EL-HİKEMܒL-ATÂİYYE (Tâcüddîn Atâullah İskenderî ks)

Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : XLVI



حُسْنُ الأعملِ نتاءجُ حُسْن الأحوال ، و حُسْن الأحوال من التَّحقُّق في مقامات الإنزال

Âmellerin, iyi, işlerin güzelliği: Hâllerin güzelliği neticesidir. Hâllerin güzellikleri de kalbin inzal makamında belirecek ulûm ve maârifle doymuş ve kanmış olarak tahakkuk etmiş olmasındandır.

Amellerin, iyi işlerin güzellikleri kulluğun icâbeylediği edeblerin ve şartların yerine getiril­miş olmasiyledir.
Bu iyi işler hoşa gidecek peşin bir istek, yahut ileride kazanılacak bir sevab için olmamalıdır.
Hâllerin güzellikleri dahi her türlü illet ve davalardan kurtulmuş olarak kalbte beli­recek ruhanî maârifle kalbin doymuş ve kanmış olması ve her türlü şek ve şüphelerden ari ve beri bulunmasiyledir.
Bunlar birbirleri üzerine mü­retteb makamlardır.

İmam-ı Gazalî: İhya-ül-­ulûm'unda: “Yakın makamlardan her bir makamda her hâlde bir ilim, bir hâl ve bir amel lâzımdır. İlim hâli ve hâl ameli intac eder” diyor.
Müellifin bu hikmette söyledikleri : Yukarıdaki hikmette
geçen zâhid ve Rağib'in vasıflarına istidlâl kabi­lindendir.”


Mü­retteb : Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konulmuş, sıralanmış. * Kasden uydurulmuş. * Tayin edilmiş. Bir şey, bir yer için ayrılmış. * Sonradan kurulmuş.
İntac : Neticelenme. Husule getirme. Sona erdirme. Doğurma, meydana getirme.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : XLVII

لا تترُكِ الذِّكرَ لعدم حضورِكَ مع اﷲ فيه ، لأنَّ غَفْلَتَكَ عن وجوددِ ذكره أشدُّ من غَفْلَتِكَ في وجوددِ ذِكْرِهِ فعسى أنْ يرفعَكَ منْ ذكرٍ مع وجوددِ غَفْلَتٍ ، إلى ذكرٍ مع وجوددِ يققَظَةٍ ، و مِن ذكرٍ مع وجوددِ يققَظَةٍ ، إلى ذكرٍ مع وجوددِ حُضُور ، و مِن ذكرٍ مع وجوددِ حضورٍ ، إلى ذكرٍ مع غيبةٍ عمَّا سوى المذكورِ ، وَمَا ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ بِعَزِيزٍ

وَمَا ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ بِعَزِيزٍ

--- “Bu, Allah'a güç değildir.” (İbrâhim 14/20)

Allah 'ı zikrederken Allah ile huzurda bulunamadığın için zikri terketme!
Çünkü yaptığın zikirden gafletin zikir içinde gafletinden daha beterdir.
Olabilir ki, seni gafletle zikirden uyanıklığa ve uyanıklıkla zikirden huzur mertebesine ve huzur ile zikrinden Allah 'ın gayri her şeyden uzaklaşarak zikretmek mertebesine yükseltebilir.
Allah'a göre bu iş yâni seni derece derece yükseltmek: omıyacak nâdir bir şey değildir.

Ebu’l- Kasım Kuşayrî, Risale-i Kuşayrî'sinde diyor ki: “Allah'ı zikretmek: Velâyetin beratı ve vuslatın nurlu makamı ve iradenin hakikati ve başlangıçtaki sıhhatin âlâmeti ve nihâyetteki saf­vetin delâletidir.”Bütün övünülecek vasıflar hep zikirdedir.
Zikrin faziletleri saymakla tükenmez.
Mukaddes kitabımızda :



فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ

---“Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!” (Bakara 2/152)

“Beni zikredin ben de sizi zikredeyim” buyurulmuştur.
.
---Kudsal şerefli hadiste :

أن عند ظنّ عبدي بي و أنا معه حين يذكرني إن ذكرني في نفسسه ذكرته في نفسي و إن ذكرني في ملاء خير منه و إن تتقرب إلى شبراً تقرربت منه ذراعاً و إن ذراعا تقرربت منه باعاً و إن اتاني يمشي اتيته هرولةً

“Ben kulumun Beni zan­nettiğine ve sandığına göreyim Beni zikredince kendileriyle beraberim.
Beni nefsinde zikrederse ben de kendi nefsimde zikrederim.
Eğer Beni bir cemaat içinde zikrederse Ben de daha hayırlı bir cemaat içinde kendini zikrederim.
Bana bir karış yaklaşırsa Ben kendine bir arşın yaklaşırım.
Bana bir arşın yaklaşırsa Ben kendine bir kulaç yaklaşırım.
Eğer bana yürüyerek gelirse Ben ona koşa­rak gelirim.”


