Oğlanlar Şeyhi İSMAİL MAŞUKÎ İBRAHİM AKSARAYÎ (ks)

Cevapla
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Oğlanlar Şeyhi İSMAİL MAŞUKÎ İBRAHİM AKSARAYÎ (ks)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Oğlanlar Şeyhi İSMAİL MAŞUKÎ İBRAHİM AKSARAYÎ (ks)

TASAVVUF ZEVKinin ŞERHi

Bidâyette tasavvuf, sufî bî-can olmaya derler
Nihâyette, gönül tahtında sultan olmaya derler..


Tasavvuf, başlangıçta Sûfinin cansız olmasına, canından vaz geçmesine derler.
Seyr ü süluk sonuçta ise gönül tahtında SULTAN olmaya derler.


Resim

Tarikatde, ibâretdir tasavvuf mahv-ı sûretden
Hakikatde, sara-yı sırrda mihmân olmaya derler..


Tarikatta Tasavvuf, Sûretin mahv olmasından, beşerî noksanlıklardan kurtuluşundan ibarettir.
Hakikatte Tasavvuf, Sırr Sarayında misafir olmaya derler..


Resim

Bu âb u kil libasından tasavvuf, âri olmakdır
Tasavvuf cism-i sâfi nur-i Yezdân olmaya derler..


Tasavvuf, bu SU ve Toprak Elbisesinden temzilenmektir, Benden-Nefs derdinden kurtulup Kalb-Ruh güzelliklerini açığa çıkarmaktır.
Tasavvuf, İnsanın cisminin safî-katışıksız Nurullah olmasına derler.


… اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
''Allahü nurus semavati vel ard…: Allah, göklerin ve yerin nûrudur.''…” (Nur 24/35)

Resim

Tasavvuf, lem’ayı envar-ı Mutlak’dan uyarmakdır
Tasavvuf, ateş-i aşk ile suzan olmaya derler..


Tasavvuf; Kalb Çırasını, Mutlak Nurdan-Nurullahdan yakmaktır
Tasavvuf, Aşk Ateşi ile kor-alev yanmaya-yakmaya derler.


Resim

Tasavvufda şerait nâme-i hestiyi dürmekdir
Tasavvuf, ehl-i şer’ü ehl-i iman olmaya derler..


Tasavvufun şartları, tasavvuf yolcusunun dünyayı ve ahreti terk etdikten sonra kendi varlığını da terk ederek, geçici varlığının mutlak olan Allah'ın karşısında hiç bir değerinin olmadığını idrak ederek defterini dürmesidir.
Tasavvuf, iman ehli ve şerr ehli olmasına derler..


Resim

Tasavvuf âri olmaktır hakimen âdetullaha
Tasavvuf, cümle ehl-i derde derman olmaya derler..


Tasavvuf, Allahu zülcelâl Teâlâ’nın yaratış, sürüdürüş, bitiriş ve hesaba çekiş sünnetine yakışır tarzda yaşamak için tertemiz olmaktır.
Tasavvuf, bütün dert çekenlerin derdine derman olmaya derler..


Resim

Tasavvuf ten tılsımın ism miftahıyla açmaktır
Tasavvuf, bu imaret küllî viran olmaya derler..


Tasavvuf, herkesin gözüken kendi olan ve herkesin bilip çözemediği gizli sır BEDEN tılsımını, esmâ anahtarıyla açmaktır.
Tasavvuf, gözüken-gözükmeyen kısımlarıyla birlikte Benlik Sarayının yerle bir olmasına derler.


Resim

Tasavvuf, kâli hâle tebdil eylemekdir bil
Dahi her söz ki söyler âb-ı hayvan olmaya derler..


Tasavvuf, insanın ağzıyla söylediği sözün gereğini bizzat yaparak Hâllerini yaşayarak işe çevirmektir bunu bil!
Bunu yaptığı takdirde ise hersözü artık âb-ı hayvandır, âb-ı hayattır- Ölümsüzlük Suyu olmasına derler.


Resim

Tasavvuf ilm-i tâbirat u te’vilatı bilmektir
Tasavvuf can evinde Sırr-ı Sübhan olmaya derler..


Tasavvuf, Tasavvufun İfâde şekilleri ve Zâhiren yakın mâna ve delil nakletmek sebebiyle başka mâna verme Te’vilatı İlmini bilmektir.
Tasavvuf, Can evinde Subhanın Sırrlarını yaşayan olamya derler..


Resim

Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü valeh olmakdır
Tasavvuf Hakk’ın esrarında hayran olmaya derler..


Tasavvuf, Devran, Seyran, Cevlan sonunda Hayranda en büyük Hayret içinde Kendinden geçercesine haz duymak ve de keder ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış olmaktır.
Tasavvuf, Hakk Teâlâ’nın sırlarında Hayran olmaya derler..


Resim

Tasavvuf kalb evinden mâsivallahı gidermektir
Tasavvuf kalb-i mü’min arş-ı Rahmân olmaya derler..


Tasavvuf, Kalb evinden Masivayı- Tevhidullahtan başka her şeyi temizlemektir.
Tasavvuf Sufînin; Diliyle ikrar edip Müsülüman olduğu Tevhidi, kalbiyle tasdik ederek Mü’min olmasına ve de bunu;
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi BİLerek, BULarak ve O’nun Kalbinde OLarak Arş-ı Rahmânda Şehâdetini yaşamasına derler.


Resim

Tasavvuf her nefesde şarka vü garba erişmekdir
Tasavvuf bu kamu halka nigehbân olmaya derler..


Tasavvuf, her nefeste Doğu-Batı, Doğum-Ölüm ve her AN da OL-AN Şe’enullaha İştiraktır..
Tasavvuf, şu AN OL-AN her Halkedilene OLUŞ içinde gözcü, gözetici ve bekçi olmaktır ve kısacası fiilen Şeenullahın farkına varıştır.


Resim

Tasavvuf cümle zerrat-ı cihanda Hakk’ı görmekdir
Tasavvuf kün gibi kevne nümâyan olmaya derler..


Tasavvuf, Bütün KÜRRElerin ANAsı ZERRElerde HAKK Teâlâ’yı eserinde seyrediş, görüş ve ANlayıştır.
Tasavvuf, bütün Kâinat mevcudlarında şimdi, şu ANda OL-AN’ın sebebi “Kûn!:OL!” emrini duyup “Feyekun; Olur!” oluşuna iştirak şehadetini yaşayış görüşünde olmaya derler..


Resim

Tasavvuf anlamakdır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleyman olmaya derler..


Tasavvuf, yetmiş iki milletin dilini anlamaktır.
Akıl Âlemine, Süleyman olmaya derler..
Sufî aklının, İlahî İlim öğretimi ve Muhammedi Edeb Eğitimi ile NAKLe kavuşarak her dilin ve ŞEYin lisanını ANlama melekesidir..


Süleyman Kuş Dilin BİLir dediler
SÜLEYMAN varSüleymandan içerü!

Yunus EMRE

Resim

Tasavvuf urvetu’l vüska yükün can ile çekmekdir
Tasavvuf mahzar-ı âyât-ı gufran olmaya derler..


Tasavvuf, tâğutları-İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkedenleri reddedip sadece ve sadece Allah'a inanma yükünü Varlık sebebi olan CAN ipi-Habli’l- Veridle-Şah Damarıyla çekmektir..
Tasavvuf, Cenab-ı Hakk'ın günahları affedip örteceğini ve rahmetini vereceğini vaadettği bağışlama âyetlerine mazhar - zuhur ve fiilen ortaya çıkış yeri olamaya derler.


لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).: Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.''” (Bakara 2/256)

Resim

Tasavvuf ism-i a’zamla tasarrufdur bugün kevne
Tasavvuf câmi’-i ahkam-ı Kur’ân olmaya derler..


Tasavvuf, İnsan-ı Kâmilin Âdem aleyhisselâmın AKLına Ezelde yüklenen Esmâlar içindeki eşsiz ism-i a’zamla bu ğün-Şu AN yeniden yaratılAN Kâinat-Mevcudiyete tasarruftur. OLUŞa Şehadetle İştirakı ANlayış Ârifliğidir derler.
Tasavvuf, Kurân-ı Kerimin bütün Hükümlerin tümünü -İlahî Nakli, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem den ilhamla Kalb Kur’ânında bulmaya derler..


Resim

Tasavvuf her nazarda zât-ı hakk’a nazır olmaktır
Tasavvuf sufîye her müşkil a’sân olmaya derler..


Tasavvuf, her bakışta her ŞEY’de Hakk Teâlâ’ya görmektir ESERinde.
Tasavvuf, Sufînin, Her AN Hazır-Nazır OL-AN Hakk Teâlâ’nın Huzurunda Hazır olduğu ANlayışından dolayı her ZORluğun KOLAY olamasına derler.


Resim

Tasavvuf ilm-i Hakk’a sinesini mahzen etmekdir
Tasavvuf sufî bir katreyken umman olmaya derler..


Tasavvuf, İnsanın Sînesini-Nefsini-Kalbini Hakk İlmine mahsus kılmaktır.
Tasavvuf, Sufî kendi BENliğinde bir damlayken, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi BİLerek, BULarak ve O’nun Kalbinde DERYA OLmaya derler.


Resim

Tasavvuf külli yakmakdır vücudun nâr-ı lâ ile
Tasavvuf nur-i illâ ile ihsan olmaya derler..


