Aşkın yaktığı gönüller

Cevapla
Kullanıcı avatarı
elifnur
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 17
Kayıt: 16 Oca 2010, 02:00

Aşkın yaktığı gönüller

Mesaj gönderen elifnur »

Bir insanın gönlü nereye meyl ederse ayakları orada iz yapar..."Âşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları akmasaydı,dünyada suda olmazdı ateşte..." Aşkın yaktığı gönülleri,dostun bir gülümsemesi,maşukun bir selamı söndürür...

Çoraklanmış sineleri gönülden gelen bir içlenme,içlenmenin terennümü olan bir damla gözyaşı yeşertir.Sevgiliye giden yol çile yoludur,o yolda çekilen her kahır pişirir aşığı.Hamlık sığından,pişme kıvamına gelen aşık yanarak çoğalır,çoğaldıkça yayılır,yayıldıkça yok olur.Yokluk varlığın başlangıcıdır,varlık hakkın bir kapısıdır.
O kapıya gönül tek başına gidemez,ona o yolu bilen gönül yoldaşı,haldaşı gerekir...

Masivadan masivaya götürecek,emmare çöplüğünden,levvame ve mütmaine makamlarına çıkarıp,perişan gönülü sultan eyleyecek o haldaştır ."İnsanın toprağı aşk şebnemi ile yoğruldu,ruhun damarına aşkın neşteri vuruldu.Ondan akan damlaya gönül dediler..." Gönülde maksat muhabbettir,muhabbet Hz.Muhammed’e giden yoldur.



Hz.Muhammed’in yolu aşk yoludur.O yola çıkan yolcu çok hazırlıklı olmalıdır.O yola çıkan insan bu dünyada ki en büyük sırdır.İnsanın var oluş sırrını aşikar etmek için aşk ateşine ihtiyaç vardır.İnsan tabiatının gizliliklerini ortaya çıkarmak için derin muhabbet ve yoğun özlem gerek,yani hayatın sırrını açıklamak için aşk gerek...



Aşkın hikayesini,durmaksızın feryad eden bülbüle değil,sessiz sedasız can veren pervanelere sormak gerek...diye haykırır aşkın asumanında kanatsız uçan gönül sahipleri...

Aşık olmak için ölümün bir diriliş olduğunu,ölmeden evvel ölmenin gerektiğini bilmek gerek...Aşk, sevgili uğruna meşakkat çekmek,o uğura baş koymaktır.Tıpkı Şems’i Tebriz’in Hz.Mevlana aşkına başını vermesi gibi.

Aşk ızdıraptan lezzet alabilmektir,ateş üstünde Habbab olmaktır...Aşk,kızgın kumlarda sevdiği uğruna çile çeken Bilâl olmaktır.
Aşk, sevgilinin uğruna delikteki yılana parmağını koymaktır.Sevgili ne derse doğru diyebilmektir aşk...Aşk, malının mülkünün tamamını sevgili uğruna verebilmektir...


Aşk, Hz.Ebubekir olmaktır.Aşk, onulmaz yarada sabır,merhamette umman,edepte Hz.Osman olmaktır...Sevgilinin yolunda hiç bir sapma göstermeden hakkı tutup kaldırmak,adaleti sağlamaktır.Öldürmeye gittiğin yolda dirilmektir aşk...


O yolda Hz.Ömer olmaktır.Mücadele,fedakarlık ve ilim sahibi olmaktır aşk...Aşk, Allah’ın aslanı olmaktır tıpkı Hz.Ali gibi.Görünüşlere takılmak,zahiri aşamamak aşkı öldürür.Ne diyor Hz Mevlana;

"Yandık,yakıldık ama hüzünden yana asla yakınmadık
Ne de olsa biz,mahzun bir Peygamberin ümmeti değilmiyiz?
Hüzün taze tutar akş yarasını.
Yaramdan da hoşum,yârimden de..."

Aşk,onu doğurmak,onu hamur gibi yoğurmaktır.Aşk,gönlü mahpusluktan kurtarıp,azat etmektir...Aşk,sevgili kalk gidelim dediğinde nereye dememektir.

Aşk onu her halinden dem haline getirebilmektir...
Resulullah (sav) buyurdular ki: "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teala hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı."
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Aşkın yaktığı gönüller

Mesaj gönderen MINA »

Dr. Veli Sırım - Sakalından Bir Tel



Resim


Sakal-ı Şerif, Lihye-i Şerif, Lihye-i Saadet…

Bütün bu ifadelerde iki ana aktör bulunuyor. Birincisi, sakal teli. Ancak, kesinlikle sıradan ve değersiz bir tel değil. İşte bu özellik ve ikinci ana aktör, hepimiz için son derece sıradan bir sakal telini, nice meliklerin ve sultanların bile paha biçemediği derecelere çıkarıyor.

