ALLAH Dostu Der ki - I

Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (İçindekiler)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

MÜNİR DERMAN
kaddesallahu sırrahu


ResimALLAH Dostu Der ki I



01- ÖNSÖZ
02- HER MADDİ OLAN CİSMİN SONU GELECEKTİR
03- MERHABA
04- MANEVİYAT BAHÇESi I
05- MANEVİYAT BAHÇESi II
06- BiR ALLAH DOSTU RÜYASINDA GÖRMÜŞ DE ANLATIYORDU.
07- MANEVİYAT BAHÇESiNDEN
08- ALLAH DOSTLARI DİYORLAR Ki
09- VEYSEL KARANİ (Tabiinin En Büyüğü)
10- RÜHANİYET-î RESÛLULLAH'IN HAKÎKÎ MÜMİNE İLTİFATI
11- KADİR GECESi
12- DUA
13- PEYGAMBERİMİZ aleyhi's-selâmın SAĞLIĞA DAiR DÜŞÜNCE VE BUYRUKLARI
14- TAAHHÜD ŞUDUR
15- ORUÇ
16- PENİSİLİN...
17- ORUÇ'UN ESRARI
18- KÂBE
19- IMAN (BU SIR, PERDE ARKASINDA GÎZLİDİR VE GiZLi KALACAKTIR.)
20- TEKRAR DİRİLECEĞİZ
21- HAMD VE ŞÜKÜR
22- KAZÂ VE KADER
23- RIZA VE HUZUR
24- GENÇ BİR FRANSIZ PAPAZININ iSLÂMİYET HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERi
25- BAY ENVER ÇALIŞ
26- BiR SUALE CEVAP
27- ALLAH DOSTLARINDAN HATIRALAR
28- KENDiNi ÖRSELEME YAZIKTIR
29- MUHTEREMLER


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (Ön Söz)

Mesaj gönderen kulihvani »

ResimÖN SÖZ Resim

ResimBEN insanın sırrıyım
İnsan BEN’im sırrım…

>ALLAH celle celâluhu..

ResimGece değmemiş semâ,
Dalga görmemiş deniz gibi,
Gönlü olanlara selâm olsun!..
>BiZden…


İnsanın süsü hayâ duygusudur.
Dil ile öğüt verene uyma, Fiili ile öğüt verene uy!.
Nefsinle hasımlarınma o senin değildir, Sahibine bırak.
Hâlini gizleyen velîdir.
Gıpta, haset, tamah hisleri ile, fazilet, doğruluk, adalet, şefkat süslerine toz kondurma.
Dünyada tek bir mabet vardır o da, insan vücudu.
Bu vücud bir mekândır. Kendini temiz tut!.
Kudret âlemine cehâlet ayağı ile vurma!
Beyazla olduğun zaman siyahı unutma!
İsbata uğraşma inançlarını; isbat, varlığından şüphe edilen meçhullerin
aranma, yoludur.
Kireç taştır, Su da sudur, Fakat su onu eritir!
Su yumuşaktır, Taş serttir, Sen de yumuşak ol!.
Sertler, geç de olsa önünde diz çöker.
Sabır, hilesi olmayanın hilesidir. Sabırlı ol!...

Yaptığımızdan utanırız, elimizde bir ihtiyar olduğunun delilidir.
Söze dikkat edin. Gelişi güzel lâkırdı değildir.
Yapıp yapmamada ihtiyacınız varsa, o hâlde utanma nedir?
Bu bir edeb mes’elesidir, cevabı söylenemez.
Duvara dayanma yıkılır. Ağaca dayanma, kurur. İnsana dayanma ölür.
ALLAH’a dayanan ne yıkılır, ne kurur, ne ölür!.
Bu sözleri, noksanlarımızı düzeltmek için söylüyoruz.
Bağırmıyoruz, bağırsak iş değişir.
Bu kubbenin altında bir göz ara! Seni sevsin.
Kör, görenin koluna girerse çabuk yol alır.
Deniz korkunçtur ama balıklar için değil.
Kurt zâlimdir ama düzeni, hilesi yoktur.
Resûller Resûlü buyurur: “Helâk olacağınızı bilseniz dahi doğruluktan ayrılmayınız, kurtulmak için tek ümit dahi olsa yalana baş vurmayınız!”Vicdanı ferahlandıran şey sevaptır, içi kemiren şey, günahtır.

Gül kokan bir cesed, semâlar kadar temiz bir ruh.
Büyük nehirler gibi coşkun iç âlemleri olanlara,
Bağrını secde-yi Rahmâna koyanlara söylüyoruz.
Şişmeyi Semizlik sayanlara sözümüz yok.
Bu sözler rasgele kimselerin kulağına girmekten çok yücedir.
İrfan sahibinin makamı yükseldikçe, halk gözünden düşerler.
Yıldızlar da böyledir.
Kabahat kimsede değil yıldızlarda mı?
Hayır!
Halkta mı?
Hayır!
Ne onda ne bundaü, bütün ayıp ve kabahat tam görmeyen gözlerdedir!
Tek elle alkışlanmaz.
Boş tarafınız varsa onu ALLAH ile doldurun!.
Söz bağladık!.
Huzur içinde kalın!..


Resim

Hayâ: Hicab, utanma, edeb, ar, namus. Allah korkusu ile günahtan kaçınmak.
Hasım: Kesip atma, kesme, kat'etme. Kat'i olarak bir mes'eleyi hâlledip neticeye varma. Kavgalılı olanlar.
Velî: Sahib, mâlik. Evliya. Muin. Muhafaza eden. Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse. Sıddık. Baba. Babanın babası, cedde de denir. Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden Allah'ın (C.C.) izniyle gaybdan haber vermek ve gaybî ahvali keşfetmek gibi ilmî ve kevnî hârikalar zuhura gelen zât. Allah'a (C.C.) manevî yakınlık kesbetmiş olan şerif zât. Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) isimlerinden birisi.
Hased: Başkasının iyi hallerini veya zenginliğini istemeyip, kendisinin o hallere veya zenginliğe kavuşmasını istemek. Çekememezlik. Kıskançlık. Kıskanmak.
Tamah: (Tımah - Tumuh) Bir şeye göz dikip bakma.
Ma’bed: (Mâbet) (İsm-i mekân) İbadet edilen yer. (Mescid, câmi gibi)
Hile: Sed. Hâil. Çare. Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak. Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara. Zeval ve intikal. Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık.
İhtiyar: Yaşlanmış kimse. Yaşlı. Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek. (Bak: İrade)
Lakırdı : Boş söz, konuşulan laf
İrade: İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman. Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.(İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlardır. İradenin zıddı kerâhet; ihtiyarın zıddı icâb ve ıztırardır. İrade, hakikatte dâima ma'duma taalluk eder. Çünkü, bir emrin husûl ve vücudu için o, tahsis ve takdir eder.) Fık: Cenab-ı Hak irade sıfatı ile muttasıftır ve iradesi ezelîdir. Yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile kendi hikmeti ile birer veche tahsis buyurur ve onun irade buyurduğu mutlak olur.(Âdetullah üzerine irade-i külliye-i İlâhiye, abdin irade-i cüz'iyesine bakar. Yani, bunun bir fiile taallukundan sonra o taalluk eder. Öyle ise cebir yoktur. İ.İ.) (Bak: Vicdan)


Resim

Resim--Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Sonunda helâk olacağınızı bilseniz bile doğruluktan ayrılmayınız. Çünkü gerçek kurtuluş ondadır. Kurtuluş görseniz bile yalandan sakınınız. Çünkü gerçek helâket ondadır” buyurmuştur.
(Feyzü’l-kadir, 3:232)

Resim--Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Doğruluğa sarılınız. Çünkü doğru söz insanı iyiliğe, iyilik de Cennete götürür” buyurmuştur.
(Buharî, Edeb: 69; Müslim, Birr: 105)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (Her Maddi Olan Cismin Sonu)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


HER MADDî OLAN CİSMİN SONU GELECEKTİR!.
Resim

“Gözlerin tahammül hududunun kamaştığı, kamerin tutukluğu,
güneşin kamere girdiği zaman bunlar diyecekler: Nereye kaçacağım?”

Güneşin gittikçe parlaklığı fazlalaşmaktadır.
Ömrünün sonuna doğru parlaklığı 100 misli artacaktır.
Ondan sonra buharlaşıp patlayacaktır.
Bu hâl her zaman gezegenlerde olan bir olaydır.
Bu işaretle evrende her şey güneş tarafından alt üst edilecektir. “Dünya nın biyografisi” Geoide Guimov. Fizik âlimi 1968

“Kıyamet”
“Her an var, her an yok ve tekrar var oluş vardır.”
İşte Kur’ân'ın bildirdiği kâinatın sonu...
İşte fennin bildirdiği kâinatın sonu....
Biri ruha hitab... Diğeri maddeye saplanan akla hitab... Her ikisi de aynı...

Özet;
“İlimsiz inanç kör, inançsız İlim topaldır!” (Einstein)
Ben filozofların düşünürlerin, matematik ve fizikçilerin akıl buldukları ALLAH'a değil, mukaddes kitapların, Peygamberlerin haber verdiği ALLAH'a ve vahye inanıyorum.” (Paskal).
“Kâinat bir düştür!” diye haykıranlar vardır.
Bu şarkı korosuna iştirak ederseniz:
“Atomlardan galaksilere kadar milyonlarca yıldızların uzayın düzen ve varlığı bir çok tesadüflerin, bir araya gelmesi ile olmuştur!” Şarkısını söylemiş olursunuz,
Bu düşünüş protoplazmadan başlayıp aya ve diğer gezegenlere gidecek kadar insan, zekâsının tekevvününü milyonlarca tesadüfü bir araya gelme zinciri olarak düşünmek ve kabul etmek olacaktır bu insanı maskara hâle getirir.

Fikirler, düşünceler ilim çemberi içinde kaldığı müddetçe dünya ve kâinat, bize düzgün bir nizam ve kanunlara tabi’ bir mekan ma gibi görünür.
Fakat bu nizamın oluşu mes’elesinde düşüncenin artık değeri kalmaz.
Bu hususta söz söylemek için, bu noktada katılaşmamak gerekir, ilmin bilmediği,
inancın tefsir ettiği şeyleri bilmek ve onlara edeble kulak vermek icab eder.
Bu yönü düşünmek, ne gerilik, ne taassub ne de aptallıktır.
Fisagor, Delfes Ma’bedi’nin kapısına altın kakma ile şu yazıları yazdırmıştır: “Adet kâinatın, Tekâmül hayatın, Birlik ALLAH'ın Kanunudur....”

İhsan idrak ve zihninin kolaylıkla kavrayıp içine biraz olsun nüfuz edemiyeceği ucu bucağı bilinmez bir uzayda milyonlarca yıldızlarla birlikte dönüp duruyoruz.
Duygu organlarımızın kuvvetini artırmaktan başka bir şeye yaramayan bir takım âletler, teleskoplar ve analoji, matematik yardımı ile bir çok şeyler biliyoruz. Bunlar, hareket, zaman, mekân, sayı gibi yer yüzü mukayese Ölçülerimize esas olan her türlü kavramın özünü kaybettiği uçsuz bucaksız, bir vasat içinde idrakimizin muktedir olamadığı ilâhi bir kanuna taht olarak cereyan eder.
İki yıldız arasındaki mesafeyi, saat, gün, sene, asırlarla ifâde etmekten aciz bir hâldeyiz...
Ancak ışık seneleri kullanmak mecburiyetindeyiz.
Bunlar sonsuzluğa doğru kayan kâinatın teleskoplarımıza çarpan ve astronomların müşahede ve şahsi takdir ve tahminlerine dayanan bir kâinat modelidir, kaba duygularımıza ulaşan bilgiler toplumudur.
Kâinatın diğer yönleri ise bizler için tamamen meçhul, enginlik ve belirsizliktir.
Bilgisizliğimizin ve aklın inanç ile tamamlanması lâzımdır.
Aklın durduğu yerde, aklın ötesine hürmet, edip, boyun eğmek, aczini anlamak ALLAH'a inanmak demektir.
Akıl, ta’zim, hürmet ve edeb içinde söylersek, Tanrı'nın üç büyük vasfı vardır;
Akıl ve idrâk ölçümüzde “Halkeder, İdame ettirir, Yok eder.”
Onun mahiyetini tâyin ve teşhis edecek hücre insan dimağında yoktur...
Bugünkü matematik, fizik, uzay ilmi karşısında bunu inkâr değil şüphe kapıları tamamen kapanmıştır.
Halk eder yani başlangıcı yoktur, idame ettirir.
Bütün kâinat kanunlarının değişmiyen icabları cereyan eder.
Yok eder, her maddî cismin sonu gelir demektir.

İlim malzemesi ile konuşursak;
Başlangıcı olmayan, sadece yaratılmamış olandır.
Başlangıcı olmayan hiç olandır. Her şey hiçlik içindedir.
Dünyanın dışında hiçlik vardır. Hiçlik her yerde hazır ve nazırdır.
Gerçekler vardır. İmkânlar vardır. Kavramlar vardır. Şekiller vardır.
Gerçek maddedir. Şekil de maddenin tanrılaşmasıdır.
Şekil veren prensip Tanrı'dır. Tanrı herşeyden ayrı ve“Tek”'dir.
Çok görünüşlüdür. Bir gülün iki ayna arasında göründügü gibi.....
Taş maddedir. Balık maddedir. İnsanlar da maddedir.
Tanrı'dan başka herşey maddedir. Tanrı önsüz, sonsuzdur.

Uzay sınırlıdır. Çünkü belli bir cismin sınırıdır.
Cisimsiz uzay yoktur. Boş uzay da olamaz.
Cisim olmadan da uzay olamaz. Memleketsiz sınır yok olduğu gibi...
Oluş ve yok oluş yalnız yer yüzündedir. Gezegenler yokluk içinde dönerler. Var olan herşey hiçlik içindedir.
Tanrı yaratmış olduğu evren sistemini yeniden hiçliğe çevirdiği zaman, onun yerinde hiçlikten, dünyanın başlangıcından önce olduğu gibi yaratılmamış olandan başka bir şey kalmayacaktır.
Bu cümleler olgun olmayan dimağlar için bir ihtilâldir…

Izdırab; insanlığın hem mutluluğu, hem de derdidir. Hem kaderi hem de büyüklüğüdür.
Bu, maddeye bakan insan gözünün, kulağının, düşüncesinin, mantık ve idrakinin, ilmi görüşünün son hudududur.
Bunun manevî ifâdesi şudur: Ne bir ses ne bir nefes,
Duyulan sadece uçsuz bucaksız yalnızlık…

Bomboşluk vardı veya yoktu.
Toprak yoktu. Güneş yoktu. Gün yoktu. Ay yoktu. Daha yıldızlar da yoktu…
Saman yolu yoktu. Aydınlık yoktu. Galaksiler de yoktu…
Yalnız bir “SU”vardı, altta üstte. “Var” bile yoktu.
Bu yokların sonsuzluğunu kavrayan yalnız tek “O” vardı.
“O”nun mahiyetini tâyin ve teşhis edecek ve kavram hududuna sokacak hücre insan dimağında yoktur.

Ondan sonra Tanrı bir gülün iki ayna arasında görüldüğü gibi göründü. Yoklar var oldu. Ve ondan sonra Tanrı, Âdemi gömlek etti.
Ve üstüne giydi. Dünyayı insan şeklinde kendi süsleri ile süsledi.

İnsan, nereden geldiği bilinmez.
Ana ve baba perdesi altına gizlenerek doğar, büyür, yaşar, ihtiyarlar. Tekrar ölüm denilen sonsuz diyara kayar gider. Bir yıldız gibi....

Bu ne hâldir anlaşılmaz. Bilinmez.
Fakat devran böyle kurulmuş döner.
Varlıktan yokluk, yokluktan varlık oluyor sanır insan.
Hâlbuki her an var oluyor her an yok oluyor!
Buyurmuş Resûl: “Dünya bir andan ibarettir.”Tanrı bildirir kelâmında: “Her an her şey yok olur, yeniden tekrar yaratılır.” Böyle kurulmuştur bu evren....

Tanrı iki haslet vermiştir insana, Utanma ve Unutkanlık.
Biri edebin hududu, diğeri yeniden kuvvet bulma kaynağı.
Edeb, herşeyin insan için sınırıdır.
Aklın durduğu, kavramın takati kesildiği, başın secdeye geldiği, insanın kendine kendinden yakın olanla burun buruna geldiği hudud...
“Bir yay arası kadar”....
Aradaki perde utanma perdesidir.
Tahammül hududunu haber veren haslet....

İnsanda irade, ihtiyar vardır. Her şeyi yapmak veya yapmamak kuvveti...
Utanma bu hududun dışındadır. Utanma bakalım!..
Bu hududda irade yoktur.“Sıfır”bile değildir insan iradesi...
Yaptığı işten içi burkulan günâh işlemiştir. Edeb hududunu rencide etmiştir.
Yaptığı işten haz duymuştur. Ferahlamıştır. Sevap işlemiştir. Edeb içindedir, demektir.
İnsan kendi kıymetine ulaşabilmesi için, Tanrı “Alın terini” zahmeti şart koşmuştur....
Çünkü, Tanrılık taslayıp şirke girmesin diye...
Tanrı şirki istemez. Şirk sana senden yakın, “seni gömlek diye giyenin” kendi kendisinin inkârı oluyor.
Aklın, kuvvetin, düşüncenin hududuna hayâ duygusu ile varılır.
Hayâ duygusunun korunması, vücud, ruh ve his çıplaklığından kurtulmakla olur.

Bunların yardımı ile;
Birlikte sevin! Birlikte üzülün!
Birlikte yoksulluk çekin!
Birlikte sıkıntılı yıllar yaşayın!
Ve birbirinizden hiç bıkmayın!Birbirinizi teselli edin!
Fakat tek olduğunuzu unutmayın!..“ALLAH tektir!..”


Resim

Kamaşmak: Gözün ışıktan rahatsız ulup doğrudan bakamamamsı.
Evren : Kâinât.
Tesadüf : Rastgelme. Bir şey kendiliğinden olma. Tedbirsiz meydana gelme. (Bak: Delil-i inayet).
Televvün : (Levn. den) (C.: Televvünât) Renkten renge girme. Renk değiştirme. * Döneklik, kararsızlık.
Maskara: Herkese karşı rezil olan kişi.
Tefsir : Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek. * Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak. * Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab. * Ehl-i Hadis ıstılahında Tefsire dâir hadis-i şeriflere Tefsir denilir.
İcâb : Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.
Taassub : (Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma. * Din bakımından fazla salâbetli olma. * Kendi dinini çok üstün görmek. * Haksız yere husumet etmek. * Bir düşünüşe, bir inanışa körü körüne bağlanıp ondan başkasını düşünmemek hâli. (Bak: Dimağ)
Tekâmül : Kemâl bulma. Olgunlaşma.
(Zihn) Anlama, bilme, hatırlama kuvveti. Anlama kuvvet ve istidadı. Hıfz kabiliyeti. (Bak: Dimağ)
Dimağ : Beyin. Kafanın içi. (Bak: Kalb)
Kalb : Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme. *İmanın mahalli. * Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb ismi verilmiştir.) Bir şeyi geri döndürmek ve çevirmek. * Yüreğe vurmak veya dokunmak. Gönüle dokunmak. * Bir şeyin içini dışına ve dışını içine çevirmek. * Aks ve tahvil.
Analoji : Mant. Benzetme yoluyla sonuç çıkarma. Bilinmeyen bir durum, bir hadise, bir münasebet ve bir varlık hakkında hüküm vermek için bilinen bir benzeri hakkındaki bilgilerden faydalanılarak muhakeme yürütülmesidir. Bu tarz düşünce çok defa düşüneni yanlış sonuca götürür. Muhtemel olanın muhakkak zannedilmesine sebep olur. Hataya düşmemek için dikkatli olmak gerekir.
Âciz : Beceriksiz. Eli ermez. Kabiliyetsiz. Gücü yetmez olan.
Astronomi : yun. Kozmoğrafya. Gök ilmi. Felekiyat.Astronomi ilmi dünyanın birgün hareketinin duracağını; coğrafya, karaların alçalarak dünyanın sularla kaplanacağını, iklimin değişerek canlılar için yaşanmaz hâle geleceğini; fizik, güneşin birgün söneceğini, kâinattaki enerjinin artık kullanılamaz, işe yaramaz hâle geleceğini, kâinatın öleceğini açıklamaktadır. İnsanların yaşanmaz hâle gelecek dünya ve güneş sisteminden başka sistemlere göç edeceklerini hayâl etsek bile, kâinatın genel çöküşü karşısında kaçacak yer bulamıyacaklardır. Sonunda kıyamet kopması muhakkaktır ve Allah'ın vaadi olan âhiret, şüphesiz gelecektir.
Takdir : Kıymet vermek. Değerini, kıymetini, lüzumunu anlamak. * Kader. * Düşünmek. * Öyle saymak.
Tahmin : (Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek.
Mechul : Bilinmeyen. Belli olmayan.
Ta’zim : Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifâde eden tavırda bulunmak.
İdame : Devam ettirmek. Dâim ve bâki kılmak.
Ta’yin : Yerini belli etmek. * Vazifeye göndermek, vazifelendirmek. * Ayırmak. * Tayın, erzak.
Cereyan : Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma. * Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî veya siyasî hareketler gibi birbirlerinden farklı sahalarda olabilir.İhtilal : (C.: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık. * Şerre çalışmak, düzensizlik.
Izdırab : Acı çekmek.
Manevî : (Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani.
İfade : Anlatmak. Söylemek. * Fayda vermek, fayda tutmak.
Teşhis : Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma. * Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek. * Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek. * Eşyaya şahsiyet vermek.
Diyar : (Dâr. C.) Memleket.
Devran : Devir, felek, zaman, deveran, dünya. Zikir halakası kurlan yer.
Tahammül : Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak.
Haslet : Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.
İrade : İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman. * Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.(İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlardır. İradenin zıddı kerâhet; ihtiyarın zıddı icâb ve ıztırardır. İrade, hakikatte dâima ma'duma taalluk eder. Çünkü, bir emrin husûl ve vücudu için o, tahsis ve takdir eder.) * Fık: Cenâb-ı Hak irade sıfatı ile muttasıftır ve iradesi ezelîdir. Yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile kendi hikmeti ile birer veche tahsis buyurur ve onun irade buyurduğu mutlak olur.
Günah : f. Cezayı gerektiren amel. Dine aykırı iş. Allah'ın emirlerine uymayan hareket. (Bak: Kebâir-Cünha).
Rencide : f. İncinmiş, kırılmış.
Hazz : Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saâdet. Tali'. Nasib. Nimet ve süruru mucib şey.
Zahmet : Sıkıntı, eziyet. Yorgunluk. * Zor, güç.
Taslamak : Olmadığı hâlde öyle gözükmek.
Şirk : En büyük günah olan Allah'a (celle celâlihu) ortak kabul etmek. Allah'tan (celle celâlihu) ümidini keserek başkasından meded beklemek. (Şirkin mânası mutlak küfürdür.) (Politeizm)
İnkar : Reddetmek, kabul etmememek.
Hiss : Duymak. Farkına varmak. Duygu. * Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek. * Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcudiyetini idrak eylemek.


Resim

Dünya bir andan ibarettir:

Resim---Müstevrid İbni Şeddâd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Âhirete göre dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının ne kadarcık bir su ile döndüğüne baksın.” Buyurdu.
(Müslim, Cennet 55)

Resim---Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’dan: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz: “Yâ Resûlallah! Sizin için bir döşek edinsek, dedik. Bunun üzerine Resûl–i Ekrem: “Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim” buyurdular.
(Tirmizî, Zühd 44)

Resim

فَإِذَا بَرِقَ الْبَصَرُ
Resim---Fe izâ berikal basar: İşte göz (hayret ve dehşetle) kamaşdığı(Kıyâme 75/7)

وَخَسَفَ الْقَمَرُ
Resim---Ve hasefel kamer: Ay karardığı,” (Kıyâme 75/8)

وَجُمِعَ الشَّمْسُ وَالْقَمَرُ
Resim---Ve cumiaş şemsu vel kamer: Güneşle ay biraraya getirildiği zaman!(Kıyâme 75/9)

يَقُولُ الْإِنسَانُ يَوْمَئِذٍ أَيْنَ الْمَفَرُّ
Resim---Yekûlul insânu yevme izin eynel meferr: O gün insan, "Kaçacak yer neresi!" diyecektir.” (Kıyâme 75/10)

“Her an var, her an yok ve tekrar var oluş vardır.”:

يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
Resim---''Yes’ eluhu men fis semâvâti vel ard(ardı), kulle yevmin huve fî şe’nin:Göklerde ve yerde bulunan herkes, O'ndan ister. O, her an yaratma halindedir.”'' (Rahmân 55/29)

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
Resim---İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kun fe yekûn: Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı "Ol" demekten ibarettir. Hemen oluverir.” (YâSîn 36/82)

“Bir yay arası kadar”:

فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
Resim---''Fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ: O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” (Necm 53/9)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (MERHABA)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim
MERHABA

İnsanlar yalnız ekmekle değil, iyi söz ve nasihatlarla da beslenir.
Hasır kamışından şeker olmaz. Şeker fabrikası mütehassıslarına sorunuz bakalım.
Karga bülbülün sırnnı bilmez, hiç bir zaman bilemez. Bilseydi onun gibi öterdi. O da kuş, o da kuş.
Gülün kokusunun gözü burundur. Sesin gözü kulaktır.
Acı ve tatlının gözü damak ve ağızdır,
İnsanın yüzünü kulakla görmek imkânsızdır. Gözle ses işitilmez.
Şükrün sesini zâhiri kulak işitmez. Semi’ ve Âlim olan işitir.
Pişmiş etin, az pişmiş etin yüzleri ve tatları başka başkadır.
Köfte, pirzola, kızartma, döner, şiş. Hepsinin tadları, şekilleri de başka başka.
Yüzleri zâhirdir, tadları da batındadır. Görülmez…

Hayvanlar o zâtı görünce kaçmışlar.
Yanındaki mübârek: “Buna niçin şaştın?” demiş ve hemen sormuş:
“Sen ne yedin?”
Biraz et yemiştim.”
Sen onların etini yerken onlar sana dost olurlar mı?..”
O hâlde, yorganın altından çık! Yatağında oturma!.. Kilitli kapılarını aç, düşün!..
Gayb hazinesinin âlem gözüne kapalı kapısının aralığından birlikte bakalım:
Göz bir âlettir, dışardaki bir cisimden gelen ziyâ dalgaları o cismin şeklini göz içine ve oradan dimağa götürür, biz o cismi görürüz...
Nasıl gördüğümüz, o belli değil... Belli olur; göreni bilirsen...
Fakat cismin dışarıda olduğunu görürüz, içimizde değil...
Kulak bir âlettir, dışardan ses dalgalan kulağa, oradan dimağa gider, nasıl duyarız meçhul..
Fakat sesi daima çıktığı yerde duyarız, kulağımızda değil...
Burun bir âlettir, bir yerden koku dalgaları burnumuza kadar gelir, kokuyu burnumuzda duyarız, görme ve işitme gibi dışarıda değil..
Gören”, “duyan”, “kokuyu alan” kim?..”
“Ben kulum ilegörür, işitirim” buyuruluyor, “kokuyu alırım” değil…
Bu küçük misali hâlletmeye bak... Bunun hâllinde fetih vardır.
Fetih demek, kuvvetin bilinen sırrı.. Bu sırrı kim bilirse, yahut ona bildirmeğe izin olursa o kimseden keramet zuhur eder.
Görünmede hüner yoktur, görünmeyeni görmede hüner vardır.
İnsanın anlama hududuna ilâhi sır ve kuvvetlerin varlığı ancak mu’cize, büyük tesadüf, şans kelimeleri ile girer.
Ve insan yine bunu, gaflet hududundan çıkamadığı için şüphe içinde, bocalama hâlinde idrâk eder, reddedemez..
Hâdise vardır; anlayamadığı hâdiseleri garip ifâdelerle mırıldanır durur.
Bu hâdiselerin arkasında ALLAH'ın dostuna verdiği bilinmeyen kuvveti gizlidir.
Bunları anlamak için, başıboşları, mıknatısın demir tozlarını çekişi gibi toplayıp derleyecek adam lâzım... Nerede bu?
Hâlâ anlayamadı iseniz sizle işim yok…
Su bulunmadan boru döşenmez.
Nefer Razî ile Rıza Paşa arasında çok fark vardır..
Biraz uykusuz kal!..Uykusuzluk bir şey yapmaz.
Uyku ilâcı alıp da uyuyanlara bakma!.. Onlar zâten uyanık değillerdir.
Alıştıklarından ayrılmak istemezler de ondan ilâç alırlar.
Görmede ışığa ihtiyaç var; işitmede lüzum yok..
Görmeden efdaldır duymak... “Es SEMİ’ü’l- BASÎR”; tekaddüm vardır...
Bir dağdan büyük bir kaya kopar yuvarlanırsa, arkasından birçok küçük taşlar düşer.
Taşlar kadar bile olamayanlara yazıklar olsun!..
Hakiki imanlı insan yalan bilmez, ölümden korkmaz, kadere boyun eğer, herkese kardeş nazarı ile bakar, böyle oldu mu, onda riyâ yok..
Midesine haram giremez. “Girmez değil” dikkat..
Bunlardan mahfuzdur. “Ma’sum değil”..
Bu hâle bir anlık sabır yüzünden gelmişlerdir.
İşte bu gibilerden; ne gökteki kuş, ne denizdeki balık kaçar, sokulurlar yanına kırk yıllık dostmuş gibi.
Bütün eşya ve mahlûkata karşı bir edeb içindedirler.
Bu edeb, bağlı oldukları nizam, kâinatın kanunudur.
Buhar soğuğa maruz kaldığı zaman ona emrolunan yağmur olmak edebine girer, itaat eder.
Bu edeb ALLAH'a itaattir, secdedir.
İlk bahar gelir, ağaçlar, çimenler yeşil olma emrinin edebine bürünürler.
Her türlü hâdisat ve hayat tezahürleri yekdiğerine muhtaç bir edebe bağlıdır.
Bu edebin devâmını Rahîm olan ve yekdiğerine hürmet eden hâdisat temin eder...
Bu edebe girene mahlûkat ve mevcudat, eşya hürmet eder ki, işte tasavvuf dedikleri budur...
Velîlerin kerameti bu edebin, kendilerine, gösterilen hürmetin tezahürleridir.
Köpeğe iyi bakan adama köpek kul köle olur.
Sebeb: Köpeğe yardım etmek, köpeğin hürmet edeceği hududa girmek demektir.
Köpek habersiz olarak sahibinin tasarrufuna girmiş olur.
Bunun döndürülmüş ve kaybolmuş sırrı insanlar tarafından “Sadakat” kelimesiyle ifâde edilir.
Her türlü mahlûkat ve eşya da böyledir,
İyilikle yılan bile deliğinden çıkar” sözü bunun başka türlü, uzaktan görünen bir ifâdesidir.
Velîler, yanındaki müridlerini, bu edebe sokmağa çalışırlar.
Bu edebe girdiler mi, onların da paslı, rutubetli olan kalb pencereleri açılır. Onlar da onlardan olurlar...
Ahlakı itmam için gönderildim.” hadis-i şerifinin en basit izahı buradan başlar.
Bu çok uzun bir hudud mes’elesidir. Söz, yazı, izahla olmaz.
Sonra ne çıkar.Bilen zâten biliyor.
Bilmeyen, daha olgun değil. Bu kadar yeter…
Benim çocukluğumda insanlar dikeni olmayan güller gibi idi.
Şimdi gülü olmayan diken hâlindedirler.
ALLAH'a şükür, bağışlarsa benim güzel bir gülüm var...


Resim

Nasihat : İbret verici ders, tavsiye, ihtar, öğüt.
Hasır : (Hasr. dan) Muhâsara eden, etrafını çeviren, hasreden. Bir bataklık otunun kurusundan örülen ve yere serilen yaygı.
Sırr : Gizli olan ana bilgi.
Şükr : (Şükür) Allah'ın (celle celâlihu) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah'a teşekkür. (Bak: Ni'met).
Semi’ : İşiten, duyan. * Fık: Allah'ın (celle celâlihu) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi işitmesi ve duyması. (O'nun işitip duyamıyacağı hiç bir şey yoktur.)
Basîr : Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören. * Fık: Allah'ın (celle celâlihu) insanlar gibi zamana, âlete muhtaç olmayarak her şeyi görmesi.
Âlim : Bilen, bilgili. * Çok şey bilen. * Çok okumuş, bilgiç. * İlim ile uğraşan. Hoca.(Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir. M.).Esmaü’l-Hüsnadan birisi.
Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey. (Bak: Ahbar-ı gayb)
Keramet : Allah (celle celâlihu) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli. * Bağış, kerem. * İkram, ağırlama.
Zuhur : Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek. * Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr.
Hüner : f. Mârifet. Bilgililik. Ustalık, mahâret.
Mu’cize : İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir.
Gaflet : Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenâb-ı Hakk'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allahı ve emirlerini unutmak.
Hâdise : (C.: Hâdisat, Havadis) Vâkıa, olay. Yeni bir şey, ilk defa olan. Haber.
Tekaddüm : Geçmiş bulunma. * Öne geçme. İlerleme. * Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek. * Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak.
Riya : Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etmeyiş. İki yüzlülük etmek. Gösteriş için yapılan hareket. (Bak: İhlâs)
Mahlukat : (Mahluk. C.) Yaratılmışlar. Mahluklar. Allah'ın yarattığı şeyler.
Mevcudat : Var olan her şey. Kâinat. Yaratılmış şeyler.
Nizam : Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. * İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. * Bir işin sebat ve kıyamına medar, sebep olan şey ve hâlet.
Kâinat : Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler.
Tezahür : Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş. * Birbirini korumak, birbirine arka olmak. * Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek. * Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.
Tasarruf : İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı. * (Para veya mal) artırma. * Bir şeye karışıp müdahale etme.
Sadakat : Sözünde durmak, sıdk sahibi olmak.
Sıdk : Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması. * Ahdinde sâbit olmak. * Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi. * Kalb temizliği.(İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. MuhaMMed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm'ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır. İ.İ.)
İtmam : Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek.
Zâten : Esâsen, aslında, asıl olarak.


El Alîm:
Resim

El Basîru :
Resim

Es Semîu :
Resim

Resim

Resim---Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

(( إِنَّمَـا بُعِثْتُ لأُتَمِّمَ مَكَارِمَ الأَخْلاقِ )) [ رواه أحمد في المسند وحسنه الألباني في السلسلة الصحيحة]
"Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim."
(İmam Ahmed Müsnedi; c: 2, hadis no: 318. Elbânî de, 'Silsiletu'l-Ehâdîsi's-Sahîha'; hadis no: 45'te hadisin hasen olduğunu belirtmiştir.)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki-I (MANEVİYAT BAHÇESi-I)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimMANEVİYAT BAHÇESi - I

-Ruhları, cehd ve manevî terbiye ile yüksek idrake erişmiş, Meşhudat Âlemi’nin dışında,zaman zaman mânevî seyahatlere çıkan içleri aydın kimselere hediyedir.-

Madde âleminde dolaşan, gayb âleminin malı ruh, bir “Var”dır ki, yok görünür ve kimsenin madde âleminde onu görmeğe yolu yoktur.
Bu köşede anlatılacakların hakikati ve mânâsı akıl ile değil ilâhî zevk duygusu ile anlaşılır....
Kendini yorma, oku geç, içinde zevk duyarsan kâfidir.
Bu zevk aklın şuûrlu zevki değildir. Şuûrsuz gibi görünen asıl ruhun zevkidir.
Arı ile çiçek arasında gizli olan bal peteği gibi, zevk burada gizlenmiştir.
“İlim var, Fen var, Akâdemik bilgiler var!” deme, bu hududda bunların işi yok.
Hem de bunlarla hâlledilemiyor... Akıl ve mantık yürümüyor.
“Bu malzeme ile de hâllederim!” deme... Edeb haricine çıkarsın....
Gözlerin ve beş duygunun şahidliğine dayanarak bunlar hakkında bir fikir yürütme...
Aklın yetmediği yerlerde kanunlardan bahsetmek gülünç olur.
Kanun, etraflı bilgi demektir.
Mânevîyat bilgi âleminde yanlız tezahürleri ile vardır... Ve bu böyle kalacaktır.
Bu hüküm, bu tahdid normal durum üstündeki insanlar
zaviyesinden objektif ilim hakkında, kanun mânâsındaki umumî bilgi içindir.
Normal durum üstündeki insanların enfüsî müşahedeleri, mârifetleri, umumî duygular mânâsındaki bilgi için değildir.
Bu öyle bir duygudur ki, onun kendine mahsus bir uzvu yoktur.
Her uzuv onundur. Ruhun umumî duygusudur...
Bu hâl beş duygunun dışında mühim bir ruh başarısıdır ki o duyguya erişenler bütün ruhları ile Şuhûd Âlemi’ni duyarlar.
Bizim gördüğümüz âlem, Şuhûd Âlemi zâhiren maddedir. Batınen mânevîyattır.
Madde Âlemi’nde mihaniki kaideler, prensipler, kanunlardan bahsederken Bâtınî Âlem’e çevrildiğimizde o âlemde kanun değil, beşerî bilgi ile ancak ihtimal kelimesini ileri sürebiliriz...
Buranın idrâki; asıl aklın ve idrâkin altında, bütün ruhun bir idrâki vardır ki oraya erişmekle mümkündür.
Bu gibi olgun kimseler maddeye akseden derin mânâları şuûrlarından süzerlerken, ses, söz, şekil olur.
Bazan da herkesin anlayamayacağı bir dile, bir kalıba dökülürler...
Bu gibi aydınlar ilâhî kanun ve emirleri kendi temiz kalb ve vicdanlarında duyarlarken meleklerle tanışırlar, göklere çıkarlar.
Buraklara binerler ve nihâyet tamamiyle dünyevî her şeyden alâkalarını keserek perde arkasından senli benli Rabbü'l-âlemîn ile konuşurlar...
Bu güzel sözlerdeki mânâdan, aşk makamına çıkamayan, henüz madde âleminin kesafetinde yürüyenler, bir şey anlayamazlar...
Zira imansızların ve her şeye çabuk inananların zannettiklerinden çok derin bir mes’eledir.
Burada, Renkler değişmiştir. Kokular başkalaşmıştır...
Ruh uçar hâldedir... Bütün, ben, sen, o, manevî morfin tesiri altındadır.

Okuyucularım bir an için cesedlerinden ruhlarının ayrıldığını farz etsinler, ruhlarla yürümeğe devâm ediyoruz.
Tüy kıpırdatmayan bir sükûn... Göz almayan tatlı bir nûr içinde gidiyoruz...
Etrafına bakarken hayret et, geç, ileri gitme!..
Çünkü hakikatlar bu diyarda, toprak üstünde giderken toprak altına geçen ve sonra yine toprak üstüne çıkan su cereyanları gibidir...
Hakikat nûru her tarafı kaplamıştır. Gözün kamaşır, yuvarlanırsın...
Bu böyledir, münâkaşa etmeye kalkma!..
Bu duygudur, histir, bir hâldir ki izah edilemez, ancak yaşanır...
Yüksek ve temiz duygularla dolu bir rüya âlemi gibidir...
Nice kimseler vardır ki gözleri açık, uyanık iken bu hâlin içine dalıp çıkarlar, onlar yüzlerinden bellidirler...
Onların gözlerinde hakiki doğruluk dile gelir, konuşur..
Ben de bunlara karışayım diye arzu edersen, garib gibi görünen bir seyahat yap!...
“Doğruluk ayağı ile, Adalet asası ile, Temizlik libasiyle, Alınteri azığı ile, İlim feneri ile Vücud Sahrasını aş!..

Sözlerimiz müphem sözlerse, onları açıklamaya kalkışmayınız!
Her şeyin başlangıcı zâten müphemdir. Fakat sonu öyle değildir.
O hâlde bizi bir başlangıç olarak hatırlamanızı dileriz.
Her şey evvelâ bir billur değil, bir sis olarak tasavvur olunur.
Aksini iddia edebilir misiniz? Belki billur, donmuş bir sistir…
İçinizde cılız ve bitkin görünen şey, dikkat ederseniz sizin en kuvvetli ve en sağlam cephenizdir.
Nefsinizin mümkün olsa da, bir defacık med ve cezirini görseniz başka bir şey istemezdiniz...
Yine mümkün olsa da rüyanın fısıltılarını dinleyebilseniz, başka hiç bir ses dinlemek istemezdiniz...
Fakat görmüyor ve işitmiyorsunuz ve bu da hakkınızda hayırlıdır.
Gözlerinizi bulutlandıran perdeyi ancak onu dokuyan el kaldırabilir...
O zaman göreceksiniz, o zaman işiteceksiniz...
Fakat bir zamanlar kör yaşadığınızdan dolayı kederlenmiyecek, sağır olduğunuzdan dolayı üzülmiyeceksiniz.
O gün her şeyin gizli taraflarını görecek ve karanlığın kıymetini takdir edip şükredeceksiniz....

Tatlı, nemli, insan içine hoşluk veren bir sis içindeyiz...
Bu sis ihtizazlı bir sis... Aklı, düşünmeye bırakmıyor...
Kapının solunda şeffaf bir maddeden yapılmış bir pınar var... Gürül, gürül billur bir su akıyor...
Pınarın oluğuna yakın bir yerinde fosfor gibi ihtizazlı ışıldayan ziyâdan yapılmış gibi bir zincire bağlı bir su tası...
Susamayanın bile içeceği geliyor..
Bakıyoruz, yanıyoruz, içleniyoruz, birşeyler oluyoruz...
Bir tas su alın içiniz!
Temiz tasın içinde yay kavisli altı satır yazı var onu okuyunuz!..
Artık daha konuşmayacağız, zira ırmak denize kavuştu..
Kapı göründü bahçeye gireceğiz..
Tasın dibindeki yazıya bak!
Bu dünyada iken ilerdeki bahçede “meclis”kuranlardan birinin sözü:

“HAKK’tan gelen şerbeti
içtik Elhamdülillah
Şol kudret denizini
Geçtik Elhamdülillah

Kuru iduk yaş olduk
Ayak iduk baş olduk
Kanatlandık kuş olduk
Uçtuk Elhamdülillah

Dirildik pınar olduk
İrkildik ırmak olduk,
Artık denize dolduk
Taştık Elhamdülillah...”


Islanan ağzınızı sağ elinizin üstü ile siliniz!.. Şükrediniz yürüyünüz!...
Kapının tam önündesiniz... Kapıda sağ taraf üstte güzel bir yazı var:
“Bu bahçeyi sessiz geziniz!..”
Kendi kendinize böyle bahçe mümkün mü değil mi diye fikir yürütmeyiniz!..
Olduğunuz gibi, olduğu gibi seyredip çıkınız!.
Yazının altında imza gibi bir yer var.
Oraya kadar uzanan gül dalları arasından görünen ince yazıları da gül dallarını ayırarak okuyunuz!..
Yalınız dikkat edin!. Gül dikenleri elinize batmasın!..
İbadet etmeyen, inanmayan kimse, Ruhunun yurdunu ziyâret etmemiştir.
İnanmanın en sağlamı imandır. İman eshabı Üçtür:

1- İman-ı gaybî eshabı,
2- İman-ı şuhûdî eshabı,
3- İman-ı zevkî eshabı.


Bu imanların üçüncü mertebesine gelmiş olanlar bu bahçeye gireceklerdir. Yoksa diğerleri bir şey anlayamazlar.
Zira bahçede görülecek kuçük gösteriler hep Hazreti Resûlü Ekrem'e bağlıdır.
O mübârek büyük insanı anlamak mutlaka Lutf-u ilâhiyeye bağlıdır.
Bu anlamak keyfiyeti; Akıl, Fen, Tarih, Edebiyat, Felsefe, Mantık ile olmaz.
“O mübareğe iman ettim!” diyenler bile hakiki iman edememişlerdir.
Çünkü onun HÂLİK’ı: “Onlar sana bakıyorlar, amma göremiyorlar” buyurmuştur.

Kapının iç tarafında uzun beyaz sakallı, geniş alınlı, nûranî, şeffaf denecek kadar temiz bir İNSAN duruyor.
Gözlerinde uhrevî bir tatlılık, yüzünde ruhanî gülen bir nûr, gözlerine bakanlara emniyet ve ferahlık veren bir parlaklık, duruğunda sessiz bir heybet var.
Sesinde dinleyen, kulağı mest eden bir ton, sözlerinde Kâinatın mânâsı gizli.
Onu gören ve dinleyen cesedinden ayrılmış, seyyal bir şuûr, dağlar delen bir kudret hissetmekte…
Bahçeye her girenin kulağına tatlı bir ahenk hâlinde fısıldıyor: “Kanaatkâr ol, sabırlı ol, şefkatli ol!”Bu kelimeleri duyan kulak, mânâları şuûra götürdüğünde, ruhta dağılan mânâ helezonları insanı gaşyediyor.
Tatlı bir sıcaklık, serin bir inşirah duyulmakta…
Sedef, az’a “kanaat”ettiği için ALLAH içini inci ile doldurdu...
Buğday tanesi “sabır” ile toprak altında bir kış geçirmeye tahammül ettiğinden en büyük nimet oldu.
Resûlullâh “Müşfik”olduğu için, âleme rahmet oldu.
Ey bahçeye girmek niyetiyle, temiz hislerle ve biraz da merak saikasıyla gelmiş olan insanoğlu:
Sana küçük bir el yazması kitap vereceğim..
Onu şuracıkta otur, oku ve sonra da birlikte bahçeyi gezelim...
Kitabın üstünde titrek sarı renkte bir yazı var:

“Ey insan oğlu!
Cebel-i Azamet'e; Aklı koy! Orada nûrdan yapılmış libası giysin...
Cebel-i Kibriyâya; Kalbi bağla! Orada nûr-u muhabbet libası kuşansın....
Cebeli İzzete; Nefsi bırak! Orada ubudiyet libasına sarılsın.
Cebel-i Ezele; Ruhu çıkar! Orada nûru'l-nûr libasını alsın…
Sonra aşk nârasiyle bağır, bunların derhâl toplandığını görürsün...
O zaman sende fetih başlar ve “Biz” 'den olursun!..”

Sahifeyi çeviriyoruz!.
Sonsuz semâları masmavi bir nûr ile dolduran ALLAH'a hamdolsun...
Ruhu, nûr âleminin ebediliği içinde azîz olan ALLAH'ın Resûlüne ve ona inananlara selât-ü selâm olsun...
Bunlar boş lâf değil dikkat et!..
Biliyor musun? Uykuda; ilim, akıl, şuûr, evlât, mal her şey gider!..
Bahr-i Umman-ı Ahadiyete atılır... Hiç kimsenin malı, ilmi, aklı diğerine karışmaz...
Birinin ilmi diğerinin cehliyle, diğerinin cehli ötekinin ilmi ile karışmaz...
İyi düşün her uykuya daldığın zaman, vakit vakit bunlar alınıyor...
Bir gün de bu “alış veriş”, “veriş”siz kalacak, ona ecel deniliyor...
Dikkat et!.. Hepsi yüzüstü kalır...
ALLAH yüz açıklığı versin!...
Kendisine iltifât edecek hükümdarın karşısında titreyen çobanın korkusu gibi ölüm hatırınıza geldikçe, kalbinizin hopladığını hissedersiniz.
Fakat ölümden korkmayız...
Siz ne zaman sessizlik ırmağından su içerseniz o zaman terennüme baslarsınız...
Toprak sizin gövdenizi geri istediği zamandır ki siz hakikaten râksedersiniz...
Yekdiğerinize ekmeğinizden sununuz!.. Fakat ayni lokmayı yemeyiniz!
Birbirinizi seviniz, fakat sevginizi zincirlemeyiniz!
Sevdiğiniz, ruhunuzun kıyılarında kımıldayan bir deniz olsun... Beraber terennüm ediniz!..
Eğleniniz, neşeleniniz, fakat tekliğinizi unutmayın!....
Çünkü bu Ud’un telleri, aynı nağme ile birlikte titrer, fakat her biri ayrı ayrı....
Câminin direkleri bir birinden uzak durur....
Meşe ile selvi birbirinin gölgesi altında yetişmez...
İbadet etmekle öğünme!..
Yalnız ibadet etmek hiç fayda vermez, ihsan ve keremi ona arkadaş et!
Zâten ibadetten maksat ihsan ve kereme kavuşmaktır...
Kur’ân okumak dilin ucundan çıkar....
İhsan ve kerem için düşmüşe yardım, canın ortasından gelir...
Bu sözler içinde doğru olanlar ALLAH'tandır. Onun lütfü inâyetidir.
Yanlış olanlar varsa, onlar da yazanın uydurmasıdır.
Rahmet, Resûlullâh'ın kalb-i pak ve ruh-u muallâlarına mütealliktir.
Onun için Cenâb-ı HAKK Kitâb-ı Celîlinde:
“Ben ve Melâikeler Nebiyye selât-u selâm getiriyorlar, ne duruyorsunuz siz de selât-u selâm getirin, acabasız teslim olun!” buyurmuştur.
Rahmet-i ilâhiye bu makamdan tevzi’ olunur.
İlâhi Rahmet Hakîkat-ı MuhaMMediyeye nazil olmadıkça anın parçaları olan hakâyıka vasıl olamaz.
Selât-u-selâm getirmek herkesin nefsi için rahmet taleb etmektir.
Bunu anlayan insanda basîret başlar.
Basîret; Evliyaya, Makam-ı Fuadda fetih buyrulan ruh gözüdür.
Onun için bu işlerde yürümek isteyen ALLAH'a inanır ve mümin olur.
Kendini ALLAH'a teslim eder; islâm olur.
HAKK’a teslim olmak demek, kısmet-i ezeliyesinden razı ve hoşnut olmaktır.
Kulun teslimiyetini HAKK görünce ünsiyet başlar... O vakit âdem,“insan”olur...
Ve derakap dâvet-i ilâhîye vâki’ olur... O davete namaz denir.
HAKK buyuruyor: “Namazın yarısı benim için yarısı kulum için...”
İşte Mârifetullaha bu yoldan sülük başlar.
Bundan, bu zevkten mahrum olan insan, yaradılışındaki güzelliğin zevkinden mahrum, feyz-i fıtrîsinde de mahcub olur.
Hayâl ile değil müşahede ile çalış!..
Müşahede denilen tecellî-yi ilâhî hayâl âleminin ötesinde zevkî mânâlara delâlet eder...
Bir hâl-i nûranîdir. Hayâlin orada takati kesilir.
Hayâl ancak akla mensub olan mânâları hissî kalıplara indirir.
Asıl hüner, gaflet anında ALLAH'ı bulmaktadır.
“Bütün nefsanî her türlü arzulardan yok ol!.. Bundan sonra tekrar var olamazsın... Bir defa da o yoklukta var olursan artık yok olmanın imkânı yoktur. Kavuştun gitti...”
Bu iş, en ince, namütenahi ince, incelikten en ileri derecenin bile yanında çok kaba kalacağı kadar ince bir mes’eledir.
Hak ile bâtıl o kadar içice ve kucak kucağa tecellî ederler ki, bunları birbirinden ayırdedebilmek için insanda, hem de insan-ı kâmilde ALLAH vergisi basîret hiddetinin en keskini olması lâzım gelir...
Mânâ helezonları esrar mıntıkasına sokuldukça “Aklın almadığı ve reddettiği mevzu’lar” üzerinde yürünmesi ve dolaşılması çok çetin bir mahiyet alır.
Niceleri, bu helezonların dönemeç noktalarından düşüp düşüp giderler, hakikatla şeriat arasındaki büyük ve mutlak ahengin iltisak noktalarını birden kaybediverirler....
Düşer ve küfre yuvarlanırlar....
“İbadet yapıyorum!” derken küfre gitmemek için çok dikkatli olmak lâzımdır!.