Tasavvuf, Sufînin Vücudunun tümünü,TEVHİDin “Lâ İlâhe” İnkar kısmının “Lâ Ateşi” dağlamaktır.
Tasavvuf, TEVHİDin “İllâ ALLAH” İkrar kısmının “İllâ NURu” ile İHSAN BULmaya-OLmaya derler..


Resim

Tasavvuf on sekiz bin âleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf nuh felek emrine fermân olmaya derler..


Tasavvuf, Muhammedî İlim, İrade, İdrak ve İştirakle Şeriat-ı Garra içinde yapıldığında on sekiz bin Âlemin “Rahmetenlilâlemin”i Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi BİLerek, BULarak ve O’nun Kalbinde OlarakYaşamaktır.
Tasavvuf, Dokuz gökler âlemine geçerli EMRe Ferman olmaya derler.


Nuh Felek: Dokuz Gök (eskiden gökyüzünün dokuz tabakadan oluştuğuna inanılırdı.)
Fakat burada gökyüzünden kasıt, bu gün anladığımız mânâda değildir. uzayın derinlikleri desek daha doğru olur belki.
birinci kat gök: kamer(ay)
ikinci kat gök: utarid(merkür)
üçüncü kat gök: zühre(venüs ya da çobanyıldızı)
dördüncü kat gök: şems(güneş)
beşinci kat gök: merih(mars)
altıncı kat gök: müşteri(jüpiter)
yedinci kat gök: zuhal(satürn)
sekizinci kat gök: felek-i sâmin(neptün ?)
dokuzuncu kat gök: felek-ül-a'zam ya da felek-ül-eflak (plüton ?)


Resim

Tasavvuf “Kul kefâ billah” ile davet dürür halkı
Tasavvuf “irciî” lafzıyla mestân olmaya derler..


Tasavvuf, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin tüm halka“De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab'ın bilgisi olan (Peygamber) yeter.” da’vetidir.
Tasavvuf, sen O'ndan O senden hoşnut olarak Rabbine dön!” EMRiyel sarhoş olup ebeden dönmektir DEVR-ANda..


وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَسْتَ مُرْسَلاً قُلْ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِندَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ

" Ve yekûlullezîne keferû leste murselâ(murselen), kul kefâ billâhi şehîden beynî ve beynekum ve men indehu ilmul kitâb(kitâbi).: Kâfir olanlar: Sen resûl olarak gönderilmiş bir kimse değilsin, derler. De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab'ın bilgisi olan (Peygamber) yeter.” (Ra’d 13/43)

ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً
“İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).: Sen dön o rabbına hem râdıye olarak hem merdıyye de- dön Rabbine, sen O'ndan O senden hoşnut olarak!” (Fecr 89/28)

Resim

Tasavvuf günde bin kere ölüp yine dirilmekdir
Tasavvuf cümle âlem cismine can olmaya derler..


Tasavvuf, Her AN Olmakta OL-AN “KUN:OL!” EMRiyle Yeniden Yaratılmaktır Şe’enullahta..
Tasavvuf, El Hayy Esmasının Teklik ve Mutlaklığını Anlayarak Âlemlerde ki Cisim bürünmüş CANların, BİZ BİR-İZ Sırr-ı Sıfırını BİR cAN olarak Yaşamak Şehadeti Şerefidir Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemde…


Resim

Tasavvuf zât-ı insan zât-ı hakk’da fani olmakdır
Tasavvu can-ı canan can-ı canın olmaya derler..


Tasavvuf, Sufînin Kendi BENşiğinden Oluşan İnsan Kimliğini İNSAN-ı Kâmil Tâlim-Terbiyesiyle Hakk Teâlâ’nın İlminde eriterek Yok Olmasıan derler.

Resim

Tasavvuf bende olmakdır hakikat hak ey İbrahim
Tasavvuf şer’-i Ahmed dilde bürhan olmaya derler..


Ey İbrahim Tasavvuf, Hakk Teâlâ’nın Hakk OL-AN Hakikatına Kul-köle OLamaktır.
Tasavvuf, Resûlullah sallallahu aleyhi ve selemin AHMEDÎ Şeriatının Sufî Dilinde Bürhan- Delil, hüccet, isbat vasıtası Olmasına derler..


Oğlanlar Şeyhi İsmail Maşukî İbrahim Aksarayî (ks)


Not:
1528 yılında, Kör Göz, Sağır Kulak ve Mühürlü Kalb Ehlince 20-24 yaşında ve candaşlarıyla BİZ BİRlikte başı kesilip denize atılan bu yiğit yürekli Melâmet Eri Hemşerimin ZEVKini Şerh etmeye çalıştım..
Son sözünü soran Kapı Kulu Şeyhülislama:
“Öldürünüz beni!
Bu bana yapılacak en büyük bağıştır.
Yaşamak benim için haksızlıkların en kötüsünü işlemem olacaktır.
Hayat, beni canımdan iğrendirmeye başladı artık, çürümüş inanç yıkıntıları arasında.
Benim katledilmemden hayat fışkıracak!”

Diyen Sesini duyarcasına!..


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Oğlanlar Şeyhi İsmâil Mâşukî İbrâhim Aksarayî (ks)

Hicrî 914 târihinde doğmuştur. Babası Pir Ali'nin vefâtından sonra târikatın başına kendisi geçmiştir. İstanbul ve Edirne'de kendisine pek çok mürid kazanmıştır.

Gölpınarlı'nın aktardığı bir rivâyete göre Mâşukî, müritlerine bâzen "ALLAH, ALLAH" zikri yerine "ALLAHım, ALLAHım" dedirtirmiş. Kânûni Sultan Süleyman’ın emriyle oniki öğrencisiyle birlikte pâdişahın yanına gelen İsmâil Mâşukî, pâdişahın önündeki sorgulamasında Vahdet-i vücûd'a dâir görüşünde ısrar etmiş ve Şeyhülislam İbn Kemal'in fetvâsıyla öğrencileriyle birlikte Sultan Ahmetteki At Meydanında îdam edilmiştir.

Müritlerinden Irakizâde Hasan Efendi îdam edildiği yere bir mescit yaptırmış ve Oğlan Şeyhin îdam edildiği yere de şehitlik (meşhet) yaptırılmış ve parmaklıkla çevirmiş, daha sonra da aynı yere sembolik olarak bir kabir yaptırılmıştir. Ancak mescit daha sonra yanmıştır.

“Kânûni Sultan Süleyman, İran seferi sırasında bir ara Niğde-Aksaray’ına uğrar, orada zamanın mutasavvıflarından ve Bayrâmî-Melâmîlerinin önde gelenlerinden Pîr Ali-yi Aksarayî’yi ziyâret eder, onunla sohbet eder.
Devrin pâdişâhı bu sohbetten müstefid olur ve Pîr Ali’ye hayran kalır.
Hatta sefer dönüşü tekrar bu melâmet ulusunu ziyâret ile ondan İstanbul’a gelmesini ricâ eder.

Aksaray'lı Ali Efendi bu teklifi kabul etmez.

Ancak Sultan hiç olmazsa oğlunun gönderilmesinden ısrar edince: ‘Oğlumun ismi İsmâil’dir. HAKK yoluna kurban olmaktan dönmez’ diyerek oğlu İsmâil-i Mâşukî’nin İstanbul’a gitmesine rızâ gösterir.”
(Ahmed Güner Sayar, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet Felsefesine Âit Değişmeler, Ötüken, İstanbul 2001, s.28.)

Tabii İsmâil Mâşukî İstanbul’da îdam olunacaktır.
1539'da oğlan şeyh İsmâil Mâşukî Osmanlı Devleti târihinde îdam edilen ilk sûfi oldu.

Hâfız İsmâil Mâşukî, Babası Pir Ali Efendi’nin izniyle İstanbul’a geldiği zaman 20 yaşındadır.
Zâhirî ilimlerin yanı sıra, bâtınî ilimleri de babasından tahsil etmişti.
Genç yaşta olmasına rağmen, dünyâ zevklerini bir kenara itmişti.
Tek meşgûliyeti vardı: Kur’an–ı Kerim ve zikrullah. Bunun için, kendisine “Mâşukî” denilmişti.

Yanık sesi ile okuduğu Kur’an–ı Kerîm’i dinleyenler kendinden geçiyor, kendilerini başka âlemlerde hissediyorlardı.
İstanbul’a henüz yeni gelmiş olmasına rağmen çevresinde büyük bir kalabalık oluşmuştu.

Kur’an–ı Kerîm okumanın yanı sıra, vaazlar da veriyordu.
Ancak, vaazların da söylediği; “Hepimiz, istisnasız, ALLAH–u Teâlâ’nın bir parçasıyız. O’nun bir işâretiyiz. Her zerremiz O’ndan kopmuştur” gibi hikmetli sözleri, kendisi aleyhinde bulunanlara birer dedikodu malzemesi oluyordu.

Kalbi fesad tohumları ile dolu olanlar, Onun sözlerinden bir şey anlayamayanlar, hikmetten nasîbi olmayanlar, Mâşukî’nin bu ve buna benzer sözlerini dillerine dolamışlar, Onun aleyhinde konuşmaya başlamışlardı.
Sonunda, Onun söylediklerini, pâdişah da duymuş, bunun üzerine de söylenilenlerin doğruluk derecesini öğrenmek için, İsmâil Efendi’yi saraya çağırtmıştı.

İsmâil Mâşukî Efendi, Kânûni Sultan Süleyman’ın emriyle, yanında 12 öğrencisi de olduğu halde saraya gelir.