Muhaddisler bu kudsal şerefli hadisin sıhhatinde ittifâk etmişlerdir.
Peygamberimizin ammisi oğlu Abdullah ibn-i Abbas buyuruyor.
Allah kullarına her neyi farz etmiş ise muayyen
bir zaman ve mekan ile malûm ve muayyen bir hudud göstermiştir.
Ancak kendini zikretmek hususunda bir hudud göstermemiştir.



الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

---“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmrâb 3/191)

Ayakta iken ve otururken ve yan gelmiş iken Allah'ı zikrediniz âyetinde her­ hâlde zikri emretmiştir.

Ümmetin ârifleri:

إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ وَاذْكُر رَّبَّكَ إِذَا نَسِيتَ وَقُلْ عَسَى أَن يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَذَا رَشَدًا

---“Ancak, “Allah dilerse yapacağım” de. Unuttuğun zaman Rabbini an ve “Umarım Rabbim beni, bundan daha doğru olana ulaştırır” de.” (Kehf 18/24)


“Unuttuğun zaman Rabbini zikret!” âyetini Allah'ın gayrı bütün masivayı unu­tunca Rabbini zikret mânâsında tefsir eylemiş­lerdir
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : XLVIII


من علامات مُوتِ القلب عدم الحزن على مافاتك من المافقات و ترك الزم على ما فعلته من وجود الزلات

Tâatler ve ibadetler gibi muvafık amelleri kaçıracak olur isen keder etmemek ve ayağının sürçmesiyle işlediğin kabahatlerden pişman olmamak kalbin ölümü âlâmetlerdendir.

Mü'minin kalbi Allah'a iman ile diri ve zinde iken herhangi tâat ve ibâdeti kaçıracak olsa keder eder ve ayağı sürçmekle bir kabahat işlese pişman olur.
Bu sıfatın muktazası: Tâat ve ibâdette bulunmasında sevinmek ve bu muvaffakiyetle maâsiden kaçınmaktır.

Muhaddislerin rivâyetlerinde:

من سره حسنته و ساءته سيءته فهو مؤمن

---“Kimin ­iyiliği kendini sevindirir ve kötü işi kendine kötü görünürse o zât mü'mindir” haberi varid olmuştur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : XLIX

لا يعْظُم الذنبُ عندكَ عظمةً تَصُدُّكَ عن حُسْن الظنِّ باﷲ تعالى ، فإنَّ مَنْ عَرَفَ رَبَّهُ استصْغَرَ فى جَنْبِ كَرَمِهِ ذنبَهُ

İşlediğin gü­nahı: Allah’ın affı hususunda senin güzel zan ve ümidini kıracak derecede büyütme çünkü Rabbini bilen bir mü'min onun keremine karşı işlediği günahı küçümser.

Günahın büyüklüğü iki türlüdür :
Biri günahı işliyenin nazarında büyüklüğü ki, onu hemen tevbeye sevk ile beraber bir daha işlememeğe azmettirir.
Günahın böyle büyüklüğü övünülecek bir büyüklüktür. Diğer şekli: Günahı işliyenin af ve mağfiretten yeise düşmesidir. Bu şekil gâyet çirkindir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : L

لا صغيرةَ إذا قابَلَكَ عَدْلُه ن و لا كَبِيرةَ اذا واجَهَكَ فَضْلُه


Hakk’ın adâletiyle karşılaşınca günahın küçüğü olamaz ve faziletiyle yüz yüze gelince büyük günah kalmaz.

Allah'ın rahmeti tecellî edince iyi ve güzel işlerin varlığı ve yokluğu birdir.
Sevmediği bir kimseye adâleti zâhir olunca işleri hiç olur ve küçük günahlar büyükleşir.
Sevdiği kulunu kerem ve faziletiyle karşılaştırırsa onun kötü işlerini iyiye çevirir.


Yahya Bin Muaz Razî, münacatında: “İlâhî beni sever isen bütün işlerimi gufran ile karşılarsın ve sevmezsen iyi işlerimi kabul etmezsin!” der idi.

