, Risâletü Âdâbi Sülûki’l-Mürid, Mısır 1958.

(2) Bkz., Muhammed İbnü’l-Münevver, Esrârü’t-Tevhîd, (Tevhîdin Sırları, trc., S.Uludağ), İstanbul 2004, s. 324-325.211)

(3) Diğer taraftan tarîkat kurucusu kabul edilen şeyhlerin de konuya dair eser yazdıklarını görmekteyiz. Örneğin Abdülkâdir Geylânî, el-Gunye adlı eserinin sonunda konuyu ele almış, Necmeddîn Kübrâ, Âdâbü’l-Müridîn adıyla bir eser yazmıştır. Bkz., Uludağ, Süleyman, “Âdâbü’l-Müridîn”, DİA, c. I, s. 336-337.

(4) Kaynaklarda Gaybî’nin eserleri arasında zikredilmeyen risâlenin adının onun tarafından konulduğuna dair bir bilgiye sahip değiliz. Şeyhin “İmdi bizim hizmet eylediğimiz vahdet erenleri kim, Halvetiyye ve Bayrâmiyye’yi câmi‘dir. Onların resm ü ‘âdetinde tevbe ü bî‘at, ‘ışk u mahabbettir.” ifadesinden yola çıkarak müstensih bu isimi sonradan koymuş olabilir. Risâlenin ferâğ kaydında (vr. 15a) eserin hicrî 1073’de Karacaşehir kasabasında Sun’ullâh b. Şeyh Ahmed b. Şeyh Beşir tarafından yazıldığı ve 8 Ramazan 1075 tarihinde de müellif nüshasından istinsah edildiği belirtilmekte, ancak müstensihin adı zikredilmemektedir.

(5) Şeyh Muslihüddin Efendi, Kütahya’daki Balıklı Tekkesi’nin kurucusu ve ilk şeyhidir. Elmalılı Ümmü Sinan’ın halifelerinden kabul edilen Muslihüddin
Efendi’nin, şeyhine ne zaman intisap ettiği bilinmemektedir. Bk. Kemikli, Bilal, Sunullah-ı Gaybî Hayatı-Eserleri-Şiirleri, Ankara 2000, s. 41-42.

(6) Su‘nullah Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, Bursa Yazma ve Eski Basma Eserler Kütüphanesi (BEEK), Genel, nr. 1441/1, vr. 9b.

(7) Gaybî, a.g.e., vr. 9b.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Gaybî’nin zikredilen eserinde etraflıca ele aldığı ve üzerinde hassâsiyetle durduğu temel konular, tarîkat âdâbı başlığı altında şöyle sıralanabilir:

1. Ehl-i Sünnet Çizgisine Bağlı Kalmak

Gerek bâzı tasavvufî görüşleri, gerekse yaşadığı dönemde Bayrâmî-Melâmîleri hakkında şerîata muhalif davrandıklarıyla ilgili yanlış kanaatler,
Gaybî’nin Kütahya halkı tarafından eleştirilmesine ve hattâ zındıklıkla itham edilmesine neden olmuştur.(8)
Her ne kadar kaynaklarda bazı Bayrâmî-Melâmî şeyhlerinin şerîata muhalif davrandıkları gerekçesiyle soruşturmaya uğradıkları ve sorgulama neticesinde idam edildikleri kaydedilmişse de, Bayrâmî-Melâmîliği’ne kabulde sahih inanç sâhibi olmak ve tarîkata girdikten sonra şerî hükümlere titizlikle riayet etmek bu yolun temel esaslarından birini
oluşturmuştur.(9)

Bu sebeple sûfîlerin dolayısıyla hem kendisinin hem de mensubu olduğu Bayrâmî Melâmîleri’nin, zâhiren ve bâtınen Ehl-i Sünnet inancına bağlı kaldıklarına işâret eden Gaybî, onların aynı zamanda Fırka-i nâciyenin en yüksek şûbesini oluşturduklarını da vurgulamıştır:

“Cemî‘ ehl-i Hak bunun üzerine müttefiktir ki ol Fırka-i Nâciye, Ehl-i Sünnet ve Cemâat’tir. Ve bu sûfiyye-i müteşerri‘a-i muvahhide dâhi Ehl-i Sünnet ve Cemâat münşa‘ibâtından bir şube-i ‘aliyyedir. Delil ve burhân ve hüccet bunlarda zâhiren ve bâtınen akâid-i Ehl-i Sünnet’e muhâlefet ve şe‘âir-i Ehl-i Sünnet’e muğâyir alâmet zâhir ve bâhir olmadığıdır.” (10)

Şeyhin üzerinde durduğu diğer bir nokta da mutasavvıfların, şerîata bağlılıklarının yanı sıra bâtınlarını her türlü kötü vasıftan tasfiye ederek ilahî keşiflere ulaşmaları ve bu nedenle âlimlerden daha üstün olmalarıdır.
Dolayısıyla âlimlerin bilgileri ilme’l-yakîn mertebesinde iken sûfîlerin bilgileri, ilme’l-yakînle birlikte ‘ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerine varmıştır.

Müellifin ifâdesiyle söz konusu derece farkının temel nedeni, sûfîlerin seyr u sülûklarının, mücâhede ve müşâhedelerinin şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma’rifet üzere olmasıdır:

“Sûfiyye-i ehl-i vahdet, zâhiren ve bâtınen Ehl-i Sünnet ve Cemâat’ten idiği muhakkaktır. Ve lâkin şerîat-ı mutahharaya, kemâl-i inkiyâdlarından sonra tasfiye-i bâtında mübâlağa ile mücâhedeleri cihetinden sâyir Ehl-i Sünnet’ten tarîkleri edakk ve mücâhedeleri semeresiyle keşf u ‘ayân sâhibi oldukları ecilden zât ve sıfâta ve sâyir i‘tikâdiyyâta müte‘allıka olan hâlatta
i‘tikâdları cümleden ehaktır.
Zîra Ehl-i Sünnet ve Cemâat ulemâsının ilimleri ancak ilme’l-yakîndir. Ve sûfiyye-i muvahhidenin ilim ve mârifetleri hem ilme’l-yakîn, hem ‘ayne’l-yakîn ve hem hakka’l-yakîndir.
Sebep budur ki, bunların ilm-i billâhta seyr u sülûkları, sırr-ı murabba‘ât üzere dâir ve mârifet-i zât ve sıfatta mücâhede ve müşâhedeleri çâr erkân üzere sâyirdir ki, şerîat u tarîkat ve hakîkat u mârifetten ibârettir.

Onun dahî sırrı budur ki, cemî‘ muhakkikîn ve cümle muvahhidîn katında asl-ı vücûd-ı âlem ve sebeb-i hilkat-i benî âdem sıfât-ı erba‘a-i kadîme olan hayat ve ilim ve irâdet ve kudrettir ki, beyne’l-meşâyıh erba‘a-i ilâhiyye ta‘bîr olunur.

Ve harâret ve bürûdet ve rutûbet ve yebûsettir ki, tabâyi‘-i erba‘a ta‘bîr olunur.

Ve ateş ve hava ve âb ve hâktır ki, anâsır-ı erba‘a ta‘bîr olunur.

Ve safra ve dem ve balgam ve sevdâdır ki, ahlât-ı erba‘a ta‘bîr olunur.

Ve cisim ve teğazzî ve his ve nutuktur ki, hakâyık-ı erba‘a ta‘bîr olunur.

‘İnde’l-muhakkikîn bu murabba‘âta erkân-ı ulûhiyyet derler.

Pes binâ-yı hak olan insanın bi-hasebi’z-zâhir vücûdunun hilkatine sebep murabba‘ât olduğu gibi, kezâlik bi-hasebi’l-bâtın derûnunun imâret ve hayâtiyetine dahi bâ‘is, netâyic-i murabba‘ât olan şerîat u tarîkat ve hakîkat u mârifettir.”
(11)

2. Sahih İtikâd Sahip Olmak

Gaybî’ye göre Melâmet yoluna giren tâlib her şeyden önce temel
akâid bilgilerini öğrenmeli, haram ve helâlle ilgili konuları bilmeli, gerek fiilî gerekse kavlî ve ahlâkî olsun her türlü kötülükten sakınmalıdır(12)

“Sâlik-i râh-ı HAKK’a evvel lâzım olan tashîh-i i‘tikâddır.
Tashîh-i i‘tikâdda ise, mâ-lâ-budd kibâr-ı selefin ‘Âmentu billâh ve bi-mâ câ’e min ‘indillâh ‘alâ murâdillâh ve âmentu birasûlillâh ve mâ câ’e min ‘indi rasûlillâh ‘alâ murâd-i rasûlillâh.’
[ALLAH’a ve O’nun katından gelenlere O’nun istediği şekilde îmân ettik, Hz. Peygamber’e ve onun bildirdiklerine bildirdiği şekilde inandık] kelâm-ı şerîfinin mazmûn-ı latîfleridir ki, Ehl-i Sünnet ve Cemâat’ın mukallidîn ve muhakkikîninin i‘tikâdâtın câmi‘a ve sırr-ı murabba‘âttan nâşiye olan merâtib-i erba‘ayı şâmiledir.

Ameliyyâtta mâ-lâ-budd ise [İslâm beş esas üzere kurulmuştur]
(13) hadîs-i şerîfinin mazmûnunu lisânı ile telaffuz ve kalbi ile tasdîk eylemektir.
Ve dahî Cenâb-ı HAKK’ın nas'la helâl eylediğinin cemî‘sini helâl, ve haram
eylediğinin cemî‘sini haram bilmektir.

Gerek me’kûlât u meşrûbâta müte‘allıka olsun, gerek ef‘âl u akvâl u ahlâka göre olsun ve dahî elfâz-ı küfürden ve küfür hâsıl olacak eşyâdan lisânını ve kalbini gâyetu’l-gâye sakınmak gerektir.

Ulemâ-yı ‘izâm ve meşâyıh-ı kirâm ittifâkıyla küfür üç nesneden peydâ olur:

Biri, i‘tikâd cihetinden ki şerîat-ı mutahharada haram olan nesnelere helal i‘tikâd eylemekle, şarap içmek ve zîna eylemek ve helal idiğine icm①olan nesneye haram i‘tikâd eylemek ve peygamber olmayana peygamber demek ve HAKK’tan gayriyi Tanrı tutunmak gibi ve yâhut kalbi ile bir nesneye inkâr eylemek gibi ki, ol inkârdan küfür hâsıl ola.

Namazın ve orucun ve zekâtın ve haccın vücûbuna inkâr gibi.
Ve şarabın ve zînanın haram olmasına inkâr gibi ve peygamberlerden birisini ve kitaplardan birisini inkâr gibi ve biri dahî lafız cihetinden ki, küfür olan elfâzı söylemektir.
Eğerçi mânâsın dilemedi ise ve i‘tikâd eylemedi ise de.
Ve biri dahî fiil cihetinden ki, puta tapmak ve zünnâr kuşanmak ve yahut Mushaf’ı murdara atmak ve Kâbe’yi murdarlamak gibidir.
Ve'l-hâsıl bu bâbda mîzân-ı muhakkikîn ve mi’yâr-ı muvahhidîn budur ki, zâhirin bâtında ve bâtının zâhirde tesiri muhakkak ve mukarrerdir.”
(14)

Nitekim Bayrâmî-Melâmîliği’ne girişte sahih bir inanç sâhibi olmanın, tarîkatın temel şartlarından biri olduğu Melâmî kaynaklarında açıkça dile getirilmiştir.

3. Kâmil Bir Mürşide Bağlanmak

İşlediği günahlardan tevbe ederek tasavvuf yoluna giren müridin, seyr u sülûkun zorluklarını aşmasında kendisine yardımcı olacak ve mânevî terakkî basamaklarını çıkmasını temin edecek kâmil bir şeyhe ihtiyacı vardır.
Bayrâmî Melâmîleri’nin kutub adını verdikleri bu kişiye bağlanmada (bîat), aşk ve muhabbet önemli bir şarttır.
Zîra mürîdin manevî eğitimi mürşidine duyduğu muhabbet ve ondan gelen cezbe ile gerçekleşir.
Diğer taraftan sâlikin bîatında temel unsurlardan biri de, seyr u sülûku boyunca gözetiminde bulunacağı şeyhine her şeyiyle kayıtsız şartsız teslim olmasıdır(15):

“Erbâb-ı vahdet ve ashâb-ı mârifet dahî cemî‘ makâmâtı câmi‘ makâmı tevbe ve bî‘at eylemişlerdir.
Yâni sâlik-i râh-ı hakîkatin tevbe ve bî‘atının hakîkatı budur ki derviş, şeyh ile mârifetullâh pazarlığını murâd eylediklerinde mâbeynlerinde bir ‘ahd-i kavî ve peymân-ı dürüst ve bir muhkem bâğ bağlana ki, bir vecihle çözülmesi mümkün olmaya; tâ murâd edindiği mârifetullah işi bitip tamam
kanâat ve rahat gelince ol bağ ne gûne bağ olursa olsun. (...)

İmdi bizim hizmet eylediğimiz vahdet erenleri ki, Halvetiyye ve
Bayrâmiyye’yi câmi‘adır.
Onların resm u âdetinde, tevbe ve bî‘at, aşk ve mahabbettir.
Yâni zamân-ı bülûğundan bu âna gelince söyleye geldiği bed sözlerden ve işleye geldiği çirkin işlerden ve huylana geldiği bed huylardan kemâl-i mertebe sıdk-ı derûnla rucû‘-ı küllî eyleyip bir gönlü beğenip dolandığı ve kavl u fiil ve huluk u mârifeti hoş geldiği ve zâhiren ve bâtınen i‘tikâd eylediği cevânib-i erba‘ası mamûr bir gerçek eri, mürşid u pîr tutunup ona derûn-ı dilden ve cân u gönülden mahabbet eyleyip malıyla ve teniyle hizmetinde müdâvemet eylemek ile gün be-gün sa‘y-i belîğ ve cidd u ihtimâm ile kat‘-ı merâtib u terakkî-i tâm tahsîl eyleyip kendüzünü bilmek ile ârif billâh olup esrâr u vahdetten âgâh olmaktır.”
(16)


(8) Kaynaklarda onun bu ithamları bertaraf etmek amacıyla Halvetî şeyhi
Muslihuddin Efendi’ye bağlanmış olma ihtimaline de dikkat çekilmiştir. Bk.
Kemikli, age., s. 42.
(9) Bayrâmî Melâmîleri’nin bu konudaki görüşleriyle ilgili bk. La‘lîzâde Abdülbâkî Efendi, Sergüzeşt, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Emanet Hazinesi, nr. 1274, vr. 136b-137a; Müstakîmzâde Süleyman Sadeddin, Risâle-i Melâmiyye-i Şuttâriyye, İstanbul Üniversitesi Ktp., Türkçe Yazmalar, nr. 3357, vr. 16b, 84b, 87a.
(10) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 9b-10a. Ayrıca bk. Gaybî,
Mekârim-i Ahlâk fî Tarîk-i Uşşâk, BEEK, Genel 1441/2, vr. 16a.
(11) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 10a-b.
(12) Gaybî, Akâidnâme, BEEK, Genel 854/2, vr. 26b.
(13) Buhârî, Îmân, 1; Müslim, Îmân, 19-21.
(14) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 11b.
(15) Gaybî, Risâle-i Esmâ, BEEK, Genel 1441/4, vr. 79a-86a; La‘lîzâde, Sergüzeşt, vr. 141b-142b.
(16) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 12a-b. 216
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

4. Zikir ve Evrâda Devam Etmek

Zikir ve evrâdın önemine işaret eden Gaybî, rûhun miracını tamamlayabilmesi için yapılacak olan zikri dört derecede ele alır.
Makâm-ı meyl adını verdiği birinci derecedeki zikir dille yapılır.
Sevap kazanmak amacıyla yapılan bu tür zikir, ikinci mertebede kalple yapılan zikir için bir nevi geçiş hükmündedir.
Makâm-ı muhabbet olarak isimlendirdiği üçüncü derecedeki zikrin temel vasfı, zikredilen lafızların sâlikin gönlünü istila etmesidir.
Bu mertebede zâkir istese de kalbini ve gönlünü zikirden alıkoyamaz; zikir onun bütün uzuvlarını kaplamıştır.
Gaybî’ye göre bu tür zikri çok az kimse başarabilmektedir.
İlahî aşkın hüküm sürdüğü zikrin dördüncü mertebesinde ise, zikir değil zikredilen yani Hak sâlikin gönlünü istila etmiştir.
Muhabbet veya mârifet zikri olarak isimlendirilen bu zikir, velâyetin sırrı ve ilm-i ilâhînin özü durumundadır.(17)

Söz konusu zikir çeşitlerinin nasıl ve hangi ifadelerle yapılacağını târif eden Gaybî, müridin sabah namazından sonra 99 kere “Lâ ilâhe illallâh” sözünü lafzen ve ma’nen/dili ve kalbiyle tekrar etmesinin önemini ise şöyle dile getirmiştir:
“Hak Teâlâ’nın esmâ-i hüsnâsı mukâbelesinde doksan dokuz kere darbla kelime-i Lâ ilâhe illallâh diye.
Amma gönlünde mülâhazası şöylece ola ki, ma‘bûd u matlûb ve mahbûb u mevcûd yoktur, illâ Allah vardır diye.
Eğer dili ile deyip kalbinde bu mülâhaza olmazsa zikri kezzâb ve münâfık zikri olur.
Her zikri mukâbelesinde Cenâb-ı Hak’tan “kezibte ‘abdî” hitâbına müstahak olur.
Kesret-i zikri ve devam-ı tevhîdi huzûr-ı kalple ve murâkabe ile ve sıfât-ı Hüdâ ile muttasıf ve ahlâk-ı ilâhî ile mütahallık olmakla tahsîl eyleye, mücerred lisânla değil.”(
18)
Ona göre, kelime-i tevhîd zikrini edâ edenler başlıca iki guruba ayrılır:
Birincisi, avâm-ı mukallidîn adını verdiği kişiler ki, kelime-i tevhîdi gerçek mânâsını mülahaza etmeksizin sadece dilleri ile söyleyenlerdir.
İkincisi ise, tevhîd zikrini sadece lafzen değil aynı zamanda kelime-i tevhîdde yer alan nefî ve icâbın mânâsını bilerek ve düşünerek kalben yerine getiren havâs-ı muvahhidîn grubudur.
Kelime-i tevhîdin ardından 1000 kere de “” ismi zikredilir.
Ayrıca her namazın ardından 10 defa Peygamberimize salât u selâm getirilir.