Şeyhu’l–İslâm İbn Kemal Hazretleri de pâdişahın yanındadır.
Huzûra alındıkları zaman Kânûni sormuş:
“Ne diyorsun İsmâil Efendi! Hakkında birtakım söylentiler var. İlahlık taslıyormuşsun: “Hepimiz ALLAH’tan bir parçayız’ diyormuşsun. Böyle vaazlar veriyormuşsun. Doğru mu bu söylenenler?”.

Mâsivâdan ilgisini çeken, ALLAHu Teâlâ'dan gayrı hiç bir şeyle ilgilenmeyen, İsmâil Mâşukî cevap vermiş:
“Ben ALLAH’ım demedim, sümme haşâ! Lâkin hepimiz ALLAH’dan bir parçayız. Ben de ALLAH’dan bir parçayım, dedim. Yine de diyorum!”
Bu cevap üzerine, Şeyhu’l–İslâm İbn Kemâl: ”Bu söylediklerinizde ısrar ediyor musunuz?” diye sorar.

İsmâil Mâşukî Efendi: ”Evet, ölünceye kadar da aynı şeyleri söylerim!” der.
Öğrencileri de Onu tam bir teslîmiyetle tasdik ederler.
Bunun üzerine, hepsi hakkında îdam fetvası verilir.

Ayvansarayî, “Hadîkat’ul Cevâmi”de (C 1, 125)” şöyle beyan eyler:

“Pir Ali Aksarayî’nin Oğlan Şeyh adıyla ünlenmiş oğlu İSMÂİL MÂŞUKÎ (935) 1528 yılında Şeyhulislam İbn Kemâl Paşazâde’nin fetvâsıyla katledilip, cesedi denize atıldıktan üç gün sonra Bebek koyundaki Kayalar Mescidi’nde karaya vurmuş.
Bir dervişine dâhi rüyâda görünerek, orada gömülmesini tembih eylemiş.
Başsız cesedini gömdükten bir gün sonra kutsal başı dahî gelince, onu da yanına defneylemiştir...”

Ben fakir, çevreden sorup soruşturmuş ve türbesine on gün nur yağdığını görenlerden dinlemişimdir ki:

“Şeyh İSMÂİL MÂŞUKÎ katledilerek mubârek cesedi Ahurkapu’dan deryâya bırakılmış. O vakit Pâdişah Hisar’daki Kandilli Bahçe’deymiş. Bir de görürler ki Aziz Şeyh, kendisiyle birlikte katledilen on halîfesi ile Kandilli Bahçe önünde ortaya çıkıp, deryâda deryâ gibi coşmuş semah etmekte!..”


Kalbin ALLAH olduğu içün sûretin RAHMANdır;
Kim Mükevvin ismin ey meh, HÂLIKı ekvândır.

Sûrete nispet mugayir görünür eşyâ kamu,
Lâkin ol ma'ni yüzünden cümlesi bir cândır.

Ayni HAKK oldu vücûdum, kaçma ey HAKK sûreti;
HAKK ile Hak olagör, gel vehmi ko, Şeytândır...

Nûş kıldı çünki rûhum şol şarâbı aşkını
Mest olup yitürdü kendin, bâki ol sultândır.

Kim ki aşk ile vücûdun bildi vü buldu bu gün
Kendü kendi özün yitürmedi; ulu sultândır.


Oğlanlar Şeyhi İsmâil Mâşukî İbrâhim Aksarayî (ks)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

“Sûretinde biz ki Hakk’ın sûretin gördük iyan
Men idemez bizi haktan zahidin efsanesi”

“Ehli aşkın gözüne yeksan görünür daima
Ma'badi âbid ile hem rahibin büthânesi

Sırr-ı ekber sahibidir sırrı meyhânem benim
Her taraftan cezbeder âşıkları humıhânesi

Sad hezaran canım olsa cümlesi sana fedâ
Sen yetersin can bana ey canımın cânânesi”

***

“Senin zâtındürür mescid, ana cümle eder secde
Mescitlerde eğer âşık, kilisede eğer ruhban

Ne sûrette zuhur etsen seni ârif bilür şeksiz
Melâik sûreti olsun ve ger perri ve ger insan

İçenler camı aşkından geçerler kendi canından
Kim içerse bu şerbetten anın işi olur âsan”

***

“Evvel benim âhir benim canlara can olan benim
Azıp yolda kalmışlara Hızır meded olan benim

Dost ile birliğe yeten buyruğu ne ise tutan
Mülk yaratıp dünya düzen ol bahçevan heman benim

Halk içinde dirlik düzen dört kitabı doğru yazan
Ağ üstünde kara düzen ol yazılan Kur'an benim

Yunus değil bunu diyen kendiliğidir söyleyen
Kâfirdürür inanmayan evvel âhir heman benim

Adım MÂŞUKÎ taktım sırrımı âleme çaktım
Bundan ileri dahi dilde söylencek benim…”
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

1528 yılında Hamzavi Şeyhi İsmâil MÂŞUKÎ (Oğlan Şeyh) îdam edilir.
12 halîfesi ile birlikte öldürülen bu 20 yaşındaki bilgin için îdam kararını Şeyhu'l-İslâm Ebu Suud Efendi verdi.
Bu îdamla ilgili fetvalar arasında raksla ilgili bölümler de bulunmaktadır.
Osmanlı'da Karşı Düşünce adlı kitabımızdan bu bölümü aktarıyoruz:

Soru: Suçlu görülerek öldürülen Oğlan Şeyh dedikleri kişi zulmen öldürüldü diyen insanlara ne yapmak gerekir?

Cevap: Onun mezhebinde ise öldürülür...

Soru: Târikat kesiminin önderlerinden bir vâiz (İsmâil MÂŞUKÎ) câmilerde ve kürsülerde açık açık “Zikr halkasından ibâdet niyetine raks ve devran etmek helâldir ve bunun helâl olduğu ayetle ve hadisle kanıtlanmıştır. “ALLAH'ı ayakta iken otururken yanlarınız üzere yatarken de anın diyen âyetin mânâsı yüce ALLAH'ı her durumda anın” demektir. Raks da hâl-i kıyâma dâhildir (Namaz gibidir)” demiştir. Yine “Kim kendini bir millete benzetirse ondandır” diyen hadis gereği raks gökte dolaşan meleklere benzemektir. Tanrının peygamberi bile raks etmiştir. Hattâ kudsal ridâsı arkasından düşmüştür. Bu durumu peygamberin yakınları olan büyük insanlar söylemişlerdir Târikat önderi yine: “Bu bir zevk hâlidir... Tatmayan bilmez' demişler... Haram diyen desin. Biz helâl bildiğimiz şeyi bırakmayız...” dese.
Târikatçının gösterdiği bu kanıtlar gerçek kanıtlar sayılıp sözüne değer vermek doğru olur mu? Eğer söyledikleri doğru sayılmazsa bu târikat önderine ne yapılması gerekir?


Cevap: Yukarıda anılan yüce âyette raksa izin konusunda hiçbir işâret yoktur. O çirkin işin doğruluğuna inanan ve âyeti tanık olarak kullanan kişilerin îman ve nikâh yenilemeleri gerekir. Zîra kelâmullahın anlamını bozarak kendi isteklerine uydurmuşlar. Sözü edilen hadis doğrudur... Fakat insanların hareketini meleklerinkine benzetmek doğru değildir. Zâten şimdiki zaman sûfilerinin ettikleri raks da gerçekte kâfirlerin horon tepmesidir ve bunların eylemleri kâfirlerinkine benzer. “Büyük peygambere raks etti” demek küfürdür. Çünkü raks aşağılık insanların işidir. Peygamberlerden birisine aşağılık eylem yüklemenin küfür olduğu fetvâ kitaplarında yazılıdır. Peygamber dönemindeki ululardan sözü edilen işin (raksın) çıktığını söylemek yalan ve iftirâdır. İmam Şâfii'nin söylediği ileri sürülen söz de yalandır. Hiçbir din bilgini raks helâldir dememiştir. Yalnız semâda çelişkiye düşmüşlerdir.
Dinsel yorumlarda din bilginlerinden (Sünni âlimler) başka kimselerin İmam Gazali ve benzerlerinin sözlerine güvenmek doğru değildir.
Bu biçimde kötüyü güzel göstererek yalan dolancılıkla Şeytanlaşarak halka vaaz eden kişiler sapık azdırıcılardır. Bunlar kâfir olmuşlardır. Şiddetli cezâlar ve hapisle önlenmeleri gerekir.
Eğer bunlar yasaklanmaz ve uslanmaz
“Alimler zevk sâhiplerinin sırlarını bilemezler” diyerek büyük suçlarında direnirlerse dinsizdirler mutlaka öldürülmeleri gerekir. Bundan sonra tevbeleri de geçerli olmaz...

Soru: Târikat önderlerine “Zikrullah ederken devran ve raks haramdır. Bu yararsız işin küfür olduğu fetvâ kitaplarında açıklanmıştır. Ayrıca günümüz müftüsü de bu biçimde fetva vermiştir. Bunu niçin bırakmıyorsunuz?” denildiği zaman; “Bizi şarap içmekten ve buna benzer kötü alışkanlıklardan alıkoyuyor. Bazı sapıkların gönlünü değiştirerek Tanrı'yı anmasına neden oluyor” diye cevap veriyorlar. Gerçektende öyle olsa bu duruma o niyet ile izin verilir mi?

Cevap: Verilmez. Bu şeytanca olan sanı türünden bir aldatmacadır. Günahtan ibâdet doğduğu nerede görülmüştür?.. Onların yaklaşmak istedikleri şey başka bir günahtır. Zâten Cehennemlikler uygun da olsa ateş katlarının birisinden diğerine geçmekte kurtulmuş olmazlar.