Şazelîlerin büyük üstadı Ebu’l- Hasan Aliyy-i Şazelî dualarında: “İlâhî bizim kötü işle­rimizi sevdiklerinin yaptıkları kötü işlerden kıl ve iyi işlerimizi sevmediklerinin iyi işlerinden kılma!” der idi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LI

لا عَمَلَ أرْجى للقبُولِ من عملٍ يغيبُ عنكَ شُهُودُه ، و يحتقرُ عنكَ جودُه

Her hangi bir iyi iş, göze görünmez ve varlığı sence hakir olursa o en ziyâde kabule şayan bir iştir.

İyi bir işin Ulûhiyetçe kabul buyrulmuş ol­masının şartı: İyiliğini bozacak âfetlerden sâlim olmasıdr.


وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ إِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِن أَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الآخَرِ قَالَ لَأَقْتُلَنَّكَ قَالَ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ

--- “Onlara, Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), «Andolsun seni öldüreceğim» dedi. Diğeri de «Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder» dedi (ve ekledi:)” (Mâide 5/27)

Mukaddes kitabı­mızda “ancak tavka sahiblerinin iyi işlerini Allah kabul eder” buyruluyor.
Takva sahibi olan zât yaptığı tâat ve ibâdeti hakkiyle yapmadığı için nefsini daima itham eder, yaptığı iyi işleri kusurlu görür.
Böyle olmayıp da aksine olarak işlerinin kusursuz olduğunu görecek olursa “ucûb” dedikleri kendini beğenmek gibi bir illete tutularak haybet ve hüsrana düşmüş olur.


Zeynel Âbidin Hazretleri: “Yaptığın iyi bir iş ne zaman gözüne görünürse indallah kabul edilmediğinin alâmetidir. Yapılan iyi işler tama­miyle unutulmuş olmalıdır!” buyurmuşlardır.
En son nur-ye tarafından 17 Eyl 2009, 21:32 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LII

إنَّما أورَدَ عليك الوارِدَ لتكونَ به وارِداً

Sana “Vârid” i getirmiş olması onunla Allah'ın huzu­runa vârid olmaklığın içindir.

Vârid kelimesi: Sâliklerin geçirecekleri hâller arasında Rabbanî mâarifetlerin ve ruhanî letâfet­lerin kalbe gelişlerine terim olmuştur.
Bunların kalbe gelişleri: Allah'ın mukaddes huzuruna varabilmek için başlıca vasıtalardır.
Çünkü o mukaddes huzur: Ağyarın eserleriyle bulanık ve pislikleriyle karışık olmaktan münezzeh ve müberradır.




Münezzeh : (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.
Müberra : Beri. Müstesnâ. Fenalıktan uzak kalmış. Münezzeh. Temiz. Noksansız.



HİKMET : LIII


أورَدَ عليك السوارِدَ لِيُخْرِجَكَ مِنْ سجنِ وجودِكَ ، إلى فضاءِ شُهُدِكَ


Senin üzerine “vârid” i getirmesi agya­rın elinden seni alıp tesellüm etmesi ve “eser” lerin köleliğinden seni âzad ettirip kurtarması içindir.

Hakk’ın gayri bütün eserlerden hoşlanarak bunları sevmekte olduğundan dolayı her biri göze
görünmez düşmanlar gibi, yolunu keserek pusu­larda beklemektedir.
Yukarıki hikmette târifi geçen Vârid'in kalbinde tecellîsi: Bunların şerrin­den seni korumak ve köle gibi kullanmalarından kurtarıp hürriyete kavuşturmak içindir.


Vârid : (Vürud. dan) Ulaşan, yetişen, gelen, erişen. Akla gelen. * Olan. Bir şey hakkında söylenip tatbik edilen. * Hâzır, nâzır. * Bahadır.
Tesellüm : Teslim edilen şeyi tekrar teslim alma. * Verilen bir şeyi alıp kaydetme. * Teslim olma. * İslâm olma.



HİKMET : LIV

أوْرَدَ عليك الوواردَ ليخرجكَ مِنْ سجنِ وجودِكَ ، إلى فضاءِ شُهُودِكَ


Tarifi ve sözü geçen vâridi sana getirişi; seni vücudunun zindanından Şühüd mertebesinin gâyet geniş sahasına çıkarmak içindir.

Vücudunun zindanı: Kendi varlığını gör­mesi ve nefsin isteklerine uymuş olmasıdır.
Şühûd'un yüksek mertebesi ise: Allahu Teâlâ'nın azametini müşahede etmekle kendi varlığını görmekten gaib oluşudur.


Ebu’l- Kadım Nasrabadî:“Senin nefsin senin hapishânendir bu hapishâneden çıkabilirsen ebedî rahatı bulmuş olursun!” buyurmuştur.




