HAKÎM SENÂÎ (K.S)

Alt Forumda kotegarize edilmeyen diğer Hakk Dostları.
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

HAKÎM SENÂÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gariban »

Resim

HAKÎM SENÂÎ (K.S)

Meşhûr velîlerden. İsmi Mecdûd bin Âdem künyesi Ebü'l-Mecd Hakîm Senâî'dir. 1071 (H.464) senesi Gazne'de doğdu. Başka târihlerde doğduğunu söyleyenler de vardır. 1140 (H.535) senesi Gazne'de vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir.

Hakîm Senâî memleketi olan Gazne'de iyi bir tahsil gördü. Zamânının âlimlerinden okuyup üstün bir dereceye yükseldi. Şâirlik kâbiliyeti sebebiyle çeşitli dillerde şiirler söyledi. Bir ara sultanın hizmetinde bulundu. Şöhreti kısa zamanda her yere yayıldı. Birçok yerler dolaştı. Neticede Gazne'den Horasan'a geldiğinde evliyânın büyüklerinden Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinin sohbetlerine katılıp talebesi olmakla şereflendi. Mânevî olgunluklara ve velîlik makamlarına kavuştu.

Hakîm Senâî'nin sultanları medhetmeye ve onların yanına gidip gelmemeye yemin etmesinin sebebi şu hâdise oldu:
Sultan Mahmûd Sebüktekin (Gazneli Mahmûd) Hindistan taraflarını fethetmek için sefere hazırlanıyor ve asker topluyordu.Hakîm Senâî de Sultan Mahmûd'a yazdığı bir kasîdeyi götürüyordu. Yolda bir meyhânenin kapısı önünden geçerken içerden bir takım konuşmalar işitti. Lay-Har adlı bir dîvâne kendisine şarap dolduran birine; "Bir kadeh daha doldur. SultanMahmûd'un körlüğü için içeyim!" dedi. Sâkî; "Bu sözü doğru söylemedin. Yiğit ve büyük pâdişâh için neden böyle söylüyorsun?" diye cevap verdi. O zaman dîvâne adam; "Çünkü o Allah'ın verdiklerine şükretmiyor. Bunca devlete sâhipken bir memleket daha istiyor!" dedi. Dîvâne tekrar bir kadeh daha istedi ve; "Bir kadeh de Hakîm Senâî'nin körlüğü için doldur!" dedi. Sâkî müdâhale etti ve; "Hakîm Senâî iyi huylu bilgili fazîletli tanınmış bir şâirdir. Neden böyle dersin?" diye karşılık verdi. O zaman dîvâne adam; "Eğer o bilgili yiğit bir kişi olsaydı dünyâda ve âhirette faydası olan bir işle uğraşırdı. O hergün bir şeyler alırım ümidiyle Sultanın yanına gidiyor. Saçma sapan sözler toplamış ona şiir adını vermiş. Bir aptalın yanına gidip yaltaklık ediyor. O işe yaramaz bir takım kâğıtlar doldurup ömrünü ziyân ediyor. Akıllı ve bilgili olan ömrünü ziyân eder mi? Belki neden yaratıldığını düşünürdü. Eğer kıyâmet gününde ondan; "Ey Senâî! Bizim huzûrumuza ne getirdin?" diye sorsalar acaba ne mâzeret beyân edecek." dedi. Hakîm Senâî bu sözleri işittiğinde kendinden geçti ve gönlü dünyâdan soğudu. Sultanların medhi için yazdığı kasîdeleri toplayan Dîvân'ı suya attı. Hak yoluna girip ibâdetle meşgûl oldu. Dünyâ ve dünyâlıkla ilgili şeylerden uzak durdu. Mubahları da zarûret miktarı kullandı ve böyle bir hayat sürdü. Bu husustaki duygu ve düşüncelerini şiirlerle ifâde etti. Öyle bir hâle ulaştı ki Gazne'de yalınayak dolaşırdı. Dostları akrabâları onun bu hâlini görünce üzülür ve kendisi için ağlarlardı. Senâî akrabâsına; "Benim bu hâlime üzülmeyin. Bilâkis sevinin." derdi.

Bir gün sevdikleri ona bir çift ayakkabı getirdiler ve giymesini ricâ ettiler. O bunu kabûl etti. Fakat ertesi gün ayakkabıyı dostlarının yanına götürdü ve;
"Ey dostlarım! Ben bugün sizin dünkü gördüğünüz Senâî değilim. Bu ayakkabı benim gittiğim yolu kapatıyor." dedi ve şu beyti okudu:

"Her şeyi terk edenlerin eğer ayakkabıları yoksa onlar yollarından geri kalmış olmazlar. Topuklarının her çatlağında saâdet kapıları vardır."

Senâî hazretleri ömrünün sonuna kadar riyâzetle uğraştı. Nefsinin isteklerini yapmadı. Dünyâ ve içindekilere gönül bağlamadı.

Sultan Behrâm Şâh-ı Gaznevî kendi kız kardeşini ona nikahlamak istemişti. Senâî buna râzı olmadı. Hacca gitti. Sonra Horasan'a döndüğünde Sultan Behram Şaha;
"Ben altın kadın ve mevki isteyen bir kişi değilim. Yemin ederim ki bunları ne isterim ne de ele geçirmeye gayret ederim. Bana ihsân olarak bir taç veriyorsun. Lâkin ben istemiyorum." diye şiirle cevap verdi.

Senâî bu olgunluk ve fazîlete ulaştığında gâyet nefis şiirlerine yer verdiği pekçok tasavvuf ehlinin istifâde ve iktibâs ettiği Hadîkat-ül-Hakîka kitâbını yazdı. Bunun üzerine bir takım kimseler îtirâzda ve aleyhinde bulundular. Senâî eserini Bağdât âlimlerine gönderip incelemelerini istedi. Bağdât'taki âlimler ve evliyâ eseri inceledikten sonra içinde bildirilenlerin Ehl-i sünnet îtikâdına İslâmiyete uygun olduğunu söylediler.

Senâî Merv'de Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin sohbetlerinde olgunlaştıktan sonra Gazne'ye döndü. Bundan sonra tevhîd ilâhî bilgiler ve hakîkatlerle ilgili şiirler söyledi.

Ferîdüddîn-i Attâr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Sa'dî Şîrâzî ve Hâfız gibi kendisinden sonra gelenler şiirlerinden istifâde edip nazireler yazdılar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri kendini Senâî'nin tâbilerinden saydı ve; "Attâr ruh Senâî de onun iki gözü idi. Biz Attâr'ın ve Senâî'nin izinde yürüdük." demiştir.

Daha başka şâirler de Senâî'nin tesirinde kalmışlardır. Hâkânî Nizâmî Emir Hüsrev Dehlevî ve Mevlânâ Câmî hazretleri onun Hadîka ismindeki mesnevîsini okuyup şiirlerine nazîreler yazdılar.

Hikmet dolu şiirlerinin birinde;
"Ey tavır ve hareketleri güzel olan âşıklar. Durmadan ilâhî hakîkatleri arayın. Kalk! Zulüm ve haksızlıkla yoğrulmuş olan dünyânın toprak yığınından kalkan tozları gözyaşlarımızla bastıralım. Bu dönen künbedin insanların gözlerini aldatan yıldızların (Lâ) süpürgesiyle silip süpürelim. Mülk kimindir? Bir ve Kahhâr olan Allahü teâlânındır sözü kendiliğinden duyulsun." buyurdu.

Senâî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Dîvân 2) Kârnâm-i Belh 3) Seyr-ül İbâd 4) Hadîkat-ül-Hakîka ve Tarîkat-üş-Şerîa 5) Tahrîmât 6- Işknâme 7- Aklnâme 8- Senâî Âbâd 9) Mekâtîb.


BENCE FİL BUDUR

Senâî nasihat olarak; körlerin hakikatleri göremeyeceklerine dâir şöyle bir misâl anlatmıştır:

Vaktiyle küçük bir şehrin sâkinlerinin ekserisi âmâ olup görmezdi. O belde sultanı büyüklüğünü göstermek için büyük bir fil beslemişti. Günün birinde şehir sâkinlerinin içinde herkesin dillerinde dolaşan bu fili görmek arzusu uyandı. Bu sebeple tanımadıkları bu yaratığı görmek ve kendilerine haber getirmek için bir heyet seçtiler. Her biri âmâ olan heyet incelemelerini yapmak için filin bulunduğu yere gitti ve filin bir tarafına dokunarak tanımaya çalıştı. Neticede fili tanımış olmanın sevinciyle şehirlerine döndüler. Herkes büyük bir merakla etrafını sarıp onları soru yağmuruna tuttular ve kalbinin nasıl olduğunu sordular. Bunun üzerine üyelerden sadece filin kulağına dokunmuş olan; "Korkunç halı gibi sert yassı ve geniştir." dedi. Ancak filin hortumunu ellemiş olan ise buna îtirâz etti ve; "Hayır! Hayır! Hiç de değil. Bir su hortumu gibidir. Ben doğruyu söylüyorum. İçi boş öldürücü ve tahrif edici." dedi. Bir başka üye ise sâdece filin ayaklarını yoklamıştı. O da buna îtirâz etti ve; "Hayır! Ey insanlar! Biliniz ki o öyle değildir. O yukarı doğru genişleyen bir kolon bir sütun gibidir." dedi. Her birisi filin bir parçasını tanımıştı. Lâkin tamâmen tanımamışlardı. Bu sebepten büyük hatâlara düştüler.


1) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4 s.2637
2) Nefehât-ül-Üns; s.666
3) Devletşah Tezkiresi; s.96
4) Rehnümâ-i Edebiyât-ı Fârisî; s.211
5) Ahvâl-i Âsâr-ı Hakîm Senâî (Halîlullah Halîlî Kâbil-1315)
6) Hayr-ül-Mecâlis (Hamid Kalender Aligarh-1959); s.72
7) Mecâlis-ül-Uşşak; s.92
8) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.9 s.113


Sevgili Kardeşlerim,
Bu büyüğümüzü ingilizce sufi kitapları çevirileri arasında internette dolaşırken buldum, "Hadîkat-ül-Hakîka" kitabinin ingilizcesinden yarısını bir çırpıda heyecanla okurken gözlerim doldu, biraz hakkında araştırma yaptım bir forumda bu alıntıyı buldum. Aktarmak istedim. Bu kitabin muhakkak Türkçesi vardır bizde bir bulan olursa siteye yüklesin, harika bir kitap. Ben ingilizce'den çevirmek isterim ama zaman bulamamaktayım. İngilizcesi olup hizmet etmek isteyenler lütfen bana müracaat etsinler. Selam ve sevgiyle
Gariban


[email protected]
En son Gariban tarafından 21 Eyl 2009, 22:59 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: HAKÎM SENÂÎ (K.S)

Mesaj gönderen MINA »

Gariban yazdı:Sevgili Kardeşlerim,
Bu büyüğümüzü ingilizce sufi kitapları çevirileri arasında internette dolaşırken buldum, "Hadîkat-ül-Hakîka" kitabinin ingilizcesinden yarısını bir çırpıda heyecanla okurken gözlerim doldu, biraz hakkında araştırma yaptım bir forumda bu alıntıyı buldum. Aktarmak istedim. Selam ve sevgiyle
Gariban
Sevgili Gariban kardeşim...
Gönlüm der ki gariban kardeşim HAKÎM SENÂÎ'yi (K.S) değil, HAKÎM SENÂÎ (K.S) gariban kardeşimi BULmuş..: )
Ve AKMAK istemiş...
hamdolsun...
Vesile olduğun güzellikler için Rabbim razı olsun inş...
sevgiyle...


HAKÎM SENÂÎ

Hikmet dolu şiirlerinin birinde; "Ey tavır ve hareketleri güzel olan âşıklar. Durmadan ilâhî hakîkatleri arayın. Kalk! Zulüm ve haksızlıkla yoğrulmuş olan dünyânın toprak yığınından kalkan tozları gözyaşlarımızla bastıralım. Bu dönen künbedin insanların gözlerini aldatan yıldızların (Lâ) süpürgesiyle silip süpürelim. Mülk kimindir? Bir ve Kahhâr olan Allahü teâlânındır sözü kendiliğinden duyulsun." buyurdu.
... Hakikaten HAKlısınız.
Sevgi ve Hürmetle


Resim
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Sağolasın Allah razı olsun Mina kardeşim, bu dediğiniz doğrudur çünkü bu konuyu deştikçe ilginçlikler görmekteyim. Kitap Yurdu dahil bir yığın yayın evinin kitaplarını inceledim, Hakim Senai Hazretleri'nin bir eserini dahi bulamadım kitapçılarda. Ne garip değilmi memleketimin kitapçıları? Hz.Rumi(k.s) ve Feriduddin Attar (k.s) gibi İslamın büyük velilerine eserleriyle ışık tutmuş bu zatı muhtereme dair piyasada kitap bulmak zor. Ne yazık, kimbilir hangi kütüphanemizin tozlu arşivlerinde kitapları müzelik duruyordur. Farsi dildeki kitapları İran’da bulmak çok basit, bizde ise sanırım Sahaflar çarşısına falan bakmak lazım. Halbuki piyasada 1000'den fazla Rumi Hz.lerine dair kitap var kitapçılarda, her sene onlarca yazıp yazıp piyasaya sürüyorlar, çünkü Hz.Rumi ismi satıyor.

Ne tuhaf, ben bu zatı muhteremi ingiliz bir yazarın çevirisinden okuyacakmışım, ne yazık bize...

Osho isminde bir mistik zat var. Ben Hakim Senai(K.S)'nin Hadikat-ul-Hakikat isimli eserinin ingilizcesine bakarken, Osho isimli bu mistik(1990'da vefat etmis) ile karşılaştım, kendisinin bu yukarıda ki Türkçe tanıtımda bahsedilen hadiseleri çok hoş bir şekilde anlatışı vardı. Dayanamadım Turkçe'ye çevirmek istedim. İki bölüm olarak çeviricem inşaallah. Bu gece birinci bölümü bitirmek nasip oldu, yarın inşaallah ikinci bölüme bakarız birlikte. Bu Hadikat-ul-Hakikat isimli eserin Türkçesini Osmanlıcasını v.s bulabilirseniz bana haber verin lütfen. Çünkü bazı bölümlerini çevirmek istemekteyim inşaallah.