Soru: Bir tekkenin mescidinde değişik kişilerle genç oğlanlar toplanır değişik nağmelerle tevhid ederken (Tanrı'yı birleyen müzikle vecde gelirken) bunu değiştirerek kimi zaman “dil-i men can-ı men” deseler... Kimi zaman da “Sen bir ulu sultansın canlar içinde cansın/Çün ayan gördüm seni pinhan kapısı değil” yâhut “Cennet cennet dedikleri bir ev ile birkaç huri/İsteyene ver sen anı bana seni gerek seni...” biçiminde beyitler okusalar (Bu şiirler Yunus Emre'ye âittir.) ve göğüslerini döverek şaşılacak hareketler yapsalar. O yerde oturunlardan bazıları tekkeye giderek buranın şeyhine
“Niçin böyle hareketlere râzı oluyor ve yaptırıyorsun?” diye sorsalar Şeyh de “Size ne deyip 'Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır'” diyen âyetle cevap verse bu şeyhe dinsel olarak ne yapmak gerekir?

Cevap: Bunların halleri ve sözleri tam anlamıyla fuhş olduğu gibi cennet hakkında dedikleri kötü sözler de açık bir küfürdür. Bu kişilerin öldürülmeleri yasalara uygundur.
Şeyhleri olan dinsiz
“Yaparlarsa ne olur?” demekle kâfir olmasından başka bir suçu tapınma sayarak yüce âyeti buna kanıt göstermekle yine kâfir olur. Bu inançtan dönmezlerse kesinlikle öldürülmelidirler.

Soru: Şeyhlerden veya târikat yolundakilerden bâzılarına birisi “Siz niçin namaza ve zekâta ilişkin çaba göstermiyorsunuz?” dese karşıdaki de “Bâtın ilim (öz) yanında zâhir ilim (biçim) utanılacak bir durumdur. Bâtın ilmiyle uğraşan kişi zâten zâhir ilmini anlar” dese ona ne yapmak gerekir?

Cevap: O da dinsiz ve günahkârlardandır. Onun yargısı dinden dönenin yargısı gibidir. Bu geçersiz düşünceden dönmezse öldürülmesi gerekir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

AKSARAYLI PİR ALİ:

Ayaşlı Bünyamin'in halîfesi olan Aksaraylı Pir Ali, zamânın kutbu gavs'ı kabul edilmiştir.
Kerâmet ve himmetleriyle şöhretlidir. Doğum târihi kesinlikle bilinmiyor.
Ancak hicrî 935 târihinde vefât ettiği tezkire ve mezar taşına düşürülen şerh ve beyitten anlaşılıyor.

Pir Ali cezbe ve aşkta eşsizdi. Tevhid yoluna süluk ettikten sonra şeyh ve pir oldu. Ve kendisine kutbiyyet erişti.
Aksaraylı Pir Ali, ikinci devre melâmiliğin şahlandığı ve intişar ettiği bir devrin mîmârı ve pîridir.
Onun kişiliğinde melâmet zirveye varmış ve kendisinde ilâhi azâmet nebean etmiştir.

Diyorlardı ki: “Eğer İbrâhim Ethem hazretleri, fakirin zamânında olaydı terk-i saltanata rızâ vermezdik. Kemâle erişip dünyâ ve âhiret sultanı olurdu. Mûridi Sâdıka terki saltanatı dünyâ lâzım değildir.”

Pir Ali'nin mehdîlik iddiasında bulunduğu söylenir.
Pir Ali “Mehdi” olduğunu söylemiştir ama mehdîlik iddiasında bulunduğu yanlıştır.
Ne var ki Velîler ışıktır; kör gözler aydınlığı sevmez.
Bu nedenle bir takım fitne fücur âleti köstebek misâli kimseler Pir Ali aleyhine atıp tutarak, Pâdişah'a şikâyette bulundular.

Pâdişah da, Pir Ali ile görüştü ve kendisine:

“Sen herkese: Ben Mehdîyim, cennetin dört ırmağı bendedir, dermişsin. Bu sözleri söylediğin doğru mudur?” diye sordu.

Velîler korkusuzdur. İhlâs ve îmanları, onları açık konuşmaya, mertliğe götürür.
Çünkü onlar için bilinmez yoktur; onlara hiç birşey karanlık ve gizli olmaz.
Herşey onlarda durulur, onlarda aydınlığa kavuşur.
Pâdişahın sualine kapalı, kaçamaklı cevap vermedi.
Mehdîlik dâvâsını ve Mehdî'nin ne olduğunu îzah ederek söze başladı ve şöyle tamamladı sözünü:

“ Pâdişahım, şimdilik zâhirde Mehdî sizsiniz. Dört ırmak da cenneti âlâdadır. Bizde ki ırmaklar ise: İlim, aşk, hakîkat ve mârifettir.”

Pâdişah Kânûni Sultan Süleyman şeyhin îzahat ve sözlerinden çok hoşnud kaldı. Ona misâfir oldu. Şeyh Ali Aksarayi, Pâdişaha, bal, süt ve su ikram etti. Bunlar birer rumuzdu. Padişah da kısmen olsun bunu biliyordu. Onun için Pir Ali'ye teveccüh ederek:

“Bunlar pek güzel, Lâkin şarap ırmağı yok mu?” diye tekrar sordu.

Pir Ali tebessüm etti. Başını vezir Pertev Paşa'ya çevirirken:

“ O da var Pâdişahım” dedi ve Pertev Paşa'ya bakıverdi.
Göz güneştir Velîde. Onun ışık ışık bakışları Pertev Paşa'ya öylesine baktı ki, paşa elinde olmadan “ALLAH!” diye nâra atarak yere yıkıldı.

Bu aşk adamının bakışlarından âlemler kurtulamazdı. Pâdişah ayağa kalktı.
Gavs ve kutbiyetine inandığı Pir Ali'nin elini öptü ve onunla halvet oldu.

Çuhadar Pertev Paşa, Pir Ali'nin müridi; Pâdişah Kânûni Sultan Süleyman da dostu olmuştu.

Çelebi Derviş Pir Ali Bahaeddin Halîfe diye künyesi yazılı Pir Ali, Pâdişah tarafından İstanbul'a dâvet edildi.
Pir Ali, dâveti nezâketle red etti. Pâdişah ısrar ettiyse de, kendisini İstanbul'a celbettirmek mümkün olmadı.
Fakat Pâdişah bu kerre oğlu ile gelmesi için ısrar etti.
Pir Ali'nin oğlu İsmâil 18 yaşındaydı. Pir Ali, bunun üzerine:

“ Beni mazur görünüz, fakat oğlumun adı İsmâil'dir. O kurban olmaktan çekinmez” dedi ve oğlu İsmâil'i İstanbul'a gönderdi.

Târihte İsmâil Mâşukî diye anılan ve Pâdişahın fermânı ile îdama mahkûm edilen melâmi şeyhi, işte bu İsmâil'dir.

Bu olay, Pir Ali'nin kutup ve gavs olduğunu açıklayan bir hâdisedir.
Pir Ali öyle bir Velî idi ki tasarrufu ölümünden sonra da devam etmektedir.

Pir Ali edep ve erkân sâhibi idi.
Halkın edebli olmasını, Ahkâmı Muhammedî ile amel etmesini isterdi.
Aksi hareket edenlere celâlini gösterir, onları dâimâ îkaz buyururdu.

İrtihallerinden sonra da, aynı edebin yaşamasını isterdi.
Bu bakımdan Aksaray'lılar, türbesine bakan cephedeki evlerine pencere açmazlardı.

Kendilerine sual sorulunca halk şu cevabı verir: “Bu zatın korkusundan hepimiz titreriz. Bu tekke civârında nice evler yıkıldı, han u manlar söndü. Eşiğine ayak basarken yüreğimiz oynar. Sokağa pencere açmadığımızın sebebi hep budur. Bir evin içinde dünyânın iyi, kötü her türlü hâdisâtı geçer; işte onları göstermemek, mülevvesatı dâhilde bırakmak için pencere açmadık.”

Üstâd Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler isimli kitabında sözünü ettiği bu olay aynen vâkidir.

Ve Pir Ali, bugün bile Aksaray'lılar için bir iltica ve saygı makâmıdır.

Pir Ali'nin İsmâili Mâşukî den başka Süleyman isimli bir çocuğu daha vardır ve Aksaray'da bu âilenin torunları yaşamaktadır ki aziz dostum Nadi Sarıyüz, Pir Ali ahvadındandır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

İsmail Maşukî Efendi

Hafız İsmail Maşukî, Babası Pir Ali Efendi’nin izniyle İstanbul’a geldiği zaman 20 yaşındadır.
Zâhiri ilimlerin yanı sıra, batıni ilimleri de babasından tahsil etmişti.
Genç yaşta olmasına rağmen, dünya zevklerini bir kenara itmişti.
Tek meşguliyeti vardı: Kur’an–ı Kerim ve zikrullah. Bunun için, kendisine “Maşukî” denilmişti.

Yanık sesi ile okuduğu Kur’an–ı Kerim’i dinleyenler kendinden geçiyor, kendilerini başka âlemlerde hissediyorlardı.
İstanbul’a henüz yeni gelmiş olmasına rağmen çevresinde büyük bir kalabalık oluşmuştu.
Kur’an–ı Kerim okumanın yanı sıra, vaazlar da veriyordu.
Ancak, vaazların da söylediği; “Hepimiz, istisnasız, Allah–u Teâlâ’nın bir parçasıyız. O’nun bir işaretiyiz. Her zerremiz O’ndan kopmuştur” gibi hikmetli sözleri, kendisi aleyhinde bulunanlara birer dedikodu malzemesi oluyordu.