HİKMET : LV

الأنوارِ مطايا القلوب و السرار

İman ve yakîn'in nurları: Gönüllerin ve ilâhî esrarın huzura erişti­rici binekleridir.

İman ve Yakîn'ın nurları ilâhî zikir ve riyâzetlerden husule gelen ve sâliklerin gönüllerinde yerleşen kanaatlerdir. Esarar sırrın cem'idir. Tasav­vuf ehline göre gönlün iç yüzü demektir.”


Esrar : (Sır. C.) Sırlar. Gizli hikmetler ve mânalar. Bilinmeyen şeyler. * Keyif veren zehir. Uyuşturucu madde. * Elinde ve el ayasında olan hatlar.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LVI


النُّر جندُ القلبِ ، كما أنَّ الظُّلمةَ جندُ النَّفْسِ ، فإذا إرادَ اﷲ أنْ ينصرَ عبدهُ أمدَّهُ بجنودِ الأنوارِ ، و قطعَ عنه مددَ الظُّلَمِ والأغيارِ


Zulmet nefsin askeri olduğu gibi nur dahi kalbin
askeridir.
Allahu Teâlâ kuluna yardım etmeyri dileyince nurların askeriyle imdad eder ve zulüm ve ağyarın imdadını ondan keser.


Tevhid ve Yakîn'in nuru kalbin, şirk ve şek zulmeti dahi nefsin askerleridir.
Kul bu askerler arasında kâh galip ve kâh mağlup savaşa devam eder.
Allah u Teâlâ kuluna yardım etmeyi dileyince kendi askeri ile onun kalbine imdad eder ve nefsin askerlerinden yardımı keser.
Bunun aksini irade edince aksine muamelede bulunur. Kulun gönlü güzel ve övünülecek ve fâkat filhâl meşakkatli ve filmeâl lezzet verici bir amele meyledince nefis dahi bunun aksine olarak filhâl zevkli ve filmeâl meşakkatli amellere meyletmekle iki taraf askerleri arsında şiddetli savaşlar başlar.
Şu hâlde ezeli saâdet vasıtası olan ilâhî nur ile hidayet yolunu bulmuş olur.
Allah etmesin; şâyet ezelî şekavet sabıkalısı ise ebedî karanlıklar içinde kalır.
Bu iki askerin şiddetli savaşları içinde kul için Mevlâsının rahmet ve inâyetine sığınmaktan başka yapacak
bir şey yoktur.


Filhâl : (Fi-l-hâl) Şimdi, hemen. * Bu halde. * Hadd-i zâtında.
Şekavet : Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LVII

النور له الكشْفُ ، واتبصيرةُ لها الحكْمُ ، و القلبُ له الإقْبالُ و الإدبار


Nurda keşif ve basiret için hüküm ve kalb için ileri ve geri gitmek vardır.

Bu hikmette geçen muhtelif tâbirler birbir­lerine benzemiyen mânâlar içindir.
Nur lafzı burada âşikâr olarak görülebilmek için gaybi mânâların açıklanmasını ifâde eder.
Basiret lafzı dahi kalbin hakikati görmesi demektir. Gördüğünün doğruluğuna hükmeder.
Kalbin ilerleme ve geri­lemesi; basiretin görüşü muktazasına göredir.


Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LVIII

لا تُفْرِحْكَ الطَّاعةُ لأنَّها برزتْ منكَ ن و افْرَححْ بها لأنَّها برزتْ من اﷲ إليكَ قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذَلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُون



قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذَلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ

---“De ki: Ancak Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.” ( Yûnus 10/58)

Tâat seni sevindirmesin.
Çünkü senden âşikâr oluyor.
Sen onunla sevin çünkü Allahu Teâlâ'dan sende zuhur ediyor.
“De ki, bu Allah’ın fazıl ve rahmetiyledir. Kullar bununla sevinsinler. O fazu ve rahmet kendileri için topladıkları şeylerden daha hayırlıdır.”


Tâatla sevinmek iki türlüdür.
Biri Allahu Teâlâ'nın nimet ve ihsanı olmak dolayısiyle sende âşikâr olmasıdır ki övünülecek sevinç budur. Diğeri dahi kulun kendi kuvvet ve iradesiyle kendinde görülen tâattır ki böyle bir tâatle sevinmek gâyet çirkindir.
Çünkü yaptığı tâati esasından çütürecek ve kendi kendini beğenmesine sebeb olacaktır.


Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LIX

قطع الساءرينَ له والواصلينَ إليهِ ، ‘نْ رُؤْيةِ أعْمالِهِم ، أحوالِهم أم السَّاءرون ، فلأنهم لم يتحقَّقُوا الصِّدقَ مع اﷲ فيها و أما الواصلون ، فلأنَّهُ غَيَّبَهم بشُهدِهِ عنها



Allah kendine doğru gidenleri ve kendine vâsıl olanları: Yaptıkları amelleri görmekten ve hâllerini müşahedeye eylemekten alıkoymuştur.
Bunun sebebi kendine doğru giden­lerin amellerinde Allah'a karşı tam bir doğrulukla tahakkuk etmedikleri ve vâsıl olanların ise vuslatın şühûdîyle kendilerini kaybetmeleridir.

Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LX

ما بسَقَتْ إغْصَانُ ذُلِّ إلَّا على بِذْرِ طَمَعٍ

Zilletin dalları ancak tamahın tohumu üzerinde uzanır.

Aza kanaat etmeyip de çoğun peşinde koş­mak, nefsin en büyük âfetlerindendir.
Belki bütün âfetlerin aslıdır.
Çünkü tamahkarlık hâlkın mal­larına göz dikmek ve onlardan bir şeyler umarak nefsinin izzetini fedâ etmek gibi zilletleri mucib olur ki bu da imanın hakikatine aykırıdır.
Çünkü hakiki iman, izzetin hiçbir zaman ayrılımayan ebedî bir arkadaşıdır.


Zillet: Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık.
İzzet : Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. Ziyâdelik ve üstünlük. * Değer, kıymet. Kuvvet. Muhterem ve mu'teber olmak. * Bulunmaz derecede az olan şey.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LX

ما بسَقَتْ إغْصَانُ ذُلِّ إلَّا على بِذْرِ طَمَعٍ


Zilletin dalları ancak tamahın tohumu üzerinde uzanır.

Aza kanaat etmeyip de çoğun peşinde koş­mak, nefsin en büyük âfetlerindendir.
Belki bütün âfetlerin aslıdır.
Çünkü tamahkarlık hâlkın mal­larına göz dikmek ve onlardan bir şeyler umarak nefsinin izzetini fedâ etmek gibi zilletleri mucib olur ki bu da imanın hakikatine aykırıdır.
Çünkü hakiki iman, izzetin hiçbir zaman ayrılımayan ebedî bir arkadaşıdır.


Zillet: Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık.
İzzet : Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. Ziyâdelik ve üstünlük. * Değer, kıymet. Kuvvet. Muhterem ve mu'teber olmak. * Bulunmaz derecede az olan şey.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXI

ما قَدَكَ شيءٌ مثلُ الوَهْمِ


Seni hiçbir şey vehim gibi çekib götürmemiştir.

Vehim: Hakikaten varlığı ve aslı olmayan
tereddütlerden ibarettir.
İnsanın nefsi nakıs ol­duğundan hakiki varlıklara inkiyadından ziyâde aslı olmayan vehimlere daha çok kapılır.
Hakikat erbabı ise böyle çürük vehim ve hâletlerden çok uzaktadırlar.
Ağyar ile ilişikli vehimler ve haya­letler: kendilerinden sukut etmiştir.
Onlar yakîn makamlarından kanaatin en büyük makamında­dırlar.
Âriflerden bir zât: “Bir kulun kanaat sahibi olup olmadığı ancak şu sûretle anlaşılabilir diyor.
Dünya ehlinin rağbet eylerlikleri bütün nimetlerin enva’ını onun kapısı önüne getirseler kendi hâline kanaat etmekte olduğu için ne bu nimetlere bakar ne de onun kapısını açar.”


Nakıs : Noksan, eksik. Tamam olmayan. Gr: Yalnız son harfi harf-i illet olan kelime $ gibi. * Mat: Eksi. Negatif. (Bak: Kâmil)
İnkiyad : Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »


HİKMET : LXII

أنت حُرُّ مما أنت عنه آيِسٌ ، و عَبدٌ لما أنتَ له طامِعٌ

Sana verilmiyeceğini bildiğin bir şeye karşı sen
hürsün, sana verilmesini tamah ettiğin şeyin ise kölesisin.


Tamah ne kadar fenalıkları mucib olursa kanaat bunun aksine her türlü iyiliklerin sebebidir.
Tavşancıl kuşu: Esmanın izzet ve azamet saha­sında uçarken yeryüzünde bir tuzak üzerine konul­muş bir parça et görünce tamahı o azamet saha­sından et parçasına doğru onu yere indirir.
Kanat­ları tuzağın tellerine tutulunca bir çocuğun elinde oyuncak olacak bir felâkete uğramış olur.