Selam ve sevgiler
Gariban
En son Gariban tarafından 22 Eyl 2009, 06:59 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Çeviri: Barbaros Sert
Tarih: 22 Eylul 2009-Basildon
Konu: Hakim Senai (k.s)'nin Hadikat-ul-Hakikat eseri hakkında Osho isminde bir Hintli zatin yazısı.



Resim

OSHO:

Hadika, Aşk yolunda zorunlu bir rayihadır . Tıpkı Sosan’ın Zen’in ruhunu yakalayışı gibi, Hakim Senai de Sofizm’in has ruhunu yakalamıştır. Böyle kitaplar yazılmaz, onlar sadece doğarlar. Hiç kimse onları derlemez. Onlar akılda, akıl tarafından imal edilmezler, aklın ötesinden gelirler. Bir hediyedirler. Bir çocuğun doğumu gibi, bir kuş yada bir gül çiçeği kadar gizemli bir şekilde doğarlar. Bize gelirler, hediyedirler onlar. Bu yüzden ilk olarak bu müthiş kitabın, “Hadika: Bahçe”’nin gizemli doğuşundan bahsedeceğiz. Hikâye olağanüstü bir güzellikte.

Gazne Sultanı Bahramşah büyük ordusu ile Hindistan’i fethetmek üzere sefere çıkmıştı. Hakim Senai, onun meşhur saray şairi de onun yanında ona bu fetih seyahatinde eşlik etmekteydi. Büyük bir bahçenin, bir duvarlı bahçenin yanına geldiler. Firdevsin manası bu, 'duvarlı bahçe' demektir. Ve İngilizcedeki “paradise:cennet” kelimesi bu 'firdevs' kelimesinden gelir. Sultan ile birlikte, büyük bir ordu ile Hindistan’i fethetmek üzere aceledeydiler. Sultanın zamanı yoktu.

Fakat gizemli bir şey oldu ve durmak zorundaydı, bundan kaçınmanın hiç bir yolu yoktu. Bahçeden gelen şarkının sesi Sultan’ın dikkatini cezb etti. Müzik aşığıydı, fakat hiç böyle bir şey işitmemişti. Sarayında büyük müzisyenler, müthiş şarkıcılar ve dansçılar vardı, fakat hiç bir şey bununla kıyaslanamazdı. Şarkı sesi ve müzik ve raks , bunları sadece dışarıdan işitmişti fakat orduyu durdurmak için emretmek zorunda idi. Çok mest edici idi.

Dansın ve müziğin bu hoş sesi ve terennüm hayal gördüren bir ilaç gibiydi, sanki içine şarap dökülüyormuş gibi: Sultan sarhoş oldu. Bu olgunun bu dünyadan olmadığı meydana çıkmıştı. İçindeki kesinlikle öteden gelen bir şeydi: gökyüzünden bir şey yeryüzüne ulaşmaya çalışıyor, gaybdan bir şey bilinen ile iletişim kurmaya çalışıyor gibiydi. Durmak ve onu dinlemek zorundaydı. Onda bir cezbe vardı –öyle tatlı ve bir o kadarda elem dolu ve kalp yırtıcı idi. Hareket etmek istedi, aceledeydi, Hindistan’a yakında ulaşmak zorundaydı, bu düşmanı fethetmek için doğru bir zaman idi.

Fakat yolu yoktu. Bu seste öyle güçlü, tuhaf , dayanılmaz bir manyetiklik vardı ki kendi kendisine karşı gelerek, o bahçeye gitmek zorunda idi. O Lai-Hur idi, büyük bir Sufi üstadı, fakat toplumlar tarafından sadece sarhoş ve deli bir adam olarak bilinirdi. Lai-Hur, tüm dünya tarihinin en büyük isimlerinden birisidir. Onun hakkında çok fazla şey bilinmez, böyle insanlar geride çok ayak izi bırakmazlar. Bu hikayenin haricinde, geriye başka hiç bir şey kalmadı zaten. Fakat Lai-Hur Sufilerin hafızalarında çağlar boyu yaşadı.

Sofilerin dünyasını büyülemeye devam etti, çünkü böyle bir adam bir daha asla görülmedi. Öyle içkiliydi ki insanlar onu sarhoş diye çağırdıkları için haksöz sayılmazlardı. Yirmi dört saat sarhoştu, ilahi aşk ile sarhoş idi. Bir sarhoş gibi yürüdü, bir sarhoş gibi dünyadan bihaber yaşadı. Ve ağzından çıkan laflar deliceydi. Bu kendinden geçmenin tepe noktasıdır ki , mistik kişinin ifadeleri sadece bir diğer mistik tarafından anlaşılabilir. Büyük kitlelere manasız abuk sabuk (cibberiş) görünürler.

Bilseniz şaşırırsınız, bu İngilizce “cibberiş: abuk sabuk” kelimesi aslında sofi bir mistik olan Cebbar’ın isminden gelmektedir. Bu Cebbar’ın laflarından dolayı bu İngilizcedeki ‘cibberiş’ kelimesi ortaya çıktı. Fakat Cebbar bile Lai-Hur’a kıyasla hiç bir şeydi. Cahile göre onun sözleri rezil, din dışı, geleneğe karşıt ve din olarak anlaşılan ne varsa bütün resmiyetin, adab ve ahlak karşıtı sözlerdi. Fakat bilenlere, onlar saf altın gibiydi.

O sadece bir kaç kişiye müsait idi çünkü sadece çok az insan onun yaşadığı öyle yüksek bir yere yükselebilirdi. O Everest’te - bulutların ötesinde bilinçliliğin Everest’inde yaşıyordu. Sadece yeterince nasibi olanlar ve dağa tırmanmaya yeterince cesareti olanlar onun ne söylediğini anlayabiliyorlardı. Genel kitleler için deli bir adam idi. Bilenler için o sadece Hakk’ın bir vasıtası(Hakk'tan geleni taşıyan bir taşıyıcı gibi) idi, ve ondan doğru gelenlerin hepsi saf hakikat idi: hakikat, ve yalnız Hakikat idi. Kendisini kasıtlı şekilde kötü tanıtmış idi.

Bu onun kitlelere karşı görünmez olmasının bir yolu idi. Bunu Sufiler yaparlar, onların çok tuhaf bir görünmez olma metodu vardır. Görünür kalırlar-dünyada kalırlar, ondan kaçmazlar- fakat kasıtlı şekilde etraflarında belli bir muhit yaratırlar, öyle ki insanlar onlara gelmeyi kessinler. Kalabalıklar, meraklı insanlar, ahmak insanlar, basitçe ona gelmeyi keserler; onlar için Sofiler yoktur, onlar hakkında her şeyi unuturlar. Bu Sofilerin eski bir metodudur öyle ki kendi muridleri ile çalışabilsinler.

Bunun burada nasıl olduğunu siz görebiliyorsunuz. Siz benim Sofilerimsiniz. Ben Poona’da yasan insanlara hemen hemen görünmezim. Ben buradayım ve burada değilim; onlar için ben burada değilim, ben sadece sizin için buradayım. Hatta komşulara bile burada görünmezim. Onlar görürler ve lakin görmezler, işitirler ve lakin işitmezler. Lai-Hur kendisini kasıtlı bir şekilde kötü olarak tanıtmış idi (dile düşürmüştü). Simdi, siz benden daha çok dile düşmüş birini bulabilirlisiniz ki? Ve öyle iyidir ki bu; ahmağımsı olanları uzakta tutar. O, şimdi sadece idrak edebilen kişilere görünür idi.

Bir Ustad, eğer gerçekten çalışmak isterse, iş yapmak isterse, hakiki arayıcı olmayan kişilere karşı görünmez olmak zorundadır. Gurdijef’in yaptığı şeyde bu idi. Gurdijef Lai-Hur’dan bir kaç şey öğrenmiş olmalı. Gurdijef bir ustad olmadan evvel, çok yıllar Sofi ustaları ile birlikte yaşamıştı. Ben bu hikayeyi bitirdiğim zaman Gurdijef ve Lai-Hur arasında bir çok benzerlikler göreceksiniz.

Lai-Hur şarap istedi ve “ Sultan Bahramsah’in körlüğünün şerefine” kadeh kaldırmayı teklif etti. Simdi, ilk önce büyük mistik şarap istedi. Dini insanların güya şarap içmemesi gerekir. Bir Müslüman için şarap içmek en büyük günahlardan birisidir; Kur’an’a zıt düşer, ve bir velinin nasıl olması gerektiği fikrine de aykırıdır. Lai-Hur şarap söyledi ve”Sultan Bahram şah’ın körlüğünün şerefine” diyerek kadeh kaldırmayı teklif etti.


Devam edecek inşaallah...
Selam ve sevgiler
Gariban
En son Gariban tarafından 23 Eyl 2009, 11:11 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »


Sultan çıldırmış olmalıydı. Ona kör demek ha? Çok öfkelenmiş olmalıydı. Fakat o Lâi Hû ’un müthiş mest edici etkisi altında idi. Bu yüzden içerden kaynıyor olmasına rağmen, hiç bir şey söylemedi. Bu güzel sesler, müzik ve dans halen onu büyülemekteydi, onlar halen onun kalbinde idi. Bir başka dünyaya tasınmış dı. Fakat diğerleri, onun generalleri ve saray adamları hemen itiraz ettiler. İtirazlar yükselirken, Lâi Hû deli bir şekilde güldü ve Sultan’ın böyle ahmaksı bir seyahat üzerine hareket edişinin körlük olduğunu ve bunu hakettiği üzerinde ısrar etti.

” Dünyada neyi fethedebilirsin ki? Hepsi arda kalacak. Fethetmek fikri ahmakça, tamamen ahmakça. Nereye gidiyorsun? Sen körsün! Çünkü define sen de, “ dedi. “ Ve sen Hindistan’a gidiyorsun; boşa zaman harcıyorsun, diğer insanlarında zamanını harcıyorsun. Bir adama kör demek için başka ne sebebe ihtiyacınız var ki?”

Lâi Hû ısrar etti: “Sultan kör. Kör değilse eğer, o zaman doğru evine geri dönsün ve bütün bu fetih isini unutsun. Oyun kartlarından ev yapma, kumdan kale yapma. Düşler ardından gitme, deli olma. Geri dön! İçeriye bak !” Gözleri olan kişi içeri bakar, kör kişi dışarı bakar. Gözleri olan kişi içerdeki defineyi araştırır. Kör olan kişi kaçırdığı bir şeyi bulmak umuduyla yalvararak, insanları soyarak, öldürerek, tüm dünyaya telaşla koşar.

Boyle asla bulunmaz, çünkü onu dışarıda kaybetmedin ki. Onu kendi varlığında kaybettin sen: Oraya Nur getirilmek zorunda. Lâi Hû Sultan’ın kör olduğu üzerinde ısrar etti. “ Eğer değilse, o zaman bana delil gösterin: ordunun geri gitmesi için emredin. Bu fetih hakkında her şeyi unutun ve asla tekrar bu fetih yolculuğuna devam etmeyin. Hepsi saçmalık!”

Sultan hayran kalmıştı, fakat geri gidemezdi. Daha önce büyük İskender’in Hindistan’ı fethetmek için giderken bir diğer mistik Diyojen’in ona gülüşü gibi, ayni duruma düşmüş olmalıydı. Ve (Diyojen) dedi ki , “Neden? Böyle uzun bir yolculuğa neden çıkıyorsun ki? Ve Hindistan’ı fethederek yahut tüm dünyayı fethederek ne kazanacaksın ki ?”

Ve Iskender soyle dedi “ Tüm dünyayı fethetmek istiyorum , öyle ki sonunda uzanayım ve rahat edip sefasını sureyim.”

Diyojen ona güldü ve dedi ki , “ Sen ahmak olmalısın- çünkü ben zaten su anda istirahat ediyorum!” Ve o küçük bir ırmağın kıyısında dinleniyor, rahatlıyordu. Sabahın erken saatleriydi ve kumda çıplak güneşleniyordu, dedi ki, “ Ben istirahat ediyorum ve SIMDI rahatliyorum, ve dünyayı feth etmedim. Dünyayı fethetmeyi dahi düşünmedim. Öyleyse sen sadece istirahat etmek ve rahatlamak için dünyayı fethetme ve galip olma çabası içindeysen, bu kesinlikle manasız , çünkü ben hiç bir şeyi feth etmeden zaten bunu yapıyorum. Bu irmagin kıyısı yeterince büyük, her ikimizi de yeter. Gel burada dinlen. Çıkar at elbiselerini ve güzelce bir güneslen ve bu fetih fikrini unut gitsin! Ve bana bak: Ben dünyayı fethetmeden fatihim. Ya sen , bir dilencisin.”

Sultan Bahramşah ile de bu durumun aynisi olmuş olmalıydı , ve Lâi Hû da yine böyle ayni tipte bir adamdı. Bu dünyada iki tip insan vardır: bilenler, ve bilmeyenler. Ayni drama tekrar ve tekrar oynanır, ayni hikaye tekrar ve tekrar icra edilir. Bazen o kör kişiyi oynayan Büyük İskender’dir ve onu uyandırmaya çalışan Diyojen’dir. Bir diğer zaman Sultan Bahramşah’i uyandırmaya çalışan Lâi Hû ’dur.

İskender dedi ki ,” Üzgünüm . Senin görüşünü anlıyorum, fakat geri gidemem. Dünyayı feth etmek zorundayım ; onu fethetmeksizin istirahat edemem. Affedersin. Ve sen doğrusun, bunu kabul etmek zorundayım.” Ve aynisi Bahramşah’a da olmuştu. Üzgündü , utanç içindeydi. Fakat dedi ki “ Affedersin, ben gitmek zorundayım, geri dönemem. Hindistan feth edilmek zorunda. Hindistan fethedilene kadar oturup sakince istirahat edemeyeceğim.”