Kalbi fesad tohumları ile dolu olanlar, Onun sözlerinden bir şey anlayamayanlar, hikmetten nasibi olmayanlar, Maşukî’nin bu ve buna benzer sözlerini dillerine dolamışlar, Onun aleyhinde konuşmaya başlamışlardı.
Sonunda, Onun söylediklerini, padişah da duymuş, bunun üzerine de söylenilenlerin doğruluk derecesini öğrenmek için, İsmail Efendi’yi saraya çağırtmıştı.

"Yine de söylerim!"

İsmail Maşukî Efendi, Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle, yanında 12 öğrencisi de olduğu halde saraya gelir.
Şeyhü’l–İslam İbn Kemal de padişahın yanındadır.
Huzura alındıkları zaman Kanuni sormuş: “Ne diyorsun İsmail Efendi! Hakkında birtakım söylentiler var. İlahlık taslıyormuşsun: “Hepimiz Allah’tan bir parçayız" diyormuşsun. Böyle vaazlar veriyormuşsun. Doğru mu bu söylenenler?”.

Masivadan ilgisini çeken, Allahu Teala’dan gayrı hiç bir şeyle ilgilenmeyen, İsmail Maşukî cevap vermiş: “Ben Allah’ım demedim, sümme haşa! Lakin hepimiz Allah’dan bir parçayız. Ben de Allah’dan bir parçayım, dedim. Yine de diyorum!”

Bu cevap üzerine, Şeyhü’l–İslam İbn Kemal: ”Bu söylediklerinizde ısrar ediyor musunuz?” diye sorar. İsmail Maşukî Efendi: ”Evet, ölünceye kadar da aynı şeyleri söylerim!” der.
Öğrencileri de Onu tam bir teslimiyetle tasdik ederler.

Bunun üzerine, hepsi hakkında idam fetvası verilir.

“Kanuni Sultan Süleyman, İran seferi sırasında bir ara Niğde-Aksaray’ına uğrar, orada zamanın mutasavvıflarından ve Bayramî-Melâmilerinin önde gelenlerinden Pîr Ali-yi Aksarayî’yi ziyaret eder, onunla sohbet eder. Devrin padişahı bu sohbetten müstefid olur ve Pîr Ali’ye hayran kalır. Hatta sefer dönüşü tekrar bu melâmet ulusunu ziyaret ile ondan İstanbul’a gelmesini rica eder. Aksaraylı Ali Efendi bu teklifi kabul etmez. Ancak Sultan hiç olmazsa oğlunun gönderilmesinden ısrar edince; ‘Oğlumun ismi İsmail’dir. Hak yoluna kurban olmaktan dönmez’ diyerek oğlu İsmail-i Maşukî’nin İstanbul’a gitmesine rıza gösterir.”
Tabii İsmail Maşukî İstanbul’da idam olunacaktır.

(Ahmed Güner Sayar, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler, Ötüken, İstanbul 2001, s.28.)


اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

“Allâhu nûrus semâvâti vel ard(ardı), meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâh(mısbâhun), el mısbâhu fî zucâceh(zucâcetin), ez zucâcetu ke ennehâ kevkebun durrîyyun, yûkadu min şeceratin mubâraketin zeytûnetin lâ şarkîyetin ve lâ garbiyyetin, yekâdu zeytuhâ yudîu ve lev lem temseshu nâr(nârun), nûrun alâ nûr(nûrin), yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu, ve yadribullâhul emsâle lin nâs(nâsi), vallâhu bi kulli şey’in alîm(alîmun) : Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah, her şeyi bilendir. :Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah, her şeyi bilendir.” (Nûr 24/35)
Resim
Kullanıcı avatarı
yaazık
Üye
Üye
Mesajlar: 27
Kayıt: 26 Mar 2012, 06:37

Re: Oğlanlar Şeyhi İSMAİL MAŞUKÎ İBRAHİM AKSARAYÎ (ks)

Mesaj gönderen yaazık »

İSMAİL MAŞÛKÎ’ DEN

Demiştir ki:

“Gel ey sofi bizi men’eyleme aşk-ı tevellâdan
Muhabbetdür ezelde kısmet olan bize Mevlâ’dan

Şarâb-ı aşkıyla yarün ezelden olmuşam bî-hûş
Ebed ayrılmazam andan gönül geçmez bu sevdâdan

Gel ey aşk odına yanmış gönül âyînesin pâk it
Cemâlin göstere cânân ki tâ kalb-i mücellâdan

Şu dil kim âteş-i aşka yanup küllî kül olmaya
Ne bilsün zevkini aşkın ne duysun hâl-i şeydâdan

Gçnül mürğı uçar her dem o dildârın hevâsından
Anın aşkı kanadıyla geçer arş-ı muallâdan

Gönüldür menzil-i cânân gönüldür vâsıl-ı Rahmân
Gönüldür âşık-ı sâdık değil hâl-i temennâdan

Firâkın nârına yandım yetiş ey Yûsuf-i Mısrî
Hicâb-ı hicrüni kaldır ki bu Ya’kub-i âmâdan

Senin hüsnündürür yâ Râb ki Yûsuf’ da eder cilve
Senin aşkındurur yâ Râb zuhûr eder Zelihâ’dan

Bu gün ey dil temâşâ kıl cemâl-i vech-i cânânı
Şu kim görmez anı bugün yarın olur ol a’mâdan

Kamû eşya eğerçi kim haber virür cemalinden
Veli insan olan ismin nişân virür müsemmâdan

Düşübdür derbeder âşık taleb eyler dilârâyı
Dilârâdur gönül içre haber ister dilârâdan

Kanı Ferhâd ile Şîrîn kanı Vâmık ile Azrâ
Kanı Mecnûn-i ser-gerdân haber vir bana Leylâ’dan

Çü sensün âşık u ma’şûk çü sensün tâlib ü matlûb
Haber vir gel nedür şahum murâd olan bu gavgâdan.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: Oğlanlar Şeyhi İSMAİL MAŞUKÎ İBRAHİM AKSARAYÎ (ks)

Mesaj gönderen nur_umim »

HAYy YÂRr SuLtÂN!.

İsmail Maşukî kaddesallahu sırrahu (d. 1508-ö. 1528)

Kalbin ALLAH olduğuiçün sûretin Rahmandır;
Kim Mükevvin ismin ey meh, halik-i ekvândır..

Ey CÂn!
Senin Enfüsün; Kalbinin ÖZü Şahdamarın RABBımız TeÂLÂ’nın AKREB-AKRABa DiYÂRıdır. Bundan dolayıdır ki,
Senin Âfâkın; RahmÂnîyyet Sûreti olan NûRuLLAHtan NÛr-uMuhaMMed aleyhisselâmdır..
Ki ol Er RahmÂN ALLAH celle celâlihu, KÛN feyeKÛN Kâinâtını her ÂN yeniden Şe’ÂNuLLAHta SÜNNetuLLAH üzere yaratıp durandır eyay yüzlüm. Âlemleri, Rahmetenlilâlemîn NÛRunda halkeden

er Rahmân:
Resim
El Hâliku:
Resim
Resim

Sûrete nisbet mugayir görünür eşya kamu,
Lâkin ol ma'ni yüzünden cümlesi bir cândır..

Gerçi sûretleri yaratanı anlatmak için yarattığı sûretlere nisbet/benzeterek anlatmak gerçekle uyuşmaz çünkü, insanoğlunun ham aklınakilsiz olunca madddî manevî Küllî şey-EŞYÂ görünür ve Yaratan RABBımız TeÂLÂ’yı da eşyalaştırır ve küfre düşer.
Lâkin burada bir incelik vardır ki, perde gözüken ve ZÂTı görmeye perde olan madddî manevî Küllî şey-EŞYÂ netice olarak NÛRuLLAHtır..Güneşin ışığı Güneşe götürür gereğince madddî manevî Küllî şey-EŞYÂ da birer CÂNdır bu ÂLeMde ve’s- seLÂMm..


وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِن مَّاء فَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاء إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim---“Vallâhu halaka kulle dâbbetin min mâin, fe minhum men yemşî alâ batnih(batnihi) ve minhum men yemşî alâ ricleyn(ricleyni) ve minhum men yemşî alâ erba’(erbain), yahlukullâhu mâ yeşâu, innellâhe alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun): Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.”
(Nûr 24/45)

Resim

Ayni Hak oldu vücudum, kaçma ey Hak Sûreti;
Hak ile Hak olagör, gel vehmi ko, Şeytândır...

Ey gerçekte El HAKk TeÂLÂ’nın NÛRu/sureti olan kişi, BİZim MeLÂMet Neşemizden kaçıp-gitme ki, bENim MevCÛD gözüken VARlığım HAKk’ın AYNı/AYNası oldu..
HAKk’tan HAKk’ta HAKk’a HAKk’la Hak OLaGÖR ki şu içini kemiren İKİLik=ŞEY-t-ÂN-Lık Korkusundan kurtul ve bıark gitsin onu..

El Hakku:
Resim

Resim

Nûş kıldı çünki ruhum şol şarabı aşkını
Mest olup yitürdü kendin, Bâki ol Sultândır..

Benim EMR Âleminden her ÂN OLÂN CÂN CeRRyÂNım RÛHum, ALLAHu Zü’L- CeLÂL’in AŞKuLLAH Şarabını Bezm-iELEStte İÇmiştir..
Ezelden beridir zilzurna serHOŞ olup kendini yitirmiştir fASLen FÂNidir..
Mutlak El Bâkî olan ise, SeBBeha Saltanat SultÂNı ALLAH celle celâlihudur..