Resim

Cehd : Fazla çalışma. Güç ve kuvvetini sarfetme. İnsanın nefsine hâkim olması. * Azim, gayret, fedakârlık.* Takat.
Meşhud : Görünen. Şehadet edilen. * Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş olduğundan kendilerine verilen bir isim. * Suç üstü yakalanan. * Göz ile görülmüş. * Cuma günü. * Kıyâmet günü.
Meşhudat âlemi : Görünen. Şehadet edilen âlem.
Ruh : f. Yanak, yüz, çehre. * Arabçada: Efsânevi bir kuş. (Bak: Ruhsâr)RUH : Can, nefes, canlılık. * Öz, hülâsa, en mühim nokta. * His. * Kur'an. * İsa (A.S.). * Cebrail (A.S.). * Korkmak. (Bak: Vicdan)
Zevk : Lezzet alma, hoşa gitme, tatma. * Hoş, hoşa giden. Mânevi haz. * Boş vakit geçirmek. Eğlenmek. * Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti.(Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz... S.).
Enfüs : (Nefs. C.) Nefsler, ruhlar, canlar. Yaşayanlar.
Müşahade : Şâhid olma.
Ma’rifet : Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek. * Hüner. Üstadlık. San'at. * Tuhaflık, garib hareket. * Vasıta, tavassut. * İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat. İrfan kazanmak. (Bak: İrfân)
Uzuv : (Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ.
Umumî : Herkesle alâkalı, herkese dâir.
Mühim : Düşündürücü. * Değeri çok fazla. Kıymetli. * Lâzım ve muktezi olan.
Bâtın : İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir) (Bak: Batn)
Mihaniki kıraat : Kelimeleri, terkibleri doğru telâffuz etmekle beraber ezber dersi dinletiyormuş gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene bir şey anlatmaz. Ancak okuyanın mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraet bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir.
Beşerî : İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili.
İhtimal : (Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek. * Kabul eylemek. * Yükselip götürmek. * İhsana mukabil şükretmek. * Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek.
Vicdan : İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his. * Kendinden geçme, dalma. * Bir şeyi bir halde görme, bulma. * Duyma, duygu. * İnanç. * Şuur. * Bâtın ile Hakkı tanımak. * Din.
Burak : İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his. * Kendinden geçme, dalma. * Bir şeyi bir halde görme, bulma. * Duyma, duygu. * İnanç. * Şuur. * Bâtın ile Hakkı tanımak. * Din.
Nihayet : Son, uç, son derece. * Çok.
Alâka : İlişik, rabıta, merbutiyet. * Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse. * Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı, güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.)
Kesafet : Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
Farz etmek : Addetmek, saymak, tutmak.
Cereyan . Akım.
Münakaşa : Mücadele. Münazaa. Karşılıklı sözle çekişmek. Bir mes'eleyi sormayı çok ileri götürerek çekişmek. (Bak: Hakperest)
Hâl : Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet. * Cezbe. * Dert, keder, elem. * Mecâl. Kuvvet. * Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl denir.Meselâ : $ Reeytuhu mâşiyen: (Onu yürürken gördüm) cümlesinde Mâşiyen (yürürken) kelimesi, cümledeki mef'ulün hâlini bildirir. şimdiki zamanda olan fiilin durumuna da hâl denir.
Adalet : Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Mahkeme. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek. İnsaf. Mâdelet. Dâd. Cenâb-ı Hakk'ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek. Suçluya Allah'ın emrini icra etmek.
Libas : Giyilecek şey. Elbise. * Karı ve koca. * Mc: İctima'. * Şübhe kabul eden söz.
Mübhem : İyice belli olmayan. Mutlak âşikâr olmayan. Belirsiz. Gizli.
Tasavvur : Bir şeyi zihinde şekillendirmek. Tasarlamak. * Düşünce, tasarı. Arzu. (Bak: Dimağ)
Billur : Şeffaf, parlak taş, elmas gibi kıymetli. Cam gibi parlayan.
Cebhe : Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer. * Alın. * Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı. * Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört yıldız arslan alnına benzetilmiştir. * Bir kavmin ve cemaatin seyyidi.
Med : Uzatma, çekme. Yayma ve döşeme. * Çoğaltmak. * Bir şeye dikkatlice bakmak. * Nihayet, son. * Sönmek. Bir şeyi söndürmek. * Yardım etmek, mühlet vermek. * Yâr ve yâver olmak. * Tarlaya fışkı ve gübre dökmek. * Sel suyu. Denizin yükselmesi.
Cezir : Kök, asıl, temel. Bünyâd. * Kesmek. * Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur. (Bak: Meczur) * Derya, deniz. * Arı kovanından bal almak. * Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz ve ırmak sularının çekilip kabarması. Buna "med ve cezir" hâdisesi denir.
İhtizaz : Titreşim.
Şeffaf : Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam.
Kavis : Eğrilik.
Uhrevî : Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait.
Heybet : Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet.
Zaviye : Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. * Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "grat" tır.
Objektif : Fr. Hakikatı olduğu gibi aksettiren. * Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. * Gaye. * Fls: Varlıkla alâkalı.
Gaybî : Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik.
Şühudî : Keşfe ve görmeğe dair. Görünebilir olana ait ve mensub. (Ehl-i şuhud dediğimizden maksad Evliyâullahtır. Zira velâyet sâhibi, avâmın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. M.N.)
Zevkî : Zevkle alâkalı. Zevke âit.
Mertebe : Derece. Basamak. Rütbe. Pâye.
Keyfiyet : Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
Hâlik : Yoktan yaratan. Yaratıcı. Allah (celle celâlihu)
Seyyal : Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Çokça akan su. * Yer değiştiren her şey.
Gaşy : Bayılma, kendinden geçme.
İnşirah : Ferahlanmak, mesrur olmak.
Sadef-Sedef : Deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. * Sert, parlak ve şeffafa yakın madde. İnci kabuğu.
Müşfik : Şefkatle seven. Acıyan, merhametli.
Rahmet : Merhamet, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek. * Mc: Yağmur.
Saika : Yıldırım. Ölüm, mevt. * Nüzul ateşi. * Semadan gelen şiddetli ses. * Mühlik ve azab. * Bulutları sevke vazifeli melek.
Cebel : Dağ, yüksek tepe. * Mc: Bir kavmin meşhuru ve büyüğü, âlim ve fâzıl kimse.
Azamet : Büyüklük. Cenâb-ı Hakk'ın büyüklüğü. * Kibirlilik
Kibriya : Azamet. Cenâb-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü.
Muhabbet : Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)
İzzet; Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. Ziyâdelik ve üstünlük. * Değer, kıymet. Kuvvet. Muhterem ve mu'teber olmak. * Bulunmaz derecede az olan şey.
Umman : Büyük deniz. Okyanus. * Hindistan ile Arabistan arasındaki büyük deniz.
Ehadiyyet : (Ahadiyet) Allah'ın (celle celâlihu) her bir şeyde kendine âit birlik tecellisi. (Ehadiyyet, her bir şeyde Halik-ı Külli Şey'in ekser esmâsı tecelli ediyor demektir. Meselâ: Güneşin ziyası, bütün zemin yüzünü ihata ettiği haysiyeti ile vahidiyyet misâlini gösterir ve her bir şeffaf cüz'de ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyyet misâlini gösterir. Ve her bir şeyde, hususan zi-hayatta ve bilhassa her bir insanda o Sani'in ekser esması onda tecelli ettiği cihetle ehadiyeti gösterir. M.) (Bak: Rahmaniyyet)
Cehl : Câhillik, bilmemezlik, ilimden mahrum olmaklık, nâdanlık, tecrübesizlik, gençlik.
Ecel : Her mahlukun ve canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti. Âhirete göç etmek. * İleride olacağı şüphesiz olan. * Allah'ın takdir ettiği ömür.
Terennüm : Güzel güzel anlatma. * Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme. * Ötmek. Musikîleşmek.
Gövde : Beden.
Raks : Sıçrayarak oynamak, dansetmek.
Ud : Meşhur bir sazın adı. * Bir hoş kokulu buhur. * Ağaç parçası. * Budak.Utanma.
Nağme : (C.: Nağamât) Ahenk, güzel ses, âvaz, ezgi, teganni.
İhsan : İyilik, lütuf, bağışlamak. * Sahilik etmek, cömertlik yapmak. * Allah'ı görür gibi ibadet etmek. * Güzel bilmek. Güzel eylemek.
Kerem : Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet. * Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme. * Mecd ve şeref. *Cenâb-ı Hakk'a atfolunursa eltaf ve ihsan-ı İlâhî kasdedilmiş olur. * İnsan hakkında vasıf sureti ile zikrolunursa; mehasin-i ahlâk ve ef'âl kasdolunur.
İnayet : Yardım, lütuf meded etmek. * Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul olmak.
Muallâ : Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek.
Müteallik : Alâkalı. Bir yere bağlı, bir şeye mensub.
Cenâb : (C.: Ecnibe) Evin etrafı, çevresi. * Cânib. * Nâhiye.
Celîl : Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek.
Tevzi’ : Dağıtmak. Herkesin hisselerini ayırıp vermek. Pay ederek dağıtmak.
Nâzil : (Nüzul. dan) Nüzul eden, inen, yukardan aşağıya inen, bir yere konan. Bir yerde konaklayan.
Hakaik : (Hakayık) (Hakikat. C.) Hakikatler.
Vasıl- Vasl : Âşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak. * Birleştirmek, ulaştırmak.
Basîret : Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat. * İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet. * Bir evin iki tarafının arası. * Yer üstündeki kan. (Bak: Süveydâ-i kalb)
Teslim : Bir emâneti verme. * Kabul etme. * Doğru ve haklı bulma. * Selâmetle dua etme. * Karşısındakinin hükmü altına girme. * Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme. * Belâ ve âfetten korunur olma. * Bir şeyi, yeni sâhibine verme. * Dayanamayıp pes deme. * Hakikat olduğunu söyleyip i'tiraf etme.
Ünsiyet : Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık.
Feyyaz : Çok feyz veren. Çok bereket ve bolluk veren. (Bak: Feyz)
Fıtrî : Doğuştan, yaradılıştan, fıtrata âit ve müteallik. Hayat kanunlarına uygun.
Delâlet : Delillik, yol gösterme.
Dalalet : İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık.
Tâkat : Güç, kuvvet. İktidar.
Mensub- Mansub : Nasbolunmuş, me'muriyete konulmuş. * Konulmuş, dikilmiş. * Gr: Sonu fetha (üstün) kılınmış kelime. Meftuh olan.
Nefsanî : Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub.
Na-mütenahi : f. Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz.
Mes’ele : Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş. * Savaş, muharebe, ceng, harp.
Hak : (Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti. * Dâva ve iddia. * Hakikate uygunluk. * Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse. * Münasib * Din. İslâmiyyet. * Kur'an. * Vukuu vâcib, geleceği şüphesiz olan. * Kıyamet. * Mahz-ı hakikat. * Yapacağını yalansız yapan kimse. * Musibet.
Bâtıl : Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi. (Bak: Fasid)
Tecellî : Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (celle celâlihu) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.
Kâmil : (Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi. * Resul-i Ekrem'in de (A.S.M.) bir vasfıdır. * Yaşını başını almış, terbiyeli ve görgülü kimse. * Âlim, bilgin kişi. * Bir aruz kalıbı ismi.(Büyük görünme küçülürsün...Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük, Nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük. S.)
Hiddet : Öfke. Kızgınlık. Gadab. Dargınlık. Hışım. * Keskinlik.
Mıntıka : (Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge.
Mevzu’ : Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz olunmuş. * Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan. * Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri.
Mahiyet : Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.
İltisak : Rutubetlenmek, ıslanmak.


Bu dünyada iken ilerdeki bahçede “meclis” kuranlardan birinin sözü:

Resim ELHAMDÜLİLLAH

Haktan gelen şerbeti içtik elhamdülillah
Şol kudret denizini geçtik elhamdülillah
Şol karşıki dağları meşeleri bağları
Sağlık sefalık ile geçtik elhamdülillah

Kuruyuduk yaş olduk ayak olduk baş olduk
Kanatlandık kuş olduk uçtuk elhamdülillah
Vardığımız illere şol sefa gönüllere
Baba Tapduk ma'nisin saçtık elhamdülillah

Beri gel barışalım yâd isen bilişelim
Atımız eğerlendi eştik elhamdülillah
İndik Rum'u kışladık çok hayr ü şer işledik
Uç bahar geldi geri göçtük elhamdülillah

Dirildik pınar olduk ırıldık ırmak olduk
Aktık denize daldık taştık elhamdülillah
Taptuğun tapusunda kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdülillah


YUNUS EMRE kaddesallahu sırrahu


Resim

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAHu zu'l-Celâl buyurdu ki: “Namazı (kıraatı) kulumla kendi aramda ikiye böldüm. Kuluma istediği verilecektir.” Bir rivâyette; “Onun yarısı benim, yarısı da kulumundur.”Kul: “Elhamdu lillâhi RABBi'l-Âlemîn” (Her türlü övgü ALLAH'a mahsustur) deyince ALLAHu Teâlâ: “Kulum beni övdü.” buyurur.
Kul: “Er-rahmâni'r-rahîm.” (Esirgeyen ve bağışlayan) deyince ALLAHu Teâlâ: “Kulum beni övdü.” buyurur.
Kul: “Mâliki yevmi'd-dîn.” (Din gününün sâhibi) deyince ALLAHu Teâlâ: “Kulum beni yüceltti.” buyurur.
Kul: “İyyâke na'budu ve iyyâke nestaîn.” (Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz) deyince, ALLAHu Teâlâ: “Bu benimle kulum arasındadır. Kuluma istediği verilecektir.” buyurur.
Kul: “İhdine's-sırata'l-mustakîm. Sırâtallezine en amte aleyhim ğayri'l-mağdubi aleyhim vele'd-dâllin.” (Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazâbına uğrayanlarınkine, sapıklarınkine değil) deyince, ALLAHu Teâlâ şöyle buyurur: “Bu kulum içindir. Kuluma istediği verilecektir.”
(Ebu Hureyre radıyallâhu anh'dan; Müslim)

Resim

“Onlar sana bakıyorlar, amma göremiyorlar”:

وَمِنهُم مَّن يَنظُرُ إِلَيْكَ أَفَأَنتَ تَهْدِي الْعُمْيَ وَلَوْ كَانُواْ لاَ يُبْصِرُونَ
Resim---Ve minhum men yanzuru ileyk(ileyke), e fe ente tehdil umye ve lev kânû lâ yubsırûn: İçlerinden sana bakanlar da vardır. Fakat körlere sen mi doğru yolu göstereceksin? Hele (kalb gözlerinden de) görmez olurlarsa!.(Yûnus 10/43)

Ben ve Melâikeler Nebiyye selât-u selâm getiriyorlar:

إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
Resim---İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi, yâ eyyuhâllezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ: Gerçekten Allah ve melekleri, Peygambere salât ederler (şeref ve şanını yüceltirler). Ey iman edenler! Siz de O’na salât edin (Allahümme salli alâ MUHAMMED, deyin) ve gönülden teslim olun.” (Ahzâb 33/56)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (MANEVİYAT BAHÇESi – II)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim MANEVİYAT BAHÇESi II

Hayvanlara merhamet et!..
Cenâb-ı HAKK tarafından sana emânet edilmiş bir nimettir.
Emânete hiyanet Cenâb-ı HAKK’a hiyanettir...
Sakın kimseye hakaret gözü ile bakayım deme!..
Unutma ki ALLAH'ın dostları bin bir şekil, kıyafet ve edâ içinde gizlidirler.
HAKK’ın nimetlerinin şükrünü ifâ et!
Nîmet gelir, şükrü görmezse gider.
İlmi var, ameli yok. Ameli var, ihsanı yok...
ALLAH'ın dostlarının yüzünü görmek nimetine erişmiş de, onlara bağlanmasını bilmez!
Denizin dalgası bazan kabarır da sahile vururken: “Ben varım!” diye mırıldanır.
Deniz de ona: “Sen yoksun, ben varım!”der...

Aman gururlanma, gönül kırma, tepelenirsin!
Kıyamete kadar, HAKK’'ın bu misafirhânesinde, ALLAH'ın dostu eksik değildir, unutma!..
Sadaka ALLAH namınadır.
Sadakada nefsin haz duymasın... Yuvarlanırsın aman dikkat et!...
“Ben şunu yaptırdım, câmi yaptırdım, köprü yaptırdım, çeşme yaptırdım... Şu kadar fakir besledim, şunu yapıyorum!”deme!..
Diyenler zâten küfre sapmışlardır.
İbadetleri de iyilikleri de boşunadır...
Bu âlemde ALLAH'ın muhatabı insandır.
Namaz ALLAH'a yaklaşmanın merdivenidir...
Merdisensiz, iki katlı evine bile çıkamazsın.
Bu merdiveni bırakma, boşlukta kalırsın...
O merdiven çıkıldıkça nûrlaşır. Nûrlaştıkça temizlenir....
Billur gibi bir ruh, temiz kokulu bir cesed, hikmet dolu bir akıl ile ALLAH'a kavuşursun.
Ebedî hayatta nûr âlemi içinde haşrolunursun.
Kulların tealisini isteyen Cenâb-ı ALLAH bundan, dolayı namazı kat'î bir emr-i ilâhî ile farz kılmıştır.
Şekli de Ta’lim-i İlâhî ile farzdır…

Keyf yapmak istersen; helâl hududu keyfe kâfidir. “Haram kapısını çalayım!”deme!
Bâzan bir saatlik zevkin, bir ömre bedel azabı olur.
Her musibetin altında, ne büyük nimetler gizlidir.
Musibetlere hakikat cephesinden bakılırsa, bir Rahmânî ihtar olduğu anlaşılır.
Sokakta elinden düşürdüğü şekerini yerden tekrar almasını babası çocuğa men’eder.
Çocuk: “Alacağım!”diye israr eder, babası eline vurur, çocuk şikâyet eder, ağlar, tepinir.
Hâlbuki babanın çocuğu himaye ettiği aşikârdır.
Bu muvakkat hayat yolculuğunda, her insanın bir gayesi vardır.
Kimi maddî servet ve şöhrete, kimi manevî huzura kavuşmağa çabalar.
Kimisi beşerî perdeleri yıkıp ALLAH'a kavuşmağa uğraşır...
İnsan kendi meyline göre;
Ya nefsinin arzularına tabi’ olarak kötüye gider, alçalır...
Yahut ruhun ulviyetine tabi’ olup iyiyi ihtiyar eder, yükselir.
Yüksek ruha sahib insanlar vicdanlarında geniş bir tasfiye yaparak hidâyete erişmek yolunu tutmuş ve fanî hayatın hududlarını aşmak istemiştir.
Bu tekâmülü kendiliğinden sezmekle mümtaz bir insan olur.
İnsanın binlerce arzu ve emellerle yüklü nefsiyle mücadeleederek, muhtelif temayüllerini, şehevî ihtiraslarını önleyip onu kötü ve mülevves olan her şeyden ayıklamak, çok güç, bununla beraber çok ulvî ve kudsî bir feragattir.
Bu sûretle elde edilen manevî varlık en yüksek bir mertebeyi ifâde eder.
Mahsusa taallûk etmeyen bu gibi kıymetlerin tâyinini müsbet ilimlerden istemek imkânsızdır.
Zâten her kıymet, izâfî olarak akıllı yoldan idrâk edilecek bir vasfa mâlik değildir.
Nitekim, bazı kıymetler vardır ki olgunlaşmış ve bir nevi hidâyete erişmiş insanlar tarafından kabul edilir ve itikad olunabilir. Fakat isbat edilemez.
İnsanların akla uymayan şeylere karşı mukavemet edilmez bir temayülü bulunduğu da inkâr edilemez bir hakikattir.
Bazı insanlar bazı kıymetler için yaşar, hatta onun için hayatlarını fedâ eder, fakat uğrunda can fedâ edilen şeyin riyazî katiyetle isbatını kim verebilir?
Namus için, Vatan için… Ölümü göze alabiliriz.
Bunun bir Belâgat olduğunu iddia etmek tamamiyle kıymetten âridir.
Bu kıymetler kudsî arzuların neticesidir.
Ruhî huzur ve sükûna ermek, ebedî ve sermedi hayata erişmek, için şahsî menfaate arka çevirmek çok büyük bir fazilet eseri ve çok büyük bir ruh başarısıdır.
İşte çilelerle ömür geçiren evliya mertebesine çıkan mübârek insanlar, gönül deryasının hududsuz derinliklerine kendilerini atmış, gıbtanın üstünde bir gıbta ile aranılacak büyük ve kudsî şahsiyetlerdir.
Bunlar Kur’ân âyetlerinde gördükleri ledünnî mânâ ve onun derin ve gizli mefhumlarına ermek hususundaki fikrî cehid kahramanlarıdır.
Müsbet ilim denilen kör ve tek gözle bakış mefhumu insanı beş duygunun kuru bir makinesi hâlinde görüyor ve insanın şahsiyetini hiçe sayarak onu terkib, tahlil ve tecrübe mezhebine âlet etmiş oluyor.
Bu zihniyet içinde;

Ey ziyâretçi!
İçinden geldiğin dünya ve insanlık; madde ve kuvvetin tesir ve hesabı karşısında, bilgisini, tecrübî usullerle bir asla ve bir kanuna bağlamak mecburiyetinde kalmış, tecrübe ve müşahedeye girmeyen metafizik hâdise ve kuvvetlerin karşısında, inkâra sapmıştır.
Bu müsbet ilimler çerçevesinin ortasında mahsur kalanların, îman dünyasına hakaretle arka çevirip, maddî bir uzuv olan gözün göremediği kudret-i ilâhiyeyi göremedikleri için inkâra kalkışması, aczin üstünde bir aczin ve budalalığın ifâdesidir.
Müsbet ilim sancağı altında toplanan bu sınıf cali’ bir gurur ile münkir daha doğrusu yalnız maddeye bağlı bir dinsiz tipi çıkarmış ve bu nazariye insanı zaruri olarak ye'is ve ümitsizlik çukuruna sürüklemiştir.
Onların nazarında; Akıbet yok, ALLAH yok, Saâdet yok, Mesüliyet yok...
Kalb ve ruh gözü ile kâinatı gören mübârek insanlar bunlara acıyor....
İnsanlık, tabiatın en korkunç taraf ve hadisesi olan karanlığı gidermek için çok büyük emekler sarfetti.
Çıra, mum, kandil ve nihâyet petrolü buldu...
En son, nûr hâlinde elektriğe kavuştu, fakat o kandiller, elektrikler ancak onun dışını aydınlattı.
Müsbet ilim gururlanıyor maddeyi aydınlattı, insanlığın iç âlemini tenvir edemedi, edemez, edemiyecektir de....

Ey ziyâretçi!
Canın sıkıldıysa geri dön!
Çünkü sen hâlâ: “Bahçede ne var?” diye düşünüyorsun. Daha çok lâflarımız var.
Seni temizliye temizliye en sonunda bahçeye sokacağız...
İnsanoğlunun HAKK'a vâsıl olması, Aşk-ı Rabbânî iledir.
Bu aşkın tedariki için, pota-yı MuhaMMediye'de erimek şarttır.
Bu pota'ya girebilmek için, îmandan feyz almak zarurîdir.
Tuz gölüne düşen en pis hayvanın her zerresi tuza inkılâbeder.
Memleha-yı MuhaMMediyye'ye düşen insanın her türlü şekaveti saadete, kesafeti letafete inkılâbeder.
Bundan dolayı dünyaya, imkân Âlemi demişlerdir.
Hazret-i Resûl'ün nazar-ı akdesiyle iltifâta nâil olan mücrim derhâl muhterem olur.
İman, aşkı, tedariki din ile olur.
Din; sadece namaz kılmak, oruç tutmak değildir.Bu dinin umdeleridir.
Âlemde aslını, esasını bilmek aşkına din derler.
Müsbet ilimler bu âleme nereden geldiğimizi söyleyemez.
Fen, hâdiseler arasındaki münasebeti araştırır.
Fen, nasıl “Din niçin?” sualine cevab verir.
Dünyadaki büyük dinlerde vahdaniyet yalnız islâmiyet'te vardır.
Bütün mevcudat onun azameti altında toplanmağa mahkûmdur.
Dinin muallimlerine Enbiyâ derler.
Bunlar ALLAH'ı isbata değil, ilâhi kelimeleri ilâna gelmişlerdir.
ALLAH, muhtac-ı isbat değildir.
Peygamberin tanıttığı gibi ALLAH'ı tanımayanların ALLAH'a îmanları doğru olamaz.
En kalpazan şöyle anlar:“Ben içinizden biri gibiyim.”Biraz akıllısı: “Ben sizin heyet-i mecmuanız gibiyim, içinizden biriniz gibi değilim.” Bu ne demektir?
Bu âleme gelen her ferdin diğer fert üzerine tercih olabilecek bir sıfat-ı âliyesi vardır.
Bu sıfat dolayısiyle bu âleme gelmesi iktiza-yı hikmet olmuştur.

Meselâ;
Ben sizden iyi görürüm. Siz de benden iyi yazarsınız.
Fakat sizden daha iyi okurum. Okuyuş sıfatım size tercihimi sağlıyan sıfattır.
O hâlde daha iyi anlıyanlar:“Bilûmum sizdeki sıfât-ı kemâliye bende vardır!”Resûl'ün: “Siz dünyanızı benden iyi bilirsiniz.” demesi bir iltifâttır.
Dünyada ümmetine serbestî vermiştir.Yoksa bilmek değildir.
“Ben ahlâkı tamamlamaya geldim.” demeleri bunun delilidir.
Resûlullâh'ı biraz daha iyi anlıyanlar da:
“Yâ MuhaMMed! Onu sen atmadın biz attık!” âyetini anlıyanlardır.
O hâlde ALLAH'ı bulmanın yolu, Bir ALLAH Dostu bulmakla başlar.
Bu yola giriş Resûl'e hakikî bağlanışla başlar...
Ve bütün akıl çerçevesi içindeki hâl ve hâdiselerin bulunmadığı ve en mahrem yer olan zât-ı tecellî makamında son bulur.
Buranın ilmine vukuf, vahiy ile gelir, Melek vasıtasiyledir. Peygamber'e mahsustur.
İlham ile gelen ilim, sıddîkıyet makamında başlar.
Bu makamda sarhoşluk yok gibidir.
Fakat burada da benlik akıl ve nefisle alâkasını kesmediği için asgarî hatâ mevcuddur.
Manevî saffet, benlik, ile başlar.
Tasavvuf, şeriatların mânevîyâtıdır.
O hâlde Nübüvvet ve Risâlet ile başlar diye kabul et...
Dünya ve Âhiret diye söylenen sözlerde bir şey gizlidir.
O da insanda şeriatı gerçekleştirmektir.
Bu gerçekleşirse insanda ALLAH'ın rızâsı karar kılar.
İşte dünya ve âhirette kıymet bu rızâdadır. Bu rızâ da şeriat ile elde edilebilir.
İnsan şeriata bağlandığı nisbette, nefsaniyetten uzaklaşır...
Şeriata uygun olmayan ve sözde nefsin kırılmasını gaye edinen bâzı mücâhede ve riyâzatlar, nefsi kırmak yerine kuvvetlendirir.
Birçok Hintliler riyâzat ve mücâhedede hiç kusur yapmazlar, ancak nefislerini kuvvetlendirirler, başka bir şey elde edemezler.

Bâtın-ı irfana talib olan şeriata sıkı bağlanacaktır.
Aksi hakkında söz yürütmek abestir, beyhudedir.
Münakaşadan bir şey çıkmaz. Burası münakaşa yeri değildir.
Bu iş akıl işi değildir, zevk işidir. Onun için mevzu’umuzdaki sözlerimiz kitaplarda yoktur…
Bugünün gafil madde dünyasının sonu olmadığı; bin küsur senedir ortada bulunan Ruh İmparatorluğu’nun ebedîliğindeki mânâyı idrak edenlerin azalması, dimağlara bir fiske vurup kendilerini toplamağa sessiz bir ihtardır...
Bu yazıyı okumak arzusunu merak hissi ile değil, eksiklerini tamamlamak maksat ve hevesiyle okursan oku!..
Yoksa kendini yorma, çünkü insanı sıkar...
Sevmediğin bir filmi seyrederken duyduğun üzüntüyü duyarsın... Bu da senin için hayırlı değildir.
Anlıyamıyorsan hakikati biz gösteririz. Vazifemizdir. Borcumuzdur...
Tâ ki sen anlayana kadar... Her zaman müşkillerini sor!..
İnanmadığını, kimya lâboratuvarından tüp içinde inanacağın şekilde anlatırız...
“Ateş bilmem falanı yakmıyor, nasıl olurmuş?”
“Olur!”Gel sana da göstereyim, hem de öğreteyim... Yakmadığını gör, fakat aklın sarsılmasın...
Sen, bütün şüun’u; 300 sahifelik fizik, 400 sahifelik kimya,70 sahifelik mantık kitabının içinde mi zannediyorsun?
Kâinat orkestrasında aklın, ruhun tellerini akort edecek insanı bul! Akordunu yaptır da namütenahi ebedî konserin içinde gaşyol!.. Kâinatı anla!.. Peygamber'i bil, ALLAH'ını müşahede et!..
Lâflarım edebiyat değil. Zevkle okunsun da diye değil.
İhtiyar-ı zahmet et gel bul! Hakikî yolcu isen dermanını bul!.. Bir nazarla bir yakaza içinde gör!.
Ondan sonra git madde âlemine haykır!.. Haykır o budalalara.. O zavallılara!..
Madde peşinden koşan, kudsî âlemi bilemez.
İnsan ruhu kandil gibidir, ilim onun aydınlığıdır, ilâhî hikmet, kudsî âlem onun zeytinyağıdır.
Ruh ve kalbin arzulariyle, bedenin hırçın isteklerine karşı koyup, sabretmeyi kendinde hakikîleştiren insana semâvîler hizmetçi olur.
Madde ve dünya için o kadar zahmet çekiyorsun. Biraz da HAKK için zahmet çek!..
ALLAH buyuruyor:
“Benim nâmıma zahmet çeken kulun günahlarını izzetim hakkı için mahvederim!”
Sevinci, feragatte ara!..
Başkalarının mâlik olduğu şeylere göz dikme!..
Kalb arzularının kapısını kapatırsan, insaniyetin en şiddetli şuûruna mâlik olursun...
O zaman bu hâdiseler, bu tecellîler anlaşılır.
HAKİKÎ KULLUK; ibâdet, mücâdele ehlinin işidir. İlme'l- yakîn ile başlar.
UBÜDİYYET; yakınlık ehli işidir ki ayne'l-yakîn ile başlar.
Resûlullah bile Mi'râc'a bu sıfat ile kabul buyurulmuştur.
UBÜDİYYET; müşahede ehlinin işidir. Hakka'l- yakîn ile baslar.
Bu mertebe başlamadan evvel insanda hayâ denilen bir sıfatın belirmesi lâzımdır.
HAYÂ; hukuk-u İlâhiyeyi ve Rabbanî emirleri yerine getirmedikçe ALLAH'dan bir şey istememektir.
Bu sıfat, yâni hayâ, kulun kalbi ile ALLAH arasındaki perdenin azalmasından sonra husule gelir.
Bunları vehleten anlamak güçtür.

Şunları evvelâ tefrik etmeğe çalış;
Sünnetu'llah nedir? Âyetu'llah nedir?
SÜNNETU'LLAH; tabiî kanunlardır.
ÂYETULLAH; kâinatta hüküm süren kanunlardır.
Bunlardan âyet-i ilâhiyeyi düşünmek farzdır.
“Siz sünnetu'llâhı öğrenebildiğiniz kadar bilirsiniz. O bildiğiniz miktarda değişiklik bulamazsınız...”
Ne tebdil ne de tahvil edildiğini göremezsiniz, fakat keyfettiğiniz sünnetin zâhir eserleri de zarurî değildir.
Kâinat ALLAH'ın ihtiyâr-ı ef'alinin eserlerinden ibarettir.
Bu eserlerin bizzat tegayyür etmesine imkân yoktur. Akıl, ALLAH'ın varlığını bildirir.
ALLAH'ın varlığını bilmekle, ALLAH'ı bilmek arasında fark çok büyüktür.
ALLAH, akıl ile bilinse idi, bulunsa idi; kitaba, nebî'ye hacet kalmazdı.
Dış âlem üzerinde elde edilen bilgi mahzun ve mükedder anlarda duyulan ahlâkî ve manevî boşluğu dolduramaz.
Fakat manevî ve ahlâkî bilgi dış âlem hakkındaki cehâleti daima teselli edecektir. Ve böyle kalacaktır…
Başınızı semâlara kaldırınız, durduğunuz yerden ötesini tasavvurdan muhayyileniz yorulacaktır, fakat tabiatın mu’cizeleri tükenmiyecektir. Bunlar hep sünnet-i ilâhiyedir.
Göze görülen bu âlem, kâinatın muazzam sinesinde ancak belirsiz bir izdir.
Hiçbir fikir aslına yaklaşamaz.
Anlayış melekeleriniz tasavvurunuzun hududunu aşsa, eşyada saklı olan hakîkata kapılsa, ancak ufak zerreleri meydana çıkarmış, olursunuz.
Bu da merkezi her yerde olan, yüzü hiçbir tarafta bulunmayan namütenahi bir küredir.
Muhayyilelerinizin en nihâyet bu düşünceler içinde kayboluşu ALLAH'ın sonsuz kudretinin hissolunan en büyük mümeyyiz vasfıdır.
İnsan ALLAH'a, varlığı hakkındaki delil ve isbatların sayısını artırmakla değil, ruhundaki ihtirasların sayısını azaltmakla, bir iman ve i’tikad sahibi olmağa çalışmakla yaklaşır.
Bunu bir zamanlar sizin gibi şüpheci olup her türlü dünya saadetlerini atarak hâlasa kavuşmuş olanlardan öğreniniz!
İlk defa inanmış ve i’tikad etmiş gibi görünerek hareket ediniz, dua ediniz, ibâdet ediniz, bu hâl, tabiî bir şekilde sizi îman ve i'tikada doğru götürecek ve aklınızı yenecektir.
O zaman hakikî değerinizin ne olduğunu birbirinizden öğreniniz! ALLAH'ın sesini dinleyiniz!
İman size, beş duygunuza aykırı bir şey göstermez. Onların sezemediği şeyleri bildirir...
İman, beş duygunuza, aklınıza, zıt bir şey değildir, onların üstünde bir inanıştır.
Aklın muhakemesine her şeyi vurmak istersek, o zaman îman saçma ve gülünç gelir sana...
ALLAH'ı hisseden, akıl değil, kalbdir. İşte îmânın insana öğrettiği şey de budur.
Bir insandır, câhildir; Muhakeme etmeden ALLAH'a inanmış diye hayret etmeyiniz!
ALLAH onların kalblerine sevgisini indirmiş, onlar da kendi nefislerinden nefret duymuşlar, bu da îman ve i'tikada meyil uyandırmıştır.
Ne olurdu akıl olmasaydı, insanlar his ve sevk-i tabiî ile hayatlarını sürselerdi?
Başlarını secdeden kaldırmayacaklardı... Asıl hüner, gaflet ânında ALLAH'ı bulmaktır.
Gaflete dalanlar için karanlık, aydınlık müsavidir. Uyuyan gece ile gündüzün farkında değildir.
Karanlık ile aydınlığın müsavi olmadığını anlamağa çalış, elinde fırsat varken...
Ölüm çattığında pişmanlık çok acı gelir.
Dünyada iken vakit kaybetmeden, güneşle deryayı ayırmağa çalış!
Bunu ayırdığın zaman gözlerin her iki dünyayı da görmeğe başlar...
Bir an gelir ki geçmiş, gelecek her şey rüya âlemi gibi olur.
Ölüm: Hikmet âleminden alâkası kesilip kudret âlemine dalış demektir. Bunu iyi öğren!..
Küfürden kurtulamazsan, hiç olmazsa zulme gitme!..
İnsan küfür ile idâme-i hayat edebilir, fakat zulüm ile, asla!..
Madde âleminde ruhu bunalmış bitkin insanoğlu!
Eğer manen hasta olduğunu hissediyorsan: Bu da senin için bir müjdedir.
Mânevîyat hastahânesine git! Bu hastahânenin başhekimi Resûl-i Ekrem'dir.
Asistanları Enbiyâlar, hastabakıcıları Evliyalardır.
O hastahâne ücretsizdir. Menfaatsizdir, iltimassızdır, vizitesizdir…
Hastahâneye kapıdan girerken seni memur, kapıcı karşılamaz, bizzat Başhekim Resûl-i Muhterem karşılar.
Oraya girdikten sonra tedavi olmadan çıkamazsın. Şifâyı alan Saâdet yolunu bulur…
“ALLAH yolunda tozlanan ayaklara ALLAH cehennem ateşini haram kılmıştır.” ALLAH yolunda ayakları tozlanmak nefsinin hayrını terkederek ALLAH'ın mahlûklarına hizmetle olur.
Madde âlemi, radyo, telsiz, televizyon, atom, birçok buluşlarıyla bağırıyor, sanki kendileri bunları yarattı.
Bunlar, Sünnetu'llahda gizli hâdiselerin, zekâ ve akıl ile bulunup terkib edilmesidir.
“Bunlar bulundukça Cenâb-ı HAKK'ın azameti idrâk ediliyor.” demektir.
Bu buluşlarınla gururlanma, inkâra gitme!
Evvelâ Ölümü kaldır, zevali dünyadan zeval et!
Fakir insanı kaldır. Mezar kapısını kapa!
Bunları yapabiliyorsan, gel konuşalım!
Çâresi varsa söyle dinleyelim... Yoksa, Mırıltıyı bırak!.. Cırcır etme!..
Daha beyazlaşan saçının rengini, kırışan yüzünün buruşuğunu gideremiyorsun!..


Resim

Emanet : Eminlik. İstikamet üzere bulunmak. * Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip inanılan şey. * Başkasının hukuku emniyet edilip, inanılabilen. * Osmanlılar Devrinde bazı devlet dairelerine verilen isim. Şehr emâneti, Rusumat emâneti gibi...
Hıyanet : Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek.
Hakaret : Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.
Edâ : Yerine getirmek. Ödemek. Borcunu vermek. Vazifesini yapmak. * Tarz. Üslub. * Şive. * Tekebbür. * Fık: Namazı vaktinde kılmağa "Eda" ve vakit geçtikten sonra kılınan namaza da "Kaza" denir. (Bak: Kaza)
İfa : Ödemek. Yerine getirmek. Söz verdiğini veya vazife bildiğini yerine getirmek. Kılmak. Yapmak.
Kıyamet : Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı.
Sadaka : Allah rızâsı için fakirlere verilen mal, para, ilim gibi insanın muhtaç olduğu her hangi bir şey. (Asr-ı Saâdette fukara-i müslimîn için toplanan zekâta dahi bu nâm verilirdi.) (Bak: Belâ)
Nefs : (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi. * Göz. * Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri. * Ruh, hayat, asıl. * Maya. * Hamiyet.(Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. M.)
Muhatab . Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen. * Gr: İkinci şahıs.
Haşr : (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet. * Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekirdeğinden diriltilerek bütün insanların Haşir Meydanında toplanmaları. (Bak: Acb-üz Zeneb)
Teâli : Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma.(Bu zamanda İslâmiyetin tealisine en büyük bir sebep, maddeten terakki etmektir. M.)
Kat’iyyen : Kat'i ve kesin olarak. * Aslâ, hiçbir zaman
Farz : Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı "karz"dır.) * Takdir veya beyan eylemek. * Bir şeyi delmek, gedik açmak. * Bir dâvaya mevzu ve rükün kılınan husus. * Addetmek, saymak, tutmak. * Fık: Din hususunda icrası vâcib, terki mâsiyet olan Hükm-ü İlâhî. Kur'an-ı Kerim veya Hadis-i Şerifle sâbit olan Cenâb-ı Hakk'ın kat'i emri: Şirk koşmamak, iman etmek, namaz kılmak, yalan söylememek gibi...
Ta’lim : Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
Keyf : Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı.
Helal : Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan. * İhramdan çıkan hacı.
Kâfi : Kifâyet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren.
Musîbet : Afet. Belâ. Felâket. Hastalık. Dert.
İhtar : Hatırlatmak. Dikkati çekmek. Tenbih. Uyarma. Kalbe gelen doğuş, ilham.
Himaye : Koruma. Korunma. Muzır şeylerden muhafaza etme.
Muvakkat : Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
Gaye : Maksad, kasdedilen, netice, sonuç.
Meyl : Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu. * Sevme, tutulma, âşık olma. * Gönül akışı.
Tabi’ : Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden. * Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.
Ulviyet : Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk.
Tasfiye : Saflaştırmak. Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek. Temizlemek. * Hesabı kapatmak.
Fâni : Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir. (İnsan hangi bir şeye teveccüh ederse, onunla bağlanır ve onda fâni olur. İ.İ.
Mümtaz : Diğerlerinden ayrılmış, üstün, seçkin, seçilmiş. * Ayrı tutulan.
Emel : Ricâ, ümid, şiddetli istek. Ummak. * Gaye. (İnsanları canlandıran emeldir, öldüren ye'istir. M.)
Mücadele : (Cedel. den) İki kişinin bir şey üzerine çekişmesi. Uğraşma. Savaşma.
Muhtelif : Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.
Temayül : (C.: Temayülât) Meyletmek. Bir cihete iltifât etmek. Bir tarafa eğilmek. * Bir yana çarpılmak. * Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek.
Şehevî : Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait.
İhtiras : Aşırı istek sahibi olmak, hırs duymak, şiddetli arzu.
Mülevves : Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış. * Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan. * Tazelenmek için suda ıslatılmış şey. * Karışık, intizamsız.
Kudsî : (Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez.
Feragat : Tok gözlülük. Hakkından vaz geçmek, bir şey istememek. Şahsî dâvasından vaz geçmek. * Boşalmak, hâlî olmak.
Mahsus : Duyulmuş. Hissedilmiş. Derk olunmuş. Duyulan. * Aşikâr, belli, zâhir, meydanda.
Taalluk : Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
Müsbet : İsbât olunan. Delilli. Açık ve sabit olan. * Menfînin zıddı. Pozitif, olumlu. * Yazılıp kaydedilmiş. Tesbit edilmiş olan.
Menfî : Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. * Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün. * Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. * Hakikatın aksini iddia eden. * Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle. * Nâkıs. Negatif, olumsuz.
İzaaafî : İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek.
Vasf : Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl. Bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak târif etmek.
Mâlik : Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan. * Her şeyin sâhibi olan Allah. * Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı.
Hidayet : Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak.
İ’tikad : İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. (Bak: İltizam)
Mukavemet : Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek.
Feda’ : Kurban. * Uğruna verme, gözden çıkarma. * Bir yere toplanmış arpa, buğday veya hurma. * Hurma ve üzüm kurutulan yer.
Riyazet : Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. * Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Az gıda ile yaşamak. * İdman.
Ârî : Pâk, pislikten uzak. * Hür.
Sermedî : Daimî, ebedî, sürekli.
Şahsî : Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı.
Menfaat : Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey.
Fazilet : Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. Dinî ve ahlâkî vazifelere riayet derecesi. Fazl ve hüner cihetiyle olan yüksek derece. Bir şeyin başka şeylerden cemal ve kemal ve fayda cihetiyle üstünlüğü, müreccah olmasına sebep olan keyfiyet. (Zâta mahsus hasletin cem'i "fazâil" dir. Şecaat, in'am ve ihsan gibi, müteaddid meziyete dair faziletlerin cem'i "fevâzıl"dır.)
Mübarek : İlâhi hayrın bulunduğu şey. Bereketlenmiş, çoğalmış. Bereketli, uğurlu. Hayırlı. Mes'ud. * Beğenilen, kendisine kızılan ve şaşılan kimse veya şey.
Ledünnî : Ledünn ilmine mensub ve müteallik. Ledünne dair ve ait.
Ledün : (İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı izâm (A.S.) ve Ehlullâh-i Kiram Efendilerimiz Hazretleridir.
Mefhum : Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
Şahsiyet : Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma.
Terkib : Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. * Birbirine karıştırılmış maddeler.
Tecrübe : (Tecribe) Deneme, sınama. * Görmüş, geçirmişlik. * Anlamak için yapılan iş. İmtihan. * İlmi bir gerçeği göstermek için yapılan deneme. Deney.
Mezheb : Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hânefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi... Bu "Mezheb" kelimesi asıl ve esas mânasına da kullanılır. Beyn-el ulemâ ve mukakkiklerce ince tedkik neticesinde Kur'ân-ı Kerim'in esaslarından, Peygamber'in (A.S.M.) emir ve sünnetlerinden ayrılmamış "Dört Mezheb" Hak olarak seçilmiştir: 1- Hânefî Mezhebi, 2- Şâfiî Mezhebi, 3- Hanbelî Mezhebi. 4- Mâlikî Mezhebi. (Bak: İmam)
Zihniyet-zihniyyat : Zihne ait hususlar. Zihinle ilgili meseleler.
Te’sir : Bir şeyde eser ve nişane bırakma. * Vasıfları ve halleri değiştirme. * İşleme, dokuma, iz bırakma. * İçe işleme. * Kederlenme.
Budala : Zekâca geri, salak.
Cali’ : (Câli') Terbiyesiz. Kötü konuşan.
Münkir : (Nekr. den) İnkâr eden, kabul etmiyen, hakikatı tasdik etmiyen, dinsiz.
Nazariyat : (Nazariye. C.) Görüşler. Düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş ilmi görüşler.
Ye’is : (Ye's) Ümitsizlik. (Bak: Ye's, Himmet).
Akibet : Takib eden zamanda, sonunda.
Saâdet : Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak.
Mes’uliyet : Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş.
Tenvir : (C.: Tenvirât) Aydınlatma. * Bir şey hakkında bilgi verme. Bir şeyi münevver kılma.
Tedarik : İhtiyacı temin etmek, hazırlamak.
İnkilab : Değişim, Düzen değişimi
Memleha : (Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla.
Şekavet : Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık.
Letafet : Hoşluk, lâtiflik. * Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek. * Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.
Mücrim : Cürüm ve kabahat işlemiş olan. Suçlu.
Muhterem : Hürmet görmüş. İhtiram olunmuş. Kıymetli ve şerefli kimse.
Umde : İnanılacak şey. * Prensip, temel fikir. * Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. * Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker.
Fenn : Hüner. Mârifet. * San'at. * Tecrübe. * İlim. * Nevi, sınıf, çeşit, tabaka. * Türlü. * Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı. * Tatbikat ve isbat ile meydana gelen ilim. * Birisini muamelede aldatmak. * Fend. * Borçlunun ödeme zamanını uzatma.
Münasebet : İki şey arasındaki tenasüb, uygunluk, yakınlık, bağlılık, mensubiyet, yakışmak, vesile, alâka.
Sual : İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik.
Vahdaniyet : Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifâde eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir ki; benzeri olmayan; tecezziden, tekessürden beri olan zât demektir.
Muallim : Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten.
İlân-İ’lan : Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak. * Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme. * Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma.
Muhtac : İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir.
Kalpazan : Sahte para basan.
Hey’et-i mecmua : Bir şeyin teferruatına ve cüz'lerine bakılmaksızın bütününün gösterdiği hal ve manzara.
Ferd : Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan. Bîhemta olan.
Terah : Gam, keder, acı.
İktiza : Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama.
Hikmet : İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim.
Mahrem : Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve kızkardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlar arasında nikâh asla caiz değildir.) * Çok samimi ve içli-dışlı olan kimse.
Sıddîk : Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan.
Asgarî : En az. En küçük.
Saffat-saffet : (Saff. C.) Saf olanlar, saf yapanlar.
Rıza : Memnunluk, hoşluk, razı olmak. * İstek, arzu. Kendi isteği.
Nisbet : Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
Nefsaniyet : Nefsini çok beğenmişlik. * Gizli düşmanlık, garez, kin.
Mücahede : (C.: Mücahedât) Cihad etme. * Din düşmanına karşı koyma.
Çarpışma. * Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.
Riyazat : (Riyazet. C.) Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak.
Müşkil : (Müşkile) Zorluk, güçlük, zor olan iş. Çetinlik. * Edb: Mânasının derinliği veya edebi bir san'atla ifâde edilmiş olmasından dolayı teemmül ve tefekkürsüz anlaşılmayacak derecede hafî olan lâfızdır. Mânaca nass'ın mukabilidir.
Şuun : (Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis.
Yakza-Yakaza : Uyanıklık. Dikkatte olma.
Yakîn : Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi)
Mi’rac : Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi)
Ubudiyet : Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.
Rabbanî : (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenâb-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî. * Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.
Vehleten : Birdenbire. İlkin. Ansızın.
Tefrik : Birbirinden ayırmak, seçmek, ayırdetmek, ayrı kılmak. * Korkutmak.
Sünnetullah : İlâhî kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah)
Âyet : Eser. * Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. Nişân. Alâmet. İşaret. * Menzil, mekân. * Kur'ân-ı Kerim'deki her bir cümle. Mânen uyanmağa, intibâha sebeb olan hâdise. (Kur'ân-ı Kerim'de 6666 âyet vardır.)
Tebdil : Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
Tahvil : Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. * Döndürmek. * Faizli borç senedi.
Keşf : Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenâb-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması.
Zaruriye : (Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan.
İhtiyar : Yaşlanmış kimse. Yaşlı. * Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek. (Bak: İrade)
Fiil : (Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş. *Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi kelimelere de fiil denir. (Fi'l diye de yazılır.)
Ef’al : işler, fiiller.
Tegayyur : Hâlden hâle geçmek, değişmek. * Bozulmak. * Zıt olmak. (Bak: Hâdis)
Hacet : İhtiyac olan şey.
Mükedder : Kederli. Sıkıntılı. * Tekdir edilmiş. Azarlanmış. * Bulandırılmış. Bulanık.
Muhayyile : Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti.
Meleke : Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve mehâret. * Mümârese.
Mümeyyiz : Temyiz eden, ayıran, iyiyi kötüyü farkeden. * İmtihandaki talebenin bilgisini imtihan ederek yoklayan kimse. * Gr: Tırnak işareti.
Halâs : Saflaşma, hulus bulma.
Muhakeme . (C.: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafı dinleyip hüküm vermek. * Düşünmek. * Zihinde inceleme yapmak. * Karar vermek için iyice düşünmek.
Sevk-i tabi’ : Hayvan veya insanların düşünmeksizin Cenâb-ı Hakk'ın sevki ile olan hikmete uygun hareketi. Sevk-i kaderî, ilham veya sevk-i İlâhî demek daha doğrudur.
Müsavi : Eşit.
İdame-yi hayat : Hayatın devamı.
İltimas : Tavsiye. Rica. İstirham. * Kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda bulunmak. * Yapılmasını isteme.
Vizite : ing. Ziyaret. * Doktorun bir hastayı ziyareti. * Hekim ücreti.
Tedavi : İlâç verme. İyileşmesi için bakma. * Hastalığı iyi etme tarzı.
Şifâ : Hastalıktan iyi olma, iyileşme. Hastalıktan kurtulma.(...Hastalık seni uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra Hâlik-ı Rahim inşaallah sana şifâ verir. L.)
Zeval : Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.
Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.