Sonra , “Hakim Senai’nin körlüğüne” diyerek bir kadeh kaldırıldı- çünkü Bahramşah’in yanındaki en önemli ikinci kişi o idi. O onun veziri, danışmanı, sairi idi. Divandaki en akilli adam idi, ve şöhreti diğer diyarlara da yayılmış idi. O zaten başarısı kanıtlanmış bir sair, iyi bilinen bir bilge kişiydi. “Hakim Senai’nin körlüğü şerefine” kadeh kaldırılmak istendi, öyle ki bu davranış büyük sairde kayda değer bir SALLantı yapmış olmalıydı. Simdi, Senai’nin mükemmel şöhretine , onun irfanına ve karakterine bakarak daha da güçlü itirazlar gelmişti.

O bir çok dindar, çok erdemli bir ahlaklı bir kişi idi. Hiç kimse onun hayatında bir kusur bulamazdı. Çok çok bilinçli bir hayat yaşamış idi, en azından onun kendi gözünde. Vicdanlı bir adam idi. Daha da fazla itirazlar gelmişti. Çünkü belki Sultan kördu, aç gözlü idi, büyük şehvet sahibi idi, bir şeylere sahip olmak için büyük bir tutkusu vardı, fakat Hakim Senai hakkında bu söylenemezdi. O sultanin mahiyetinde saraylı olmasına rağmen, fakir bir adam hayati yaşamıştı. Bahramşah’in sarayında en saygı duyulan adam olmuş olmasına rağmen, o basit, tevazu dolu, büyük irfan ve ahlak sahibi fakir bir kişi gibi yaşamıştı.

Fakat Lâi Hû onlardan daha da fazla üstüne basarak bu kadeh kaldırmanın çok daha isabetli bir karar olduğuna dair ısrar etti. Senai’nin , yaratılış amacından tamamen bilinçsiz göründüğünü ve kendisine yaratıcısının önüne getirildiğinde ve kendisi için ne yaptığını göstermesi istendiğinde, ömrünü kendisi gibi olumlu olan ahmak krallara sadece aptalca kasideler üretip dizerek geçirdiğini soyleceginden bahsetmekteydi. Lâi Hû dedi ki bu kadeh kaldırma fikrim hatta daha da isabetli çünkü Hakim Senai’den , Sultan Bahramşah’tan beklenilenden daha da fazlası bekleniyor. Büyük bir potansiyele sahip ve onu bosa harcıyor, ahmak krallar için saçma kasideler yaparak ömrünü boşa harcıyor.

Rabbi ile yüzleşemeyecek; zorluk içinde olacak, kendisi için cevap veremeyecek. Bütün bu üretebildiği şey, bu kör adam Bahramsah gibi ahmak kralları övmek için yazılmış bu şiir olacaktır. O daha da kör, tamamen kör. Ve bu sözleri dinleyen ve bu deli adam, Lâi Hû’un gözlerinin içine bakarken, Hakim Senai’ye inanılmaz bir şey olmuştu: bir satori
[*], ani bir aydınlanma deneyim etmişti. Onda bir şey derhal oldu. Ve başka bir şey, tamamen yeni bir şey doğmuştu.


Bir AN içinde, dönüşüm olmuştu. O artik ayni adam değildi. Bu deli adam gerçekten onun nefsine işlemişti. Bu deli adam onu uyandırmayı başarmıştı. Sofi tarihinde, tek Satori olayı budur. Zen’de daha fazla durumlar vardır. Size bu durumlardan konuşuyordum. Fakat Sofizm dünyasında ani aydınlanma olan tek satori davası budur- metodolojik, yavaş yavaş değil bir sok ile olmuştu.

Lâi Hû muazzam bir iç dünyaya sahip bir kişi olmalıydı. Hakim Senai eğildi, bu deli adamın ayaklarına dokundu ve sevinç gözyaşları doktu ki o evine varmıştı. Olmuş ve tekrar doğmuş idi. Satori bu dur iste; ölmek ve tekrar doğmak. Bir yeniden doğuş. Sultani bırakıp Mekke’ye Hacc’a gitti. Sultan bunu arzulamıyordu, onun gitmesine izin vermeye razı değildi. Onu engellemek için her yolu denedi: Tek kız kardeşini dahi kendisine evlilik için sunmuştu, ve krallığının yarısını Hakim Senai’ye vermek istemişti. Fakat simdi bütün bu, Hakim Senai için artik anlamsızdı. Hakim Senai basitçe güldü ve dedi ki “ Ben artik kor değilim. Teşekkürler, fakat benim isim artik bitti. Bu deli adam beni tek bir darbe ile bitirdi.”

Ve o Mekke’ye Hacca gitti. Neden? Daha sonra, kendisine sorulduğunda, “Sadecebu deli adamın bana öyle ansızın verdiği bu seyi özümseyip sindirebilmek için. O çok fazla idi! Taşıyordu, gark edilmiş idim; onun sindirilmesi lazımdı. O, bana benim delerinden fazlasını vermişti.”

Böylece Mekke’ye hacca , meditasyona, sessiz(sükunet) olmaya, hiç kimsenin tanımadığı bir herhangi biri bir hacı olmaya gitmişti. Bu şey olmuştu, fakat onun özümsenmesi lazımdı. Nur olmuştu, fakat kişi buna alışması lazım idi. Ve yeni bir gestalt’a [*], yeni bir görüşe alıştıgı zaman, Lâi Hû ’a geri geldi ve ona bu kitabi , “Hadikat-ul-Hakikat” i sundu. Mekke’nden geri dönerken iste bunu yazmıştı. Bütün deneyimini , satorisini bu kitaba döktü. Bu sözcükler satori ile doyurulmuştur.

[*] Gestalt: Parça parça veya ayrı ayrı birimlerin birleşip anlamlı bir şekil kazanmasına Gestalt denir.

İşte bu büyük kitab, bir çocuğun doğuşu gibi gizemli, bir tohumun filizlenişi gibi gizemli, bir kuşun yumurtadan çıkışı gibi gizemli bir şekilde doğmuştu. Bir goncanın sabah seher vaktinde açışı ve bir çiçek oluşu gibi, ve kokusu rüzgarlara yayılır. Evet, bu kitap yazılmadı. Bu kitap Allah’tan bir armağandır. Bu kitap Allah’tan bir armağan ve Hakim SENAi’den bu tuhaf deli adam Lâi Hû ’ya bir minnet ifadesidir. [/color]





[*]Kelimeler

satori: Zen dilinde satori ani bir aydınlanma demektir.
Bahram:İbrahim
Lâi Hû:Öküz yiyen
Kaynak : “Unio Mystica, Cilt 1 “ Osho[/size][/b]
Resim
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

Hakim Senai (k.s)' ile BULuşmamız Allah'tan c.c bir armağan..
Ne denir ki şükretmekten başka...

Bazen bir AN OLur coşarım da Allahım sana şükürler olsun diyeceğim yere, Allahım Allah senden razı olsunn diyecekmiş gibi tuhaflaşırım...
Ne akılem ne divane işte...

Hakikaten çok hoş bir gönlü zevkle OKUmaktayız...Hizmetin hayırlı mükafalarla karşılık bula kardeşcanımız...

Elhamdülillahirabbilalemin


Resim
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Beni güldürdün Mina , Allah’ım Allah senden razı olsun kısmını sevdim arada bende bu tarzda senin gibi söylerim :)

------------------------------------

Bu Osho, Hintli bir zat. Hayat biyografisi hapisler, devrimler, 21 ülkeden sınır dışı edilme, Gandhi'yi eleştirme, cinselliğin serbest bırakılması gerektiği doğum kontrolün arttırılması gerektiğini söyleyen, 27'ye yakın Rolls Royce ile gezdiği söylenen, filozofi bitirmiş, bir ağaç altında bir gün aydınlandığını herşeyin rahmet ve sevgi olduğunu açıklayan, 600'e yakin kitabi olan, öğretilerinde Yunan filozofisi, Hristiyanlık, Janism, Hinduizm, Zen Budizmi, Taoizm ve diğer dinlerin bir karışımını kullanmış, Dinamik Meditasyon adını verdiği bir yeni meditasyon türü geliştirmiş, ömrünün kalan kısmını azizlerin, sufilerin ve benzeri hakikat insanlarının sözlerini derleyerek onlara yeni yorumlar yaparak geçiren, çevresindekileri etkileyici bir konuşma sanatına ve karizmaya sahip tuhaf bir kişi. Bazı söylediği sözler yutulur gibi değil, fakat kendini eleştirenlerin dahi yanına geldiğinde fikirlerinin değişip yumuşadıkları görülmekte. Hayattan anlam çıkarmayın anlamı yok tamamen bir şaka, hayatin kendisinden başka Tanrı yoktur, Hakikat içinizdedir dışarda aramayın, hayatta sakın yüzmeye çalışmayın suyun üzerinde kalın seyredin gibi meşhur sözleri vardır. Garip bir adamdır. Belkimde yazısında anlattığı gibi delilik kisvesi altında dolaşmayı seviyor. Hindistan'in kapitalizme ihtiyacı var, Gandhi fakirliği seviyor, Hindistan'in bilim, teknoloji ihtiyacı var dediğinden bahsedilir. Her gittiği yerde devrim yapmış ve bir şekilde çevresindeki enstitülerden sonunda atılmış. Dindarların ve dinlerin çok katı olduğunu, ise biraz espiri katılması gerektiğini söyleyip esprili yaklaşmayı sever, bu yüzden Nasreddin Hoca hayranıdır, onun bir ayna olduğuna herkesin kendi içindekileri yansıttığına inanır, bu yüzden kimi ağlar kimi güler der.

Osho'nun bu yazısını çevirmemizin sebebi Hakim Senai'nin başından geçenleri hoş bir uslubla anlatışından dolayıdır. Esas konumuz Hakim Senai(K.S)'dir.

Selam ve sevgiyle
Gariban
En son Gariban tarafından 23 Eyl 2009, 12:05 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Mesaj gönderen gullale »

Değerli kardeşim gariban, emeğin ve paylaşımın için teşekkür ederiz;
BİZlerle olan bu paylaşımında ANladığım iki husus oldu ki;
Birincisi AN oluştuğunda "mûtû kable en temûtû" tezâhür etmekte. Beklemediğin, düşünmediğin, öngörmediğin hatta gaflette olduğun o bir "ÂN" da aydınlanabiliniliyor...
İkincisi ise aydınlanma kuştan, ağaçtan, dağdan, taştan, sarhoştan(!), bebeden olabiliyor...

Yukarıda anlatılanlardan ANlamadığımsa, hikmet sâhibinin körlük olarak nitelendirdiği sultanların işlerinin kınanması...
Zîrâ sanırdım ki hikmet sâhibi olan, "ol"uşun nerede nasıl ne şekilde olacağını da eleştirmez, engellemeye kalkmaz seyreyler sadece. Hedef vuruşu yapılır OLana tenkit olmaz sanırdım.
Kur'ÂN-ı Kerîm'de Süleyman peygamber ile ilgili anlatımda Sebe melikesi Belkıs'a gönderilen elçiye hediyeler sunulmakta ve şöyle denmekte "Sultanlar gittikleri yeri talan ederler, alt üt ederler, bakalım hediyelerimize ne denecek?" Gerçekten Süleyman "Hükümranlığın" bu düsturunu berkiştirmiş. teyit etmiş ve hediyelere karşılık verdiği cevap eğer kendisinin çağrısına icâbet edilmezse beldelerini alt üst edeceğini belirtmiştir.
Sultanlara "sultanlık" "sarhoşlara "sarhoşluk, hikmet sâhibine ise "hikmet nazarı ile seyreyleme" verilmiş. Kimi nehir kenarında hâli hâzır da istirahat ederken kimi ülkeler fethedecek OL-AN olacak, takdir yerini bulacak, HAYYat akacak, Dünya devran edecek. Bu devranda kimi seyran edecek kimi cevlan edecek kimi hayran olacak... Diye düşündüm...

Yanlış ANladıysam buyrun düzeltin inşallah...
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Sevgili Gullale Kardeşim,
Sağolun Allah razı olsun yorumunuz güzel, bakış açısına göre dediğiniz doğrudur fakat hikmet işi ayrı bir iş, Lai-Hur'un orada konuşmasıda bu hikmet senaryosunun bir parçası olabilir. Bakiniz Kur'an-i Kerim'de örnek kavimler vardır bunlar sadece ibret olsun diye yok edilen kavimlerdir suç işlemişler ve yok edilmişlerdir, bugün bunların yaptıklarının daha beterini beşeriyet hergun yapmaktadır. Bazen insanoğluna örnek ve ibret olsun diye böyle iki üç tanesini uyandırırlar ve bu örnek tarihe yayılır, bunu bütün sultanlar ve çevrelerindeki hikmet sahibi insanlar işitirler. Garibin bu hususdan anladığı, esas hedef orda Hakim Senai hz.leridir. Kendisine köle olduğu sultanin önce ne yönde gittiği gözünün önünde gösterilir ve böyle bir sultana köle olmaktansa Allah'a köle ol ve yaradılışının hakikatini ortaya çıkar diyerek Sultan burada kullanılıp Senai Hz.lerine onu uyandırıcı bir ders verilir. Bu ders de dilden dile dolaşarak milyarlara ders verir.

Behremsah: Nefsi Emaremizin Şeytanı dinleyen hali. Kalb şehrininin şeytan elindeki kumandanı. Mülkün kendisine ait olduğunu iddia etmekte.
Ordu: İçimizdeki nefsimizin ordusu.
Hakim Senai: Bizim aklımız gibi. Vezir gibi.
Lai-Hur: İbrahim Ethem hz.lerini uyaran Hızır a.s gibi yahut nakil gibi.

Biz bunları kendi içimizde yaşamaktayız sürekli
Aklımız Nefsimizin tutkularına hizmet ederse yazık olmuş olur o akla. Çünkü akıl bir nimettir. Nimeti emaneten aldık nasıl kullandık sorulacak. Bir hırsız aklı şifre açmak için kullanırsa onu mahvetmiş olur, bir gıybetçi aklını dedikodu senaryoları üreterek kullanırsa, bir banka soyguncusu aklini banka soygunu planlayarak kullanırsa hep bu fiillerde zamanlarını akıllarına yazık ederek kullanmış olurlar. Nakillenirse aklimiz nefsimizde Hakka kul ve köle olduğunu anlayıp itaat ederse, o zaman kalb şehrimizin firdevsinden gelen sesi duymuş ve uymuş oluruz, o zaman o bahçe duvarından içeri gireriz. Bahçe duvarı bir Haddır sınırdır...