El Bâkî:
Resim


Resim

Kim ki aşk ile vücudun bildi vü buldu bu gün
Kendü kendiözün yitürmedi; ulu sultândır..

Bu İmkÂNla İmtihÂN ÂLeMinde kim ki, bu gün Şehâdet Âleminde YAŞarken AŞKuLLAH ile kendi MevCÛDiyyetini-Kendini-Nefsini TANIdı-BİLdi ve BULdu ise, ÖZÜnden de ÖZ AKREBini de kaybetömeden TANıdı-OLdu-Şehâdetinde OLdu ve YAŞAdı oL Yüce SultÂNımız ALLAH celle celâlihunun..

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: “Men arefe nefsehu fekad arefe RABBehu: Kim ki NEFSini Tanıdı-BİLdi, kesinlikle RABBını da Tanıdı-BİLdi”” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)



Mükevvin: Yaratan, yapan (Allah C.C.). Tekvin eden.
Tekvin: Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak. * İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir.
Meh: Mah. Kamer, ay.
Ekvân: (Kevn. C.) Alemler. Mahluklar. Varlıklar. Oluşlar.
Mugayir: Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
Nûş: f. İçen, içici. * Tatlı şerbet gibi içilecek şey. * Zevk ve safâ.
Nûş kıldı: İçti.
Bâki: Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez. * Sonsuz. * Cenab-ı Hak.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: Oğlanlar Şeyhi İSMAİL MAŞUKÎ İBRAHİM AKSARAYÎ (ks)

Mesaj gönderen nur_umim »

MELÂMİLİK

Mustafa KARA

Arapça "levm" kökünden türeyen melâme, kötü görmek, azarlamak, serzenişte bulunmak, çirkin bulmak, kötülemek gibi anlamlara gelir.
Tasavvufî bir meşreb, daha sonraları bir tarikat olarak ortaya çıkan Melâmetiye: "Kınayanın kınamasından korkmamak, bunu uygulamaya koymak için de nefsin istek ve arzularına karşı durmak, ruhi halleri gizlemek veya aksini dışa vurmak" esaslan üzerine kuruludur.

Hicri II. yüzyılda ortaya çıkan zühd ve tasavvuf hareketi, aradan bir yüzyıl geçmeden şekillenip kurumlaşmış ve bunlara bağlı olarak adab-erkan, seyr ve sülük, halvet-uzlet belirli hale gelmiş, sufîlere mahsus kıyafetler, davranış tarzları ortaya çıkmış dergah ve tekkeler yapılmaya başlanmıştır.
İlk şekliyle melâmilik “Melâmetiye” bu kurumlaşmaya karşı bir hareket olarak ortaya çıktı. Bu meşrebi benimseyenlere göre, zühd hareketinin yukarda belirtilen şekiller altında kendini göstermesi, zühde ters bir anlayış olarak algılandı…

Bölgelere göre yapılan tasavvuf hareketleri tasnifinde Melâmilik hareketi, Horasan mektebi olarak verilmektedir
Melâmetilik hareketinin kaynaklan arasında Fütuvvet Önemli bir yer tutarken, devamı olarak da Kalenderilik özel bir yer kazanmaktadır.
İlk dönem tasavvufî tabakat kitablarında Melâmi büyüklerinin, "fütüvvet ehlinin ileri gelenlerinden" şeklinde sunulmaları da bu açıdan önemlidir.
Fütüvvetin şu dört ilkesi Melâmi hareketin de en önemli umdeleri arasındadır.:

1-) Nefsin arzularına aykırı hareket etmek,
2-) Kendini beğenme duygusunu içten çıkarmak,
3-) Sır ve batını zâhirden çok gözetmeleri gizlemek.

Kalenderilikteki tavır ise çok açıktır.
Saç-sakal-bıyık-kaşı (cihar darb) ve çevreye aldırışsızlık; kınanmaktan korkmamak, kınanmayı tarif etmek için çok açık örneklerde Melâmiliğin kurucu Kassar (öl. 271/884) gösterilmiştir.

Bununla beraber IX. ve X. Yuzyıllarda yaşayan büyük sufîlerin birçoğunda Özettikle Ahmed b. Hadraveyh (öl. 240/854), Ebu Türab Nahşebî (öl. 245/859), Ebu Hafs Haddad (öl. 260/883), Şah Suca Kirmani (öl. 270/883), Ebu Osman Hiri (öl. 295/910)'de melâmi tavır çok açık olarak bulunmakta-dır.
Melâmi hareket için ilk bağımsız eser, Sülemi (öl. 412/1021) tarafından yazılan er-Risaletu'l-Melâmetiye adlı kitabtır.
(Ömer Rıza Doğrul tarafından İslam Tarihinde “İlk Melâmet” adıyla Türkçeye çevrilmiştir).
Sülemi, bu kitabla melâmiliğin esaslarını 45 maddede özetlemektedir.
Daha sonra Hucviri (öl. 465/1072) Keşfu'l- Mahcubaâh eserinde "Melâmet" başlığı altında, konuyu geniş olarak ele almış, melâmi menkıbelerine yer vermiş ve bu harekete karşı tenkitler de geliştirmiştir.
Daha sonraki kaynaklarda melâmete ya özel bölümler ayrılmış veya melâmi sufîlerin hal tercümesi verilirken, bu meşrebten genişçe bahsedilmiştir.
Mesela, İbn Arabî (öl. 638/1240) Fütuhat el-Mekkiye adlı eserinin 309. babım melâmete ayırmış, melâmileri ricalullahın en üst makamında bulunan kişiler olarak değerlendirmiştir.

Melâmiliği bir tarikat olarak ele alanlar, bu hareket için üç dönem üzerinde dururlar:

1-) Melâmiye-i Kassariye (Tarikat-ı ali-ye-i Sıddıkiye): Hamdun Kassar,
2-) Melâmiye-i Bayramiye (Tarikat-ı ali-ye-i Bayramiye): Dede Ömer Sikkini (öl. 880/1475),
3-) Melâmiye-i Nuriye (Tarikat-ı aliye-i Nakşı ben d iye): Muhammed Nuru'l-Arabî (öl. 1305/1887).

Bunlara birinci, ikinci ve üçüncü dönem Melâmileri adı da verilir. Son iki melâmi hareket Osmanlı Devleti sınırlan içinde doğup gelişmiştir.

İkinci dönem melâmiliği (Melâmiye-i Bayramiye): Bu dönem melâmiliğinin ortaya çıkışı hakkındaki en yaygın menkıbe şudur Hacı Bayram Veli'nin vefâtından sonra, onun tanınmış halifesi Akşemseddin ile Dede Ömer Sikkinî arasında meşreb farklılığı ortaya çıkar.
Zikir meclisleri, kıyafet ve adab-erkana karşı olan Sikkinî, Akşemsed-din'in zikirlerine katılmaz.
Akşemseddin bu davranışlarım sürdürmesi halinde Sikkinî'den tac ve hırkayı alacağını söyler.
Sikkinî de tac ve hırkayı vereceğini söylediği cuma günü bir ateş yaktırır ve:
"Buyurun ateşe girelim, keramet tac ve hırkada ise, biz yanarız onlar kalır, değilse onlar yanar biz kalırız!." der ve ateşe girir.
Tac ve hırka yanar, kendisi semâ ederek yanmadan ateşten çıkar.
Böylece Ömer Sikkinî, ayrı bir meşrebe sahip olarak Melâmiye-i Bayramiyeyi kurmuş olur.

Şeyhlerine uyarak Bayrami melâmiler tac ve hırkaya iltifat etmezler.
Daha sonra tarikat vahdet-i vücudçu düşüncelerin büyük çapta etkisinde kalır.
Safeviyeden gelen aşın ehl-i beyi sevgisi de tarikatta önemli bir yere sahip olur.
Bu iki unsur Bayramı melâmilerin Osmanlı Devleti tarafından zaman zaman takip edilmelerine, öldürülmelerine neden olur.

Sikkini'den sonra bağlıları Ayaşlı Bünyamin'e (öl. 1510) tâbi oldular.
Ayaşlı'dan sonraki meşhur Bayramî Melâmi pirleri şunlardır:
Pir Ali, onun oğlu İsmail Maşukî, Ahmet Sarban, Ankaralı Hüsameddin, Hamza Bali, İdris Muhtefı, Sütçü Beşir Ağa, Seyyid Haşim, Paşmakçızade Seyyid Ali, Şehit Ali Paşa.
Bunlardan başka âlim ve ediblerden Abdullah Bosnevi, Lâmekanî Hüseyin, Oğlan Şeyh ibrahim Efendi, Sunullah Gaybî, Neşatî Ahmed Dede, Sarı Abdullah, Cevrî, Lalizâde Seyyid Abdulbaki de bu meşrebe mensubdur.
Sikkinî'den sonraki pirlerden Pir Ali, şikayetler üzerine Kanuni tarafından Aksarayda ziyâret edilmiş, İsmail Maşukî 12 müridiyle Atmeydanı'nda asılmış, Hamza Bali idam edilmiş, Sütçü Beşir Ağa boğularak cesedi denize atılmıştır.
Hamza Bali'den sonra Hamzavîler adını alan Bayrami-Melâmiler sonlarından korkarak gizli bir tarikat hüviyetine bürünmüşlerse de, izlenmekten kurtulmaları mümkün olmamıştır.