Yatsı namazının ardından mürid, dünya kelamı etmeden odasına çekilir ve o günün muhasebesini yerine getirerek uykusuna dalar.

Eğer güzel şeyler yapmışsa Allah’a hamd ü senâ eder; kötü fiiller işlemişse:
“Estağfirullâh el-‘azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüve’lhayyu’l- kayyûm ve etûbü ileyh; estağfirullah min cemî’-i mâ kerihallâhu kavlen ve fi‘len, sırren ve cehren, ‘amden ve hataen.”(19) diyerek tevbe ve istiğfarda bulunur.
Uykusuna dalarken de “Allahü ma‘î ve hüve nâzirün ileyye/Allah benimledir ve bana nazar eylemektedir” sözünün mânâsını düşünerek başına “y┠nidasını getirmeksizin “Allah” lafzını dilediği kadar zikreder.

Seher vakitlerinde kalkmayı adet edinmesi gereken sâlik, güzelce abdest alarak teheccüd namazını kılar.
Ardından bedeniyle kıbleye, kalbiyle de şeyhinin ruhâniyetine teveccüh ederek batınındaki havâtırı giderme melekesini kuvvetlendirmeye çalışır ve bu sayede ilhama mazhar olmaya gayret eder.
Gaybî, bu hâlde iken görülen rüyâlara karşı müridlerini uyarmakta, sadece sâdık ve sâlih rüyâlara itibar edilmesini öğütlemektedir.
Rüyâları belirleyici unsur, sâlikin kalbine gelen havâtırdır.
Eğer mürid havâtırının Rahmânî olmasına gayret ederse rüyâları da en güzel şekilde temessül eder.
Bununla birlikte rüyâlarda görülenlerin misâlî ve hayâlî tecellîler olduğuna dikkat çeken şeyh, murâkabe ve teveccühle ortaya çıkanların ise, zâtî ve ‘aynî tecellîler olduğunu belirtmiştir.

Öte yandan farz ve sünnetleri yerine getiren sâlikin aynı zamanda nafile ibadetlere de ihtimam göstermesi gerekir.
Gaybî’ye göre tâlib için asıl nafîle ibadet, pîrin sohbetlerine katılarak onun yardımıyla havâtırı uzaklaştırmaya çalışmaktır.
Zira kalpten havâtır ve fâsid fikirler kovulmadığı sürece ilm-i ledün ve ilahî tecellîler inkişâf etmez.(20)
Melâmet ehli açısından burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, gerek bedenî, gerekse kalbî amellerde ihlâsı gözetmek ve insanların işlediği amellere muttali olmamalarını sağlamaktır.
Diğer taraftan Gaybî, Bayrâmî Melâmîleri’nin temel vasıflarından biri olan tarîkat eğitiminin sohbet esasına dayanmasına, riyâzet, halvet, deverân gibi resmî zikir uygulamalarının bulunmayışına dikkati çekmiş ve bu hususu şu ifadelerle dile getirmiştir:
“İmdi benim azîzim agâh ol ki, tarîkatımızın mebnâsı muhabbet ve resm ü ‘âyinimizin muktezâsı sohbet ve netice ve gâyeti mârifettir.
İbtidâ-yı hâlde muhabbette fenâ ve esnâ-yı halde sohbete mülâzemette vefâ ve intihâ-yı hâlde mârifette bekâ. (…)
Sâyir tarîklarda olan riyâzât-ı şâkka ve mücâhedât-ı bedeniye ve kesret-i evrâd u ezkâr ve devrâna ısrar üzere itibâr tarîkatımızın esası ve resm ü âyinimizin mebnâsı değildir.”(
21)

5. Sufîlere Saygı Göstermek

Gaybî’ye göre müridin, ilahî hakîkatlerden mahrum kalmaması ve velîlerin ruhâniyetlerinden istifade edebilmesi için evliyâullâh hakkında hüsn-i zân sahibi olması gerekir.
Onların kendilerine mahsus hallerine ve sırlarına vakıf olamadığından inkâr edip dil uzatmaya kalkmamalıdır.
Eğer onlara saygı duyamıyorsa en azından düşmanlık da etmemelidir:
“Erbâb-ı tarîkata ve ashâb-ı hakîkata meyl ü mahabbet üzerine olan ihvân-ı müsta‘iddîne nasihatimiz budur ki, seleften geçen evliyâ-yı ‘izâm-ı kirâma dahi dahl ü ta‘n üzerine olmayıp, hüsn-i zan üzerine olup münkir olmayalar.
Zira ki, cemî‘ zamanda evliy⠑arûs-ı Hüdâ’dır. Kendileriyle bi-kemâlihî muttahid olup, hem dem olmayanlardan m⠑adâsı bunların esrârına mahrem değildir.
Bunlara dîde-i inkârla nazar kişiyi çok esrârdan belki Hak’tan bî-haber eyler. Kur’ân-ı ‘Azîmü’ş-şân’da Hızır’la Mûsâ ahvâli buna şâhid-i kâfîdir. (…)
Evliyâullaha kişi hüsn-i zan üzerine olup yâr olmayacak, bari şirret üzerine olup ağyâr dahi olmamak gerek.
Ve bi-kemâlihî i‘tikâd-ı tâmla ikrâr üzerine olmayacak, bari ‘adâvet tarîkiyle inkâr üzere dahi olmamak gerektir.
Zira bunların kulûbu cilvegâh-ı Hak olduğu haysiyyetinden bunlara sitem ü ezâ vechiyle nigerân olmak mûcib-i hüsrân-ı dü cihân idiği muhakkaktır.
(...)
Salâh u reşâd sahibi olan ibâdullâha lâzım ve vâcip olan budur ki, evliyâ-yı ‘izâmın esrârına ıttıla‘-ı tâm tahsîl eylemeyen her câhil ve mukallidin kavl ü fiiline nazar ve i‘timâd eylemek ile meşâyıh-ı kirâma sû-i zân ile inkâra düşüp onlar hakkında nâ-sezâ kelimâtla ta‘n eyleyip bed i‘tikâddan ziyâde ihtirâz ve kemâl mertebe tehâşî üzere olalar.”
(22)

Dolayısıyla tarîkata giren mürîd, şerîat ve tarîkat âdâbını öğrendikten sonra, bu prensiplere uymak zorundadır.
Söz konusu âdâba aykırı davrananlar tevbe edip vazgeçmedikleri taktirdetarîkat mensupları tarafından terk edilir, cemiyet ve sohbetlere
katılması yasaklanır.(23)

6. İddia Sahibi Olmamak

Gaybî’nin müridlerini uyardığı konulardan bir diğeri de kendileri hakkında mürşidlerinin şahitliği olmadığı sürece kemâle ulaştıkları veya ilahî aşka sahip oldukları şeklinde bir iddiada bulanmamalarıdır.
Haddizâtında iddia sahibi olmamak başta Melâmîler olmak üzere diğer bütün tasavvuf erbâbının üzerinde durdukları seyr ü sülûka ait bir önemli bir ilkedir.
Dolayısıyla müridlere gereken şerîata riayetle batınlarını korumaya çalışmaktır:
“Evliyâ-yı ‘izâm ve meşâyıh-ı kirâm yolunda herkesin ednâ mertebeye
nâil ve havsalası miktarı esrâra vâsıl olmasıyla kendi hevâsına muvâfakat ve za‘m u pindârına mutâba‘at eyleyip de kendisin âşık-ı kâmil oldum sanıp, âşıklık davasın eylemesiyle âşık-ı kâmil olmaz.
Mademki, hizmet ve mahabbetinde olduğu insân-ı kâmil şehâdet eyleyip tekmîl-i şerîat ü tarîkat ve hakîkat ü mârifet eylemiş bir âşık-ı kâmil ve ârif-i vâsıldır demedikçe. (...)
Ehl-i Hak katında muhakkaktır ki, davâya burhân, âşıka nişân derler.
Pes her kim tarîk-i Hak’ta ve sırât-ı müstakîmdeyin diye davâ ederse, iki şâhid-i âdil gerektir ki, davâsına muvâfık ve mu‘âdil ola.
Biri şerîat, biri hakîkat.
Ve her kim, aşk u mahabbetten dem urub âşık-ı zât-ı kıdemim derse ona dahi nişân gerektir ki, âşıklığı sırrı güneş gibi ‘ayân ola. (...)
Zâhirleri ile âdâb-ı şerîata riâyet ve bâtınları ile âdâb-ı hakîkate himâyet üzere olalar.
Hemen esrâr-ı hakîkatten bir şeme istişmâm eylemekle iddiâ-yı fir‘avniyyet eyleyip nâ-puhte ve ham kalmayalar.”
(24)


(17) Gaybî, Risâl-i Esmâ, vr. 68a-b; Doğan, Abdurrahman, Kütahyalı Sunullah Gaybî, İstanbul 2001, s. 46-47.
(18) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 12b.
(19) Kendisinden başka ilah bulunmayan, Hay ve Kayyûm olan Allah’tan
bağışlanma diliyorum. Sözlü ve fiili, gizli ve açık, bilerek ve bilmeyerek
yaptığım O’nun hoşuna gitmeyen her şeyden tevbe ediyorum.
(20) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 12b-13a; ayrıca bk. a.mlf., Risâle-i Esmâ, vr. 52b-54b, 65b, 68a-69b, 82a.
(21) Gaybî, Rûhu’l-hakîka, BEEK, Genel, 854/4, vr. 33b; ayrıca bk. Müstakîmzâde, Risâle-i Melâmiyye, vr. 38a; La‘lîzâde, Sergüzeşt, vr. 141b-142b.
(22) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 14b-15a.
(23) Bk. Osman Hakîki Bey, İrşâdnâme, Osman Ergin Yazmaları, nr. 1429, s. 21-
(23); Lâlizâde, Sergüzeşt, vr. 151a-b.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

7. Şerîat-Hakîkat Birlikteliğini Benimsemek

Şerîat-hakîkat diğer bir ifâdeyle şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma’rifet birlikteliğini benimseyen Gaybî’ye göre şerîatla hakîkat birbirinin zıddı değil tamamlayıcısıdır.
Biri ALLAH’a giden yolun zâhiri, diğeri ise bâtını niteliğindedir.
Dolayısıyla seyr u sulûk, şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma’rifetin birlikteliği ve kemâlinden ibârettir.
Bunlardan her hangi birinin noksanlığı, mânevî terbiyenin tamamlanmasına engel teşkil eder:

“Hangi tarîk olursa olsun Cenâb-ı HAKK’ın ve Feyyâz-ı Mutlak’ın mârifetine sâlik olan tâlib-i HAKK’a bu dört mertebeye riâyetsiz sülûk eylemek müyesser değildir.
Ve bu vecih üzere sülûk, fıtrî ve zâtîdir; ca‘lî ve ‘ârizî değildir.
Zîra hakîkatte sülûka mürâcaat, anâsırın kesâfetini letâfete tebdîl eylemekle
“O gizli şeyleri bilendir”(25) mısdâkınca [ALLAH’ın ahlâkıyla ahlâklanarak] letâfet ve hibret tahsîl eylemektir.
Bu mânâdan âgâh oldukları için cemî‘ evliyâullah ittifâk eylemişlerdir ki, bir tâlib, seyr u sülûkla kâmil olup mertebe-i velâyete dâhil olmaya dört kapıya mülâzemette zarûret mukarrerdir.
Velhâsıl [Hz. Peygamber’i izleyen kişinin yolu hariç bütün yollar kapalıdır] kelâm-ı saâdet-encâmının mazmûnunca Hazret-i Sultân-ı Enbiyâ’nın ve çehâr-yâr'ın ve selefte ve halefte gelen ve geçen cemî‘ evliyâ-ı kibârın tarîkleri böylece gelmiştir.
Ve bu üslup üzere gelip ve gitse gerektir.
Bunun hilâfı râh-ı dalâlet ve tarîk-i şeytâniyyettir. (....)
Tâlib-i HAKK’a ve âşık-ı muhikka şerîat u tarîkat ve hakîkat u mârifetten mâ-lâ-budd olan rukn-i a‘zâm ve efraz u elzem ne ise onu tahsîl eylemek lâzımdır ki, seyr u sülûkunu tekmîl eyleye.”
(26)

Kelime-i tevhîdi de bu çerçevede değerlendiren şeyhin bakışında, “” şerîati, “ilâhe” tarîkati, “ill┠hakîkati, “ALLAH” ise,
ma’rifeti temsil etmektedir.(27)

Söz konusu ıstılahları kendi bakış açısıyla tanımlayan Gaybî’ye göre şerîat, ubûdiyete devam etmekle rubûbiyetin hakkını yerine getirmekten ibârettir.
Ubûdiyet de, îtikâdî ve amelî olarak ikiye ayrılır.
Tarîkat, mânevî menzil ve makâmları aşmak suretiyle ALLAH’a doğru yapılan seyirdir.
Her ne kadar sufîler yüzlerce makâmdan bahsetseler de aşk ve mahabbet, bütün makâm ve mertebelerin özü ve aslıdır.
Hakîkat, beşerî vasıflardan sıyrılarak, HAKK’ın sıfatlarıyla muttasıf olmaktır.
Şeyhe göre bu mertebeye ulaşmanın husûsî bir alâmeti vardır:

“Erbâb-ı hakîkat katında bu rütbeye ayak basana alâmet budur ki, vicdânında bir nûr-ı rabbânî cilveger olmakla özüne hakkânî nazar eyleyip cismâniyyeti cihetinden fenâsın ve rûhâniyyeti haysiyyetinden bekâsın müşâhede üzere olup, zâhirin:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”(28) kavl-i şerîfi üzerine ubûdiyyete masdar ve bâtının:

“Rûhumdan ona üflediğim zaman”(29) nass-ı latîfi üzerine sırr-ı rubûbiyyete mazhar mülâhazası üzere olur.”(30)

Mârifet ise, kişinin sûreten ve mânen kendisini bilmesidir:

“Tâlib-i mârifete lâzım ve vâcib olan budur ki, [Nefsini bilen RABBini bilir] hadîs-i şerîfinde kümmelîn-i muvahhidîn ve muhakkikîn ve müdakkikînin nefsi, vücûd ve zât ve hakîkat ile târif buyurdukları tahkîkin mûcibince kendi zât ve hakîkat ve vücûdundan âgâh olmağla mârifetullah tahsîl eyleyip ve ahlâkla seni tekmîl eyleye. (...)
Zât u sıfât ve eğer gayb u şehâdet kendi vücûdundan hâriç nesne talebinden ferâgat eyleyip cümleyi câmi‘ nüsha-i kübrâ ve on sekiz bin âlemi muhît ‘arş-ı a‘lâ yine kendi vücûdu idiğine ârif ola. (...)
Senin cehâletin marazı ki, cemî‘ emrâzın reîsidir.
Onun ilaç ve devâsı yine sendedir.
Niçin mârifet tahsîl eyleyip kendini bilmezsin.
Ve senin HAKK’ı bilmezliğin derdi yine senin ke-mâ yenbağî senden âgâh
olmadığındandır.
Niçin irfân gözü kesb eyleyip kendi özünü görmezsin.
Ve dahî Cenâb-ı Müstetâb’ın kalem-i kudreti ile yazılmış bir kitâb-ı merğûbusun ki, senin vücûdun hurûfunun nakşı ile tecellî-i Hüdâ zâhir ve cemî‘ mazâhire nispet muzmer ve müstetir olan mânâ-yı zât, bî-hem-tâ güneş gibi bâhirdir.
Ve dahî sen sanırsın ki, sûret ve mânâ cihetinden bir muhtasar cüsse olasın.
Ma‘a hâzâ âlem-i ekber denilen sana nispet âlem-i asğardır.
Zira ‘inde’t-tahkîk âlem-i ekber, mazhar-ı sıfâttır, âlem-i asğar hem mazhar-ı sıfâttır, hem mazhar-ı zâttır. Âlem-i ekberde her nesne ki, bi’l-kuvve mevcuttur âlem-i asğarda bi’l-fiil meşhûddur.


“Biz onlara âfâkta ve kendi nefislerindeki âyetleri göstereceğiz.”(31)

Ve dahî senin için senden taşraya aslâ ihtiyaç yoktur.
Zîra esmâ ve sıfât ve zâtı ile HAKK sende tecellî eylemiştir.
Cemî‘ eşya sana muhtaçtır ve sana müştâktır.
Ve cümlesi seninle teselli bulmuştur; ve senin rûz u şeb HAKK’ı bilsem ve bulsam diye endişen yine hemen sendedir.
Niçin fikr u endişeni tashih eyleyip kendini bilip ve bulmazsın ve dahî
kitaplara bakarsın her birinden ilm billâh ve mârifetullâh tahsîl eylesem dersin.
Ma‘a hâzâ cemî‘ kütüb-i âsmânîde mezkûr vesayir kütüb-i insânîde mestûr olan cümle senin akvâl u ef‘âlin ve evsâf u ahkâm u ahvâlindir.
Cemî‘si senden gayri bir nesneden haber vermezler belki fi’l-hakîka sensiz cümle eşyâ hayat u bekâ bulmazlar. (...)