Selam ve sevgiyle
Gariban
Resim
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

Merak ve zevkle okurken KADER sırrınca birsüre gelemeyeceğim...

nasip olursa gelince OKUmaya devam ederim inş...

Gönüll dostlarına esselam...
sevgiyle...


**

BİR GÖR!..


Aşıp gitme âşık aşk âvâzınla
Sehersiz selâmsız naz niyâzınla
Çalıp çağırırsın sefil sazınla
Çileler diz boyun aşsın da bir gör!...

*

İşini yokuşa sürsün de Mevlâ
Mecnun’a muhabbet bir kara sevdâ
Sevgi Sahrasında kim imiş Leylâ
Aklın ara yerde şaşsın da bir gör!...

*

Bu âlemde olan “Öz” ün emrinde
Başında sonunda “Söz” ün emrinde
Oynayan - Kaynayan “Köz” ün emrinde
Kalbde olan, kab’dan taşsın da bir gör!...

*

Her gündüz akşamın, gece şafağın
Oluşuna gebe tohum, yaprağın
Parça parça olsun Benlik Bayrağın
Dik başın omzuna düşsün de bir gör!...

*

Kul İhvâni sefil var git miz’ana
Hesabın pâk eyle aşkı Yazan’a
Er isen Tevhidle gir ki kazana
Hak sözün özünde pişsin de bir gör!...

21.10.1993 09:09
Kulihvani..
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
Tahiri
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 09 May 2007, 02:00

Mesaj gönderen Tahiri »

Sevgili Gariban abimiz Hizmetinizde kolaylıklar dilerim. Çevirilerinizle bizlere sunduğunuz Mubareklerin himmeti üzerimizde olsun inşaAllah.
Resim
Kullanıcı avatarı
anlamak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 546
Kayıt: 12 May 2008, 02:00

Mesaj gönderen anlamak »

Canım abim, inşallah en yakın zamanda kitabı istanbuldan bakacağım. Rabbim razı olsun. Acizane anladığım şudur ki, bize de bir La-i Hu gerek...
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/anlamak.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

İnşaallah Engin Kardeşim,
Bu kitabın içinde çok güzel bölümler var. 1.cildi sadece ingilizceye çevrilmiş 1910 yılında, eski ingilizce sheakespeare dili gibi biraz ağır ve bu çevrilen kısımda da bazı özel kelimeler mesela esmalar direkt ingilizceye çevrilmiş bu sebeple çeviriden çeviri sakat olmakta, her ne kadar oturtabilsemde bazı yerlerinde sorunlar yaşamaktayım.

Bizim Türkçe çevirilerin daha kaliteli olacağı kanaatindeyim, ve muhakkak zamanında yapılmış olmalı. Bunun ihmal edildiğine inanmak istemiyorum...

İngilizce dili Arapçadan bağımsız olduğundan ingilizceye çevrilen eserlerde çevirmenler metinlerin kalitesini düşürerek çevirmekteler. Bu yüzden Derman hocamın ve hocamın yazılarını ingilizceye çevirirken bazı kelimeleri olduğu gibi bırakıp çokça açıklama yapmaktayız bu da çevirilerin kalitesini yükseltmekte, yalnız insanlar kaliteli dokümanları ağır bulmakta. Yeni nesil tembellik etmekte, ağırlık altına girecek ve kendilerini düşünmeye ve araştırmaya sevkedecek şeyleri okumaktan uzak durmakta, bu bir hastalık , bu cağın hastalığı ne yazık ki.

Hadikatul Hakikat kitabinin birinci bölümün ilk başlığını çevirirken ingilizce "Reason" kelimesine rastladım, çevirmenin bu terimi kullanmış olması aklıma başka bir hadiseyi getirdi. Reason kelimesi ingilizce de akıl, idrak, mantık, uslama, akıl yürütme, sebepleme, illiyet, kıyaslama, kavrama, v.b bir yığın manada kullanılabilir. Hocam bazen der ya, akıla vermişler veriştirmişler eskiler diye, onu düşündüm. Mesnevi de de bu akıl kelimesi çok kullanılmış, bawa babanın da yazılarında hep akıl aynı şekilde ham akılı temsil etmekte. Yalnız su soru aklıma gelmekte:

Acaba arabçada kullanılan akıl terimi ile farsi dilde yazılan bu Mesnevi, Hadikatul Hakikat gibi eserlerde kullanılan akıl aynımıdır? Farkeder mi ?
Edebilir ! Neden?
Diyelim ki arabçadaki akıl kelimesinin içinde mantık yürütmeyle birlikte daha başka fonksiyonlarda kullanılıyor olabilir, o zaman bu kelimeleri akıl yerine mantıksal kıyas, sebepleme diyerek çevirsek belki aklın ilham alıcı bilinmeyen fonksiyonlarını makaslamış olmayız. Belki mantık yürütme ve kıyas ve öğrenmek bazı özellikleri ve daha başka özellikleride var aklın. O zaman onların ham akıl diye bahsettikleri şeyi anlatacak akıl teriminden başka bir terim bulmak mesela mantık yürütmek diyerek cevirsek "akıl" terimini kurtarmış olurmuyuz? Belki bu zatı muhteremler orjinal eserlerinde akıl kelimesini kullanmadılar, bilmem ki Kulihvani Hocam siz ne dersiniz? Açıklaya bildim mi?

Selam ve sevgiyle
Gariban
Resim
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen halimkok »

Değerli Hizmetkarımız...

Allah CC. hizmetlerinizi en güzel kabul ile kabul eylesin inşallah.

Tasavvufa duyduğum merak ile araştırma yaptığım dönemlerde
bahsetmiş olduğun Sufi (OSHO) ile ilgili okuduğum yazılar etkileyici olmuştu benim için.

Şimdi sen bahsedince hatırladım... Bu vesileyle bu sayfalara aktarayım... İnşallah yararlı olur...

Sevgi ve selam ile...


http://www.kanatsesleri.com/content/section/13/82/


OSHO

Osho Hindistan’ın Madhya Pradesh eyaletinindeki Kuchwada’da, 1931 yılının 11 Aralık günü dünyaya gelmiştir. İlk çocukluk yıllarından itibaren, başkaları tarafından verilen bilgiler ve inançları edinmektense gerçekliği kendisi deneyimlemekte ısrarcı olan asi bir ruhu vardı.

Yirmi bir yaşında üniversite öğrenimini tamamladı ve Jabalpur Üniversitesinde yıllarca felsefe dersleri verdi. Aynı zamanda da tüm Hindistan’ı dolaşıp konuşmalar yaptı, halka açık tartışmalarda tutucu dini liderlere meydan okudu, geleneksel inanışları sorguladı ve hayatın tüm alanlarından insanlarla bir araya geldi.

Osho kendi hayatını anın zamansız boyutunda yaşamanın kapısını keşfetmiş birisidir. O kendisi “gerçek bir varoluşçu” olarak adlandırmıştır.

İnanç sistemlerini ve çağdaş insanın psikolojisini anlamasında ufkunu genişletecek bulabildiği herşeyi, ama herşeyi okudu. 1960’ların sonlarına doğru Osho, artık kendi dinamik meditasyonlarını geliştirmeye balamıştı. Meditasyonun o rahat, düşüncelerden arınmış durumunu keşfetmeyi umut edebilmesi için öncelikle geçmişin modası geçmiş yöntemlerinin ve günümüz modern hayatının getirdiği sıkıntıların ağırlığı altında ezilen çağdaş insanın çok derin bir ruhsal temizlenme sürecinden geçmesinin şart olduğunu söylemişti Osho.

1970’lerin başlarında ilk olarak bazı Batılılar Osho’dan haberdar olmaya başladılar. 1974’te Hindistan’ın Pune şehrinde onun çevresinde bir komün kuruldu ve başlangıçta Batı’dan tek tük gelen ziyaretçiler, sonradan gittikçe çoğaldı.

Osho insan bilincininin gelişiminin tüm yönleri hakkında konuşmalar yaptı. Çağdaş insanın ruhsal arayışı için önemli olan şeylerin özünü, entellektüel anlayış ile değil, kendi varoluşsal deneyimiyle süzdü.

O hiçbir geleneğe ait olmadığını açıklamıştır. – “Ben tamamıyla yepyeni bir dinsel bilinçliliğin başlangıcıyım” demiştir. Ayrıca, “Lütfen beni geçmiş ile bağlantılandırmayın, onu anımsamaya bile değmez” der.

Yakın öğrencilerine ve dünyanın her yerinden izleyenlerine yaptığı konuşmalar otuzdan fazla dile çevrilmiş ve altı yüzden fazla cilt halinde yayınlanmıştır.

Osho 1985 yılında göçmenlik yasalarını ihlal etmek suçlamasıyla gözaltında olduğu sırada 19 Ocak 1990 tarihinde bedenini terk etti. Osho taraftarları Osho'nun Amerikan hükümet ajanlarınca zehirlenerek öldürüldüğünü iddia etmektedirler.

Kaynak: http://www.oshoturk.com



Aydınlanma

Aydınlanma hiçbir şey değildir, fakat sizin ışık olusunuzdur, içsel varlığınızın ışık oluşudur.
Belki farkındasınızdır, fizikçiler herhangi birşey ışık hızında hareket ederse, ışık olur derler – çünkü hız o kadar büyüktür ki sürtünme ateş yaratır. Birşey yandığında, yalnızca ışık vardır. Madde yok olur, yalnızca maddi olmayan ışık kalır.Aydınlanma içinizdeki ışığın patlaması deneyimidir.

Belki de, Aydınlanma için duyduğunuz arzu, bir oka benzer biçimde ışık hızı ile hareket ederek, çok büyük arzu ile, çok büyük ozlem ile ısığın bir patlamasını oluşturur. İçinizde çok büyük bir güneşin dogusu vardır.

Yüzlerce mistikle karşılaştım, Aydınlanmayı, içinizde binlerce güneşin ansızın yükselişi olarak anlatan. Bu, mistiklerin dilinde, tüm diğer dinlerde, diğer ülkelerde ve ırklardaki ortak anlatımdır.

Aydınlanma, yalnızca, sizin bilincinizin düşüncelerden, fikirlerden ve duygulardan kurtulması deneyimi demektir. Bilinç tamamen boş olduğunda, patlama gibi, atomsal bir patlamaya benzer birşey vardır. Sizin tüm anlayışınız kaynağı ve sebebi olmaksızın ışıkla dolu olur. Ve, bir kez bu gerçeklestiğinde kalıcı olur. O, sizi, asla tek bir an için olsa bile bırakmaz, hatta siz uykuda olsanız bile bu ışık içinizdedir. Ve bu andan sonra şeyleri tamamen farklı biçimde görürsünüz. Bu deneyimden sonra, içinizde, herhangi bir soru yoktur. Aydınlanma tamamen bilinçli olmak, farkında olmak demektir. Genellikle, biz, bilinçli ve farkında değilizdir. Ya alışkanlıklarımızla ya da biyolojik güdülerimizle birşeyler yaparız.

Doğa ile –şeylerin yaratımı ile- uyumlu olmak Aydınlanmadır. Doğaya karşı olmakta yalnızca mutsuzluk vardır – ve bu mutsuzluk sizin tarafınızdan yaratılmıştır. Herhangi bir kimse bundan sorumlu değildir. Bunu mantık yoluyla anlamak zordur. Bu deneyimlenmesi gereken birşeydir. Ego’nun buharlaşarak benden uzaklaşmaya başladığı andan beri, kendimi evrenin bir parçası olarak değil evrenin kendisi olarak hissetmeye başladım. Ve, evet, benim, evrenden daha büyük olduğum birçok anlarım oldu – çünkü yıldızların içimde hareket ettiğini, gün doğumunun içimde olabildiğini, tüm çiçeklerin içimde çiçeklendiğini gorebildim.

Yüksek tepelerde dolaşırken, ruhumun yükseldiğini ve hiç erimeyen karla kaplı tepeler gibi karla kaplandığını hissederim. Ve vadiye indiğimde, kendimi derin, çok derin, vadiler gibi gizemli gölgelerle dolu hissederim. Bir kuşun şarkı söylediğini duyduğumda, şarkısı benim içsel sesimin yansımasıdır ve bir hayvanın gözlerine baktığımda, onlar ve kendiminkiler arasında bir fark görmem. Yavaşça benim ayrı var oluşum yok olur ve tanrı kalır. Bu nedenle, Tanrıyı şimdi nerede arayacağım? Varolan sadece odur; ben değil.

Ben tepelerdeyken bana anlatılmak istenenler sessizlik yoluyla iletildiler. Agaçlar, göller, nehirler, çaylar ve yıldızların hepsi benimle sessizliğin dili ile konuşuyorlardı. Ve ben anladım. Tanrının kelimeleri benim için açıktı. Yalnızca ben sessiz olduğumda onu duyabiliyordum. Daha once değil.

Şefkatten baska bir şey değildim; savunmasızdım yalnızca. Bu sizinle ilgili birşey değildi, benim için olan bir olasılıktı.

Kendimi bilmeye basladigim gun, ben birçok şey yitirdim ve birkac şey kazandim. Kazandigim şeylerden biri ve en onemlisi sefkat. Alicinin kim olduguna bakmaksizin; hindistan cevizi agaci veya siz, fark yok. Yalnizca sefkatle bakabilirim. Gozlerim baska şeylere, kalbim baska şeylere sahip değildir..

Kendinizi anladiginiz gun sizin varolusunuz sevgi olur. O, artik bir iliski değildir, o herhangi bir kisiye yonelmemistir yalnizca, tum yonlere, tum boyutlara yayilir. Ve, o yaptigim birşeylerin bir parcasi değildir. Sevgi yapilamaz. Yapilmis olan sevgi yanlistir, yanlizca gosteristir... O yalnizca kalbimin vurusudur, sevgim yasamimidir; hic kimse ondan ayri değildir. O oyle kapsayicidir ki tum evreni icerir...