Üçüncü devre melâmiliği Melâmiye-i Nuriye:
Bu dönem melâmiliğinin kurucusu olan Muhammed Nuru’l- Arabî; önce Halvetî, sonra Nakşî tarikatından el almış, daha sonra da Derviş Mehmed'e intisab ederek melâmi olmuştur.
Bayramî Melâmileri Nuru’l- Arabî'ye uyanlara “Melâmilik taslayanlar” derler.
Bu kolu, Haririzâde gibi, Nakşîliğin bir kolu olarak değerlendiren, yazarlar da vardır.
Daha çok Rumeli'de yaygın olan bu kola göre, salik için üç şey gereklidir:
1-) Mücahede,
2-) Daimi zikir,
3-) Yaratılış sırlarını kavramak.
Bu dönem melâmîliğine belli nisbette adab-erkan, şekil ve rüsum girmiş dergah açmaya da önem verilmiştir.
Tibyan yazarı Haririzade Kemaleddin (öl. 1299/1881), Ali Urfi (öl. 1305/1887), Bursalı Mehmet Tâhir (öl. 1924) bu dönem melâmilerinin önce gelenlerindendîr. Nuru'l-Arabî'den de el alan Ahmed Amiş Efendi (öl. 1920) yoluyla da bu dönem melâmiliği yayılmıştır.
Amiş Efendi, Şabanîye Tarikatına mensub olmakla ve çoğunlukla Halvetî icâzetnâmesi vermekle beraber, saliklerini melâmet yoluyla irşad ettiği bilinmektedir.
Onun müridleri ve yakınları arasında Bursalı Mehmet Tâhir, Babanzâde Ahmed Naim, Hüseyin Avni Konuk, Evrenoszâde Sami, İsmail Fehmi Ertuğrul, Abdülaziz Mecdi Tolun, Mustafa Enver, Hattat Hasan Rıza bulunmaktadır.

Dini-tasavvufi edebiyat verimlerinde melâmi unsurların yer alışının, tasavvufun ortaya çıkışıyla yaşıt olduğu söylenebilir. Türkçe yazılan verimler için de aynı durum sözkonusudur.
Melâmilik konusunda bağımsız olarak yazılmış Türkçe meşhur eserler şunlardır: Lalizade Seyyid Abdulbaki, Menâhb-ı Melâmiye-i Bayramiye (ts.), Müstakimza-de: Risale-i Melâmiye-i Bayramiye (l.Ü. Ktp, Ty. Nu. 3357), Bursalı Mehmet Tâhir Menâkıb-ı Şeyh Hace Muhammed Nuru'l-Arabî ve beyanı melâmet ve ahval-i melâmetiye (yazmalarından bir nüshası Gölpınarh kitablığmdadır). Sadık Vicdani: Tomar-ı Turuk-ı Aliyye-Melâmilik (1921), Abdulbaki (Gölpınarlı): Melâmilik ve Melâmiler (1931).
Özellikle son kitab Melâmi Edebiyatı açısından çok önemlidir ve çokça ömek içerir.

Mustafa KARA
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: Oğlanlar Şeyhi İSMAİL MAŞUKÎ İBRAHİM AKSARAYÎ (ks)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


HACI BAYRAMI VELÎ kaddesallahu sırrahu'nunn BİR ŞİİRİnin,
HAZRETi SEYYİD MUHAMMED NURu’l- ARABÎ kaddesallahu sırrahu TARAFINDAN ŞERHİ:


Hacı Bayramı Veli kaddesallahu sırrahu'nun fikir ve inanç sistemini anlamak için eserlerine bakmak ve o eserdeki derinliği aksettierecek bir tefsir gücüne sahip olmak asıldır.
Biz bir deryayı anlamaktan âciziz. Amma O'nu anlayan ve şerhedenler var.
İşte bu nedenle üçüncü devre melâmiliğini kuran Seyyid Muhammed Nurü’l- Arabî'nin, Hacı Bayramı Veli'nin:
“ÇALABIM BİR ŞÂR YARATMIŞ İKİ CİHAN ARESİNDE” mısraı ile başlayan meşhur nutkuna ait şerhi aynen nakletmekle görevimizi yaptığımıza kâniyiz.
Çünkü bu nutkun esrarını çözecek en kudsal el elbetteki Seyyid'in elidir.
O nutkun esrârını, o nutkun gizli anlamını Seyyid Muhammed Nur'dan daha iyi kim anlatabilir?
Biz de onun tefsirini aynen koymakla Hacı Bayram'ın inanç ve düşüncelerine ait lemâları intikal ettirdiğimize inanıyoruz.
Aşağıda tercemesi verilen tefsir Seyyid Muhammed Nurü’l- Arabî'nin eseridir.
Eseri Selanik halifesi ALİ URFİ Efendi istinsah ve bu orijinal nüshadan aynen Türkçe'ye çevrilmiştir.
Bu çevirme melâmi erenlerinden ressam Kemâl Künmat tarafından yapılmış olup eserin aslı fakirin kitablığındadır.

Resim

Bismillâhirahmânirrahîm

Kale’l- bahre’l- mutamtam ve’s- sırrı mutalsam Sultanü’l- evliya Hacı Bayramı Velî:
Zâhir-Bâtın TAMMlığının Deryâsı Gizlilik İklimin SIRRı Evliyâlar SULTANı Hacı Bayramı Velî kaddesallahu sırrahu buyurdu ki:

“Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan aresinde.”

Şâr: f. şehir, belde.
Çalab: t. İlâh. Mâbud. Cenâb-ı Hak, Rab.

Asıl Lügat-i Türkide, “Çalabım”, ALLAH demektir.
Şârdan murad: Medine, Cemü’l- cem’ ve mahruse-yi hakikattır.
Ve Yaratmış demek, yani izhâr etti demektir. Zira yaratmak, vücud-u manevîden vücud-i suveriyeye intikal eylemekte, ehli zâhirin âdemden vücude gelmek dedikleri gibi değildir.
Ve iki cihan demek: Biri hüviyet, biri eniyet. Hüviyeti bâtın Haktır, eniyet zâhir haktır.

Asıl Lügati Türkide “Çalabım”, ALLAH demektir: Asıl Türkçe sözlükte “Çalabım”, ALLAH demektir.
Şârdan murad: Medine, Cemü’l- Cem’ ve mahruse-yi hakikattır: Şâr sözüyle kasdedilen Medine-yi Münnevveredir ki Orası Cemü’l- Cem’ (AYNın ASLa VuSLatı) Makamının doğuş yeri ve Hakikat Âlemin Başşehridir.
Ve Yaratmış demek, yani izhâr etti demektir. Zira yaratmak, vücud-u manevîden vücud-i suveriyeye intikal eylemekte, ehli zâhirin âdemden vücude gelmek dedikleri gibi değildir: Ve Yaratmış demek, yani açığa vurdu, meydana çıkardı, gösterdi, zâhir ve âşikâre edip tecellî buyurdu demektir. Zira yaratmak demek OL-AN, Manevî-Sîretî Vücûd Âleminden Maddî-Suretî Mevcûd Âlemine gelmek demek olup, sadece zâhirî ilim sahiblerinin dediği gibi “Âdem aleyhissselam “ilk insan” dan üreyip gelmek” değilidir.
Ve iki cihan demek: Biri hüviyet, biri eniyet. Hüviyeti bâtın Haktır, eniyet zâhir haktır: Ve iki cihan demek, birisi Hüviyet-Kimlik diğeriyse BENlik Sûreti olup, Hüviyeti BÂTINda HAKKtır, Enâniyyeti-BENlik ise ZÂHİRde HAKKtır.

Mânâ-yı Mısra:

Hüviyet-i sıfat ve eniyet-i suver arasında şar-ı Hakikat ve mahsurei cemü’l- cemi izhâr eyledi.
Ve ol mahsure-yi hakikat bu iki cihanı câmi olduğu için CEMÜ’L- CEM namı verildi.
Ve CİHAN, hüviyet; CEM bâtın, yani SIFAT'tır. Ve CİHAN, eniyet; CEM, zâhir, yani SUVER'dir.
Bu iki cihanı câmii olan ŞÂR-I HAKİKAT ve CEMÜL CEMİ bir namı velidir. Mezkûr olan iki cihanı câmidir.

Mânâ-yi Mısra: Mısranın Mânâsı:

Hüviyet-i sıfat ve eniyet-i suver arasında şar-ı Hakikat ve mahsurei cemül cemi izhâr eyledi:
Hüviyet-Kimlik Sıfatı ile BENlik Sûreti ARAsında Hakikat ŞEHRini ve Cemü’l- Cem’ (AYNın ASLa VuSLatı) Hudud kalesini ortaya çıkardı.

Ve ol mahsurei hakikat bu iki cihanı câmi olduğu için CEMÜ'L- CEM' namı verildi:
Ve o hakikat Kalesi bu iki Cihanı içine alan OLduğu için “Cemü’l- Cem’” adıyla anıldı.

Ve CİHAN, hüviyet; CEM bâtın, yani SIFAT'tır. Ve CİHAN, eniyet; CEM, zâhir, yani SUVER'dir:
İki Cihandan birisi, Hüviyet CİHANı olup burada CEM’, BÂTIN yani SIFATtır. Diğeri ise Eniyet- Enâniyyet CİHANı olup burada CEM’, ZÂHİR yani Sûretlerdir-Esmâdan Oluşan EŞYÂlardır.