Her kim bu âlemde neşet-i insâna gelip nûr-ı irfân ve zevk-i vicdân ile kendi vücûdundan âgâh olursa şeksiz ve şüphesiz ilm billâh tahsîl eyleyip ârif billâh olur.
Eğer kendi vücûdu ilim ki, bir noktadır, ondan sebk almazsa cemî‘ kütüb varak be-varak okusa ilm-i HAKK’tan kalbine zerre miktarı ışık doğmak ihtimâli yoktur.”
(32)

Diğer taraftan şerîata muhalif olan her hakîkatin bâtıl ve zındıklık olduğuna işâret eden Gaybî şu uyarısıyla konuya dikkati çekmektedir:

“Mîzân-ı muhakkikîn ve mi’yâr-ı muvahhidîn budur ki, zâhirin bâtında ve bâtının zâhirde tesiri muhakkak ve mukarrerdir.
Şerîat-ı mutahharanın i‘tikâdiyyât u ameliyyâtında kâmil olmayan hakîkat-ı münevverenin zevkiyyât ve hâlâtında kâmil olup derece-i velâyete vâsıl olmak ihtimâli yoktur.
Hangi sâlik ve tâlibte ki, şerîat u hakîkata riâyet üzere sülûk bulunmaya, müdde‘î ve kâzibtir.
Asla kavl ü fi‘line ve vaz‘ u hâline i‘timâd olunmayıp ‘alâ tarîki’t-taklîd erbâb-ı hakîkat meslekine istinâdına nazar olunmaya. (...)
Şerîatla hakîkati câmi‘ olmayan meşrebten gayri meşrebi ve meslek u mezhepten gayri meslek u mezhebi, meslek ve mezhep ittihâz eyleyip onda karar eylemek yol değildir.”
(33)


(24) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 14b-15a.
(25) En‘âm, 6/103.
(26) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 11a-b.
(27) Gaybî, a.g.e., vr. 10b.
(28) Zâriyât, 51/56.
(29) Hicr, 15/29.
(30) Gaybî, a.g.e., vr. 13b.
(31) Fussilet 41/53.
(32) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 13b-14a; ayrıca bk. a.mlf., Ruhûl’l-hakîka, vr. 33a-b. a.mlf, Divân, 34/2, 71/5, 81/3, 83/2, 85/4, 97/2, 103/3, 111/1-3, 115/20; Kemikli, Bilal, Sunullah-ı Gaybî Divânı, İstanbul 2000.
(33) Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, vr. 12a, 15a.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Gaybî Mârifetin Şerîat, Tarîkat ve Hakîkat BİR-likteliğinde nasıl bir öneme sâhib olduğunu âdetâ şu şiiriyle özetlemektedir:

Mârifet oldur kişi kendin bile
Yeri göğü kendi kendinde bula

Kendi kendin bilmek oldu mârifet
Kendi kendin bilmemektir ma‘siyet

Şol kişi kim yoktur onda mârifet
Ona çe tâ‘at çe zühd u ma‘siyet

Mârifetsiz âdemî muhtâçmış
Âlem onun olsa karnı açmış

Mârifetsiz âdemî olmaz velî
Mârifettir evliyâ-yı HAKK yolu

Mârifettir zât-ı pâk-ı Kird-gâr
Mârifetsiz zât-ı Hak olmaz şikâr

Mârifettir seni senden ayıran
Mârifettir cânını hem doyuran

Mârifettir ‘ayn-ı zât-ı lâ-yenâm
Mârifetsiz kalma, olma nâ-tamâm

Mârifettir çeşme-i âb-ı hayât
Mârifetsiz âdemîdir ke’l-memât
(34)

Görüldüğü üzere Gaybî’nin Risâle-i Halvetiyye vu Bayrâmiyye adlı eserinde Ehl-i Sünnet çizgisine bağlı kalmak, sahih bir inanç sâhibi olmak, şerîat ve hakîkat birlikteliğini benimsemek gibi ana başlıklarla ele aldığımız konularda vurgu yaptığı en temel husus, kendisi de dâhil olmak üzere Bayrâmî-Melâmîleri’nin şerîata olan bağlılıklarıdır.

Nitekim bu vurgunun, gerek kendisinden önce, gerekse daha sonraki Bayrâmî-Melâmî şeyhleri tarafından sürekli olarak dile getirildiği görülmektedir.

Örneğin, ilk Bayrâmî-Melâmî şeyhlerinden Pîr Ali Aksarayî’nin “Ahlâk-ı hamîde ile ârâste ve şer‘ ile müzeyyen olun.
Eğer üzerinize cilve eden sırrın sebâtın ve zâhir olan hâlâtın devamın talep ederseniz şer‘den taşra olman. (…)
Erenler şer‘den taşra olan bizden değildir.
Şer‘den taşra olanı iki gözümün birisi dahi olsa çıkarurın.
Tarîkime ilhâd karıştığın istemezin”
(35) şeklindeki uyarısı;

Sârbân Ahmed’in mürîdlerine gönderdiği mektubunda “şerîat, şerîat yine şerîat”(36) diyerek şerîata dikkat çekmesi; Pîr Sertıraş’ın Sütçü Beşir Ağa’ya “Oğul, tâlib-i HAKK olan senin gibi sâdık oldukta elbette mahrum kalmaz. Bu günden sonra sen benim oğlum ol, elden gelen dirîğ değildir, hemen şerîat-ı mutahharaya ziyâde rağbet eyle, şerîatsız tarîkat ele girmez” (37) diye nasihat etmesi; Sütçü Beşir Ağa’nın mûrîdlerine “Ef‘âlde ve akvâlde
şer‘-i şerîf üzere hareket eylemenizi isterim.
Zinhâr! hilâf-ı şer‘ kendi za‘mınız üzere söz söylemeyesiz. Şerîat, şerîat yine şerîat.
Zâhirinizi şerîat ile ârâste ve bâtınınızı nûr-ı mahabbetullâh ile pîrâste eylemek gereksiz.
Bir biriniz ile mülâki olduğunuz da tenezzül ve mahabbet eylediğinizden sonra ahkâm-ı şerîat ve âdâb-ı tarîkat muktezâsınca mânâya delâlet eder kelimât eyleyip, mâ-lâ-ya‘nî söz söylemeyesiniz”
(38) ve “Her kim mütenebbih olmaz ise, hilâf-ı şer‘ hareket ederse bizden değildir.”(39) sözleri Bayrâmî Melâmîleri’nin şerîata bağlılıklarını gösteren delillerdendir.


(34) Gaybî, a.g.e., vr. 13b. Bu şiir Divân’ında yer almamaktadır. Bk., Kemikli, Bilal, Sun’ullâh-ı Gaybî Divânı, İstanbul 2000; Doğan, Abdurrahman, Kütahyalı Sunullah Gaybî, İstanbul 2001.
(35) Erünsal, İsmail, XV-XVI. Asır Bayrâmî-Melâmîliği’nin Kaynaklarından
Abdurrahman el-Askerî’nin Mir’âtü’l-‘Işk’ı, Ankara 2003, s. 194.
(36) Müstakîmzâde, Risâle-i Melâmiyye, vr. 16b.
(37) Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 84b.
(38) Müstakîmzâde, a.g.e., vr. 87a.
(39) La‘lîzâde, Sergüzeşt, vr. 137a.


Kaynakça:

Abdullah b. Alevî el-Haddâd, Risâletü Âdâbi Sülûki’l-Mürid, Mısır
1958.

Abdurrahman es-Sülemî, Âdâbu’s-Suhbe ve Hüsnü’l-‘Uşre, Kudüs
1954.

………., Cevami’u Âdâbi’s-Sûfiyye, Kâhire, Daru Cevami’u’l-Kelim, ts.
Doğan, Abdurrahman, Kütahyalı Sunullah Gaybî, İstanbul 2001.

Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, Kâhire 1394-99.

Erünsal, İsmail, XV-XVI. Asır Bayrâmî-Melâmîliği’nin Kaynaklarından

Abdurrahman el-Askerî’nin Mir’âtü’l-‘Işk’ı, Ankara 2003. Gaybî, Akâidnâme, BEEK, Genel 854/2.

…….., Mekârim-i Ahlâk fî Tarîk-i Uşşâk, BEEK, Genel 1441/2.

…….., Risâle-i Esmâ, BEEK, Genel 1441/4.

…….., Rûhu’l-hakîka, BEEK, Genel, 854/4.

Hakîm et-Tirmîzî, Âdâbü’l-Müridîn, Mısır ts.

Kemikli, Bilal, Sunullah-ı Gaybî Hayatı-Eserleri-Şiirleri, Ankara 2000.

La‘lîzâde Abdülbâkî Efendi, Sergüzeşt, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Emanet Hazinesi, nr. 1274.

Muhammed İbnü’l-Münevver, Esrârü’t-Tevhîd, (Tevhîdin Sırları, trc.,
S. Uludağ), İstanbul 2004.

Müstakîmzâde Süleyman Sadeddin, Risâle-i Melâmiyye-i Şuttâriyye,
İstanbul Üniversitesi Ktp., Türkçe Yazmalar, nr. 3357.

Osman Hakîki Bey, İrşâdnâme, Osman Ergin Yazmaları, nr. 1429.

Su‘nullah Gaybî, Risâle-i Halvetiyye vü Bayrâmiyye, Bursa Yazma veEski Basma Eserler Kütüphanesi (BEEK), Genel, nr. 1441/1.

Uludağ, Süleyman, “Âdâbü’l-Müridîn”, DİA, c. I, s. 336-337.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

SUN'ULLAHGAYBÎ DÎVÂNIŞERHİ

Hazret-i GaybîBaba
kaddasallâhu sırruhu


بِسْمِاللّهِالرَّحْمَنِالرَّحِيمِ

Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm.

GİRİŞ:

Aziz Kardeşlerim,
Muhammedî melâmeti;
Şeriat-ı Muhammediyye'yi BİL-erek,
Tariat-ı Muhammediyye'yi BUL-arak,
Mârifet-i Muhammediyye'de OL-arak,
Hakîkat-ı Muhammediyye'yi YAŞA-yarak,
Aşkla ve Şevkle Meşkeden HAKK Erenlerimizden GAYBÎBABA kaddasallâhu sırruhu'nun bu EŞ-siz Dîvânını:


1-Günümüzdeki uydurukça kelimelerle yeri doldurulamayan, geçmişle bağları kesilen ve her zaman ve her halde lâzım ve lâyık OL-AN tasavvuf Kelime, Terim ve Tâbirlerini açıklamak için,

2-Melâmilik veKâmil İNSAN gibi ANA değer yargılarımızın eredeyse açıkça Şeyhprestliğe götüren sokak soytarılarına karşı, gerçekbir Melâmi KÂMİLinin İnanç, Amel, Ahlâk ve Hâllerini SEYR-ÂNa sermek için,

3-Gittikçe yozlaşan, Muhammedî Şuurdan koparak Muhammedî Nurdan yoksun kalan ve NAKLin Tasavvufu iken AKLın Tasavvuru SANılan TEVHİDÎ YAŞA-yışı Kurân-ıKerim ve Sünnet-i Seniyye içinde Neş’elendirmek için,

4-Kısacası:

Hizmet ile Dest-iKemâl
Himmet ile Dest-iCemâl


İlkemizce EL-den GELdiğince- Gönlün ERdiğince,
RABBu'’l-Âlemin'den İnâyet ve Hidâyeti,
Rahmetenli'’l-Âlemin'den Şe’en Şefaati,
Ehl-i Beytu HAKK Erenlerden HiMMeti DİLE-yerek,
Muhammedî Gayret, Merhâmet, Muhabbet ve Hakîkatle, Hasbî-Habîbî Hizmeti âcizâne cANdan İSTE-yerek başlamaya besmele çektim….
Dudakta başlayıp dudakta biten ve R-AHMED anahtarımız OL-AN

“Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm” İLE-BİLe İnşâe ALLAHu teâlâ!..

SALL-atu es-SELÂM Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i DUY-up UY-ÂNlara Olsun İlmullah kadar…


ALLAHumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ muhammedin abdike ve nebiyyike ve rasûlike ve nebiyyi'l-ummiyyi ve alâ âlihi ve sahbihi ve ehl-ibeytihi…

Her BİRi gönlünce değerli Aziz kardeşlerimin katkısını, uyarısını ve duâsını dilerim..[/b]

MuhaMMedî muHABBEtlerimle..

Latif YILDIZ
(Kulİhvanî)



Kasîde-i Devriye-i Keşfu'l-ĞataLi-Mevlânâ

MEVL’mız Perdesinin Keşfi Kasîde-i Devriyesi

(99Esmâ Kasîdesi)

Hazret-i Gaybî Baba
kaddasallâhusırruhu BUYURur kİ:


Resim

1

Bir vücuddur cümle eşyâ ayn-ı eşyâdır HUDÂ
Hep hüviyyetdir görünen yok HUDÂdan mâ-adâ


Mevcud olarak gözüken tüm ŞEYler (Eşya) ASLında bir Vücuddur.
Eşyânın ASLı-Kaynağı ise HUDÂ celle celâluhu'dur.
İnsanın gördüğü HUDÂ celle celâluhu'dan başka değildir.

Onun için ayrı-gayrı kimlik ve kişilikle gözüken Şeylerin tümü; asıl, mâhiyyet, kim olduğu, kökü, esâsı ve ne olduğu bakımından, Cenâb-ı HAKK'ın Vâcibu’l-Vücud VARlık sıfatındandır.

GaybîBabaTasavvuftaki:
“Lâ Huve illâ Huve-O’ndan Başka O Yoktur!”sözünü hatırlatmaktadır.

Kur’ân-ı Kerimimizde ALLAHu Zu’l-CELÂL:


وَللّهِمَافِيالسَّمَاوَاتِوَمَافِيالأَرْضِوَكَانَاللّهُبِكُلِّشَيْءٍمُّحِيطًا

“Velillâhimâfî's-semâvâti ve mâfî'l-ard(ardı)ve kânellâhubi kulli şey’in muhîtâ(muhîtan): Göklerde ve yerde ne varsa tümü ALLAH'ındır. ALLAH, herşeyi kuşatandır"”
(Nisâ4/126)


Ve Yine Mahlûkatı nbulunduğu yer ve göklerin Nûrundan olduğunu buyurmaktadır:


…اللَّهُنُورُالسَّمَاوَاتِوَالْأَرْضِ

"“Allâhunûru's-semâvâti ve'l-ard(ardı),..:ALLAH, göklerin ve yerin nûrudur…”"
(Nûr24/35)


Nevarki RABBu'l-âlemin Olan Yaratan ile yaratıklarını AYNı zannetmek küfürdür. RESSAM ile resimleri karıştırmamalılyız.
Bundandır ki:”Ne AYNıdır Ne GAYRıdır!” demekteyiz..


Resim

Lîk vardır ol vücûdun zâhir ivubâtını
Pes bu hey'etle olur ol evvelu âhırana


Lâkin, fakat, ancak, O VÜCUDun Zâhiri ve Bâtını vardır.
Öyleyse, Bu Birliği teşkileden şeylerle-Mevcûdatla olur O’na EVVEL ve ÂHİR.

Kur’ân-ı Kerim'imizde ALLAHU Zü'l-CELÂL gerçek Sıfatların sÂhibi olarak:


هُوَالْأَوَّلُوَالْآخِرُوَالظَّاهِرُوَالْبَاطِنُوَهُوَبِكُلِّشَيْءٍعَلِيمٌ

“"Huve'levvelu ve'l-âhiru ve'z-zâhiru ve'l-bâtın(bâtınu),vehu vebikulli şey’in alîm(alîmun):O, Evveldir, Âhirdir, Zâhirdir, Bâtındır. O, herşeyi bilendir."”
(Hadîd57/3)


KUL ise bunlardan zâhir Bâtını geçici ve izâfî olarak kullanmaktadır.

Resim

İtibarîdir vücûda evvelu âhir demek
Bir AHADdır olayın kim ibtida-vu-intiha


Mevcud gözükenlerin varlığı itibarî, farazî ve izâfîdir. Varlığı,başka şeylere
nisbetedilmesi hâlinde biline bilirler ve illetli-sebebe bağlıdırlar.
Bu nedenle Mevcûdatın Evveli ve Âhiride geçicidir kendisi gibi.

Kâinâtta OL-Anların AYNı-Kaynağı ise BAŞlangıç ve Son-uc bakımından “BİR”dir.

Kısacası izâfî MEVCUD-yaratıkların varlığı, gerçek VÂCİBu'l-VÜCUD'da "VAR"dır.


Resim

Evvel âhir farz edersen böyledir bu yok saki
İlbtidâsız intihâsız böyledir bu sır şehâ


Evvel Âhir takdir edersen bu böyledir
Yoksaki BAŞlangıçsız ve Sonuçsuz sanmayasın bu SIRRı ey Şâhım!


Resim

Ayn olan şeyde ne mümkin evvelu âhir demek
Şâhid-i kâfikelâm-ı HAKKdaki lafzu edâ


AYN-ASL-Temel OL-ANda Evvel ve Âhir demek mümkün mü?
Yeterli şâhidi ise,HAKK’ın Kelâmı Kur’ân-ı Kerim'imizde ki sözler ve edâlı-hikmetli-sırlı ifâdelerdir.


Resim

Bir vücûdun bâtınıdır ol kadîm-î rûh-u HAKK
Hep tecellî-i HUDÂdır hâdis olan zâhirâ


Mevcudda geçici Vücud Sâhibi her“ ŞEY”in Bâtını, HAKK Teâlâ’nın Hep VAR olan RÛHudur.

Zâhirde var gözüken ve hâdis olan, sonradan olup-yaratılan, değişen, huduseden her ŞEY ise HUD Tecellîsidir. İlâhi Kudretin meydana çıkması ile “ŞEY” diye görünmesidir.


Resim

Bâtın-ı âlem teneffüs etmek ister zâhirâ
Müstetir olan hakâyıktâ ki ola âşinâ


Âlemin Bâtını, içinde örtülü, gizlenen, saklı hakîkatler, tanıdık ve yabancı kalmasın diye durmadan nefes verir gibi Zâhire Sırr açar durur.

Resim

Cân-ı âlemden takaza kopdu zâtı aşkına
Ekmel-i sûretde geydi hüsnünü seyred etâ


HAKK Teâlâ İlahî AŞKı için Âlemin Cânında-İNSANda-AKLında takaza-alacaklının borçluyu sıkıştırması gibi kıyâmet kopardı.
Ve insanoğlunun Şah Damarından da yakınında iken kendi güzelliklerini seyretsin diye en mükemmel, en kâmil, eksiği olmayan şekilde cAN’a-yakından yakına-RABBa CİSİM olarak İNSanı-Aklı giydi gibi..