Bana 'Aydınlanma süreci herkes için aynı mı?' diye soruyorsunuz. Aydınlanma bireysel bir süreçtir. Bireyselliği dolayısıyla birçok sorun yaratır. İlkin, bir kimsenin gerekli olarak geçmesi gereken belirli evreler yoktur. Herbir kişi değişik evrelerden geçer, çünkü herbir kimse, yaşamının çoğunda çeşitli tipte koşullanmalar biriktirmiştir. Bu yüzden, o bir aydınlanma sorunu değildir. Yolunuzu belirleyecek olan koşullanmışlıklarınızdır. Ve herkesin farklı koşullanmışlıkları vardır, bu nedenle, herhangi iki kişinin yolları aynı olmayacaktır. Bu nedenledir ki, tekrar tekrar herkesin izleyebileceği bir ana yol olmadığında, yalnızca küçük patikaların bulunduğunda ısrar ediyorum. Ve bu yol hazır bir yol değildir, sizin, hemencecik orada bulabileceğiniz ve üzerinde yürüyebileceğiniz bir yol değildir - hayır. Yürüdükçe onu oluşturursunuz, yürüyüşünüz onu belirler.

Aydınlanma yolunun, gök yüzündeki bir kuşun uçuşuna benzediği söylenir: ardında ayak izi bırakmaz, hiç kimse, kuşun ayak izini izleyemez. Herbir kuş, bulunduğu yeri kendi oluşturmak zorundadır fakat uçmaya devam ettikçe bunlar yok olur. Benzer bir durum, bir lider ve onu izleyen kimse arasında görülür. Bu nedenle, ben bu insanların - İsa, Musa, Muhammet, Krishna'ya benzer insanların - " Yalnızca bana inanın ve beni izleyin " diyen insanların aydınlanma hakkında hiçbir şey bilmediklerini söylüyorum. Eğer, bunu bilmiş olsalardı, bu sözü söylememiş olurlardı, çünkü, aydınlanan herhangi bir kimse, arkasında herhangi bir ayak izi bırakmadığını bilir; şimdi insanlara "Gelin ve beni izleyin" demek anlamsızlıktır.

Bu nedenle bana olmuş olanın başkasına da olması gerekmez. Bir kişinin normal bir şekilde yaşaması ve ansızın aydınlanması olasıdır.

O buradaki elli kişiye benzer; eğer hep birlikte uyursak, herkes kendi rüyasını görür; ortak bir düş oluşmaz. Bu bir olanaksızlıktır. Ortak bir düş yaratılmasının bir yolu yoktur. Sizin düşünüz sizin olacaktır, benim düşüm benim ve biz farklı yerlerde, farklı düşler kuruyor olacağız. Herbirimiz, uyandığı anda, düşlerimizin farklı evrelerinde olabiliriz. Nasıl düşlerimiz aynı olabilir?

Herhangi bir anda uyanabilirsiniz. Bu sizin potansiyelinizdir.

Aydınlanma, hiçbir şey değildir fakat uyanıştır. Aydınlanmış insan için tüm önceki yaşamlarımız bir düştür. İyi düşler olabilir, kötü düşler, kabuslar olabilir. Çok güzel, çok hoş düşler olabilir fakat hepsi aynıdır, bunlar düşlerdir.

Bazen uyanmak için çaba gösterirsiniz ve bunu güç bulursunuz. Bağırmak istediğiniz fakat bağıramadığınız bir düş görüyor olabilirsiniz. Uyanmak ve yataktan çıkmak istersiniz fakat yapamazsınız. Tüm bedeniniz sanki felce uğramıştır. Fakat sabahleyin uyanır, herşeye gülersiniz yalnızca. Ancak bunlar, oldukları anlarda gülünecek şeyler değillerdir. Onlar gerçekten ciddidir. Tüm bedeniniz hemen hemen ölüdür, ellerinizi oynatamazsınız, konuşamazsınız, gözlerinizi açamazsınız. Şu anda hrşeyin bittiğini bilirsiniz. Sabahleyin dikkatinizi bile çekmez bu olay hatta yeniden düşünmezsiniz bile. Onun bir düş olduğunu bilmekle o anlamsız olur. Ve siz uyanıksınızdır, o halde rüyanın iyi veya kötü olmasının bir önemi yoktur.

Aynısı aydınlanma için de geçerlidir. Kullanılan tüm yöntemler, siz bir düş görürken, her nasılsa bir durum yaratarak, ona son verdirmektir. Düşünüze ne kadar bağlı olduğunuz bireyden bireye farklılık gösterecektir. Fakat tüm yöntemler, uyanmanız için sizi sarsmaktır yalnızca. Hangi noktada uyandığınızın önemi yoktur.

Bu yüzden benim çöküşüm ve bu durumdan çıkışım herkes için geçerli olmayacaktır. Benim için o, bir şekilde olmuştur ve bunun da nedenleri vardır.

Kendi üzerimde tek başına çalışıyordum, arkadaş olmadan, herhangi bir kimse olmadan. Tek başına çalışırken kişi birçok sorunla karşılaşabilir, çünkü, ruhun geceleri diye adlandırılan, çok karanlık ve çok tehlikeli anlar vardır. Yaşamınızın son soluğuna gelmişsiniz gibi görünür, bu ölümdür başka hiçbir şey değildir. Bu deneyim, bir sinir bozukluğudur. Ölümle yüzleşmek ve destekleyecek hiç kimsenin olmaması, cesaretlendirecek kimsenin olmaması ve " Endişelenme, bu geçecek" veya "Bu yalnızca bir kabus ve gün doğumu oldukça yakın" diyecek kimsenin olmaması. Gece ne kadar karanlıksa, gecenin doğuşu o kadar yakındır. Endişelenmeyin. Çevrenizde güveneceğiniz kimsenin olmaması, size güvenen kimsenin olmaması sinir bozukluğunun nedenidir. Fakat bu zararlı değildir. O anda, zararlı görülebilir, fakat bir an sonra karanlık gider ve gün doğumu oradadır. Çöküş içinde geçilerek dönüştürülen birşey olmuştur.

Bu herbir birey için farkl olacaktır ve aynı şey aydınlanmadan sonrası için de doğrudur: aydınlanmanın aktarımı farklı olacaktır.

Aydınlanma çok bireysel bir şarkıdır - daima bilinmeyen, daima yeni, daima eşşiz. Asla tekrarlanarak gelmez. Bu nedenle iki aydınlanmış insanı asla karşılaştırmayın. Aksi halde, birine veya diğerine ya da her ikisine birden haksızlık yapmış olursunuz.
Ve herhangi bir sabit düşünceniz olmasın. Söylediklerim belirli, durağan nitelikler olmayıp akışkan niteliklidir.

Örneğin, her aydınlanmış kişi, neredeyse gerçek, derin bir suskunluk içindedir. Onun bulunduğu yerde, açık ve kavrayışlı olanlar sessiz bulunacaklardır. O, çok büyük memnuniyet içinde olacaktır ve her ne olursa olsun bu memnuniyeti etkilenmeyecektir.
Herhangi bir sorusu kalmayacak, tüm soruları çözülecektir - bu tüm yanıtları bildiğinden değil tüm sorular çözülerek eriyip gidecektir. Mutlak bir sessizlik konumunda, zihinsiz olarak, oldukça derin bir konumda, tüm soruları yanıtlama niteliğidir bu. Hazırlık gerektirmez. O kendisi bile ne söyleyeceğini bilmez, cevap ansızın gelir, buna bazen kendisi bile şaşırır. Fakat, bu, onun hazır cevapları olduğu anlamına gelmez.
Cevapları yoktur. Soruları yoktur. Yalnızca, bir açıklık vardır, herhangi bir soruna odaklanabileceği bir ışığı vardır ve sorunun tüm gizli anlamları ve tüm olasılıkları yanıtlanmış olacaktır, ansızın ve açıkça...

....
Fakat aydınlanmış kişinin yanıtları, kutsal kitabı, soru işaretleri yoktur. O sadece oradadır; yalnızca bir ayna gibi, o karşılık verir, yoğunluk ve bütünlük ile karşılık verir, yoğunluk ve bütünlük ile karşılı verir. Bu nedenle, bunlar onun akışkan olan kaliteleridir. Bu nedenle, ne yer, ne giyer, nerede yaşar gibi küçük şeylere bakmayın. Bunların hepsi konu dışıdır. Onun sevgisini, şefkatini, güvenini izleyin. Hatta, onun şefkatini yanlış biçimde kullanırsanız, onun sevgisne ihanet ederseniz, bu herhangi bir fark oluşturmayacaktır. Bu sizin sorununuzdur. Güveni, şefkati, sevgis aynı biçimde kalır.
Onun yaşamındaki tek çabası, insanları nasıl uyandırabileceği olacaktır. O, her ne yaparsa yapsın, her hareketinin arkasındaki tek amaçtır bu: nasıl fazla, daha fazla insanı uyandırabilirim. Çünkü, bu yolla, yaşamın son büyük mutluluğuna ulaşılacağını bilir.
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen halimkok »

"Zihnin Sınırının Ötesi" isimli kıtaptan alıntıdır.

EGO ANALİZİ

En önce anlaşılması gereken şey egonun ne olduğudur. Bir çocuk doğar. Doğduğunda kendisi hakkında hiçbir bilinci, bilgisi yoktur. Ve bir çocuk doğduğunda ilk olarak farkına vardığı şey kendisi değil diğeridir. Bu doğaldır çünkü gözler dışa doğru açıktır, eller diğerlerine dokunur, kulaklar başkalarını duyar, damak yiyecekleri tadar ve burun dışarıyı koklar. Tüm bu duyular dışa doğru açıktır.

Doğmanın anlamı da budur. Doğumun anlamı, bu dünyaya gelmektir, dışarının dünyasına. Dolayısıyla da bir çocuk doğduğunda, bu dünyanın içine doğar. Gözlerini açar ve diğerlerini görür. Diğer siz demeksiniz. Çocuk ilk önce annesinin farkına varır. Daha sonra da yavaş yavaş kendi bedeninin farkına varmaya başlar. Bu da aslında diğerdir ve de bu dünyaya aittir. Acıkır ve bedenini hisseder; ihtiyacını giderdiğinde de bedenini unutur.

Bir çocuk şöyle yetişir: Önce sizin, ötekinin farkına varır ve sonraysa sizinle, ötekiyle kıyaslayarak yavaş yavaş kendisinin farkına varır.

Bu farkındalık yansıtılmış bir farkındalıktır. O kendisinin kim olduğunun bilincinde değildir. O yalnızca annenin ve de onun kendisi hakkında ne düşündüğünün farkındadır. Eğer annesi ona gülümserse, onu takdir ederse, 'Sen çok güzelsin' derse, onu kucaklayıp öperse çocuk kendisi hakkında iyi şeyler hisseder. İşte şimdi bir ego doğmuştur.

Takdir, sevgi, ilgi aracılığıyla iyi olduğunu, değerli olduğunu ve bir önemi olduğunu hisseder.

Bir merkez doğar.

Yalnız bu merkez yansıtılmış bir merkezdir. Onun gerçek varlığı değildir. Kendisinin kim olduğunu bilmez; yalnızca başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü bilir. Ve bu bir egodur; yansıma,, başkalarının ne düşündüğüdür. Şayet herkes onun bir işe yaramaz olduğunu düşünürse, kimse onu takdir etmez, ona gülümsemez. Böyle bir durumda da bir ego doğar: Hastalıklı bir ego; üzgün, reddedilmiş, değersiz ve diğerlerinden aşağıda hissederken kendisini incinmiş. Bu da bir egodur. Bu da bir yansımadır.

Önce anne - ve anne başlangıçta tüm dünya demektir. Sonradan anneye başkaları katılır ve dünya büyümeye başlar.Ve bu dünya büyüdükçe de ego daha karmaşıklaşır çünkü birçok başka insanın daha görüşleri yansır.

Ego biriktirilmiş bir olgudur, başkalarıyla yaşıyor olmanın bir yan ürünüdür. Eğer bir çocuk tamamıyla yalnız yaşarsa, hiçbir zaman ego geliştirmeyecektir. Ama bunun bir yararı olmaz. Bir hayvan gibi kalacaktır. Hayır, böyle bir şey onun gerçek kendi benliğini bileceği anlamına gelmez.

Ego bir zorunluluktur çünkü gerçek olan ancak sahtesi aracılığıyla anlaşılır. Kişi onun içerisinden geçip gitmelidir. Bu bir öğretidir. Gerçek yalnızca yanılsama sayesinde anlaşılır. Gerçek olanı doğrudan bilemezsiniz. Öncelikle gerçek olmayanın ne olduğunu bilmek zorundasınızdır. Önce gerçek olmayanı tanımak zorundasınız. Bu tanışıklık vasıtasıyla gerçeğin ne olduğunu bilmek için yeterli hale gelirsiniz. Şayet siz sahteyi sahte olarak bilirseniz, gerçek üzerinize gün gibi doğar.

Ego bir ihtiyaçtır; o toplumsal bir ihtiyaç, toplumsal bir yan üründür. Toplum sizin çevrenizdeki her şeydir - siz değil ama etrafınızdaki tüm şeylerdir. Her şeyden sizi çıkarttığınızdaki şeydir toplum. Ve herkes yansıtır. Okula gidersiniz ve öğretmen sizin kim olduğunuzu yansıtacaktır. Diğer çocuklarla arkadaşlıklarınız olacak ve onlar sizin kim olduğunuzu yansıtacaklar. Adım adım herkes sizin egonuza bir şeyler katar ve herkes egonuzu topluma problem oluşturmayacak hale getirmeye çalışır.

Devamı;


http://www.kanatsesleri.com/content/view/207/117/
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »


HADÎKATU'L –HAKÎKAT KİTABI 1.CİLT

EBU'L-MECD HAKÎM SENÂÎ (k.s)

Orijinal Kitap Dili: Farsça Çeviri

yapılan kitap: Eski İngilizce

İngilizce Çevirmen: J.Stephenson, 1910

Türkçeye Çeviren: Barbaros Sert, Ekim 2009


Çevirmenin Notu:

Bismillahirrahmanirrahim,

Sevgili Kardeşim,
Bu çeviriyi Allah rızası için, tadımlık olarak, Farsça bilen çevirmenlerimizin kitaba dikkatini çekmek ve bu hususta belki yeni çevirilere yol açar diyerek yaptık.
Hadikatu'l Hakikat kitabı 11500 beyt ve her beyti yarım mısra yani 2 satırdan oluşan yaklaşık 23000 satırlık bir kitap.
J.Stephenson isimli yazar, Allah razı olsun bu kitap hakkında epey bir inceleme yapmış, Lahor, Bombay ve değişik uzak doğu kopyalarından ve Ingiliz Devlet kütüphanesinden ve oldukça uzun bir liste ile dökümünü yaptığı bir çok kaynaktan sadece bir cilt olarak bu Ingilizce kitabı hazırlamış, fakat bu bir cilt kitabın tamamı değil, sadece çevrilebilen kısmı.