Resim

Hayvanlara merhamet et:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Bir adam yolda, yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: “Bu köpek de benim gibi susamış” deyip tekrar kuyuya inip, mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti.” Resulullah`ın yanındakilerden bazıları: “Yâ Rasûlullah! Yani bize hayvanlar(a yaptığımız iyilikler) için de ücret mi var?” dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Evet! Her “yaş ciğer” (sahibi) için bir ücret vardır” buyurdu.
(Ebu Hüreyre’den Kütüb-i Sitte, HadisNo : 1987)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Fahişe bir kadın, sıcak bir günde, bir kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü, susuzluktan dilini çıkarmış soluyordu. Kadıncağız mestini çıkararak (onunla su çekip köpeği suladı). Bu sebeple kadın mağfiret olundu.”
(Kütüb-i Sitte, HadisNo : 1988)

Resim--- Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşeratından yemeye de salmamıştı.”(İbnu Ömer’den, Kütüb-i Sitte, HadisNo : 1989)

Bütün canlılara karşı merhamet edilmesi konusunda:

Resim---Sevgili Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz : "Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler..." buyurmuştur.
Tirmizi Birr, 16

Siz dünyanızı benden iyi bilirsiniz:

Konuyla ilgili olarak İmam Müslim Sahih'inde ard arda şu üç hadisi rivâyet etmiştir:

Resim---Talha b. Ubeydullah: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte hurmalıklarının başında bulunan bir kavme uğradım." Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, (orada bulunanlara bahçelerinde çalışanlarla ilgili olarak) "Bunlar böyle ne yapıyorlar?" dedi. Onlar da, çiçeğin erkeğini dişininkine aktarmak suretiyle aşılama yaptıklarını söylediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: "Bunun bir fayda sağlayacağını zannetmiyorum." buyurdular. (Aşılamayla uğraşan kişiler) Resûlüllah'ın bu haberini alınca yapmakta oldukları işi terkettiler. Sonra (onların aşılamayı) terkettikleri haberi Resûlüllah'a ulaştırılınca şöyle buyurdu: "Bu, onlara bir fayda temin ediyorsa bunu yapsınlar. Ben sadece bir zannımı (kanaatimi) ifade ettim, beni zannımdan dolayı muaheze etmeyin. Ancak size Allah adına konuştuğumda onu alınız/tutunuz, zira ben O'na asla yalan isnad etmem!” buyurdu.
(Müslim, "Fedail", 139; İbn Hanbel, Müsned, 1: 162; İbn Mace, "Ruhûn", 15).

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Medine'ye gelmişti. (O sıralarda Medine halkı) hurma ağaçlarını ıslah ediyorlardı. (Halk bunu yapanlara) “aşılama yapıyorlar” diyorlardı. Resûlüllah onlara, "Böyle ne yapıyorsunuz?" diye sorunca onlar, "Biz bunu (öteden beri) yapıyoruz." dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Belki siz böyle yapmasanız da netice iyi/müspet olur." buyurdu. Bunun üzerine onlar yapmakta oldukları işi bıraktılar. (Derken ertesi yıl) hurmalar yemişlerini döktü yahut azalttı (yani verim düştü). Bu durumu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e bildirdiklerinde şöyle buyurdu: "Ben bir beşerim. Dininizle alâkalı size bir şey bildirdiğimde onu alınız. Ancak kendi görüşümle size bir şey emrettiğim zaman, (şunu biliniz ki ben de bir beşerim)." buyurdu.
(İmam Müslim, senette yer alan İkrime'nin rivâyetle ilgili olarak: "veya buna benzer bir şekilde" biçimindeki ifadesini de bize aktarır)
(Müslim, "Fedail", 140; İbn Mâce, "Ruhûn", 15).


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, aşılama yapan bir topluluğa uğradı. Onlara: “Siz bunu yapmamış olsanız da (hurma) olur!" buyurdu. (O sene) hurmalar koruk çıkardılar (iyi bir verim alınamadı). Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, (neden sonra) onlara (tekrar) uğradı ve: "Hurmalarınız ne durumdadır?" diye sordu. “Şöyle şöyle buyurmuştunuz, (biz de öyle yaptık ve sonuç böyle oldu)." dediler. (Bunun üzerine Resûlûllah): “Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz." dedi."
(Müslim, "Fedail", 141).

Resim---Ebû Hureyre radiyallahu anhu'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Ben, güzel AHLÂKı TAMamlamak için gönderildim."

(Mâlik; Beyhekî)

“ALLAH yolunda tozlanan ayaklara ALLAH cehennem ateşini haram kılmıştır.”:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "ALLAH yolunda ayakları tozlanan kişiyi ALLAH ateşe haram kılar." buyurmuştur.
(Buharî, Sahih; Feth'ul-Bari: 2/390. H. no: 907)

Başka bir lafızda:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "ALLAH yolunda (her iki) ayağı tozlanan kula ateş dokunmaz." buyurmuştur.
(Feth'ul-bari: 6/29. H. no: 2811)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "ALLAH yolunda her iki tozlanan kişinin ayakları ateşe haram olur." buyurmuştur.
(Nesaî Kitab'ul-Cihad: 6/14; Tirmizi Ebvabu Fazali'il-Cihad: 3/92. Ayrıca "bu hadis hasen sahih ve garibtir" der)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "ALLAH yolunda ayakları tozlanan kişiyi ALLAH ateşe haram kılar." buyurmuştur.
(Osman b. Affan'dan; Keşful-Estar, Kitab'ul-Cihad: 2/263; Heysemi: "Hadisi Ebu Ya'la el-Kebir'de ve Bezzar rivayet etmişler, sened'te MUHAMMED b. Abdullah b. Umayr var ki metruktür" der. Mecma'uz-Zevaid: 5/286)

Resim

Yâ MuhaMMed! Onu sen atmadın biz attık:

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّهَ رَمَى وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلاء حَسَناً إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Resim---''Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehum, ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinnallâhe ramâ, ve li yubliyel mu’minîne minhu belâen hasenâ(hasenen), innallâhe semîun alîm: Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü'minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.(Enfâl 8/17)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (Bir Allah Dostu)

Mesaj gönderen kulihvani »

ResimBiR ALLAH DOSTU RÜYASINDA GÖRMÜŞ DE ANLATIYORDU. BEN DE ONDAN DİNLEDlM. SiZ DE BENDEN DİNLEYİN...

Aynaya bakıp, kendi mübârek yüzünü görünce: Hamdolsun ALLAH'a, beni kusursuz yarattı, yüzümü güzel halketti ve beni müslümanlara kattı!.. diyen, dünyanın en mütevazı, temiz ve hâlûk insanı Hazret-i Resûl-i Ekrem, insanların en güzeli, en cömert, en cesuru, en merhametlisi idi...
Bir gün huzuruna giren bir adam O'nun heybetinden titremeğe başladı.
Biraz sonra adam kendine geldi...

Ben padişah değilim! Kureyş boyundan kurumuş etle geçinen bir kadının oğluyum ancak.
Sözü apaçık söyler, kim duyarsa anlar, söylediğini üç defa tekrar ederdi.
Başını hiçbir tarafa döndürmezdi, icâbederse gövdesiyle dönerdi.

Ancak bir kulum ben, kul gibi yerim, kul gibi otururum, kul gibi içerim!diyen Resûl-i Ekrem; nâlinini kendi Ta’mir eder, gömleğim kendisi yamardı...
Evini süpürür, toprak bir kapta yemek yer, bir post üstünde yerde yatardı.
İcabettiği zaman bu mütevazı büyük insan Semâvâtı gezerdi...
Boyu ortaya yakın uzunca, omuzlarının arası geniş, değirmi yüzlü, saçları siyahtı.
Ayağını yere kuvvetle basardı.
Göğsü ile göbeği birdi, gülünce dişleri inci gibi parlardı.
Pembe beyaz benizli, başı büyükçe, nûrlu güzel yüzlü, kirpikleri sık, ince ve uzundu.
Gözleri kudretten sürmeli, içine bakmağa imkân olmayan, her iki âlemi gören mübârek gözlerinin rengini târif etmek imkânsızdı.
Yatarken, kalkarken, ilk işi dişlerini misvaklamaktı.
Kızdığı zaman yanakları kızarır, ayakta ise derhâl oturur, oturuyorsa bir yere dayanırdı.
Yolda giderken çocuklara rastlayınca daima onlara selâm verirdi...

Yaşayışım da ölümüm de hayırdır size.diyen Resûl-i Muhterem'in şefâatına ALLAH cümleyi nâil eyleye!..


Resim

Huzur : Hazır olmak. Mevcud bulunmak. * Hürmet edilmesi lâzım gelen kimsenin yanında olmak. * İbadet neticesi hâsıl olan rahatlık, gönül ferahlığı.
Nâlin : Ayağa giyilen terlik.
Ta’mir : Bozuk şeyi düzeltmek. Eski şeyi düzeltip yeni hâline getirmek.
Post : f. Tüylü hayvan derisi. * Mc: Makam, mevki.
Semavat : (Sema. C.) Gökler, semalar.
Beniz : yüz, çehre.
Şefâat : Şefaat etmek. Af için vesile olmak. * Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların Allah Teâlâ'dan (celle celâlihu) niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır.
Nâil : Muradına eren, nâil olan, ele geçiren. Erişmiş.

Resim

Bir gün bir adam, Resûl-i zîşân (sas) Efendimiz'in huzuruna gelince, onun mânevî heybetinden titremeye başlamıştı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona:
“Kendine gel! Ben bir hükümdar değilim. Ben ancak, Kureyş kabîlesinden kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum.” buyurmuştur.

(Sünen-i İbn-i Mâce, 2/1100-1101)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çabuk konuşmaz, söyleyeceği sözü üzerinde düşünülsün ve iyice kavransın diye üç kere tekrar ederdi.
(Tirmizî, eş-Şemâil, Hıms, 1968, s. 113.)

“Ancak bir kulum ben, kul gibi yerim, kul gibi otururum, kul gibi içerim!”:
Aişe radiyallahu anha Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden rica eder: "Ne olur bağdaş kurarak, biraz daha rahat oturarak yemek ye!." Bunun üzerine alnını yere değdirecek kadar öne eğilir. “Kölenin yediği gibi yerim, kölenin oturduğu gibi otururum, çünkü ben bir kuldan başka bir şey değilim”.

(Ebu Şeyh el-İsbehanî, Hz. Muhammed’in Edeb ve Ahlakı, s.64; Prof. Dr. İ. Lütfi Çakan, Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, s.275)

Aişe radiyallahu anha: “Ben, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e: “Yâ Rasûlallah! Allah beni sana fedâ etsin mütteki olarak yemek yeseniz, öyle yemeniz sizin için daha ehvendir” dedim.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem başını eğdi neredeyse başı yere değecekti.
Müteakiben:
“Hayır, bilakis ben bir kulun yediği gibi yerim ve kulun oturduğu gibi otururum!” buyurdu.”

(Begavî, 2839; Ebû Ya'la, 4920; Ahmed Zühd 19, Albanî, Sahiha 544)

Mütteki: Yaslanıp oturan.
Ehven: Zararı az olan. En zararsız.

Aişe radiyallahu anha vâlidemiz: “Rasulullah’ın sıradan bir insan gibi ev işlerinden çoğunu yapardı. Elbisesini diker, ayakkabılarını ve gömleğini tamir eder ve evi süpürürdü. En fakirlerin hastalarını evlerinde ziyaret ederdi. Fakir ve muhtaçlarla öyle otururdu ki, onlardan ayırt edilemezdi. Bir meclise gittiğinde, bulduğu yere otururdu.”19
(Ebû Davud, Et’ıme, 17; İbn Mâce, Et’ime, 6; Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, I, 63-64)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (MANEVİYAT BAHÇESiNDEN)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim MANEVİYAT BAHÇESi

Sonsuz semâları masmavi bir nûr ile dolduran ALLAH'a hamd ederim...
Ruhu, nûr âleminin ebediliğinde azîz olan ALLAH'ın Resûlüne ve O'na inananlara selât-u selâm ederim...

Resim ALLAH'a secde ettiğin yüzü, başkalarına karşı zillete düşürmemeğe gayret et, azîz olursun.



ResimHAKK’ın nimetlerinin şükrünü eda et... Nimet gelir, şükrü göremezse gider...



ResimSakın kimseye hakaret gözüyle bakayım deme. Unutma ki ALLAH'ın dostları binbir şekil, kıyafet içinde gizlidirler.



ResimHalkın seni methetmesiyle zevk duyma, zemmetmesinden de acı çekme!..



Resim"Hak kuvvetlidedir" derler, sakın inanma. Bu lâf câhil sözüdür. Kuvvet “HAKK”tadır, unutma!



ResimHAKK için zahmet çek!..
ALLAH buyuruyor: “Benim nâmıma zahmet çeken kulun seyyiâtını izzetim hakkı için mahvederim!

Resimİlmi var, ameli yok... Ameli var, ihlâsı yok..
ALLAH dostlarının yüzünü görmek nimetine ermiş de, onlara bağlanmasını bilmez...
Denizin dalgası bâzân kabarır da sahile vururken: “Ben varım!” diye mırıldanır...
Deniz de ona: “Sen yoksun, ben varım!” der. Aman, gurura kapılıp da gönül kırma; yanarsın…

Sana bir dua öğreteyim;
Gözlerinde göz yaşından, ALLAH pazarında satılan inciler peyda olurken, söyleyeceksin:
“Sonsuz salâvat incilerinin dizileriyle, nihâyetsiz selâm cevherleri MuhaMMed Mustafâ'nın feyizlere açık ruhuna, hikmetlere açık göğsüne saçılsın!.. Gündüz parladıkça, güneş âlemi aydınlattıkça, ruhu rahmet ve semâlara garkolsun!.. Tertemiz ehl-i beyt'e selâm olsun!”
Bu dua, îmânın zevkine yükselenler içindir.
Henüz maddenin kesafetinde mahcub kalanlar, hayatta harikulade hadiselere tesadüf etmeyenlere ait değildir.
Vücud gözünün görmediği âlemle her an irtibatı olan mübârek bir zat kalabalık bir kitleye ders ve öğüt veriyordu.
Herkes huşû içinde güzel sözlerin tesiriyle adetâ ruhanî bir mi'râc hâlinde idiler;
Bir aralık dinleyenlerden temiz yüzlü, biraz mahcub birisi uyumaya başlıyor...
Mübârek zât derhâl susuyor.
Herkes uyuyan adama kızmaya başlıyor. Yarım saat derin bir sükût.
Uyuyan uyanıyor, hatasından dolayı yüzü kızarıyor... Mübârek zât tekrar konuşmaya bağlıyor...
Ders bittikten sonra, uyuyan adam mübârek zâtın yanına yaklaşarak hatasından dolayı af dilemeğe hazırlanırken mübârek zât:
Oğlum, üzülme!.. Ben senin uyumana kızmadım; yarım saat bekledim... Rüyanda gördüğün mübârek zâtın ruhanîyetine hürmet ve muhabbetim dolayısiyle susmaya mecburdum…
Meğer uyuyan adam rüyasında Hazret-i Resûl-i Ekrem'i görüyormuş...
Cebel-i Azamet'e: Aklı koy, orada nûrdan yapılmış libası giysin,
Cebel-i Kibriyâ'ya: Kalbi bağla, orada nûr-u muhabbet libasını kuşansın.
Cebel-i, izzet'e: Nefsi bırak, orada ubûdiyyet libasına sarılsın,
Cebel-i Ezel'e: Ruhu çıkar, orada nûru'l-Nûr libasını alsın, sonra da aşk nârasiyle bağır, bunların derhâl toplandığını görürsün... O zaman fetih başlar ve “Bizden olursun”.

ResimHızır, iki gözü kör bir adama rastladı: “Sana dua edeyim de gözlerin açılsın.” dedi.
Âma gülerek ona: “Geç baba işine! Ben kazâ-yı ilâhiyi gözlerimden fazla severim. O’nun kazâsını gözlerimin açılmasına değişmem!” diyerek yoluna devam etti.

ResimUyku, gözlerini kapatmadıkça yatmaya heves etme…
Yedi saatten fazla uyku hamakati davet eder… Çok acıkmadıkça da yeme fazla yemek hastalık getirir.

ResimTam 30 yıl arkasını ne bir duvara ne bir yastığa ne de bir mindere dayadı. Ne de diz üstü oturmaktan başka bir tavır takındı. “Ne diye kendini meşakkate sokuyorsun?” dediler.
“ALLAH’ımı görürken başka ne türlü durabilirim!” dedi.

ResimTren gecenin karanlığında homurdanarak süratle gidiyordu.
Birinci mevki kompartmanlarından birinde iki kişi aralarında konuşuyorlardı.
Biri diğerine: “Birader on bin lira vererk işimi yaptırabildim. Vermesem Yüzbin liralık fabrikam mahvolacaktı!”Diğeri onu tasdik etti: “Ne yaparsın kardeşim geçim için bugün böyle!” diye mırıldandı.
Kompartmanın bir köşesinde gözleri hafif yumuk, yakaza halinde bulunan nur yüzlü bir ihtiyar, gözlerini açarak söze karıştı: “Oğlum hareketiniz asla doğru değildir. Sizde biraz ALLAH korkusu olsa bu parayı vermez, fabrikanızın mahvolmasını tercih ederdiniz.”
Ve şöyle devam etti: “İnsan harbe gidiyor, ateşler içine atılıyor, sizin yüzbin liralık fabrikanızdan daha kıymetli olan canını veriyor. Siz ise bu hareketinizle rüşvete yol açıyor ve ALLAH korkusunu fabrikanız uğruna Feda’ ediyorsunuz!” dedi ve yine nurlu yüzünü çevirerek kendi âlemine daldı.

ResimYıldızlı bir gecede secdeye kapanmış dua ediyordu:
“Yarabbî!.. Sen mutlak ve ezelî merhametsin... Bu ezelî merhametini, diyar diyar gezip, herkese anlatmak istiyorum. Fakat korkuyorum: Merhametinin büyüklüğünü anlarlar da Sana kimse ibâdet etmez... Beni affet... Rahmetinle yoğur!..”

ResimYirmi gün yemez içmez, hayran bir hâlde bir köşede otururdu.
Bir gün dedi ki:“Benim Ölümüm sizinkilere benzemez. Benim ölümüm Hak'ta davet ve kendimden kabuldür.”Nitekim bir gün, bir meclis içinde otururken : “Evet, baş üstüne!”diye ani olarak bağırdığı duyuldu... Ruhunu teslim etmişti.

ResimBiri onun yanına sokuldu: “Biraz param var, dedi. Sana vermek istiyorum, verirsem ne olur?”Cevap verdi: “Verirsen senin için iyi olur, vermezsen benim için iyi olur, dilediğini yap!..”

ResimSadaka ALLAH namınadır... Sadakada nefsin haz duymasın! Yuvarlanırsın!.
Aman dikkat et!.. Kendini o kadar çok maddeye verme, kaptırma!..

ResimMaddî hesap dünyasının eşiğinden bir adım ileri gidemez.
Hayatın en güzel günü, bu gündür, bu andır. Hazırlığını derhâl yap!
Yarın belki kıyamet kopacaktır.. Bu sözümü yabana atma!..
Bunu anlamayan zâten hayattan bir şey anlamış değildir.

ResimDoğruluktan sakın ayrılma..
Unutma ki, suyun bir karış altında veya denizin binlerce metre derinliğinde boğulmak arasında fark yoktur.

ResimAcz içinde kıvranan, bir mikrobun tesiriyle yuvarlanan, anahtar deliğinden geçen ince bir rüzgârla tepelenen insan... Dikkat et!..
Bu mikrop, dünya hayatını tehdit eder, manevî maraz ise ebedî hayatı mahveder.

Resimİnsanoğlu binlerce yıl hayvanlar gibi yaşadı.
Nihâyet ALLAH'ı, merhameti buldu. Bundan da medeniyet doğdu.
Bugün ALLAH'ı unuttu; merhameti, sevgiyi, işlerine gelmiyor diye terketti.
Bugünün insanı, ebedî hayata kıymet vermeyen üstün zekâları ile söyle haykırıyor: “Sonumuz yokluktur, insan tekrar dirilir mi?”Günah isleyip de duyulmasını istemeyen kimse, Meleğin vücudunu elbette inkâra bahâne arar..
Dünyanın bugünkü hâline bakın:
Aç kurtlar gibi birbirlerini yiyorlar, öldürüyorlar. Bunlar hep övündükleri üstün zekâlarının işleri...

ResimYetmiş kere yaya hacca gitti.
Uçsuz bucaksız çöllerde, çenesi göğsünde ve gözleri adımlarında, yetmiş kere hac yolu... Kolay değil...
Son haccında, çölde bir köpek gördü; susuzluktan dili sarkmış; nefes nefese çırpınmakta...
Haykırdı: “Yetmiş kere yaya hac sevâbını bir içim suya kim satın alır? Bana bir içim su!..”
Bir adam, ona bir içim su verdi. O da köpeğe içirdi ve dedi ki: “İşte bütün haclarım kadar sevaplı bir iş.''
Zira ALLAH'ın Resûlü: “Kim olursa olsun her ciğeri yanana su vermekte ecir vardır.” buyurdu.”
Dalga dalga hacca gidenlere bakarak mırıldandı: “Şu hacca gidenlerin hâli ne garib... Dereler, tepeler, çöller, denizler, dağlar, diyarlar aşıp geliyorlar... ALLAH evini, Resûllerinin eserlerini görmek için.. Hâlbuki, kendi nefs sahralarını aşabilselerdi, orada doğrudan doğruya ALLAH'ın eserlerini göreceklerdi!..”

ResimÇöllerde gezerken bir zenci gördük.
Yanında ALLAH dendiği zaman simsiyah yüzü bembeyaz oluyor, sonra tekrar yerli yerine dönüyordu...

ResimRahmet, Resûlullâh'ın kalb-i pâkine ve rûh-u muallâlarına mütealliktir.
Onun için Cenâb-ı HAKK Kitâb-ı Celilinde (meâlen); “Ben ve Melâikeler Nebî'ye selât u selâm getiriyoruz. Ne duruyorsunuz, siz de selât u selâm getirin, acabasız teslim olun.” buyuruyor...
Rahmet-i ilâhiye bu makamdan tevzi’ olunur,
İlâhî rahmet Hakîkat-ı MuhaMMediye, nazil olmadıkça onun parçaları olan hakikatlere nâil olunamaz.
Selât u selâm getirmek, herkesin nefsi için rahmet taleb etmektir. Bunu anlayan insanda basîret başlar...
Basîret; Evliyaya makâm-ı fuadda fetih buyurulan ruh gözüdür.
Onun için bu işlerde yürümek isteyen ALLAH'a inanır ve mü'min olur. Kendini ALLAH'a teslim eder, islâm olur...
HAKK'a teslim olmak demek, kısmet-i ezeliyesinden râzi ve hoşnut olmaktır.
Kulun teslimiyetini HAKK görünce ünsiyet başlar... O vakit Âdem insan olur..
Ve derhâl dâvet-i ilâhiye vâki olur... O davete namaz denir...
HAKK buyuruyor: “Namazın yarısı benim için, yarısı kulum içindir...”
İbâdet, azanın ıslâhı içindir... Yalan yanlış şekil ile ALLAH'a, Peygamber'e yaklaşılmaz... Gözünü dört aç!.. Bu yüzden, ibâdet yapıyorum diye gaflette olanlar sayısızdır...

ResimHazret-i Ömer (r.a.) gözleri yaşlarla dolar, haykırarak Resûl'e selât-u selâm getirir...
Kendisine soruldukta: “Ben Hazret-i Resûl'de erimeden evvel kaskatı bir şâkî idim... Resûl'ün nazarı benim kesafetimi eritti...''
Daima gözümün önüne gelir: “islam nûruna kavuşmadan evvel, câhiliyet âdetleri üzere minimini yavrum, ciğerparem kızımı, diri diri gömmek için çukur kazarken, sakalıma toprak bulaşmıştı.. Yavrum, ufacık elleriyle sakalımdaki toprakları silerken ben de kocaman ellerimle onu, sevgili yavrumu çukura tıkıyordum... İşte, şimdi o sahne gözümün önüne gelir, durmadan ağlarım!.. Nûr-u Nübüvvet'le eriyip insan olduğumdan dolayı da Resûlullah'a salât-u selâm getiririm..”

ResimNe yaparsan yap ah alma, can yakma, gönül kırma!..Hayvana (bile) eziyet etme, nûr içinde hâşrolunursun...
Canını yakmak istediğin hayvan veya insan bâzan o anda kendinde olmaz, o zaman işe asıl Sahibi karışır, gücüne gider, derhâl tepelenirsin... Çirkin yüzün aynaya zarar vermediğini bil!..
Şefkat ve merhamet sahibi insanlar, ALLAH'ın sevgili kullarıdır.

ResimHAKK'a ermiş haykırıyor:“Ey adalet ile uğraşanlar! Bana cevap veriniz!
Dış görünüşüyle namuslu, fakat ruhu ile hırsız olan bir adamı hangi cezaya çarparsınız?
Gövdesi ile katil olan, ruhuyla maktul olan bir kimse hakkında nasıl hüküm verirsiniz?
Hareketleriyle aldatıcı ve zâlim olduğu hâlde, aynı derecede aldatılan ve zulme uğrayan kimse hakkında ne dersiniz?
Sonra, nedametleri suçlarından daha büyük olanlar hakkındaki hükmünüz nedir?
Nedamet, sizin hizmet ettiğiniz kanunun tatbik etmek istediği adaletin hedefi değil midir?
Fakat siz suçluya nedamet aşılayamadığınız gibi onu masumun kalbinden de çıkaramazsınız.
Mâbeddeki köşe taşının, temelindeki taştan daha yüksek olmadığını bir anlasanız.. Fakat nerede?..
Deniz kenarında oynayan ve kumdan kuleler yapmak için uğraşan, sonra güle güle yıkan çocuklar gibisiniz!..
Fakat siz o kuleleri yaparken deniz, sahile daha fazla kum yığıyor ve siz kulenizi yıktığınız zaman deniz size gülüyor...
Zâten deniz daima masumlara güler... Gülerim o topallara ki, rakkaselere hased ederler..
Gülerim o öküzlere ki, boyunduruğunu sever ve ormanın içinde gezen geyikleri sürüden ayrılmış zavallı sayarlar... Gölgelerini görürler, güneşi bir gölge kaynağı sanırlar!..”


Resim

Zemm : Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak.
Cevher : Bir şeyin özü, esası. Kıymetli taş. * Çelik üzerindeki nakış. Edb: Noktalı harf. Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih. Harflerin noktası. * Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muhtaç olmayan varlık. Allah'a inanan filozoflar iki çeşit cevher kabul etmişlerdir. Yaratıcı cevher, Allah. Yaratılmış cevher, madde, ruh. Allah'ı cevher olarak vasıflandırmak noksan bir anlayıştır. Çünkü cevher Allah'ın sıfatlarından "kıyam-ı binefsihi: varlığı kendinden olan" sıfatını belirtebilir. Allah'ı sıfatları ve isimleriyle tanımak icâb eder. Maddeci filozoflar cevher olarak yalnız maddeyi kubul ederler. Oysa madde Allah'ın yarattığı âlemlerden sadece biridir. Fizik ilmi maddenin enerjiye ve enerjinin maddeye dönüştüğünü göstermiştir. Madde de enerji de belli kanunlara bağlıdır. Kanun varsa kanun koyucu da vardır. Madde ve enerjiye hakim olan ve kanunları koyan, madde ve enerjiyi yaratan Allah'dır.
Huşu’ : Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül.
Hamakat : Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.
Kompartman : Fr. Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri.
Maraz : Hastalık, illet, dert. Belâ.
Bahâne : f. Vesile. Sebeb. Yalandan özür. Kusur. Noksan. Garaz.
Pak : f. Temiz, saf, katıksız. Hep, tamam, mübarek, kudsi.
Muallâ : Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek.
Müteallik : Alâkalı. Bir yere bağlı, bir şeye mensub.
Tevzi’ : Dağıtmak. Herkesin hisselerini ayırıp vermek. Pay ederek dağıtmak.
Nâzil : (Nüzul. dan) Nüzul eden, inen, yukardan aşağıya inen, bir yere konan. Bir yerde konaklayan.
Islah . İyileştirmek. Düzeltmek. Kusurları gidermek. (Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. S.)
Şâki : (Şekavet. den) Haydut. Yol kesen. Haylaz. * Her çeşit günahı işleyebilen.
Nübüvvet : (Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (celle celâlihu) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak. (Bak: MuhaMMed (a.s.m) - Resül)
MuhaMMed (a.s.m) : Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş meâlinde bir isim olup ilk olarak Peygamberimize (A.S.M.) verilmiştir. (Allahımızın bütün insanlara son peygamberi olan Hz. MuhaMMed (A.S.M) Efendimiz, Arabistan'da Mekke-i Mükerreme şehrinde milâdi 571 tarihinde dünyaya teşrif etmişlerdir.Fahr-i Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve Haşim âilesindendir. Muhterem pederinin adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, vâlidesinin adı ise Amine'dir.Peygamberimizin (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri şöyledir. Hz. MuhaMMed İbn-i Abdullah, ibn-i Abdulmuttalib, Haşim, Abdi Menaf, Kusey, Hakim, Mürre, Keab, Lüey, Galib, Fihr, Mâlik, Nazr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmâil Aleyhisselâm'ın oğlu Kıyzar'ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlardan her birinin evlâdı birçok kabilelere ayrılmış, Mâlik'in oğlu Fihr'in evlâdından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.Resul-i Ekrem Efendimizin (A.S.M.) vâlidesi cihetinde yüksek nesebleri de şöyledir: Hz. MuhaMMed ibn-i Amine Bint-i Vehb, ibn-i Abdi Menaf, ibn-i Zühre, ibn-i Hâkim.Peygamber Efendimizin (A.S.M.) babası tarafından mübârek nesebiyle anası tarafından nesebi, Mürre oğlu Hâkim'de birleşirler.Peygamber Efendimizin dedesi ve zamanında Kureyş kabilesinin reisi bulunan Abdülmuttalib, Kâbe-i Muazzama'nın mütevellisiydi. Ebu Tâlib, Ebu Leheb, Hâris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah v.s. adında onüç oğlu vardı. Fakat bunların içinde en fazla Abdullah'ı severdi. Çünki onda başka bir güzellik, başka bir nuraniyet vardı. Abdülmuttalib, bu sevgili oğluna Benî Zühre reisi Vehb'in kızı Amine'yi nikâhla aldı. Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimiz doğmadan iki ay evvel bir ticaret kafilesiyle Medine-i Münevvere'ye gidip orada vefat etti ki, daha yirmibeş yaşında bulunuyordu. Bu cihetle Fahr-i Âlem Efendimiz (A.S.M.) yetim kaldı.Peygamber Efendimizin çocukluk devresi pek kudsi bir halde geçmiştir. Daha doğar doğmaz bir takım hârikalar meydana gelmiştir. (Bak: Delâil-i Nübüvvet) Süt anası, Beni Sa'd kabilesinden Haris'in refikası Halime idi. Dört sene onun yanında kaldı. Annesi Hz. Amine ile birlikte Medine-i Münevvere'ye dayı-zâdeleri bulunan Neccar oğullarını ziyarete gittiler. Sonra Mekke-i Mükerreme'ye dönerlerken Hz. Amine, Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında olduğu halde vefat etti. Altı yaşında öksüz kalan Peygamberimizi, Ümmieymen adındaki dadısı alıp, Mekke-i Mükerreme'ye getirip dedesi Hz. Abdülmuttalib'e teslim etti. İki sene sonra da dedesi vefat edince amcası Ebu Tâlib'in yanında kaldı.Peygamber Efendimiz gençliğinde Kureyş kabilesi arasında büyük bir şeref ve şânı haiz bulunuyordu. Kendisine "MuhaMMed-ül Emin" deniliyordu. Yirmibeş yaşında iken, pek yüksek bir ruha sahib, pek şerefli bir hânedana mensub olan ve daha genç iken dul kalmış olup çok zengin olan Huveylid kızı Hatice ile evlendi. Peygamber Efendimiz, tam kırk yaşlarına girince Peygamberlik şerefine nâil oldu. Kendisine peygamberlik verilince ilk evvel çevresinde bulunan kişileri hususi surette İslâm dinine dâvet etmişti. Bu dâveti ilk önce Hz. Hatice vâlidemiz kabul etti. Sonra Kureyşin büyüklerinden olan Hz. Ebubekir-is sıddık ile Peygamberimizin âzatlısı olan Zeyd ibn-i Harise ve peygamberimizin amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup, henüz dokuz-on yaşlarında olan Hz. Ali kabul ettiler. Bir müddet sonra da Hz. Ebubekir'in vasıtasıyla Osman bin Affan, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa'd ibn-i Ebu Vakkas, Zübeyr ibn-ül Avvam, Talha-t-übnü Ubeydullah Hazretleri İslâmiyetle müşerref oldular.Bi'setin ondördüncü senesinde Mekke'deki müslümanlar, Medine-i Münevvere'ye hicret ettiler. Peşinden de Peygamberimiz Hz. Ebubekir ile birlikte hicret etti. (Bak: Hicret)Peygamberimiz (A.S.M.) hicretin onbirinci senesinin Rebiülevvel ayının onikisinde pazartesi günü Medine-i Münevvere'de hücre-i saadetinde vefat etti.) (B.İ.İ.)
Çirkin : f. Güzel olmıyan. Çok kirli. Kanlı, irinli çıban veya yara.
Katil : (A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan.
Maktul : Öldürülmüş, katledilmiş olan.
Nedamet : (Nedm. den) Pişmanlık, nedâmet etmek.
Ma’sum : Günahsız, suçsuz.


Resim

Kim olursa olsun her ciğeri yanana su vermekte ecir vardır:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle buyurdu: “Bir adam yolda yürürken susadı ve bir kuyu bulup içine girdi ve su içti. Kuyudan çıkınca kuyunun başında susuzluktan dili sarkmış ve toprağı yiyen bir köpek gördü ve kendi kendine şöyle dedi: Bu köpek de benim gibi çok susamış. Tekrar kuyuya indi ve ayakkabısına su doldurup ayakkabısını ağzına alarak onunla birlikte kuyudan çıktı ve köpeği suladı. Allah da ona teşekkür edip affetti.” Bunun üzerine sahabeler: “Ya Rasulallah, Hayvanlarda (onlara su vermede) bizim için bir ecir var mı?” Diye sorunca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Evet her yaş ciğer sahibine su vermede ecir vardır” buyurdu. (Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Mâlik, Ahmed b. Hanbel, İbn Şeybe, Beyhâki, Ebû Avâne, İbn Bişran, Bağavi'de geçmektedir.)

“Namazın yarısı benim için, yarısı kulum içindir...”:

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAHu zu'l-Celâl buyurdu ki: “Namazı (kıraatı) kulumla kendi aramda ikiye böldüm. Kuluma istediği verilecektir.” Bir rivâyette; “Onun yarısı benim, yarısı da kulumundur.”
Kul: “Elhamdu lillâhi RABBi'l-Âlemîn” (Her türlü övgü ALLAH'a mahsustur) deyince ALLAHu Teâlâ: “Kulum beni övdü.” buyurur.
Kul: “Er-rahmâni'r-rahîm.” (Esirgeyen ve bağışlayan) deyince ALLAHu Teâlâ: “Kulum beni övdü.” buyurur.
Kul: “Mâliki yevmi'd-dîn.” (Din gününün sâhibi) deyince ALLAHu Teâlâ:“Kulum beni yüceltti.” buyurur.
Kul: “İyyâke na'budu ve iyyâke nestaîn.” (Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz) deyince, ALLAHu Teâlâ: “Bu benimle kulum arasındadır. Kuluma istediği verilecektir.” buyurur.
Kul: “İhdine's-sırata'l-mustakîm. Sırâtallezine en amte aleyhim ğayri'l-mağdubi aleyhim vele'd-dâllin.” (Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazâbına uğrayanlarınkine, sapıklarınkine değil) deyince, ALLAHu Teâlâ şöyle buyurur: “Bu kulum içindir. Kuluma istediği verilecektir.”

(Ebu Hureyre radıyallâhu anh'dan; Müslim)

Resim

Ben ve Melâikeler Nebî'ye selât u selâm getiriyoruz:

إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
Resim---''İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi, yâ eyyuhâllezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ: Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.(Ahzâb 33/56)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (ALLAH DOSTLARI DİYORLAR Ki)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


ResimALLAH DOSTLARI DİYORLAR Ki...

Kader oluğu altında uyu!..
Uyurken sabra yaslan, önce uyur görün, sonra tam uykuya dal!.. Hakikate erişirsin.
Ta'zim insanı küçültmez, bilâkis yüceltir.
Doğruların yıkılışı bir an işidir. Çünkü bunlar şâhın kapısında beklerler.
Halkı “HAKK”a çağırmaya memur edilmişlerdir.
Bunlar, ellerini birbirlerine vurduğu zaman gözden kaybolacak kadar küçül!..
Başına gelecek bir iş olursa sabır eliyle karşıla!
Şifâ buluncaya kadar dur; bağırma, çağırma!..Şifâ gelirse şükr eliyle al!
Celâl perdesi açılırsa secdeye kapan!..
ALLAH, Peygamber sevgisini, fakirlik hâli ve belâ takip eder.
Belâ karşısında dağ gibi olmalısın...

İman sahibinin çoğu hâli, sıkıntıyla geçer.
Elindeki şeyler çok bile olsa yine de sıkıntı içindedir.
Çünkü, bağlanmış olduğu birçok prensipler vardır.
Onları yerine getirmek güçlüğü içinde kıvranır.
Dünyada ancak bir prensibe bağlı olmayanlar rahat eder.
Onlar da hiçbir dîne söz vermeyen dinsizlerdir.
“ALLAH'dan başka ilâh yok.” dediğin zaman bir dâva peşine düşmüş, oluyorsun.
Her dâvada Şâhid isterler. Şahidi olmayan dâvayı kaybeder.
Bu durumda Şâhid, emirleri tutmak ve yasakları bir yana atmaktır.
Bu lâf boş değildir. Derinliğine süzül, dal!..
Hiçbir söz amelsiz kabul edilmez ve hiçbir amel de ihlâs olmadan makbul değildir, ihlâs Peygamberin yoludur.
Eğer kapına gelen dilenci bir hediye getirseydi, hemen alırdın.
“Bana mı?” demezdin...Hiç geri çevirmek istemezdin...
“İman sahibinin ferasetinden sakının, çünkü o, ALLAH'ın verdiği nûrla bakar!..”
İbâdet, gelip geçici şeyleri muayyen bir zaman için terk demektir.
Sözlerimizin değeri ve tefsiri, manevîdir. Burada maddenin sözü geçmez.
ALLAH yolcusunun iç âleminde aksaklık göremezsin...

Kerem sahibi olmak için, ilâhi ve kudsî sırları saklamak şarttır.
Aza kanaat, nefsin kısmetini kaçırmak değildir.
Ağlamak, ibâdettir. Ağlamak, dikkat buyurun, HAKK'a karşı tevazu’ göstermenin şiddet hâlidir.
Aklı kalbe çevir, kalbi sır yap, sırrı yokluğa ilet, yokluğu varlığa çevir...
Ondan sonra kendini bir seyret bakalım.
Çalış, hiç kimseye eziyet için gayret etme! Herkese iyi niyet besle!
Ancak, cemiyetin düzeni için bir şey yapılacaksa onu da yap, geri durma, bu ibâdet sayılır.
Dünya âhirete perdedir.
Âhirete dalmak ise dünya ve öbür âlemin Sahibine perdedir.
Yaradılmışlara dalmak, Yaratan'dan ayırır.
Hangi yaratığa gönül kaptırırsan ruh pencerene perde çekmiş olursun...
Velâyet hâlinin işareti vardır.
O işaretler, velîlerin yüzlerinde okunur. Onu anlayış sahibleri sezer.
O işaretler, velâyet hâlini anlatmağa yeter. Dile hacet yoktur.

Kalbinizi dünyaya kaptırırsanız, Rabbinizin yüce makamı perdeler arkasına girer, ruhanî hava tarafınıza esmez.
ALLAH hem Azîz, hem de Celîldir.
Hiç kimsenin kadere yüklenerek hak taleb etmeğe yetkisi yoktur.
Her genişliğin bir sıkıntısı çıkar. Her ferahlıkta bir darlık saklıdır.
Her belâ bir iyiliğin öncüsüdür.
Siyahla olduğunuz zaman katiyyen beyazı unutmayınız!..
Bu mânâ âlemi ile ilgili bir sözdür. Edebli olunuz!..
Nefsini çok kırma, onun da dünyada bâzı alacakları vardır.
Bir şeye iptilâ bir imtihandır, herkese nasip olmaz.
Herkes iptilânın neden geldiğini farkedemez. Ancak binde bir kişi anlar.
Anlayınca da HAKK'a döner, îptilâ insanı ayıltmak için gelir, uzlet bir ibâdettir.
Temizlik dıştan içe geçmez. Bir insanın iç âlemi temiz olunca, kalbi nûrla dolar; iç, sonra nefis, sonra beden temizlenmelidir.
Önce evin içini yap, kapısını sonra takarsın... iç yapılmadan, dışının yapılmasında hayır yoktur.
Yaratıcı olmadan yaratılmış olmaz.
Ev olmayan yerde kapı da olmaz. Harap olmuş yere kilit asan olmaz.
Âhiret olmayan yerde dünya olmaz.
Hiç kimsenin göğüs boşluğuna ALLAH iki kalb koymadı.
Bir şeyler istiyorsan, her şey teslim edilmez... Yanlışın var...
Şâhid isterler, mihenk taşına vururlar, ayarını ölçerler.
Bakırı altın diye satman kabil olmaz. Her şeyi ehli bilir...
Kış ve yaza inanmak, onları olduğu gibi kabul etmek, onların eziyetini hafifletir.
İşte belâlara da inanmak bunun gibi bir şeydir.
HAKK'tan geldiğine inanmak ve sabırlı olmaktır.
Sabırlı insanlar, ALLAH'ın heybet nûru altındadırlar, ölüdürler.
Hayat insana emânet verilmiştir, ibâdet için verilmiştir. Dünyada her şey emânettir.
Rızkın için üzüntüye düşme, o seni arar, o kadar arar ki sen o kadar arıyamazsın...
Ateşten o kadar korkma… Sanki ona tapıyorsun!
Dünyadaki cennet onun yakınlığıdır. Âhiretteki asıl cennet ise, onun varlığına nazardır.
İman sahiblerinin kalbi yaratılmadan, îmanları yazıldı. Bu geçmişin bilgisidir...
Bunun üzerinde münakaşa caiz değildir. Ona dayanarak hüküm yürütmek doğru olmaz.
Bizden evvel gelen sahabe ve uyanlara yeten bir din bize nasıl yetmiyor?
Bu sözleri söyliyenin yanında doğruluk vardır. Onunla her dinsizin ve münafıkın kellesini keser...
Doğruluk, yeryüzünde ALLAH'ın kılıcıdır. Hangi şeyin üzerine konsa onu keser…

Hayır, iki kelime üzerinde toplanmıştır..
ALLAH'ın emrini yüce bilmek ve kullarına şefkat göstermek...
İçi bozuklara ancak ALLAH yolcuları güler, buğz gösterir.
Tövbe, bir kuvvettir. Her iyiliğin kalbi sayılır, iç âlemi temizler. Tövbeyi önce kalbinizle sonra dilinizle...
Din emrinin hazır olmadığı bir yerde zındıklık başlar.
Cennet derece, makam arayanlar içindir. Manevî tüccarlar onu ararlar.
Oruç içinde oruç, bahçe içinde bahçe, ev içînde ev vardır, iman ve irfan sahibi ALLAH'dan dünyayı istemez.
Âhiret talebinde bulunmaz. Mevlâ'sından “Mevlâ”yı ister.
İnsanların iç âlemlerini, HAKK ile olan bazı hâllerini sezmeyen onlara hürmet edemez.

İbâdet bir sanattır.
Hazine ALLAH'ın birlik nûrunu kalbine doldurmaktır.
ALLAH'ı zikreden daima diridir, ölmez.
Bir hayattan öbür âleme geçer. Bir andan fazla ona ölüm gelmez.
Yazın geldiğine hakikaten inanmayacak olursan, ensen yandığı, zaman inanırsın...
İyi kullar, öbür âleme intikal ettikleri zaman nimet içine düşerler.
Nimet sevdikleri için verilmemiştir. HAKK'a uydukları için verilmiştir.
Ateş nedir ki îman sahibi ondan korksun?
Ateş; İman sahibinden korkar ve kaçar, ALLAH'a sığınır.
İman ve ihlâs sahiblerinden kaçmamak, o cehennem ateşinin haddine mi düşmüş?..
İman sahiblerine dil uzatma, ona eziyet etme, gıybet etme!..
Sakın hem çok sakın! Sonra yine sakın!
İman sahiblerine taarruz etme, onlara kötülük isnad etme!
Onların üzerine titreyen bir sahib bulunmaktadır...
Kısmetini atıp yiyen taat içindedir...

Kader bahsine cehâlet ayağıyla vurmayınız!..
Kader ilminin geçmişte yazdığı şeylere dokunmak olmaz...
Bu güzel hâllerini anlattığımız kimselerin tutumları seni mestediyor.
Fakat bu, eline bir şey getirmez. Onlar gibi olmağa çalışmak lâzımdır.
Temenni hiç kimseyi kurtaramaz, temenni ahmakların çukurudur.
Kurtuluş; yolu, ümit ve korku birlikte yürünürse kazanılır...
Böyle bir ermişi, rüyada görmüşler ölümünden bir müddet sonra...
“Rabbın sana ne gibi işler yaptı” diye sormuşlar.
“Haberim yok!” demiş.
“Bir ayağımı sırat köprüsüne koyduğum zaman öbür ayağımı Cennette gördüm.” demiş...
Ayık olun, insanda bir et parçası vardır. O iyi olunca bütün duygular güzelleşir.
O, fesada uğrarsa, bütün duygular iyiliğini kaybeder. işte o et parçası kalb'dir...
Bunu anlamak iç zenginliği yapar, iç zenginliği olmayan duygusuz yaşar;
İbadet, ona bir zevk vermez, iç zenginliğinde, ruhun erimesi lâzımdır.
Secdeye vardığın zaman, hakikî varlığın serinliğini duyuyor musun?
ALLAH insana sahib olmasa her şey ondan el çeker...

İman sahibine eziyet etmek, Kâbe'yi onbeş defa yıkmaktan, günah itibariyle daha büyüktür.
Peygamber'e sevginin şartı, fakr hâlidir. ALLAH sevgisi için de belâ şarttır...
Her velâyet hâlini belâ takibeder. Sebebi, ALLAH sevgisi iddia edilmesin diye...
Ölümün gelmesini bekleme!
Ölüm ânında bütün kapılar yüzüne kapanır; tövbe etmeye gücün yetmez olur. İhsan kapısı kapanmadan acele et!
Ölüm; iman sahibini sevindirir, küfür ehlini ürkütür, münafıkları korkutur.
Hatalı işlere karşı susmak yasaktır. O zaman konuşmak ibâdet sayılır.
Sabır, yardımcı çağırır, İnsanı yükseltir, İnsanı azîz kılar...
Tek olmağa alışırsan, “BiR” olandan ülfet ve birlik gelir.
Âhiret sevgisinin zerresi kalbinde yaşasa, ilâhi nûr senden uzak durur...
Ayık ol! Sonra yazık olur...

HAKK katına ancak doğruluk adımlariyle vardır.
Haram yemek, din cesedine zehirdir.
Yollar geniş ve serbest, fakat siz, görmüyorsunuz.
Nefis, dünyada: “Yap!” der. Öbür âlemde: “Niye yaptın?” diye sana çıkışır.
ALLAH dostu; sessiz, sözsüz haykırıyor!..
Sözümü kabul ediniz! Benden daha güzel söz eden olmaz.
Yeryüzünde bu asırda benden daha sağlam ve güzel söz eden bulamazsınız. Fakat bunları benden bilmeyiniz!
Kuvvetim HAKK'ındır. Onun bîhuruf-u lâfz-ı kuvveti dili ile söylüyorum.
Ve bunları halk için yaparım, benim için değil…

Hastaları ziyâret ediniz!
Cenaze törenlerinde hazır bulunmağa gayret ediniz!
Çünkü bunlar, bu âlemin ötesinde bir başka âlemin varlığını hatırlatır.
Yakında her şeyle aranız açılacak.
Bu ayrılış size danışılmadan yapılacak, ayrılacaksınız.
Sizi ferahlandıran cümle eşya yürüyüp gidecek; giderken sizden izin almıyacak.
Dikkat buyurun!.. Çok dikkat edin!..
“Siz yürümiyeceksiniz, eşya yürüyüp gidecek!” diyoruz.
Her şey açık söylenemez, ifâde kuvveti yetmez.
Yukarıdaki sözü tekrar tekrar okuyunuz! Çok rica ederim, mümin kardeşlerim!..
Göçtüğünüz âlemde yorulacaksınız, güçlükler sizi saracak.
Yüzünüze bakan olmayacak.
Sebebi öbür âlemi dünyada hatıra getirmediğinizdendir...
İnsanlara ve fâni varlıklara güvenen kimse, rahat olamaz...
İlmi artanın korkusu da artar.
Sözlerimizin sertliğine gücenmemenizi rica ederim!..

Sabır, zilleti izzete tebdil eder.
İman gözüyle her şeyin taksiminin ALLAH tarafından olduğunu görüp anlayan, bir şey istemek için utanç duyar...
Bir kimse ALLAH ile olursa; onu kimse ürkütemez, ne cin taifesi, ne de insanlar, ne yer haşeresi, ne de yırtıcı hayvanlar, hiçbiri o büyük zâtı korkutamaz. Hiçbir yaratık o kişiye dokunamaz...
Zâhid, dünya ile âhiret, Korku sahibi, Cennetle Cehennem,
İrfan sahibi, yaratılanla Yaratıcı arasındadır..
Önce gözünü kapayan perdeyi arala, sonra yalvar!..
Bu hâlde bulunan insanın hâline, ne insan, ne cin, cümle yaratıklar içinden bir tanesi bile akıl erdiremez...
Öğünmeyi hiçe sayanın, kötülemeleri kendiliğinden sıfıra düşer..
Muaz (r.a.): “Gelin bir ânımızı imanlı geçirelim!.” dermiş.
Resûl'e şikâyet etmişler.
Resûl: “Muaz'ı hâline bırakınız!” buyurmuştur..

Sabrın asıl mânâsı, HAKK'ın kazâ ve kaderine boyun eğmektir.
Cesedin gitmiş gibi bir ruhanî âleme dalarsın.
Bu işler sükûn ister, huzur ister, maddî şeylerin kalbden çıkmasını ister...
ALLAH, Kitâb-ı Celil'inde bâzı yaratıkları üzerine yemin eder.
Bu ALLAH'a mahsus bir sırdır.
Bu sırları bilenler her yerde, her şehirde ya vardır yahut kervanlar hâlinde geçerler.
Fakat hepsi de deve adımı gibi sessiz, gürültüsüz geçerler...
Bunları görebilmek, sohbetlerinde bulunabilmek için:
Rütbe ve mansıb dilenme!.. Çocuklar gibi sopadan ata binme!
Ömer'in devede iken kamçısı düşmüş, inmiş almış; başkasından istememiş; başkasına minnettar olmamak için...
Bilir misin! Dağ benliğinden geçti mi sahra olur.
Çınar azametli bir ağaçtır.
Fakat aslı yerden kök salan bir tohumdur, ne bahtiyardır...
O susamış ki, yakan güneş altında Hızır'dan bir kadeh su dahi istemez...
Bu lâkırdılar herkes için değildir.
Zira ne derece mükemmel va'zu nasihat edersen et, koyunun kurt soyuna mazhar olması mümkün değildir.
Gayb hazinesinin âlem gözüne kapalı kapısının aralığından biraz bakalım:
Göz bir âlettir. Dışardaki bir cisimden gelen ziyâ dalgaları o cismin şeklini dimağa kadar götürür ve biz o cismi görürüz.
Fakat cismi dışarda görürüz...
Kulak bir âlettir. Dışardan gelen ses dalgaları kulaktan dimağa kadar girer, duyarız.
Fakat sesi daima çıktığı yerde duyarız, kulağımızda değil...
Burun bir âlettir. Bir yerden koku dalgaları burnumuza kadar gelir.
Kokuyu burnumuzda duyarız, dışarda değil...
“Gören”, “duyan” kim?..
Kokuyu alan “sen”...
“Ben, kulum ile görür, işitirim!” buyrulmuştur. “Koku alırım!” değil...
Bu küçük misâli hâlletmeğe bak!.. Bunun hâllinde “Feth” vardır.
Feth, kuvvetin bilinen sırrıdır...