Takaza: Hakkını isterken borçluyu-kulu-mükellefi; yaratarak, yaştarak, hesaba çekerek cebredip zorlamak. halk arasında başada kalkmaktır.
Hak, ZÂTın hakkıdır. Çünkü Sebebi yaratan O’dur
Muradullah; Yaratmaktan maksad, AYN’a, emretttiği-tevhidi tercihi, şehadetle Yaşayarak ASLına rücu' dilemesidir.
Kur'ân-ı Kerim ve Kâinatla AKLa, sistemi; göstererek-yaşatarak ANLAtarak bildirdi.
Sünnetullah-Sistemullah;
içte: ZÂT, NuN..
Dışta Nur-u ZÂTullah, Masiva ve ya Nur-uMim..
Sunullah BaBamın buyurduğunun en kısası ise;ÖZde RaBB, YÜZde abddir..ve giymiş gibidir.


وَلَقَدْخَلَقْنَاالْإِنسَانَوَنَعْلَمُمَاتُوَسْوِسُبِهِنَفْسُهُوَنَحْنُأَقْرَبُإِلَيْهِمِنْحَبْلِالْوَرِيدِ

“"Velekadhalakne'l-insâne ve na’lemumâtu vesvisubihî nefsuh(nefsuhu), venahnu akrebuileyhimin habli'l-verîdi: Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.”"
(Kaf50/16)


Lâ-cerem düşd üsefer bu iktizâ olan tamâm
(Kenz-iMahfi)feth olup mekşuf ola sırr-ı âmâ


Şüphesiz, elbette, besbelli, zarûridir ki;Kulluk İmtihanı seferinde Lâzım gelen ve gereken,“ Kuntu kenzen mahfî” sırrı fethedilerek AKIL için en uçtaki NAKLin ANAsı “Sırr-ı Âm┠Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış, açık, belli ve tamam ola.

Meşhur“ Kuntu kenzen mahfî” Kudsî Hadisi:“ Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım” buyurulur.
(Aclunî, Keşfu'l-hafa II,132)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e soruluyor:
“RABB’ımız, gökleri ve yeri yaratmadan önce neredeydi?”
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
“Üstün de ve altında hava bulunmayan bir“ a’mâ”daydı” buyuruyor.”

(İbniMâce, Mukaddime 13)

İmâm-ı Alî(keremullahi veche)ise:“Elân dahi öyledir ”buyuruyor.

A’mâ ise körlüktür...
Sonsuz ve zifirî karanlıkta asla bir şey görememek oraya âit bir husûsu bilememektir...

İşte ALLAHu Zu’L-CELÂL’e âit bu bilinemezlik karanlığının adı AHAD’dır...
Koyu bir karanlığa benzetildiğinden câhilliğede mecâzen “Ummî” denilmiştir.
Hatta ledün ilminden nasibsiz ve sözde ilim ehlince Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in“ Nebîyyi’l-ummî” oluşu, anasından nasıl doğmuş ise öyle kalıp okuma yazma öğrenmemiş(câhil) kimse sanılmıştır.
Böyle anlayış ve anlatış ahmakçadır.

Arapça’da anneye “UMM” denmesi, karnındaki bebeği için zifiri karanlık içinde emniyet yuvası ve bilinemezlik karanlığının benzeri oluşundandır.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e "NebîyyilUmmî" buyurulması ise;
Nebî: haber getiren,
Nebîyyil Ümmi ise bilinemezlik a’mâsından haber getiren ezel habbesinin (Habibîyyetten)zuhûru olan demektir.

Arapça, âri ve asil bir dildir.“ Cennet dilidir ”buyurulmuştur.
Arapça; bir kaç bedevinin çölde bir araya gelip uydur kaydır ortaya çıkardığı bir dil değildir.
Sistemi halkedenin Kur’ân-ı Kerîm’de Kerem’ini indirdiği mükemmel ve mükerrem bir dildir.
Burada bilmemiz gerekir ki Ahadiyyet:ALLAHu Zu’L-CELÂL’in gerçek şahsiyetinin, kişiliğinin, zâtlığının, insanın akıl kapasitesiyle kavranamayacak, anlaşılamayacak ve kaldırılamayacak oluşunun“ EL AHAD”(celle celâluhu) olarak buyurduğu zifiri karanlık ve bilinemezlik perdesinin arkasında bulunup bize perdeli olmasında“ Tek ”oluşudur.
Bu bakımdan“ Bir” tâne, eşsiz ve benzersiz oluşudur.


Resim

Geldik imdizât-ı HAKKkim bâtın-ı âlem durur
(Kenz-iMahfi)sini seyret gör nice eyler küşâ


Şimdiyse Âlemin Bâtının HAKK Teâlâ’nın ZÂTı olduğun aki,
“Kuntu kenzen mahfî”sini Açalım da seyret bakalım SIRRlarını-Hazînelerini nasıl açmakta…
En son kulihvani tarafından 01 May 2010, 19:07 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

11

Sûret-i Âlemde mestûr olmuş idi sırr-ı Hak
Hubb-u zâtî kopdu Hakdan mürtefi ola hafâ


Hakk’ın Sırrı, şu gözüken Âlem Sûretlerinde örtülmüş-setredilmiş-gizlenmiş idi.
Hakkın Zâtına mahsus muhabbet Hakk'tan koptu-ve Hakk diledi ki, halkta giden sırrı gizliliği
zatına, kendisine kadar tekrar yücelsin .


Resim

Yani bir kuvvet ki ol ayn-ı nefesdir mânide
Kopdu âlemden urûc ede bulunca tâ lika


O MUHABBET, mânâda şu nefesin aslı olan bir kuvvet ki,
Bu âlemden koparak ASLına kavuşuncaya-görüşünceye kadar göklere yükseldi.


Resim

Esfel ü Âlâyı seyr edip merâtib kat' ile
Cümleyi cami' olup hâsıl ola ilm u gına


Esfel-En sefil, en alçak, en aşağı, daha (en,pek) sefil, aşağı, bayağı olan Sâfilin KULluk Makamından, Âlâ-Rütbece yüce ve yüksek olan, şanlı ve şerefli İlliyyin KULluk Makamına kadar tüm ; mertebeleri, basamakları, kademeleri ve dereceleri SEYR edip geçerek;
Cümlesinin özellik ve güzelliklerini kendinde toplayarak;
Gerekli İLİM ve Yeterlilik Kemâli meydana gelsin diye..


لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
“Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm(takvîmin) : Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn 95/4)

ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ
“Summe redednâhu esfele SÂFİLÎN (sâfilîne) : Sonra aşağıların aşağısına çevirdik.” (Tîn 95/5)

كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الْأَبْرَارِ لَفِي عِلِّيِّينَ
“Kellâ inne kitâbel ebrâri lefî illiyyîn(illiyyîne) : Hayır; ebrar olanların kitabı, "İlliyîn"dedir.” (Mutaffifîn 83/18)

Resim

Âlem-i ulvi ki Arşdır anı menzil eyledi
Bulmadı anda murâdın eyleye zevk u safâ


O kadarki Manevî değeri en yüce olan ARŞı konak yeri edip ulaştı,
Ancak orada da zevk u safâ edeceği, tatmin olacağı Muaradına eremedi.



Resim

Geçdi Arşdan çıkdı kürsiye bu kez menzil diyu
Anda dahi bulmadı kendin aradı câ-be-câ


Arştan geçerek varacağı hedef diye Kürsîye çıktı,
Ancak orada da kendine bir Yer, Mekân, Mevki bulamadı..


Resim

Geldi heft eflâke çıkdı anı dahi seyr edip
Anda hiç bulmadı kendin nice olsun dilküşâ


Devamla Yedi Felekler Âlemine çıktı onu da syer eyledi.
Onda da hiç yüreğinde ferahlık ve iç açıcılığı bulamadı.


Resim

Unsuriyyâta bu kez geldi yüzünü tutdu ol
Anda dahi yüzünü göstermedi ol dilrübâ


Anâsır, unsurlar, bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar ve elementler âlemine yüz vurdu-geldi. Maddenin dört hali olarak kabul edilen toprak, su, hava ve ateş dörtlüsü ülkesine geldi.
Onda dahi O Gönül Kapan Güzel yüzünü göstermedi.


Resim

Kodu anı dahi gecdi madene menzil diyu
Bulmadı anda özün kim gerçi etdi çok recâ


Anasır-ı Erba’ayı da geçdi MADENe konakladı.
Çok rica edip, yalvarıp, niyaz eylediyse de ÖZ-ünü onda da bulamadı.


Resim

Kodu anı dahi kim menzilgeh edindi nebat
Bulmadı kendisini hem ola ol câna gıdâ


Onu da geride bırakarak en basit canlı olan BİTKİ Âlemini durak yeri edindi.
Orada da canına gıda olacak bir itminan içinde kendisini bulamadı.


Resim

Bulmadı anlarda özün geldi hayvan mülküne
Bunda bulmasaydı özün cânın eylerdi fedâ


Bütün bunlarda ÖZ-ünü bulamayınca HAYVAN Mülküne-Âlemine geldi.
Eğer ÖZ-ünü burada olsun bulsaydı sevincinden CAN-ını fedâ eder, kurban kılar, uğruna verir de gözden çıkarırdı.
En son kulihvani tarafından 01 May 2010, 19:08 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

21

Âkıbet bunca menâzil geçdi kendin bulmadı
Geldi insâna göründü ol cemâl-i cân-fezâ


Sonunda bunca menziller-duraklar-konaklar geçti ancak KENDİn BULamadı.
O Can vericinin GÜL Cemâli, geldi İnsanoğluna göründü..


Resim

Neş'e-i âdemdir ancak nefhaya kabil vücud
Rûh-u Hakdır nefh-i âdem demedi mi rûnüma?


İlahî Nefha’yı, kabul edebilicek istidatı-en güzel kıavamı-ahsen-i takvimi, mümkün olanı, yaratılıştan bulunduran tek yaratık, ancak Âdemoğlunun NEŞ’E-sidir. Onun meydana geliş tarzıdır.

Gaybî Baba, burada Âdemoğlunun nun yaratılışını anlatmaktadır:


ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِن سُلَالَةٍ مِّن مَّاء مَّهِينٍ

“Summe ceale neslehu min sulâletin min mâin mehîn(mehînin) : Sonra onun soyunu bir özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır.” (Secde 32/8)

ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِن رُّوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ

“Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne) : Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?” (Secde 32/9)

Resim

Âdemîde hâsıl oldu çün kemâl-i tesviye
Arşına pes Hak-taâla andan etdi istiva


Dört unsurdan hamuru karılan insanoğlunun El Musavvir celle celâlihu’nun Kudret Eliyle “Summe sevvâhu” SEVİYElediği, düzenleyip şekil verdiği TESVİYE-Dış Düzen, son olğunluğuna-kemâline İNSAN da ulaştı.

Onun içindirki Yaratıkların zirvesi ARŞ-ı Âlâ’yı er Rahmân Teâlâ istiva etti.
Tesviyesine son noktayı koydu.

Kurân-ı Kerim’de:


إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

“İnne rabbekumullâhullezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin summestevâ alel arşı, yugşîl leylen nehâre yatlubuhu hasîsen veş şemse vel kamere ven nucûme musahharâtin bi emrih(emrihi), e lâ lehul halku vel emr(emru), tebârekallâhu rabbulâlemîn(âlemîne) :Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (A'râf 7 /54)


اللّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لأَجَلٍ مُّسَمًّى يُدَبِّرُ الأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُم بِلِقَاء رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ

“Allâhullezî refeas semavâti bi gayri amedin terevnehâ summestevâ alel arşı ve sehhareş şemse vel kamer(kamere), kullun yecrî li ecelin musemmâ(musemmen), yudebbirul emre yufassılul âyâti leallekum bi likâi rabbikum tûkınûn(tûkınûne) :Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istiva etti ve güneş ile aya boyun eğdirdi, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, ayetleri birer birer açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız.” (Ra'd 13/2)

الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى

“Er rahmânu alel arşistevâ: O Rahman, Arş'a hakim oldu-istiva etti” (Tâ-Hâ 20/5)

Âyetlerde, gökler yaratılırken ARŞ'ın su üzerinde durduğu, gökleri ve yeri yarattıktan sonra Allah'ın ARŞ üzerine istiva ettiği, ARŞı meleklerin taşıdığı, kıyamet kopunca da 8 meleğin taşıyacağı, ARŞın etrafını kuşatan meleklerin bulunduğu, bu ARŞın büyük ve şerefli olduğu, ARŞın sahibi ve Rabb'inin de Allah olduğu bildirilmektedir.

Resim

"ARŞ" ve "ARŞı Allah'ın istivası" nedir?
Kur'ân'da bu konuda bir açıklık yoktur.


İlk yaratılanın Nur-u MiM, Nur-u Muhammed olduğunu bilen Tasavvuf Büyüklerimiz, yartıkların ilk, yüce ve Doğurucu-Ümmî yi açıkça tanırlar da ÂRİF olurlar.

Resim

Aşikâr oldu sana hep âlem-i ulvi ne var
Çünkü âdemden yüzün gösterdi Zât-ı Kibryâ


Sen de bir İnsan olarak sana da, Yüce Mânâ Âlemi Ulviyyeti belli açıkta oldu ve göründü O Zât-ı Kibriyâ..
Çünkü Zatî-kendisine mahsus-özel; Zâhirde Azamet Kuvveti ve Bâtında Kudret Havli-Potansiyel Gücü olan Allahuzülcelâl;
Âdemoğlunda gösterdi Uluhiyyet ve Rububiyyet Tecllîlerini..
İnsan AKL-ının Ana Kartına yükledi Esmâullahını..

Resim

Âlem-i ulvîdir ancak anda akl-u-ilm ola
Âlem-i süflîde olmaz ilm-i Hak akl ü rehâ


Yüksek-Yüce-Ulvî Mânâ Âlemi ki ancak o âlemde AKIL ve gereği olan İlm olabilir. İmullah Tecellîsi mümkün olur.
Aşağıve imtihan için halkedilen âlemde Hakk’ın İlmi, akıl ve insanın kurtuluşu için imkanları olamaz.


Resim

Âlem-i ulvîde zâhirdir cemâl-i pâk-i dost
Âlem-i süflide yokdur nutk u savt u hemnevâ


Ulvî Âlemde O Yüce Dostun tertemiz-pak Cemâli açıkçadır görülür durur küllî şeyinde..
Süfli Âlemde Mânâ adına söyleme kabiliyeti, sesi ve aynı nağme-ahenk olamaz.


Resim

Âlem-i ulvî denen hep âlem-i süflidedir
Âlem-i süflî hakikat âlem-i a'le-l-ulâ


Âlem-i Bâtın gibi olan Ulvî Âlem, Âlem-i Zâhir gibi içinde yaşadığımız Süfli Âlem içinindedir.
Süfli Âlem de hakikattır ve lâzımdır. Ve Onunda hakikatı lâyıkı Evvel Âlemidir.


Resim

Mahasal âlem kamu âlât-ı âdemdir tamâm
Hep amel mazharlarıdır yok birinde ilm-ü-câ


Netice olarak tüm ÂLEMlerin tamamı da, Âdemoğlunun KULluk İmtihanında kemâlâtı içinkullanması gereken vasıtalar ve âletlerdir.
Bu Âlemlerin hiç birinde kendilerine ait bir İLİM ve Yer, Mekân, Mevki olamaz. Onalar sadce Âdemoğlunun Tercihiyle İşleyeceği İŞ-âmellerin meydana gelme imkan sahalarıdır.


Resim

Cümlesinin yok şuûru kârı hem mahsûsdur
Kadir olmaz bir nefes kim kârını ede heba


Tümünün de kendilerine ait şuuru, İşi olmayıp belli bir hizmete ayrılmış, tâyin edilmişlerdir.
Bir nefeslik sürede bile birinin İşiniı mahvedemezler ve güçleri yoktur buna.


Resim

Kadr-ı küllîyesinin mazharlarıdır hep bular
Her ne kârın mazharı ise hidmetin eder edâ


Bunların hepisi de, tüm varlığı Kudretiyle var eden ve insana cüz-i irade ve cüz-i güç veren Allahuzülcelâl’in Tüm Kudretinin kul İŞlerine yazı tahtası gibi zuhur aynalığı yaparlar.
Her âlem her ne İşin OLUŞtuğu-Çıktığı-Zuhur ettiği yer ise o İşe hizmetini edâ eder-yapar.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

31

Encüm ü eflâk anâsır hem cevâhir olmasa
Sırr-ı Hakkın seyri beyhûde olurdu can-ı mâ


Encüm: (Necm. C.) Yıldızlar. Necmler.
Eflâk: (Felek. C.) Felekler, gökler. Dünyalar, âlemler. Asumanlar.
Anâsır: (Unsur. C.) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.
Beyhûde: f. Boşuna. Boş yere. Faydasız.
Can-ı mâ: Suyun canı, Şey-in canı..


Hakk’ın SIRRını Seyr; Yıldızlar ve felekler, dört unsur denilen, Toprak-Ateş-Su Hava hem de cevherler, madenler taşlar olmasaydı,
Bir damla SU dan halkedilen CANın yaratılması; Boşuna, Boş yere, ve Faydasız olurdu.


أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ


“E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhuma, ve cealnâ minel MÂİ kulle şey’in hayy (hayyin), e fe lâ yu’minûn (yu’minûne) :O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi “SU” dan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 21/30)

Resim

Anın içün seyr eder kim zâhir ola her kemâl
Her lezâiz hâsıl ola buluna cümle ata


Lezâiz: Lezzetler. Zevk duyulan, eğlendirici, hoşa giden şeyler
Hâsıl: Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen.
Atâ: Verme. Bağışlama. Bahşiş. Lütuf. İhsan.


Bundandır ki her kim sırrı seyrederse, her kelmal-olgunluk hakikatı ve incelik lezzetlerine erer ve bütün İlahî Lütuf ve İhsana kavuşur.

Resim

Âleme gelmezden evvel câmiiyyet yok idi
Enfüs-ü-âfâkı câmi' var mıdır böyle bina


Câmiiyyet: Câmi'lik, toplayıcılık. Çok şeylerle alâkalılık. Pek ziyâde mânâları ve şeyleri hâvi olmak.
Enfüsî: Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi hayatına aid, dâhile aid. (Subjektif) (Objektifin zıddı)
Âfâkî: Kâinat ve içindeki hâdiselere âid. Nefsin haricindeki âleme dair. Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin zıddı.) (Objektif)
Câmi': İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina. Cem'edici, toplayıcı, içine alan. Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan


Yaratılmadan önce bu gördümüz ve hissettiğimiz, Kâinatta tecellî eden Esmâ-i Hüsnâ yansımaları alâka topluluğu yoktu.
Bu Kâinat Binası öyledir ki, Enfüsü-İçi-Bâtını ve Âfâkı-Dışı-Zâhiri kendinde toplamıştır. ZeRReden KüRReye bu böyledir..