Bu kitap bize ulaşana kadar bazı düzeltmelerden geçmiş.
Bu tarihçeyi buraya aktarmak yeni çeviriler gerektirmekte.
Kitabın tarihçesi ile ilgili bir şemayı aşağıda vermek istedik özetle, kullanılan ana kopya Abdül Latif isimli bir Hakk Dostunun yorumlamalarından oluşan ve resimdeki kronolojide “L” harfi ile gösterilen kopyadır.


Resim

Biz ise bu çevirinin çevirisini yapmaktayız ki bu oldukça güç, ve çeviride mana kayıplarına yol açan bir durum.
Fakat bize lezzet versin ve başka çevirmenlere ön ayak olsun ve Türk toplumuna bu önemli kitabın kazandırılmasına yol açalım maksadıyla bunu yapmak istedik.
Çeviride zorlandığım yahut manada terslik bulduğum yerleri kırmızı ile gösterdik. J.Stephenson'un çevirisini ingilizce olarak aşagıdaki linkten bulabilirsiniz:
http://www.sacred-texts.com/isl/egt/index.htm

Çeviri esnasında karşılaştığım güçlükler çevirmenin genelde orjinalinde bizim için çok önemli olan Arapça ve Farsça sözcükleri direkt olarak Ingilizce'ye çevirmesidir.
Bu sebeple bazı cümlelerde sadece Ingilizce sözcükle hareket ettiğimizden ve bu sözcüklerinde en az 15 manası olduğundan, ve Ingilizce'de Islami kelimelerin tam karşılığı olmadığından, bir de üstüne Eski sanatsal ingilizce kalıbının kullanılması yüzünden çeviride oldukça zorlandık.
Parantez içindeki Esma'ları tariflerinden tahmin ederek biz ekledik. Umarız bunu okurken anlayışla karşılarsınız.
Allah C.C hatalarımızı affetsin.

Barbaros Sert
Selam Sevgi ve Muhammedi Kardeşlikle

Türkçe Link: http://www.muhammedinur.com
Ingilizce Link: http://www.muhammedinur.com/En


"Ben yarı pişmişken kaynamayı bıraktım
Tüm hesabı(izahı) Gazne'li Bilge'den işitin

Attar Ruh idi, Senaî ise iki göz;
Biz Senaî ve Attar'ın izinde yürüyoruz"
Hz.Celaleddin-i Rumi (k.s)


HADÎKATU'L –HAKÎKAT KÌTABI 1.CÌLT

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Bismillahirrahmanirrahim

Ey SEN ki aklı besleyen (eğiten), vücûdu donatan,
Ey SEN ki irfan veren, akılsıza rahmet gösteren,
Yerin (arzın) ve zamanın Hâlık'ı ve Rızık vereni,
Mesken ve onda ikâmet edenin Koruyucusu ve Savunmacısı,
Mesken ve ikâmet eden, hepsi SENin hilkatindir;
Zaman ve mekân, hepsi SENin emrin altındadır;
Ateş ve rüzgâr, su ve sâbit zemin, hepsi SEN'in kudretinin hükmündedir,
Ey SEN ki târifsiz olan.
SEN'in kursinden yere, hepsi SEN'in halkettigin şeyin sâdece bir zerresidir,
Yaşayan Zekâ, SEN'in süratli (dakik, akıllı, çabuk, zeki, tez) elçindir.
Ağızda hareket eden her dil SEN'i övmek maksadıyla hayat sahibidir,
SEN'in yüce ve kutsal isimlerin, SEN'in kerem, ihsan ve rahmetinin birer delilidirler.
Onların (isimlerin) her biri gök ve yer ve melekten daha büyüktür;
Onlar binbir dir (1001), ve onlar doksandokuzdur,
Onların her birisi insanların ihtiyaçlarından birine ilişkindir,
Fakat SEN'in sırlarında olmayanlar onlardan mahrum bırakılmıştır.
Yâ RABB, SEN'in rahmet ve şefkatin, bu kâlp ve canı, SEN'in İsminin müşâhedesine izin verdi.

Küfür ve îman, her ikisi de Senin yolunda seyahat ederek “ O Tekdir, O'un şerîki yoktur diye haykırırlar. Yaratıcı (El-Hâlıku), Cömert (El-Kerîmu), Güçlü (El-Kaviyyu) O, Bir (El-Ahadu), Her şeye gücü yeten (El-Kadîru),--
bize benzemeyen O, Diri olan (El-Hayyu), Ebedî ve Ezelî (El-Ebedu ve El-Kadîmu), Her şeyi bilen (El-'Alîmu), İktidarlı, Hilkati Besleyen ( Er-Rezzâku), Zabt edici (fethedici El Fettâhu, gâlib olan El Gâlibu) ve Bağışlayıcı (El-Kâhiru, El-'Azîz, ve El-Gafûr-El Gaffâru) . Harekete ve durmaya (dinginliğe) sebep O'ur; O tektir (El Ahadu-El Vâhidu), şerîki yoktur, her neye kalkar da öz (asl, hakîkî) bir varlık olma durumu isnâd edersen, O'un şerîki olduğunu öne sürersin, bundan sakın!

Bizim zayıflığımız O'nun mükemmelliğinin bir gösterimidir; O'nun her şeye gücü yeten kudreti, O'nun isimlerinin temsilcisidir. 'Hayır' ve 'O', her ikisi de bu saadet konağından cebi ve cüzdanı boş olarak geri döndüler.
ALLAH'ı bilen aklı hâricinde, tahayyül ve mantık (sebepleme, uslama, idrak fikir), ve algılama ve düşüncenin üzerinde ne var ki? ALLAH'ı bilen biri için, her nerede olursa, her ne halde bulunursa bulunsun, ALLAH'ın kursisi onun ayağının altındaki bir kilim gibidir. Gören nefs, hamdin Yaratıcıdan başkasına verilmesinin (atfedilmesinin) budalalık olduğunu bilir, O topraktan bedeni yaratabilir, ve rüzgârı söz sicili (kütüğü, kaydı) yapabilir, İdrak (mantık) verici olan, Kâlplerin İlhamcısı, nefsi uyandıran (ortaya çıkaran mânâsı da var), Sebeplerin Hâlık'ı,;--üretme (nesillendirmek) ve bozulma, hepsi O'nun işidir; O bütün hilkatin kaynağıdır, ve hepsinin döndüğü yer O'ndan gelir ve hepsi O'na döner; hayr ve şer hepsi O'na giderler. İyinin ve kötünün hür irâdesini O yaratır; O nefsin yazarı (müsebbibi), irfânın Yaratıcısıdır; O seni hiçbir şeyken yarattı bir şey yaptı; senin bir hesâbın yoktu, ve O seni yüceltti.
O'nun varlık modunun idrâkine hiç bir akıl ulaşamaz, akıl ve nefs O'nun mükemmelliğini bilmiyor. Zekâ sâhibinin aklı O'nun ihtişamı (celâl, görkem) ile şaşkına döner, nefsin gözü O'nun mükemmelliği önünde körleşir. Küllî Zekâ O'nun Kendine özgü tabiatının bir ürünüdür.
ALLAH ZÂTen El-'Alîm'dir (*). Hayâl gücü O'nun özünün görkemi karşısında duraklar (geri kalır); anlayış O'nun varlık modunun tabiatı karşısında hapsolmuş (sınırlanmış) olarak hareket eder (işlev gösterir). O'nun ateşi ki o kibirlilik içindedir, O onu O'nun kilimi yaptı, aklın kanadını yaktı; nefs O'nun alayında olan bir hizmetçidir, akıl O'nun okulunda bir çıraktır (talebedir). Akıl bu konuk evinde nedir? Sadece ALLAH'ın senaryosunun çarpık bir yazarıdır.
Bu ıvır zıvır karıştırıcı zekâ nedir? Bu değişen kararsız doğa nedir? O, zekâya (O'nun)kendisine olan (giden) yolu gösterdiğinde bu, zekâ sadece o zaman uygun bir şekilde O'nu hamd edebilir. Zekâ halk edilenlerin ilki olduğundan, Zekâ bütün seçkin şeylerin üzerindedir; yine de Zekâ O'nun kaydından sadece bir kelimedir,
Ruh ise O'nun kapısındaki piyâde askerlerinden birisi. Aşkı O karşılıklı bir sevgiden kemâle erdirdi (mükemmelleştirdi); fakat zekâyı O, hatta zekâ ile köstekledi. Zekâ, bizim gibi, O'nun tabiatına olan (özüne giden) yolda afallamıştır (şaşkına dönmüştür), bizim gibi şaşırmıştır. O; zekânın zekâsıdır ve nefsin nefsidir ve bunun üstünde ne varsa, bu O'dur. Aklın ve nefsin ve hislerin teşvikinden doğru bir kimse ALLAH'ı nasıl bilebilir ki? Fakat ALLAH ona yolu gösterdi, insan nasıl Ulûhiyet ile âşina olabilir ki?

ALLAH'I BILMEK UZERINE:

Kendinden başka hiç kimse bilemez O'nu;
O'nun doğası sadece Kendisinden doğru bilinebilir.
Akıl O'nun Hakîkatini aradı, --randıman veremedi; O'nun yolu üzerinde süratli bir iktidarsızlık hâsıl oldu ve O'nu biliyordu. Rahmeti , “Bil Beni” dedi; aksi takdirde akıl ve hissiyat ile O'nu kim bilebilirdi ki? Hislerin rehberliğiyle bu nasıl mümkün olabilir ki? Bir fındık, bir kubbenin zirvesinde nasıl sâbit bir şekilde durabilir ki? Akıl sana rehberlik edecektir, fakat sâdece kapıya kadar; seni O'na O'nun rahmeti götürmelidir. Aklın rehberliğiyle oraya seyr edemezsin, sapmış olan diğerleri gibi sende bu ahmakça hatâya düşme. Bize yolda rehberlik eden O'nun rahmetidir; O'nun işleri O'na rehber ve şâhittir. Ey sen, kendi doğasını kendisini bilmekten âciz olan, ALLAH'ı nasıl bileceksin? Kendini bilmekten yoksun olduğun halde, her şeye kâdir olana nasıl ârif olacaksın? O'nun bilgisine doğru ilk adımları dâhi bilmediğin halde, O'nu O olarak idrak edebileceğini nasıl düşünürsün?
Hüccette (akıl yürütmede) O'nu tanımlarken, konuşmak bir kıyas ve sessizlik görevi ihmaldir. O'nun yolunda aklın en yüksek gelebileceği yer “hayret” tir, insanların sermâyesi O'na karşı duyulan şevk (azim) tir.
Hayâl gücü (tahayyül) O'nun niteliklerine yetersiz kalır, anlamak onun güçlerini kibirle metheder; peygamberler bu söylemlerde alt üst olurlar, velîler bu niteliklerde sersemlerler. O arzulanandır, aklın ve nefsin RABB'idir, mûridin ve dindarın hedefidir. Akıl , O'nun varlığına bir rehberdir, bütün diğer varlıklar O'nun varlığının ayağı altındadır. O'nun hareketleri içeri ve dışarı diye sınırlandırılamaz; O'nun Zâtı 'nasıl' ve 'neden' den â'lâ'dır. Zekâ O'nun Zâtını kavramaya erişmedi; aklın nefs ve kalbi bu yol üzerinde tozdur; akıl, O'nunla dostluğun göz damlası olmaksızın O'nun ulûhiyet bilgisine sâhip değildir. Neden O'nu tartışmak için hayâl gücünü harekete geçiriyorsun? Ham bir genç Bâki olandan nasıl söz edecek ki?


Akıl ve düşünce ve his ile yasayan hiç bir canlı ALLAH'ı idrak edemez. O'nun doğasının ihtişamı akla tecellî ettiği zaman, akıl ve nefsin ikisini de süpürür atar. Bırakalım akla emîn Cebrâil'in durduğu yerdeki rütbede bir mevki ihsan edilmiş olsun, O Majeste'nin önünde Cebrâil bile haşyetten ötürü bir serçeden daha küçüktür, oraya varan akıl başını secdeye koyar, oraya uçan can kanadını kapatır. Ham gençlik Kadim olanı sâdece yüzeysel (sığ) hislerin ve nefs-i emmâre'nin ışığında müzâkere eder,
Senin, O'nun Zâtının görkem ve ihtişâmına doğru seyahat eden doğan(tabiatın), O'nun bilgisine erişebilecek mi?

En son Gariban tarafından 25 Şub 2010, 14:36 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Resim

BİRLİK TEYİDİ ÜZERİNE

O BİR(El-Ahad)’dir, ve sayının O’nda yeri yoktur;
O TAM(Et-TÂMMÜ)’dır ve bağımlı olmaktan Sübhandır O;
Aklın ve anlayışın bilebileceği bir BİR değildir,
His ve tahayyül’ün tanıya bileceği bir TAMlık değildir.
O ne çokluk ne de azlıktır; bir ile çarpılan bir bir kalır.
İkilikte , sadece şer ver kusur(hata) vardır;
Teklikte, asla kusur yoktur.

Kalbinde çokluk ve karmaşa var iken,
“BİR” de yahut “İKİ” de, ‘-- ne fark eder ki, ikisi de aynıdır.
Sen, şeytanın otlağı, kesin (yakin) bil ne ve ne kadar, ve neden ve nasıl!
Dikkat et! O’nun büyüklüğü çokluktan dolayı değildir;
O’nun Zatı sayı ve niteliğin fevkindedir;
Zayıf araştırmacı, O’na dair, ‘öylemi’ ya da ‘Kim” diye sormaya bilir.
Hiç kimse, Yaratıcının, HU’nun niteliklerini,--miktar, nicelik, neden, yahut ne, kim, ve nerede diye ifade etmemiştir.