Görünmede hüner yoktur. Görünmeyeni görmede hüner vardır.
Beşerin anlama hududuna, ilâhi sır ve kuvvetlerin varlığı; ancak mu’cize, büyük tesadüf, şans kelimeleri ile girer ve beşer yine bunu gaflet hududundan çıkamadığı için şüphe hâlinde idrâk eder, reddedemez.
Hâdise vardır. Anlamadığı hâdiseleri garib ifâdelerle mırıldanır durur.
Bu hâdiselerin arkasında ALLAH'ın dostuna verdiği bilinmeyen kuvveti gizlidir.
Bu gibi ALLAH dostları öldükten sonra dönmezler.
Kendi gözünü yumduktan sonra bizim gözümüzü açarlar...

Katreler, birleşme, visal kanununa uyarak dere,
Dereler yine aynı kanuna uyarak derya olur.
Cıva olma!.. Zerrelerini birbirine birleştir!.. Sertleş, gümüş ol!..
Kötü söz, yabani ota benzer, sulamadan'da biter...
İyi söz, çiçek gibidir, çok itina ile bakılmak ister.

Bir adama, yüz kişi: “İyidir.” desin,
Bir kişi: “Adam, bırak onu!” dese; o yüz kişinin iyi demesini bastırır.
Bu da insanlarda bir hâlettir.
Her mesleğin taklidi olduğu gibi “Evliyâullahlık” mesleğinin de taklidi, sahtesi olur. Çok dikkat et, çarpılmayasın!..

Donmuş sudan yapılmış bir testi, içi su ile dolu... Testi, sudan ayrı bir madde gibi görünür.
Güneş buzdan yapılmış bir testiye vurunca hem testi, hem de içindeki su aynı olur bilir misiniz?..
Vahdet güneşinin huzmeleri olan bu güzel sözler bir bahtiyarın kalbine vurdu mu hep aynı olur...
İnsanın aynası gönlüdür. Yüzünü ona çevir: Kendini gör!..
Nifâk, bu gibi gizli işlere pek diş geçiremez...
Câhilin dili kalbi önündedir. Âlim ve akıl sahibinin dili kalbi arkasındadır.
Nefis, Celâl sıfatının tecellîsine mazhardır.En çok onda bu tecellî görülür.
HAKK, Cemâl sıfatının tecellîsini sever. Bu sebeple iki tecellî bir arada olmaz...
Sabra alış; sabra tam alışan hâline razı olur.
Bu hâl, rızanın en basit, en küçük başlangıcıdır...
Nefer Râzi ile Rıza Paşa arasında çok fark vardır.
Her şey iyi olur, hoş gördüğün şeyleri öğersin, bu hâlin şükür olur.
Uzak kaybolur, yakınlık gelir. Şerrin kaybolur, tevhid âlemi gelir.
Halk arasında zararlı bir şey kalmaz.
Her şeyi HAKK'dan bildiğin için halkın faydasını da bilemezsin...
Haz duyduğun şeyleri artık seçemezsin...
Bu âlemde her şey aynıdır ve eşittir...
Bütün kapılar bir olur. Göze ancak HAKK görünür.
Bu hâli çok kişi bilmez. Bunu bilmek az kişiye nasiptir.
Milyonda, ancak bir tane…
Zaman biter, nefisler tükenir, bu âlemi tam mânâsiyle bilen sizden bir tane çıkar...

Sabrın da zamanı geçer, nihâyete erer,
Fakat sabrın sonu çok iyidir ve mükafatı daima bâkidir.
Yarın toz kalkar, kimin atlı, kimin yaya olduğu görülür...
Dünya hikmetler âlemidir, âhiretse kudret âlemidir.
Hikmet için birtakım âlet ve sebepler gerekir.
Kudret için âlete ihtiyaç yoktur. Kudret ancak HAKK'ın fiilî tecellîsiyle olur.
ALLAH her şeye kaadirdir. Sebepsiz hikmetler yaratabilir...
Ancak kudret âlemi ile hikmet âleminin ayrılması için bunları yapar...
Âhiret âleminde her şey sebepsiz hareket eder.
Orada konuşmak için dile, dişe, havaya ihtiyaç yoktur... Orada duygular dilsiz konuşur...
Çünkü tekvin-i hakkânî tecellî eder, İlâhî kudret kendini gösterir...
“Duygularınız, hatalarınızı anlatırken sebeplerin dili tutulur.”
Bu son cümlede ciltler dolusu manâ gizlidir.
O gün, bütün sırlar faş olacak, perdeler açılacak ve yıkık viraneler meydana çıkacak...
Bu isteseniz de istemeseniz de olur. Kaçmak ve kurtulmak olmaz...
Tevhid âlemi ve ilmi, dünya sevgisi taşımayanlaradır... Bunun ötesi yoktur.
Edebli isen dinle! Sesini kes, gözlerini yum, başını eğ, lâl ol! İzin gelinceye kadar bekle...
Konuşma zamanı gelince, seni konuştururlar... Konuşursun ama, o zaman varlığını kaybedersin...
Konuşmağa başladığın zaman, konuşmaların bütün dertlere devâ olur.
Ruhî hastalıklara, senin konuşman şifâ verir. Her konuşman akıllara nûr saçar.
İman sahibi, Yaradan'a kavuşuncaya kadar rahat yüzü göremez...
Namazını kılabilen, oruç tutabilen mes’uddur. ALLAH'ın yardımı olmasa bunları yapamaz...
Bu makam, şükür makamıdır... Bunu bil! Kendini beğenme makamı değildir…

İnsanlarla iyi geçinmek sadakadır.
Şükür makamında kalmağa gayret et!..
Katiyyen ve katiyyen doğruluktan ayrılma!.
Avam bunu bilmez, havas ehli demez, diğerleri kabule yanaşamaz...
Âlimler, ruhun mânâ ve ahvâlinden bahse Me’zundurlar.
Ruhun hakikatine dair sözler;
Avamı inkâra, Dar kafalıları cidal ve kıtale, Ehl-i hakîkatı helâke sevkeder... Bu hakikati unutma!..
Sedef içinde inci gibi sakla!.. Hiçbir yerde bu söze rastlayamazsın...
Arslanların arslanı kadar cesur olmak lâzımdır.
Bu gibilerin düşmanları, çöldeki kum kadar sayısızdır. Dostları, ALLAH ile aynı sayıdadır…


Resim

Bilakis : Aksine. Tersine. Zıddına.
Prensip : Fr. Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi.
Man: Her çeşit münakaşanın dışında olan.
Muayyen : Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.
Tefsir : Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek. * Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak. * Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab. * Ehl-i Hadis ıstilâhında Tefsire dâir hadis-i şeriflere Tefsir denilir. (Bak: İctihad).
İbtilâ : Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik. * İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe.
Uzlet : Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak.
Mihenk : (Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti. * Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta.
Ayar : Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi. *Saadete, mutluluğa doğru gitme.
Caiz : Mümkün, olur, olabilir. * Fık: Yapılması sahih ve mübah olan herhangi bir fiil veya akit.
Münafık : İki yüzlü, araya nifâk sokan. Fitnekâr. * Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden. * Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan.
Buğz : Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin, husûmet.
Zındık –Zendeka : Kâfirlik, dinsizlik. (Zendeka sâhibine zındık denir. Bazılarınca zındık; hem dinsiz, hem emvâl ve ezvacın iştirakine ve dehrin bekasına kail olan kimsedir.)
Tâat : İbadet etmek. Allah'ın (celle celâlihu) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek.
Temenni : Dilek. İstek. Duâ. Rica etmek.
Fesad : Bozuk ve fenalık. Karışıklık. Haddi tecavüz edip zulmetmek. (Zıddı: Salâh'tır.)
Fakr : Bozuk ve fenalık. Karışıklık. Haddi tecavüz edip zulmetmek. (Zıddı: Salâh'tır.)
Belâ : (c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye. * Yaramaz nesne. (Bak: Sadaka)
Ülfet : Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.
Bî huruf-u-lafz : Harfsiz-sözsüz .
Bahtiyar : f. Bahtlı, talihli, mes'ud, mutlu, şanslı.
Hızır : İkinci tabaka-i hayat mertebesine mazhar olan ve Kur'an-ı Kerim tefsirlerinde ismi zikredilen bir zât-ı kerim. (Bak: Meratib-i hayat)
Va’z : Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.
Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey. (Bak: Ahbar-ı gayb)
Katre : Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey.
Hâlet : Suret. Hâl. Keyfiyet.
Huzme: Demet. Deste. Bir kucak şey. * Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki Şua’
Nifâk : Müslüman gibi görünüp kâfir olmak. İki yüzlülük. * Bozuşukluk, ara açılmak. * Dinde riyâ etmek. * İhtiyaca sarf olunacak şeyler.
Şerr : Kötü iş, kötülük. Fenâlık. * Kavga. * Allaha isyan, emirlerine uymama, muhalif hareket etme. * Fenâ adam, fenâlık yapan adam, kötü adam. * Daha kötü, en kötü.
Hakkanî : Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır.
Tevhid : Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilâhe illallah sözünü tekrarlama. Her yerde ve her şeyde Allah'tan başkasının te'sir hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak. * Edb: Allah'ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume.İnsanlar, Allah'ın birliğine inananlar ve birliğine inanmayanlar olarak ikiye ayrılır. Allah'a inanmayanlar sözü, aslında Allah'ın birliğine ve sıfatlarına inanmayanlar sözünün kısaltılmış şeklidir. Çünkü insanı ve kâinatı kim yaratmıştır? Sorusuna inananlar da inanmıyanlar da cevap vermektedir. İnanmayanların verdikleri cevaplardan "kendi kendine olmuştur" sözü hem mantıksızlık, hem de varlığı bir ilâh gibi tasavvur ettiklerinden kâinatta mevcud varlıklar kadar ilâh edinmiş olurlar. "Muhtelif sebepler ve şartların bir araya gelmesiyle yaratılmıştır" diyenler, sebepleri ilâh olarak kabul etmiş ve kendisine kâinattaki sebeplerin sayısı kadar ilâhlar edinmiş olur. "Tabiat yaratmıştır" diyenlere gelince: Tabiattaki varlıklar atomlardan meydana geldiğinden hem atomu bir ilâh yerine koymuş olur ve atomlar sayısınca ilâh edinmiş olur. Demek ki Allah'ın birliğine inanmayan inkârcılar, kendi düşüncelerinin ürünü olan ilâhlara tapan putperestlerden başka birşey değildir.
Faş : Meydana çıkmış. Yayılmış. * Anlaşılmış olan.
Lâl : f. Dilsiz. Söz söyleyemiyen.
Mes’ud : Saadetli, iman ehli olan, bahtiyar. Mutlu.
Avam : Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından. * Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan. * Halkın ekseriyeti.
Havâss : (Hâss - Hâssa. C.) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. * Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar. * Zenginler sınıfı. * Kur'anî ve manevî sırlara ve hususlara vâkıf bulunan, ilim, ibadet, tâat ve takva yolunda yükselerek mümtaz olan Evliyâullah. Herkesin hürmet ettiği büyük zevât. * Manevî te'sir için okunan duâlar.
Ahval : Haller. Vaziyetler. Oluşlar.
Me’zun : İzinli, izin almış. Salâhiyetli. * Diplomalı. İcâzetli.


Resim

İman sahibinin ferasetinden sakının, çünkü o, ALLAH'ın verdiği nûrla bakar:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "إِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّهِ
“Mü’minin ferasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuru ile bakar ve görür”
buyurmuştur.
(Tirmizî, Tefsir, 6)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: ALLAH Dostu Der ki - I (ALLAH DOSTLARI DİYORLAR Ki)

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim


ResimZEVK 3747

İkİliğin SEViyesi, İNsAN için TeVHiD TOSTu!
''Tulucul- LeYLe Fin- NeHâR!''”Omuzunda Benlik POSTu
MuhaMMedî Şuûrunda, NûRunu BULur YaŞarsAN
MuhaBBEtin MiraCında, MüNiR DERmAN ALLAH DOSTU”


09.07.09 23:11
Lebbeyk!..

تُولِجُ اللَّيْلَ فِي الْنَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الَمَيَّتَ مِنَ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَن تَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ
Resim---"Tulicül leyle fin nehari ve tulicün nehara fil leyl, ve tuhricül hayye minel meyyiti ve tuhricül meyyite minel hayy, ve terzüku men teşaü bi ğayri hisab: «Geceyi gündüz içine tıkarsın, gündüzü de gece içine tıkarsın, ve diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın ve dilediğini hesapsız olarak merzuk buyurursun.»” (Âl-i İmrân 3/27)

Buradaki Tuluc öylebir iş ki, sanki bir davarı yüzerken derisinin her zerresini etten ayırmak gibi BİRe BİR bir söküp çıkarmadır çaktırmadan..
Dönmüyormuş gibi 1600 km/saat hızla dönen ÇÖPlükte..

ResimAziz DERmANımız Ruhuna rAHMET Yağsın!..


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: ALLAH Dostu Der ki - I (Her Maddi Olan Cismin Sonu)

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim

ÖRseleme!.. Resim İyİ OKU!
NeFes NeFes SîN-in DOKU!
ALLAH DoStu'n KADRini BİL!
SaRR-SîN Dört ÂLEMin KOKu!..

Resim

ZEVK
4540

ÇiLe Çarşısı ÇARKında Resim Devr-i DevrÂN Resim DÖN-ÂN KirmÂN
“seBBeha!” RAKSında SiStem!. “KûN feyeKûN” OL-ÂN, FermÂN
“SUMMUN BUKMUN UMYUN” ÜMMet!.. HâL-i HAZZır ÇÖKtü ZuLMet!
DuY-ÂN Nerde?.. UY-ÂN Nerde?.. DERûN DELÎm!.. MüNiR DERMÂN!.. kaddesallâhu sırrahu’l-AZîZ..


03.07.11 15:21
Ören shllr-mls-mğl..

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
Resim---SUMMUN BUKMUN UMYUN fe hum lâ yerciûn (yerciûne) : SAĞIRdırlar, DİLSİZdirler, KÖRdürler. Bundan dolayı dönmezler.”
( Bakara 2/18)

يُسَبِّحُ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
Resim---YUSEBBİHU lillâhi mâ fî's-semâvâti ve mâ fî'l-ardı'l-meliki'l-kuddûsi'l-azîzi'l-hakîm(hakîmi) : Göklerde ne var, yerde ne varsa (HEPSİ) O mülk-ü melekûtun eşsiz hükümrânı, noksanı mûcib herşeyden pâk ve münezzeh, gâlib-i mutlak, yegâne hüküm ve hikmet sâhibi ALLÂHI TESBÎH (VE TENZÎH) ETMEKDEDİR.”
(Cuma 62/1)

Yusebbihu: tesbih eder.
Sebbaha: yüzmek..
Yerdeki göklerdeki ZeRReler yâni ATOMlar;
NeşRlerinden HaŞRlerine kadar döndüler, dönmekteler ve dönecekler.
Bu SeBBaHa yüzüş RAKSı hep sürecek her AN yeniden YaratılÂN ŞEENULLAHta..
Ve ne zamAN AKILlarımız DEVR-ÂNı Anlarsa ve DEVRe İştirak ederse Yusebbihu Zikr-i Dâimindeyiz in şâe ALLAH..


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (VEYSEL KARANİ)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

VEYSEL KARANİ

(Tabiînin En Büyüğü)

Resim

Bir ALLAH dostu görmüş de anlatıyordu rüyasında...
Ben de ondan dinledim. Sonra rüyama girdi. Hafızamda kalanları topladım. Siz de dinleyin:
Orta boy, etine dolgun, geniş omuz, siyah uzun saçları kulak arkalarına doğru yele hâlinde...
Geniş alnına karışık bukleli bağları düşük, sol gözünü bir bukle saç daima örtmede...
Hafif mukavves bir burun, Kalın ve muntazam bir dudak, Seyrek iri beyaz ve temiz dişler.
Burun kanatları daima vücudu ile birlikte açınıp kapanmada,
Yağız bir yüz, Siyah, çenesini dört parmak mütecaviz, karışık, içinde hafif ak bulunan, rüzgara baş eğen bir sakal süslemekte.
Sırtını bile istilâ etmiş kıllı bir vücud... Yalınayak, baş açık,
Dünyaya bakmayan, başka âlemleri seyrettiği belli âteşin gözler...
Elleri iri parmaklı, üstleri kıllı, kimi yeri yırtık fakat temiz bir maşlaha sarılı, elinde kalın iğri büğrü bir asa... Omuzunda küçük bir tulumda su.. Ateşin çöl, Develer.. İşte Karanlı Hazret-i Veysel karşınızda…
Çölde nasıl hararetten, baktığımız zaman her taraf ihtizaz hâlinde görülürse..
Veysel'in her tarafı “ALLAH” lâfz-ı Celîli ile durmadan ihtizaz hâlinde..
Dudakları daima aralık, bu lâfız ciğerinden geliyor..
Dilin söylediği “ALLAH” değil... Bütün zerrâtın zikri ile hemâhenk...
Sağ el avucu içinde “siyah bir nûr”... İnsan gözü büyüklüğünde...
Veysel'in “televizyon” âleti... Her hakikati aksettiren siyah renkli bir ayna…
Veysel'in gıda ile alâkası yok. Bulursa yer, bulamazsa arzusu yok. Onu ALLAH doyuruyor... Hem de bizim doymak, yemek diye bildiğimiz tarzda değil..
Çölde, her yerde ALLAH ile Resûlullah arasında bütün ruh ve cesedi ile her an raks ve seyahat hâlinde Veysel...
Veysel muazzam bir barut yığını hâlinde olduğu için ateşi nûr olan Resûl'ü görmemiştir. Zira ateş alır, ân-ı vahitte infilâk ederdi.
ALLAH lâfzı karşısında, hiçlik, yokluk, fakirlik timsâli. ALLAH lâfzının durmayan insan şeklinde ahengi...

Âlem-i misâlde Hazret-i Veysel'i bu hâlde, bu şekilde gördüm..
Kendisine: “Seni herkese anlatacağım yâ Veysel!” dediğimde;
kalın dudakları iyice açıldı, tebessüm etti ve: “Çok uyuyan gözden, çok yer karından sana sığınırım yâ İlâhî!” söyledi..
Bu tebessümü izin bilerek ben de gördüklerimi anlatıyorum:
Kum çölünün namütenahi zerrelerinin ve kızgın havasının zikr-i ilâhisine kendini kaptırmış, bütün zerrât ile “ALLAH”ı haykırıyor.
Veysel'in, bir an bile bir şey ALLAH ile arasına giremiyor.
Veysel iş yaparken, Veysel konuşurken bile bütün vücudunun zerrâtı gözle görünür şekilde daimî zikir ve harekettedir.
Veysel görünürde mâmurelerden uzak bomboş, çölde dolaşıyor.
Fakat mâmurelerde olanlar boşlukta. Veysel hakikî mâmureye, yakın ve onu seyr hâlinde..
Dünyanın en murassa, en muhteşem libaslarından daha kıymetli bir hırka. Üstünü Resûlullâh'ın kendi giydikleri ve Veysel'e hediye ettikleri hırka süslemekte;
O hırkaya melekler, bizim gözümüzle görünmeyen yüzlerini sürmekte...
Fahr-i Âlem'in vücûdunun harareti ile, gül kokusu ile ısınmış ve ıslanmış bir hırka..
Kimbilir hangi mübârek hayvanın yünü ile dokunmuş bir hırka..
Cebrail'in içinde Resûl'ü gördüğü hırka. Belki eli ile meshettiği bir hırka..
Zü'l-Celal'in nazar-ı akdesinin her an çevrildiği Resûl'ün mübârek vücudlarını örten hırka... Nazar-ı İlâhî ile daima yıkanan bir hırka... Bu hırkanın altında olanı düşün... O hırkanın hediye edildiği insanı tefekkür et..
Gıpta hududunun çok üstünde bir nazarla seyredilecek bir hırka... Basit bir hırka fakat cihan değer bir hırka...
Şakası yok, “Hırka-i Şerif" dir bu hırka, İzn-i İlâhî ile giyilen bir hırka, Öyle bir hırka ki her türlü libâsa arız olan güve ve haşeratın, sineğin edeb duyup yanaşamadığı bir hırka...

Hem asır olduğu hâlde Veysel, Resûl'ü görmemiştir.
Veysel Resûl'den ALLAH'a değil, ALLAH'dan Resûl'e teveccüh ettiği için görüşmeleri Murâd-ı İlâhî hududu dışında kalmıştır.
Velîler ALLAH'ı seyrederler. Resûlullah yardımı ile Resûller ALLAH'dan halkı seyrederler.
Bu lâf çok ince bir hâli ifâde eder. Bunu çözmeğe çalışın, gözleriniz açılır.Hem de nasıl açılır. Kendinizi bile göremezsiniz.
Hazret-i Resûl, Veysel için: “Yemen tarafından Rahmâni nefes alıyorum.” buyurmuştur. Bu ne demektir?
Veysel, Resûl'ü kâinatta cereyan hâlinde bulunan, her an tecellîsi berdevâm, esmâ-i ilâhîyede görmüştür. Rabbü'l-Âlemîn ve Resûl'de erimiştir.
El-BASÎR esmâsı ile değil, El-HAYY, El-Kayyûm esmâsı ile görmüştür Resûlullah'ı Veysel...
Veysel, Cennete girmeyecek.. Aslen kendisi Cennettedir. Sonradan girme değil.. Ceseden, ruhen ALLAH'da eriyen için Cennet kelimesini konuşmak abes olur..
Veysel'in her teneffüs edişinde ALLAH'ın RAHMÂN esmâsı koku şeklinde tecellî ediyordu. Vücûdunun her zerresi esmâ-i ilâhiyeyi haykırıyordu. Onun için yakın-uzak, uzak-yakın yoktur.
Derya içindeki suyun bir kısmının yerini tâyin edebiliyor musunuz? O her deryadadır.
Veysel'in her türlü hareket ve efali Ashâb-ı Kirâm'ı bile hayret ve düşüncelere garketmiştir.
Hazret-i Veysel Aşk-ı İlâhî’nin tâ kendisidir… Rızâ-yı İlâhîde rızâlaşmış insandır.
Görmeden inananların en büyüğü, en şereflisi, Resûl'ün methettiği, hırkasını hediye ettiği İnsandır.
Sünnet-i Resûl'ün, Sîret-i Resûl'ün tam kopyasıdır Veysel...

“Analara itaat ALLAH'a ve Resûl'e itaattir.”Hadîs-i Resûl zincirinden ayrılamadığı için, Anasından aldığı izin hitama eriyor diye, Resûl'ü evinde bulamadan, Yarım saat daha beklemeden geri dönen Veysel…
Emr-i Resûl'ü, Cemâl-î Resûl'e tercih eden insandır Veysel...
Çünkü; Gözle Resûl'ü görmeden, HAYY gözü ile Resûl'ü gördüğünden, Beşerî mülahazalara kapılmak istemeyen Veysel...
Derya içinde bulunan balıkların hiç dışarı çıkıp da deryayı seyrettiklerini gördünüz veya İşittiniz mi?
Her tarafı kaplayan “Nûr-u MuhaMMedi” deryasında balıktır Veysel..Hiç deryadan dışarı çıkmak ister mi?
Deryâ-yı MuhaMMedi'nin içinde durmadan cevelân eden Veysel deryadan dışarı çıkamamıştır. Çıkamaz, zira, “ALLAH” öyle murad etmiştir. Ve beşere bir numune vermiştir. O da Veysel'dir.
RAHMÂN esmâsının pınarında abdestli olduğu için kokusunu Medine'den Resûl-i Ekrem almıştır…

Nasip kesiliyordu, visal âleminden ayrılıyordum..
Gülerek Hazret-i Veysel bana bağırdı: “Hadi, evlât! Abdestli gez, bir an bile abdestsiz durma!.. Uykudan sakın, çok yiyen olma!.. Dudakların Resûl'e müteveccih olsun!..Senin haberin olsa da olmasa da kalbin daima ALLAH'ı haykırıyor.. Onu kendi hâline bırak.. Son nefeste “ALLAH” demek kalbin bu haykırışının son nefesini RAHMÂN suyu ile abdest aldırmak olduğunu da unutma. Ruhun Huzûr'a abdestli giderse Melekler seni istikbâle çıkarlar.. Bu söylediklerim dünya sözü değil ruhanî âlemden öğretilen sözlerdendir. Duamı oku, tasınla içir hastalarına, sevdiklerine, ben sana hibe ediyorum!..


Resim

Mukavves : (Kavs. den) Yay gibi bükülmüş ve eğri olan. * Kavis teşkil etmiş, bükülü.
Mütecaviz : (Cevâz. dan) Hücum eden, tecüvüz eden. Haddi aşan, geçen. * Sataşan, saldıran. * Sarkıntılık eden. * Çok, fazla.
İstila : (Vely. den) Kaplamak, yayılmak. * Ele geçirmek. İşgal etmek. * Meydanın sonuna erişmek. * Basmak. Galebe etmek.
Hem : f. Birlikte, beraber olmak mânasını ifâde eder.
Hem ahenk : Ahenkli. Aynı ahenk içinde.
İnfilak : Açılma. Yarılma. Patlama. İnşikak etme.
Timsal : Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel.
Ma’mure : İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba.
Murassa’ : Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı. * Birbirine yanaştırılmış. Oturtulmuş. * Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit. * Bir nevi yazı.
Muhteşem : Büyük, debdebeli, tantanalı. * Etraflı ve taraftarlarının çokluğu ile büyük.
Hırka : Bez parçası. Bezden mâmul elbise. * Tas: Mânen dünya zevk u safâsından çekilip kendini ibadete verenlerin elbisesine hırka-i tecrîd denir.
Ârız : Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan. * Bir şeyi arz ve takdim edici olan. * Kalın ve geniş bulut. * Ön dişlerin haricindeki onaltı dişin herbiri. * İnsanın yanağı. * Hasta olduğundan dolayı kesilen deve. * Seyrek sakallı kimse. (Bak: İctima-i zıddeyn) * (Arz. dan) Gelen. * Tesadüfî vakıa. * Dağ, bulut. v.s. gibi görmeye mâni olan herşey. * Yanak.
Hem asır : Aynı asırda.
Berdevam . f. Devam üzere. Devamlı sürüp giden.
Hitam : Son, nihayet. * Bir şeye mühür basmak. Yazının veya istidanın sonunu mühürlemek.
Mülahaza : Mütâlaa. Dikkatle bakmak. İyice düşünüp bir işin hakikatını tetkik etmek. Tefekkür, düşünce.
Cevl : Tavaf etme.
Cevelan : Sonsuz dönüş.
İstikbal : Ati, gelecek zaman. * Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılamak.



Er Rahmân:
Resim

El Basîru :
Resim

El Hayy :
Resim

El Kayyûmü :
Resim

Resim

“Yemen tarafından Rahmâni nefes alıyorum.”:


Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: "Ben RAHMAN'ın nefesini Yemen tarafında buluyorum."
(Gazzalî, İhya: 1/104; 3/222; Heysemî, Mecmeu'z-Zevaid: 10/55; Aliyyu'l-Kârî, Kübra: s.154; Aclûnî, Keşf: 1/304.)

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “İnni leecede nefesirrahmâni min kıbele'l-yemeni: Rahman nefesini Yemen kable/cihetinden elbette eced/vücud ediyorum”
(Fahreddin Attar,Tezkiretü'l-Evliya)

Resim---Hazreti Rasûl Veysel için: “İnni li ecudu nefese’r- Rahmân min kıbeli’l- Yemen: Yemen tarafından Rahmânî nefes alıyorum!” buyurmuştur.

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: "Ben RAHMAN'ın nefesini Yemen tarafında buluyorum."
(Ahmed b. Hanbelî Ebû Hureyre'nin hadisi olarak rivâyet etmiştir. Bu hadisin râvileri sika/güvenilir kişilerdir.)

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: "İyi bilin ki; îman Yemen'e mensuptur. Hikmet, Yemen'e mensuptur. Ben, RABBinizin nefesini Yemen tarafından buluyorum."
(Hafız Heysemî ise Mecmeu'z-Zevaid' de (10/55-56) Ebu Hureyre'den, İ.Ahmed, müsned)

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Yemen tarafına sırtını döndüğü bir sırada şöyle buyurmuştur: “Ben RAHMAN'ın nefesini işte şuradan duyuyorum.”
(Seleme b. Nufeyl es-Sekûnî'den, Beyhakî; Bezzâr)

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Yemen'e işâret ederek: ''Ben Rahman'ın nefesini işte şuradan duyuyorum"
(Taberanî, Mu'cemul-Kebir)

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: "Îman, Yemen 'e mensuptur. Hikmet, Yemen'e mensuptur. Ben, Rahman'ın nefesini Yemen tarafından buluyorum"
(Taberanî, Musnedu'ş –Şamiyyîn’de Ebu Hureyre'den)

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Ben RABBinizin nefesini Yemen tarafından duyuyorum" buyurdu.
(Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, Ebu Hüreyre'den)

Resim---Abdullah İbni Mes`ûd (radiyalahu anhu) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme: “Allah’ın en çok beğendiği amel hangisidir?” diye sorunca, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Vaktinde kılınan namazdır” diye cevap verdi. “Sonra hangi ibadet gelir?” dedim. “Ana ve babaya iyilik ve itaat etmek” buyurdu. “Daha sonra hangisi gelir?” diye sordum. “Allah yolunda cihâd etmek” buyurdu.
(Buhârî, Mevâkît 5, Cihâd 1, Edeb 1)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?” diye üç defa sordu. Biz de: “Evet, yâ Resûlallah” dedik. Resûl-i Ekrem: “Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve “İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak!” buyurdu.
(Riyazü’s-Salihin, Hadis No:338)


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah’ın rızâsı ana-babanın rızâsında, gadabı da gadaplarındadır.” buyurdu.
(Camiu’s- Sağir)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (HAKÎKÎ MÜMİNE İLTİFAT)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimRÜHANİYET-i RESÛLULLAH'ın HAKÎKÎ MÜMİNe İLTİFATI

Bundan 26 sene evvel, küçük bir kasabada devlet hizmetinde doktorluk yapıyordum.
Kasabaya gelişimden 6 ay sonra 80 yaşlarında, beş evlâdını harb meydanlarında şehid olarak bırakmış, hayatta ancak 55 yaşında çocuksuz dul kalmış kızının çamaşır yıkayarak temin ettiği nafaka ile geçinebilen Hüsnü Dede isminde zaif, fersiz gözlü, nûranî yüzlü bir ihtiyarı kazanın müftüsü bana gösterdi: “Doktor Bey! Bu zât, Kur'ân'dan bir iki küçük sûre ve Elham'dan başka bir şey bilmez. Para verirsin almaz, bulursa ekmeği suya batırarak yer; garib olduğu kadar hoş, sessiz, hakîkî bir mü'mindir.”
Bir gün: “Kasabamız zenginlerinin, nedendir bilmem, şefkat ve yardım kolları kısadır. Kızılaydan bu zavallı ihtiyara yardım yapabilir miyiz?” diyerek hükümetteki daireme gelmişti.
Ben : “Müftü Efendi, bu adamcağıza ben bir fırın göstereyim oradan her gün iki ekmek alsın, haftada da beş lira cebimden yardım yapayım. Amma kendisi bunu şahıstan değil Kızılaydan aldığını bilsin.” dedim.
Böyle yapmamın sebebi o küçük kazada Kızılay teşkilâtı olmamasındandı.
Müftü memnun oldu ve bu düşündüğümüz işi tatbike başladık.
Bu hâl 4 sene sessizce devâm etti.
Hüsnü Dede bâzan câmiden çıkarken değneğine dayanarak daima yaşlı olan gözlerini silerek bana dua ederdi.
Bir gün: “Doktor bey, ben ölürsem gazhânenin yukarısındaki mezarlık var ya, onun en tepesine beni gömdürür müsün?” demişti.
Aradan birkaç ay geçmiş, bugünkü gibi hatırlıyorum,
Eylül ayı 22 nci günü, hava soğuk,
Bir rüya görmüştüm, yemyeşil bir üzüm bahçesinde dolaşıyordum.
Karşıdan Hüsnü Dede bana: “Doktor Bey, bana üzüm verir misin?” dedi.
Uyandım, Eylül 23, evimden çıktım.
Rüzgârsız bir hava, hafif hafif kar başladı. Hükümete gidiyordum.
Sağ tarafta küçük bir meydanlığın dibinde büyük bir kahve vardı.
Kahvenin önünde bir ağız münakaşası işittim, oraya yanaştım.
Dinç, sakallı, iriyarı bir adam orta cesamette bir sepetin içinde siyah üzümler getirmiş, bir manav da bunu almak istiyor. Kilosuna 60 kuruş istiyor.
Manav : “Baba sen delirdin mi, bundan bir ay evvel 10 kuruşa üzüm satıyorduk”.
Üzümcü : “Oğlum bu son üzümdür. Son üzüm, ben sakladım bunu, şimdi getirdim; ister alırsın, ister almazsın.” diyordu.
Üzümcüye yanaştım: “Amca iki kilo üzüm ver.” dedim. Tarttı.
Kahvenin yanındaki bakkaldan bir kesekâğıdı alarak üzümleri koydum.
Daireye, geldim. Kar devâm ediyordu.
Dairenin alt katında Müftülük dairesi vardı.
Müftüyü aldım yanıma, bir de sağlık memuru alarak kasabanın son evlerinden başlıyan küçük bir tepenin yamacında bulunan kulübe şeklindeki Hüsnü Dede'nin evine gittik.
Sağlık memurum evin kapısına yanaştı, seslendi: “Hüsnü Dede! Doktor Bey geldi. Müftü Efendi de var!”.
Yaşlı kızı kapıyı açtı, biz hemen odanın içindeydik.
Ben: “Hüsnü Dede, sana üzüm getirdim!” deyince:
“Doktor Bey! Ben bu gece seni üzüm bağında gördüm, üzüm de istemiştim. Bunu nereden biliyorsun?” dedi.
Titrek elleriyle üzümden 3-5 tane yedi.
Hüsnü Dedeyi muayene ettim. Senelerin erittiği vücudda artık öteki tarafa niyetli olduğunu belirten emareler görülmeğe başlamıştı.
Yarım saat sonra yanından ayrıldık.
Ertesi günü Müftü Efendi, ben, sağlık memuru tekrar Hüsnü Dedeyi erken saatte görmeğe gittik..
Hüsnü Dede zâten 26 günden beri yerinden kıpırdıyamıyor.
Bana: “Doktor Bey! Gazhânenin Üstünü unutmadın değil mi?” dedi.
“Ben artık yolcuyum. Bana hemen şimdi Kur'ân oku.” dedi.
Okumağa başladım. Aşağı yukarı 6-7 âyet okudum.
Birdenbire Hüsnü Dede ağlamağa başladı:“Beni kaldırın! Kaldırın!..”
Müftü Efendi, ben, sağlık memuru yatağından Hüsnü Dede'yi ayağa kaldırdık.
Koltuk altlarından tutuyorduk. Bütün vucudu kollarımızdaydı.
Birden: “Lâ İlâhe İllaALLAH MuhaMMedu’r-Resûlullah!” dedi.
Gözlerini küçük kulübesindeki pencereye doğru dikti.
Yüzünde bir tebessüm belirdi ve yüksek sesle: “NiÇiN ZAHMET BUYURDUNUZ YÂ RESÛLULLAH!” derken Hüsnü Dede kollarımızın arasında ruhunu teslim etti.
Bir anda odayı hiçbir kokuya benzetemiyeceğim ve kelimelerin belâgatiyle bile ifâdesi gayr-i mümkün hoş bir koku kapladı..
Bugün rahmetli olan Müftü Efendi yüksek sesle tekbir getiriyordu,
İkinci günü Hüsnü Dedeyi, bana söylediği Gazhânenin üstündeki toprağa vermiştik.
Bu canlı hâtırayı okuyasınız diye sizlere anlatmamın sebebi,
Hüsnü Dedeyi geçende rüyamda gördüm.
Bana dedi ki: “Doktor Bey! Beni unuttun mu?”
Sebep budur. Nûr içinde yatsın Hüsnü Dede!..


Resim

Nafaka : Yiyecek parası. Geçim için lüzumlu olan şey. * Geçindirmeğe mecbur olduğu kimselere veya çocuklarına mahkeme karariyle verilen iaşe parası.
Belâgat : Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek. * Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye, ilm-i belâğat denilir.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (KADİR GECESi)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimKADİR GECESi

Kadir gecesini her müslüman bilir, ta'zim eder.
Münkirler de bu geceyi bilir, fakat dillerini bu gece için oynatamazlar...
Bir kelime ile mübâreklerin mübareği bir gecedir...
Bu güzel geceyi anlatmadan evvel, gece nedir, onu biraz karıştıralım, sırlarını görelim, sonra da Kadir gecesini birlikte dolaşalım...
Gece, ruhanî... Gündüz cismâni âlem remzidir...
Bütün muz'i ecrâm karanlığın nâmütenâhiliği içinde parlarlar...
Kendilerini ancak karanlıkta gösterebilirler veya bizim görme hassamız onları gece görebilir...
Bu iki ters cümle üzerinde biraz düşünmenizi dilerim...
Karanlık namütenahi mülk-i ilâhide, aydınlığa nazaran gök galibdir,
Ruhanî âlemdeki nûrun temsili kamerdir...Kamer aynı zamanda ruhun âlemidir... Bedr-i tam zamanında ruhanî çalışmaya delâlet eder...
Gece namazı Resûl-i Ekrem'e farzdır.
Niçin, Şakku'l-Kamer hadisesidir de, Şakku'l-Şems değildir?..
Hasefe'l-Kamer'dir de Kusûfe'l-Şems değildir?..
“Vecmüa’ş-Şems ve’l-Kamer”dir de niçin “Vecmie'l-Kameri ve'ş-Şems” değildir?
Kudret-i Sübhaniye “Es SETTÂR” esmâsı kanalından tecellî eder de ondan...
Ecrâmın karanlıkta parıldaması ibâdetin karanlıkta olanı parlar olacağına işarettir...
Güneş aya giriyor... Niçin ay güneşe girmiyor?.. Hem ay küçük olduğu hâlde...
Bütün mevcudatın ve mahlûkâtın yok olacağına ve SETTÂR'ın içinde kaybolacağına işarettir... Aynı zamanda kıyamete işarettir...
Rûhâniyetin daimî olarak cismaniyete hâkim olduğunu ifâde eder.
Bundan dolayı gündüz ile gece yapılan ibâdet arasında muazzam fark vardır...
Gündüz cesedin ibâdeti, gece ruhun ibâdeti yapılır. Mi'râc bile gece vakti olmuştur...
HAYY esmâsının tecellîsi daima SETTÂR esmâsiyle kapanarak, örtülerek olur...
Hangi tohum örtülmeden intaş eder? Arı, balını yaparken kimseye göstermez...
İnsan alâkası gizli olarak büyümeğe başlar... Ölünün cesedi bundan dolayı defnedilir...
Vahy gelirken “Üzerimi örtün!” diye Cenâb-ı Resûl'ün buyurması, sıcak iklimde üşümesinden değildir...
“Beni örtün!” Vahyin şiddetinden husule gelen ihtizazın örtülmesini, görünmemesini, SETTÂR esmâsına karşı olan edeb için örtülmesini emir buyurmuştur... Cenazeyi tekfin de bu edeb için yapılır...
Setr-i avret, HAYY esmâsının tezgâh ve teferruatı olan yerler için emir olunmuştur...
Edeb yeri aşikâre olan hiçbir canlı mahluk yoktur...
Hepsi fıtrî yaradılış icâbı bir uzuv kısmıyla örtülüdür...
Kimini kuyruk, kimini gulfe, kimini kıl, kimini tüy örtmektedir...
Yalnız insanlarda bu gibi yaradılıştan teşrihi bir örtü olmadığından, (bu yaradılış murad-ı ilâhîdir) insanlara telebbüs lüzumu, te'sirat-ı hariciyeden sıyanet bahânesiyle setr-i avret mecburen ve habersiz yaptırılmıştır... Örtü SETTÂR'ın naibidir.
Esmânın dünyada naibi varsa evvelden mevcuddur. Naibi yoksa sonradan emirdir.. Bu, büyük dînî hakikatlerin bir kapı aralığıdır.
Bunu anlayan, kapı aralığından hakîkatların illetlerini, sebeplerini, niçin öyle olduklarını, nehiylerinin esasını anlamış olur.
Bâzı cümle ve kısa anlatışlar binlerce kelimenin, yüzlerce lâfzın küçültülmüş ve akla sokmak için hazırlanmış usûl ve yollarıdır...
Gece ve geceler insana daha yakındır gündüzlerden...
Resûl'ün sırtındaki siyah mühr-ü nübüvvet, Dünyada siyah ırkın bulunması, Bu siyah derili insanların yaradılışındakî hikmeti düşünüp anlamak herkese nasip değildir...
Hacer-i Esved, Kâbe örtüsünün siyah oluşu insanları düşündürmelidir.
Bunlar tesadüfi şeyler değildir...HÂLİK: “Geceye kasem ederim!” diyor.
Karanlık yere daima her cansız cisim bile hürmet ediyor. Farkında mısınız?..
Güneşin ziyâsında birçok dalgalar mevcuddur.Fakat aydınlık dalgaları hailleri geçmiyor; geçemiyor değil... Dikkat buyurun!..
Karanlığı aydınlatmamak için röntgen şua’ı her şeyi delip geçiyor. Fakat kendini göstermiyor, kendi görünmüyor...
Gündüzü mü seversiniz, geceyi mi?.. Ne söylerseniz inanılmaz, muhakkak geceyi seversiniz. Çünkü insanların yaradılışında gizli bir istek vardır.. Geceyi sevmek... Hakikî sevgi ve kulluk gece belli olur.
Fosforun gece parlaması tesadüfi bir şey değildir; Bir hikmetin ve bir sırrın gizli kapaklı izah ve ifâdesini haykırmaktır.
Fosfor böceklerinin zikri gecedir. Ondan dolayı her bağırışlarında parlar, sönerler...
O hâlde gece:
l - Geceye “Kasem-i İlâhi”, verilen ehemmiyet ve kıymetin ifâdesidir,
2 - Güneşin küçük ay’a girmesi, SETTÂR'da her şeyin eriyeceğine,
Geceye verilen kıymetin ifâdesine, bir gün kıyamet kopacağına delâlet eder.
Şimdi geceyi târiften sonra KADÎR Gecesine gelelim:
Bu târif edilen gecelerden birisi değildir Kadir gecesi...
Ed-Duhan Sûresinin 4. üncü âyetinde zikredilen gece.. Bu gece, Kur'ân kül hâlinde Levh'den inmiştir...
Sonra senenin içindeki bir gecede de, parça parça inmeğe başlamıştır.
Bakara Sûresinin 185. inci âyetine göre, Ramazan ayına tesadüf eden bir gecedir.

“Biz onu Kadir gecesi indirdik...”
“Kadir gecesini Ramazın'ın son haftasında arayınız...”
Elimizde ALLAH ve Resûl'den müntakil bilgilerimiz bunlardır...
Kadir gecesi, muayyen bir gece değildir.
Bir sene tek gecede, bir sene çift gecede olmak üzere seyr ve intikal eder...
Ramazan ayı da o geceye tesadüf etsin diye mevsimlere göre değişir.
İnd-i ilâhîde evvelce böyle bir gece murad ve tesbit edilmiştir...
Ramazan daima bu gecenin bulunduğu aya tesadüf eder.
Kur'ân-ı Kerîm'in bu gece inmesi Tensîb-i İlâhidir.
Ramazan ayı kamere göre olduğundan, senenin diğer muhtelif mevsim ve aylarında seyr ve intikal eder.
Buna nazaran, Kadir gecesi, İnd-i İlâhide sabit ve muayyen bir merkez noktasıdır.
Güneş muayyen bir burca dünyayı aldığı zaman bahar nasıl geliyor, nebatat uyanıyorsa,
senenin muhtelif zamanlarına ve mevsimlerine tesadüf eden kamerî Ramazan ayı o gecenin zarfı mahiyetindedir.
Herhangi gece, “O Kadrin, şerefin merkezine” geldiği zaman Kadir gecesi oluyor, Kadir ismini alıyor, Rahmet açılıyor...
İnd-i İlâhîde sudûr muayyen bir zamanda oluyor.
O hangi geceye tesadüf ederse Kadir ismi ona intikâl ediyor...
Gece sabit değildir. Rahmetin sudûr merkezi sabittir.
Sudûr muayyendir. Muayyen bir zamanda oluyor.
Tesadüf ettiği geceye şerefini saçtığından o gece Kadir gecesi ismini alıyor.
“Gök kapıları açılıyor diyoruz...” Dedelerimizden gelme güzel bir tâbir.
Şerefin, kadrin, rahmetin sudûru İnd-i İlâhîde muayyendir..
SETTÂR ile örtülü olduğundan o sudûr zamanı bir geceye tesadüf ediyor.
Rahmetin sudûru hangi geceye tesadüf ederse o gece sudûrun şerefine mazhar olduğundan Kadir gecesi ismini alıyor...
Bu sûretle bütün senenin geceleri bu şerefe mazhar oluyor.
Ve SETTÂR'ın görünür naibi olan geceler Kadir şerefinden nasibini alıyor... “Adâ-let-i İlâhî”...

“Gece; Karanlık zamanıdır, Câhiliyyet devridir, Cihanın hakîki irfan ve nurdan mahrum olduğu zamandır.
Resûl-i Ekrem gelmeden evvel insanlığı böyle bir gece sarmıştı.
Böyle karanlık bir gecede, bir devirde insanlık nûrlara garkoldu, karanlıklar kalktı, Resûl'e gelen vahy ışıkları ile parladı.” diye tefsir ve târifler de mevcuddur.
Gece, cehâletin remzi olamaz... Nûr geceden çıktığına göre nasıl olur?..
Cehâleti gideren de geceden çıkan nûrdur...
Yıldızlar gece parlarlar... Bu bir âyettir...
Geceyi cehâlete remz ve temsil yapmak biraz edeb dışı bir iştir..
Belki de inanmayanların aklına dökememek aczinin verdiği garib bir târif olup, nezaketten doğmuştur bu tefsirleri...
Bin geceden hayırlı olan bu gece diğer geceleri küçültmez.
Her geceye nasip olduğu için her gece bu gecenin feyzinin ışıklarına sırası geldikçe çarpıyor...
Fecirde ışıklar başladığı zaman gece Kadirlikten çıkıyor. Nasibi bitiyor demektir.
O hâlde gece nasıl câhiliyyet remzi oluyor?.. Olamaz!..
Gece ve geceler olmazsa nûrun kıymeti kalmaz, nûr, feyz görünmez...
Gül kokusu, gülü bıraktığından koku her tarafa yayılır... Koku görünmez, yayılır.
“Benden sonra Peygamber yoktur.” mübârek sözü ALLAH'ın bir ihsanıdır.Bu söz Resûl-i Ekrem'in dîninin şeref perdesidir.
Bu gül kokusu, Bu ihsan, Bu şeref, Kadir gecesi hürmetine beşerîyyete Resûl ile bildirilmiştir... Bundan nasibi olan korkmaz.
Zâten haktan gayrı olan varlıktan korkmak gizli bir şirkten başka bir şey değildir. ALLAH'a dayananın korkusu olmaz, olamaz da...
Kadir gecesi idi... Hastalığı ilerlemiş, ateşler içinde yatıyordu...
Dudaklarından ALLAH'ın mübârek kelimeleri süzülüyor...
Sevgili kızı başucunda idi. Gözlerinden inci dâneleri sedasız dökülüyordu...
Kızının güzel gözlerine fersiz gözlerini dikti: “Sevgili kızım, Kadir gecesi bu gece değil mi?” dedi. Kızı: “Evet baba!” der gibi gözyaşlarını eliyle sildi.
Baba, tekrar, kızına baktı: “Artık ayrılmak zamanı geldi! Yolumuza gidelim, Ben ölmeğe sen yaşamağa kızım... Hangisi daha iyi?.. Bunu ALLAH'dan başka kimse bilemez…” dedi.
“Kadrin rahmet, şeref ve kokulariyle gidiyorum...”
Resûl'ün mübârek ismini anarak ruhunu teslim etti... Fecr ışıklan başlarken…
Bu ALLAH'ın velîsi her zaman şöyle dua ederdi (Duası kabul oldu da Kadir gecesi ruhunu teslim etmişti) :
“Ey gözlerin görmediği, Fikirlerin varamadığı, Öğücülerin övemediği, Hadisatın değiştiremediği, Mesâib ve belâyanın korkutamadığı Zât-ı Ecellâ!..

Sen ki;
Dağların kaç miskâl, Denizlerin kaç litre, Yağmurların kaç katra olduğunu, Ağaçlarda kaç yaprak bulunduğunu, Üzerlerine kaç gecenin karanlığı yayıldığını, Kaç gündüzlerin aydınlattığını bilirsin!..