Resim

Âlem-i kuvvetde her bir nesne kim mevcûd idi
Âdeme geldikde fi'le geldi bu çun-ü-çira


Âlem-i Kuvve: Kuvvet. Güç. Salâhiyyet. İktidar. Za'fiyyetin Zıddı olan Âlem.
Nesne: Şey, herhangi bir şey.
Çün ü çerâ : Nasıl ve niçin.
Çün ü çerâ (f): Bir şeyin sebebini ve keyfiyetini anla¬mak için sorulan «Nasıl ve niçin?» anlamında birdeyim.


Zât-Sıfat-Esmâ-Eşya…
ALLAH celle celâlihu tek “Kûn!” ile yarattığında OL-uşlar-ŞEYler-EŞYA bu âlemden önce Âlem-i Kuvve- Âlem-i Misalde mevcudu ki oradan ortaya çıktılar.
Maddî-Manevî Şey ve Olay iş başına gelince fiilen İnsan AKLındaki “Nasıl ve Niçin” yaşam savaşı başladı.

Âlem-i Misal de bilgi için:
Âlem-i misal bu âlemlerden birisidir.
Bediüzzaman Said Nursi (ks) Hazretleri: “Âlem-i misali, âlem-i ervah ile âlem-i şahadet ortasında bir berzah” olarak tarif eder. Âleme-i misalin iki yüzü vardır. Bir yüzü ruhlar âlemine diğer yüzü şahadet âlemine bakar. Ayinedeki görüntü bir sûreten bize benzemekle beraber, diğer cihette yani maddi olarak ise ruha benzer; yani onun gibi latiftir. Bediüzzaman’a göre âlem-i misal, âlem-i şahadet gibi vücudu meşhuddur, görünür. Tahakkuku bedihidir, açıktır. Hatta rüyay-ı sadıka ve keşf-i sadık ve şeffaf şeylerdeki temessülât, bu âlemden âlem-i misale karşı açılan üç penceredir. Avama ve herkese bu âlemin varlığını açıkça gösterir. Böylece âlem-i misalin vücudu, âlem-i ervah ve âlem-i şahadet kadar vücudu katîdir.” Buyrurur.


Resim

Görülemez nutk u sûret âdemîden gayrıda
Âdemîde zâhir oldu hep Kemâlât-ı Hudâ


Nutk (a): Söz, konuşma, söylev; söyleyş, söyleme kuvveti hassası ve özelliği.
Sûret (a): Şekil, yüz. Güzellik,biçim, görünüş, kılık , tarz, yol, gidiş.
Âdemî: İnnsanoğlu, Âdem aleyhisselama mensub.
Kemâlât (t): İnsanın insanlık olgunluğu. Kulluğun tekemmülü, kulluk imtihanının başarılması sonucu oluşan tam insanlık.
Hüdâ (a): Farsça ALLAH Tealâ.


ALLAH celle celâlihu tek “Kûn!” ile yarattığında OL-uşan İsim-Cisim GİYen cansız gözükenlerle diğer canlılar arasında İsiana oğlu, AKIL ANA kartıyla İnsan kılığında gözükmesi yanında duyma, düşünme anlama anlatma kısacası NUTK Sahipliği vardır.
Tüm Hayvanlardan ise GÜLmesi ile ayrılır..

Onun içindir bu Muazzama SİTEMin yaratılmasındaki
İlahî MURADULLAH-ın EMRULLAHı, İnsan ve cinleredir.
ALLAH celle celâlihunun İradetullahının GERÇEKleşmesi, TAMlanıp TÜMlenmesi olan Zuhurat Kemalatı,
Ancak ve ancak dört dörtlük olarak İNSANoğlunda ortya çıkacak şekilde İlahî DİZAYN ile yaratılmıştır.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

36

Cümleten esmâya câmi' nüshadır zâtın senin
Zât-ı Hakdan şânına nâzil değil mi Küllehâ


EY ÂŞIK!
Senin İNSAN ZÂTın Kimlik-Kişiliğin, Emâ-yı Hüsnânın tümünün Tecellîsini taşıyan bir “ASL” ın “SûRET” idir.
Bu üstünlük şerefi sana HAKK Teâlâ’dan bizzât AKIL Ana Kartına yüklenmedi mi?


وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

“Ve alleme âdemel esmâe kullehâ summe aradahum alel melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn(sadikîne) :Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: "Eğer doğru sözlüyseniz, bunları bana isimleriyle haber verin" dedi.” (Bakara 2/31)

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Sizden biri kardeşiyle kavga edince-dövüşünce yüze vurmaktan sakınsın ” buyurdu.

Müslim’in rivayetinde şu ziyâde var: “…zirâ Allah Adem’i kendi sûretinde yaratmıştır ” buyurdu.

(Ebu Hureyre (r a); Buhari, Itk 20; Müslim, Birr, 112, (2612)


Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem den Hadis-i Kudsî de ALLAH celle celâlihu: “"Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek için mahlukatı yarattım" buyurur.
(Ed-Dürerü’l-Müntesire, Celalettin-i Suyuti,125; Keşfu’l-Hafa, Aclunî, 2:133)

Muhiddin Arabî (ks) bu hadisi: “Mahlûkatı yarattım ki, bana bir ayine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim” şeklinde bildirir.

Aziz kardeşlerim,
Muhammedi Melâmetin diğer Tasavvufî Öğretim-Eğitim Sistemlerinden Yollarından bence üç ana farkı vardır:
1- İnanç-Amel-Ahlâk ve Hâlde Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem i titizlikle İzler ve yaptığı her türlü HAYRı GİZler ki Hâlis Muhlis Sıdk ile Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem adına hesabına Hasbî Hizmetini riyâsız yapmış ola.
2- Hakk ve Hayrı; Temas ederek Bedenle, Görerek Gözle-Nefisle, Duyarak Kulakla-Kalble ve KOKlayarak RUHuyla BİLmeye-BULmaya-Olmaya ve YAŞAmaya CAN ATar! Hayalî yaşamaz! Hakikatın bu Şehâdet Âleminde Gerçek Şâhidi OLur.
3- Asla hiçbir nefse bir şeyler VERip-ALmaya çalışmaz, O kimsedeki yüce değer yargılarını AÇIĞa çıkarmaya ALLAH celle celâlihu için Hasbî Hizmetini Yapar!..

Bakınız Gaybî Babamız (ks) ve diğer BÜYÜK Hakk DOSTlarımız sürekli
RABBımız Teâlâyı Ne AYNı Ne de GAYrı, BİZe Maddî-Manevî Yakın Olarak ANlatmaktalar..
Bu “AKRABA” lık elbette ALLAH celle celâlihuun İNSANa İzafî-İğreti-Geçici ve Görev Gereği verdiği “BEN” lik Akrabalığı değildir ve İlahî AKRABAlıktır..


وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

“Ve lekad halaknel insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu AKREBu ileyhi min hablil verîdi:Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha YAKINız.” (Kaf 50/16)

Kulluk Akrabalığı için bile;
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem:


Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin buyurduğu Hadis-i Kudsîde ALLAH celle celâlihu:
“Ben Rahman’ım, akrabalığı, rahimi ben yarattım ve ismim olan Rahman’dan ona isim verdim. Kim akrabaya iyilik ederse, ben de ona iyilik ederim. Kimde ondan ilgiyi keserse, ben de ondan ilgiyi keserim” buyurdu.

(Tirmizî, Birr, 9)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Akrabalığı kesip koparan kimse Cennet’e giremez”. buyurdu.
(Buharî, Edeb, 11)

Nüsha: (C.: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret. Muska, duâlı kâğıt. Gazete ve dergilerde (sayı).
Küllehâ: Onun-esmanın küllîsi, tümü. Küllehâ-hepisi.
Kullî: Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. Çok, ziyade, fazla. Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kıt'aları veyahut denizleri dediğimiz zaman küll'ün eczasını ifade etmiş oluyoruz. Küll, cüz'lerden meydana geliyor.
Nâzil: (Nüzul. dan) Nüzul eden, inen, yukardan aşağıya inen, bir yere konan. Bir yerde konaklayan


Resim

Hayy-i âlemsin ki zâtın bahş eder her dem hayât
Âşiyan-ı âleme sensin şerefbahş ey hümâ


Ey İnsanoğlu!
Şeklen-Aklen-Zâhiren en üst düzeyde, El HAYY celle celâlihu Esmasının Zuhur yeri sensin ki bu Hayata senle Hayy düzeni verielir.
Ey başına Halifetullah Devlet Kuşu kondurulan İnsan şu Kâinat BülBÜL Evi sensin ve şeref vermektesin âlemlere ALLAH celle celâlihu adına…


Bahş: f. Bağış. Verme. İhsan.
Âşiyan: f. Kuş yuvası. Mc: İkâmetgâh. Ev, mesken.
Hümâ: f. Devlet kuşu. Saadet. Mutluluk.
Şerefbahş: Şeref saçan-veren..


Resim

Kalb-i âlemsin ki ilmin cümleyi oldu muhît
Nur-u ilmin olmasa âlem olurdu kapkara


Ey İnsanoğlu!
Veklen-Nalen-Bâtınen Bu Âlemin Kalbi gibisin.
AKLın ve İLMin her ŞEYi yutmaktadır; Kadarınca, Kaderince…
Nur-U MiM-den aldığın İLİM NURUn olmasa Bu Âlem kapkara kalır ve yaratılan bunca Muhteşem varlık ve oluşumlar anlamsız lığa gark olurdu.
Ipıssız Yağmur Ormanlarında insan yoksa sayısız kuş ötse ne anlam taşır dağlar, taşlar, kuşlar ve ağaçlar için!..


Muhît: İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. Etraf. Çevre. Büyük deniz. Okyanus. Mc: Büyük âlim.

Resim

Şâh-ı âlemsin ki her kârda irâde sendedir ()
Cümle eşyâ emrine oldu müsahhar şâh-ı mâ


Ey İnsanoğlu!
AKILın yanında sana verilen CÜZî İradenle, CÜZî GÜCünle ve Yeryüzünde Halifetullah kılınışınla her işde yapabilme kuvveti ve iradesi ancak ve ancak sendedir.
Ey Hakikatın Şahı olna İnsanoğlu, bunun için Bu Âlemde her ne ki var ise emrine verilmiştir canlı-cansız..

Mâ, İnsanın ASLI olan Bir damla Su olmakla beraber, “ŞEY” iç yüzü-mahiyeti anlamında da düşünülebilir.


Mağ: Sahtıyan- Tabaklanmış derinin içyüzüdür.
Şâh (f): Padişah, sultan, hükümdar.
Kâr: İŞ
Musahhar: Teshir edilmiş. Ele geçirilmiş. Fethedilmiş. İstenilen hâle konulmuş. Birine bağlanmış. Emrine verilmiş.
Mâ' (a): Su.
İrade: İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman. Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç


Resim

Âlemin sensin muradı hep irâde sendedir
Zâtın ile hâsıl oldu âleme hep mâ yeşâ


Ey İnsanoğlu!
Bu Âlemde Sünnetullahın İŞLEmesinde Muradullahı DUYup, Emrullaha Uyacak Olan ana-esas-temel unsur sensin!
Bu Âlemde ALLAH celle celâlihu nun dilediği şeyler temelde senin için ve seninle ortaya çıkar ve yaratılış maksadına ulaşır..


Murad: İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. Gâye. Maksad. Emel.
Mâ yeşâ: ALLAH celle celâlihu nun dilediği şeyler..
Hâsıl: Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

41

Nutk-u âlemsin ki âlem buldu nutkundan vücûd
Nutk-u cân bahşsın avâlim bir seçerdir gûyiyâ


Ey İnsanoğlu!
Âlemin söze değer OL-ANı sensin ki, bu Âlem senin yüzünden meydana geldi.
Sen bu Âleme Can verensin!
Bu Âlemler, Cihanlarden bahsediş sözün gelişidir.
Sensiz yaratma maksadı yok gibidir..


Nutk (a): Söz, konuşma, söylev; söyleyş, söyleme kuvveti hassası ve özelliği.
Bahş: f. Bağış. Verme. İhsan.
Cân-bahş: Can veren.
Avâlim: (Âlem. C.) Âlemler. Cihanlar.
Gûyi: f. Söyleyiş, söyleme.


Resim

Ayn-ı âlemsin ki âlem gördü senin vechini
Dîde-i Hak-bînin ile seyr olur hüsn-ü-behâ


Ey İnsanoğlu!
Âlemin gözü sensin ki âlem seninle var OL-uş sebebini gördü.
Hakk’ı gören ve imân eden KULLUK Özelliğinle İlahî Güzellik ve Letailer-incelikler seyredilebilir.


AYNU'L-ÂLEM: Arapça, âlemin gözü demektir. İnsan-ı kamil anlamındadır.
AYN: Arapça, pınar, göz vs. gibi anlamları taşıyan bir kelime. Araz olmayan. Kendi kendine var olan. Varlığı kendinden olan.
A'yân (a): Aynlar, gözler. Tasavvufta oluşum kaynağı , gözesi.
A'yân-ı sabite (a): ALLAH Tealâ'nın kaza, kader, irade ve dilemesiyle halkedişindeki ilk kimlik ve kişilik nüvesi; aynî sabitlik; herşey o şey, herkes o kimse...
VECH: Arapça, yüz demektir. Rabbin, her varlıkta bir yüzü vardır. Bu vech, varlığın ruhunun sureti üzeredir.
Vech (a): Yüz, sûret, çehre; ön, alın; üslûp, tarz; sebep, vesile.
Dîde: f. Göz, ayn, çeşm. Görmek. Gözcü. Göz bebeği. Göz ucu.
Hak-Bîn: f. Hakkı gören. Hak veren. Hakka imân eden. Hakka inanan.
Hüsn: (Hüsün) Güzellik. İyilik. Eksiksizlik. Cemal ile kemal.
Behâ: Gökçek olmak, şirin ve lâtif olmak.


Resim

Âlemin sensin kulağı olmasaydın sen eğer
İşidilmezdi kalırdı nutk ile savt-u-sadâ


Ey İnsanoğlu!
Âlemin Kulağı sensin ki olmasaydın, Konuşma ses ve yankısı işitilmez kalırdı..
Herhayvan ses çıkarır ancak İlahî anlamı olan AKIL ürünü ve NAKLi Bilen, BULan ve gereğinde OLup YAŞAyan NUTK sadece İnsanoğlundadır…


Savt:
Ses. Bağırmak.
Sadâ: Seda. Ses. Avaz. Savt.. Yankı.


Resim

Bu yedi esmâyı bil esma-yi zâtiyyedürür
Anın içün âdemîde eylediler intimâ


Ey İnsanoğlu!
Bu yedi adet Esmayı iyice bil ki bunlar ALLAH celle celâlihu nun Zâtî Şahsına özel esmalarıdır.
Ondandır ki insanlık bu yüzden Ni’metlenmektedir, maddî- manevî hayatını sürdürmektedir.


Zâtiyye: hahsına mahsusluk. Zâta mahsus işler.
İntimâ: Ni’metlenme.
Âdemî: İnsanlık hayatında.
Ni’met: (Nimet) İyilik, lütuf, ihsan. Saadet. Hidayet. Giyecek şeyler. Yiyecek faydalı şey, rızı


Resim

()(Şâh-ı âlem zıll-ı Haksın cümle kudret sendedir)

Mecma’-ül- bahreyn-i Haksın vâcib imkân sendedir
Sensin ancak müstaid zât-u-sıfâtına sezâ


Ey İnsanoğlu!
Sen Âlemin Şahı, en önemlisi, Hakk’ın Gölgesisin bu âlemde tüm kuvvet ve potansiyeli senin aklın ve elinle orataya çıkar.
Sen, HAKK ALLAH celle celâlihu nun İKİ DENİZ-inin Kavuşum Noktası Ara kesitisin,
Bu âlem olmaszsa olmaz İMKAN ancak Sendedir.
Madde-Mânâ Âlemleri Ara Kesitinde İnsan AKLI Geçiş Noktasıdır.
Çünkü bu âlemde ALLAH celle celâlihu Zât ve Sıfatına Lâzım-Lâyık, uygun-münasib OL-AN en üstte sadece sensin…


Şâh-ı âlem: Âlemin Şahı, en önemlisi.
Zıll-ı Hak’sın: Hakk’ın Gölgesi.
Kudret: Güç. Takat. Her yeri kaplayan kudretullah. Varlık. Ehliyet. Becerebilme. Zenginlik. Kabiliyet. İlm-i kelâmda: Allah Teâlâ'ya mahsus ezelî ve ebedî ve bütün kâinatta tasarruf eden sıfattır.
Mecma’: Toplanılacak yer. Kavuşulan yer.
Bahreyn: İki deniz.
Mecma’-ül- Bahreyn: iki denizin kavuşma-buluşma yeri, ara kesit..
Vâcib: Lüzumlu, mecburi olan.
İmkân: Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak. (Bak: Hudus)
Müstaid: İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.
Sezâ: f. Lâyık, münasib.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

46

Nur-u Haksın senden alır cümle eşya pertevi
Ay-ü-gün secde ederler yüzüne subh-u-mesâ


Pertev (f): Parlaklık, ışık. Nurlu.
Subh (a): Sabah.
Mesa: Akşam. Akşam vakti. Akşam olmak.


Ey İnsanoğlu!
Sen ki HAKK’ın Nurusun, cümle ŞEYler-EŞY Var Oluş ve Görünüş Nurunu senden alır.
Onun için Ay ve Güneş günlerce aylarca, sabah akaşam YÜZüne-VECHine, Hakikat-ı MuHaMMeDiyye’ne SECDE ederler.
Etmeyenler EDEBsiz İBLİSlerdir..