İşte o yüzden birer saygı ifadesi olan “Şerif” ve “Saadet” gibi nitelemelerle birlikte anılıyor. Asırlardır bir tek tel bile olsa, özenle muhafaza ediliyor. Balmumuyla kapalı şişelere konuluyor; kırk kat bohçaya sarılarak saklanıyor. Ya altın çerçeveli akikten yapılmış ufak bir kutu, ya da özel yapılmış ufak silindir biçiminde billûr bir zarf içine konuyor. En iyi cins şaldan veya üzeri sırma işli, kenarlarına sırma saçak dikilmiş, birbirinden farklı boyutlarda otuz kadar bohçaya, önce en ufağından başlamak üzere sarılıyor.

Özellikle Kadir gecelerinde ziyarete açılıyor. Evlerde, köşk veya konaklarda “Lihye-i Saadet Dairesi” açılıyor. Bu odalar duvarından kapısına çok büyük özenle boyanıyor ve donatılıyor.

İşte bütün bunlar, Resûlüllah (a.s.m.) sevgisinin, Resûlüllah’a (a.s.m.) bağlılığın en dikkat çekici örnekleri arasında yer alıyor. Bir sakal telinde sembolleşen bu muhabbet ve sadâkat, nesiller boyunca bir manevî miras olarak elden ele, gönülden gönüle aktarılıyor.

PEYGAMBER SEVGİSİNİN KAYNAĞI

İnsanlar, yaratılışlarından kaynaklanan bir özellikle, güzel, mükemmel ve erişilmez olan her şeye karşı müthiş bir sevgi ve muhabbet besler. En dar dairede de en geniş dairede de bu özelliği her an kendisini gösterir. Hattâ, karşılaştığı güzelliğin ve mükemmelliğin derecesi arttıkça, o şeye karşı duyulan sevginin derecesi ve şiddeti de artar. Küçük bir çiçekteki güzelliğe duyduğu hayranlıkla, bütün kainatta gizli sayısız güzelliklere duyduğu sevgi elbette bir değildir.

Sevgi ve muhabbetin harekete geçtiği yer insanın kalbidir. İnsandaki bu küçücük merkez, küçüklüğüne ters orantılı olarak, bütün kainatı sevecek, bütün kainattaki güzelliklere aşk derecesinde muhabbet duyacak kadar geniştir.

Kâinat genişliğinde bir aşkı kuşatabilecek bir kalbe sahip olan insan, bu potansiyeliyle bir adım daha ileri giderek, kâinatın Sahibi ve Yaratıcısına karşı eşsiz ve sınırsız bir muhabbeti de kalbinde barındırabilir. Zira Cenab-ı Hak, aslında kalbe o yeteneği de vermiştir. Çünkü insanın asıl görevi Allah’a kulluk olduğuna göre, bu kulluğun özü ve ruhu olan Muhabbetullahı, yani Allah sevgisi ve aşkını elde etmeye elverişli yaratılmış olması gereklidir. Zaten öyledir.

Diğer yönden Cenab-ı Hak, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkları eşsiz bir sevgiyle sevdiğini yarattığı her şeyle göstermiştir. Yarattığı her bir güzellik, akıl almaz mükemmellikteki sanat eserleri ve harikulâde mucize işlerle bu İlahî sevgi bütün alemi kuşatmıştır. Böylesi eşsiz ve benzersiz bir muhabbete elbette muhabbetle mukabele etmek gerekir. Bunu yapan, bunu gerçekleştirebilen kullarını Allah, her şeyden daha fazla sevecektir.

Cenab-ı Hak, kullarının kendisini nasıl seveceğini, bu sevgilerini en önemli ve en güvenli bir yöntemle nasıl sergileyebileceklerini şu âyet-i kerimede bize bildirir

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”[1]

Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar isimli eserinde bu ayeti yorumlarken şöyle der;

“Şu ayet diyor ki: Allah’a (celle celâlühû) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”[2]

Bu âyet-i kerimeyi mantıkta kullanılan, çok kuvvetli ve kesin olarak kabul edilen bir metodla, “Kıyas-ı İstisnâî” yöntemiyle ele almak mümkündür. Bir örnek eşliğinde açıklayalım:

“Güneş çıkarsa gündüz olur” cümlesi bir hükmü ihtiva eder. Bu hükümden hareketle, eğer “güneş çıktı” denilmişse anlaşılır ki, “şimdi gündüzdür.” Tam tersi olarak “güneş yok” denilmişse, peşinden hemen “gündüz değil” hükmü verilecektir.