Senden;
Hiçbir gök öbür göğü, hiçbir yer diğer bir yeri örtüp gizleyemez.
Hiçbir deniz kenarındakini, hiçbir dağ sinesindekini saklayamaz.
Ey bu evsâfı celile ile mevsuf olan Kaadir-i Mutlak!.. Lütfet de benim ömrümün en hayırlı zamanını son dakikam ve en düzgün işimi işlerimin en sonu kıl!.. Günlerimin en mübareğini de sana kavuşacağım gün eyle!.. Yâ Erhame'r-Rahîmin!..”
O gün Kadir gecesi fecr ile ölmüştü…


Resim

Muz'i ecrâm : Yıldızların çoğu.
Remz : İşaret. İşaretle anlatmak. * Güç anlaşılır. * Gizli ve kapalı söyleme.
Nâ mütenahi : Sonsuz.
Bedr-i tam : Dolunay.
Delâlet : doğru yolu göstermek işi.
Şakku'l-Kamer : Resûlullah (sav)’in mücizesi olan Ay’ın ikiye ayrılması.
Hasefe'l-Kamer : Ay tutulması
Kusûfe'l-Şems : Güneşin kırılıp ikiye ayrılması.
İntaş : (Tohum) toprakta çimlenme
İhtizaz : Titreyiş.
Telebbüs : Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak.
Setr-i avret : avret (ayıp olan9 yerlerin örtülmesi.
Te'sirat-ı hariciyeden sıyanet : Dış tesirlerden koruma.
Settâr : Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten. (Rabbımız)
Aşikâre : f. Belli, meydanda, açık. Bedihi.
Fıtrî : Doğuştan, yaradılıştan, fıtrata âit ve müteallik. Hayat kanunlarına uygun.
Gulfe : Zekerin sünnet edilecek derisi.
Teşrih : Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak. * Tıb: Bir cesedi kesip parçalara
ayırarak incelemek.
Telebbüs : Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak.
Sıyanet : Koruma veya korunma. Himaye veya muhafaza.
Naib : Birisinin yerine onun işlerini yapmaya yetkili kişi.
İllet : Herhangi bir şeyin var olması için lâzım gelen sebebler.
Nehiy : Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin menfi şekli.
Mühr-ü nübüvvet : Peygamberlik mühürü. Peygamberimiz Hz. MuhaMMedin (A.S.M.) iki omuzu arasındaki (sırtındaki) peygamberlik işareti.
Hacer : Taş, kaya. * İsmail Peygamber'in anasının ismi.
Esved : Çok siyah. kara renkli olan.
Hacer-i Esved : Kâbedeki kudsal kara taş.
Röntgen : Röntgen adında bir Alman âliminin 1896' da keşfettiği ışıklar. Bunlar gözle görülmediği halde fotoğraf camına tesir eder, vücuddan, tahta, kâğıt gibi maddelerden bu ışık geçebilir. Bazı hastalıkların teşhis ve tedavisinde de kullanılır. * Vücuddaki iç uzuvların filmini çekmek.
Şua’ : Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.
Hail : Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran.
Kasem : Yemin. Ahdetme.
Levh : Görünen ibretli manzara. * Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük. * Seyredilen yerin çizili sureti. * Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey. * Şimşek çakmak. * Susamak. * Zâhir olmak. * Çalıp almak.
Müntakil : (Nakl. den) intikal eden, geçen. Bir yerden bir yere göç etmiş, taşınmış olan. * Miras kalmış. * Karine ile sözün gelişinden anlayan.
İndillah-İnd-iİlâhi : Allah'ın indinde. Allah'ın nazarında.
Tensib : Uygun görmek. Münasib kılmak.
Seyr : Yürüyüş. * Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme. * Görülecek şey ve yer. * Uzaktan bakıp karışmama. * Yolculuk.
Burc : Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi. * Tek hisar kule, kale çıkıntısı. * Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.
Nebatat : Bitkiler.
Zarf : Kap, kılıf. Mahfaza. * İçine mektup konulan kılıf kâğıt. * Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına "yer, zaman, mâhiyyet" (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını belirten kelime.
Sudûr : Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar
Muayyen : Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tâyin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.
Nezaket : Naziklik, incelik, zâriflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.
Mesaib : Musibetler. * Güçlükler.
Miskal : Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. (Bir kırat, beş normal arpa ağırlığında olup, bir dirhemin 1/14 üdür.)
Katre : Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey.
Evsaf : vasıflar, sıfatlar.
Mevsuf : Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen. * Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan.
Kâdir : Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)
Mutlak : Salıverilmiş. Itlak olunmuş. Serbest. * Kat'i. Şüphesiz. * Aslâ bir şarta bağlı olmayan. Yalnız, tek. (Bak: Itlâk)


ALLAH:
Resim

El Hayy :
Resim

El Hâliku :
Resim

El Kadîru :
Resim
Es Settâr:
Resim

Resim

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kadir gecesini Ramazan’ın son on gününde arayın.” buyurdu.
(Aişe radiyallahu anha’dan; Buharî, Teravih namazı, No:2017;, Müslim, Sıyam, No:1169.)

Resim---Ebu Zerr radiyallahu anha anlatıyor: “İnsanlara Kadir gecesinin ne zaman olduğunu sorardım. Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e dedim ki: “Yâ Resûlullah! Kadir gecesi Ramazan ayında mı yoksa başka bir ayda mı?” O (Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem): “Ramazan ayındadır” buyurdu. Ben: “Kadir gecesi, nebiler hayatta iken olur, onların vefatı ile birlikte kaldırılır mı yoksa kıyamete kadar devam edecek mi?” diye sorduğumda: “Kıyamete kadar devam edecek” cevabını verdi. Ben: “Ramazan’ın hangi gecesinde” dedim. O (Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem): “Onu ilk on gün ve son on günde arayın!” buyurdu. Bu kez: “Hangi on günde?” diye sordum. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: “Son on günde. Bundan sonra bana bu konuyla ilgili başka soru sorma!” dedi.
Sonra Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem konuşmaya devam etti. Ben bir boşluk bulup tekrar: “Ey Allah’ın Resulü! Senin üzerindeki hakkım için söyler misin, son on günün hangisinde?” dedim.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bana o kadar sinirlendi ki, o zamana kadar bana hiçbir sohbetimizde öyle sinirlenmemişti. Sonra dedi ki: “Son yedi günden birinde arayın. Bundan sonra bana daha bu konuyla ilgili soru sorma! ” buyurdu.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/171; İbn Hıbban, Sahih,5/274; Hakim, Müstedrek,1/437)

Benden sonra Peygamber yoktur:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Benimle benden önceki diğer peygamberlerin misâli, şu adamın misali gibidir: Adam mükemmel ve güzel bir ev yapmıştır, sadece köşelerinin birinde bir kerpiç yeri boş kalmıştır. Halk evi hayran hayran dolaşmaya başlar ve (o eksikliği görüp): "Bu eksik kerpiç konulmayacak mı?" der. İşte ben bu kerpiçim, ben peygamberlerin sonuncusuyum." buyurdu.
(Ebu Hüreyre radıyallahu anh’dan; Buharî, Menâkıb 18; Müslim, Fedâil 21, (2286)

Resim---Sevban (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım. Ümmetimin arasına kılıç bir kere girdi mi, artık kıyamet gününe kadar kaldırılmaz. Ümmetimden bir kısım kabileler müşriklere iltihak etmedikçe, ümmetimden bir kısım kabileler putlara tapmadıkça kıyamet kopmaz. Ümmetimde otuz tane yalancı çıkacak hepsi de kendisinin peygamber olduğunu iddia edecek. Halbuki ben peygamberlerin mührüyüm (sonuncusuyum) ve benden sonra peygamber de yoktur. Ümmetimden bir grup hak üzerinde olmaktan geri durmaz. Onlara muhalefet edenler onlara zarar veremezler. Allah'ın (Kıyamet) emri, onlar bu halde iken gelir."
buyurdu.
Ali İbnu'l-Medînî: "Bunlar (hak üzere daim olanlar) ashabu'lhadistir" demiştir."
(Sevban radıyallahu anh’dan; Müslim, İmaret 170, (1920); Ebu Davud, Fiten 1, (4252); Tirmizî, Fiten 32, (2203, 2220, 2230). Hadisi, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî parça parça rivayet etmişlerdir. Rezin ise bu lafızla (kaydettiğimiz şekilde tek bir rivayet halinde) tahriç etmiştir.)

Resim---Sa'd İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Tebük seferine çıkınca Hz. Ali'yi geride (Medine'de) bırakmıştı."Yâ Rasûlullah, siz beni çocukların ve kadınların arasında mı bırakıyorsunuz?" dedi (kalmak istemedi). Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm): "Sen, Hz. Harun'un, Hz. Musa yanında aldığı yeri, benim yanımda almaktan razı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber yok!" buyurdu.
(Sa'd İbnu Ebi Vakkas radıyallahu anh’dan; Buhârî, Megâzî 78, Fezailu'l-Ashâb 9; Müslim, Fezailu'l-Ashab, 31, (2404); Tirmizî, Menâkıb, (3731)

Resim

وَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَى
Resim---''Vel leyli izâ yagşâ: Sarıp örttüğü zaman geceye andolsun,” (Leyl 92/1)

وَخَسَفَ الْقَمَرُ
Resim---Ve hasefel kamer: Ve Ay karardığı (zaman).” (Kıyâme 75/8)

وَجُمِعَ الشَّمْسُ وَالْقَمَرُ
Resim---''Ve cumiaş şemsu vel kamer: Ve Güneş ve Ay birleştirildiği (zaman).(Kıyâme 75/9)

حم
Resim---Hâ mîm: Hâ. Mîm.” (Duhân 44/1)

وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ
Resim---Vel kitâbil mubîn: Kitab-ı Mübîn'e (Apaçık Kitab'a) andolsun.” (Duhân 44/2)

إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُّبَارَكَةٍ إِنَّا كُنَّا مُنذِرِينَ
Resim---İnnâ enzelnâhu fî leyletin mubâreketin innâ kunnâ munzirîn: Biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır.” (Duhân 44/3)

فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ
Resim---Fihâ yufreku kullu emrin hakîm: Hikmetli (hükmedilmiş) emirlerin (işlerin) hepsi, onda (o gecede) ayırt edilir (belirlenir).(Duhân 44/4)

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Resim---Şehru ramadânellezî unzile fîhil kur’ânu huden lin nâsi ve beyyinâtin minel hudâ vel furkân(furkâni), fe men şehide minkumuş şehra fel yesumh(yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar(uhara) yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra, ve li tukmilûl iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn: Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.” (Bakara 2/185)

وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُواْ بِهَا فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Resim---Ve huvellezî ceale lekumun nucûme li tehtedû bihâ fî zulumâtil berri vel bahr(bahri), kad fassalnal âyâti li kavmin ya’lemûn: O, kara ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık.(En’âm 6/97)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (DUA)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimDUA

Dua, kulun; naz makamında, kendini Yaratan'a vasıtasız ve büyük bir edeb ve sevgiyle çevirip arzularını, dertlerini açıklamasıdır.
Hâlıkıyla senli-benli konuşmasıdır... Senli-benli konuşmada teklik gizlidir. ALLAH teki sever.
ALLAH'a: “Siz!” diye hitâbedemezsiniz, “Sen” diye hitâbedersiniz. “Sen” kelimesinde teklik vardır.
Dualar, ahâdiyet mertebesine intikal ederse kabul edilir.
Duanın yapıldığı zaman, ahâdiyete çevrilmiş bir duanın o anda olmaması lâzımdır.
Gece ibâdeti bu makama çevrilenlerin adet itibariyle az olmasından istifâde etmek içindir...
“Gecenin bir vaktinde kalk namaz kıl!” emri: “Yalnız kalalım!” demektir.
“Namaz mü'minin mi'râcıdır.” denilmesinin sebebi:
Mi'râc, ahâdiyetin bütün esmâları ile esmâlanmak, orada erimek ve temizlenmek demek olduğundandır.
Namaz ahâdiyet mertebesinde kabul edilen yegâne ibâdettir.
Resûl-i Muhterem'in ayakları gidinceye kadar namaz kılması;
“Bunu niçin yapıyorsunuz, bu eziyet niçin yâ Resûlullah?” diyenlere;
“Bu zevkten beni mahram etmek mi istiyorsunuz?” buyurmalarında:
“Ahâdiyette senli-benli olmayayım mı?” demektir... Salâtın asıl mânâsı, dua, niyaz demektir.
“Dua edin vereyim!” buyruğu, “Ahâdiyette beni bulun, senli-benli olalım!” demektir...
İşte duada çok ince bir mânâ vardır ki araya mesafe sokmak, aralık bırakmak şirk olur.
Onun için istemek, araya mesafe sokmak demektir ki, her yerde hâzır ve nazır, şah damarından yakın olanın senden haberi yokmuş gibi arzunu hatırlatmak olur ki bu mıntıka, işte simdi şirk mıntıkasıdır.
İyisi istememektir. Bunu anlamak çok zordur... Bunu anlamak için bir çâre vardır ki buna çalısınız.
ALLAH ile yarış edercesine müsamahakâr, sabırlı, affedici, şefkatli, merhametli olmağa gayret etmek lâzımdır...
Bu hasletler söz ile kısa ve kolay söylenir, fakat insanda tecellîsi ise çok güçtür... Gece ruhanî, gündüz cismânî âlem remzidir.
Bütün mûzî’ ecram, karanlığın nâmütenahiliği içinde parlarlar, kendilerini ancak karanlıkta gösterebilirler.
Karanlık na-mütenahi mülk-i ilâhîde aydınlığa nazaran çok galibdir.
Ruhanî âlemdeki nûrun temsili kamerdir.Kamer aynı zamanda ruhun âlemidir.
Bedri-tâm zamanında ruhanî çalışmaya delâlet eder. Gece namazı Resûl-i Ekrem'e farzdır.
“Şakku'l-kamer” hadisesidir de niçin “Şakku'l-şems” değildir? Hiç düşündünüz mü?
Kudret-i Sübhaniye “SETTÂR” esmâsı kanalından tecellî eder de ondan...
Ecrâmın karanlıkta parıldaması ibâdetin karanlıkta olanının parlak olacağına işarettir.
Güneş aya giriyor. Niçin ay güneşe girmiyor? Hem ay küçük olduğu halde...
Bu, bütün mevcudatın yok olacağına ve “SETTÂR”'in içinde kaybolacağına ve ruhun bâki olacağına işarettir.
(Bu cümleyi bir-iki defa tekrar ederek okumanız rica olunur!)
Ruhanîyetin daimi olarak cismaniyete hâkim olduğunu ifâde eder.
Bundan dolayı gece yapılan ibâdet ile gündüz yapılan ibâdet arasında muazzam fark mevcuddur...
Gündüz cesedin ibâdeti, Gece ruhun ibâdeti yapılır...Mi'râc bile gece vâki' olmuştur.
“HAYY” esmâsının tecellîsi daima “SETTÂR” esmâsı ile kapanarak, örtülerek olur...
Hangi tohum örtülmeden, intaş eder? Arı balını yaparken kimseye göstermez,
İnsan alâkası gizli olarak büyümeye başlar, Ölünün cesedi bundan dolayı defnedilir…
Vahiy gelirken: “Üzerimi örtün!” diye Cenâb-ı Resûl'ün buyurması, sıcak iklimde üşümesinden değildir.
“Beni örtün!”...vahyin şiddetinden husule gelen ihtizazın örtülmesi, görünmemesi,
“SETTÂR” esmâsına karşı Resûl edebinin ifâdesidir...Cenazeyi tekfinde de bu edeb yapılır...
Setr-i avret HAYY esmâsının tezgâh ve teferruatı olan yerler için emrolunmuştur...
Edeb yeri aşikâre olan hiçbir canlı mahluk yoktur... Hepsi fıtrî yaradılış icâbı bir uzuv kısmı ile örtülüdür...
Kimi kuyruk, kimi gulfe, kimi kıl, kimi tüy ile örtülüdür. Yalnız insanlarda bu gibi yaradılıştan anatomik bir örtü olmadığından, insanlara telebbüs lüzumu haricî te'sirattan sıyânet bahânesiyle setr-i avret mecburen ve habersiz yaptırılmıştır...
Örtü “SETTÂR”'in naibidir. Esmânın dünyada naibi varsa evvelden mevcuddur. Naibi yoksa sonradan emirdir…


Resim

Yegân : f. (Yek. C.) Birler. Tekler. Teker teker.
Yegâne : Tek olan.
Ahâdiyet: (Ehadiyet) Allah'ın (C.C.) her bir şeyde kendine âit birlik tecellisi.
İntikal: Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
Mertebe: Derece. Basamak. Rütbe. Pâye.
Mûzî’: Ziya veren. Aydınlatan. Işık veren.
Ecram: (Cirm. C.) Ruhsuz büyük varlıklar. Cirmler. Yıldızlar.
Mûzî’ ecram: Parlak yıldızlar.
Na-mütenahi: f. Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz.
Şakku'l-kamer: Ayın iki parça olması mu'cizesi. (Kur'ân-ı Kerimin nass-ı kat'isi ile de sâbit olan ve mütevâtir olarak da bilinen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın parmağının işâreti ile ayın iki parçaya ayrıldığı hadisesi ki, büyük mu'cizelerindendir.)
SETTÂR: Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten cenâbı Hakk Teâlâ.
Mi'râc: Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam. * Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.
Setr-i avret: Başkalarına gösterilmesi haram olan yerleri örtmek. Şer'an örtülmesi lâzım gelen yerlerini örtmek.
Gulfe: Erkek cinsel orğanı zekerin sünnet edilecek derisi.

Resim

Namaz mü'minin mi'râcıdır:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Namaz mü’minin mi’racıdır” الصّلاة معْراج المؤمنين” buyurmuştur.
(Fahreddin er-Razi, et-Tefsîru’l-Kebîr, c: 1, s: 226, Sureden Çıkarılan Akli İncelikler bölümü; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, c: 10, s: 453, Tevbe suresi 74. ayetin tefsiri)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kul Rabbine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise secdede duayı çok yapın.” buyurmuştur.
(Ebû Hureyre radıyallâhu anh’dan; Müslim, Salât 215, (482); Ebû Dâvud, Salât 152.)

“beni örtün , beni örtün”:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme ilk vahiy sâdık rüya şeklinde gelmiştir. Gördüğü her rüya açıkça çıkıyordu.
Ondan sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Bu sebeple zaman zaman Hira Mağarasına gidip orada Hz. İbrahim aleyhi's-selâm’ın dini üzere ibadet etmeye başladı.
Yine ibadet için Hira Mağarasına gitmişti. Allah’ın emriyle Cebrâil aleyhi's-selâm geldi ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e: “Oku” dedi. Takati kesilinceye kadar onu sıktı. Sonra bırakıp tekrar “Oku” dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Ben okuma bilmem” deyince yine takatı kesilinceye kadar sıktı ve bıraktıktan sonra yine “Oku” diye seslendi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Ben okuma bilmem” deyince, Cebrâil aleyhi's-selâm onu bırakarak: “Yaratan Rabbının adıyla oku! O Allah ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Her halde oku! Senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten kerîmler Kerîmidir. İnsana bilmediğini öğretmiştir” dedi.
Bunun üzerine heyecanlanan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem eve giderek hanımı Hz. Hatice radiyallahu anha ANAmıza: “Beni örtün, beni örtün!” dedi.
Korkusu gidinceye kadar mübarek vücudunu sarıp örttüler.
(Müslim, iman; 73)

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
Resim---''Ikra’ bismi rabbikellezî halak: Yaratan Rabbin adıyla oku.(Alak 96/1)

خَلَقَ الْإِنسَانَ مِنْ عَلَقٍ
Resim---''Halakal insâne min alak: O insanı bir alakadan (embriyodan) yarattı.” (Alak 96/2)

اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ
Resim---''İkra’ ve rabbukel Ekrem: Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir;(Alak 96/3)

الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
Resim---''Ellezî alleme bil kalem: Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir.” (Alak 96/4)

عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ
Resim---''Alleme’l- insâne mâ lem ya’lem: İnsana bilmediğini öğretti.” (Alak 96/5)

Resim

Gecenin bir vaktinde kalk namaz kıl:

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا
Resim---''Ve minel leyli fe tehecced bihî nâfileten lek(leke), asâ en yeb’aseke rabbuke makâmen mahmûdâ: Gecenin bir kısmında kalk, sana aid nafile olarak onunla (Kur'an'la) namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır.(İsrâ 17/79)

Dua edin vereyim:

وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ
Resim---''Ve kâle rabbukumud’ûnî estecib lekum, innellezîne yestekbirûne an ibâdetî se yedhulûne cehenneme dâhırîn: Rabbiniz buyurdu ki: “- Bana dua edin, size karşılığını vereyim. Bana ibadet etmekten büyüklenib yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak cehenneme gireceklerdir.(Mü’min 40/60)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (SAĞLIĞA DAiR DÜŞÜNCE VE BUYRUKLAR)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimPEYGAMBERİMİZ sallallahu aleyhi ve sellem'in SAĞLIĞA dâir DÜŞÜNCE ve BUYRUKLARI

Hazret-i Resûl büyük bir hekimdi. Tıp sahasındaki buyruklannı anlamak için O'nun mübârek hayatlarını başından sonuna kadar tetkik etmek icâbeder.
1300 şu kadar sene evvel müjdelediği büyük din tetkik edildikte, bugünkü tababetin temeli olan cismânî ve ruhanî bir temizlik ortaya çıkar.
O devirdeki cehâlet neticesi insanlar ve cemiyet içerisindeki pislik hem gıdâî, hem cismânî ve hem de ruhanî idi.
Bu mülevves insan yığınları muhitinde emsalsiz bir cevher temizliği ile bütün cihana ilâhi bir ibret numunesi olarak Resûl-î Ekrem ortaya çıkıyor.
Beşerîyet, cehâlet ve pislik içinde kurumuş, odun yığınları gibi asırlarca kendilerini hem cismânî hem ruhanî girdap içinden kurtaracak, bir müncî beklediler.
Resûl-i Ekrem Hirâ dağından ilâhî bir şimşek gibi cehâlet ve dalâlet içinde bekleyen bu insan kitleleri içine inmiş ve beşerîyyet birden alevlenerek temizlik deryasına doğru akmağa başlamıştır.
Lâ ilâhe illallah” nidâsiyie Hazret-i Resûl kendilerini çevreleyen muhterem sahâbîlerine, sağlık kaidelerini, dînî şekilde tavsiye buyurmağa başlıyor...
Her şeyden evvel temizliği dînin esası olarak kabul ediyor ve temizliği mertebe mertebe
yükselterek ALLAH'ın sevgili kulu olmağa en büyük şart koşuyordu. Nihâyet temizlik îmandan bir rükün oluyordu.
Temizliğin îmandan olduğunu bütün beşerîyyete ilân eden Hazret-i Resûl, bu temizlikten büyük bir mânâ kastediyordu.
O zamanki dalâlet ve cehâlet içinde yüzen sıcak ve cehennemi muhit sakinlerinde pislik tasavvurun fevkinde idi.
Evler, elbiseler, vücudlar pis koku içinde ve vahşet hâlinde îdi.
Çekirgeden yılana kadar bütün hayvan etleri ve her türlü temizlikten uzak gıdalar mideleri doldurmakta idi.
Fahişelik itibârda idi. Kadınlar erkeklere tenasül azalarını teşhir edecek kadar fuhuş almış yürümüş, hırsızlık, şekavet ve nihâyet taş parçası olan putlara tapmak bir din hâlini almıştı.
Hazreti Peygamber'in istediği temizliğin çevrildiği noktalar bu pislik deryasına doğru idi.
Muhterem sahabilerinden ısrarla istediği şeyler şunlardır, Bunlar islâmiyet'e girme ve yükselme esaslarının başlangıcıdır:
1 - Yiyilecek ve içecek şeylerin temizliği,
2 - Muhit temizliği,
3 - Vücud temizliği,
4 - Ruh temizliği.
Bu esaslara bağlı olarak hayatlarını koruyanlar için uhrevi büyük mükafatların kendilerini bekleyeceğini haykırıyordu.
Asıl garibi ve ehemmiyetli olan cihet, söyledikleri mübârek tavsiyeleri çocukluk yaşından beri kendilerinin harfiyyen tatbik etmesidir.
Hazret-i Resûl'ün yüksek insaniyet ve şefkat hisleriyle dolu bir hazine olan mübârek kalbi, beşerîyyetin her türlü süfli felâketlerine cihanşümul bir hassasiyetle acımış ve onların düzelmesi için büyük ve emsalsiz gayretler göstermiştir.
Namütenâhîliğin boğulduğu derinliğin içinden gelen, dünya sakinlerine helâl yolları haykıran bir ses...
Bu ses, kâinatın geniş göğsünden fışkırmış bir volkan hâlinde İlâhî bir hayat külçesi gibi Arabistan Çöllerinde dünyâya ayak basıyor.. Zîrâ dünyâların Hâlık'ı Ona dünyâyı ve ruhları tutuşturmasını emredecektir...
Hazret-i Resûl-i Ekrem kemâl devrinde insanlığa ALLAH'ın emirlerini getirmek için gökten yere indirilmiş; bir insan ruhu hâlinde namütenahi geleceğe doğru fırlatılmış ilâhi bir ok gibi bütün insan kalblerine girecektir.
Maddî kıymetlerin ruhanî kıymetler yanında bir hiç olduğunu dünyâya isbat için indirilen bu ruh, evvelâ bedenin gizlediği ve kendisine mânâ verdirdiği ruh, ahlâk için, bedenin temizliğini, onu besleyen, yıkılmamasını temin eden gıdanın temizliğini, sonra ruhun temizliğini sağlayan kaideleri, ilâhî bir süzgeçten geçirdikten sonra ilâhî sesler hâlinde yayıyordu.
Ahlâk, adalet, doğruluk, merhamet, fazilet süzgeçlerinden ruhun geçmesini tavsiye ediyor ve bu merhâleleri teker teker kat'etmeğe uğraşan ferdin, nihâyet fertlerin topluluğu olan cemiyetin tasfiyesine giriyor, birlik, kardeşlik, yekdiğerine hürmet, hak tanıma ile cemiyeti ıslâh kaideleri koyuyordu.
Tasavvur ediniz ki, vahşet ve her türlü pislik diyarı Arabistan çölünü ruh mâmuresi hâline az bir zamanda ulaştırıyor. Bu sûretle maddî kıymetler temizleniyor ve ruhanî kıymetler yükseliyordu.
İslâmiyet teessüs etmiş, mukadder merhâlelerine doğru, azîz ve İlâhî ruhun mürşidliği altında ilerliyordu...
Bu yükselme şartları arasında bizim mevzu’muz sıhhî ve tıbbî bakımdan olanıdır.
Bu mevzu’ üzerinde büyük islâm mütefekkir ve hekimleri uğraşmışlar, birçok sıhhî kaideleri toplamışlardır ki bir mecelle hâline gelmiştir. İşte bunlara “Tıbb-ı Nebevi” ismini veriyorlar.
Kültürel öğüt ve tavsiyeler umûmî bakımdan beş kısım arzeder. Ve tetkik edilmeğe ve bugünün bunalmış ruhlarına haykırmağa değerin üstünde bir hak kazanır...
Bugün insanlığın birinci plânda ehemmiyet verdiği sağlık esaslarını en doğru, en ilâhî ve değişmez şekilde tavsiye buyuran büyük hekim Hazret-i Resûl-i Ekrem Efendimiz'dir ki; koyduğu kaideler bugün değil yarın bile değişmeyecek, kıyamete kadar sağlık düsturu olarak kalacaktır.
Bu sağlık kaide ve düsturları şu sûretle hulâsa edilebilir:
1. Sağlam bedenin devâmlı sağlam kalabilmesi için kaideler.
2. Ruhun sağlam ve kemâle ermesini sağlayan kaideler.
3. Hasta bedenin ve hasta ruhun tedavisi için usûl ve kaideler.
4. Beşerin hayâtı müddetince ferdi ve kitleyi olgun hâle getirecek hem maddî ve hem ruhî muvazeneyi temin için kaideler.
5. İslâm cemiyetinin ruhî ve maddî disiplinini temin yolundaki kaideler.

Resûl-i Ekrem insanoğlunu salâh yoluna davet ederken:
ALLAH'dan başka mabud yoktur. O, birdir. Bütün akıl yoran kâinatın HÂLİK’ı O'dur.
Beşerîyyeti vahşet devrinden bugünkü hâle getirmek için, HÂLİK’'in bir vasıta ile, ilham ile, beşer oğlunu derece-i tenevvüre getirmek gayesiyle birçok mürşidler ve Peygamberler gönderdiğine ve Hazret-i Resûl'ün son mürşid olduğuna, zîrâ beşerin derece-i idrâke vardığını kabul buyurarak O'nu Hâtemü'l-Enbiyâ olarak tâyin ettiğine, getirdiği Kitabın ALLAH kelâmı olduğuna inanacaksın, ondan sonra da sana kemâle ve salâha gidecek yolun anahtarı verilecek...
Kemâl devrine, bu kaideleri insiyakına geçirdikten sonra şuûruna geçirmeğe başladığın anda kavuşacaksın...
Temizlik libasiyle, doğruluk ayağıyle, adalet asâsiyle, ilim feneriyle, alın teri azığıyle vücud sahrasını katedeceksin...
İnsanı hüsrana götüren her türlü hülyalar ve kötü şeylerden vazgeçip; insan-ı kâmil olacaksın.
O zaman yaratıldığın toprak sana şunu fısıldayacak:
Ağlama ey insanoğlu! ALLAH seni benden yarattı, yine bana vereceğini va'detti. Borç, vermekle ödenir,
İşte o zaman bu yola namzet dünya sakinleri, arkandan: “Çok iyi insandı, temizdi. Nûr içinde yatsın!..” Temennisinde bulunacaklar...
Temizlik imandandır.” Düsturu, vücûdun sağlam kalmasını temin edip, her türlü kir ve pisliklerin vücud üstünde toplanmasına mâni teşkil etmektedir.
Suyun kâsesi bin altına olsa her gün yıkanın.” sözü temizliğin mutlaka lüzumlu olduğu ve bundan kaçınmanın imkân haricinde bulunduğunun ifâdesidir.
Bu mes’ele umûmî olmakla beraber biraz da ferdî kabiliyete bağlıdır. Fakat bedenin daha şümullü ve herkese râci olan temizliği abdest ve gusüldür.


ABDEST:

Vehleten temizlik gayesine matuf dînî bir hareket olarak görülür.
Böyle olmakla beraber temizliğe ruhun söz vermesinin bir “Taahhüd Senedi” mahiyetindedir.
O hâlde abdest, temizlik üzerine temizlik değildirbağbağbağ.
Su bulunmayan yerde toprak ile abdest, yâni teyemmüm yapılır. Toprak esasında maddî temizliği yapamaz.
O hâlde esas ruhî bir disiplinin insan benliğinde teyemmüm esasına dayanmaktadır..


Resim

Tababet : Hekimlik. Doktorluk.
Mülevves : Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış. * Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan. * Tazelenmek için suda ıslatılmış şey. * Karışık, intizamsız.
Muncî : İncâ eden. Kurtaran, necat veren. Resul-i Ekremin (A.S.M.) insanların azabtan kurtulmasına ve dünyâ ve âhiret saadetlerine sebeb olmasından mübarek isimlerinden birisi de münci olmuştur.
Kitle : Kütle. Yığın. Küme. * Mâden, taş gibi şeylerden toplu şey.
Ma’mure : İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba.
İnsiyak : Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek.
Derece-yi tenevvür : Parlama, ışıldama. * Bir şey hakkında bilgi sahibi olma. * Münir ve münevver olmak. Aydın olmak. Nurlanmak derecesi.
Vehleten : yanlış anlamadan dolayı.


Resim

Temizlik imandandır:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Temizlik imandandır" buyurmuştur.
(Müslim, taharet 1; Darimi, Vudu 2; Müsned, 5/342,344; Acluni, keşfu'l- hafa, 291)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (TAAHHÜD ŞUDUR)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimTAAHHÜD ŞUDUR:

“Yâ İlâhî! Huzuruna çıkmak, secdeye kapanmak, Sana şükretmek arzusundayım, irâdem dâhilinde bulunan bütün muzır ve günah diye emir buyurduğun şeylerden kendimi tutacağıma söz veriyorum!
Elimde olmayanlardan beni muhafaza et de şükrümü tamamıyle yapmış olayım!”


O hâlde bu hareketle ruhu bir müddet için bir taahhüde alıyoruz.
Yellenme ile abdestin bozulması, iraden dâhilinde bulunan muzır şeylerden, kendini tutacağına dair, verdiğin niyet ve sözün, bozulmasındandır.
Taahhüd bozulunca tekrar taahhüdü yerine getirmek için abdest almak lâzımdır.
Burada psikoloji üzerinde ruhî bir muhasebeyi insanlarda tesis etmek ve bu sûretle ruhî temizliğe doğru yürümek yolunda ruhî ve harekî bir insiyak temin edilmektedir.
Bunun için sağlık bakımından faydalı olan hususat insiyaka geçtikçe vücud o iyi ve faydalı iş için disipline girmiş, demektir.
Ruhî ve harekî insiyak teşekkül edince vücud bir intizam içinde işler.

Gusl, Gusul;
İşlenen büyük bir zevkin karşısında, ruhî ve aklî unutkanlığı, tekrar, normal olarak, âdeta uykuda olan ruhu, uyanmağa davet mahiyetindedir.
Gusül, ruhî ve uzvî bir harekettir. Zîrâ meni ve pislik tıbbî bakımdan mukayese edilecek olursa, pisliğin meniden daha mülevves ve mikroplu olduğu ortaya çıkar.
O hâlde def-i hacetten sonra gusül icâbetmeyip meni geldikte icâbetmesi, pislik mefhumu bakımından değildir.
Meni geldikçe şahıs iradesini kaybediyor, bu anda her şeyi unutuyor.
Bu vücud makinası doludizgin en yüksek tevettür hâlindedir.
Gusül vücudun bir tövbesi, ruhî âletin istikrar muhasebesi mahiyetini almış oluyor ve bu suretle psikolojik muvazeneyi temin ediyor.

Taharet;
Büyük ve küçük abdestten sonra su ile temizlenmek esasına dayanmaktadır.
Su ile yapılan, taharet “anüs”, yâni “ferç”'te toplanan pislik parçalarının giderilmesi esasıdır.
Tibbî istatistiklere nazaran ferç kanserleri ve çatlakları taharet yapanlarda görülmüyor.
Zira mevad-ı gaita kuruduğu zaman deri gerginleşiyor, çatlak husule geliyor ve yaraların tekevvününü mucib oluyor.
Bilâhare bir tahriş, nüvesi olan bu yerde habis urlar teşekkül ediyor.
Tırnakların haftada bir defa kesilmesi, dişlerin misvak ile yıkanması, tenasül yerlerindeki kılların muayyen zamanlarda tıraş, edilmesi, saçların taranıp îcâbederse kestirilmesi, vücud sağlığını tehdit edecek her türlü mikropların vücudda temerküzüne mani olmak için tavsiye edilen sıhhî kaidelerin birinci şartlarıdır.
Bu küçük gibi görünen fakat 1300 sene evvel konmuş kaidelerin doğurduğu esaslara riâyet eden İslam ordularının, tarihimizdeki büyük hakanların, cihangirlerin binlerce askeri seferleri tetkik edilecek olursa hiçbirinde sarî bir hastalık çıkmadığı görülür.
Ehl-i salib orduları yüz sene zarfında o kadar sefer yapmıştır.
Hepsinde sâri hastalık çıktığı târihen sabittir.
Bu kaidelerin dînî mahiyet alışı türlü ihmalkârlığı ortadan kaldırmıştır. İslâm Dinindeki temizliğin maddî kısmı insan vücûdunu evvelâ kesin olarak bir disiplin altına sokuyor (alıyor), disipline alışan vücud bu kaideleri insiyakına naklediyor ki bir zaman, düşünmeden, bu sıhhi kaideleri tatbik ediyor.
Bu kaidelerin dînî sekil alışı, câhili de, münevveri de aynı insiyakı kullanmağa alıştırıyor, câhil aslını bilmeden temizleniyor, münevver, pisliğin tevlid edeceği beden için fenalıkları idrâk ederekten...
Münevver bir dindar, misvakı dişlerini temiz tutmak için kullanıyor.
Câhili, Hazret-i Resûl'ün sünnetidir, diye kullanıyor.
Hazret-i Resûl'ün tavsiye buyurduğu kaideler, vücud temizliğinde anlayış farkı yarattığı gibi, vücudu bilaistisna demokratik sıhhî bir disiplin altına alıyor.
Hazret-i Resûl'ün bu çok güzel tavsiyesine misâl olarak küçük bir müşahedemden bahsedeceğim:
Bir târihte seyahat ediyordum, küçük bir kasabada bir handa kalmak mecburiyeti hâsıl oldu, kaldığım odada hoca kılıklı ve câhil bir arkadaş yatıyordu.
Kasaba adetâ köy gibi bir yerdi, uyuyamadım.
Gece yarısını geçmişti, hoca yatağından uyandı, odada yanan küçük gaz lâmbası hocayı farketmeme müsaade ediyordu, masanın üzerinde duran su testisini aldı, avucuna biraz su döktü, sonra ellerini oda içerisinde yıkadı, sonra da bardağa su dökerek içti ve tekrar yattı...
Bu adamcağızın elini yıkaması, sonra da bardakla su içmesi belki tuhaf gibi geliyorsa da hoca bunu gayriihtiyârî yapmıştı.
Zîrâ bu dindar, temiz, fakat câhil adam Hazret-i Resûlün şu tavsiyesini insiyakına sindirmiş mübârek bir zât idi:
Uykudan uyandığınız zaman ellerinizi yıkamadan bir yere sürmeyiniz...” (Hadîs) tavsiyesini insiyaki olarak tatbik ediyordu.
Zîrâ uykuda haberi olmadan insan bir tarafını kaşıyabilir, ellerin ve tırnakların bu hâliyle bir yere sürülmemesi esasına müstenid bu mübârek tavsiyede, gâyet ince ve büyük bir temizlik prensibi gizlidir.
Bir insan yüzünde toplanmış olan güzellik yalnız fizikî güzellik değildir.
O yüzde, iyilik ve ilim parlaklığının ve ruhanî şeffafiyetin ifâdeleri de vardır.
Bunları, dünyayı tetkik ettiğimiz melekelerimizle değil, inanma denilen meleke ile idrâk eder ve görürüz.
Bu meleke ile insan görünmeyen mevcudatın delillerini keşfedebilir.
Bu kudretin açıkladığı manzara hududsuzdur, işte insana tekâmül merhâlesi yaptıran, olgunlaşmak imkânları sağlayan bu melekesidir.
Ruhun kemâle ermesi, ne yalnız çırılçıplak, kuru, objektif tabiat bilgileriyle ne de riyâzî ilimlerle temin edilemez.
Bütün kâinat bir fizikçinin kafasından çok daha geniştir.
Ve orada bu kafaya sığmayan sayısız buutlar, sayısız ihtizazlar mevcuddur.
Biz bu üç buutlu âleminin kesif maddelerinden yapılmış dimağ hücreleriyle duymaktan
ve düşünmekten kendimizi kurtarmadıkça etrafımızdaki kaba tezahürleri tesbit ederek ruhanî âlemlerin tezahürlerini ne anlayabiliriz, ne de bunlar hakkında bir fikir edinebiliriz, öyle bir had gelir ki maddî idrâk durur, bundan ötesini ya inkâr eder veya maddeye gayri maddîlik ismini yapıştırırız.
Gözlerimizin görebileceği, hâdiselerin arkasında, ne gibi hâdiselerin cereyan ettiği, ancak, vakitlerini fedâ ederek bu işe verenlere müyesser olur.
Şuûr dediğimiz zaman, ruhun kendi içindeki umûmi bilgisi hatıra gelir.
Ruh, kendi varlığındaki umûmî bilgi ile müessiriyet kudretini haiz bir nûr-ı ilâhîdir.
Ruhun, maddî kâinatta, cesede girerek bulunması, ebedî varlığına intikâl için, bir merhâle geçirmesi demektir.
Ölümden evvel, insanın bir varlığı mevcuddur ki, biz maddî hasselerimizle insanın bu varlığını tanırız, ölümden sonra, bu varlık kaybolur ve bu sûretle bir insanı ebediyyen kaybettiğimizi zannederiz.
Ölüm bir zarurettir.
Bu zarureti anlamak, insanda tekâmül ihtiyacı ve maddî kâinattaki varlığının zaruretini anlayıp, kabul etmekle mümkün olur.
Ölümün eşiğinde bulunan insanda, ölümle hayat arasında şiddetli bir mücâdele vardır.
Fakat dikkatli bir müşahid bu tabloyu seyrederken görür ki, burada dağılmak veya başka maddî bir şekle inkılâbetmek istemeyen fizikoşimik bir varlığın değil, fizikoşimik varlığını bırakmak istemeyen ve meçhul bir diyara doğru sürüklenip gitmekten endişe duyan başka bir varlığın karşısında bulunmaktadır.
Hele o mücâdelenin, hayâtını fena kullanmış veya insanî fikirlerle beslenmemiş kimselerde daha şiddetli olması o şâhidin dikkat nazarını çeker.
Bu şunu ifâde eder ki, ruhun cesede girmesi, dünyâda bir şeyler öğrenmesi içindir.
Doktor olmam bu hâdiseyi çok defalar müşahede edip tetkik etmeme müsaade verdiğinden bunu kendi müsbet bir kanaatim olarak söylüyorum.
Dünyâda iyilik ve insanlık kelimeleriyle ifâde edilen ve kemâle doğru giden yollardan geçmemiş kimselerde, ölüm ânında şiddetli ve çetin olan bu mücâdele, kemâle susamış ruhun cesedi bırakmak istemeyişinin ifâdesidir.
Zîrâ ruh dünyada îcâbeden ruhanî terbiye ve malûmatı almamıştır.
Kemâle ermişlerin ölümlerinde büyük bir huzur ve rahatlık göze çarpmaktadır.
Can çekişenlerin ve etrafındakilerin, ölüme mâni olmak için, gösterdikleri bütün gayretler, boştur.
Ne doktorun ilâçları, ne hasta yanındakilerin kuru tesellileri ve ne de bizzât hastanın ölmemek için yaptığı mücâdeleleri, faide vermez.
Bütün gafilce ve câhilce mukavemetleri ölüm, sonunda muhakkak kıracaktır.
Nihâyet hastanın şuûru bulanmağa başlar.
Bir uyuşukluk, hattâ tatlı bir istirahat hâli teessüs eder.
Bütün ağrılar diner, ızdırablar durur, hasta bütün hayâtı müddetince geçirdiği ölüm korkusunun beyhudeliğini kendisine haber veren bu ilk alâmetlerin ekseriya henüz mânâsını anlayamaz, fakat artık mücâdele kalmamıştır.
Yalnız cesedde görülen şey, ruhun ondan kurtulmak için, yapmakta olduğu sarsıntılardır.
Yalnız maddelere mahsus olan bedenin âtıl hâli bir anda teessüs eder, insan mânâsız bir hâl alır.
Yüzde toplanmış olan ruhanî şeffafiyetin güzelliği kaybolur.
Fizikî güzellik mânâsız, adetâ korkunç bir hâle inkılâb eder.
Böylece bir taraftan hasta hakikî hayâtına girerken, diğer taraftan, etrafındakiler, hâlâ işin farkında olmadan, onu ölümün pençesinden kurtaramadıklarına üzülürler.
Eğer onların bu arzusu tahakkuk etse ve hastanın fikrini sorabilseler, hasta çok defa bu isteği şiddetle reddedecek ve yoluna mâni olmamalarını onlardan isteyecektir.
Bu, hastanın maddî kısımdan biran evvel kurtulmak arzusudûr.
Bütün şiddetli gayretlerine rağmen bedenîn kuvvetli bağlarını müşkilâtla koparan ruhun bedende tezahür eden çarpışmaları da ekseriya dışardakiler tarafından yanlış, tefsirlere uğrar.
Pek az kimse bunun, kurtuluş yolunda sarf edilmekte olan, ulvî bir cehd olduğunu anlayabilir.
Arasıra işitilen çeşitli sızıltılar, cesedde görülen silkinmeler ruhun, serbestlenmek için gösterdiği gayretlerin, dünyamızdaki son maddî tezahürleridir.
Ruh hemen hemen bedeni bırakmış gibidir.
Hayat sahibi bir yüzün mütemadiyen değişen ifâdeleri artık bu cesedde kalmamıştır.
Yalnız son bir tek ifâde orada sabit olarak yerleşir ki o da, ruhun cesedde tecellî eden son duygularına ait bazan korkunç bir ızdırabın başında derin ve ulvî bir huzurun ifâdesidir.
Hayâtı manevî huzurla geçen kimselerde, Kasas sûresindeki;
“Maddî kıymetler ruhanî kıymetlerin yanında bir hiç...” olduğu ifâdesi şahsî olarak anlaşılır.
Dünyada bulunmamız birçok maddî icâblardan doğma hâllerden geçmemizi intâc eder.
İşte ölüme varıncaya kadar kemâle ermenin mânâsı budur.
Bu hududa varmak için lüzumlu kaideler islâmiyet'in en büyük emirleri arasındadır. Bu kaideleri teker teker teşrih edelim..

Resim

Muzır : (Muzırra) Ziyân veren, zararlı, zarara sokan.
Hususat : (Husus. C.) Hususlar, bakımlar, işler. Tarzlar, şekiller.
Mes'eleler. Maddeler.
Meni : Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma.
Tevettür : Gerginleşme, gerilme.
Anüs : Sindirim sistemi boşaltım ucu. Dübür.
Ferç : Yarık, çatlak. Korkulacak yer. * Ud yeri. Dişi tenasül âleti.
Habis : Kötü,alçak, soysuz.
Mevad-ı gaita : Dışkı maddesi.
Misvak : Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. MuhaMMed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça.
Tenasül : Türemek. Nesil yetiştirmek. Üremek. Birbirinden doğup türemek.
Temerküz : Merkez tutma, merkezleşme. Bir merkezde toplanma. * Yığılma. Birikme.
Ehl-i Salib : Haçlı ehli.
İnsiyak : Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek.
Müstenid : Dayanma. Güvenme. * Sened veya delil söylemek, göstermek.
Buut : Boyut.
Müessir : Te'sir eden. İz bırakan. Te'sirli. Dokunaklı. * Hükmünü yürüten. * Eserin sahibi.
Teessüs : Temelleşmek. Yerleşmek. Kurulmak. Teşekkül.
Âtıl : (Âtıla) İşlemez. Boş. Tenbel. * Bozulmuş.
Tekevvün : (C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak.
Tevlid : Çocuğu doğarken almak. Doğurmak. Doğurtmak. * Mc: Sebep olmak, vücuda getirmek. * Beslemek. Terbiye etmek.
İntâc eder : neticelendirir.
Teşrih : açıklama, izah.
Fizikoşimik: Fiziksel ve kimyasal yapı birliği olan.


Resim

Uykudan uyandığınız zaman ellerinizi yıkamadan bir yere sürmeyiniz:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Uykudan uyanınca, sizden hiç kimse, üç sefer yıkamadıkça ellerini kaba banmasın. Çünkü o, ellerinin geceyi (vücudunun neresinde geçirdiğini bilemez.” buyurmuştur.
(Ebu Hüreyre radıyallahu anh’dan; Buharî, Vudü 26; Müslim, Taharet 87, (278); Muvatta, Taharet 9, (1, 21); Ebu Davud, Tharet 49, (103, 104, 105); Tirmizi, Taharet 19, (24); Nesai, Taharet 1, (1, 6, 7)

Resim

Hayâtı manevî huzurla geçen kimselerde, Kasas sûresindeki;
“Maddî kıymetler ruhanî kıymetlerin yanında bir hiç...” olduğu ifâdesi şahsî olarak anlaşılır.:

إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِن قَوْمِ مُوسَى فَبَغَى عَلَيْهِمْ وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ إِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لَا تَفْرَحْ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِحِينَ
Resim---İnne kârûne kâne min kavmi mûsâ, fe begâ aleyhim, ve âteynâhu minel kunûzi mâ inne mefâtihahu le tenûu bil usbeti ulil kuvveh(kuvveti), iz kâle lehu kavmuhu lâ tefrah innallâhe lâ yuhıbbul ferihîn: Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: "Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez." (Kasas 28/76)

وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللَّهُ الدَّارَ الْآخِرَةَ وَلَا تَنسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِي الْأَرْضِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ
Resim---Vebtegı fîmâ âtâkellâhud dârel âhırete ve lâ tense nasîbekemined dunyâ ve ahsin kemâ ahsenallâhu ileyke ve lâ tebgıl fesâde fîl ard(ardı), innallâhe lâ yuhıbbul mufsidîn: "Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." (Kasas 28/77)

قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ عِندِي أَوَلَمْ يَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ قَدْ أَهْلَكَ مِن قَبْلِهِ مِنَ القُرُونِ مَنْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَأَكْثَرُ جَمْعًا وَلَا يُسْأَلُ عَن ذُنُوبِهِمُ الْمُجْرِمُونَ
Resim---Kâle innemâ ûtîtuhu alâ ilmin indî, e ve lem ya’lem ennellâhe kad ehleke min kablihî minel kurûni men huve eşeddu minhu kuvveten ve ekseru cem’â(cem’an), ve lâ yus’elu an zunûbihimul mucrimûn: Dedi ki: "Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu günahkarlardan kendi günahları sorulmaz.(Kasas 28/78)

فَخَرَجَ عَلَى قَوْمِهِ فِي زِينَتِهِ قَالَ الَّذِينَ يُرِيدُونَ الْحَيَاةَ الدُّنيَا يَا لَيْتَ لَنَا مِثْلَ مَا أُوتِيَ قَارُونُ إِنَّهُ لَذُو حَظٍّ عَظِيمٍ
Resim---Fe harece alâ kavmihî fî zînetih(zînetihî), kâlellezîne yurîdûnel hayâted dunyâ yâ leyte lenâ misle mâ ûtiye kârûnu innehu le zû hazzın azîm: Böylelikle kendi ihtişamlı süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: "Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler.(Kasas 28/79)

وَقَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَيْلَكُمْ ثَوَابُ اللَّهِ خَيْرٌ لِّمَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا وَلَا يُلَقَّاهَا إِلَّا الصَّابِرُونَ
Resim---Ve kâlellezîne ûtûl ilme veylekum sevâbullâhi hayrun li men âmene ve amile sâlihâ(sâlihan) ve lâ yulekkâhâ illes sâbirûn: Kendilerine ilim verilenler ise: "Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı, iman eden ve salih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz" dediler.” (Kasas 28/80)

فَخَسَفْنَا بِهِ وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِن فِئَةٍ يَنصُرُونَهُ مِن دُونِ اللَّهِ وَمَا كَانَ مِنَ المُنتَصِرِينَ
Resim--- Fe hasefnâ bihî ve bidârihil arda fe mâ kâne lehu min fietin yensurûnehu min dûnillâhi ve mâ kâne minel muntasırîn: Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi.(Kasas 28/81)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (ORUÇ)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


ResimORUÇ

İslamların en büyük ibâdetlerinden biridir ki, hiçbir veçhile içine riyâ giremez.
Bu ibâdetledir ki, insan ruhu, maddî bağlarından muayyen bir müddet için ayrılarak manevî bir inşirah ve istirahate çekilir.
Hazret-i Resûl'e vahyolunan Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiğine göre oruç, ALLAH'ın, kendisine inanan ve tapanlara bir emr-i mübârekidir.
Gün doğmadan başlayan, güneş batıncaya kadar her türlü yeme ve içmeden, telezzüz-ü şehvanîden kendisini kendi kendine men'eden oruçlu bir insanın salâbet-i ruhîye ve rûhâniyesi önünde hiçbir mantık eğilmeden kendisini geri alamaz.
Orucun maddî bakımdan vücût makinasına yaptığı büyük tesiri kısaca mütalâa edersek; yiyeceksiz kalış, ilk önce açlık duygusunu uyandırır, bazan sinir bozukluğu ve nihâyet yorgunluk hissini ortaya atar.
Daha çoğu ruhî ve daha azı maddî gibi görünen bu rahatsızlıklar vücud makinasında ehemmiyetli olan birtakım gizli vücud çalışma hâdiselerini tahrik eder.
Karaciğerdeki şekerler, deri altındaki tabakalar ve adeledeki yağlar, beze ve karaciğer hücrelerinde protein'ler harekete geçerler.
Bütün uzuvlar, maddelerini, iç muhitin ve kalbin tamamiyetini muhafaza için, fedâ ederler.
Bu sûretle bir sene durmadan ve dinlenmeden çalışan insan makinası, nesiçlerini temizler ve değiştirir.
Bu değişme bir senelik yorulan ve kendisinde kimyevî birtakım maddeleri biriktiren uzviyetin insan ruhiyatı ve arzularına bağlı bâzı itiyat ve isteklerini değiştirir; yerine daha taze, daha canlı, ruh ve madde çalışma sistemini husule getirir.
Hastalıklarda, hekimlerin tavsiye ettiği istirahat, hasta uzviyetinin normal vaziyetini alması için vücudun hücrelerine yeniden bir hız vermekten başka bir gayeye matuf değildir.
İnsanın farkına varmadığı uzviyetinin hücre ve nesiçlerinin bir senelik yorgunluğu, ancak oruç ile, temizlenmek ve kuvvet bulmak imkânına sahibolur. Günün erken saatlerinden başlayarak, 12-14 saat aç duran bir uzviyetin maddî çırpınışı ile onun taşıdığı ruhun bir rahatlık deryası içinde çalkanışını, bu uzun saatlerin sona ereceği dakikalarda, duymak ve ondan ruhanî bir zevk hissesi koparmak itiyad-ı diniyesine mâlik insanlara, ne mutlu!