Kıblesisin onsekiz bin âlemin ey pâk zât
Sana istikbal ederler cümle-i şâh-ü-gedâ


Pâk: f. Temiz, saf, katıksız. Hep, tamam, mübarek, kudsi.
Zât: Hürmete lâyık kimse. Kendi. Öz, asıl. * Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi)
İstikbal: Ati, gelecek zaman. Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılamak.
Şâh: f. Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. Asıl
Gedâ: f. Fakir. Kimsesiz. Dilenci.


Ey Mukaddes ve Hürmete lâyık kimse Kimlik-Kişiliği taşıyan İnsanoğlu!
Bu Âlemdeki cümle varlık bulup hüküm sürenlerle kimsesiz kalıp da gariban olanların hepisi de bu özellikli kişiliğine-İNSANlığına kıyam ederler ve saygıyla karşılarlar.




Secdegâh-ı âlem olduğuna şâhid bu bize
Secde eyler miydi sana kudsiyân-ı pür-hayâ


Secdegâh: f. Namaz kılınıp secde edilecek yer. İbadet yapılacak yer.
Kudsiyân: Kudsiler. Melekler. Melâike taifesi.
Pür: f. Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar


Ey İNSAN, bu Mevcudat Âleminde senin her ŞEY-in Secde Edeceği Yer-Kıblesi-Kâbesi olduğuna delil-ŞÂHİD şu ki; böyle olmasaydı sana, bize gözükmeyen perdeli melekler bile secde ederler miydi?..



Cân-ı âlemsin libâs-ı âdemide sen bugün
Kadrini fehm eylemezsen sayılursun pür-heva


Libâs: Giyilecek şey. Elbise. Karı ve koca. Mc: İctima'. Şübhe kabul eden söz.
Âdemî: İnsanlardan olan, insana âit, insana dair ve müteallik.
Fehm: (Fehim - Fehm) Anlayış. Zihnen kavrayış.
Heva: İstek. Nefsin isteği. Düşkünlük. Gelip geçici olan heves. Nefsin zararlı ve günah olan arzuları.


Ey İNSAN, Sen bu güne bu gün İNSANlık elbisesi bürünmüş Âlemin CAN-ısın. CİSİM GİYen en mükerrem akıllı CAN sendekidir.
Eğer sen bu kadir kıymetini Anlayamazsan cidden Nefsin-aklın heves ve hevalarıyla dolup bu âlemden ALLAH celle celâlihu nun Şahidi OL-amadan gelip geçen fuzuli bir varlık sayılırsın..



Ma-hasal sensin heman bu cümle âlemden garaz
Fırsatı fevt eyleme olsun seninle âşinâ


Mâ-hasal: Hâsıl olan, meydana gelen. Netice, sonuç.
Garaz: (C: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin.
Fevt: Ölüm, mevt. Kaybetme. Elden çıkarma. Kaçırma. Bir şeyin bir daha ele geçmiyecek şekilde elden çıkması.
Âşinâ: f. Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan.


Ey İNSAN, bu gördüğün tüm âlemlerin yaratılma maksadının ÖZETi-SON-UÇ-u sensin!
Sen de sana tanınan bu HALİFETULLAHlık fırsatını elden kaçırma ki her ŞEY-Varlık, Niçin yaratıldıysa seninle zuhuratını tamamlasın, kemalini yaşasın..
Bir buğday dânesi dua eder ki beni bir Ârif-i Billah yese de Zirrulla-ı Ekber OL-sam!
Gibi…
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SUNULLAH GAYBİ DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen kulihvani »

51

Bir şecer farz edelim başdan başa bu âlemi
Fehm edelim ta murâdımız murâd üzre dilâ


Şecer (a): Ağaç. Kütük. Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.
Şecere-i hayat (a): Soy ağacı.
Fehm: (Fehim - Fehim) Anlayış. Zihnen kavrayış.
Dil (f): Gönül, yürek, kalb, lisan .
Dilâ (f): Ey gönül!
Murâd: İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. Gâye. Maksad. Emel.


Ey Gönül!
Baştan başa Bu Âlemin TÜM-ünü bir AĞAÇ olarak var sayalım-addedelim.
İyice Anlayıp ZİHnen kavrayalım ki: “Bu ÂLEM-in Yaratılmasında ALLAH celle celâlihu nun Muradullahı nedir?” sorusuna cevabımız MURAD-ımız olsun..



Gerçi bu temsilimiz eb'ad görünür eb'ade
Cân ile dilden kabûl eyler velâkin akrıba


Ebad: Çok uzak, en uzak, daha uzak.
Eb’âd: (Bu'd. C.) Mesafeler, uzaklıklar.
Akrıba: Akraba, Fıtraten yakın bağları olanlar.


Bu şekilde bir örnekle Anlatmamız, Ham Akıllı ve gerçekleri görmekten uzak dar ve kısır göürşlüler için anlamsız, akıldan uzak ve faydasız bir görüş ve gösteriş gibi gelebilir!
Ancak Kendisini YARATAN RABbülâlemin’in ŞAH DAMARI-ndan AKRİB-Yakın Olduğunu Muhammedî Şuurla BİL-en ve Muhammedî Nurla BUL-anlar cANdan Gönülden ihlasla kabul edeler ve Anlarlar Muhammedî Ârifler OL-arak İnşaallah..



Bu dıraht-ı âlemin oldu zemini Arş bil
Pençesidir kürsi ve sâk oldular yedi semâ


Diraht: f. Ağaç. Şecer.
Diraht-ı Âlem: Âlem Ağacı.
Zemin: f. Yer. Yeryüzü. Meydan. Satıh. Tarz. Eda. Mevzu.
ARŞ: Bağ çardağı. Gölgelik. Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri.
Arş (a): Çardak, çadır, çatı, taht. Tasavvufta madde ile mânânın arakesitinin madde tarafındaki yüzü, aklın son sınırı.
Arş (a): Adedi kırk olan vücud mertebelerinin on se¬kizinci mertebesidir.
Sâk: Sap, Çiçekleri-Tohumları tutan GÖVDE, Bir şeyin aslı. Topuktan baldıra doğru bacağın incik yeri..
Pençe:Tutamak. f. El ayası ile beş parmağın tamamı. Hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. KÖKleri..
Kürsî: Oturulacak yüksekçe yer. Mânevi makam. Arş'ın altına bir semâ tabakası..


Âlem Ağacının yeri-yurdu toprağı, ANAsı ARŞ olduğun iyi BİL!
ARŞa köklerini salan KÜRSÎ ve 7 GÖKler de DALlarıdır
..


Nâr-u-bâd-ü-âb-ü-hâk oldu misâli dalları
Hem mevâlîd-i selâse berk gül meyve şehâ


Nâr: Ateş. Isı, enerji. Nur.
Bâd: Hava. Yel. Rüzgâr. Soluk. Nefes.
Âb: Su.Yağmur.
Hâk: Toprak. Turab
Mevâlîd-i selâse: Nebat-Bitki, Hayvan ve Maden-Cansız Şeyler.
Berk: Şimşek çakması. Parlama. Yıldırım. Zinetlenme, süslenme. Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet.
Şehâ: Ey şâh.


Ey Şehâdete Susamış ŞÂHım!
Şu Âlem Ağacımızın Dalları ise Anâsı-rı Erbaa, 4 temel UNSUR olan Ateş-Hava-Su-Toprak oldu.
Tüm EŞYAnın kısımları olan 3 DOĞuş yeri vaktigeldiğinde ortaya çıkan 3 kısım mevcular ki Maden-elementler, Bitkiler ve Hayvanlardır aslında şimşek, gül ve meyve vs. dediğin şeyler..



Dâiye düşdü nevâta kendi zâtın görmeğe
Bâtınından kopdu naçâr kuvve-i neşv-ü-nemâ


Dâi: Dua eden, duacı. Sebep. Davet eden. Muktazi. (Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır. Onu yemeğe sevk eder. Buna dai denir.) Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi de daidir. Çağıran. Müezzin.
Nevât: Çekirdek, hurma çekirdeği.
Neşv-ü-Nemâ: Büyümek ve gelişmek.
Naçâr: f. Çaresiz, elinden iş gelmeyen. Mecbur kalmış olan.
Bâtın: İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit. Tas: Bâtiniyyeden olan.


Sebebleri HALK eden Mevcudatın ÇEKİRDEK-Tohumuna AKRİB-AKRABA-Yakın oldu ki Muradullah Kendi ZÂT-ın görmekti.
Bunun içindir ki Bâtınındaki İçde dürülü OL-AN ÖZ, Yer Yüzü Zâhirine yüz gösterip büyüyüp gelişerek kemâlat syr ü sülukuna çıktı.
Tohumdan Tohuma Baharlar çiçeklendi, yazlar meyvelendi, güzler tohuma durdu..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SUNULLAH GAYBİ DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen kulihvani »

56

Geldi hâke bulmadı anda dahi kendisini
Gitdi sâka tâ ki bula derdine anda devâ


Âlem Ağacı, nın; Zemini ARŞ, Kökleri –pençesi Kürsî, Sâkı-Sapı-Gövdesi 7 Semâ, 4 unsur- Toprak, Ateş, Su, Hava Dalları OL-unca, 7 doğum OL-DU: Mevâlîd-i selâse: Nebat-Bitki, Hayvan ve Maden-Cansız Şeyler.

Gaybî Baba, Hâke-Toprağa geldi ancak onda da KENDİ-Zât-ını Bulamadı.
Topraktan Gövdeye tırmandı, Gökleri gönül Âlemlerini İzledi.
Kendini BİL-mek derdine bir DEVÂ Aramaya devam etti.


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)

Buyruğunu AN-layıp YAŞA-mayı murad etti Müridimiz.


Hâk: f. Toprak. Turab. (Hâk ol ki, Hüdâ mertebeni eyleye âli. Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâkk-ı kademdir.)
Sâk: Bir şeyin aslı, Yaradılış Şeceresi-Ağacının sapı.
Anda: Onda.


Olmadı sâkdan dahi derdine dermân âkıbet
Azm-i şâh etdi bula hem hasta cânına şifâ


Azm-i şâh: Şah’a gitmeye karar verdi.

7 Letâif Ülkesi 7 kat Gönül Âleminde de GÖVDEde de Bulamayınca,
Her ağacın bir ANA BÜYÜ-me Dalı vardır ki buna ŞAH DAL denir ki ona yöneldi.
Zihnin Merkezindeki Yaradılış SIRR-nı
BİLip-BULup-OLup-YAŞAmak Şehadeti EMRi ve Arzusu derdine Şifâ aramaya devam etti gitti..

Ermedi şâhdan murada yaprağa dutdu yüzün
Hem çiçek ile geçirdi arada çok mâcerâ


Dutdu: Tuttu.
Mâcerâ: Olup geçen şey. Baştan geçen hadise.


ŞAH DALdan da ki hâlâ Ham AKLının Kör Düğümlerine NAKLin GÖRDÜĞÜM ÇÖZÜMünü aramakta.
Yapraklar ve Çiçekler gibi
Eşyadan doğan OLAY, Zaman, Zann dan ibaret OL-AN, yaprak ve ÇİÇEKleriyle nice OL-ANlar yaşadı, “OLsun! Olmasın!” Kavgaları etti de “OL-AN” nı Hükm-ü HAKK Bilemedi…

Âkıbet bunları da terk kıldı geldi meyveye
Gördü kendini temâmet zâtına etdi senâ


Senâ: Medihle tarif. Medhetmek, övmek.

Tüm bunları terk ederek, ne Zaman ki bir HABBE-TOHUM, İLK NOKTA OL-AN Nur-u MuHaMMeD Meyvesine geldi zâhirenki İÇ-inde Nur-u MİM Tohumunu BEKLEtmekteydi.
İşte Habibullah HABBEsi SIRRIna ER-ince,

Koca YUNUS EMRE kaddesallahu sırrahu gibi:


Beni Benden Alana Ermez Elim
Bir “Ben” Vardır Bende Benden İçerü..

“Süleyman Kuş Dilin Bilir” Dediler
Süleyman Var Süleyman’dan İçerü


YUNUS EMRE kaddesallahu sırrahu


İnsan oğluna YÜKlenen AKIL Emaneti ve ona YÜKlenen Esmâ İlmi içinde kendisine verilen Geçici, Eğreti, İzafî “BEN” lik!..

“Gerçek BEN” ALLAH celle celâlihu iken:


إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
Resim---“İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî ve ekımis salâte li zikrî: "Gerçekten Ben, Ben Allah'ım, Ben'den başka ilah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl." (Tâ-Hâ 20/14)

İLİMsiz, EDEBsiz, SEViyesiz ve İSİMsiz kalan HAM AKIL, İlahî Nakilsiz de Kalınca Firavun’ca demekte ki:

فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
Resim---“Fe kâle ene rabbukumul a’lâ: Dedi ki: "Sizin en yüce Rabbiniz benim." (Nâziât, 79/24)

Taptuk Baba gibi bir HAKK ERENden EDEB AL-AN Yunus Emre ERENimiz,
İKİ BEN-likten, kendi “BEN” liğinin
Fakir-Aciz-Zelil-Âlil OL-duğunu görünce bunu lütfeden ALLAH celle celâlihu ya EL-inin ER-emeyeceğini ancak ÖZ-ünden ÖZ-de AKRABA OL-AN-ı NAKİL-Kur'ân-ı Kerim’de BİLip-BUL-up-OL-up YAŞA-makta;

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

Resim---“Ve le kad halaknel insane ve na'lemu ma tuvesvisu bihi nefsuh ve nahnu AKRABU ileyhi min hablil verid : Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha YAKINız.” (Kaf 50/16)

Bir “Ben” Vardır Bende Benden İçerü…

Buyurması ALLAH celle celâlihu BUYRUĞuyla perçinlenmektedir.

Sıradan bir insan NEFSi, HAM AKLıyla kuş dilin bilemez elbet.
Süleyman aleyhisselam ise VAHYîdir-NAKLîdir ve RESULdür..

Bir Ham NEFS, ne zaman ki Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile
BİZ BİR-İZ SEV-iyesini SIRRlarsa:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)

İşte o zaman ANlar Süleyman aleyhisselam’ın İÇ-indeki Süleyman’ı..

“Süleyman Kuş Dilin Bilir” Dediler
Süleyman Var Süleyman’dan İçerü”


وَوَرِثَ سُلَيْمَانُ دَاوُودَ وَقَالَ يَا أَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنطِقَ الطَّيْرِ وَأُوتِينَا مِن كُلِّ شَيْءٍ إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُبِينُ
Resim---“Ve varise suleymânu dâvûde ve kâle yâ eyyuhen nâsu ullimnâ mentıkat tayrı, ve ûtînâ min kulli şey’(şey’in), inne hâzâ le huvel fadlul mubîn(mubînu) : Süleyman, (babası) Davûd’a vâris oldu (onun nübüvvet ve ilmi kendisine geçti) de dedi ki: “- Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi; hem de bize her şeyden (bütün nimetlerden) verildi. Şüphesiz ki bu, açık bir üstünlüktür.” (Neml 27/16)


وَحُشِرَ لِسُلَيْمَانَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ
Resim---“Ve huşire li suleymâne cunûduhu minel cinni vel insi vet tayrı fe hum yûzeûn(yûzeûne) : Bir de Süleyman’a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı. Bütün bunlar sevk ve idare ediliyorlardı.” (Neml 27/17)
“BEN” leri AN-ladı,
KUŞ DİLini DUYdu… ve AKL-ı SİLMiyle Uydu..



Bildi vü buldu vü gördü kendi kendini temâm
İlmi Ayn-ül-Hakka erdi oldu sırr-ül-iktızâ


İktızâ: Lâzım gelme, gerekme. Lâzım, ihtiyaç. Gerek. İşe yarama.

İlimle Muhammedî Şuuru BİLince
Edeble Muhammedî Nuru BULunca
İrfanla Muhammedî Sürurda OLunca
Erkanla Muhammedî Onuru YAŞAdı..

Aynen Yakîn Erince ERENler ORDUsuna Lâzım ve Lâyık OL-AN SIRRa Kavuştu..
Gerçek ALLAH celle celâlihu kulları arasına karıştı..


فَادْخُلِي فِي عِبَادِي
Resim---“Fedhulî fî ibâdî :Ey can! İyi kullarımın arasına gir.” (Fecr 89/29)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SUNULLAH GAYBİ DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen kulihvani »

61

Çok kemâle ere meyve hatm olur anın işi
Meyve-i âhar takazâsına düşer iştihâ


Hatm (a): Hitama erdiren. Kur'ân-ı Kerîm'i baştan sona okuma; mühürleme.
Âhar (a): Başka, diğer.
Takaza (a): İhtiyaç, lüzum. Sı¬kıştırmak.


Yaradılış Şeceresi-Ağacının Tohumdan Tohuma Baharlar çiçeklenerek, yazlar meyvelendiğinde..
Ne Zaman ki bir HABBE-TOHUM, İLK NOKTA OL-AN Nur-u MuHaMMeD Semersi-Meyvesinin El Zâhir zuhuru Hal-i Hazır Hayat SEYR ü SÜLUKu OL-gunluğa ER-ginliğe ER-ER se KUL-luk İşi Emrullaha ve Muradullaha UY-ar..
İnsan NEFSinin FITRÎ Yapısı, ANA KART proğramı ve Kulluğun her İMKANla İMTİHANI nedeniyle daha başka OLUŞumlara meyleder.
İÇinde tatminsizlik sıkıştırdıkça gelişir geliştikçe yeniler..
Bu aşırı istek, arzu, aşk ve muhabbet Hakikat-ı MUHAMMEDiyyesine Erinceye ve YAKÎN GELinceye kadar sürer gider..


وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
Resim---“Va’bud rabbeke hattâ ye’tiyekel yakîn (yakînu) :Ve yakîn sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr 15/99)

Böyledir hâl-i mürekkeb âkıbet fâni olur
Ayn-ı ma'nada fenâsı bulusar ayn-ı bekâ


Ayn (a): Ayn: göz ; tıpkısı, aslı, kendisi; kaynak, gözek, pınarın çıkış yeri.
Mürekkeb: Birleşmiş, birleşik. … den oluşmuş,
Fenâ (a): Ortadan kalkma, yokolma, yokluk, geçip gitme. Tasavvufta sınırlı, sorumlu, geçici ve izâfî benlik kimliğinin kendini bilerek sistemin sahibi ve ustası Rabbü'lâlemin'i bilip O'nun mutlak benliğinde fânî olup bekâ buluş.
Fâni (a): Ölümlü, geçici.
Bekâ (a): Devamlılık, ebedilik, ölmezlik. devam, sebat, evvelki hâl üzere kalma, bâkilik. Tasavvufta kulun; her zaman, her yer ve her hâlde değişkenliği (fenâsı) Sünnetullah (İlâhî Kanun) gereğidir. Muradullah ise kulun, kulluk imtihanı sonunda tahkik (hakikat olan) tevhidî şehâdete kavuşup bekâ bulmasıdır. Emrullah sonuçtaki bu bekânın bilinmesi, anlaşılması, yaşanılması ve kavuşulmasındaki gerekli kuralları ve yolları açıkça bildiren ilâhî hükümlerdir.