Bu kıyas yöntemi ve verdiğimiz örnekten hareketle mezkûr âyet-i kerimeyi tekrar ele alalım:

Bir insan için en mühim ve en yüce maksat, aslında Cenab-ı Hakkın muhabbetine mazhar olabilmektir. Bunun için Allah’ı sevmek, Ona muhabbet etmek şarttır. Eğer Allah’a muhabbet varsa, Onun habibi, yani en sevgili kulu olan Hz. Muhammed’e (a.s.m.) tabi olunması gerekir. Eğer tabi olunmuyorsa Allah’ı sevme söz konusu değildir. O halde bir kul ne ölçüde Habibullah’a uyarsa, o ölçüde Allah’ı seviyor demektir.[3]

Sevgi yerine iman cihetinden de aynı bağlantı kurulabilir. Çünkü Allah’a iman eden kimse, elbette Ona itaat edecektir. Ona itaat yolları içinde en makbulü, en istikametlisi, en kısası ve en güvenlisi hiç şüphesiz Habibullah’ın gösterdiği ve bizzat takip ettiği yoldur.



HEDEF DEĞİL VESİLE

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslâm tarihi boyunca Müslümanlar Allah ve Resûlüne olan muhabbetini, sevgi ve hürmetini her alanda olduğu gibi, Resûlüllah’tan kalan bir sakal teline dahi en üst seviyede sergilemişlerdir.

Ancak bu noktada, Peygamber sevgisi ve bu sevginin bir yansıması olan Sakal-ı Şerifler hakkında bazılarınca dillendirilen veya akıllara takılan bir kısım soruları göz ardı etmemekte fayda vardır. Örneğin bir sakal veya saç teline bu kadar hürmet gösterilmesi bazılarınca abartılı veya hatalı görülmektedir Belki bazı insanlarımız, bu saygının mahiyetini ve derinliğini idrak edemeyip, sadece zahirî bir bağlılıktan öteye geçmeyebilir.

Belki bazılarının zihninde, günümüze kadar çok sayıda Sakal-ı Şerifin gelmesiyle ilgili bazı soru işaretleri belirebilir.

Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar isimli eserinde, bu konuda gayet önemli açıklamalarda bulunur. “Hadîsçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Lihye-i Saadetinden düşen saçların taneleri mahduddur (sınırlıdır). Otuz-kırk tane veya elli-altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü” dedikten sonra, “Lihye” kavramıyla ifade edilen mânânın sadece “sakal”dan ibaret olmadığını, bu tellerin içinde saçların da bulunduğunu ifade eder.

Hz. Peygamber’in (a.s.m.) saçını ve sakalını traş ettirdiği zaman, Sahabe-i Kiram tarafından saklanarak muhafaza edildiğini ve bu tellerin nesilden nesile, büyük bir özenle aktarıldığını söyler.

Said Nursî, bu açıklamanın ardından, bu kez kendi zihnine gelen bir soruyu aktarır. Binlerce camide ve ziyaretgâh özelliğini taşıyan yerlerde bulunun saç veya sakal tellerinin gerçekten Hz. Peygamber Efendimize ait olup olamayacağı üzerinde düşünür.

Bu yöndeki sorgulamalarının ardından, genelde dikkatlerden kaçan bir noktaya temas eder. Ona göre, saç ve sakal telleri çok önemli bir mânâya ulaştıran bir “vesile” olma özelliğine sahiptir. Resûlüllah’ı (a.s.m.) hatırlamaya, Ona salâvat getirmeye, bir hürmet ve muhabbete medârdır. “Vesilelik ciheti o şeyin zatına bakmaz, vesilelik cihetine bakar” genel hükmünden hareketle, bir saç veya sakal teli gerçekten Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olmasa bile, zâhir hâle göre halk tarafından böyle telâkki edildiği; vesilelik vazifesini ifa ettiği; hürmete, teveccühe ve bağlılığa vesile olduğu için taşıdığı değerden hiçbir şey kaybetmeyeceğini dile getirir.

Ancak bu konunun ve yaklaşımının bir istisnasına dikkat çeker. O da, Lihye-i Şerif telakkî edilen bir telin, gerçekte Hz. Peygamber’e (a.s.m.) ait olmayabileceğidir.