12-14 saatlik bu alışkanlığın verdiği ruhanî zevk târif çerçevesine ve tavsife sığmaz...
Ruh adetâ cesede küçük bir isteme kabiliyeti bağı bırakarak namütenahi kâinatın ihtizazları içine karışıyor...
Fakat bu ihtizazlar ancak kâmil, bilgi ve ilim peşinde koşup onun verdiği büyük kuvvetle yoğrulmuş kafa taşıyan müslüman insanlarda kendisini hissettirir...
O hâlde oruç; insan ruhunun uzviyetine bir hız veren taahhüdüdür.
Kur'ân-ı Kerim'e göre:
İlâhî ve beşerî her taahhüd mukaddestir.”
O hâlde hakikî oruçlu olan insan, mukaddes uzvî ve ruhî bir durum almış olacaktır.
Buraya kadar fertler topluluğunun emr-i ilâhî olarak yapmaları istenen büyük sıhhî ve ruhî kaideler teşrih edildi.
Bu umûmî kaideler içinde fertlerin teker teker yükselme isti’dad ve arzusunu taşıyanlara ait öğütleri bulup çıkaracağız.
Hicret vuku’a gelmeden evvel Medine'de fevkalade çok sıtmalı.
Senede yüzlerce kişi sıtmadan ölür ve ızdırab çekerdi.
Resûl-i Ekrem Medine'yi teşriflerinde Medine'nin etrafını çok bataklık görmüş ve sıtmanın bu sulak ve pis yerden geldiğini söyleyerek bu işe önayak olarak bir defasında 30 bin hurma fidanı diktirmiştir.
Ve bataklıkları kurutmuştur.
Ebu'l-Berekât'ın bitabında yazılıdır:
“Bir yerde hastalık çıktığı zaman o yerde bulamıyorsanız başka tarafa gitmeyiniz, başka yerde hastalık vana o tarafa da seyahat etmeyiniz!” buyurarak ilk karantina usûlünü vaz'eden Cenâb-ı Peygamber'dir.
Bütün hastalıklarda himye, yâni perhizi musirrane tavsiye eden bütün devâların başı budur, diyen Ulu Peygamber'dir.
ALLAH'ın takdir buyurmuş olduğu ömrü rahat yasamak, huzur içinde geçirmek, rızâ-i ilâhîyi kazanmak için: “şunlara kat'iyyen riâyet ediniz!” buyuruyor:
1 - Daima taze yemeklerden yiyiniz!
2 - Çok sıcak ve çok soğuk yemeyiniz!
3 - Çok çiğneyiniz, yavaş yemek yiyiniz!
4 - Yemeğe oturmadan ellerinizi yıkayınız!
5 - Daima yemekten iştihah olarak kalkınız, çok yemeyiniz!
6 - Yemeklerde çok su içmeyiniz!
7 - Kışın daha ziyâde yağlı yemekler, yazın serin yiyecekler ve sebze yiyiniz!
8 - Yemeklerinizde hurmayı eksik etmeyiniz!
9 - Üzüm, hurma, zeytin ALLAH'a şükretmek için size afiyet ve kuvvet verir.
10 - Yorulduğunuz zaman tatlı yiyiniz!
11 - Kırık, çatlak kâselerde yemek yemeyiniz, su içmeyiniz!
12 - Yemeklerde daima neşeli olunuz! Yalnız yemek yemeyiniz!
13 - Yemekten sonra daima dua ederek şükrediniz!
14 - Ayda bir gün muhakkak oruç tutunuz, vücudunuz dinlensin.
15 - Bal yiyiniz, bin derde devâdır.

Bu tavsiyeler binlercedir. Okuyucularıma bu tavsiyeler gâyet basit gelecektir. Fakat 1300 sene evveline bir seyahat ederlerse akıl durduran bir hâdise ile muhakkak karşılaşacaklarını anlayacaklardır.
Bunlardan hiçbiri bugün değişmemiştir. Değişemez ve değiştirilemez de...
Bu kadroya giren her hâdise büyük, cihanşümul ve ilâhî olur..
Son senelerin keşifleri dünya tıbbini değiştirmiş, yeni bir devre sokmuştur.


Resim

Telezzüz-ü şehvanî : Şehvet lezzetleri.
İnşirah : Ferahlanmak, mesrur olmak.
Salâbet : Metanet, katılık, sulbiyet. * Peklik, dayanma. Sağlamlık. Mukaddesatı korumak
hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik)
Nesic : (C: Nüsüc) (Nesc. den) Dokular.
İtiyad : (İtiyat) Alışkanlık. Huy. Âdet. Âdet edinmek.
İhtizaz: Titreşim.
Teşrih: Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak. * Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek.
İsti’dad: Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.

Resim

Bir yerde hastalık çıktığı zaman o yerde bulamıyorsanız başka tarafa gitmeyiniz, başka yerde hastalık vana o tarafa da seyahat etmeyiniz:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Bir yerde veba çıktığını duyarsanız oraya girmeyiniz, bulunduğunuz yerde veba çıkmışsa oradan ayrılmayınız." Buyurdu.
(Üsâme radıyallahu anh’dan; Buhârî, Tıbb 30, Enbiya 50, Hiyel 13; Müslim, Selâm 92, (2218); Muvatta, Câmi 23, (2, 896); Tirmizî, Cenâiz 66, (1065)

Resim---Âişe radıyallahu anhâ: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e tâundan sual edilmişti. Şu cevabı verdi: "O, sizden öncekilere Allah'ın gönderdiği bir azabtı. (Şimdi) Allah onu mü'minlere bir rahmet kıldı. Tâun çıkan memlekette bulunan bir kul, kendisine Allah'ın takdir ettiği şeyin ulaşacağını bilip, sevap umuduyla sabredip orada kalır ve dışarı çıkmazsa, mutlaka ona şehid sevabının bir misli verilir."
(Buhârî, Tıbb 31, Enbiya 50, Kader 15)

Resim

oruç, ALLAH'ın, kendisine inanan ve tapanlara bir emr-i mübârekidir:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Resim---''Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumus sıyâmu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn: Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.(Bakara 2/183)

“İlâhî ve beşerî her taahhüd mukaddestir.”:

وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُواْ بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُولاً
Resim---''Ve lâ takrebû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddeh(eşuddehu), ve evfû bil ahd(ahdi), innel ahde kâne mes’ûlâ: Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (İsrâ 17/34)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (PENİSİLİN)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimPENİSİLİN...

160 Hicrî senesinde ölen ve 500 kadar telif eseri olan Tavaslı Musa ibn-i Ebû Hayyan'ın “El-Hâlis” isimli kitabında, göz hastalıklarında, boğaz anjinlerinde Resûlullâh'ın şu tavsiyesi yazılıdır:
“Mantarları alınız, rutubetli karanlık bir yerde üç gün muhafaza ediniz, üstünde küf hâsıl olur. Demir bir şiş alınız, kızdırınız! Soğuduktan sonra üç defa bu küfe sürünüz, göze sürme çeker gibi sürünüz, bu küfü boğaza talâ ediniz!”
Çeyrek asır evvel buna hurafe, saçma ismini veriyorlardı, bugün; küf, mantar, penisilin, son asrın mu’cizesi...
1300 küsur sene evvel Yüce Peygamber penisilini biliyormuş... Buna tesadüf demeyiniz.
İslâmiyet, namazı, orucu, beş vakitte abdest alınmak sûretiyle temizliği esas almak itibariyle, hiç şüphesiz ki bir hıfzısıhha dinidir.
Tam mânâsiyle dînî emirleri îfâ eden bir müslüman yine hiç şüphesiz ki tam sıhhatli bir insan sayılabilir.
Fakat mes’eleyi bir de ilmî ve fenni bakımdan tetkik edersek, o zaman Resûl-i Ekrem'in ilmî hazakati tebarüz eder ki maksadım bunu îzah etmektir.
Muhtelif hastalıklarda tavsiye buyurduktan bazı hususatı kısaca anlatalım:

Yarım baş ağrısı:
Bizzât kendi mübârek başlarına arasıra yarım baş ağrısı gelirdi. Mübârek başlarını sıkı bağlardı.
Bir defa da bağının tam ortasına bir defaya mahsus olmak üzere hacamat yapıştırmışlardır. Diğer etraf ağrılarına derhâl kına koyarlardı.

Göz ağrısı:
Göz ağrılarında daima bol hurma yenmesini tavsiye ederlerdi.
Bir de sıcak gecelerde Arabistan'da yapraklar manzarasında semâdan yağan kudret helvası vardır.
Bu maddeyi sulandırarak göze damlatırlardı.
Bundan başka mantar suyu kullanırlardı ki, bunun penisilin olduğunu evvelce arzetmiştik...

Boğaz ağrıları:
Udu-Hindi denilen bir nebatı ateşte yakar, dumanını nefes ettirirlerdi.
Bugünkü tababetin inhâlâsyon yaptırmasının aynıdır.
Aynı zamanda bu madde çok kuvvetli bir antiseptiktir.
Resûl-i Ekrem bunu döverek toz yapar, yaraların üzerine hafif temas ettirirdi.

Karın ağrıları:
Daima bal şerbeti kullanırlardı,

Kabız için:
Bunun için “Sınâ” denilen bir nebatı kullanırlardı.
Bu nebat için şöyle buyururlardı:
“Eğer ölüme bir derman bulunsaydı o da sına olurdu.”

Zâtülcenb:
Bu illete udu hindi kullanılmalıdır.
Bu kökte yedi türlü derde devâ vardır: “Alayküm bi’l-hâzer-ûdu’l-Hindî.
Bir de bu hastalığa kis-lû’l-bahri denilen bir ot tavsiye ederdi.
Bu ota zeytinyağı ilâve ederek kullanırlardı.
Bu nebatta su çekmek hassası çoktur ve bol idrar verir.
Sulu zâtülcempte ne kadar ehemmiyetli olduğu ortaya çıkar.

Siroz:
Batında su toplanması.
Bunun çok tehlikeli bir hastalık olduğunu buyururlardı.
Henüz yeni sağılan deve sütünün içilmesini tavsiye ederlerdi.
Bu süt derhâl ishâle sebebiyet veriyor, bu sûretle biraz hafiflik vermiş oluyordu.

Mide Hastalıkları ve Üşümesi:
12 dirhem bal, 2 dirhem çörek otu, 2 dirhem anason, 6 dirhem limon kabuğu, 1 dirhem karanfil, Bir miktar limon kabuğu, Bir miktar sirke, ateşte iyice hâllolunacak ve bir kahve kaşığı alınacaktır.
Şahsen bunu kullanırım, sıhhat verici bir tesiri olduğunu müşahede ettim.

Eş-şifâ fi selase” hadis-i şerifinde, üç yerde şifâ vardır, buyuruyorlar:
1 - Hacamat
2 - Bal
3 - Key gibi…
Fakat ben kendimi key yapmaktan menederim.

Taun, Veba:
“Şâyet, siz bir yerde bu hastalık olduğunu işitirseniz, sakın oraya gitmeyiniz.
Ve şâyet içinizde zuhur ederse bulunduğunuz yerden çıkmayınız.”

Bu mübârek tavsiyeleriyle hastalığın sârî olduğunu keşfetmişlerdir.
Bu sûretle ilk karantina usulünü Kur’ân Resûl-î Ekrem'dir.

Ateşli hastalıklarda:
Soğuk su ile vücudu ıslatırdı.

Zehirlenmelerde:
Derhâl mideyi boşaltmak için kustururlar ve omuzların araşma üç adet hacamat yaparlardı.

Akrep sokmasında:
Tuzlu su içine, sokulan yeri sokarlardı.

Verem:
Zaif, öksürüklü, balgam çıkaran hastaları Medine'den dışarı çıkarır, dağda çobanlarla beraber bırakırlardı, bol bol süt içmelerini tavsiye ederlerdi.
Bu hasta gençler az zaman sonra Medine'ye gürbüz bir hâlde dönerlerdi.
Mikrop ve lâboratuvarın tamamiyle meçhul olduğu o karanlık câhiliyet devrinde
Resûl-i Ekrem'in bu hastalık hakkında koyduğu teşhis ve tedavi son derece câlib-i dikkattir.
Bugünkü veremlilerin sanatoryum tedavisi aynıdır.

Cüzzam:
Bu tehlikeli korkunç hastalık için:
“Cüzzamlılardan kaçınız, arslandan kaçar gibi kaçınız.” buyurmuşlardır.
Taunlu, veremlilerin derhâl halktan tecrid edilmesini tavsiye buyuran Resûl-i Ekrem karantina usulünü keşfetmiş bulunuyor.
Bu hastalıkların mikrobu ancak içinde bulunduğumuz asırda keşfedilmiştir.
Karantina da bu asırda kıymet ve ehemmiyet kesbetmiştir.
Bu itibarla Resûlullah'ın tıb ilmindeki bilgisi, keşifleri ve tavsiyeleri O'nun yüksek ilâhî dehasının ve insaniyete yapmış olduğu hizmetlerin en büyük bürhanıdır.

Perhiz iki kısımdır:
1 - Hastalık tevlid edecek yiyeceklerden kaçınmak,
2 - Herhangi bir hastalığa tutuldukta o hastalığı artıracak şeyler yemekten kaçınmak.
“En büyük sıhhat perhizdedir.” buyurmuşlardır.
Nekahet devrinde perhize daha büyük kıymet verirlerdi.
Sirozlulara bir yudum sudan fazla vermezlerdi.
Sıhhatli insanlara bile fazla su içmemelerini tavsiye ederlerdi.
“Eğer insanlar az su içerlerse, vücudlarının sıhhat ve afiyetini aynı istikamet üzerinde devâm ettirebilirler.” hadis-i şerifi büyük bir hikmet taşımaktadır.
“Fahişelere, delilere çocuklarınızı emzirtmeyiniz!”
Üç asır evvel Paris sokaklarında pislikten geçilmezdi. Fransa krallarından biri bitlenmişti.
Doktoru bir fıçıda sıcak suya girmesini tavsiye etmiş, bu banyodan sonra vücudu rahat etmiş, ve kral doktoruna :“Senede iki defa bu işi yapmak istiyorum, ona göre hazırlık yapınız!” diye emir vermişti.
M. Pompadour ömründe iki defa banyo yapmış, pis kokuları lavantalarla giderirmiş.
Onüç asır evvel Resûlullah Efendimiz: “Suyu kâsesi bin altına olsa her gün yıkanınız!” diye bütün beşerîyete haykırıyordu.
O'nun koyduğu sıhhi kaide ve usuller ebediyete kadar devâm edecektir.
Sıhhat hakkında söylediği mübârek sözlerin hiçbirisini yerinden kıpırdatacak bir âlim gelmemiştir.
Gelmeyecektir...
Dünya ve insanlık kıyamete kadar ALLAH'ın birliğini semâlara haykıran minarelerden günün beş vaktinde vecd ve îman ile dolu:
EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDE’R- RESÛLULLAH” sedalarını dinlemeye devâm edecektir.


Resim

Ta’lât : Vecih, yüz. Çehre. * Görünüş. Görüşmek. * Güzellik. * Görmek. * Bir şeye çok rağbet etmek.
Hıfzıssıha : (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi. * Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.
Hazakat : İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
Tebarüz : Belli olma, belirtme. Görünme. * İki hasım cenk için meyadan çıkma.
Zâtülcenb : (Zât-ül cenb) Tıb: Akciğer zarı iltihabı. Akciğer veremi.
Batın : Karın
İshal : Mülâyim ve düz bir yere varmak. * Tıb: Barsakların iltihabından soğuk algınlığından hâsıl olan sürgün, iç sürme.
Selase : Üç.
Sarf : (C.: Süruf) Harcama, masraf, gider. * Fazl. * Hile. * Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme. * Farz. * Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi. Kelime şekli bilgisi.
Morfoloji : Tasrif çeşitlerini, isim ve fiil nevilerini öğreten ilim. * Para bozma.
Karantina : İtl. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri veya malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbir. * Hastahânede yatması gereken hastaların kayıt ve kabul işlerinin yapıldığı yer. * Bir bulaşıcı hastalığın yayılmasını önlemek üzere hasta olup olmadığı bilinmeyen insan ve hayvanlarla temasın menedilmesi.
Calib : Çekici. Celbedici. Kendi tarafına çekip getirici olan.
Cüzam : (Cüzzam) Hansel basilinin (mikrobunun) sebep olduğu bulaşıcı bir deri hastalığı.
Tecrid : Açıkta bırakmak. * Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek. * Dünya alâkalarını kalbten çıkarıp Allah'a (celle celâlihu) yönelmek. * Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi. * Soyma, soyulma.
Nekahet : Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl. * Fehmetmek, anlamak, bilmek. * Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış.
Tevlid edecek : Duğuracak
Key yapmak: Ateşle dağlamak.


Resim

hacamat: kan aldırma.

Resim---Ebu Kesbe el-Enmari radiyallahu anh: “Resulullah aleyhissalatu vesselam başından ve iki omuzu arasından hacamat olur ve: “Kim bu kandan akıtırsa, herhangi bir hastalık için, bir başka ilaçla tedavi olmasa da zarar görmez!” buyururdu.”
(Ebu Davud, Tıbb 4, (3859); İbnu Mâce, Tıbb 21, (3484)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allahü teâlâ, her hastalığın ilacını yaratmıştır. Yalnız ölüme çare yoktur.” Buyurdu.
(Taberanî)

Göz ağrısı:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Üç şey, göze cila verir: Yeşilliğe, akarsuya ve güzel yüze bakmak” Buyurdu.
(Hakim)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Sürme çekmek, yeşilliğe ve güzel yüze bakmak gözü kuvvetlendirir.” Buyurdu.
(İ.Süyutî)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Aksırınca "Elhamdülillah" diyen göz ağrısı görmez.” Buyurdu.
(Taberanî)

Bal Şerbeti:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şu şifalı iki şeye devam ediniz: Bal ve Kur'ân." Buyurdu.
(İbn-i Mace, C.9, Hno: 3452)

Resim---Bir adam, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e gelip "kardeşimin karnı ağırıyor" dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kendisine bal şerbeti içir" buyurdu. Ona bal şerbeti içirdikten sonra tekrar geldi ve dedi ki: "Yâ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem! Bal şerbeti içirdim, fakat karın ağrısı arttı." Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Tekrar bal şerbeti içir" buyurdu. Adam içirdi. Sonra tekrar gelerek: "Balı içirdim, fakat ağrı geçmedi arttı " dedi. Bunun üzerine, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah'ın sözü doğrudur, kardeşinin karnı yalan söylemiştir. Bal şerbeti içir" dedi. O kimse de, tekrar bal şerbeti içirdi ve kardeşi iyileşti.”
(Buharî, C.12, Hno:1922; Tirmizî, C.2. Hno:2082)

deve sütü:

Resim---Hz. Enes radıyallahu anh: "Ureyne kabilesinden bir grup insan Medineye gelmişti. Burası sıhhatlerine iyi gelmedi, hastalandılar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de onları sadaka develerinin bulunduğu yere gönderdi ve: "Sütlerinden ve bevillerinden için!" emir buyurdu. Onlarda içtiler ve iyileştiler." (Tirmizî, Tıbb 6, (2043)

“Eş-şifâ fi selase”:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şifa üç şeyde vardır: Bal şerbeti içmek, kan aldırmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi ateşle dağlamaktan men ederim."
(Buharî, C.12 Hno:1921)

Cüzzamlılardan kaçınız, arslandan kaçar gibi kaçınız:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hastalığın kendiliğinden sirâyeti yoktur; uğursuzluk ve baykuş ötüşünün olumsuz etkisi yoktur; Safer ayının hayır ve şerle bir alâkası yoktur; bunlar cahiliye hurafeleridir. Cüzzamlıdan, aslandan kaçtığınız gibi kaçınız!”
(Ebu Hureyre’den; Buharî, Kitabu’t-Tıp, H. No: 1927)

En büyük sıhhat perhizdedir:

Resim---Ümmül Münzir radiyallahu anha: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve beraberinde Ali olduğu halde bana geldi. Bizim de asılı hurma salkımlarımız vardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlardan yemeye başladı. Ali de yiyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ali’ye: “Sakın ha sen yeme hastalıktan yeni kurtuluyorsun” buyurdu. Bunun üzerine Ali oturdu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yemeye devam etti. Ben de onlara şalgam yaprağı ve arpadan yapılmış bir yemek getirdim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Ey Ali! İşte bundan ye bu senin için daha faydalıdır” buyurdu.
(Ebû Dâvûd, Tıp: 2; İbn Mâce, Tıp: 3)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (ORUÇ'UN ESRÂRI)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimORUÇ'UN ESRÂRI

Oruç, insan ruh ve maddesinin ilâhi banyosudur.
Oruç, vehleten aç durmak gibi gelir insana.
Aç durmakla cesed zevk duyarsa, oruç'un mânâsı ortaya çıkar...
Açlıktan sıkıntı duymak, hakiki oruç mânâ ve mefhumunun dışındadır.
Oruç, cesed ile ruh tevhidini husule getirmektir.
Mukaddes Kur'ân-ın Bakara Sûresi'nde 183 üncü âyet yâni,
ALLAH sözleri diyor ki: “Ey imân edenler!”
Buradaki İmân edenler, kâinatta aczini bilerek gaybe inananlar demektir.
Gaybe inanmak çok güç, çok zor bir başarıdır, insan oğluna...
Mantık ve havâss'a hitabetmeyen şeylere inanmak çok müşkül bir iştir.
“Bu oruç ile ta ki günâhlardan korunasınız.”
“Oruç size yazıldı, nasıl ki sizden evvelkilere yazılmıştır...”
Kulun ALLAH'a karşı olan şükrünü ifâ etmemesi ve bunda devâm etmesi edeb dışı bir iş olur ki buna günâh derler.
Günâhın cezasını Cenâb-ı Hak kulun kendine bırakmıştır.
Günâh, inkâr ve red hududuna girerse, küfürdür.
Küfürün cezası ise, ALLAH tarafından verilir...
İnsanda bütün ilâhi esmâlar tecellî ettiği için, şükrün ifâsının tehiri, esmâları zedeler... İnsan böylelikle, kendi kendini zedelemiş olur.
Yukarıdaki söylediğimiz emir ile oruç, ALLAH'a inananlara farz olmuştur.
Emirde “yazıldı” kelimesi ile büyük bir incelik ve hikmet ifâde edilmiştir...
“Yazıldı” kelimesinde “sizin canlılığınız, ruhunuz ve maddeniz bir murad ile halk edildi. Ve ona lüzumlu olan şeyler de, evvelce Âyetullah ve Sünnetullah ile tâyin edildi” mânâsı gizlidir.
Âyetullah: Esmâların tecellîsi, görünmesidir.
“HAYY” ile canlıyız “BASÎR” ile görürüz “SEMİ’ ’” ile işitiriz, ilaâhir...
Bunların devâmı için, bir takım kanunlar vardır.
Havadan oksijen alırız, su içeriz, gıda alırız, sıcak ve soğuğun tesirleri vardır.
Bunları saymak uzun sürer... Bunların hepsi Sünnetullah'tır.
Yani tabiatta, câri, fizikî, kimyevî, meteorolojik her türlü değişmeyen kanun hâlindeki hâdisattır...
Emrin içinde Sünnetullah'tan zarar görülmemesi gizlidir.
Ruh ve maddeye lüzumlu olan bu “yazılış” şimdi size tatbik edesiniz diye emrolundu demektir.
Çalışmadan sonra dinlenme, uyku nasıl insan ve canlı için lüzumlu ise, oruç da, insana, yaradılışında lüzumlu olan hâdiseler arasında bulunur...
Oruç, uzviyetin her gün yapmağa ruhî ve fizyolojik olarak duyduğu mecburiyetlerin, bir anda irade ile durdurulup perhize geçmesidir.
Oruç, mecburi olarak, uzviyetin dinlenmeye sevk edilmesini sağlar.
Fakat emirin konulması, bu mecburiyette tehir olmasın diyedir.
Hastalıklarda, hastanın perhize konuluşu, onun iyiliği için bir mecburiyettir.
Oruç'un her sene başka bir ay ve mevsimde gelişi de dikkate yayandır.
Mevsim ve aylara göre doğanların karakter, bünye ve arzularını, beşerîyet hâlâ gazetelerde, kitaplarda tahlil etmektedir.
Yazımızın başında, cesed açlıktan zevk duyarsa diye bir söz ettik. Evet duyması lâzımdır.
Yemek helâldir, vücuda eziyet vermemek lâzımdır; gibi iftarda ve sahurda yemek hikâyelerini ileri sürüp, fazla yemek yemeği müdafaa, oburluk, tahammülsüzlük, sabır hasletlerini firenlemek kudreti olmayanların mütâlâaları olarak kabul edilir.
Tahammülsüzlük gösterenlere, hastalara zâten oruç farz değildir.
Bu hâlleri zail oluncaya kadar.
Oruçtan sabır, tahammül, kendine hâkimiyet, sinirlerini dizginlemek, kanaat miktarının ölçülmesi murad edilmektedir.
Hasta bir insana, normale avdeti için, doktor bir takım sıhhi tavsiyelerde bulunur.
Bunları yapması kendisi için faidelidir. Başkası için değil.
Oruçta normal uzviyet için; ilâhî, sıhhî bir öğütün, emir şeklindeki tecellîsi gizlidir. Yapabilene ne mutlu...
Orucu süsleyen bir takım âdâb-ı muaşeret de vardır.
Vakti, şartları, sünnetleri, orucun sahih oluşunu sağlayan, öyle olması muhakkak lâzım gelen kaideleri mevcuddur.
Orucu bozacak hâller; oruca niyet etmiş temiz insanların bilmesi ve riâyet etmesi mecburiyeti olan hususlardır ki, bunları bilmeden, zâten oruca girilemez...
Oruçta, insanın, helâl yemeğinden, arzularından, isteklerinden ruhen ve maddeten ayrılıp sıyrılarak, yükseklere tırmanışı gizlidir.
Bu yükselişteki zevk, insanın anlama ve kavrama derecesine göre değişir.
Bu dereceye göre de uzviyetin bir dinlenme ve tasfiyesi husule gelmektedir.
Vehleten bu hakikatları reddedebilirsiniz. Fakat mes’ele öyle değildir.
Biraz sabrediniz ve her şeye itiraz ile yüklü olmayınız...
Oruç tutanlara hürmet etmek, insana yakışan en büyük fazilet tezahürüdür.
Tutmayana da bu zevkten mahrum olmanın vereceği ölçü ile bakmalıdır.
Oruçlu bir insanın, büyük bir sabır ve sükûn heykeli gibi, daima sakin ve etrafına gâyet rahîm ve şefkatli olması, orucun kıymet ve derecesi ile ölçülür.
Yemeğe hasret açgözlülüğü, etrafına çatmak asabiyeti gibi hâller izhar edip bocalıyan hakiki oruç tutmuş olmaz.
O ancak sabahtan akşama kadar beyhude yere aç durmuş olur ki bu orucun mânâsına bile yanaşmaz.
Uzviyet açlığın vereceği aksülamellerin doğuracağı faideye kavuşabilmesi için tamamiyle sakin ve gevşemiş olmalıdır.
Asabiyet, bu muvazeneyi hemen bozar, asabî insanlarda mide ağrıları, iştahsızlıklar malûmdur.
Oruç'da Er REZZÂK esmâsı, kemâl-i edeb ve ta’zimle bir tarafa bırakılıp “HAYY esmâsı ile” Hay'ın menba’ı olan Hayyü lâyemut’un huzuruna çıkmak vardır.
Oruçluda akşama doğru bir zevk hissi başlar. Bu his:
1 - Uzviyetin yemeğe karşı duyduğu hasretin giderileceğini ruh vasıtası ile öğrendiği için, vücuddaki hafiflik zevkidir.
Bu zevk makbul değldir. Zira bu memnuniyet verdiği itaattan duyulan mecburi uzvî açlığın bağırışıdır.
2 - Ruhun duyduğu hafiflik ve dumanlanmadır ki bu da riyâzatın uzviyet ve ruha vereceği hasletlerin, manevî yükselişin disiplinine alışmamış insanların, bir emri yerine getirmelerinden doğan, tatlı bir iştir.
Bunun da arkasında, yine uzviyetin gizli açlık feryadının, edeben teskin edilişindeki çabalama mevcuddur.
Hâlbuki orucun ve az yemenin hikmeti, mânevi âlem hazinelerinin kilididir.
Bâtın gönül pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırır.
Herkesin aynada gördüklerinden daha fazlasını, bir tuğla parçasında görebilirsiniz.
Hakiki oruçlu bir insanda:
Simâda Er-RAHÎM esmâsının tatlı soluk rengi, gözlerde ötelerin ötesine bakan tatlı bir hâlâvet, dilde fazilet, adalet, şefkat ve doğruluk süzgecinden süzülmüş, inci gibi kelime ve sesler doludur.
Ne mutlu böyle insana!
HAYY esmâsının tecellîsi olan insan, bu esmâyı Er REZZAK esmâsı ile değil de HAYY’ı, hay ile beslerse daima hay olur.
Ecel, insana Er REZZAK esmâsının hay’dan elini çektiği dakikada gelir.
HAYY’ı, hay ile besleyen insan daima hay olur.
Mevlâna 17 gün gece ve gündüz ağzına bir şey koymamış ve 18.inci günü: “Öyle bir hamle yaptım, uçtum, uçtum hayyü lâyemuta kavuştum.” diye bağırmıştır.
Oruçla, HÂLİK bu ince kavuşma yolunu, müminlere hediye etmiştir.
Anlayana ne mutlu....
“Ölmeden evvel ölmek!” tebşir-i Peygambersi:
“Er REZZAK ile değil hay ile HAYY’ı devâma çalışınız. O zaman daima hay olursunuz” demektir.
Bu bir sırdır. Anlaması güçtür. Güç kelimesi perdelerle örtülü olduğu için kullanılmıştır.
Murad-ı İlâhî böyledir. Bu muradda büyük ve büyüklerin büyüğü bir hikmet gizlidir.
“HÂLİK’le öyle anlarım olur ki aramıza melek-i mukarreb bile giremez.”
Buyuran Resûl-i. Ekrem'in: “Bir ok yayı kadar yanaştı.” sözü, dinin asıl nüvesini teşkil etmektedir.
Bütün bu yoldakiler, bunu hâl ve anlama peşindedirler.
Onun için : “Oruç benimle kulum arasındadır, mükâfatını bizzât ben vereceğim.” buyurulmuştur.
HAYY ile her şey vardır.
Bütün esmâlar HAYY'ın vasıflarıdır.
Bir tane de vardır ki bunların hepsinin ismidir, ona da “İsm-i Azam” derler. “Şu mudur? bu mudur?” diye uğraşma.
Bir şeyi insan görür, tutar, anlar ve inanır.
Fakat bu anlamada şüphe ve şek bulunduğu zaman. “bu mudur? şu mudur?” diye mırıldanır. Hakiki isimde mütereddiddir.
Ondan dolayı hakiki çağrıyı yapamadığından, büyük istifâde ve visale kavuşamaz...
ALLAH yolunda ölenler ölmemişlerdir.
ALLAH yolunda ölenler kimlerdir. Hiç düşündünüz mü?
ALLAH'ın her canlıya bilaistisna verdiği Er REZZAK'tan zorla nasibini kesmek arzusunu taşıyanlardır.
Bunlar binbir türlü vesilelerle ve perdeli şekillerle Hay’lıklarını HAYY ile birleştirip, ortadan Er REZZAK esmâsının kaldırılmasına uğraşanlardır.
Bir çok hastalıklarda perhiz, hastanın iyi olmasında en büyük âlimdir.
Bu HAYY'ın Hay'dan medet dileyerek, boşalan enerji akümülâtörünü doldurması demektir.
HAYY’ı, Hay ile beslemeğe uğraşanlar ise, Velîlerdir.
Huzura çıkmak için rızkın mahsûlleri temizliği bozar. Temizliği tazelemek lâzımdır.
Bunlardan anlıyan için, büyük hakikat ve huzur kapıları görünür, işte bu kadar...

Hikâyenin anahtar deliği oruç'tur.
Oruç'un kıymetini bilmeğe ve bunda devâmlı olmağa gayret etmek gerektir.
Amma: “Ben yapamıyorum!” diyeceksen, bu meydanlarda dolaşmağa bakma...
Bu meydanlar çok hoştur, çok tatlıdır, fakat tehlikesi de çok ve anidir...
ALLAH kimseyi zorlamaz.
Verdiği Hay parçasının hürmetine orucu “Yazılmak” kelimesi ile emir buyurmuştur.
Bu bize verilen HAYY’ın, ind-i ilâhiyede makbuliyetini artırmak, Hay’ın makarrı olan vücud için mecburiyetinin, gâyet müsamahakâr ve nezâket çerçevesi içinde “Yazıldı” Lafz-ı Mübâreki ile bildirmesidir.
Bu kelimede zorlama, korkutma yoktur.
Bu kadar nezaketle emir buyrulan oruçta nasıl büyük bir sır, derin bir hikmet, huzur ve felah olduğunu artık sîz düşününüz...
Ramazanınız mübârek olsun!...


Resim

Vehleten: Birdenbire. İlkin. Ansızın.
Havâss: (Hâss - Hâssa. C.) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. * Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar. * Zenginler sınıfı. * Kur'anî ve manevî sırlara ve hususlara vâkıf bulunan, ilim, ibadet, tâat ve takva yolunda yükselerek mümtaz olan Evliyâullah. Herkesin hürmet ettiği büyük zevât.
Zail : (Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen.
Avdet : Dönüş, geri gelme, dönme. Rücu'.
Uzviyet : Uzuv oluş. Canlılık. Canlı uzva ait.
Uzvî: (Uzviye) Uzva ait. Canlı. Organik.
Halavet : Tatlılık. Şirin olmak.
Tebşir : Müjdelemek. Hayır haber vermek. Müjdelenmek.
Mukarreb : (Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın. * Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan.
Nüve : Çekirdek, asıl, menba.
Câri: Akan, akıcı. * Geçmekte olan. * İnsanlar arasında mer'i ve muteber ve mütedavil olan.
Âdâb-ı muaşeret: Beraber yaşayışta, hoş ve İslâmca yaşama ve geçinme usulleri. Peygamberin (A.S.M.) sünnetine uygun olan hareket. İnsanlara karşı edebli olma, insanca ve İslâmca yaşama âdâbı. Adâba dair sünnet-i peygamberiyeye uymak.
Menba’: Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
Teskin: Rahatlandırma. Yatıştırma. Sükunet verme. Şiddet, hiddet ve ıztırabını izale etme. * Gr: Bir harfi sâkin okuma.
Mütereddid: Kararsız, teredüdde kalan, karar veremeyen, cesaretsiz. * Bir yere gidip gelen
.

El Basîru :
Resim

Es Semîu :
Resim

El Hayy :
Resim

Er Rezzâku :
Resim

er RahîM:
Resim

El Hâliku :
Resim

Resim

Oruç benimle kulum arasındadır, mükâfatını bizzât ben vereceğim:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Allah Teâlâ buyurdu ki; Adem oğlunun her ameli kendisi içindir, ancak oruç" böyle değildir. Çünkü o, sırf benim rızam için yapılan bir ibadettir. Onun mükâfatını bizzat ben vereceğim" buyurdu.
((Ebu Hureyre’den; Müslim, Sıyâm, 161,163).

Resim

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû kutibe aleykumus sıyâmu kemâ kutibe alellezîne min kablikum leallekum tettekûn: Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” (Bakara 2/183)

“Bir ok yayı kadar yanaştı.”:

فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
Fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ: O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” (Necm 53/9)

ALLAH yolunda ölenler ölmemişlerdir:

وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبيلِ اللّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاء وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ
Ve lâ tekûlû li men yuktelu fî sebîlillâhi emvât(emvâtun), bel ahyâun ve lâkin lâ teş’urûn: Allah yolunda öldürülenlere "ölüler"" demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.” (Bakara 2/154)


Bu yazının Ingilizce çevirisini aşağıdaki linkte bulabilirsiniz:

http://www.muhammedinur.com/En/islam/se ... sting.html
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (KÂBE)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimKÂBE

Dünyanın en şerefli ve mukaddes, lâmekâna bakan mekânıdır.
Ruhların niyaz ve teveccühü buradan lâmekâna gider..
Lâmekânın, mekânda görünür kapısıdır, bu mübârek yer...
Dualar, arzular orada kabul olunur, huzura oradan gidilir... Meleklerin, Velîlerin toprakta uğrağıdır.
Mirâc-ı Nebi oradan başlamış, Nidâ-yi Resûl oradan dünyaya yayılmıştır...
Kelâmullah o topraklarda kalb-i pak-i Resûle verilmeye başlanmıştır... Orada her şey sakin, gök insana çok yakındır, o yerde...
Kelâm-ı ilâhinin heybetinden, her zerresi toprağın ALLAH'ı tesbih etmektedir, o yerde...
Milyonlarca, rızaya koşanların çevrildiği makamdır orası...Hiç bir an yoktur ki o makam insanla çevrilmemiş bulunsun. Lâmekânın mekânı Beytullah'tır o yer...
Resûlün mübârek ayaklarını bastığı, o topraklar, mübârek sadırlarına giren hava, o havadır. Rahmetin kaynağıdır o makam.

O makama yakından yapılacak hürmette, biraz beşerî korku veya riyâ gizlenebilir. Uzaktan yapılacak hürmette ise, havf ve sevgi vardır...
Bundan dolayıdır kî, Resûlullâh bile, ruhu muallallarını, uzakta, Medine'de teslim etmişlerdir.
Resûle yapılacak hürmet ile Kâbe'ye yapılacak ta’zimin ayrılması murad olduğu içindir bu ayrılık..
Ravza-i Resûl Kâbede olsaydı hürmet dağılacak, ortaya hürmette ikilik ve kıskançlık çıkacak...
Resûller tarihi tetkik edilecek olursa, bütün Resûllerin, Nil, Filistin, Hicaz, Ceziretül-Arap mıntıkasında ilâhî vahiylerini aldıkları görülür...
Nil, Kudüs, Tur-i Sina, Cebel-i Hıra, Arz-ı Kenan seçkin ve mukaddes yerler olarak taayyün etmişlerdir.
Binlerce mu’cize, yüzlerce afat-ı ilâhîye taşkın insan kitlelerine çarpmıştır o yerlerde; adeta bu mıntıkalar Kudret-i İlâhîye ile mücadele eden sapkın insan kitlelerine sahne olmuştur...
Lut kavimleri, Sodom ve Gomoreler, Nuh tufanları, Âdem ve Havva, Firavun ve Musa vak’aları, Ebu Cehiller, Nemrudlar hep bu mıntıkaları, küfür ve îmânın, hakikat ve dalâletin, çarpışma sahneleri yapmıştır.
Bu hâdiseler murad-ı ilâhî ile vuku’a gelmiş, beşer dalâletinin, hakikati ilâhiye karşısında, mezarı olmuştur o yerler...
Dalâlet ve küfürden süzülen beşer oğlu, bu hakikatların tam yerini, bir namaz esnasında, Resûlün birden bire Kâbe'ye Medine'den teveccüh ederek dönmesi ile bütün bu mukaddes yerler birleşerek hâtem-ün-Nebiyyîn asıl ve esas Kâbe'si son Tecellîgâh-ı İlâhîsini bulmuştur...
Mu’cizeler birleşmiş, Ruhlar tevhide bağlanmış, bütün ALLAH diyenler Kâbe'ye çevrilmiştir.

Cenâb-ı Resûl'ü, İlliyyîn'e, Mi'rac'da Cebrail kavuşturmuştur.
Mekke ile Kudüs arası Mirac'ın ilk merhâlesini teşkil eder... Abid olarak... Ötesi bizce meçhul... Bir şey söyleyemeyiz.
Namaz, müminin Miracı olduğuna göre; câmi, kulun illiyyîne çevrilerek, Mirac'a gitmesine aracılık yaptığından, Cibril-i Eminin yerini tutmaktadır...
Bundan dolayı, Cibril-i Emin, Mescid-i Aksâ'da, Resûlün Enbiya ervahına imam olduğu yerde, ilk ezanı okumuştur..
Ervaha imam olan Cenâb-ı Resûlün hareket noktası, mekânda cesedi ile Mekke'de olduğıı için, bir gün, Medine'de Mescid-i Aksa'ya doğru namaz kılınırken, Resûle Mekke'ye dönmek emr-i vahyi gelmiş ve hemen Mekkeye dönmüştür.
Mekke, illiyyîne gitmek arzusuna talib abdin hareket noktası, yâni Mirac'ın başlangıcı olduğundan, namazda Kâbe'ye dönülür...
Ruhanî Âlem kapısı, Rızaya giden yol, Cemâle giden nûr yolu, Melekûtun hareket noktası, Ruh âleminin görünür merkezidir, Kâbe…

Beşerin dalâleti o kadar katılaşmış bir hâle gelmişti ki, Kâbe'yi taştan İlâhlarla doldurmuştu...
Heykel, resimden çok farklıdır.
Resim iki boyutlu, heykel üç boyutludur, insan, iki gözle bakar, her şeyi tek görür, iki gözün mevcudiyeti, üçüncü bu'du idrak içindir. Kesret'ten vahdete işarettir.
Küçük çocuklarda, henüz göz sinirlerinin tasallûbu husule gelmediğinden, üçüncü buudu çocuk idrak edemez; onun için her şeye elini uzatır. Derinlik mefhumu yoktur.
Çocuk büyüdükçe tasallûp husule gelir, derinlik mefhumu idrak olunmaya başlar...
Kâbe'nin heykeller ile dolması bir hikmet-i ilâhiyeye matuftur.
Cenâb-ı Allâh buradan kuş uçurmazdı arzu buyursa; fakat hakikati anlatmak için böyle murad etmiştir.
Ebrehe'nin fillerini, ordusunu, ebabil kuşlarının, minicik taşları ile yok etti.
Bir çok insan kütlelerinin mukaddes saydığı ve dalâlet içinde bulunarak putlarla doldurduğu Kâbe'ye, bir nûr indirdi ve bu nûr putları eritti ve her tarafı kapladı, kudret tecellî etti...
Üç buut Mekân'da bir yer kaplar, iki buut kaplamaz, resim gibi...
Resim bir gölgedir, cisimsiz olan ALLAH'a izâfe edilerek, mekânda bir yer verilerek cisimlendirildiğinden heykel küfürdür denir; bundan dolayı putların kırılması ile mekân kaybolmuştur.
Beşer çocukluk devrinden kurtulup, gözleri üçüncü buutu idrak ederek, onu yok etmiştir.
Bu hâdise, bir anda, Kâbe'de tecellî edivermiştir...
Ondan Resûle birden bire Kâbe'ye, namazda dönmek emrolundu..
Her türlü tabiî süsten, ağaçtan, çiçekten ârî, mübârek toprak, taş yığınları, cehennemi sıcak dekoru içinde bulunan Kâbe; geniş, ucu bucağı olmayan masmavi bir semâ altında mübârek bir arz parçasıdır.
Cennet nimeti olan su, ismail'in ayaklarının altından “Zem Zem!” feryadı ile çocuğun bir niyazı, nezd-i ilâhide kabul buyrulmuş ve buz gibi su, cehennemi sıcak kum deryası içinde mübârek topraktan fışkırmaya başlamış, hâlâ fışkırmaktadır; o yerde, sıcakta, suyun cennet nimeti olduğunu, suyun kendisi haykırmaktadır...
Rabbi’l-maşrıkayn, bütün kâinatın, namütenahi görünür âlem-i şahadetin, Rabbi'dir.
O Rabbilmağribeyn ise, ruhanî âlemin SETTÂR esmâsının kapladığı âlem-i gaybın Rabbi'dir. ikisi birleşiyor tevhid ve teklik çıkıyor ortaya...
Maşrık, Kâbe'den başlar; Magrib, Ravza'dan...
Maşrık dünyaya geliştir ruhanî âlemden.. Magrib ruhanî âleme gidiştir dünyadan...
Dümdüz, yeşil bir saha içinde, bembeyaz bir taş yığını hâlinde, Medine ufuklardan görünür.
Ortasında yemyeşil Maşrık ile Magrib'in birleştiği, öpüştüğü yerden, semâlara Rahmetenlilâlem'in Remzi olan yeşil kubbe yükselmektedir...
Burası, ALLAH sevgilisinin yeşil kubbesi, nazar-ı ilâhînin bir an bile eksik olmadığı Mustafa'nın makamıdır...
Milyonlarca müminin selât-ü-selâmının okşadığı yerdir orası...
Oranın toprağında cesed bile kalmaz, yalnız cesed-i pak-i Resûl bulunur...
Diğer mezarlar, makamlar hep temsilen kalmışlardır...
Na’ş-ı Mubarek-i Resûl arzdan kaldırıldığı zaman dünyanın sonu gelecektir...
Niyazlar, dualar, arzular, ölmüşlere Kur'ân hediyeleri; Hep, mekândan Lâmekân'a Resûle uğramadan gitmez, gidemez kabul olmaz...
Saray-ı İlâhiye ancak, Resûl kanalı ile müracaat olunur. Bu bir murad-ı ilâhîdir. Bu lâmekâna hürmetin mecburî olduğundandır.
“Ben ve Meleklerim Resûle selât-ü-selam götürüyoruz. Siz ne duruyorsunuz!” mealindeki âyet bu demektir...
O huzura kabul edilen, ünsiyet peyda eden, ancak namazda bir tekbir ile uğramadan girebilir. Fakat şeytan aklından çıkmaz... Resûl'den izin al, yâni, onda eri!..
Ondan sonra: “Allâhu Ekber!” diye namaza başla... Mirac'a girersin...
Namaz Mirac'tır, O zaman sana yanaşmaz. Çünki sen Resûl'de eridin.
Resûlullâh ın potasında erimiyende daima şüphe mevcuddur.
Şüphede olan gafletten kurtulamaz. Gaflette olan hiç bir şey olamaz.
ALLAH'a ibadetin devâmlı oluşu, bu erimeyi temine fırsat verdiğindendir.
Yoksa... ALLAH'ın ibadete ihtiyacı yoktur... Beşeri, düşünme muradı olduğu içindir...
Nebilerin, velîlerin, mürşidlerin, gavsların, kırkların, dörtlerin, üçlerin mu’cize ve kerametleri gafletten, şüpheden kurtulmak kuvvetinin insanda mevcud olup onu bularak Resûl'de erimelerine işarettir..
Erime çârelerini beşer bulsun, yardım alsın, kurtulsun diye lâmekâna doğru yoluna istikâmet versin diye Kâbe'yi görerek, tanıyarak, el ile tutarak kolaylık göstermişlerdir... Allâhuekber!..
Bunların hepsi edeb içinde “Hayyi lâ yemut”a kavuşmak için kurulmuş dekorlardır işte...
Herşeyi önüne serdim, her şeyi burnunun ucuna kadar getirdim...
Sen hâlâ deli dolu, bön bön bakıp duruyorsun... Kabahat kimde?.. Sende, sende, sende!..
Seni, beni at da gaib zamiri “O” ol! “O...” İşte iş bundadır... Hâlâ mırıltı, dırıltı, zırıltı ile uğraştığın yeter!..
Edeb, fazilet, doğruluk içinde ömrü geçenler vardır. Bir de hayvan gibi ölüp gidenler..
Şüpheler, vesveseler içinde her an değişmede bir ümit vardır.
Bunların yerinden kımıldanma ve sökülüp atılmağa hazırlanma olduğunu da unutma.
Bir gün belki sana da bir el girerek hepsini söküp çıkarır...
Şakk-ı sadır yapan Cebrail olmaz da seni şüpheye düşüren bir el olur bu el..
Şüphe, kuruntu, bir nev'i ruh uyuzudur. Uyuz, aklında olursa fena. Ruhundakini iyi ederler belki.
Şüpheden bazân acı bazân zevk duyarsın, uyuz da böyledir...
Uyuz hastalığının arazı tamamiyle bir hikmettir. Yani kaşınması... Fakat sen uyuzdan kurtulmağa ilâç ara...
Uyuzu kireç ile kükürt iyi eder, kireç ve kükürt nasıl kireç ve kükürt olmuştur, hiç düşündün mü?
Kireç ve kükürt uyuz olmaz. O hastalık onlara yanaşmaz.
Bu hassaya sahib olmak için ne yapmışlardır? Hiç olmazsa onu ara, bul, sor öğren!.. Hazıra konacağım diye çabalama, vakit az…
Güneş, batmağa gidiyor her şey yan yolda kalır... Kendini musalla taşında bulursun, iş işten geçer...
Biraz aklın ile ruhunu fırçala.. Ruhunla aklına tekme vur.
Bu mücadele çok güzel bir mücadeledir... Kendini öğrenince mes’ele kalmaz...
İşte bunları hazırladıktan sonra “Beytullâh”'a dön,
Resûlullâh'a iltica et, Öylece kıpırdamadan dur, Sabır içinde...
Hiç olmazsa bir gece bu hâlde uyumadan, sabaha kadar sebat et!..
Yardımcı her zaman, her an, mevcuddur, sana da uğrarlar.
İlk önce aklını iyice doyur da itiraz ve şüphe kapılarını kapa, ruhunla başbaşa kal... Haydi yolun açık olsun!..
Bu yazımızdaki sözlerimizden, bir son bekliyorsun. Lâflar kulağına vurdukça, içinde şüpheler artıyor..
Böylelikle bir şey öğrenemezsin, bırak bizi, Git işte ALLAH aşkına!..


Resim

Lâmekân : Mekansız İlâhî âlem.
Tasallub : Sertleşmek. Katılaşmak. * Sağlamlaşmak. * Gayret etmek.
Na’ş : Kefene sarılıp tabuta konmuş ölü. * Cansız vücud.
Şakk-ı sadr : Bağrın, gögsün yarılması,açılması.
Taayyün: Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.
Teveccüh: Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka.
İlliyyîn: (İlliyyîn) (Aliyyu. C.) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.
Maşrık: Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti. * Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer. * Tövbe kapısının adı.
Magrib: (Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.
Hassa: (C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat. * Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni.


Resim

Namaz mü'minin mi'râcıdır:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Namaz mü’minin mi’racıdır” الصّلاة معْراج المؤمنين” buyurmuştur.
(Fahreddin er-Razi, et-Tefsîru’l-Kebîr, c: 1, s: 226, Sureden Çıkarılan Akli İncelikler bölümü; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, c: 10, s: 453, Tevbe suresi 74. ayetin tefsiri)

Resim

“Ben ve Meleklerim Resûle selât-ü-selam götürüyoruz. Siz ne duruyorsunuz!”:

إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا

Resim---İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne ale'n-nebiyyi, yâ eyyuhellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ(teslîmen): Şüphesiz ALLAH ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey îman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.”
(Ahzâb 33/56)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (İMAN)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimİMAN

“BU SIR, PERDE ARKASINDA GİZLİDİR VE GiZLi KALACAKTIR.”