Tamah : (Tımah - Tumuh) Bir şeye göz dikip bakma.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXIII

من لم يُقْبِلْ على اﷲ بملاطفات الإحسان ، قِيدَ إليهِ بسلاسل الامْتِحان

Allah'ın ihsan ve in'amiyle Allah'a doğru yönelmiyen kimse imtihanın zincirleriyle Allah'a doğru çekilir.


İlâhi sünnetlere bakılırsa kabiliyet ve isridada göre bir takım zevat: Allah’ın nimetlerine karşı şükran ile Hakk’a müteveccih olurlar.
Diğer bir takım zevat yine kabiliyetlerine göre Hakka müteveccih olmazlarsa bir sürü musibetlerin ilcasiyle Hakk’a yalvarmağa başlarlar.
Ve bu musi­betlerin zincirleri bunları yine Hakk’a doğru çekmiş olur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXIV

من لم يَشْكُرِ النِّعَمَ فقد تعرَّضَ لزوالها ، و منْ شكرَها فقد قَيَّدَها بعِقَالها

Nimetlere şükretmiyen, onların gitmesi için uğraşmış olur.
Şükreden ise onları yerlerinden depretmiyecek bağlarla bağlamıştır.



Allah'ın nimetlerine şükretmek bu nimet­lerin bekâsını ve şükretmemek zevalini mucibdir.


وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِن شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِن كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ

--- «Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.» (İbrahim 14/7)

Mukaddes kitabımızda:
“Eğer ni­metlerime şükrederseniz nimetlerimi artırırım!” buyuruluyor.

Arab ve Acem hükâmesı: Nimetlere şükretmek nimetlerin bağları olduğunda ittifâk etmişlerdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXV

خَفْ مِنْ وُجودِ إحسانهِ إليكَ ن و دوامِ إساءَتِكَ معَهُ ، أنْ يكون ذلك اسدراجاً لك سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ

--- “ Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâke götüreceğiz.” (A’raf 7/182)

Allah'a karşı kötülüklerin devam ederken sana ihsan eylemekte olduğu iyiliklerin bir istidraç olabilmesinden kork.
Mukaddes kitabımızda :
سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ

buyurulmuştur.
“Ne olacağını bilemediklerinden biz onları derece derece helâke yaklaştırırız” meâlindedir.

Gafletten gelecek musibetlerin en büyüğü Allah’ın istidracıdır.
İstidraç: Kulu derece derece helâke yaklaştıran bir musibettir.
Nimetlerin deva­mında bunun bir istidraç olabilmesinden korkmak, imanı olanların ve korkmamak ise imansızların sıfatlarındandır.
Sofiye ricalinden Sehl bin Ab­dullah :


سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ

“Bilmezlikleri dolayısiyle onları istidraca alırız” âyetinde: Onlara nimetleri veririz ve nimetlerin şükürlerini unuttururuz. Nimetlere bakıp oyalanınca nimetleri in'am edeni görmez olurlar!” buyurmuştur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXVI


مِنْ جهلِ المريدِ أنْ يُسىءَ الأدبَ فتُؤَخَّرَ العقوبةُ عنه فيقولَ : لو كان هذا سوءَ أدبٍ لقطاع الإمدادَ ، و أوجب الإبادَ . فقد يقْطَعُ المددَ عنهُ مِنْ حيْثُ لا يشْعُرُ ، و لو لم يكنْ إلا منْعَ المزيدِ . وقد يُقامُ مُقام البُعْدِ وهو لا يدْري ، و لو لم يكن إلا أنْ يُخَلِّيكَ و ماتُريدُ


Hakk yoluna sâlik bir müridin: edebe muhalif çirkin bir harekette bulunup da cezası teahhur edince
Bu çirkin bir hareket olsaydı ilâhî imdad kesilirdi, ben de isteklerimden uzaklaştırılırdım demesi cehâletindendir. Farkında olmadığı hâlde ilâhî imdad kesilmiş olabilir.
Bulunduğu durumda ilâhî imdadın artmaması kâfi değil midir?
Hatta huzurdan uzak bir makama yaklaştırılmış olur da farkında olamaz.
Başı boş bırakılmış olması bile istidracın örneklerindendir
.


Teahhur : Geri kalmak. Geciktirmek. Gecikmek.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXVII


إذا رأيتَ عبداً أفامهُ اﷲ تعالى بوجود الأوراد ، و أدامه عليها مع طول الإمداد ، فلا تستتَحْقِرَنَّ ما مَنَحَهُ موْلاكَ ؛ لأنَّكَ لم تر عليه سيما العارفين ، و لا بهْجةَ المحبينَ . فلو لا واردٌ ما كان وِرْدٌ


Allahu Teâlâ bir kulunu evrad ve ezkâr makamında bulundurduğu ve ilâhî imdad ile yardım ettiği hâlde âriflerin simalariyle muhabbet ehlinin neşat ve sevinçlerini bunda görmediğin için Mevlâsının ona ihsan eylemiş olduğu nimeti az görme!
O eğer ilâhî “Vârid”in tecellîsine mazhar olmasaydı, bulunmakta olduğu makama nail olmazdı.