Fakriyyet, Acziyyet, Zillet ve İlletle bir SeBeBe dayalı ve AYRrı ve GAYRılardan BİR Araya gelen “ŞEY” lerin EŞYA-nın içinde BULduğu ve BULunduğu HAL böyledir.
En SONunda Sınırlı, Sorumlu, Geçici Ve İzâfî Benlik Kimliğinin Gerçeğine ulaşır, HİÇLiğe kavuşur.
Mâsivâ OL-AN İzafî gölge AKIL, ASLının NAKLinde FENÂ Gerçeğine Erince BEKÂ dan nasibini AYNen alır.
Emrullah sonuçtaki bu bekânın bilinmesi, anlaşılması, yaşanılması ve kavuşulmasındaki gerekli kuralları ve yolları açıkça bildiren ilâhî hükümlerdir.
Emrullahı Özünden DUY-up UY-maya Başlar..


Sûret-i misliyyesinden cilve eyler ol yine
Devr-i dâim bu tecellî üzre döner dâimâ


Misl (a): Benzer, eş, emsâl.
Mislî: Misil ile ilgili.
Cilve: . Hoşa gitmek için yapılan davranış, kırıtma, naz. mec. Görünme, ortaya çıkma, tecelli.


Tohumdan Tohuma Sûret Âleminde Sîret Âlemi Tecellîsi çırılçıplak çıkarda;
GEÇ-miş-e bakan Akl-ı Selimin Basîret Gözü İLK NOKTAyı,
GEL-e-cek-e bakan Akl-ı Selimin Basîret Gözü Son NOKTAyı,
Şe’en-de Şu AN-a bakan Akl-ı Selimin Basîret Gözü TEK NOKTAyı GÖR-ür…
Zerreden Kürreye KADAR, KADERin DEVR-inde DEVR Eden “Yüsebbuhu!” DEVRÂNI Değirmeni DÖN-ER DUR-maz…


يُسَبِّحُ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
Resim---“Yusebbihu lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardıl melikil kuddûsil azîzil hakîm (hakîmi) :Göklerde ve yerde olanların hepsi padişah, mukaddes, azîz ve hakîm olan Allah'ı tesbih etmektedir.” (Cuma 62/1)

Asla makas yemeyen DİRİLİK ZÜRRİYET ZİNCİRİ, Şahâne Gemilerle Nesilden Nesile CERR Eder AKAR Gider…


وَآيَةٌ لَّهُمْ أَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ
Resim---“Ve âyetun lehum ennâ hamelnâ zurriyyetehum fîl fulkil meşhûn (meşhûni) : Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamız da onlar için büyük bir ibrettir.” (Yâ-Sîn 36/41)



Sanma anı kim tecellîsinde tekrâr eyliye
Nevbenev her neş'eden eyler tecellî dâimâ


Anı: Onu.
Nev (f): Yeni.
Nevbenev: yeniden yeniye. Yeniden neşe ve yaratış.
Neş'e (a): Yeniden meydana gelme; neşe, sevinç, keyif.
Tecelli (a): Görünmek. Aynada, cilalı ve parlak bir yüzde görünme. görünme, belirme. Tasavvufta Nurullah'ın esmâlarda sıfat olarak zuhuru. Eşyaî, esmaî, sıfatî ve zâtî tecellîler... El Nur'un hünerleri...


Sen sakın Ham AKLınla hükmedip de O’nu, O Yüce ALLAH celle celâlihu yu “Kûn!-OL!” Tecellîsinde AYNı ŞEY-leri Tekrarlayıp durmakta ZANNetmeyesin!
ALLAH celle celâlihu “Her AN” Yeniden meydana getirme, Nesl-i Cedid, Yeniden YENİsini Yaratış Şe’enindedir!
Nurullahtan HALK edilen İLK NOKTA OL-AN Nur-u MiM’in Harketinden MADDE, Harekesinden Mânâ OL-uşup durmaktadır Ezelen-Ebeden…
Muhammedî Melâmetin ÖZü OL-AN bu apayrı bir tecellî ve yeniden yeni bir OL-uş Şe’eni AN-laşılamadan;
Yaratıldığı AN-dan beri DÖN-en ZeRRe-KüRRe nin ve basitçe ATOM-un Duramadan ve büyük bir HIZla DÖN-üşü ile Her ÂN yeniden YARATILIŞ arasındaki MEKİK İKİLİK GİT-GELleri AN-laşılamaycaktır…


يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
Resim---“Yes’ eluhu men fis semâvâti vel ard(ardı), kulle yevmin huve fî ŞE’Nin : Göklerde ve yerde bulunan herkes, O'ndan ister. O, HER AN YARATMA halindedir.” (Rahmân 55/29)



Zât-ı vâhiddir tecellî eyleyen her neş'eden
Zât-ı mâ birdir eğerçi bînihâyetdir ina


Vahid (a): Bir. yalnız, tek, yekta.
Mâ' (a): Su.
Bînihâyet: Nihayetsiz, sonsuz.
İna: İnâyet (a): Yardım etmek


TEVHİD TECELLÎsini Temaşaya SERen elbette; Uluhiyyet, Rububiyyet, Merhametiyyet ve Mülküyyetin, Vâhidu’l- Ahadu’l- Samed OL-AN ALLAH celle celâlihu dur her ZUHUR NOKTASIndan-Mazhardan-Masdardan DEVR-AN-a Sok-AN…
Hüküm ve Hikmet sahibi, Küllî ŞEY’i Yartana, sevk ve idare eden, hesaba çeken ve Tecellî Tasarrufunu İZZET, AZAMET, ŞEVKETle OL-AN da KULlanan TEK-EŞsiz El Mâlik ALLAH celle celâlihu…



يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Resim---“Yevme hum bârizûn(bârizûne) lâ yahfâ alâllâhi min hum şey’un, li menil mulkul yevm(yevme), lillâhil vâhidil kahhâr (kahhâri) :O gün onlar (kabirlerinden dışarı) çıkarlar. Onların hal ve amellerinden hiç bir şey Allah’a gizli kalmaz. (Allah şöyle buyurur): “Kimin mülk bugün?” (Hiç kimse buna cevab veremez, yine Allah buyurur): “-Kahhar, herşeye galib olan (eşsiz) tek Allah’ındır.” (Mu'min 40/16)


Akl-ı SİLM ile baktığında görürsünki bu Şehadet Âleminde cANsız yoktur “SeBBaHa!” da..
Bir Damla SU dan yaratılan her cANLı ve AKIL TEK ve İLK NOKTadadır..
Birtektir SU, Kapları yerleri vs değişik sanmak AKLın kendi AL-gısıdır..
Tek Yaratanın YARdımı Sürdüğü Sürece bu Muazzam DEVR-AN Dönecektir DÂİ-MÂ…


وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِن مَّاء فَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاء إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim---“Vallâhu halaka kulle dâbbetin min mâin, fe minhum men yemşî alâ batnih(batnihi) ve minhum men yemşî alâ ricleyn(ricleyni) ve minhum men yemşî alâ erba’(erbain), yahlukullâhu mâ yeşâu, innellâhe alâ kulli şey’in kadîr (kadîrun) : Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Nûr 24/45)


Ömrünü sadece Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve Kur'ân-ı Kerim için harcayan Aziz Muhammedî Üstad Said Nursî kaddesallahu sırrahu ne güzel anlatır:
"İşte, birşeyi herşey yapmak, elbette bir Kadîr-i Mutlakın işidir. Hem yenilen hadsiz taamlardan, o taam ise hayvanî olsun, nebatî olsun, o müteaddit maddeleri, has bir cisme kemâl-i intizamla çeviren ve ondan mahsus bir cilt nesceden ve ondan basit cihazları yapan, elbette bir Kadîr-i Külli Şeydir ve Alîm-i Mutlaktır. Evet, Hâlık-ı Mevt ve Hayat, şu destgâh-ı dünyada, hikmetiyle, hayatı öyle bir kanun-u emriye-i muciznümâ ile idare ediyor ki, o kanunu tatbik ve icra etmek, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan bir Zâta mahsustur."

"İşte, eğer aklın sönmemişse, kalbin kör olmamışsa anlarsın ki, birşeyi kemâl-i suhulet ve intizamla herşey yapan ve herşeyi kemâl-i mizan ve intizamla, san'atkârâne birtek şey yapan, herşeyin Sâniine has ve Hâlık-ı Külli Şeye mahsus bir sikkedir."

(Sözler, Yirmi İkinci Söz)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SUNULLAH GAYBİ DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen kulihvani »

66

Her inânın rengine göre olur o munsabig
Kabiliyyet rengini tutar hakîkat levn-i mâ


İna: İnâyet (a): Yardım etmek, lütuf meded etmek.
Munsabig: (Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden.
Kabiliyyet : Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik


Bu İmkan Âleminde her inayet edilen, mazhar-Zuhur Yeri olan rengine-yaradılış sebebine göre olur boyanması-kaderlenmesi takdiri ve tecellisi.
Suyun gerçek renginin yerini artık yaratılanın kabiliyet rengi alır ve ona nisbet edilir.


Müfredât olur mürekkeb her mürekkeb müfredât
Bu tahavvüldür görünen geh baka vü geh fenâ


Müfredât: Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri. Bir şeyin içindekiler. Basit ve gayr-i mürekkeb şeyler. Toptan mâlum olan şeylerin tafsilâtı, birer birer zikrolunmuşları.
Mürekkeb: (Rükub. dan) Terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış. Yazı yazmaya mahsus boya terkibi. Karışmış, muhtelit. Bitecek yer, münbit. Asıl, esas.
Tahavvül: (Hâl. den) Birinden diğerine geçmek. Tebdil olunmak, değişmek. Dönmek. Bir hâlden başka bir hâle geçmek.
Bakâ: Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma. İlm-i Kelâm'da : Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır. Bâki olmak. Ebedîlik.
Fenâ: (Beka'nın zıddı) Yokluk. Yok olma. Geçici dünya. Geçip gitme. Tas: Kendi varlığından geçmek


Bu Şehadet Âleminde, Vahdet-ASL gözüken tek parçalıklar, iyi incelendiğinde Kesret gözüken FASL tafsilatı- Bileşikliği ve parçalar halinde gözükmesinin özü Vahdet tekliğidir. Halbuki bu Âlemde her TEK, ÇOKluklardan oluşur.
İnsan AKLının Anladığı ve ZEVKine vardığı ANA Gerçek:
Kasrette Vahdet, Vahdette Kesret Görüşü HAKKtır.
Bu halden hale geçiş sürer gider Akıl için..


Meyvenin aslı dırahtdır hem dırahtın aslı ol


Diraht: f. Ağaç. Şecer.
Diraht-ı Âlem: Âlem Ağacı.


Bu ÂLEMler Meyvesinin-Tohumunun ASLı, Âlem Ağacıdır.
Oysa Âlem Ağacının ASLI ise onu yartatan O ALLAH celle celâlihu dur..


Asl fer'in fer' aslın aynıdır gayrı değil
Biri icmâl biri tafsîl görünürler sûretâ


Asl: Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde.
Fer': Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak.
İcmâl: Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek. Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice.
Tafsîl: Etraflı olarak bildirmek. Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
Sûreta: Görünüşte. Zâhiren.


Bu âlemde Zerre-Kürre her fer’-parça, ASLının aynıdır gayri değildir.
Zâhiren-dıştan bakıldığında; ASL, İcmal Netice-sonuç ve Fer’-Parça ise açıklama gibi detaylı görünür.

ASL OL-AN RABBülâlemin AKRABAlığı açıktır Kelamullahta:


وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
Resim---Ve lekad halaknel insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi : Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)

Bu Mülkiyyetler Âlemi sanılan ÇOKluk ÇÖLÜnde gerçek vet tek Mâlik ise:


يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Resim---“Yevme hum bârizûn(bârizûne) lâ yahfâ alâllâhi min hum şey’un, li menil mulkul yevm(yevme), lillâhil vâhidil kahhâr(kahhâri): O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır. Ali Bulaç:O gün, orta yere çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. (Allah sorar:) "Bugün mülk kimindir? Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır." (Mu'min 40/16)

Oysa Çokluktan oluştuğunu sandığımız FER’ olan Yer ve Göklerde olanlarsa O’ndandır ve NURudur:


اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim---“ALLÂHU NÛRUS SEMÂVÂTİ VEL ARD (ardı), meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâh(mısbâhun), el mısbâhu fî zucâceh(zucâcetin), ez zucâcetu ke ennehâ kevkebun durrîyyun, yûkadu min şeceratin mubâraketin zeytûnetin lâ şarkîyetin ve lâ garbiyyetin, yekâdu zeytuhâ yudîu ve lev lem temseshu nâr(nârun), nûrun alâ nûr(nûrin), yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu, ve yadribullâhul emsâle lin nâs(nâsi), vallâhu bi kulli şey’in alîm(alîmun): ALLAH, GÖKLERİN VE YERİN NURUDUR. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah, her şeyi bilendir.” (Nûr 24/35)

Bu vücûdun bâtınıdır cevher-i evvel denen
Seyr eder a'râzını ol nitekim seyr-i nevâ


Cevher: Bir şeyin özü, esası.
A'râz: (Araz. C.) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler.
Nevâ: Hıfzetmek, korumak. Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz.


Cevher-i evvel ve ÖZ-ASL denilen, Şu Mevcudatın geçici VÜCUDunun BÂTINıdır ve el BÂTIN ALLAH celle celâlihu dur.
ALLAH celle celâlihu her AN Şe’enullahta yeniden yaratır ve seyreder kendi başınalıkları olmayan KÂİNAT Âlemet-Âyetleri Arazlarını her yer hallerini koruyarak ahenk içinde, Sünnetullah içinde..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SUNULLAH GAYBİ DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen kulihvani »

71

Cevherin her mazharında bir zuhûr-u hass var
Cümleyi câmi' zuhur-ı âdem-i akd-el-kuzâ


Cevher: Bir şeyin özü, esası.
Mazhar: Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
Zuhûr: Meydana çıkmak. Ansızın meydana gelmek. Baş göstermek. Görünmek. Hulul. Galip olmak. Âlîkadr.
Hass: (C.: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan. Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid. Saf.
Akd: Anlaşma. Sözleşme. Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.*
Kaza: Allah'ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi.


ASLın her ortaya çıktığı yerde, göründüğü AYNada, ASLın FASLında TEK OLAN’a ait özellik ve güzellik İMZAsı vardır.
ÂDEM aleyhisselâm ın Kaza-Kader BEZM-i ELEST AKDi diğer bütün yaratıklarınkini AKLından dolayı cem’ etmiş toplamıştır.
İster bir insan Spermine ister bir İncir Tohumuna bak, onda ilk ve son tohumu diriden diriye göreceksin!


وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
Resim---“Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne) : Hatırla ki, Rabbin, Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şâhid tutarak; “-Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurduğu vakit onlar da; “- Evet, Rabbimizsin, şâhid olduk”, demişlerdi. Bu şâhid tuşumuzun sebebi, kıyamet günü, bizim bundan haberimiz yoktu, dersiniz diyedir.” (A'râf 7/172)


Mazhar-ı âlem sıfatdır kudret izhâr eyledi
Mazhar-ı âdem sıfât-ü-zâtına etdi devâ


Mazhar: Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.
Zuhûr: Meydana çıkmak. Ansızın meydana gelmek. Baş göstermek. Görünmek. Hulul. Galip olmak. İzhâr: Açığa vurma. Meydana çıkarma. Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
Deva: İlâç, çare. Hastalığın iyi olmasına sebeb olan gıda.


ÂLEMde görülen İlahî Tecellî ALLAH celle celâlihu nun KUDRETULLAH gösterisidir.
ÂDEMde görülen İlahî Tecellî ise ALLAH celle celâlihu nun sıfât ve zâtına ait İlahî Tecellîdi ve Salah ve Felaha hidayet yoludur.


İster isen bak dırahta gör sıfâtın meyvesin
İster isen meyveye bak zâtına eyle salâ


Dıraht: f. Ağaç. Şecer.
Salâ: Namaza davet için çağırmak. Minarede okunan salavat, dua.


İster isen bak Yaratılış Ağacına (ÂLEM) da Hakkın sıfâtının meyvesini gör.
İster isen meyveye (ÂDEM) bak da ZÂTına İşaret ve Şehadet eden TOHUMu gör!
Ve ALLAH celle celâlihu ya SILA SALLı yap!.



İster isen âleme bak kudretini gör anın
İster isen âdeme bak zâtına kıl iktidâ


İktidâ: Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek.

İster isen ÂLEMe bak ALLAH celle celâlihu nun Kudretini gör!
İster isen ÂDEMe bak da ALLAH celle celâlihu ZÂTını DUY ve UY-tâbi OL!.



Bağbân-ı dehre lâzım meyve-i âdemdurur
Müsmir olmayan ağaca bağbân vermez behâ


Dehr: Sonsuz zaman.
Müsmir: Hayır veren, meyve veren, faydalı netice veren.
Behâ: f. Kıymet. Değer. Bedel. Pahâ.


Sonsuz zaman gibi algılanan zamansızlık DEHRi bağının bahçıvanına uygun olan meyve bu bağda ÂDEMdir.
Zâten fayda-semere vermeyen ağaca bahçıvan da bir değer-kıymet vermez ki..


قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا
Resim---“Kul mâ ya’beu bikum rabbî lev lâ duâukum, fe kad kezzebtum fe sevfe yekûnu lizâmâ(lizâmen) : (Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ey inkârcılar! Size Resûl'ün bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır!” (Furkân 25/77)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SUNULLAH GAYBİ DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen kulihvani »

76

Zât-ı Hakdır her sıfatdan dembedem devr eyleyen
Geh görünür etkıyâ gâhî sıfât-ı eşkiyâ


Dembedem: f. Bazan. Vakit vakit. Arasıra.
Etkıyâ: (Taki. C.) Çok takvâ sâhibi olanlar. Takiler. Takvâda çok ileri giden mes'ud kimseler.
Eşkiyâ: Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler.


HAKK’ın Zâtındandır her bir Sıfatullahtan DEVR-ÂN a çıkıp da DEVR eyleyen SEBBAHA Raksına karışan Zerre-ATOM ve Kürre-Kâinat..
Celâl-CemÂL, İbret-Hikmet Sahnesinde Sıfat SEYR-ÂNında bazı hallerde Hakk ALLAH celle celâlihu dan çekinen DUY-AN UY-AN Kavi kalbli Muttakiler olarak görünür cennet sunarlar..
Bazı hallerde kaderde-kadarda “ŞEY” ler DUY-AN ama ASİ Olan yol kesici cehennemciler görünürler..



Meyve sûretinde cümle kimi puhte kimi ham
Ham olanlar eşkıyâ kim puhtelerdir evliyâ


Puhte: (C.: Puhtegân) f. Pişmiş, pişkin. Olgun, kâmil insan.

Âlemdeki ÂDEM meyvesi de her biri TEK kaderde kendine mahsus kimlik ve kişilikte yaratılıp TERCİHlerince kimi ham-çağla-yoz-cahil kalır.
Câhil cesurdur yol da keser baş da keser yakar yıkar eşkiyadır sonuçta.
Kimisi de bal baklava tatlanır olgunlaşır kâmil olur, bastığı yerden ilim edeb irfan fışkırır..



Kimi ham ü kimi puhte olmağa bâis bu kim
Dört zamânın hassasıdır saâdetle şekâ


Bâis: (Ba's. dan) Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren. Yeniden yaratan. Ölüleri tekrar dirilten. Peygamber gönderen (Allah C.C.)
Hassa: (C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir.


Mevcudlar âleminde her bir ŞEY ve KİMSEnin kimisinin ham kalıp kimisinin de olgun olmasını gerektiren sebeb şu ki;
Dört Zaman Diliminin kendine mahsus te’sir etkisi sonucu;
O kişiye mahsus olan saidlik-mutluluk-bahtıyârlık doğar.
Ya da O kişiye mahsus olan reziilik- bedbahtlık doğar.



Ham puhte olmadan düşerse yere nâgehân
Puhte olunca bil anı seyr ede ol şahhâ


Nâgehân: f. Birdenbire, ansızın, âniden.
Şah: f. Pâdişah. Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. Asıl.


Olgun olmadan yere bir sebeble düşen hamların da ASLı AYNıdır faslı ise noksandır.
Yerde olgunlaşır ki ancak kâmil gözü ya da Kâmiller Kâmilince İbret Sahnesinde SEYRÂNa sürülür işinde olgundur..



Puhtenin içi bütündür yere düşerse dahi
Yine kendi kendi mislin aynı düşürür kazâ


Kazâ: İlahî kader.

Hikmet sahnesi baş rol oyuncusu OLGUN-Kâmil meyve yere düşse bile İÇinde Tohumları hazırdır ve İlahî Zincirin halkalarıdırlar..
Meyve parçalanır sanırız oysa nice tohumlar saçılır ve kendisini NESLi Çiçekler açılır Kaderullaah ve Sünnetullah gereği…
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: SUNULLAH GAYBİ DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen nur_umim »

GAYBÎ SUNULLAH

Ahmet F. YÜKSEL

İkiliğin silmeyen,
Hakk’ı canda bulmayan,
"Gaybî" kendin bilmeyen,
Rabb’ın bilesi değil.


Sözleriyle, gönüllere seslenen ve erdiği sırlardan bazılarını fısıldayıveren bir şahsiyetten söz edeceğiz bu yazımızda...
Melamiliğin temsilcilerinden saydığımız ve belki de bu anlayışla kendine Gaybi mahlasını seçen Sunullah, Melami çevrelerinde İbrahim Efendi’nin halifesi olarak tanınır.

Hayatı hakkında detaylı bilgi bulunmamakta, ancak eserleriyle günümüze ışık tutmaktadır. Kütahyalı olduğu bildirilir. İlim tahsilinden sonra İstanbul’a gelip 1059’ da İbrahim Efendi’ye bağlanmış, şeyhi vefat edene kadar burada kalmıştır. 1065 yılında Kütahya’ya dönüp orada yaptırdığı zaviyede irşada başlamıştır. 1072’ de Ruhül Hakika adlı eserini kaleme aldıktan bir süre sonra da vefat etmiştir. Kütahya’da bir türbede medfundur.

1059’ dan 1065’ e kadar sohbetlerine katıldığı İbrahim Efendi ‘nin ahvalini ve sözlerini Sohbetname adını verdiği kitabında açıkça kaydetmiştir. Melamilerin akide ve görüşlerini de dile getirmesi açısından oldukça önemli bir eserdir.
Şeyhini hakkıyla temsil etmiş bir şahsiyet olan Gaybi, İbrahim Efendi’nin tarikat silsilesini ve Melami itikadını Biatname adlı risalesinde özetlemektedir.
1071’de yazdığı Tarikulhak Fitteveccühil Mutlak adlı yazısında da teveccühün Vücud-ı Mutlak’a muhabbetten ibaret olduğunu, bunun İnsan-ı Kâmili sevmekten başka yolu bulunmadığını, Vahdet mülahazası olmadan zikrin boşuna olacağını, zikirden muradın da ancak bu teveccüh, yani muhabbet ve fena olduğunu bildirmektedir.
Bir de divanı vardır. O divanda geçen Keşfül Gıta adlı 99 beyitlik kasidesi Melamiler arasında çok meşhurdur.


"Bir vücuttur cümle eşya, ayni eşyadır Huda,
Hep hüviyettir görünen, yok Huda’dan maada... "


Mısralarıyla başlar. Evvel ve ahirin izafiliğini, meydana gelen her şeyin ilahi tecelliden ibaret olduğunu anlattığı bu şiirde, Hüviyetin zuhurunu dile getirir ve Zâtına duyduğu aşkla güzelliğini seyretmek isteyen o Tek ve Mutlak olanın zuhura gelme muradıyla, gizli hazinesinin fetholup sırrın keşfedilir hale gelmesi için, Arşı, Kürsiyi, unsurları, nebat, ve hayvanı geçtikten sonra, en kemal haliyle kendini ancak insanda seyrettiğini anlatır.

Birçok şiir ve ilahisine konu olduğu üzere "âdem yani insan, varlığın özü ve kemal halidir. Âşık, özünü bilmek, Hakk’ı apaçık görmek istiyorsa, âdeme gelmelidir. Hakk’a giden doğru yol "senden sana"dır. Adem Kuran’ın sırrıdır, Rahmanın arşı ve Zât-ı Subhandır. Nişanı , izi olmayana nişan, âdemdir. "


"Ham olan puht olmadan yere düşerse nâgihân ,
Puht olunca nice bin yıl seyrede ol ham daha"


(Ham olan ansızın olgunlaşmadan yere düşerse, olgunlaşıncaya kadar, ham olarak daha nice bin yıl seyre devam eder.)

"Puhtenin içi bütündür düşse yere ol dahi
Yine kendu mislinin aynına düşürür kaza"


(Olgun olanın içi bütündür, o yere düşse de, kaza onu yine kendi denginin / benzerinin aynısına düşürür)

Mısralarıyla bu alemde olgunlaşmayanların tekrar devre düşeceklerini ifade etmesi, bazılarınca tenasuh /reenkarnasyon gibi anlaşılmıştır, Gaybi’ye göre ise göre, devir ile tenasuh aynı şey değildir." Devir, Berzah aleminde olur. Eğer unsurlar aleminde olsaydı, Tecelliyatta tekrar ve aynılık olurdu" demektedir.
Gaybi, insanın devrini tamamlayıncaya, aslına erinceye kadar dünyada kazandığı huya göre aldığı suretlerde gezeceğini söylüyor. Fakat bunlar manevi olup unsurlar alemiyle ilgili değildir.

"Hakikâte vasıl olanların bu alemden ayrılmaları halinde sırlarının başka bir mazharda ortaya çıkacağını anlatması da reenkarnasyona işaret değildir. Ona göre, Kâmilin tahakkuk ettiği hakikâtten biriyle zuhur anlamına gelmektedir. Arif bir kimse, vefatından sonra kendisi ıtlak aleminde olduğu halde, bu unsurlar aleminde olan diğer bir ariften görünür ve onun ayniyetiyle zahir olur.
İnsan en sonunda hakikâte erecek, ebedi bir söz olacak, vücudundan, vehmi ve mukayyet varlığından soyunacaktır.
Bu hedefe ulaşmada imam aşktır, aşkı inkâr eden, Hakk’ı inkâr eder. Âlem suret-i aşktır, aşk olmadan yapılan ibadetler de tam değildir."
Tacın, hırkanın, taklidin, ham softalığın, riya ve gösterişin bu yolda yeri yoktur. Melamiliğin esasları diyebileceğimiz bu görüşler aşağıdaki dizelerde iyice belirginleşir:


"Tac marifet tacıdır
Sanma gayri tac ola
Taklid ile tok olan
Hakikâtte aç ola..."


Aynı anlayışa
Hararet nardadır, sacda değildir,
Keramet baştadır, tacda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara,
Kudüs’te Mekke’de, Hac’da değildir
diyen Hacı Bektaş Veli’ de de rastlanmaktadır.

Hakk’ın insanın özü olduğunu ve özünü bilene Rububiyetin tac olacağını anlatan Gaybi, "O bir ile bir olup cümle aleme dolan ve sultanlığı bulanın artık kulluk edemeyeceğini" söyler.
Vahdet zevkine erişmeyenin ise, Cennete bile girse gerçek lezzeti bulamayacağını bildirir.


Eğer abid eğer zahid
Bu tevhidi anlamazlar
Dost zatına mazhar düşen
Kendözünü insan görür


Diyerek de görüşünü pekiştirir.
Ona göre,

"Dost iline girmeyip varını yoğunu dosta vermeyen ve Hakk’ı burada göremeyenin yarın da görmesi mümkün olmayacaktır."

"Kendini bilene hakikâtin mirac olacağını" duyuran bu dost seslenişi duyanlardan olmak dileğiyle...

İstanbul - 26.5.2000
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SUNULLAH GAYBİ DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen kulihvani »

81

Münhali' oldur sıfâtın câmi' olur mislini
Ârifin mahlûku olmaz der anınçün asfiyâ


Münhal: Boş, meşguliyetsiz, işsiz. Çözülmüş, çözülen. Memuru bulunmayan. Kim: Erimiş.
Câmi: İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina. Cem'edici, toplayıcı, içine alan. Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan.
Misl: Misil. (Misl) Benzer. Eş. Nâzır. Tıpkısı.
Asfiyâ: Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere (A.S.M.) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar.


İlahî Sıfatlarını ham akıl her ne kadar çözülmüş, boşluk, bu âlem kendi başınaymış gibi sanıp ZANNetse de; her SIFATın Sünnetullahta her AN Özellik ve Güzelliklerini, Nicelik ve Niteliklerini AYNen CEM’AN yürütür.
Her İncir çekirdeği İLK ve SON incir çekirdeğine
ER RABB, EL HAKK; EL HAYY ve EL HUU zİNCİRiyle Bağlıdır ve her AN gösterir gönül gözü BASÎRETine..
Onun için Muahemmedî EHLULLAH OL-ANlar;
ÂRİFler için
EL Hâlik ALLAH celle celâlihu ASLen VARdır ve Vâcibü’l- VÜCÛDdur.
Gözüken MEVCÛD ise, izafî, iğreti ve Geçici gölgelerdir.
Geçici Mahluku ebedî
El Halik ALLAH celle celâlihu gibi düşünemezler.


Elli bin yıl denilir neşr ile ba'sin bir dahi
Kuvvet-i âlem zuhûr-u âdeme vere cilâ


Neşr: Neşretmek, yaymak, bir haberi fâşetmek, herkese duyurmak, şâyi kılmak
Ba's: Gönderme, gönderilme. Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi. Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ. Uykudan uyandırma.
Cilâ: Parlaklık, parlatma, perdaht, lostura.


Âlemlerin NEŞRi, VARından-NURundan VARedilmesi ile ÂDEM’in Yaratılıp DİRİ kılınması arasında elli bin yıl Zam-AN dilimi var denir ki insan aklı ne çokmuş desin diye..
Oysa bin ve Elli bin senelik beşer yolculuğu Kur'ân-ı Kerimde;


يُدَبِّرُ الْأَمْرَ مِنَ السَّمَاء إِلَى الْأَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ أَلْفَ سَنَةٍ مِّمَّا تَعُدُّونَ
Resim---“Yudebbirul emre mines semâi ilel ardı summe ya’rucu ileyhi fî yevmin kâne mıkdâruhu elfe senetin mimmâ teuddûn(teuddûne) : Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O'nun nezdine çıkar.” (Secde 32/5)

تَعْرُجُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ أَلْفَ سَنَةٍ
Resim---“Ta'rucul melâiketu ver rûhu ileyhi fî yevmin kâne mikdaruhu hamsîne elfe seneh(senetin) : (Bu makamların) her birine, melekler ve cebrâil, miktarı elli bin yıl olan, bir günde çıkar.” (Meâric 70/4)

Ki böylece önceden Yaratılan ÂLEM KuVVesi, İnsan için salahiyetli bir halife iktidarı mekanı olsun.
Âlem KUVVEsi, İnsan NüVVesine Tecellî ortamı OLsun..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SUNULLAH GAYBİ DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen kulihvani »

Batn-ı âlemden bu denlü yılda doğar âdemî
Âdem-i ulvi anınçün âhır olur münteha


Batn: İç, karın, insanın içi. Mide. Soy, nesil. Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.
Denlü (t): Kadar. Bu denlü: Bu kadar.
Ulvi: (Ulviye) Yüksek, yüce. Manevî ve göğe mensub.
Münteha: Son, en son derece, en son yer, nihayet. Son uç.


İçinde yaşadığımız küllî ŞEYin-Kâinatın, Zâhiri ÂLEM ve Bâtını ÂDEM iken.
Âlem Batnından-karnından bu kadar çok Âdemoğlu doğmaktadır.
Yaratılış Ağacının ÖZ Tohumu AKIL Sahibi ÂDEMin, bu türlü yüksek Manevî değerde oluşu ONU yaratılış sebebinin SON-UÇ-u kılar...



Mâhasal bu neş'enin kadrin bil ey kadrin senin
Bir dahi bu sûret üzre sana yokdur kahkara


Mâhasal: Hâsıl olan, meydana gelen. Netice, sonuç.
Neş'e: Gönül açıklığı, sevinç. Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey. Yiğit olmak. Yüksek olmak.
Kadr: İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına.
Kahkara: Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme.


Şu AN E’ÂNULLAHta her AN OL-makta OL-AN yeniden yaratılış NEŞ’Esine iştirakin kıymetini bil ki, İNSAN olarak bu değerlerin tepesinde senin kadir kıymetin vardır.
Ve sen ASLa bu BEDEN Sûreti, İnsan kılığı-kılıfı-kafesi içinde, Nefs Sîreti, AKLı, cANıyla geri dönüp yeniden NEŞ’Elenmek imkanı bulamayacaksın!..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: SUNULLAH GAYBİ DİVANI ŞERHİ

Mesaj gönderen kulihvani »

Dahi mülk-ü saltanatdır serbeser âlem sana
Başına urmuş hilâfet tâcını ol pâdişâ


Serbeser: f. Baştan başa.
Urmuş: Takmış, geçirmiş, koymuş.


Ve Dahi,
Halifetullah olarak bu ÂLEMde ne var ise sana musahhar kılınmıştır ve salatanat MÜLKündür.


وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مِّنْهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لَّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Resim---“Ve sahhare lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minh(minhu), inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne) : Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini (Allah) kendi katından sizin hizmetinize bağladı-MUSAHHAR kıldı. Şübhesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için ibretler var.” (Câsiye 45/13)

إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاء مِن مَّاء فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخِّرِ بَيْنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Resim---“İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri vel fulkilletî tecrî fîl bahri bimâ yenfeun nâse ve mâ enzelallâhu mines semâi min mâin fe ahyâ bihil arda ba’de mevtihâ ve besse fîhâ min kulli dâbbe(dâbbetin), ve tasrîfir riyâhı ves sehâbil musahhari beynes semâi vel ardı le âyâtin li kavmin ya’kılûn(ya’kılûne): Şüphesiz Göklerin ve Yerin yaradılışında, gece ile gündüzün biribiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akan gemide, Allahın yukarıdan bir su indirib de onunla Arzı ölmüşken diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanatı yaymasında, rüzgârları, değiştirmesinde, Gök ile Yer arasında müsahhar bulutta, şüphesiz hep bunlar da akıllı olan bir ümmet için elbet Allahın birliğine âyetler var.” (Bakara 2/164)

İslâm'a göre eşref-i mahlukat- insan en şerefli varlıktır.
En güzel biçimde yaratılmış, izzet ve şeref bağışlanmış, kâinattaki her şey kendisine musahhar kılınmıştır.
O, yeryüzünde Allah'ın halifesidir.
Bu nedenle doğuştan dokunulmaz hak ve özgürlüklere sahip kılınmıştır.

Küllî ŞEYin YARATICISI ALLAH celle celâlihu, işte bu muhteşem Subhânî SALTAnatın SULTANlık TACInı-AKLı başına sancak eylemiştir...
El Kerîm ALLAH celle celâlihu, mükerrem kıldığı İNSANı yeryüzüne HALİFE EYlemiştir.


وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Resim---“Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh(halîfeten), kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâ(dimâe), ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek(leke), kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn(tâ’lemûne) : Hani Rabbin, Meleklere: "Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti. Onlar da: "Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" dediler. (Allah:) "Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim" dedi.” (Bakara 2/30)
Resim
Cevapla

“►Allah Dostları Divan Şerhleri◄” sayfasına dön