Bu iki cihanı câmii olan ŞÂR-I HAKİKAT ve CEMÜ’L- CEMİ bir namı velidir. Mezkûr olan iki cihanı câmidir:
İşte bu iki CİHANı içine alan HAKİKAT ŞEHRi ve Cemü’l- Cem’ Makamı Dostluk-Velâyet Durağı Adıdır.

Aziz Kardeşlerim,
“Cemü’l- Cem’” le ifade edilen Makam uç irfanlardandır. Ancak zâhirde nasıl olmakta diye düşünenler için cAN-cİSİM BİZliği desek kâfidir sanırım..
Bâtındaysa kısaca cÂN ile cÂN-ÂN -BİRliği desek kâfidir sanırım..

Enâniyyet: Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.

Resim

“Bakıcek didâr görünür ol şârın kenâresinde.”

Didâr: Yüz. Çehre.
Şâr: f. şehir, belde.

Didâr görmeyen yoktur. Cümle halk didâr görürler. Lâkin cühelâ bîhaber olduklarından görmüyorlar, didâr görünmez diyorlar. Cehilleri kendilerine hicâptır. Didâra hicap yoktur. Mesela: Padişah zemini seriri saltanatıdan tebdilen çıkıp memleketi seyrân ederse, hangi surette olursa olsun, bilen tanır O'nu, bilmeyen tanımaz. Hatta tanıyan, bir kimseye, Padişah geçti, gördün mü? diye sual ederse, ona, görmedim cevabını verir. belki de, görmediğine yemin eder. Mânâ-yı mısra: Cehil hicabı olmasa, bakıcek didâr görünür ol şârın kenâresinde. Yani hariç suverden olan eniyetle görürsün. Zira didârı görmekte kesret vardır. Râi ve mer'î ve rüyet tekessür eyledin. Mer'î olan Didâr zât ve sıfat ve ef'aldir. Şar kenâresi olan efal müşâhade olunur. Ve efal den sıfat; Ve sıfattan zât görünür. Hüviyet ise ayn şâr olmak anda görmek yoktur.
“Ve izâ kıyle rüyetinâ lenâ binâ ve rüyetinâ kitâbe ve rüyetele benâ ve rüyete lenâbe.”

Şehy Küşteri (kaddesallahu sırrahu) icad eylediği Karagöz ile câhillerin cehillerin; ve ehl-i şuhud olan velilerin didârı görmelerine; ve ehl-i tahkik olanların hüviyetiyyün olmalarına misâl kıldılar. Bilmeyen perde ardında muharrek eden ve söyleyeni görmez, suveri görür. Ve bilen kimse perde kenârında görür ki, mahrek ve söyleyen suver değildir; Belki hareketten mahreki ve sözden söyleyeni müşâhade eder. Amma perde dahiline girende rüyeti suver olmaz, belki perde dahilinde olan suverin birisi olur. Keza ol şâra dahil olunursa şardan addolunur.

Resim

Hazreti Sultanı Bayramı Veli (kaddesallahu sırrahu) buyuruyor:

“Nagâhân ol şehre vardım, ol şehri yapılır gördüm.”

Nagâh: f. Birdenbire, ansızın, hemen. (Nâgeh, nâgehan, nagehâne, nagehânî)

Ey azizler ol şarın dört suru vardır:

Evvelki suru TECELLİ-yi EFAL'dir. “Min haysü’l- efal” didârı müşâhade eylemek.
İkinci suru: TECELLİ-yi ESMA'dır. “Min haysü’l- esma” didârı müşâhade eylemek.
Üçüncü suru: TECELLİ-yi SIFAT'tır. “Min haysü’l- sıfat” didârı müşâhade eylemektir.
Dördüncü suru: TECELLİ-yi ZÂT'tır. Didârı müşâhade eylemek bu dört suru tecavüz etmeden ol şehre varılmaz..

Mânâ-yı Mısra:

Tecelliyatı efal, esma ve sıfat ve zât cümlesini kat eyledim; Mezkur tecelliyatta süluku hakikati tamam eyledim. Nagehan şehri hakikate girdim. Gördüm ki ol şehir her anda teceddüd edip yapılır. Her anda bir hüsn zâhir olur ve kendime nazar eyledim; Ol şehirden cüz olduğumdan her anda bir hüsünle fenâ ile beka arasında yayılıyordu.

Resim

Şeyh müşareünleyh buyuruyor:

“Ben dahi bile yapıldım taş ve toprak arasında”

Taştan murad: BEKABİLLAH. ve toprak: FENÂFİLLAH. Kemâli takaddüm.
Ey azizim bir anda iki tecelli olmaz. Abes lazım gelir. İki anda bir tecelli olmaz. Tahsili hasıl lazım gelir. Bundan mâlum oldu ki her anda bir tecellî olur. Kâlâllahu Teala: “Vemâ emrünâ illâ vâhidetün kellemâ bilbasr ve hüve kulp” Ve kale: “Kulle yevmün hüve fî şên”.
Yevmden murad yevm-i ilahi yani cüz-ü lâyete cezzâ gibi an zamanıdır. Bundan ötürü hazreti şeyh buyuruyor:

Resim

“Şehirden oklar atılır, gelür ciğere batırılur.”
”Ârifler sözü satılur, ol şehrin pazaresinde.”


Oklardan murad, Tecelliyat-ı İlahiyei isteare mısra-i asliyei tahkikyedir. Meşiyyeye oklar müşebbihi tecelli-yi ilâhi veche şebih olan ulâ (evlâ) alakai te’sirdir. Lâkin vech-i şebih evvelkilere hissidir, müşebbihte manevîdir. Ve âriflerin sözünden murad: Füyuzâtlarını birbirine nakletmektir. Zira birbirinden ketban ve Haraman şanlarından değildir. Ve sanılıyor demek birbirine ol füyuzâtları bezlederler. Asla kıskanmak yoktur. İsteare-yi tâbiye filmadedir. Felem.

Resim

Hazreti şeyh buuyuruyor:

”Şâkirdleri taş yonarlar, yonup üstada sunarlar
ALLAH'ın ismin anarlar, ol taşın her pâresinde.”


Şâkirdleri ehli meratib bakâ ve Mahv-ı taam makamlarında olanlardır. Taş yonarlar, sahıflarını bakiye-yi sekirden müberra ve mutahhar kılmaya daima saî ederler. Sekr, haldir; makam değildir. Hâle itibar yoktur. Beyt-i sanide mezkur olan taş ve toprak isteare mısraına asliye-yi tahkikiyedir. Taş, bakabillah ve makam-ı sahıv murad olunur. Toprak hali fenâ ve sekr murad olunur. Ve dahi sekr'in üç mertebesi vardır; Sahvın üç mertebesi olduğu gibi.

”Yonup üstada sunarlar” buyurduğu yani bakâ ve sahıflar tamam oldukta asla bâkiye-yi sekirleri olmayıp ehl-i temkin mertebelerine vasıl olurlar. Üstad ve varisi Hakikat onlardır. Lâkin gerek ahvali sekr-i selâse ve makamat-ı sahvı selâse ismi zât zikr-i zarurisiyle mukarin olduğu cem’i aza ve cevâhir ve kuva-yi zâhire ve bâtına cümleleri bizzarure mürşid-i kâmil nefsi ile zikr olurlar.

Resim

Şeyh hazretleri buyuruyor:

”Bu sözü ârifler anlar câhiller işitüp tınlar
Hacı Bayram kendi banlar, ol şarın minâresinde.”


Ol şârın minâresi, Makam-ı MuhaMMedî olan AHADİYETü’l –CEM’ makama davettir. Bu makama erişmeyince halife ve mürşid olamaz. İsteare mısraıdır. Hatta daveti kelimât tayyibeleri ol makama işarettir. Kelimatı tayyibe EZAN-ı MUHAMMEDî'dir. Bundan mâlum oldu ki ârifun üç kısımdır:
Bir kısmı davetle memur olmaya. “El ulema-yi veresetü’l- Enbiyâ ve ulemâ-yi ümmeti keenbiyâi Beni İsrail” buna işarettir.
Bir kısmı dahi davetle me’murdurlar. Onlar Resûl gibidir.
Ve bir kısmı dahi Resûl mesabesinde kâmillere ehâd zâtlardır. Onlar ulû’l- azim mine’l- Resûl mesabesindedir. Ve bu zâtlar gavs ve kutub ve imamen gibi mutasavvıf kümmelindir. Ve billahi tevfik. Lâ mevcude gayre HÛ!...

Resim

Yazan: Seyyid Muhammed NURü’l -ARABİ kaddesallahu sırrahu.
Türkçesi: Kêmal Künmat.
Eseri istinsah eden: ALİ URFİ kaddesallahu sırrahu.
Mehaz: Kütüphânemde bulunan ve Seyyidin külliyatına ait Ali Urfi Efendi'nin el yazması eserinden alınmıştır. Sahife: 426 - 428.

Resim

Rasûlullah sallALLAHu aleyhi vesellem: "İnsanlara akılları ve anlayışları ölçüsünde konuşunuz ve onların hallerine uygun davranınız." buyurdu.
(Müslim, Ebu Davud)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “El ulema-yi veresetü’l- Enbiyâ ve ulemâ-yi ümmeti keenbiyâi Beni İsrail: Benim ümmetimin âlimleri Benî Israil´in peygamberleri gibidir.” buyurdu.
(Aclunî, Keşfu’l-hafa, 2/64); Fahreddin Râzî, İbn Kudame, Esnevî, Barizî, Yafiî, “hadisin sahih olduğuna” hükmetmişlerdir.)
Resim
Cevapla

“►Allah Dostları Divan Şerhleri◄” sayfasına dön