O’nun eli kudrettir,
O’nun vechi ebediyettir,
‘gelmek’ O’nun irfanıdır,
‘inmek, alçalmak’ O’nun ihsanıdır,
O’nun iki ayağı intikam ve yücelik azametidir,
O’nun iki parmağı O’nun etkin emir ve irade kudretidir.

Bütün varlıklar O’nun sınırsız kudretine(her şeyi yapabilme) tabidir;
Hepsi O’nda hazırdır, hepsi O’nu ararlar;
Nurun hareketi Nura doğrudur, Nur nasıl Güneş’ten ayrı kalabilir ki?
O’nun varlığına kıyasla ebediyet dünden evvelki gün başladı, şafakta geldi ama yine de geç geldi. O’nun iş yapması ebediyet ile nasıl sınırlandırılabilir(kayıtlandırılabilir) ki ? Başlangıçsız ebediyet onun fıtri kölesi dir; ve sonu olmayan ebediliğin daha ziyade olduğunu ne düşün ne de tahayyül et, zira son olmaksızın ebedilik başlangıç olmaksızın ebediliğe benzerdir.

O, daha büyük ya da daha küçük bir ölçüde bir mekana nasıl sahip olabilir ki? Mekân desek onun kendisinin bir mekânı yok ki. Mekanın yaratıcısı için bir mekan, göğü yaratan için bir gök nasıl olabilir ki? Ne zaman ne de mekan O’na erişebilir, Ne anlatım ne de gözlem O’nun haberini verebilir. O’nun durumunun(kullanilan kelimenin konum,vaziyet, memleket, devlet mânâlarıda mevcut) sağlamlığı sütunlardan dolayı değildir. O’nun doğasının varlığı mekansızlık ta yer sahibidir.

Ey şekle ve yazılı tarifle çizimlere bağımlı olan,
‘O arş üzerine istiva etti’
[*] [/color] ye bağlı olan; Şekil(bicim) ihtimallerden ayrı olarak var olmaz(şekil ve biçimler sebebsel ihtimallere dayalı olarak varlık sürdürürler, Allah’ın varlığı bundan münezzeh hakiki varlıktır bu yüzden O’nun için şekil ve biçimden söz edilemez), ve Ebedi olan majesteleri ile bu bağdaşmaz. Madem ki O heykeltraş idi, o zaman O heykel değildi; ‘O istiva etti’ ne taht’a ne de arza. En içteki ruhundan, ‘O istiva etti’ demeye devam et, fakat O’nun Zat’ının boyutlar ile sınırlanmış olduğunu düşünme ;

‘O istiva etti’ ; Kur’an dan bir ayet olmasına karşın, ‘O mekândan münezzehtir’ demek imanın gereğidir(doğru olarak kabul edilmiş olandır). Arş bir kapının dışındaki bir halka gibidir; O uluhiyetin niteliklerini bilmez. Kitap’ta ‘konuşmak’ yazılıdır; fakat şekil ve ses ve biçim O’ndan ıraktır(Allah sesten ve biçimden münezzehtir), sünnette ‘Allah indi’ yazılıdır; fakat sen O’nun gelip gittigini zannetme; arş(taht) tan bahsedilmesinin sebebi yüceltmek(övgü) içindir, Ka’be’ye olan ilgi yüceltmek içindir. ‘O mekândan münezzehtir’ demek dinin ana esasıdır; başını salla, tam hamd için uygun bir fırsat. Hüseyin’i husumet ile takip ettiler çünkü Ali ‘O mekândan münezzehtir’ sözünü söyledi.

O hilkati için yeryüzünü bu şekilde yarattı; bak O nasıl senin için bir barınak yaptı! Dün gök yoktu, bu gün var, tekrar yarın o olmayacak, --buna karşın baki olacak olan O’dur . Duman perdesini dürecek önünde:--‘


Enbiya [21/104]:
يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاء كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَأْنَا أَوَّلَ خَلْقٍ نُّعِيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَا إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ
Yevme natvis semae ke tayyis sicililli lil kutub, kema bede'na evvele halkin nuiduh, va'den aleyna inna kunna failîn:
O gün ki Semâyı kitablar için defter dürer gibi düreceğiz evvel başladığımız gibi halkı iade edeceğiz, uhdemizde bir va'd, şübhe yok ki biz yaparız’ inleyen bir nefes ver sen . Allah’ı bilenler O’nda, Ebedi(El-Ebedu) olan’da yaşadıkları vakit, onlar ‘gözet/işte/bak/gör/selamla’ ve ‘O’ diye ortadan ikiye ayrılırlar.

KURAN-I KERIM’DEN REFERANS:

[*] ‘O arş üzerine istiva etti’ :[/color]

Rad Suresi [13/2]:

اللّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لأَجَلٍ مُّسَمًّى يُدَبِّرُ الأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُم بِلِقَاء رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ
Allahüllezi rafeas semavati bi ğayri amedin teravneha sümmesteva alel arşi ve sehharaş şemse vel kamer yüdebbirul emra yüfassilül ayati lealleküm bi likai rabbiküm tukinun:
Allah odur ki Semalara direksiz irtifa' verdi, onları görüyorsunuz, sonra Arş üzerine istivâ buyurdu ve Şems-ü Kameri teshır eyledi, her biri müsemmâ bir ecel için cereyan ediyor, emri tedbir, âyetleri tafsıl eyliyor ki sizler rabbınızın likasına yakîn hasıl edesiniz.

İstiva ayetlerinden bazıları için bkz. Araf [7/54], Yunus [10/3], Taha [20/5], Furkan [25/59], Secde [32/4], Hadid [57/4].[/size]
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

İLK SEBEP OLARAK ALLAH C.C ŰZERİNE

Zaman’ın seyri (akışı, gidişatı, yörüngesi) kalıp değildir bu nedenle O’nun ebedi(sonsuz) süresi(devamlılığı) hasıl olur, ne de tabiat O’nun ihsanının sebebidir; O’nun sözü olmaksızın, zaman ve tabiat var olamazlar, ruh bedene O’nun lütfundan(onayından, tercihinden) ayrı olarak girmez. Bu ve şu(ötesi bötesi) her ikiside muhtaç ve değersiz; şu ve bu her ikiside ahmak ve aciz(iktidarsız). ‘Eski’ ve ‘yeni’ O’nun Zatına uymayan sözcüklerdir; ‘O’ denildiginde, ‘O’ Kendisinin haricinde herhangi başka varlıkları içermez. O’nun hükümranlığı sınırlarına kadar bilinemez, O’nun tabiatı hatta başlangıcına kadar tanımlanamaz., O’nun efalleri ve O’nun tabiatı araç ve yönün ötesindedir, O’nun varlığı ‘OL’(kün) un ve ‘HU’nun üzerindedir.

Sen var olmadan evvel, senin yararına senden daha büyüğü, seni şekillendiren sebepleri bir araya getirdi, göklerin altında bir yerde Allah’ın emir ve hükmü ile dört tabiat(akort, mizac) hazırlandı; Ben onlarin bir araya gelmesinde O’nun kudretinin bir deliliyim; O’nun kudreti O’nun hikmetinin(ilminin) tasarımcısıdır( ressamı, çizeri). Senin planını kalemsiz olarak seren, onu renkler olmaksızın da tamamlayabilir; sendeki sarı, ve beyaz ve kırmızi ve siyah değil, Allah İşini resmetti ; ve sen olmaksızın kürreleri(gök kubbeleri, katmanları) tasarladı,

Neyden (tasarladı) ?— hava dan ve sudan ve ateşten ve topraktan. Gökler -- sarı ve siyah ve kırmızı ve beyaz renklerini daima sana bırakmıyacaklar, kürreler hediyelerini tekrar geri alırlar, fakat Allah’ın eseri(izi) ebedi kalır,
senin ana hatlarını(taslağını) renkler olmaksızın çizen , senin ruhunu asla senden geri almayacaktır. Onun yaratıcı kudreti ile O seni bir yükümlülük altına getirdi, rahmeti ile seni O’nun kendisini ifade eden bir “Ben” aleti yaptı. ‘Ben saklı bir hazine idim; hilkat sen BENi bilesin diye yaratıldı’ , kaf ve nun dan dogru değerli bir inciye benzeyen bir göz YaSin ile dolu bir ağız yaptı.

Kese dikme hiç ve peçeni(örtünü) yırtma; tabak yalama ve tatlı söz (kandırmak için söylenen) satın alma. Bütün şeyler zıtlardır, fakat Allah’ın emri ile , birlikte aynı yolda seyahat ederler, yokluk evinde hepsinin planı tüm ebediyet için Ebedi Olan(El-Ebedu)’ın emri ile serilir; dört öz , yedi yıldızın gayretinden doğru, planı vücuda getiren(zahire çıkaran) aletler(vasıtalar) olurlar.

De ki, Hayır ve Şer alemi O’ndan ve O’na olmak haricinde devam edemez(meydana gelemez), yalnız , O’nun kendisi değildir. Bütün nesneler, onların son biçimi ile birlikte madde temelini, ana hatlarını(taslaklarını) ve suretlerini O’ndan alırlar, Unsur ve Madde(malzeme) esası, dört unsuru giydiren biçim(şekil) ve renkler,--sınırlı(kayıtlı) ve sonlu olarak bilinen bütün şeyler, senin Allah’a yükselmen için merdivenden başka bir şey değillerdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Resim

KALBİN SAFLIĞI ŰZERİNE

O halde, herhangi bir yerde arzu (tutku) olmadan, yayan olarak O’na seyr etmeyi nasıl amaçlıyabilirsin ? Ruhunun ve dualarının Allah’a seyr ettiği ana cadde kalp aynasının tecliyesine(cilalanmasına) bağlıdır. Kalp aynası; muhalefet ve husumet ile kâfirlik ve münafıklık pasından kurtulamaz; aynanın parlatıcısı senin sarsılmaz(sadık/istikrarlı) imanındır; tekrardan , o ne ki? O senin dininin tertemiz(lekesiz) saflığıdır.

Kalbinde şaşkınlık olmayana ayna ve akseden suret aynı şey olarak belirmeyecektir; suret olarak aynada olmana rağmen aynada ki şey sen değilsin, -- sen bir, ayna da bir diğeri olduğundan dolayı. Ayna senin suretinden bi-haberdir; o ve senin suretin çok farklı şeylerdir; ayna görüntüyü ışık yardımı ile alır, ve ışık güneşten ayrılmamalıdır; --hata, o zaman, ayna da ve gözde dir.

Her kim ki bir perde arkasında daima kalır, onun hali baykuş ile güneşin durumu gibidir. Baykuş, güneş tarafından aciz duruma düşüyorsa(görüşü kısıtlanıyorsa), bu onun kendi zayıflığından ötürüdür, güneşten ötürü değildir, güneşin nuru alem boyunca yayılır, felaket(bahtsızlık, afet, terslik) yarasanın gözünün zayıflığından gelir.

Hayalgücü(heves) ve his haricinde görmüyorsun, daha sınırı(çizgiyi), yüzeyi ve noktayı dahi bilmediğinden dolayı, bu ilim yoluna rastlarsın(bu ilim yolu üzerinde tökezlersin, yanılırsın), aylar ve yıllar müzakerede oyalanma ile sürer; fakat bu durumda Allah’ın insanda Hayy oluşundan doğru O’nun tecellisini bilmeyen kişinin açığa vurduğu(dile getirdiği) sadece ahmaklık olur.

Aynanın, yüzü yansıtmasını dilersen, onu eğrik tutma ve onu aydınlık tut; sis içerisinde görülen güneş, nurunu yaymada cimrilik etmemesine rağmen, sadece cam gibi görünür, ve bir melekten daha güzel olan Yusuf’ da hançer içinde şeytanın yüzüne sahip görünür. Senin hançerin hakkı batıldan ayırmayacaktır ; sana bir ayna olarak hizmet edemiyecektir.

Kendi suretini kalbinin aynasında, balçığında gördüğünden daha iyi görürsün, kendisiyle kendini prangaladığın(aglellerinin) zincirini kır kurtul, --zira balçığından temizlendiğin zaman hür olacaksin; balçık karanlık ve kalp aydınlık olduğundan dolayı, senin balçığın bir çöp tenekesidir ve kalbin ise bir gül bahçesi. Kalbinin aydınlığını her ne arttırırsa seni Hakk’ın kendisinin tecellisine daha yakın kılar, Ebu Bekir’in kalbinin saflığı diğerlerinden daha fazla olduğundan dolayi, kendisine özel bir tecelliyle lütfedildi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »



KÖR ADAMLAR VE FİL MESELESİ ŰZERİNE.

Gur ülkesinde büyük bir şehir vardı ki bu yerde bütün insanlar kör düler. Emin bir Sultan bu yerden geçti, ordusunu getirip düzlükte kamp kurdu. Onun, saltanatına hizmet için ve korku uyandırmak ve muharebede saldırı için büyük ve muhteşem bir fili vardı. İnsanlar arasında bu korkunç fili görme isteği doğmuştu, ve bir sayıda kör, ahmaklar gibi onu ziyaret ettiler, her biri onun biçim ve şeklini keşfetmek için acele ile koşuşuyorlardı.

Geldiler, ve gözleri görmeksizin onu el yordamı ile yokladılar, onların her biri bir uzva dokunarak bir kısım hakkında bir sanı elde ettiler, her biri na-mümkün bir nesne(şey) fikrine sahip oldular, ve onun bu hayali hakikatine bütünüyle inandılar. Şehir halkına geri döndükleri zaman, diğerleri onların etrafını sardılar, hepsi umutla bekliyorlardı, öyle yanlışa yönlendirilmiş ve aldatılmışlardı onlar. Filin görünümü ve biçimi hakkında sordular, ve dediklerini hepsi dinlediler. Birisi eli filin kulağına denk gelene sordu; (eli filin kulağına değen) dedi ki :


“Koskaca ve korkunç(yenmesi güç) bir şey, geniş ve kabaca ve kilim gibi yayılıyor”.

Ve eli onun hortumuna denk gelen dedi ki:

“Ben onu keşfettim(çözdüm bu işi); o düz ve boru gibi ortası boş, cok berbat dehşet bir şey ve yok edici bir alet.”