ÇAĞIMIZDA SÜNNETE BAĞLILIĞIN ÖNEMİ

Bediüzzaman’ın bu yaklaşım tarzı, aslında sadece bu konuya mahsus değildir. Özellikle “vesilelik” kriteriyle birlikte, içinde bulunduğumuz şartları dikkate alarak, Sünnet-i Seniyyeye tabi olma konusunda da çeşitli yorumlarda bulunur. “Ümmetin fesadı zamanında kim benim sünnetime sımsıkı sarılırsa, yüz şehidin sevabını kazanır”[4] hadis-i şerifine getirdiği yorum, bu konudaki en açık ve dikkat çekici örneklerdendir.

Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere basit de olsa Sünnet-i Seniyyeye tabi olmak, onun herhangi bir kuralına uymak hakikaten çok değerlidir. Özellikle İslâmiyetin özüne aykırı bir takım uygulamaların, yani bid’atların ortalığı adeta istilâ ettiği bir ortamda sergilenen bir bağlılık çok önemlidir. Hattâ Sünnetin en küçük bir adabını ve kuralını yerine getirmek dahi ileri seviyede bir takvâyı ve güçlü bir imanı gerektireceğinden, çok büyük önem taşıyacaktır.

Zira bu en küçük uygulama, böylesi bir ortamda zihinlere Resûl-ü Ekrem’i (a.s.m.) getirecektir. Böyle bir hatırlama ise, insan zihnini doğrudan doğruya İlahî emirlerle muhatap kılacaktır.

Dolayısıyla basit ve sıradan, ama Sünnet dairesinde olan bir davranış sevap-günah kavramlarını gündeme getirecektir. Sünnetin küçük bir adabına riayet eden, bu hassasiyeti gösteren bir kimse ise Allah’ın emirlerine ve yasaklarına daha fazla dikkat edecektir.

SONUÇ

Cenab-ı Hakk’ın rahmeti nasıl bütün alemi kuşatmışsa, muhabbeti ve sevgisi de bütün kainatı ihata etmiştir. İlahî muhabbete mazhar olan sayısız varlıklar içindeki en yüksek makam ise Hz. Muhammed’e (a.s.m.) mahsustur ki, bu yüzden ona “Habîbullah” unvanı verilmiştir.[5]

Muhabbetullaha, yani Allah sevgisine vâsıl olabilmek, Onun en sevdiği kulu ve Resûlünü sevmeyi gerektirir. Resûlüllah sevgisinin göstergesi Sünnet-i Seniyyesine tabi olmaktır. Habîbullah’ı sevmek, ondan gelen, ona ait olan her şeyi sevmektir.

Ondan miras kalan bir saç veya sakal teline gösterilen sevginin kaynağı işte budur. Bu öylesine ulvî bir sevgi ve muhabbettir ki, o muhabbetle Müslümanlar gerektiğinde o mukaddes emanet için gözlerini kırpmadan hayatlarını fedâ etmişlerdir. İşte bu yüzden, bir tek sakal saç telini “Şerif” demişler ve “Saadet” kaynağı olarak görmüşlerdir. O bir tek telin ardındaki Muhabbetullâha erme emelini ve gayesini gütmüşlerdir. İşte o niyettendir ki, belki bir tek Lihye-i Şerif üzerine büyük devletler, muazzam medeniyetler kurmuşlardır.


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Âl-i İmrân Suresi, 3:31

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yayınları, Lem’alar, İstanbul, 1996, C. 1, s. 611.

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, C. 1, s. 609.

[4] İbn Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, C. 2, s. 739.

[5] Mektubat, 490
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
habibi
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1059
Kayıt: 26 Eki 2008, 02:00

Re: Aşkın yaktığı gönüller

Mesaj gönderen habibi »




Kurbağanın canı sudandır, havadan değil; o havayı bilmez! Denizlerde yaşayanların hepsinin işi gücü budur!

Eski şairlerimizden birisi; "0l mahîler ki derya içredir, deryayı bilmezler diye yazmıştır. Evet; denizde yaşayanlar, denizin ne olduğunu bilmezler!

İlahî nur denizinde gizlenmiş olan ariflerin nefesleri nurdandır! Onlar, hep nuru teneffüs ederler; bilgisiz karanlığı yok ederler!
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/hbbi.jpg[/img]
Cevapla

“Hikaye, Makale ve Yazılar” sayfasına dön