İmânın çıplak mânâsı, basit, kolay bir inanış şeklinde görünür insanoğluna...
İmân lekesiz bir kalb huzuru ile kanmak, doymak demektir... İmân edilecek, inanılacak şey, îmân ediciye muhtaç değildir. Fakat îmân edecek, îmân etmek istediği şeye muhtaçtır. Okuma yazma, insanların zâhiri ta’limidir.
Hakiki ta’lim ve terbiyenin miyarı, okuma yazmadan çok yüksektir. Hakiki ta’lim, insanda meknuz îmân nüvesine varmaktır.
Bir damla su gibi görünür boş kafalara îman.. Bir damla su, bir şey ifâde etmez. Fakat bir kaya kovuğuna girer donarsa, kayayı çatlatır. Buhar olursa, bir gemiyi yürütür,
İmân insanda değer görürse, her yolu gösterir insanoğluna... Hakikî îmânâ ulaşmış bir insan, öldürülebilir, fakat ruhu daima yaşar.
Gördüğünüz şeyler yok edilebilir, fakat görmediğiniz şeyler yok edilemez. Dalgaların çokluğu deryayı çoğaltmaz.
Sıcak tesiriyle havaya uçan su zerrelerine “Buhar”... Yukarıda toplanınca “Bulut”... damla damla aşağıya inmeye başlayınca “Yağmur”...
Yağmur suları toplanıp cereyana başlayınca “Sel”... Deryaya ulaşıp karışınca yine “Derya” olur... Bu iki derya evvel ve âhirdir...
Dün, bugün, yarın, öbürgün gibi ifâdelerin hepsi de bir olur... İki derya arasındaki buhar, bulut, yağmur, sel. işte bunlar perdelerdir...
İmân, insana, bu perdeleri târif eder, öğretir, kaldırır... Ezel ile ebed arasında fasıl, senin senliğindir.
Sen bu senliğin ile, ezel ile ebedi ikiye ayırıyorsun... Ortadan çıkıver, ne olur! İşte îmân bunu öğrenmektir...
Göz her şeyi görür, fakat kendini göremez.
Göz kendini göremediği hâlde, bir perde ile gizlenmiş olanı, nasıl görebilir. Bunu îmân gösterir insana işte...

Size kolay anlaşılmayan bir hikâye anlatacağım;
Hikâyenin mefhumları bizim mefhumlarımızla uymaz da ondan anlaşılmaz...
Suyun bazısı tatlıdır... Bazısı çorak, acıdır... Su, her yerde, her zaman aynı sudur... Tatlı, acı, çorak, çeşitli olsa da hakikati değişmez. Bu hikmete, “ilmi ercül” HAKK’a doğru yürüme ilmi denir.
Bahar herşeyin üzerine aynı tesiri yapar... Fakat bir yerde gül bir yerde diken biter.
Aynı yerden su çıkar, birisi maden suyu, diğeri tatlı, bir diğeri zehir gibidir, ağıza konmaz.
İmân, bunların niçin böyle olduğunu öğretir insanoğluna. İmânın lüzumunu Cenâb-ı ALLAH arzu buyurmuştur.
Zât-ı ehadiyetinde ekber olan Cenâb-ı ALLAH (Celle Celâlüh) bütün esmâlariyle görününce, kâinat tekevvün etti...
Her canlı, cansız mevcudatta bu esmâların bir kısmı arzuyu ilâhî ile mevcuddur... Bütün esmâları câmi insandır....
Bu esmâlara hitap için, zâtından sudûr edecek arzu ve emirlere dayanacak şiddette mahlûk bulunmadığından, yine kendi arzulan üzerine, ilk yarattığı nûrun mümessili Nûr-u Resûlullâh'ı taşıyacak hususî insanı yarattı; bunlar da Peygamberlerdir. Bu ahizelerle insanlara hitap etti..
Onun için Peygamberimizi: Hususî terbiye, Hususi bünye, Hususî ahlâk, Hususî edeb, Hususî fazilet hasletleriyle yarattı ki hitabın şiddetine tahammül edebilsin. “Dağa indirseydik, dağ paramparça olurdu...” buyuruyor.
Şiddetin voltajı bizim tahammül hududumuza Resûlullâh'da iniyor ve bize intikâl ediyor...
Onun için: “Sen dilini oynatma.. Ne emrolunuyorsa bildir. Kur’ân’ı biz toplıyacağız, biz devâm ettireceğiz.” buyuruluyor.
Din, esmâları taşıyan mahlûkata bir vasiyet, bir vaaz, doğru yol rehberidir. Bunu anlamağa îmân denir....
Onun için din hakkında tenkidi yazı islâm'da yasaktır.

Cenâb-ı ALLAH, herşeyi yaratmadan evvel, bizzât kendi lütuf ve ihsan yolu ile mahlûkat hakkında rahmeti tercih buyurmuştur. Ve kendisine rahmeti vacib kılmıştır. Vacib, herhâlde olması zarurî olana denir...
İlk hüküm ve tecellî, mahlûkatı hakkında rahmetten ibaret olmuştur.
Rahmetin zıddı gazabdır. Fakat Ahlâk-ı İlâhiye’nin muktezası değildir. Belki fenalıklara karşı tecellî eden Rabbânî bir hikmettir. Evvelden sevmediğini haber vermesi insanlar için büyük lûtuftur.
İşte bu lûtfa karşı, edebi, îmân öğretir insan oğullarına, imân mektebine gireceklere bir alfabe kitabı lâzımdır.
Bu kitapta şunlar vardır; ALLAH'ın birliğine, Meleklere, Kitaplara, Resûllere, Âhiret gününe, Hayır ve şerrin ALLAH'tan geldiğine, Ba'sü bâ'delmevte, kuruntusuz bir çocuk safiyeti içinde inanmak yazılıdır.
Bu alfabeyi okuduktan sonra îmânı kuvvetlendirmek için; Namaz, Oruç, Zekât, Hac, Kelime-i şehadet... Bunlarla vücud ve ruh disiplin altına girer... Ve hakikî îmâna namzet olur insan... Cenâb-ı ALLAH bunların hiçbirine muhtaç değildir.
İnsanoğulları bunlara muhtaçtır da ondan, Cenâb-ı ALLAH bunları rahmet ile sararak gönderiyor kullarına....
Bunlardan sonra; Temiz olanlar, Sabırlı olanlar, Mütevekkil olanlar, Kanaat edenler, İnfâk edenler, hakiki îmâna girmeye başlarlar... Bu gibiler için âyetler şunları müjdeliyor....
“O îmân edenlerdir ki, ALLAH zikredildlği zaman kalbleri titrer. Karşılarında âyetler tilâvet edildiği zaman îmânları ziyâdeleşir.
Onlar ancak Rablarma tevekkül ederler, dayanırlar, namazı doğru kılarlar, rızıklarına kanaat ederler.”

İşte bunlar hakkiyle îmân edenlerdir. Bunların ALLAH nezdinde dereceleri vardır. “Essüadâümakbûlün indellah” olanlar bunlardır. Bu gibiler konuşurken kendilerini belli ederler. Zira savt - edeb içindedirler.
İnnellâhe yuhibbürrakikus-savt) = “ALLAH yavaş seslileri sever.” Sessiz konuşurlar, sessiz dua ederler....

Bunlardan birine sormuşlar: “Gecen nasıl geçti? “Keyfi Usbuhat?”
Cevaben: “Benim yanımda ne sabah ne de akşam vardır!” buyurmuştur. “La sebahe indî velâ mesâ!”
Bize ALLAH'ı târif et dediklerinde: “AHAD'dir, tek'dir, değişmez, başlamaz, bitmez, öncesi sonrası yoktur. Gün gibi aşikârdır, görünmez.”
Görür (bizim gibi değil), işitir (bize benzemez), bilir, bilmesi meçhulden malûma.
Malûmdan malûma yürür. Bilmediği yoktur.Her an yapan, yaratan odur. Her dilediği bir oluştur. Var iken yok, yok iken var eder. Onun vücudu dışında varlık yoktur.
İnsanların bir kısmı aydınlıkta gezer, kördürler. Diğer bir kısmı karanlıkta aradığına dokunup ne olduğunu farketmeyen şaşkın gibidir...
Her insanın idrakine göre, kendini gösteren nihâyetsiz var olan nûr, bu İhata edilmez varlık “ALLAH” işte!..” diye târif etmişlerdir. İşte bu târifi hakikî îmân öğretir insanoğluna.....
HÂLİK’ı tanımak için hissettiğiniz, duyduğunuz, aklınızın saplandığı muammaları çözmeğe kat'iyyen kalkışmayınız... İmânda olan, HÂLİK’ı esmâlariyle görmektedir.
Esmâlarıyle; çocuklarınızla beraber oynadığını, bulutlar içinde yürüdüğünü, şimşeklerle size uzandığını, çiçeklerle gülümsediğini görürsünüz... Bu görüş, duyuş, insanların içinde öteye ait bir bilgi olduğunu isbat eder. Bu bilgiye varmağa çalışmak îmân aşılar insana!..

Muhteşem ve mağrur bir teslimiyet içinde, sonsuzluğa doğru ilerleyen hayat kervanının dışına çıkmak olan ölümden korkmayınız...
Rüyalara inanınız, çünkü ezele giden kapılar onların içindedir. Rüyaların, güzelleri, sıkıntı verenleri vardır.
Bunlar tabiî maddî âlemdekilerin şekil, tarz ve hadiseleri gibidir.
Fakat arada bir çok farklar vardır. Bunları bulunuz. Ben size bir ip ucu vereyim....
Rüyada, renk, her türlü dünyevî zevk, elem ve keder tezahürleri vardır.
Yalnız dikkat ederseniz “Koku” yoktur. Bunu çözmeğe çalışınız. Ama o kadar kolay değildir.
Hepiniz rüya görmüşsünüzdür. Rüya hakkında bilginiz de vardır. Fakat bunların hepsi târiftir. Rüyaları bu yönden tahlil ederek, olan ve olmayanları tefrik ediniz. Önünüze büyük müjdeler, büyük hakikatler açılır....
Akıl ile her işi hâlletmeğe kalkmayınız. Akıl hilekârdır.
Tuzak kurar insana... Akıl korkaktır. HAKK korkusu, îmânın ism-i hasıdır.
HAKK'dan gayri varlıktan korkmak, gizli bir şirkten başka bir şey değildir.
Irmak gibi yağmur ve buluttan sermaye arzulama... Dünyada sonsuz ol, son isteme... Gül kokusu, gülü terkettiği için her sahaya yayılır... İmân edene Peygamber “Ümmetim” dedi.
Dikkat edilirse Ümmet kelimesinde “ÜMM-AnA” kelimesi vardır. Peygamber rahmet getirdi ve bildirdi.
Ana şefkatı Peygamber şefkatidir. Zira onun Peygamberlik ile alâkası vardır.
Milletler, analarına ta’zim ve hürmetle kurtulabilirler. Analar, Milletlerin bünyelerini dokurlar...
Onun için: “Cennet anaların ayakları altındadır” buyrulmustur. Bu büyük hikmeti, îmân öğretir bilmeyenlere....
Hakiki îmâna varan, HAKK’ın gönlünde bir sır olduğu gibi, HAKK’ın âyetlerinden bir âyet olur...
HAKK'tan gayri bir gaye uğruna, kılıcını çeken kimsenin kılıcı, kendi göğsüne gömülür... Bunlar ancak îmân ile elde edilir.
Hakiki îmânda olan, ahlâk, fazilet, adalet, doğruluk, kanaat hasletlerinin canlı şeklidir... Bu gibilerden denizdeki balık, uçan kuş bile kaçmaz.. Sokulurlar yanma, kırk yıllık dostmuş gibi...
Yazık o insana ki içindeki îmân ateşi sönmüştür. Kâbe'de doğup puthânede ölmüştür....
Dünyada muhtaç olmamak için HAKK'ın rengine boyanmak lâzımdır. Bu da îmân ile mümkündür ancak...


Resim

Miyar : Mi’yar : Ölçü. Bir şeyin kıymet ve vasfını gösterir olan.
Ahize : Bir elektirik akımını alıp başka bir kuvvete çeviren âlet, alıcı. kulaklık.
Tercih : Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek.
Mukteza : Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen. (Bak: Dâll-i bi-l iktiza)
Savt : Ses. Bağırmak.
Haslet : Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.


El Hakku :
Resim

El Hâliku :
Resim

Resim

Resim---Muâviye İbn Câhime’nin anlattığına göre; Câhime radıyallâhu anh Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selleme gelir ve: “Ey ALLAH’ın Rasûlu, ben gazveye (cihad) katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişâre etmeye geldim” der. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem : “Annen var mı?” diye sorar. “Evet” deyince, “Öyleyse ondan ayrılma, zîra cennet onun ayağının altındadır” buyurur.
(Nesâî, Cihâd, 12)

Resim

Sen dilini oynatma.. Ne emrolunuyorsa bildir. Kur’ân’ı biz toplıyacağız, biz devâm ettireceğiz:

لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ
Resim---Lâ tuharrik bihî lisâneke li ta’cele bihî: (Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma.(Kıyâme, 75/16)

إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ
Resim---İnne aleynâ cem’ahu ve kur’ânehu: Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir.” (Kıyâme, 75/17)

فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ
Resim---Fe izâ kara’nâhu fettebi’kur’ânehu: Şu halde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşunu izle.” (Kıyâme, 75/18)

O îmân edenlerdir ki, ALLAH zikredildlği zaman kalbleri titrer:

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
Resim---İnnemâl mu'minûnellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum ve izâ tuliyet aleyhim âyâtuhu zâdethum îmânen ve alâ rabbihim yetevekkelûn: Mü'minler öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Kendilerine O'nun ayetleri okunduğunda bu onların imanlarını artırır ve ancak Rabblerine dayanıp güvenirler.(Enfâl 8/2)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (TEKRAR DİRİLECEĞİZ)

Mesaj gönderen kulihvani »

TEKRAR DİRİLECEĞİZ

Her şey mütenasib olarak yok ve tekrar var oluyor. Elektirik ampülü saniyede 50 defa yanıp söndüğü için, biz onun devamlı yandığını zannediyoruz. Zamanla mukayyed olmayan, bir anda yok ve var oluyor! “Kûn!” işte budur. Zaman ve mekan dışıdır. Onun için idrak hududumuza sokamıyoruz.

Vicdanları gâyet müsterih ve sakin bazı salih insanlar vardır ki, kalblerinde ve sözlerinde tecelli eden huzur ve sükuna iştirak edilmedikçe yanlarına yaklaşılamaz. Bu çeşit bir mübareğin yanına bir gün yaklaşmak mümkün oldu da bu yazı bu konuşmadan sonra onların malzemesiyle diziliverdi. Ben de size anlatıyorum. Herhalde hoşunuza gidecek ve mânevî zevkinize bir okşama yapacaktır.

Bu çeşit insanlara yanaşamayanlar, Resûlün tebliğ ettiği âyetleri kendi kafalarında tefsir ederek haramı helal yaparlar. Fetvalar verirler. Temiz kalbli müminlerin ruhlarını bulandırmaya çalışırlar. Bunlar bir gaye altında çalışan sinsi, kendilerini çok akıllı sanan bir cemiyetin azalarıdır.

Dinden bahsederler, mânevî mevhumları kalbte kalıplara dökerler, görmüş gibi mânevî âlemin haritalarını çizerler; sonra da öteki âlem yoktur, âlem birdir diye öküzün bile inanamayacağı birçok vaaz ve nasihatlar yaparlar.

Mahşer, kıyamet, âhiret kelimelerinin ifâde ettiği mânâ Allah’ın mutlak hükümlerinden birini ifâde etmektedir.
Mahşer, toplanılacak yer… Kıyamet, ölülerin dirilmesi… Âhiret, öbür dünya, insanların öldükte sonra vasıl olacağı âlem.

Kur’ân’a göre insanın hayatı ölümle nihâyet bulmaz. Ölüm, başka bir âlemin kapsını açar insanoğluna… Dünya hayatı bir gaye değildir. O, ruhun maddî teşekkülat içinde vuku’ bulan tekamül mertebelerinden birini ikmal etmek için bir vasıtadır. Varlıkların tekamülleri için dünyaya gelmeleri lazımdır. Nisbî ve izâfî her şeyin oluşundaki noksanlık, bir zarurettir.
Beyaz renk dediğimiz zaman, bir şeyin eksikliğini ifâde etmiş oluruz. Bu eksiklik de onun beyazdan başka renklerden mahrumiyetidir. Her sıfat bir kusurun ifâdesidir. Her şey kendilerine nispet ve izâfe edilenden başka şeylerin eksikliği ile malüldür. İzâfiyet ve nispet ancak Halik hakkında bahis mevzu’u olamaz.

Mezar, topraktan bir yerdik ki arkasında cennetin huzuru vardır. Toprakta “HAYY” tecelli ettikten sonra, insan şeklinde dünyaya geldik. HAYY çekilince ceset edeben eski yerine çekilir. Mezarda, umumi olarak kimyevi bir tahlil başlar. HAYY, değiştirdiği toprakta tekrar topraklaşmak gayesindedir..

Cesedin toprağa tevdi’ edilmeden evvel birtakım sıkı merasimlere tabi’ tutulmasında büyük hikmetler gizlidir.
Burada zaman, mekan, hazırlık, mânevî hizmet mevhumları birden bire ayaklanır.
Bir ferdin ölümü; Kıyamet-i Suğrâ. Nesillerin kâmilen ölmesi; Kıyamet-i Vusta.
Haşr ü Neşr günü; Kıyamet-i Kübra isimlerini aldığı gibi.
Karar günü, Hesap günü, Telafi günü, Cem’i günü, Huruc günü, Tevafün günü, Din günü isimleri de verilmektedir.
Bu günün meydana gelişi, Rabbü’l-âlemîn’in vasıtasız tecellisiyle olacaktır.

İnsanoğlu, ölümü akıl ve ilmiyle izaha kalktığı günden beri vardığı netice; “Yokluk”- “Adem” kelimelerinin izah çerçevesi içinde kalmıştır. Bundan dolayı insanoğlu, ilmi ile fenni ile hırslarıyla kitap ve âlimleriyle bütün akademik bilgi müesseseleriyle ölüm hakkında acı, hıçkırırk, göz yaşı ve ızdıraptan başka bir tecelli ve izâh abidesi kuramamıştır.

Ölümü; Kalbin adalesindeki bir bozuklukla kan deveranının inkıta’ı ile, Beyinden bir damarın kopması ile, Tansiyonun yüksekliği ve düşüklüğü ile, Kanser, verem, daha birçok, binlerce isim alan hastalıklarla izaha ve teselli bulmaya savaşmıştır. Bizimle konuşan, sıhhati yerinde, gülen ve işiyle gücüyle meşgul bir insanın bir anda yok oluşunu, katillerin, fazileti âlim ve insanların sonudan ne olduğunu ne olacağını bütün dünya âlim ve ilim müesseselerine sorsak alacağımız cevap ancak: “Bilmiyorum!”dur. Bu kelime ölüm kadar karanlıktır. Bu karanlıkların aydınlanmasını isteyen insan, bunu ancak iman kürsüsünden dinleyip öğrenebilir. İman; İnsanı Halik’a bağlayan kaçınılmayan mânevî bir bağdır ki zerreden atomlara, atomlardan moleküllere, moleküllerden yıldızlara, yıldızlardan nebatlara, nebatlardan hayvanlara kadar. büyük bir silsile teşkil eder…

Kitâbullâh’ta: “Gökler, yeryüzü ve bütün mevcudat Halik’ini tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki onun hamd ve senasıyla hareket ve tesbih bulunmuş olmasın. Çimen, ağaç her şey secde etmektedir. Görmez misiniz göktekiler, yerdekiler, güneş, ay bütün ecram, dağlar, nebat ve hayvanlar hepsi secde ve tesbihtedirler! Binlerce kuşlar sabahları Allah’ı tesbih ederler.
Bütün bu mahlukat yaratıldıktan beri canlı ve cansız her yerde Allah’a karşı nizyaz ve tesbihlerini bilerek bilerek devam ettirmektedirler. Allah da onların yaptıklarını bilmektedir. Lakin siz onları görmüyor ve tesbihlerini işitip anlamıyorsunuz!”

Bütün Kâinat bir hamd ü sena, niyaz ve tesbih ma’bedi halinde yaratıldığından beri gelip gitmektedir. İnsandan maada bütün canlı ve cansız yaratılanlar istisnasız bunu bilir ve yapar. Ne yazıktır ki insanoğlu umumi bir taat ve tesbih çemberine girmemiştir. Habil’i öldüren Kabil gibi hırs ve madde güruhuna uyanlar; hırslarını tatmin için yerleri kazdılar, dağları deldiler, bugünkü fennin mübeşşiri oldular. Habil’in grubu ise kazâ ve kaderin çerçevesi içinde tevekkülde kaldılar.

Bu küçük hikayenin mânâ, 60 senelik bir dünya hayatına sığdırılmak istenen fazilet, ahlak, kanaat mevhumlarıyla hırs ve maddeye tapma arzusunu ve şehvaniyet mevhumlarının mücadelesini ifâde eder ki bu mücadele hakikatın nûrundan uzaklaşma saikasının verdiği mantıkla insanoğluna ahlak, adalet, fazilet ve doğruluk hasletlerini haykıran dinlerin, hırs ve nefsani arzuların tatminine engel olduğu ileri sürülerek netice itibariyle beşeriyetin, yekdiğerini boğazlamaka için her an hazır bir halde birbirlerine hırs ve düşmanlıkla bakmasını husule getirmiş ve bugünkü dünya bu kisve altında düşünen kafa için bir üzüntü silsilesi haline gelmiştir.

Halbuki ölüm, bir yokluk ve varlık bataklığı değildir.
Pırıl pırıl açacak bir sabahın son karanlığıdır.

Hayatın beşikle mezar arası kısa bir mesafeden ibaret olduğunu sanan dar bir kafaya, mezar dağlarının arkasından sökecek bir ölmezlik sabahının tülleneceğini anlatmak çok zor ve korkunç bir iştir.

İlim ve fennin, kitap ve hükümleriyle gözyaşı acı ve ıstırap kelimeleriyle kapadığı ölümün hakikatını ancak Peygamgerlerin tuttuğu meşale altında, iman yolculuğuna çıkmış insanlar anlayabilir ve başarabilir.

Yaşamak hırsı içinde bulunan insanoğlunun, dünyada iken sarıldığı lezzet ve zevkin bir anda, yokluk diye inandığı ölüme sürüklenmesi kadar hicran olamaz. İmansız, karanlık bir akıbete dünyadan giderken çivilenmiş hırsı ile ruhu birbirinden gıcırtı ile sökülür ve ayrılır.

Diğer taraftan imanlı bir insan, ölüm kelimesini hecelerken tatlı bir vuslat içindedir. Bütün ömrünü sevgilisinden kalma bir mendil gibi dünya hayatına sallayarak ölümle sarmaş dolaş olarak ebediyet gözlerini yumar gider.

Semânın insana korku veren engin derinliklerinde pırıldayan yıldızlara ASTRONOT gönderen bugünkü ilim ve fen, biyolojik bakımdan hayatı, canlılığı şöyle târif ediyor: Hayatın ilk canlı atomu olarak hücreyi kabul eder. Cansız moleküllerin suda eriyerek bilinmeyen bir kudrete iyonize olmasından ilk hücre meydana gelmiştir.
Canlı uzviyet kimyasının vardığı fennî, ilmî bu sır; Kur’ân-ı Kerîm’in Enbiyâ suresinin başlangıç olarak bildirdiği şu âyetin aynı ve izahıdır. “Vecealnâ minelmâi küllî şey’in hayy” Burada çok ince bir mânâ ve hakikat gizlidir.
Maalesef şimdiye kadar, yukarıda anlattığımız küçük hikayenin verdiği zihniyet içinde bu Âyet-i Kerîme’nin büyüklüğü garb âlimlerinin yüzüne onların ilim kelimeleriyle izah edilerek savrulmamıştır.
Kâinattaki maddeler evvelce mevcud olmayıp sonradan husule gelmiştir.
Evvelce mevcud olmayan madde sonradan yaratılıyor demektir. Maddenin evvelce mevcud olmayıp sonradan husule geldiği kabul edildiğine nazaran; Yani cansız moleküller suda eriyor. Sonra iyonize oluyor. Ve ilk canlı molekül hücre teşekkül ediyor. O halde bunun bir yaratıcısının mevcud olacağı kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Madde mevcud olunca zaman ve mekan mevhumları bizzarur çıkıyor, canlı da zaman ve mekan ile mukayyed oluyor demektir. Bu canlı hücrenin hayatı için evvelce hazırlanmış şartların mevcudiyeti de lazımdır.

Arz, güneşe en uygun uzaklıkta olduğundan bu iyonizasyon arzda vuku’a gelmiştir. Bu tesadüfi bir hal değildir. Bugün astronominin bildirdiğine göre tetkik edilen birçok yıldızda iyonizasyon olmadığı ve hayatın da olmadığı ileri sürüldüğüne nazaran bu şartların orada olmadığı ortaya çıkar.

Canlı moleküllerin en mükemmel mimarisi insan vücudundadır. Bu mimarideki diziliş sabit ve değişmez bir kimya olmasına rağmen akıl yoran mütemadiyen harekette bulunan bir ahenk silsilesidir. Bu tesadüfün bir eseri değildir, olamaz da. Bu ahengi hiçbir kuvvet katiyen değiştiremez. Canlı moleküllerin esas özü olan protoplazmada gıda yolu ile alınan birçok maddeler yerlerini yeni maddelere terk ederek vücuttan çıkar gider; yani uzviyet her an yenileme mahşeri içindedir.

Bir hayvanın, bir insanın veya bir nebatın tohumunu; hem vücudu içinde hem dışarıda hiçbir kuvvet te’siriyle yapacağı neslin imar işinde şaşırtmak imkan haricindedir. Erik ağacı elma veremez. Kedi tavşan doğuramaz. Karınca sinek çıkaramaz. Canlı olabilme hadisesi; o halde moleküllerin ahenkli değişmeyen bir düzeninin ifâdesi.

Maddelerin bu ahenk içinde dizilişi, El Bedi’ esmasının tefsiri, bu ahengin Allah’ın esmalarıyla tecelli ihtizazından ibarettir. 99 esma, kimyanın MENDELYEF cetvelindeki anasırın yaradılışındaki kudretin sudur yeridir. Ölüm canlı moleküllerin ahenki dizilişinin bir anda çözülüşü ve kimyevi anasıra ayrılmaya gitmesidir.
Parçalanan bu kimyevi unsurların en son kalan elle tutulan kısmı kemiktir. Bu kemik parçası diziliş ahengi bozulmuş cansız moleküller yığını değil midir? Bunun tekrar canlı molekül haline gelmesi bir tecelliye vabestedir. Allah istediği an ahengi var edebilir, yok edebilir.

“Kûn feyekûn, her şey aslına dönecektir.” âyeti budur. Yanan bir elektrik lambasını biz devamlı yanar görüyoruz.
Halbuki o saniyede elli defa yanıp sönmektedir. Bizim zaman ve mekan idrak hududumuz dışında olduğundan, onu zaman ve mekan dışında “Kûn feyekun!” oluşunu idrak edemiyoruz.

Jeoloji, astronomi ilimleri arz için sonun mecburi olduğunu kabul ediyor. Havadaki bir değişiklik veya bir kuyruklu yıldızın arza çarpması bu sonucu husule getirecek diyen eski iddialar tatmin edici değildir.
Zira yıldızlar arasındaki açıklık ve boşluk o kadar derin ve korkunçtur ki yıldızların yekdiğerine çarpması imkansızdır. Korku verici bu genişlik bu kadar basit gibi görünen büyük hadiselerin vuku’una manidir. Güneşin aya girmesi, kamerin husufu, Kur’ân ayetleri, dolayısıyla madde muvazenesinin madde aleyhine çevrilmesini ifâde etmektedir. Allah’ın mutlak hükümlerinden biri olan son, kıyametin Rabbü’l-âlemin’in vasıtasız tecellisiyle meydan geleceği keyfiyetini açıklamaktadır.
İşte bu hal Allah’ın arz enerjisi sisteminde vasıtasız olarak yenileme emri verilmesinden ibarettir. Bu enerji değişmesinde yeni ve taze atom sistemlerinin meydana geleceği fizik kanunları arasında en kuvvetli yeri almaktadır. Atomların madde ve sistem teşkil etmelerindeki bu konuşma Kur’ân ayetleriyle bildirilen “Kevn” lafzının canlılık için elverişli şartların tekevvünü ile maddecilerin bağırdığı iyonizasyonun tekrar başlayarak protoplazmanın ve hücrenin teşekkül edebileceğini ve hayat ahenginin tekrar kurulacağını ifâde eder.
Molekül ve atomlardaki bu nuntazam alışkanlık o gün bizim mimarimizi yeniden dokuyacak ve emir âleminin o güzel, ölmez ruhu bu oluş ahengi içinde vücudun canlılık halini terar süsleyerek onu diriltecektir.
O halde, toprakta kalan o kuru kemik parçası, tekrar taze filiz vererek canlanacaktır. Tekrar dirileceğiz o halde…

Resûlü Ekrem’in bildirdiği Allâh’ın emrinden olan ruhu inceleyelim:
Ruhî fiillerin ve tezahürlerin merkezi olarak ilim ve fen beyni kabul ederek ruhu inkar yoluna sapmıştır. Bugün beynin en ince noktasına kadar haritaları yapılmıştır. Bu haritaların tetkiki, ruhu inkar edenleri utandırmıştır. Beyin hastalıklarında yapılan otopsilerde ve eldeki beyin haritalarında, muhtelif hareketlerin merkezleri, bacakların, ellerin, parmakların her türlü hareki fonksiyonları için beyinde merkez tesbit edilmiştir.

Fakat korku, gurur, emir gibi hissi mefhumlar; düşünce akıl, hayal gibi insanları insanlık vasfını merkezleştiren birtakım melekeler beynin giçbir tarafına yerleştirilememiştir. İnsanları, cemiyetleri yekdiğerine bağlayan birtakım ahlaki hasletlerin hastalık şeklinde noksanlığına müptela olan cânilerin, hırsızların, anormal şehvetperestlerin, gaddar zâlimlerin öldükleri zaman yapılan otopsilerinde beyinde hiçbir anormal değişiklik tesbit edilememiştir. Son yıllarda beyin üzerinde yapılan elektrikî grafiklerin tetkikinde; akıl, düşünce, zeka, cesaret, ahlak, fazilet umdeleri normal veya anormal olan kimselerde bir değişiklik göstermemiştir.
Bir meçhulu, halli güç diğer meçhullerle halletmek zaruretine ancak elimizde müspet ve izah edilmiş delillere dayanan makul bir nazariye bulunmadığı zaman katlanabiliriz.

Netice olarak;
İnsan bedeninde beyin ve hücreden maada gizli bir mânâ cevheri mevcuddur. Bugünkü akademik bilgilere inanan garbın alimleri ruhu yanlış tasavvur etmektedirler. Bedene giren, çıkan, gözle görülmeyen bir şey hissediyorlar; fakat ruh anlamını ikrardan korkuyorlar.
İslam felsefesinde ve Kur’ân’daki ruh anlamı bunlarca anlaşılmış olsa, hepsi ruhun mevcudiyetini ikrardan ve teslimden çekinmeyecekleridir. Fakat şu muhakkaktır ki bir gün gelecek bunu iman ile bağırarak ikrar edeceklerdir. Resûl’e ve Kur’ân ayetlerine dayanarak ruhu şöyle izah edebiliriz: İnsan vücüdu his esmasının canlılık halini devam ettirdiği müddetçe bir radyo cihazı gibidir. Dimağ bu cihazın elektrik tesisatı, lambaları ve teknik aksamı mahiyetindedir. Bu radyo cihazında asıl radyo dalgalarını dağıtan verci cihazda, yani radyo merkezinde konuşan şahıs nasıl hassasını diğer radyolara veriyorsa; Rabbü’l -âlemin, verici radyo merkezi olan ruhların bulunduğu levh-i mahfuzdan, bütün âleme hitap ediyor.

İnsana insan vasfını veren ruh olduğu gibi, radyoya radyo vasfını veren de verici radyodan çıkan ruh ismi verilen, bu his dalgalarıdır. Dış görünüş itibariyle radyo, madde cihazı ile elektrik cereyanından müteşekkildir. Halbuki verici, radyo dalgalarını vermediği yani konuşmadığı müddetçe bütün bu maddî tesisatı havi radyolar tamamen sessiz ve hareketsizdirler. Ruhun ebediliği âlemine izâfetendir.

Bin küsür sene evvel ruhun emir âleminden olduğunu dünyaya haykıran muhterem ve mübarek Resul-i Ekrem'in bu inci sözünü maddeye tapan göz ve kulak, bir türlü idrak edemez. Bir çok ilim kazanında yoğrulmuş, türlü kalıplara dökülerek mantık süzgecinden süzülmüş sözlerle, binlerce ciltlik kitaplar yazılıyor ve bu gün herkesin evinde ve dünyanın her tarafında bulunan radyo bize ispat ediyor ki: Asıl radyo, verici istasyondur ve orada konuşan spiker asıl radyodur. Her dalga uzunluğundaki his dalgalarını ve ihtizazları alan büyük Velîler senelerce evvel vücudun vahidden ibaret olduğunu haykırmışlar: “Müessir ile Müessirun fih” ifâdelerini kullanmışlardır. Bütün dünyadaki radyolar kırılırsa radyolar vahid olur.
Teker teker işleyen radyolar bu dalgaları almaz hale geldiği zaman, kıyamet-i suğra vuku’a geliyor. Bir gün bütün radyolar dalgaları almaz hale gelecek o zaman kıyamet-i vusta olacaktır. İnsan mev-cudiyetinden çıkan ruh radyonun muattal hale gelmesini ifâde eder.

"Ankara radyosunun neşriyatı bitti. Geceniz hayırlı olsun!.." dendiği zaman yarın radyo konuşmayacak demek değildir.Emir âleminin ihtizazı olan ruh ayrıldı diye yarın insanın tekrar dirilmiyeceğini söylemek doğru değildir. .Kıyamet-i kübra husulünde mükerreren kâinatın tek konuşan spikeri Cenâb-ı Zülcelâl tekrar konuşacak ve yıllarca sessiz kalmış radyo cihazları da tekrar ses vermeğe başlıyacaktır ki bu “Ba'sü bad-el-mevt”tir işte.Hangi tohum ekilmiş de bitmemiş...

“Eleyse zalike bikadirin 'ala en yuhyiyelmevta.!..”

Hallacı Mansur, radyosuz asıl spikeri dinledi ve: “Radyo yoktur ve yalnız spiker vardır!” diye bağırdı: “Ene’l-Hak".Bu derin hakikati işitenler köylerde radyo dinleyen ve radyonun hangi mekanizma ile işlediğini bilmeyen insan kitleleri gibi anlayamadılar... Ve onu vurdular!..

Fir'avun da Allah'lık iddia ettiği için devrildi.
Mansur da: “Ben Allah'ım!” dedi boynu vuruldu. Ama firdevslere yükseldi…

Anlamadan anlamaya, söylemeden söylemeye, korkunç uçurumlar kadar fark vardır. Açık hakikatlara itiraz etmek, insanları felakete sürükler.

Allah'ın Velîlerinden mübarek bir zat şeyhinin bekâ âlemine göçmesi üzerine teessüründen kabrini ziyaret eder, dönerken: “Bu dünyada artık ne var şeyhim göçtü, yaşamak mânâsız!.." diye düşünüyordu.
Tam bu sırada önünde bir nûr belirdi. Nûr gittikçe büyüdü, kesif bir hal aldı; şeyhinin hayattaki şeklini aldı. Müridine elini uzatarak: “Acele etme oğlum daha ben bile ölmedim. Sen ölmeğe ne diye hazırlanıyorsun!" buyurdu.

Büyük Bestamî buyuruyor: “Ben hakikate erdikten sonra şunlarda yanıldığımı anladım: Sanıyorum ki ben Allah'ı istiyorum. Sonradan, anladım ki Allah beni istiyor. Allah'ı zikrettiğimi sanıyorum. Meğer Allah beni zikrediyormuş. Yaptığım şeyleri kendi faydam için yaptığımı zannediyorum sonradan öğrendim ki Allah'a çoktan kavuşmuşum!"

Bütün beşeriyet, âlimleriyle, kitaplariyle, üniversiteleriyle ölüm hakkında asırlarca söylemiş, karalamış, bağırmıştır.
Netice hepsinin hulasası şudur; Hıçkırık, gözyaşı, ıstırap... Ve binlerce hastalık nev'i isimler, teşhisler… Bu bir satıra çıkan kelimelerin mânâları ile teselli bulmağa savaşmıştır. Ölüm ve ötesini herkes mırıldanmıştır. Her önüne gelenden bir iki şeyi öğrenmekle kendisini olgun addeden kimseler, dinin kemâl ve inceliklerini anlıyamadılar.

İslâm itikadına muhalif olarak ve birtakım bâtıl aklî delillerle tahkim edilmiş makaleler ve kitaplarla kütüphâneler dolmuştur.

Hissen gizli olan bazı şeyleri, görme duygusuyla keşif ve izah müşküldür. Denizlerin sularını riyazî olarak hesaplayınız şu kadar ton her gün buhar haline gelir eksileni hesaplayınız, şu kadar sene sonra bu deniz bitecek diye riyazî bir neticeye varınız.
O an geldiği zaman denizlerin yine yerinde olduğunu göreceksiniz.
Zira deniz o kadar senede sularını değiştirebiliyor, bunu niçin düşünmüyorsunuz?

“Men fekade hissen fakade ilmen.”

Netice ölüm hakkında: “Bilmiyorum!" tasrif edilmiş sıgasıyla yapayalnız kaldığımızı görürüz. Ölümü, ilim, üniversite kürsüsünden değil iman kürsüsünden beklemek lazımdır.

Beni senelerce yazılarımdan takip eden muhterem okuyucularım, artık ben yalnız hatıralarım için yaşıyorum. Bir çok hatıralar taşıyan insan ormanlardaki kurumuş meşe ağacına benzer. Bu meşe artık kendi yapraklariyle süslenmez. Bazen çıplaklığını asırlar geçirmiş dallarının üzerinde biten yabani nebatlarla örter.Bir müddet için sizlerden böyle uzak kalışım, ebedi âlemde ayrılmamak içindir. Hayat geçicidir. İnsanın ailesi bir gün gibi geçer gider. Allah'ın takdiri onu bir duman gibi dağıtır. Oğul ve kız babasını, babası oğul ve kızını, birader hemşiresini, hemşire biraderini pek az tanır. Meşe ağacı etrafında palamutların filizlendiğini görür amma âdemoğulları bu saadetten de mahrumdur.

Bu sözler, gecenin derin karanlıkları içinde gizlenen ve kayaların arasından sızan sulariyle mevcudiyetleri meydana çıkan kaynağa benzer. Bu kaynağı anlamanızı rica ederim. Size rahmetli olmuş bir arkadaşımın söylediği sözlere ismimi ilâve ederek huzurunuzdan ayrılıyorum. Duanızı dilerim!..

Bakanlar bana Gövdemi görürler
Halbuki ben başka yerdeyim…

Günü gelince Gömenler beni.Gövdemi gömerler
Orada bile başka yerdeyim…

Gel aç üstümü ne görüyorsun
Görünmeyeni…

Görebiliyor musun
Doktor nerede, Derman ne oldu?
Sana bana olan ona da oldu…

Kendi beyaz gömleği altında
Birden yok oldu…


(Ruhun şâd olsun sevgili azîz Hocam!..)

Resim

Mukayyed : Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. * Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.
Müsterih : (Rahat. dan) İstirahat eden, rahat bulan.
Ma’lul : İlletli, hasta, sakat, kötürüm. * Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi.
Tevdi’ : Emanet vermek, bırakmak. * Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi. * Mutlaka terkedip bırakmak.
Ferd : Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan. Bîhemta olan.
Telâfi : Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak. * Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek.
Huruc : Çıkma. Dışarı çıkma, çıkış. * Ayaklanma, isyan etmek.
İnkıta’ : Tükenme. Kesilme. Arkası gelmeme.
Maada : Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir)
Mübeşşir : İyi haber verip sevindiren. Hayırlı haber veren. Müjdeleyen.
Saika : Yıldırım. Ölüm, mevt. * Nüzul ateşi. * Semadan gelen şiddetli ses. * Mühlik ve azab. * Bulutları sevke vazifeli melek.
Kisve : Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan. * Soy, sop. * Sıradağ. * Seri. Dizi. * Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra.
Anasır : Unsurlar, öğeler.
Vabeste : f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan.(Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. M.)
Keyfiyet : Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
Gaddar : Kahredici, öldürücü. Ahdine vefâ etmeyip hıyânet eden. Hâin, zâlim, çok zulmeden
Maada : Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir)
Havi : İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Câmi'. * Biriktirici. * Kuşatan.
Muattal : Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş. * İşsiz. Tenbel.
Müessir : Te'sir eden. İz bırakan. Te'sirli. Dokunaklı. * Hükmünü yürüten. * Eserin sahibi.
Müessirun fîh : Te’sirden etkilenen.
Ba’s-ü-bade’l-mevt : Öldükten sonra tekrar dirilmek, diriltmek. (Bak: Ahiret)
Âhiret : Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Âhiret, kıyamet koptuktan sonra, bütün varlıkların ve insanların devamlı kalacakları yerdir. Orada ölüm yoktur, hayat sonsuzdur; dinin emirlerine bağlı olanlar için cennet; dine bağlı olmıyanlar için de cehennem vardır. Âhirete inanmayan insan müslüman olamaz. Kur'an ve peygamberi inkar etmiş olur. İnsan ölüp toprak olduktan sonra onu kim diriltecek diyenlere Kur'anın pek çok cevaplarından biri meâlen şudur: "Onu ilkin kim yarattı ise, öldükten sonra da yine o diriltecek." (Bak: Haşir)
Haşr : (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet. * Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekirdeğinden diriltilerek bütün insanların Haşir Meydanında toplanmaları. (Bak: Acb-üz Zeneb)
Acb : Kuyruk sokumu. "Us'us" denilen küçük kemik. Her şeyin kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik.Acb-üz zeneb diye Hadis-i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik.(Kur'ân-ı Kerim'de "Sure: 30. âyet: 27" Yani: "Sizin haşirde iâdeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır." Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de bir bedende birbiri ile imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peydâ eden zerrat-ı esasiyye, Hz. İsrâfil'in (A.S.) suru ile Hâlik-ı Zülcelâlin emrine "Lebbeyk" demeleri ve toplanmaları aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadisde "Acb-üz zeneb" tâbir edilen ecza-i esasiyye ve zerrât-ı asliyye ikinci neş'e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakim beden-i insanîyi onların üstünde bina eder. S.)(Arkadaş! Zâhire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zâide birlikte iade edilir. Evet, cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz'ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi "Acb-üz-zeneb" tâbir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî neşvü nema ile teşekkül eder. İ.İ.)

“Men fekade hissen fakade ilmen.”: eksik bir ibare. “Ölümü HiSSen Yaşamak mümkün değildir ancak İLMEN” olabilir..

MENDELYEF cetveli:

Dimitri İvanoviç Mendeleyev:
(d. 8 Şubat 1834 Tobalska – ö. 2 Şubat 1907 St. Petersburg)
Rus bilim adamı. Mendeleyev, ilk periyodik cetveli bastırdığı zaman henüz 63 element biliniyordu. Ölümünden bir yıl sonra bilinen element sayısı 86 ya çıkmıştı. Bu hızlı artış, kimyanın en önemli genellemesi olan periyodik cetvel yoluyla sağlanmıştır.

Resim

El Hâliku :
Resim

El Bedîü :
Resim

El Mübdiü :
Resim

Resim

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
“Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinn(fîhinne), ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum, innehu kâne halîmen gafûrâ: Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır.” (İsrâ 17/44)

وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ
“Ven necmu veş şeceru yescudân: Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler.” (Rahman 55/6)

وَلِلّهِ يَسْجُدُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَظِلالُهُم بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ*
“Ve lillâhi yescudu men fis semâvâti vel ardı tav’an ve kerhen ve zilâluhum bil guduvvi vel âsâl(âsâli). (SECDE ÂYETİ): Göklerde ve yerde her ne varsa -isteyerek de olsa, istemeyerek de olsa- Allah'a secde eder. Sabah akşam gölgeleri de (O'na secde eder).” (Ra’d 13/15)

أَلَيْسَ ذَلِكَ بِقَادِرٍ عَلَى أَن يُحْيِيَ الْمَوْتَى
“E leyse zâlike bi kâdirin alâ en yuhyiyel mevtâ: Peki (bunları yapan) Allah'ın, ölüleri tekrar diriltmeye gücü yetmez mi?” (Kıyâmet 75/40)

“Vecealnâ minelmâi küllî şey’in hayy”:

أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ
E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhuma, ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy(hayyin), e fe lâ yu’minûn: İnkar edenler, görmez mi ki gökler ve yer birleşik iken onları (biz) ayırdık ve her şeye sudan hayat sağladık. Hala inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ 30/21)

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kun fe yekûn: Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı "Ol" demekten ibarettir. Hemen oluverir.” (Yâsîn 36/82)

اللَّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
“Allâhu yebdeul halka summe yuîduhu summe ileyhi turceûn: ah, ilkin mahlûkunu yaratır, (ölümden) sonra da bunu (yaratmayı), tekrarlar. Sonunda hep O'na döndürüleceksiniz.” (Rûm 30/11)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (HAMD VE ŞÜKÜR)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

HAMD VE ŞÜKÜR

Resim

Şükür daima ni'met ve ikram-ı Rabbâniye karşı duyulan minnet ve mahcubiyetin ifâdesidir.
Şükrün ifâdesinde, tekrarının, devâmının ve fazlalaşmasının arzu edildiği gizlidir,
Hamdde: “Bu kadar kâfi, fazlasını arzulamam, Kanaat hududundan bir santim ilerlemesini istemiyorum, Beni bu hâlime bırakın!” istekleri mevcuddur. Mesaib ve belâyaya karşı en büyük bir silâhtır hamd.
Hamd edilecek yerde şükür yapmak, şükür edilecek yerde hamd etmek caiz değildir. Hem de tehlikelidir.
“Elhamdülillah!” diyen bir kimse: “Yarabbî kudretlerin kaynağı Sen'sin.
Her şey Sen'in arzunla mümkündür. Ben hâlime razıyım, belâya da, saadete de... Beni bu hâlimden, bu hâlimi aratacak hâle sokma!”
demektir.

“Elhamdülillah çok şükür!” demek ise:Hâlime razıyım, bu hâlimi bana aratma”
Peşinen de: “Yarâbbi teşekkür ederim!” demektir.
“Beni, seni tanıyan yarattın, bundan dolayı hamdederim! Fena bir kul, âsî, münkir bir kimse yaratabilirdin; bu bana kâfidir!” Hamd, bütün belâyanın önüne sed çekmektir.
Çok ince hâller vardır, hamd veya şükürün hangisini yapmak lüzumiyetinde hataya gidebilir insan.
Bundan dolayı da bu hataları yok etmek için “istiğfar” yapmak lâzımdır.
Ben bilemedim, kestiremedim, niyetim hâlistir, fakat senden istemek edebini, kul olduğum için lâyıkı ile anlayamıyorum. Bundan dolayı, hatâlarımı bana bağışla!” arzusunu dilemektir.

Hamd; Cesedin haykırışıdır.
Şükür: Ruhun haykırışıdır...
Hamd ile azab ve cehennemden kurtulunur. Şükrile Cennet'e girilir.
Ni'met ve ikram-ı ilâhiyeye bilâ istisna her canlı; insan, hayvan, nebat mazhardır. Hem de arası kesilmeden.
Akan ırmak herkese su verir. Güneş herkese sıcaklık saçar. Rüzgâr herkesi okşar.
Bu ni'metlerden dolayı bunu vereni bilmese bile, o ni'metlerin verdiği ferahlık ve telezzüzden dolayı insanın yüzü güler: “Oh!” der. Nebatların yaprakları canlanır. Bu bir nev'i “Oh!” demektir.
Hayvan su içer, doyar kuyruğunu sallar. Kuş öter. Bunlar hep bir nev'i: “Oh!” demektir, işte bu şükürdür.
Cenâb-ı ALLAH, yarattıklarına “Hamd”'ı öğretmek için, Resûllerini göndermiştir. Bunların ilki ve sonu hamdedici olan MuhaMMed (aleyhi's-selâm)'dir.
Hamd'ı yaratılan her mahlûka öğreten O'dur. Onun için şükrü, ruh ezelden, bilir. Hamd sonradan öğretilmiştir.
Şükür doğrudan doğruya, “Zâtullah”a raci’dir.. Hamd onu tanıtan, yalvarma edebini öğreten Resûlden, ALLAH'ı Zülcelâl’e çevrilir.
Dünyadaki hamd'ı iyice öğrenmeden örseleme. Şükürde kal, ikisinin arasında şeytan seni bocalatırsa “Sabır” da kal!.. Hem de hududsuz sabırda. Sabırda hazineler gizlidir.
Buğday sekiz ay toprak altında, gizlenmeye sabrettiği için azîz ni'met olmuştur.
Sedef aza kanaat ettiği için sabra kavuşmuş ve ALLAH içini inci ile doldurmuştur.
Resûl aza kanaat âbidesi olduğu için “Rahmetenli’l-âlemin” ba’s edilmiştir.
Sabırda, kanaatta; RAHÎM, şefik olan Allâhu Lemyezel gizlidir.
Bu sıfatlara bürünene: “Size Şah damarlarınızdan yakınım” diyen ALLAH görünür...
Hamd, âhiret kapısında biter.. Şükür ise diğer âlemde de vardır.
ALLAH'ın mağfiret deryasında yegane eriyen şey şükürdür.
Diğerleri erimez. Mağfiret deryası tarafından kabul edilmez.
Şeker suda erir. Zeytinyağında şeker erimediği gibi, şükürden başkası da mağfiret deryasında erimez...
Hamd, insanı mağfiret deryasında eriyecek hâle hazırlar ve insan şükür külçesi hâlinde, mağfiret deryasına dalarak eriyip gider, Saâdet-i ebedîye'ye karışır. O zaman “Cemâlullâh” tecellî eder.
O hâlde bütün ni'metlere “maddî ve mânevî” şükür... Mesaib ve belâyaya hamd etmek lâzımdır..
Kuldaki şükrün ifâdesi, edeb içinde, emirlere büyük bir zevkle itaat, sonu gelmeyen tatlı bir arzu ile istekle ibadat, taattır.
Hamd'ın ifâdesi, me'yus olmadan rıza, tahammül ve sabırdır.
Şükrün menzili en küçük dereceden en büyük derecelerine kadar daima doludur.
Zira ruhlar, arza inmeden evvel kendilerine Ta’lim edilmiştir.
Ruhların arza indirilmesindeki murad-ı ilâhî hamdı öğrenmeleri içindir.
Hamd menziline gidilirken bu yolu dolduramıyanlar yuvarlanırlar.
Şükrün hakiki olup olmadığı hamdın mevcudiyeti ile isbat edilir.
Hayır ve şer ALLAH'tandır.”
Hayır, şükrün yerine varması ile gönderilen, ardı arası kesilmeyen mağfiret-i Sübhanîyyenin, le-mead ve akisleridir.. Şer, Hamd'sizliğin mukabilidir.
Ateşe el sokmayan nasıl elini yakmazsa, hamd edene şer gelmez...
Ateşe elini sokanın eli nasıl yanarsa hamd etmeyene şer gelir.
Bunların istisnasız kanunu ilâhî oluşundandır ki:
Hayır ve şer ALLAH'tandır.” Cümle-i Celilesi bildirilmiştir.
Kulun şükrüne vesile olacak bütün ni'met ve ikram-ı ilâhilerin sai ve muhafızları, meleklerdir.
Şerrin, hamdsız kalmasına da çalışan, şeytandır.
Bu büyük ve ilâhî intizam ve carî kanunun fehmedilsin edilmesin sigortası da, kanaat ve sabır hasletlerinin takviyesine çalışmak ve bunda muvaffak olmaktır.
Kanaat ve sabır zırhına bürünene, şeytan yaklaşamaz.
O zaman kul hamd edici sıfatını giyer, işte, Resûlullâh'ta erimek budur.
Resulullâh'ta eriyenin içinde korku yoktur.
Zira Resûlullâh'ta eriyen kimse, rızadan bir parça olur.
Cemâlullâh”a kavuşur, bütün bu nehy-i ilâhiler, buraya kavuşmak için kurulmuş, mağfiret süzgecinden süzülmüş çârelerdir...
Nehiyileri, mantık yürütmeden, akıl ile eşelemeden, şüphesiz kabul ve tatbik etmek lazımdır.
Şeker hastalığına, şeker yemek yaramaz; vücudu ifna eder. Bu bir hakikattir.
Niçin yaramaz? izah edin!” Yapamazsınız!..
Ancak, onu, ehli olan doktor, size tecrübe ile izah eder.
Bütün hastalıklarda, bazı hususlarda kat'i perhiz yaptırılır.
Çünkü alınırsa vücudu fenaya götürür. Mânevîyat âleminde de iş, aynı ile vaki’dir.
Onun için; “Şarap içmeyiniz!”,“Hınzır eti yemeyiniz!”, “Yalan söylemeyiniz!”, “Kimsenin hukukuna tecavüz etmeyiniz!”, “Ulûlemre itaat ediniz!”, “İsm-i İlâhîyi anmadan bir şey kesmeyiniz!”, “Adaletten ayrılmayınız!”.
Velhasıl bütün haramlar ve nehiyler; ruhun temiz, saf bir hâlde, Allâha dönmesini temin için vaz'edilmiş, ALLAH emirleridir. Sebeplerini aramaya kalkma!
Şeker hastalığına şekerli maddelerin niçin dokunduğunu anlaman için doktor olman lâzımdır. Doktorluk tahsil et, ondan sonra anla!..
Nehiylerin sebeblerini anlamak için de mânevîyat doktoru olmak lâzımdır. Onlar da, dünyada iken, HAKK'a vasıl olan velîlerdir.
Bir doktor, şekerli hastaya, şekerli maddelerin dokunacağını yalnız söyler geçer, izah etmez, etse bile, hasta anlıyamaz.
Nebîler de böyledir, izah edilse anlaşılamaz. O makam ve mertebe, o ihtisas dereceye ulaşmak lâzımdır.
Onun için, akıl ve mantıkla izahlar bulmak bir işe yaramaz insanı yuvarlar!..