“Allahu Teâlâ'nın has kulları iki kısımdır.
Bunlar “Mukarribin” ve “Ebrâr” kısımlarıdır.
Mukarribin: Nefislerinin bütün isteklerinden uzak­laşarak her an Hakk’ın ubudiyetiyle kaim olan­lardır.
Ebrâr kısmı ise Tâat ve ibâdetlere devam etmekle beraber bu iyi amellere karşı vaad buyu­rulan cennetin nimetlerini dileyen zâhid ve âbid kimselerdir.


Neşat : Sevin. Şen şâd ve hoşdil olmak. Sürur, keyf. * Bir iş işlemek. Çalışmak.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXVIII


قومٌ أقامهم الحقُّ لخدمتِهِ ، و قومٌ اختَصَّهم بمحبَّتِهِ ، كُلاًّ نُّمِدُّ هَـؤُلاء وَهَـؤُلاء مِنْ عَطَاء رَبِّكَ وَمَا كَانَ عَطَاء رَبِّكَ مَحْظُورًا كُلاًّ نُّمِدُّ هَـؤُلاء وَهَـؤُلاء مِنْ عَطَاء رَبِّكَ وَمَا كَانَ عَطَاء رَبِّكَ مَحْظُورًا

--- “Hepsine, onlara da bunlara da (dünyayı isteyenlere de ahireti isteyenlere de) Rabbinin ihsanından (istediklerini) veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.” ( İsrâ 17/20)

Hak Teâlâ bir kavmi hizmetinde bulundurmuş ve bir kavmi kendi muhabbetine tahsis eylemiştir.
Biz her iki kavimden onlara da bunlara da Rabbin vergisinden imdad ederiz.
Rabbinin vergisi yasak değilidir.


Hak Teâlâ tam bir ihtiyar ve nafiz bir meşiyet sahâbidir. İşlediği hiçbir şeyden sorulmaz.
Fâkat kulları sorulurlar.
Hak Teâlâ bir taifeyi hizmetinde bulundurmakla bunlar cennet ehli olmak salahiyetini kazanmışlardır ki, zâhidler ve âbidler bu cümledendir.
Diğer bir taifeyi de kendi muhabbetine tahsis etmiştir.
Bunlar da ilâhî huzura girebilen ve Allah'a yakınlık makamına lâyık olacak ehliyeti ihraz eden ârifler zümresidir.


Meşiyet : Meşiyyet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXIX


قلَّما نكونُ الوَارداتُ الإلۤهيَّةُ إلا بإءتةً ، لءلا يدَّعِيها العُبَّادُ بوجود الإستعْدادِ


İlahî vâridat pek seyrek olarak ancak arısızın tecellî eder. istidadı olan herkes evrad ve ezkâr ile bu tecellîye eremez.

İlâhî varidat Allahu Teâlâ’nın sevdiği kul­larına ikram ve hibe edeceği armağanlardır.
Çok kereler bu armağanların gelişleri ansızın olmaktadır.
Bunlara lâyık olabilecek istidat sahibleri evrad ve ezkara devam ile bu mukaddes hibelere kavuşamazlar.
Çünkü bunlar Mevlânın sadece hususî bir lutuf ve keremidir.
İyi ameller karşılığı değildir.


Evrad : Virdler.
Vird : Sık sık ve devamlı okunan dua. * Kur’ân-ı Kerim'den her gün okunması vazife bilinen kısım, bir cüz.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXX


من رأيَتَهُ مج]باً عن كُلّ ما سءِلَ ، و معبِّراً عن كُلّ ما شَهِدَ ، وذاكراً كُلّ ما عَلِمَ ، فاسْتَدِلَّ بذلك على وجودِ جهْلهِ

Her sorulan suale cevab vereni,
Her gördüğünü anlatmağa çalışanı,
Her bildiğini söyleyeni görür isen,
Bunlarla onun cehâletine istidlâl et!..