Ve filin kalın ve sert bacaklarını hisseden dedi ki:

“Aklımda tutabildiğim kadarıyla, onun şekli düz tıpkı düz bir sütun gibi. “

Her biri onun bölümlerinden birisini görmüştü, ve hepsi de yanlış şekilde görmüştü. Bütünü hiç bir akıl bilmiyordu,--ilim aldanmış ahmaklara, zann la kurulmuş saçmalıklara inanan körlere asla kılavuz değildir.

İnsanlar İlahi özü bilmiyor; bu konuya filozoflar giremezler...





Gariban Not: Sevgili kardeşim bu hikaye benzer şekillerde binlerce yıldır Hindistan masallarında ve Budist hikayelerinde anlatılmaktadır. Rumi Hz.lerinin mesnevisindede benzeri vardır. 1800 yıllarında John Godfrey isimli bir Amerikalı yazarın Hindu kaynaklarından esinlenerek yazılan bir şiirinde fil etrafındaki körlerin sayısı 6 ve yokladıkları kısımlar özetle:

Resim

1- Yan tarafına değen için “Duvar”
2- Dişlerine değen için “Mızrak”
3- Hortumuna değen için “Yılan”
4- Dizine değen için “Ağaç”
5- Kulağına değen için “Yelpaze”
6- Kuyruğuna değen için “Urgan”

Bu hikayenin Hakim Senai Hz.lerinin anlatışındaki güzellik konuyu ilahi öze getirişidir. Diğer yazıtlarda bu konu sadece bir bütünün farklı parçalarını yorumlayan ama bütünü göremeyenler manasıyla her alanda kullanılan hicv edici bir hikaye olarak kalmıştır…
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

YUKARIDAKİ MECAZ ŰZERİNE

Birisi ‘ayak’tan bahsediyor, diğeri ‘el’den , aptalca sözlerin sınırlarını zorlarayarak bir diğeri ‘parmakları’ ve ‘mekan değişimi’ ve ‘inmesi’, ve O’nun bir vücut bularak gelmesi. Bir diğeri ise ilminde O’nun ‘kendisinin istivasını’ ve ‘arşı(taht)’ ve ‘kürsiyi’ dikkate alıyor, ve ahmak bir şekilde, ‘O oturdu’ ve ‘O arkasına yaslandı’, diye kendi saçma hayallerini boynuna çıngırak yapıp bağlıyor. Birisi ‘Onun vechi’ der, diğeri ‘Onun ayakları’ ve hiçkimse ona ,’Senin cismin nerde ?’ demez. Bütün bu konuşmadan münakaşa çıkar, ve durum kör adamlar ve fil vakasında olanlara döner.

Tenzih O Subhana ki O, ‘ne’ ve ‘nasıl’ dan münezzehtir! Nebilerin ciğerleri kan oldu. Akıl bu deyişle sakatlanır ; bilgelerin ilimleri dürülür. Hepsi kendi acizliklerini teyid ettiler; yazıklar olsun o aptallıkta ısrar edene! De ki, O mecazi bir anlatım; ona dayanma, ve ahmak kavramlardan uzaklaş. Kur’an da
“…«İnandık, hepsi Rabbimizdendir.»…”
[*]


[*][/color] Ali İmran [3/7]:

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُوا الألْبَابِ

Hüvellezi enzele aleykel kitabe minhü ayatüm muhkematün hünne ümmül kitabi ve üharu müteşabihat, fe emmellezine fi kulubihim zeyğun fe yettebiune ma teşabehe minhübtiğael fitneti vebtiğae te'vilih, ve ma ya'lemü te'vilehu illellah, ver rasihune fil ilmi yekulune amenna bihi küllüm min indi rabbina, ve ma yezzekkeru illa ülül elbab

Odur indiren sana bu muazzam kitabı: bunun bir kısım âyatı vardır muhkemat: onlar «ümmülkitab» ana kitab, diğer bir takımları da müteşabihattır, amma kalblerinde bir yamıklık bulunanlar sade onun müteşabih olanlarının ardına düşerler: fitne aramak, te'vilini aramak için, halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir, ilimde rüsuhu olanlar da derler ki: amenna hepsi rabbımızdan, maamafih özü temiz olanlardan başkası düşünemez.[/size]
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Resim

KULAK VERMEYENLERDEN

Anlayışlı bir adam, çok ahmak ve düşüncesiz olarak gördüğü umursamazın birisine sordu : “ Sen hiç safran gördünmü yoksa sadece adınımı işittin?”

O dedi ki “ Bende var ondan ve ondan bir hayli çok yemiştim, yalnız bir kez değil belki yüz kere yahut daha fazla. “
Bilge ve anlayışlı kişi “ Afferin, biçare adam! Afferin sana dostum! Sen onda çiçek soğanı olduğunu da bilmiyorsun! Bu budalalığına daha ne kadar sakal sallayacaksın
[*]?[/color]

[*] Sakal sallamak: Onaylamak babında kullanılmış bir deyim.[/color]

Kendi nefsini bilmeyen , bir başkasının nefsini nasıl bilecek? Sadece el ve ayağı bilen , Uluhiyeti nasıl bilir? Bunu anlamakta nebiler dahi aciz kalmış iken, neden sen ahmakça bunu anladığını iddia ediyorsun? Bu konuya dair bir kanıt getirdiğin zaman, işte o zaman imanın saf özünü bileceksin; aksi takdirde seninle iman arasında ortak olan ne var ki? Sen en iyisi mi sessiz kal , ve ahmakça konuşma. Hakiki din herkesin ayağına örgü olmadığından, bilge hep safsata(lakırdı) eder[*].[/color]

[*] Anlayabildigim kadarıyla bu cümleden iki mana çıkabilir: 1. Bilge kişinin dediğini herkes anlayamaz ve safsata ediyor sanır. 2. Bilge kelimesi yerine "okumuş ögrenmiş kişi" diye düşünülürse bu cümlenin manası degişir dinin hakikatinden perdeli olarak ögrenip okumuş ve bilgi sahibi olmuş kişilerin hakikatten perdeli oldukları için hep saçma konuşacakları manasıda çıkabilir.[/color][/size]
En son Gariban tarafından 22 Eki 2009, 01:51 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Resim

YOKUŞUN(TIRMANIŞ) BASAMAKLARINDA

Nefsinin yuvasını (barınağını) cehenneme kurma,
Ne de aklının konağını aldanışa kur;

Ahmaklık ve saçmalıklar semtinde dolanma,
Ne de kibirli (faydasız, nafile, manasız, yarasız) tahayyül evinin kapısında dolan.

Gösterişçi kendini beğenmişlikleri terk et ki bu saraya kabul izni bulasın;
Bu ebediyet konağı senin olmasına karşın , bu fanilik ikametgâhı senin yerin değildir

Bu ebediyet konağı senin için hazırlanmıştır,
-- yarının aşkı için hayatını bırak ve terket bugün.

Bu dünyanın iyisi ve kötüsü, onun aldatışı ve hakikati, Adem oğulları arasında bayağı(rezil) insanlar içindir
[*].[/color]

[*] Bu cümle çevirisi sorunlu idi, fakat ekledik ve şöyle algılamaktayız: Kamil insanda iyi kötü olmaz demekte. Kamil insan her olanı halktan değil de HAKK'tan bilendir...[/color]

Yüksek çatıya (çıkmak ) basamak çoktur,
Neden bir basamak(adım) ile tatmin oluyorsun(niye çok çabuk tatmin oluyorsun)?

İlim İlahı’nın( El-Alim’in) tasdiki ile, ona doğru ilk adım dinginlik(sükûnet)tir,
Ve ondan sonra ikinci basamağa gelirsin, hayat, suret ve maddenin irfanı(hikmeti).
Șu hakikatı bil ki, dünya da Adem oğulları için ebedi cennete çıkan, irfan ve amelden daha iyi bir merdiven yoktur.

Hayatın irfanı(hayatı ANlamak.Bilmek, bulmak, olmak, yaşamak gibi) her iki üst ve aşağı konak(ikametgah) için aklı güçlendirir, bu yolda çabala, ve bunda öyle yapamasan bile, bir kaybın olmayacaktır.

Miskinlik(tembellik) tohumunu kim ekerse,
miskinlik ona meyve olarak küfür
[*] getirecektir[/color]

[*] ingilizce de kullanılan “impiety” kelimesinin Allah’a hürmetsizlik, saygısızlık, dinsizce davranış gibi manalarıda mevcut. Metnin farsçasında hangi kelime kullanıldığını bilemiyoruz.[/color]

Her kim ki kendisine ahmaklık ve tembellik edindi,
Onun bacakları gücünü kaybetti ve onun işi başarısızlığa uğradı
Tembellikten daha kötü bir şey daha bilmiyorum,
O Rüstemleri bile ödleğe çevirir...
Sen iş için yaratıldın, ve senin için hazır biçilmiş bir onur kaftanı var, neden halen paçavra ile mutmainsin ki?
Neden bu çizgili Arap kumaşlarını arzulamıyorsun?
Ayın altmış günü boş durursan , Ne zaman saltanat ve talih sahibi olacaksın?
Gündüz aylaklık , ve gece rahatlık(safa),
Sasanilerin tahtına sen zor erişirsin.

Bil ki, sopanın sapı ile kılıcın kabzası ağlayan gözlerin nemini bilmeyen sultanlara taç ve tahttır, fakat para ve yemek ardında dolanan kişi, sıkılmış bir yumruktan evvel adi ve alçaklığa kuyruk sallar(yaltaklanır).

Ìlme sahip olan, bunun yanında dağ gibi huzura(sükunet ve dinginliğe) sahip olur, kaderin afetlerinden dolayı tasalanma. Huzur olmaksızın ilim(huzursuz ilim) yakılmamış bir mum gibidir, her ikisi birlikte arının balı gibidir, mumsuz bal asaleti(necipliği) simgeler, balsız mum ise sadece yakmak içindir.

Bu nesillenme ve yozluk(bir yanda üreten bir yandan bozulan yozlaşan) evini terk et, çukuru bırak , ve senin için kararlaştırılan evinin yolunu tut, bu kuru toz kümesinde bir serap var, ve ateş su olarak görünmekte.
Saf kalpli bir insan iki dünyayı BÌRde tevhid eder; ama aşık üç mekan(konak)dan BÌR yapar .
[/size]
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Resim

ALLAH C.C’NUN HİMAYESİ VE VEKİLLİĞİ ŰZERİNE

Her kim ki etrafı ilahî yardım ile çevrelenmiştir,
Bir örümcek onun önüne ağını yayar;
Bir kertenkele onun övgüsünü beyan eder,
Bir yılan onu memnun etmeye yol arar.
Onun ayakkabısı arşın zirvesinde yürür;
Onun yakut (lâl : kırmızı) dudağı dünya’nın en uygun ziynetidir,
Onun ağzında zehir şeker olur;
Onun elinde bir taş mücevher olur.
Her kim ki başını bu eşiğe koyar, o ayağını fani şeylerin başına koymuştur,
Bilge akıl bu şeyleri açıklamakta kudretsiz kalır (acizdir), bu kapıya gelmeyenlerin hepsi kudretsizdir.
Korkarım ki cahilliğin ve ahmaklığından dolayı bir gün Sırrat’ta yardımsız bırakılacaksın, cahilliğin seni ateşe atacak; uyutucu marul ve gelincikleri sana nasıl ilaç gibi verdiğini gör
[*].

Birisinin yediği bir yiyecek lokmasının ortasında, çekirge, kuş ve hayvan saldırısından kurtulmuş, göğün sıcaklığını ve fırının alevini görmüş, ve senin değirmen taşın altında değişmeden kalmış bir buğday danesinin, nasıl zuhur edeceğini gördün sen. Kim korudu onu? ALLAH, ALLAH. --Mülk ve hayat ve nefes zarfında senin için koruyucu olarak O kafidir, sen O’nun hilkatindensin, bu yeterlidir.

Eğer köpek ve zincir bulursan çöl antilopunun(gazel) üstesinden gelebilirsin, ve senin buna olan güvenin ve samimi inancın ile sen idame ve geçime (rızık) dair olan endişeden hür olursun:

Sana söylüyorum, -- akıl ve muhakeme ile, sözlerim karşısında kulağının kapısını kapamayasın diye,--Görüyorum ki senin köpek ve zincire olan güvenin Her şeyi İşiten (Es-Semiyu) ve Her şeyi Görene (El-Basiru) dair olan güveninden daha fazla, imanının nuru, bu temel üzerinde duruyorsa eğer, bir köpek ve bir demir nesnesi ile helaka (yıkıma) teslim edilmiş demektir... [/color]

[*] Gelincik bitkisinin tıbben ilaç olarak hafif uyuşturucu etkisi bilinmekle beraber, Yunan mitolojisinde uyku tanrısı Hypnos’un çocuğu olan Morpheus’un insanları uyutmak için insanların başlarına gelincikten taç taktığı anlatılır. Romalılar kara sevdaya düşenlere gelincikten yaptıkları içecekleri verir ve bunun aşk acılarını dindirdiğine inanırlarmış. Biz, efsanelerinde ardında manalar olabileceğini göz önünde tutarak bu bilgiyi de bura ya ekleyelim dedik.[/color][/size]
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Resim

SADAKA VERENLERİN MESELİ

Belli bir bilge ve hür fikirli kişi oğullarının gözleri önünde bir çok çuval altın dağıttı öyle ki babasının cömertliğini gördüğünde bunu onaylamayarak itiraz ile yaygarayı bastı ve dedi ki : Baba bundan benim payım nerede peki? Dedi ki, “Ey oğul, Allah’ın hazinesinde; vasiyeti icra edecek hiçbir icracı ve onu seninle bölüşecek hiç bir kimse bırakmadan senin payını ALLAH’a verdim ben, ve O sana onu geri verecektir.

O , Kendisi bizim Rızık vericimiz (Er-Rezzak) ve bizim Malikimizdir; her iki imanımız(manevi yönden) ve dünyevi mülkler yönünden de, O bize kâfi değil mi? Yaşamlarımızı Ondan gayrı tanzim eden yok ; O sana zulmetmez , --O böylelerinden(zulmedenlerden) değildir. O herkese yetmiş katını verir; ve O sana bir kapıyı kapatırsa eğer , on açar."
Resim
Cevapla

“►Diğerleri k.s.◄” sayfasına dön