Muhterem okuyucularım, bu işleri bu kadar bilmeniz, herhâlde kâfidir, zannederim.
Niyaz ve dua ederim;
ALLAH sizi kanaat, sabır gösteren,
Emirlere şek ve şüphesiz itaat eden,
Şükrü bilen ve daima hayâ ve mahcubiyet içinde bulunan,
Mesaib ve belâya karşı tükenmez hamdedici ve sabır, huzur içinde yüzen kullarından eyleye.
Beni dinlediniz, belki bir şeyler öğrendiniz.
Mukâbeleten de, bana, ayrıca teker teker dua etmenizi dilerim.

Şimdi bu edeble biraz daha dolaşalım;
Emr-i İlâhîyi bihakkın yerine getirmeden, ALLAH'tan bir şey istememek, “hayâ” dır.
Hayâ makamında kul, saray-ı ilâhiyeye girebilir. Saray-ı ilâhînin adabı muaşeretini bilmeden, burada yürünmez.
Siyret-i Resûl, Ahlâk-ı Resûl buranın adabıdır. Bundan dolayı Rahmet-i Sübhaniye, kalb-i pak-i Resûl'e inmeden, onun parçaları olan kullara yetişmez.
Onun için, her münacaatın başında, Resûl'e selâvat getirmek icâbeder.
Bu usulü, kendi, kudreti derecesine göre, insanlar ya takip ederler yahut etmezler.
Bu takipte hatâ, daima, insana râcî bulunur, insan, bu yol üstünde, şeytan ile birliktedir. Hatâ, bazân doğru; bazân, hatâ şeklinde görünür.
Kul, bunların farkında değildir, insan, sevdiklerinin hatalarından dolayı üzüntü duyar; Bu duygu, RAHÎM esmâsının, kula göre tecellî miktarıdır. Bunun altında acıma gizlidir.
Fakat esmâ-yı İlâhîyenin “RAHÎM”'in altında acımak gizli değildir. Gizli olsa o sıfatlıktan çıkar...
Soğuk su ateşi giderir. Bu gidermek, ağzı kuruyan ve içi yanan adama, suyun acıdığından değildir. Suyun, ferahlık verici olmasındandır.
İşte, “Rahmetel-lil âlemin” olarak gönderilen Resûl, ALLAH'ın RAHÎM esmâsının pınarının hazinesinin musluğu gibidir.
Bu sıfatın Resûl'de tecellîsi murad-ı ilâhîdir. Bu tecellîye çarpmak;
Şefaat” denilen, “Resûl'ün kulun hatâsına karşı duyduğu kalb-i mübârekelerindeki üzüntüyü kaldırmak için, Cenâb-ı HAKK tarafından kendisine hediye edilen destur”'u ortaya çıkarır.
Şefaat dilemek, istemek; aslında RAHÎM esmâsının Resûl'de tecellî eden acımak lifinden, yardım taleb etmektir.
Şefaat etmek demek; RAHÎM esmâsının kulun kaldırabileceği miktarda olanını RAHÎM sıfatına çarptırmak demektir.
Onun için: “ALLAH'ın izni olmadan Resûl Şefaat edemez!” sözünün mânâsı böyle fehmedilir...
Tevessül” ise; dilemek, istemek lifinden çıkan rahmeti istemek demektir.
Tevessülde kulun tahammülünün fevkinde RAHÎM esmâsı tecellî eder, kul kurtulur. Fakat ânı vahidde de erir.
Tevessülün altında acımak yoktur. İnsan evvelden hazırlıksız ise yuvarlanır.
Tevessül” de bir hususiyet, “Şefaat” de umumîyet gizlidir.
Rahmet çeşmesinin pınarının fışkırdığı yer Resûl olduğu için “Şefaat” herkese yapılacaktır. Arzu etsen de, etmesen de. Zira Rahmetelli’l-âlemîn'dir O Resûl-i Kibriyâ...
Şefaat etmem!” dediklerine bile şefaat edecektir O Mahbub-u Hüda...
Tevessül tehlikelidir. Hak etmeyene tevessül etmek, edeb harici bir iştir.
RAHÎM esmâsının altında, kalb-i pâk-i Resûl gizlidir. RAHÎM esmâsının altında acımak yoktur.
Acımak olsa “KAHHÂR”, “Zu’l-İNTİKÂM” esmâlarının mânâsı kalmaz.
Sıfat-ı İlâhîye yekdiğerini cerh edemez. Yek diğerinin tamamıdır. Ancak tecellî şekillerine göre başka başka görünürler...
RAHÎM esmâsı kalb-i Resûlde “Acımak” şeklinde tecellî ederek “Şefaat” hâlinde ortaya çıkar.. RAHÎM esmâsının yoğurduğu ve yıkadığı kalb-i mübârek-i Resûlde parlıyan “RAHÎM” ismi, acımak sûretinde tecellî ediyor.
Esmâlar, kuldaki tecellîlerine göre tezahür eder, hangi esmâ daha ziyâde tecellî ederse, o kul, o şekilde bir insan olur.

Can almağa mahsus “Azrail”, “Mü’mit” esmâsının tecellîlerini yerine getirir.
Esmâ doğrudan doğruya sudûr ederse canlı hiç bir mahlûk kalmaz.
Kelâm-ı İlâhî Resûl'e “Cibril” ile nazil olmuştur. Doğrudan doğruya nazil olsa kâinat buna tahammül edemez.
Kur’ân’ı biz dağa indirseydik, dağ paramparça olurdu.” Diğer büyük melekler de böyledir.
Cenâb-ı ALLAH'ın herşeyle teması vasıtalı murad etmesi, canlı cansız bütün kâinat ve mevcudatın tahammülsüzlüğündendir. “Biz insana tahammülünün fevkinde iş yüklemeyiz” âyeti budur.
Esmâların birleştiği “Zâtullâh”ın küçük bir tecellîsine bile tahammül edilemez. “Lilcebeli cealehû dekken” bunun beyanıdır..
İşte, “Şefaat” bu tahammülsüzlüğü tahammül edilir hâle getirmek için Resûl-i Ekrem'e verilmiştir…


Resim

Mesaib : kader gereği ve kuln tercihi sonucu isabet eden hoş olmayan olaylar.
Belâ : (c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye. * Yaramaz nesne
Raci’ : (Rücu’. dan) Geri dönen, ric'at eden. * Dair, aid, alâkası olan, dokunur olan, müteallik. * Gr: Bir şahıstan kinaye olan zamir.
Ba’s : Gönderme, gönderilme. * Cenâb-ı Hakk'ın peygamber göndermesi. * Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ. * Uykudan uyandırma.
Lemyezel : Ezeli olmayan.
Menzil : İnilen yer. Konulacak yer. * Yer. Dünya. Ev. * Mesafe.
Mey’us : Yeisli, kederli,üzüntülü.
Ta’lim : Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
Mead : Âhiret. (Bak: Maâd)
Sai : Çalışan. * Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler. * Bir yere vâli olan. * Cemaat başı. * Yan yan giden. * Hızlı yürüyen. * Koğuculuk yapan.
Nehiy : Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin Menfî şekli.
İfna : Mahvetmek. Tüketmek. Kıymetini kaybetmek. Çok zarar etmek. Yok etmek.
Mukabele : Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak.
Lif : Hurma çöpü,kas tel.


Er RahîM:
Resim

El Kahhâru :
Resim

Zu’l-İNTİKÂM-El Müntâkimü :
Resim

El Mümît :
Resim

Resim

her münacaatın başında, Resûl'e selâvat getirmek icab eder:

Resim---Resûlullah sallALLAHu aleyhi ve sellem : "Dua sema ile arz arasında mevkûftur (durdurulmuş, tutuklu, bağlı). Ta ki senin peygamberinin üzerine salâvât getirinceye kadar-Bana salat okunmadıkça, ALLAH'a yükselmez. “Beni hayvana binen yolcunun maşrabası yerine tutmayın. Bana, duanızın başında, ortasında ve sonunda salat okuyun!” buyurdu
(Ömer radiyALLAHu anhu’dan; Tirmizî, Salat 352, (486)

Resim

Rahmetel-lil âlemin:

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
Resim---Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn: (Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.(Enbiyâ 21/107)

Size Şah damarlarınızdan yakınım:

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
Resim---''Ve lekad halaknel insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi: Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.(Kaf 50/16)

Kur’ân’ı biz dağa indirseydik, dağ paramparça olurdu:

لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُّتَصَدِّعًا مِّنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
Resim---Lev enzelnâ hâzel kur’âne alâ cebelin le reeytehu hâşian mutesaddian min haşyetillâh(haşyetillâhi), ve tilkel emsâlu nadribuhâ lin nâsi leallehum yetefekkerûn: Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.(Haşr 59/21)

Biz insana tahammülünün fevkinde iş yüklemeyiz:

لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَآ أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Resim---''Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet rabbenâ lâ tuâhıznâ in nesînâ ev ahta’nâ, rabbenâ ve lâ tahmil aleynâ ısran kemâ hameltehu alellezîne min kablinâ, rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ bih(bihî), va’fu annâ, vagfir lenâ, verhamnâ, ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn: Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara 2/286)

ALLAH'ın izni olmadan Resûl Şefaat edemez!:

وَلَا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ عِندَهُ إِلَّا لِمَنْ أَذِنَ لَهُ حَتَّى إِذَا فُزِّعَ عَن قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ قَالُوا الْحَقَّ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ
Resim---''Ve lâ tenfeuş şefâatu indehû illâ li men ezine leh(lehu), hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbukum, kâlûl hakk(hakka), ve huvel aliyyul kebîr: O'nun katında izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda kalplerinden korku giderilince (birbirlerine:) "Rabbiniz ne buyurdu?" derler, "Hak olanı" derler. O, çok yücedir, çok büyüktür.(Sebe 34/23)

Hayır ve şer ALLAH'tandır:

أَيْنَمَا تَكُونُواْ يُدْرِككُّمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُّشَيَّدَةٍ وَإِن تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُواْ هَذِهِ مِنْ عِندِ اللّهِ وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُواْ هَذِهِ مِنْ عِندِكَ قُلْ كُلًّ مِّنْ عِندِ اللّهِ فَمَا لِهَؤُلاء الْقَوْمِ لاَ يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا
Resim---Eyne mâ tekûnû yudrikkumul mevtu ve lev kuntum fî burûcin muşeyyedeh(muşeyyedetin). Ve in tusıbhum hasenetun yekûlû hâzihî min indillâh(indillâhi), ve in tusıbhum seyyietun yekûlû hâzihî min indike. Kul kullun min indillâh(indillâhi). Fe mâli hâulâil kavmi lâ yekâdûne yefkahûne hadîsâ: Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah'tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah'tandır" de! Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!(Nisâ 4/78)

Bu âyet “hayır ve şerrin yaratılması ALLAH celle celâluhu tarafındandır” anlamındadır.
Yoksa “hayır emredilmiş, şer ise yasaklanmış, nefsimizdendir”:


مَّا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَّفْسِكَ وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاً وَكَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا
Resim---Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh(minallâhi), ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike. Ve erselnâke lin nâsi resûlâ(resûlen). Ve kefâ billâhi şehîdâ: Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.” (Nisâ 4/78)

Şarap içmeyiniz!:

إِنَّمَا يُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاء فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَن ذِكْرِ اللّهِ وَعَنِ الصَّلاَةِ فَهَلْ أَنتُم مُّنتَهُونَ
Resim---''İnnemâ yurîduş şeytânu en yûkia beynekumul adâvete vel bagdâe fîl hamri vel meysiri ve yasuddekum an zikrillâhi ve anis salâh(salâti), fe hel entum muntehûn: Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide 5/91)

Yalan söylemeyiniz!:

ذَلِكَ وَمَن يُعَظِّمْ حُرُمَاتِ اللَّهِ فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ عِندَ رَبِّهِ وَأُحِلَّتْ لَكُمُ الْأَنْعَامُ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ الْأَوْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ
Resim---''Zâlike ve men yuazzım hurumâtillâhi fe huve hayrun lehu inde rabbih(rabbihî), ve uhıllet lekumul en’âmu illâ mâ yutlâ aleykum fectenibûr ricse minel evsâni vectenibû kavlez zûr: İşte böyle; kim Allah'ın haram kıldıklarını (gözetip hükümlerini) yüceltirse, Rabbinin katında kendisi için hayırlıdır. Size (haklarında yasaklar) okunanlar dışındaki hayvanlar helal kılındı. Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının.(Hacc 22/30)

Kimsenin hukukuna tecavüz etmeyiniz!:

وَلاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُم بَيْنَكُم بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُواْ بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُواْ فَرِيقًا مِّنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالإِثْمِ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Resim---''Ve lâ te’kulû emvâlekum beynekum bil bâtılı ve tudlû bihâ ilel hukkâmi li te’kulû ferîkan min emvâlin nâsi bil ismi ve entum ta’lemûn: Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hakimlere aktarmayın.” (Bakara 2/188)

Ulûlemre itaat ediniz!:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً
Resim---''Yâ eyyuhâllezîne âmenû atîûllâhe ve atîûr resûle ve ulil emri minkum, fe in tenâza’tum fî şey’in fe ruddûhu ilâllâhi ver resûli in kuntum tu’minûne billâhi vel yevmil âhir(âhiri). Zâlike hayrun ve ahsenu te’vîlâ: Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.(Nisâ 4/59)

Adaletten ayrılmayınız!:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاء لِلّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ إِن يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقَيرًا فَاللّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلاَ تَتَّبِعُواْ الْهَوَى أَن تَعْدِلُواْ وَإِن تَلْوُواْ أَوْ تُعْرِضُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
Resim---''Yâ eyyuhâllezîne âmenû kûnû kavvamîne bil kıstı şuhedâe lillâhi ve lev alâ enfusıkum evil vâlideyni vel akrabîn(akrabîne), in yekun ganiyyen ev fakîran fallâhu evlâ bihimâ fe lâ tettebiûl hevâ en ta’dilû, ve in telvû ev tu’rıdû fe innallâhe kâne bi mâ ta’melûne habîrâ: Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.(Nisâ 4/135)

Hınzır eti yemeyiniz!:
İsm-i İlâhîyi anmadan bir şey kesmeyiniz!:


إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Resim---''İnnemâ harrame aleykumul meytete ved deme ve lahmel hınzîri ve mâ uhille bihî li gayrillâh(gayrillâhi), fe meniddurra gayra bâgin ve lâ âdin fe lâ isme aleyh(aleyhi), innallâhe gafûrun rahîm: Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir.(Bakara 2/173)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ALLAH Dostu Der ki - I (KAZÂ VE KADER)

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ResimKAZÂ VE KADER

“Ben insanın sırrıyım ve insan benim sırrım” ALLAH celle celâluhu

ALLAH'ın ilim ve tekvin sıfatlarına raci’ olan kazâ ve kader îmanın en esaslı temellerinden olup, her ikisine birden îmân farzdır, İslâm dininde... İnkâr dinsizliktir, şirktir. Bu hâl elim ve feci bir hâldir insan oğluna...İslâm dininde en çetin, anlaşılması güç, akılla zor kavranabilen mevzu’ların başında gelir... İnanabilen, aklın kavrıyamıyacağı bir sevgi içine gömülür.. Ne mutlu bunlara!..
Hazret-i Resûl bu mevzu’da sual soranlara: “Buna imân ediniz, münakaşa etmeyiniz. Bu yüzden sizden evvelkiler dalâlete düşüp mahvolmuşlardır” buyurmuştur...

Kazâ ve kadere îmân, ALLAH'ın ilim, irade ve tekvin sıfatlarına îmân demektir.Eskiler, kazâ ve kaderi izah için, bir çok söz söylemişlerdir.. Hepsi kapalı ve anlaşılması güçtür. Zira söylenenleri anlamak derin vukufa bağlıdır. Kazâ ve kaderin târifi, İslam dininde iki büyüğün izahı içinde mütalâa edilegelmektedir...

Mâturüdî ve Eş'arî.
Biri: Ezelden bütün eşyanın vücuduna taallûk eden ilm-i ilâhi..
Diğeri: İlm-i İlâhîye mutabık bir sûrette kâinata ezelden taallûk eden ilâhi irade... İşte elde olan târifler bunlardır... Bunlar izah değildir. Târiftir.

Bunlara karşı cebriye ve kaderiyye diye iki garib uydurma izah ve mütalâa daha vardır... Bu târif ve izahtan anlamak çok güçtür.
Kazâ ve kaderin bu izahlarını yapanlar, anlamamışlar diyemiyeceğim, anladıklarını izah edememişlerdir. Ancak târifte kalmışlardır.
Biz bunları anlaşılabilecek şekilde izaha çalışacağız...
Yalnız bazı cümlelerle okuyucularımıza biraz malzeme vermek lâzımdır:

l - ALLAH insanları arzuları üzerine hareket etmek kabiliyetinde halketmiştir.

2 - Bundan dolayı ALLAH ihtiyara bağlı olan bu işleri, insanların dilemelerine, arzularına ve ihtiyarlarına uygun olarak irade ve icad buyurur ki, bu irade ve icad evvelden mevcud olup, kanun şeklinde kâinatda Sünnetûllâh ismi altında câridir. Zira âdât-ı ilâhîye bu yolda cereyan etmektedir.

3 - İnsanların irade ve ihtiyar sahibi bir mahluk olması da, ALLAH'ın dilemesi ve takdir buyurmasiyle olmuştur.

4 - ALLAH insanın istediğini yapabilir bir sûrette olmasını dilemiş, ve öylece halketmiştir. Bunun içindir ki, insanlar kendi istek ve ihtiyarı ile bir şey yapmak, veyahut yapmamak iktidarına mâliktirler, iki cihetten birini tercih ve ihtiyar edebilirler. “İstiyen îman eder, istiyen etmez.” âyet....

Şimdi bu küçük bilgiyi unutmayınız. Okurken kafanıza saplanacak her türlü fikir ve itirazı terkediniz, okumaya devâm ediniz...

KADER: Kâlem-i alâ ile ALLAH'ın dünyalar, âlemler yaratılmadan evvel yazılmış, bir arzusudûr.
KAZÂ: Bu muradın oluğudur.

Kader ve kazâ insanlar içindir.
Bundan dolayı insanlar ebedîdirler. Ezelî değildirler. Yalnız Zülce-lâl ezelidir. Kader ve kazâ hürmetine Cenâb-ı ALLAH her esmâsının altına RAHÎM esmâsı ile gizlenmiştir...
Her şey ALLAH'tan olduğuna göre: “bizi muhafaza et!” demek lüzumu ortaya çıkar.
“Ya Hafız” bize acı, afat verme!” demek sûretiyle Cenâb-ı ALLAH daima kendisini tesbih ettirmededir...
KÂLEM-İ A'lÂ: “Arzuladığım proje tahtında dünyaları yaratacağım!” bu isteğin tezahürü çizilmiş demektir. Bu çizilme Kâlem-i A'lâ iledir.
Yâni muradın tecellî etmeden evvel lâmekândaki oluşuna “Emir sudûru kanalı” Kâlem-i A'lâ'dır. Bu yazılış, kaderdir.
Meselâ: “Hava, su, toprak, ateş yaratacağım, bunlara bir çok hassalar verip değişmez kanunlar ile yekdiğerine bağlıyacağım!”
Bunlarda fizikî, kimyevî bir çok kanunlar, prensipler vardır.
Su sıcağa maruz kalacak, buhar olacak, buhar soğuğa çarpacak su olacak, kar olacak, herşey arz çekimi ile düşecek, ilaâhiri gibi değişmeyen hâdiseler, muradın tezahürü, oluşudur. İşte bu kazâdır..
Suyun yaradılışı muraddır. Muradın tecellîsi kaderdir.
Suda birçok hassalar var; buhar olma, kar olma, buz olma, gıda olma, bunlar kaderin muhtelif tecellî şekilleridir, değişmez..
Bütün bu oluşlar bir kanun altında devâm eder. Canlılar bu kader denizi içinde bulunuyor.
Bunun şiddetine maruz kaldığı dakikada kazânın tecellî etmesi ile, evvelce tespit edilen muradda gizli bulunan kudret tecellî eder.
Meselâ: Suya düşen boğulur, kazâya çarpar demektir.
Suyun boğmak hassası kaderdir. Buna tahammülsüzlük, kazâya çarpılmaktır.

Herkesin ağzında bir kazâ kelimesi dolaşır. Birden bire, bilinmeden bir şeye giriftar olmak mânâsına kullanılır. Aslında o hâdise mevcuddur. O anafora kapılmak, değişmeyen kazâ hududuna girmek demektir.
Biz ismini yanlış, anlamadan söylüyoruz. Amma bu, insanların bulduğu güzel kelimelerden biridir.Sünnetullâh tağyir edilemez, kader değişmez....

Ormanda bulunan bir ağaca; ALLAH “Er REZZAK” esmâsiyle rızkı topraktan veriyor. Gökten bulut ile suyu vermektedir. Bulutların cezbi, ormanların işidir. Ormanları harabedersek, ağaçların ALLAH'ı zikretmelerine son vermiş oluruz. O zaman Sünnetullâh'ın cüz'i bir kısmı tağyir edildiğinden bulut gelmiyor. Yağmur da yağmıyor...
O hâlde ormanları harabedilen bir yerde ALLAH'tan yağmur istemek ayıptır...
Yalnız esasında çöl olan yerlerde yağmur duası yapılabilir. Dua, daima Sünnetullâh dışında, tasarruf hududunda olacak hâdiselerden seçilerek yapılır. Tasarruf hududunda hayır ve şer ALLAH'tandır. Emrin câri olduğu hudud içindedir.Hayır, Hay esmâsını harekete getirip bütün diğer esmâlarla birlikte insan denilen ekmel mahlûku hayatta tutan güzel ve değişmeyen kanunlardır.
Bu kanun, insanın, tam sıhhat ve Sünnetullâh kanunlarına uygun bir sûrette idame-i hayat etmesi için kendine uymasını âmirdir.
Bunun içinde adalet, ahlâk prensibi gizlidir, iyiliğe matuftur. Bu hayırdır… Bunun aksi şerdir, insana zararı olup binnetice hay esmâsına karşı bir isyandır şer. Her ikisi de ilm-i ilâhî ile evvelden tensip buyrulduğundan her ikisi de ALLAH'tandır.

Havadaki oksijen insan için lâzımdır. Hayatın devâmı için bu lâzımdır.
Bir nevi hayırdır. Bunu yaratan ALLAH'tır. ALLAH'tandır.
Ciğerlerine oksijen sokmamak bu hayrı kullanmamak demektir.
Kullanmamak oksijensiz kalmak demektir. Oksijensizlik Ölümü intac eder. Vücud için bu bir şerdir. Oksijensiz kalmanın ölümü intac edeceği ALLAH tarafından evvelce takdir buyrulmuştur. O hâlde şer de ALLAH'tandır.Bütün bu hâdiselerdeki kanunların oluşları ve neticeleri de ALLAH'tandır. Bu kanunların iyi veya fena taraflarına maruz kalmak ise, insanların elindedir...

Cebriyye de: “Her şeyi yapan, yaratan ALLAH'tır, biz bir şeye kadir değiliz” der.
Kaderiyye: “Kul fiilinin yaratıcısıdır” diye tuhaf, garib, saçma fikirler ortaya atar.
Bunlar kuru fikirlerdir. Bir mütalâadır. Fakat, anlatış, öğretiş değildir...
Bundan dolayı islâm akaidine tamamiyle mugayirdir..

Arzu-yı İlâhîyi bildiren Resûl-i Ekrem'dir. Kitab-ı Ekmeldir.
Buna aykırı değil, küçük bir uygunluğu olmayan şiddetle reddedilir, islâm dininde... İslâm'ın saçma dinlemeye vakti, zamanı yoktur.
Kazâ ve kader, Hayır ve Şer ALLAH'tandır. Bu gâyet tabiî bir inanış ve olaydır.
ALLAH'ın dünyaları yaratmadan evvel: “Ben şöyle bir dünyâ yaratacağım! Bunun işlemesi değişmeyen cazibe kanununa, kimyevî, fizikî, astronomik kanunlara, hayat kanununa, tekâmül kanununa tabi’ olacak!” Bunların hepsine ALLAH lûgatında “Sünnetullâh” ismi verilir..
Bunlar, inanan, inanmayan, canlı, cansız, velî, kâfir, mümin, dinsiz herkes için aynıdır. O hâlde, bu kanunda adalet prensibi ve her zaman böyle olduğuna göre de ahlâk prensibi gizlidir.

Kader; ALLAH'ın Cemâl esmâsına bağlı, RAHMÂN, RAHÎM sıfatiyle süslenmiş, nizâm-ı kâinat ve kudret-i nahiyenin azamet ve haşmetinin tezahürleridir... Bu dekoru hazırlamasındaki Murad-ı İlâhî, hay ile tecellî edip, gizli hazinesini görmek arzusunda bulunmasının, görülür ifâdesidir...
“Muhatabım olacak bir şey yaratacağım! Buna adalet ve ahlâk prensiplerinin değişmeyen bir zemini, bir mekânı hazırlıyacağım!
İşte Sünnetullâh'ım ile süslü bir kâinat yarattım!” Değişmeyen kanunları var!.. İşte kader arzusu.. “Hay’ı insana hediye ettim. Sünnetullâhın câri olduğu ve hayyın devâmı için şartları haiz olan kâinata koydum. Bu kanunlara riâyet ederse hediye ettiğim hay devâm edecek arzum dahilinde.. Bunlara riâyet etmezse Sünnetullâh içinde gizli Celâl sıfatımın gizlendiği kısımlarına hürmetsizlik etmiş olacaktır! Su yaratacağım. Su azîzdir. Zira Cemâl sıfatının süsleri olan RAHÎM ve RAHMÂN sıfatlariyle azîzdir!..” Canlılara hay bu azîzlikten çıkmıştır.
Su, sıcağa maruz kalacak, buhar olacak, buhar soğuğa maruz kalacak, yağmur ve kar olacak. Bunlar sudaki, suyu yaratmadan evvelki arzuladığım güzel hassalardır. Yâni suyun kaderidir…
Suda bir hassa daha vardır. Boğmak hassası... Muradın tezahürü, oluşudur. Bu, kazâdır. Suyun yaradılışı, murad, muradın tecellîsi, kaderdir. Suyun hassalarının, Celâl ile görülüşü kazâdır. Bu, ALLAH’tandır. Bu hassalara, kanunlara sarılmak veya sarılmamak bizim elimizde....

Bundan dolayıdır ki güzel sözler, ulvî hakikatlar cazbedici şeylerle kamçılanan azgın ihtirasları gemleyemez. Bunun neticesi olarak, dünya kanunlarında fertlerin kendi hürriyetlerinden feragat ettikleri kısımların mecmu'u cemiyetin ceza vermek hakkının esasını teşkil eyler.
Günâhlar bir de: “insanların kendi bünyesine işledikleri ihtiraslardır” diye târif edilir.
Ömür boyunca husule gelen engeller insanların bu inhirafından doğar.
Bu engeller, insanların ilerlemesini yavaşlatabilir. Fakat hamlesini kuvvetlendirir. Irmağın önündeki kaya parçası gibi... Kaya, ırmakta şelâle husule getirir.
Cesaret, alçak gönüllülükle olmazsa fenalık doğurur, şerefsizlik husule getirir. Onun için insanın şahsiyeti o kadar mukaddestir ki, dünyada onun kadar iyi bir şey yoktur.Bütün kâinat buna muhatap olarak yaratılmıştır.

“Yalan çiçek verir!” derler. “Fakat meyva, asla!.” Bu câri kanunlardan inhiraf demektir.“Sakin ve mes’ud bir hayat ancak fazilet yoluyla elde edilir” demiş bir büyük...
İşte bu söz rızaya ve kanunlara riâyet demektir, insan hariç, bütün diğer mahlûkat hayatın başlıca hedefinin hayattan zevk almak olduğunu bilirler ve sezerler. Fenalık yapmağa kalkan kimseye, elinizden geldiği kadar hâlâs çâresi göstermeğe gayret ediniz. Göreceksiniz ki suçlar azalacaktır. Çünkü Rahmet pınarı daima çağlamaktadır…

Mukadderatın kendisine çizdiği hayat çemberini asla zorlamamış bir insan olarak bu yazıyı yazan kul, şunu söyler: “Bu saha içinde ömrünü ikmal etmek için sessiz ve sedasız sırasını bekleyen insan, kazâ ve kadere, hayır ve şerre inanır, fazilet yoluyla gider ebedî ülkesine....”
“Ecel ne bir saat gecikir, ne bir saat evvel gelir…”
Bu, yazılan, bilinen, söylenen bir takım kelimelerle oyun yapılan mânâda değildir. “Tedavi olunuz, tedbir alınız!” âyetleri boş değildir.
Buradaki saat kelimesi, ALLAH lûgatında bizim bildiğimiz saat değildir, insanın doğuşu malûm.. Ölümü meçhul...
Bunu, bir ağaca, bir çiçeğe, bir nebata, bir canlıya, ALLAH dünyalar yaratılmadan evvel takdir etmiştir.
Meselâ; Bir buğday 9 ayda başak verecek, Bir insan 9 ayda doğacak, Bir nohut 90 günde yetişecek, Demir şu kadar hararette eriyecek, Merkezi sıkletini kaybeden her şey düşecek, Havasız kalan canlı ölecek, Takatin fevkinde bir yük insanı zebun edecek, Gözü çıkan görmeyecek.
İnsan buz kadar soğuğa, su kadar sıcağa tahammül edecek uzvi bir kabiliyette yaratıldı. Bu uzviyet şu kadar senede eskiyecek...

Mukavemet kanunları, hareket kanunları, cisim filân cisimle birleşince şu madde husule gelir. Kimyevi kanunlar, fiziki kanunlar, astronomik kanunlar; Bunlar zâhir olan Sünnetullâh: “hayatın değişmeyen kanunları” hepsi, kader çerçevesi içindeki muraddır...
Bu kanunlarla yaratılan herşeyin mukavemetleri hududu tâyin edilmiştir. Bu kaderdir. Bu hududu aşmak, kanunların değişmeyen anaforuna kapılmaktır. Takdirin muayyen hududu dahilinde anafora kapılmamak için dikkatli olmak lâzımdır. Dindeki dikkat; fazilet, adalet, doğruluk, ahlâk prensiplerine uymak demektir.
Meselâ, balık suda yaşar dışarı çıkmaz. Çıkarsa bunlara uymamıştır, ölür. İnsanın da bir buğdayın ömrü gibi ALLAH indinde müddeti ömrü muayyendir... Ruhun cesede girişi ve dünyaya gelişi ile - yani ruhun Sünnetullâh'ın kanunları ile sıkı sıkıya rabıtası olan uzviyete girmesiyle ömür başlar. Ömür cesedin değil ruhun ömrüdür.
Ruh cesedden çıkar, fakat ölmez.. Tâ ki “âyetle sabittir” bütün kâinat yok olduktan sonra Cenâb-ı ALLAH “El Mütekebbir” esmâsiyle tecellî edecek! “Enellâh! Ben ALLAH'ım!” diyecek... İşte bu an ruhların ölümüdür. Kur'ân'daki teehhür etmeyecek ömür kelâmı burada biter.
Bu ind-i ilâhîde evvelce tâyin edilmiş ömrün değişmeyen sonudur.
Bu katiyyen değişmez... Arada ruhun cesedden ayrılması kaderin çizdiği kazâ anaforuna kapılmaktır. Bu anafora kapılıp “ölüm” diye târif edilen hâl bir çok ecel cinslerini ortaya çıkarmış ve muhtelif târif ve izahlara, bu işlerle meşgul olanları, sevketmiştir.
Ecel-i müsemmâ, Ecel-i kazâ, Ecel-i muallâka… Bunların hepsi işin hakikatinin güç anlaşılmasından doğan garib ve tuhaf târiflerdir.
Bu târifler kaderin, yani muradın oluşunu husule getirir.
Kaderde gizli olan oluş şartlarının ortaya çıkışı ölümü intac eder.
Kur'ân-ı Kerim'deki değişmeyen saat, izah ettiğimiz bu saattir.
Zira aksi olsa idi bir insanın ömrü için dua etmek kadere ve takdir-i ilâhiyeye isyan sayılırdı.. “Yekdiğerinizin ömrü için dua ediniz” emr-i Resûlü bundan dolayıdır.
Yâni ömür için dua kaderin takdir ettiği müddet içinde kazâya çarpılmadan cesedle ruhun birlikte devâmı içindir.
Böyle görünmez bağlarla görünür şekilde tecellîyat arzın jeolojik bünyesine bağlanan yâni kâinatta câri bütün Sünnetullâh hududu içindeki canlıların sükûn, ahlâk, adalet kelimeleriyle ifâde edilebilen hasletlerle bağlı olması adeta tabiî, manyetik, jeolojik kanunların bir arzusudur.
Yağmur ve soğuk havada çıplak gezmek, nasıl zatürreyi husule getiren mikrobu vücuda sokuyorsa, ateşe yanaşmak nasıl yakıyorsa, uykusuzluk insanı nasıl öldürüyorsa, sudan çıkan balık nasıl ölüyorsa, takatin fevkinde bir yük insanı nasıl zebun ediyorsa, içki sıhhati nasıl bozuyorsa arzın güneşten uzaklaşması nasıl kış mevsimlerini husule getiriyorsa, gece olunca yıldızlar nasıl görülüyorsa, ev yıkan nasıl mahvoluyorsa, bu tabiî kanunlara yani Sünnetullâh'ta câri kanunlara muhâlif olan ahlâksızlık, edebsizlik kitlelerin, tabiatla olan bu gizli adeta görünmez ruhî, biyolojik ve jeolojik bağlarına bir isyan bayrağı çekmek mesabesindedir.
O hâlde kader ve kazânın çizdiği bu tabiî hâdiseler insan uzviyetinin ve yaşamasının nâzımıdır.

Nasıl hırsızlık etmek, adam öldürmek kitlelerin kanunları ile cezalandırılıyorsa mânevîyat kanunlarının adalet, ahlâk, doğruluk, insanlık, kemâl prensiplerine sadık kalın demeleri, kitlelerin icadı olan kanunların emirleri gibidir. Bu kanunda bir adalet ve ahlâk prensibi hâkimdir. Bu kanuna muhâlif hareket eden: Kavm-i Lûtlar, Firavunlar, Sodom Gomoreler, Neronlar, Bizanslılar, bu değişmeyen âdil kanunun cezasını görmüşlerdir. Nasıl bu tabiî kanunlara insanlar gizli bağlarla bağlı ise, bu kanunları değiştirmek de bu gizli bağların insanlar tarafından rengini değiştirmekle olur.
Kitlevî, felâket ve dert kelimeleriyle ifâde edilebilen her şeyi insanlar kendilerine çekerler.. Hâllacı Mansur'un “Enel-Hâk” demesi kafasının vurulmasına sebep olmuştur. Bu cezbe her kuvvetin insanda meknuz olduğunun ifâdesidir.
ALLAH, kelâmında: “Sabah yıldızı, doğan batan güneş, zulmet hakkı için kasem ederim.” diyor. Bunlar değişmeyen ilâhî kanunun âhengiyle işleyen kâinat makinasının idrak edildiği insan kafasında, insan kudretinde olduğunun ifâdeleridir...
Nasıl ki güneş doğup batıyor, zulmet ortalığı karartıyorsa, bu âdil ve değişmeyen bir kanun-u ilâhi olduğuna nazaran; adalet tabiî bir kâinat nizamı mefhumunun görülmeyen bir işleyişidir...
Nebatlardaki, hayvanlardaki, canlı ve cansız her maddedeki atom ve proton, cazibe ve hareket hikâyeleri nasıl, bir ahlâk prensibi, bir adalet düzgünlüğü gösteriyorsa, aynı zamanda adalet ve ahlâk, doğruluk mefhumlarının hakikî nâzımı ve tabiî hâdiselerdeki fizikî, biyolojik, kimyevî, cazibevî, manyetik düzgünlüğün temsili ifâdeleridir de..
Kızgın bir çelik suya batırıldıkça nasıl çelikliğini kaybediyorsa, bu suya batırmak evvelce takdir olunan kader manzumesinin ilim sözüyle ifâdesi olan tabiat kanunlarının adaletine hıyanetin cezası demektir.
Soğuk da çırılçıplak insanı nasıl hasta ediyor veyahut mikronların uzviyete hululüne sebebiyet veriyorsa ki bunu yapmak tabiî hâdiselerin muvazenesine hürmetsizliğin cezası oluyor.
Küçük bir dikkatsizlik bir felakete nasıl müncer oluyorsa ki, bu da bir nev'i benlik ahlâkından inhiraf oluyor.
Fazla içki ile vücuddaki karaciğeri harabeden nasıl siroz oluyorsa ki karaciğerin tabiî fonksiyonlarının hakkına ahlâksız bir cürüm işlenmiş oluyor.

Hazreti Peygamberin : “Ben Arabım fakat Arap benden değildir” demesinde, anlattığımız hakikatin atom hâline gelmiş, ancak derin izahlarla açılan bir hakikatin ve nizam-ı ulvînin ifâdesi gizlidir.
Zira: “Ahlâkı tamamlamak için ba's olundum!” buyurmaktadır, Hazreti Resûl...
Kazâ ve kadere inanmanın, yalnız islâm dininde değil, bütün ilim ve fen, akâdemik bilgiler hududu dahilinde bir kanun-u tabiat izahı olduğu ortaya çıkar. Bu kanuna inanmak ve sadık olmak demek; Âdil olmak, Ahlâklı olmak, Doğru olmak, İnsan olmak demektir.
Ne mutlu o bilgin, âlim ve fen adamına ki; kâinatta câri ve bugün yıldızlara kadar fışkıran zekâ ve buluşlariyle, izah ettiğimiz islâm'ın kazâ ve kader inancını bağdaştırabiliyor!..


Resim

Talluk : Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
İhtiyar : Yaşlanmış kimse. Yaşlı. * Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek. (Bak: İrade)
Hassa : C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat. * Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni.
Feragat : Hakkından kendi isteğiyle vaz geçme.
Mecmu’ : Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey.
İnhiraf : Doğru yoldan sapma. * Dönme. * Bozulma. Değişme. * Kırıklık.
Ecel-i müsemma : f. Muayyen bir zamana kadar, Allah'ın takdir ettiği ölüm.
Ecel-i kazâ : (Bak: Ecel-i mübrem.)
Ecel-i mübrem : Elinden kurtulunması mümkün olmayan, kaçınılmaz olan ecel.
Ecel-i muallak : Levh-i Mahv İsbat'ta mukadder olarak yazılı, bâzı şartlarla mukayyed olan ecel. Ecel-i müsemma.
Ecel-i fıtrî : Her mahlukun yaradılışı itibariyle Cenâb-ı Allah (celle celâlihu) tarafından tayin olunan vasati ömrü. * Biyolojik ömür.
Ecel-i mev’ud : Mukadder olan ölüm. şüphesiz gelecek olan ölüm.
Merkezi sıklet : Ağırlık merkezi.
Teehhür : Gecikme. Sonraya kalma. Geriye kalma.
İntac eder : Neticede getirir.
Mesabe : Derece. Menzile. Rütbe. * Sevâb yeri. * Merci, melce'.
Nâzım : Nizamlayan, nazmeden. Manzume yazan, düzenleyen.
Meknuz : Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
Muvazene : Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. * Düşünmek. * İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.Manzume : Sıra, dizi. Sistem.
Hulul : Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş. * Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek.
Müncer : Nihâyet bulmak. * Bir tarafa çekilmek. * Sürüklenme. * Sona eren, neticelenen.
İnhiraf : Doğru yoldan sapma. * Dönme. * Bozulma. Değişme. * Kırıklık
Nizam-ı ulvî : (Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub nizam, âlem.
Ba's olmak : Gönderilmek.
Câri : Akan, akıcı. * Geçmekte olan. * İnsanlar arasında mer'i ve muteber ve mütedavil olan.
Cebriye: Cebriyye, kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksi görüşler ileri sürmüştür. İslâm âleminde kader konusunu tartışma gündemine getiren ilk şahsın Ma'bed b. Hâlid el-Cühenî (öl. 85/704) olduğu nakledilir. Onu Geylân el-Dimaşkî takip etmiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir. Ma'bed, Allah tarafından önceden tayin edilmiş bir kaderin bulunmadığını, insanın fiil ve tavırlarında tamamen serbest olduğunu savunmuştur.
Kaderiyye: Kaderiyye, insanın irade, ihtiyat ve kudret sahibi, yükümlülüğü olan bir yaratık olduğu, Allah'ın bir müdahali olmaksızın fiillerini bizzat kendi gücüyle meydana getirdiği inancına sahip olan İslam dini itikadi mezhebi.

Mâturüdî:
İmam Ebu Mansur Muhammed Maturidi,hicretin 280 yılında doğmuş ve 333 yılında Semerkand'da vefat etmiştir.Memleketi olan Maturid Buhara ilçelerinden biridir.Kendisi Hnaefi mezhebinde idi.Çok kıymetli tefsiri ve başka eserleri vardır.Hanefi mezhebinde bulunan müslümanların büyük çoğunluğu inanç ve itikatta Ebu Mansur Maturidi'ye bağlıdır.

Eş'arî: Ebu Hasan Eş'ari, (873 - 935) Asıl adı Ebu’l-Hasan Ali El- Eş’aridir. Eşarilik itikadi mezhebinin kurucusudur. Ehl-i Sünnetin itikattaki iki imamından biridir. Hicri 260 veya 266 (m. 879 yılında Basra'da doğdu, 324 veya 330 (m. 941) da Bağdat'ta vefât etti.

er Rahmân:
Resim

er RahîM:
Resim

El Hâfizu :
Resim

El Hafîzu :
Resim

El Mütekebbiru:
Resim

Er Rezzâku :
Resim


Resim

Ben insanın sırrıyım ve insan benim sırrım:

ALLAH celle celâluhu: “ve’l- insânü sirrî ve ene sirruhû: İnsan benim sırrım,bende insanın sırrıyım.” Buyurmuştur.
(İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu'l_Beyan tefsiri c.3.s.8. (Beyrut)

Bu yüzden sizden evvelkiler dalâlete düşüp mahvolmuşlardır:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kader hakkında konuşmayın, zira kader Allah’ın sırrıdır. Allah’ın sırrını açıklamaya kalkmayın.” Buyurmuştur.
(Alâuddin Aliyyül’l İbn-i Hüsameddin el-Hindi, Kenzü’l Ummâl, 1.cilt, s,132)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kader hakkında fazla konuşmayın, çünkü sizden evvelkilerin çoğu ondan kaybetmiştir.” Buyurmuştur.
(Tirmizî, Kader, 1)

Tedavi olunuz, tedbir alınız:

Bir sahâbî: “Yâ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tedavi olalım mı?” diye sormuş, bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Ey Allah’ın kulları tedavi olunuz. Zira yüce Allah hiçbir hastalık yaratmamıştır ki, şifasını da birlikte yaratmış olmasın. Ancak yaşlılık bunun dışındadır” buyurmuştur.
(Ebû Dâvud, Tıb, 1, IV, 192-193; Tirmizî, Tıb, 2, IV, 383; İbn Mâce, Tıb, 1, II, 1137; Ahmed, IV, 278.)

وَرَسُولاً إِلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنِّي قَدْ جِئْتُكُم بِآيَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ أَنِّي أَخْلُقُ لَكُم مِّنَ الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ فَأَنفُخُ فِيهِ فَيَكُونُ طَيْرًا بِإِذْنِ اللّهِ وَأُبْرِئُ الأكْمَهَ والأَبْرَصَ وَأُحْيِي الْمَوْتَى بِإِذْنِ اللّهِ وَأُنَبِّئُكُم بِمَا تَأْكُلُونَ وَمَا تَدَّخِرُونَ فِي بُيُوتِكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Ve resûlen ilâ benî isrâîle ennî kad ci’tukum bi âyetin min rabbikum, ennî ehluku lekum minet tîni ke heyetit tayri fe enfuhu fîhi fe yekûnu tayran bi iznillâh(iznillâhi), ve ubriul ekmehe vel ebrasa ve uhyîl mevtâ bi iznillâh(iznillâhi), ve unebbiukum bi mâ te’kulûne ve mâ teddehırûne, fî buyûtikum inne fî zâlike le âyeten lekum in kuntum mu’minîn: Ve onu (Meryem oğlu Îsâ Mesih'i ), "Benî İsrâîl'e (İsrailoğulları'na)" resûl olarak gönderecek. (Onlara şöyle diyecek): "Muhakkak ki ben size Rabbiniz'den âyet (mucizeler) getirdim. Ben gerçekten size nemli topraktan kuş heykeli yaparım, sonra onun içine üflerim. O zaman o, Allah'ın izniyle kuş olur. Doğuştan kör olanı ve abraş hastalığını iyileştiririm. Ve Allah'ın izniyle ölüyü diriltirim. Yediğiniz şeyleri ve evlerinizde biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm. Eğer siz mü'minler iseniz muhakkak ki bunlarda sizin için elbette âyetler (deliller) vardır.” (Âl-i İmrân 3/49).

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: “Allahü teâlâya günah işlemiyen dil ile duâ edin!” buyurdu.
Böyle bir dilin nasıl bulunacağı suâl edilince: “Birbirinize duâ edin! Çünkü ne sen onun, ne de o senin dilinle günah işlemiştir” buyurdu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: "Allahü teâlâya günah işlemeyen dil ile dua edin!" buyurdu.
Böyle bir dilin nasıl bulunacağı sual edilince. "Birbirinize dua edin! Çünkü ne sen onun, ne de o senin dilinle günah işlemiştir!" buyurdu.
(Tergibü's- Salât)

"MUHAMMED BİN AHMED ZAHİD: Hindistan'da 1234 de vefat etti. HanefÎ fıkıh âlimlerindendir. Tergibü's- Salat kitabı meşhurdur. Nuri Osmaniyye kütüphanesinde vardır.

“Ben Arabım fakat Arap benden değildir”:

Bu hadisin kaynağı bulunamamıştır ki, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemib Arap olduğu da Müslüman her insan gibi Arapları da ÜMMET edindiği açıktır:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Üç hasletten dolayı Arabı seviniz: Çünkü ben Arabım, Kur'ân-ı Kerim Arapça olarak nazil olmuştur, Cennet ehlinin konuştukları dil Arapçadır." buyurmuştur.
(İbni Abbas'tan ; Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1:178 Hadis no: 225)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şu üç sebepten dolayı Arabı sevin: Ben Arabım. Kur’an Arapçadır ve Cennet ehlinin lisanı da Arapçadır.” Buyurmuştur.
(Taberanî, Hâkim, İbni Asakir, Abdürrazzak)

Âişe radiyallahu anha: "Cennet ehli Mu-hammed Aleyhisselâmın diliyle konuşacaklar" buyurmuştur.
(Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniye , 1:276)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ben tam bir Arabım. Ben Kureyş kabilesindenim. Benim lisanım (Arapçayı en fasih konuşan) Benî Sa'd lisanıdır." buyurmuştur.
(Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 3:44. Hadis no: 2696)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: بُعِثْتُ لِاُتَمِّمَ مَكَارِمَ الْاَخْلاَقِ : Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere peygamber ba’s olundum (gönderildim).” buyurmuştur.
(Buhârî, Müslim, Mâlik, el-Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 8, II, 903)

Mekârim-i Alâk: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ahlâkına ve onun sünnet-i seniyesine uyan ve örenk alanların ahlâkıdır.

Resim

İstiyen îman eder, istiyen etmez.:

وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا
Ve kulil hakku min rabbikum fe men şâe fel yu'min ve men şâe fel yekfur innâ a'tednâ liz zâlimîne nâren ehâta bihim surâdikuhâ, ve in yestegîsû yugâsû bi mâin kel muhli yeşvîl vucûh(vucûhe), bi'seş şerab(şerabu) ve sâet murtefekâ: Ve de ki: "Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar yardım isterlerse, katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup yakan bir su ile yardım edilirler. Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir.” (Kehf 18/29)

Ecel ne bir saat gecikir, ne bir saat evvel gelir:

وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِم مَّا تَرَكَ عَلَيْهَا مِن دَآبَّةٍ وَلَكِن يُؤَخِّرُهُمْ إلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَإِذَا جَاء أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ
Ve lev yuâhızullâhun nâse bi zulmihim mâ tereke aleyhâ min dâbbetin ve lâkin yuahhıruhum ilâ ecelin musemmâ(musemmen), fe izâ câe eceluhum lâ yeste’hırûne sâaten ve lâ yestakdimûn: Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiç bir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler.” (Nahl 16/61)

Enellâh! Ben ALLAH'ım!:

إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî ve ekımis salâte li zikrî: "Gerçekten Ben, Ben Allah'ım, Ben'den başka ilah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl." (TâHâ 20/14)

Sabah yıldızı, doğan batan güneş, zulmet hakkı için kasem ederim:

وَالسَّمَاء وَالطَّارِقِ
Ves semâi vet târık: Gökyüzüne ve târıka (sabah yıldızına) yemin ederim.” (Târık 86/1)
Resim
Kilitli

“► Münir Derman(k.s) Eserleri” sayfasına dön