Her sorulana cevab vermek: Bütün bilgileri kavramağa tevakkuf eder ki beşerîyet için bunun imkanı yoktur. Mukaddes kitabımızda :

وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً


--- “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” (İsrâ 17/85)

“Bilgiden size verilen ancak az bir bilgi­dir” buyuruluyor. Her şeyi ve her hakikati olduğu gibi bilmek Allahu Teâlâ'ya mahsustur.
Bundan başka bir soruyu soranın hâlini ve ehliyeti olup olmadığını da anlamak icâbeder.
Her gördüğünü anlatmağa çalışmak dahi uygunsuz bir hâlettir.
Hakk yolunun sâlikleri türlü türlü manevî hâllerle karşıaşırlar.
Olabilir ki ilâhî esrardan bir sırra vakıf olabilirler.
Bu sır; vakıf olan kimseye emânet edilmiş olur.
Bu emânet ehline göre ancak işaret yolu ile söylenebilir. Açıkça söylenmesi ise işitenleri bir takım şüphelere düşürür.
Zevke ait olan ahvalin ibare ile söylenmesine imkan yoktur.”



Tevakkuf : Durma. Eğlenip kalma. Duraklama.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXXI

Allah Teâlâ'nın, iman ehli kullarına müstehak olduktan mükifâtlarını âhiret âlemine bırakmış olması; mükafâtlarının bu dünya âlemine sığamıyacağından ve iman ehli kullarının kadir ve kıymetlerini çok büyütmüş olduğundan dünya gibi bekâsı olmayan bir âlemde mükafatlarının verilmesini münasib görmemiş olmasındandır.

İçinde bulunduğumuz bu dünya âleminin cihetleri birbirlerine yakın ve kuturları dar ol­duğundan iman ehline ihsan edilecek nimetler ne his, ne de mânâ itibariyle bu dünya âlemine sığamaz.
Meselâ: bir mü’min kuluna cennette verilecek ebedi bir mülkün mesafesi beş yüz senelik bir mesafe yolu miktarında olacağı düşünülürse altı ve üstü malüm ve muayyen bu fâni dünya­mıza nasıl tatbik edilebilir?
Dünya ve Âhiret farkları his itibariyle böyle olduğu gibi mânâ cihetine gelince dünya her veçhile hasaset ve
hakaretle dolu bir âlemdir.
Ahiret ise şeref ve rifâtte her türlü düşünce ve tehayyüllerin erişe­miyeccği bir ulviyettedir.
Mesela: Cennette bir Huri kızının bileziğindeki ışıkların şülesi güneşin görmekte olduğumuz ziyâsını söndürecek parlak­lıktadır.
Mukaddes kitabımızın :



فَلَا تَعْلَمُ نَفْسٌ مَّا أُخْفِيَ لَهُم مِّن قُرَّةِ أَعْيُنٍ جَزَاء بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

--- “Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.” (Secde 32/17)

“Gözleri aydın edecek nimetlerden cennet ehli için hazırlananların neler olduklarını hiçbir nefis bilemez.” meâlindeki âyet bu hakikati anlatmaktadır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HİKMET : LXXII


من وجد ثمرة عمله عاجلاً ، فهو دليل على وجود القبول آجلاً


Yaptığı bir iyiliğin meyvasını peşin almak bunun
ileride kabul edileceğine delildir.


İyi bir işin meyvası: İşliyenin onda tatlılık bulmasıdır.
Bu hâl ekseri iyi işlere devam ve muvazabette nefse ağır geleceği ve nefsin hoşlana­mayacağı zamanlarda tasavvur olunabilir.
Ârif­lerden bir zât diyor ki: “Herhangi iyi bir işin işlenmesinde geçilecek sıkıntılı bir akabe vardır.
Bu yolun şiddetine sabır ile tahammül edince suhulet ve rahata erilir."

Ulemâdan bir zât, hâlinden bahisle diyor ki: “Kur'ân’ın tilavetinde bir zevk ve hâlavet bulmazdım.
Bununla beraber devam ettim.
Bunun sonunda Peygamberimizin Kur’ân’ı ashabına tebliğ ederken işitir gibi olmağa başladım.
Bundan sonra vahyin tebliğine memur Cebrail'in Peygamber Efendimize tebliğini duyar gibi oldum.
Bundan sonra da Hak Teâlâ bana daha yüksek bir makamı ihsan buyurdu
Şimdi bu mukaddes kelimeleri asıl mütekellimden işitmekle bunun zevk ve lezzetin­den ayrılmağa sabır ve tahammül edemiyeceğimi anlıyorum!”


Akabe : (C.: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş. * Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz. * Muhatara, tehlike. * Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi. * Kızıldenizin kuzey ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan dar bir körfezin ismi.
Suhulet : Kolaylık.
Resim
Cevapla

“►Allah Dostları Divan Şerhleri◄” sayfasına dön