İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Alt Forumda kotegarize edilmeyen diğer Hakk Dostları.
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

470. DÖRTYÜZ YETMİŞİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Mümkinatın yaratılması ve vücudu, vehim mertebesinde olduğunun beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace Salâhaddin Ahrari'ye yazmıştır.

***

Var olan Allah idi; onunla bir şey yoktu.

Vakta ki, saklı kemalâtının zuhura gelmesini murad etti; isimlerinden her birine, bir mazhar (zuhur yeri) talep etti. Ta ki, o mazhara, kemalâtını tecelli ettire. Onun vücud mazhariyetini ve tevabilini ise, ademden başka bir şey kabul etmedi. Çünkü bir şeyin mazhan, onun mübayini (aralıklı olanı) ? ve mukabilidir. Vücudun mukabili ve mübayini ise, yalnız ademdir.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; Sübhan Hak, kemal-i kudreti ile, adem aleminde isimlerden her bir isim için mazharlardan bir mazhar tayin etti. Ve onu, his ve vehim mertebesinde yarattı. Hem de dilediği vakitte ve istediği şekilde... Eşyayı dahi, dilediği zaman yarattı; ebedi muameleyi dahi onab ağlı kıldı.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki, ademe münafi olan hariçtin his ve vehim mertebesinde ona arız olan sübut değildir. Zira, bununla aralarında bir münafat yoktur.

Alemin sübutu ise, his ve vehim mertebesinde olup, hariç mertebede değildir ki, kendisine münafi bir durum ala...

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, caiz olur ki, his ve vehim mertebesinde ademe bir sübut arız ola ve orada kendisine yüce Allah'ın yaratması ile bir sağlamlık ve kuvvet hasıl ola... Böylelikle de bu mertebede hayy, alim, kadir, mürid, basir, semi v e mütekellim (canlı, bilici, güçlü, dileyen, gören, duyan ve konuşan) ola... Amma in'ikâs ve zıllıyet yolu ile... Amma, harici mertebede onun için ne nam buluna; ne de nişan. Hariçte dahi, yüce Vacib Zat'ın, zat ve sıfatlarından başkası da sabit ve mevcud olmaya.

Mümkündür ki; bu mana sebebi ile şöyle denmiş ola:

-Şu anda dahi, önce olduğu gibidir.

Bu anlatılanın misali, nokta-i cevvale gibidir. Zira, orada mevcut olan yalnız noktadır. Hariçte daire yoktur; ne gamı vardır, ne de nişanı... Bununla beraber, his ve vehim mertebesinde ona bir sübut arız olup o mertebede kendisine zıllıyet yolu ile bir aydınlık ve ışık hasıl olmuştur.

Bu tahkikten ötürüdür ki, geniş mukaddimelere ihtiyaç kalmamıştır. Ki onları, Şeyh Muhyiddin b.Arabi ve onun taraftarları alemin tekvininde ilmi ve harici tenezzülat ve taayyünat-ı ilmiye ve hariciye beyanından olarak anlatmışlardır. Hakikatları ve ayan-ı sabiteyi Vacib Teala'nın ilminde isbat edip onun akislerini dahi vücudun zahiri olan hariçte isbat etmişlerdir. Onun eserlerine dahi:

-Hariciyet... (dışa bağlı şeyler...) ismini vermişlerdir.

Nitekim bu mana, onların ıstılahına muttali olup da, sözlerine insafla bakana gizli değildir.

Bu tahkikten malum oldu ki:

Hariçte yüce Hak'tan başka mevcut değildir. Ne ayan, ne de ayanın eserleri. Belki de, bunların sübutu his ve vehim mertebesinde sübut bulmasında asla bir mahzur yoktur. Zira o vehmin yaratması ile mevhum olmamıştır ki, vehmin kalkması ile kalksın. Belki de şanı büyük Allah'ın yaratması ile vehim mertebesinde sübut bulmuştur. Bu mertebede onun sağlamlığı, muhkemliği vardır. Bu manada, bir ayet-i kerime meali şöyledir:

"Bu, Allah'ın san'atıdır ki; her şeyi sapasağlam yapmıştır. Şüphesiz o, ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır."(27/88)

Bu beyanda da açığa çıktı ki, mümkinatın hakikatleri, ademlerden ibaret olup onlara Vacib ilmi makamında temeyyüz ve taayyün arız olmuştur. Böylelikle de, his ve vehim mertebesinde ikinci kere yüce Allah'ın san'atı ile sabit olmuştur.

Onlardan bazıları, şanı yüce Allah'ın isimlerine aynalar durumunu almışlardır. Böylece, bu mertebede, zıllıyet ve in'ikâs yolu ile hayy, alim, kadir, mürid, semi, basir ve mütekellim (canlı, bilici, güçlü, dileyen, gören, işiten ve konuşan) olmuştur.

Şeyh Muhyiddin b. Arabi'nin ve ona tabi olanların tahkiki şudur:

-Mümkinatın hakikatleri, ilmi ilâhi isimlerin suretleri olup vücudi tenezzülat-ı hamsenin biridir.

Umumi olarak, bu Fakir'in anlayışına göre, mürnkinaîın hakikatleri ise şöyledir: Ademler... Halbuki, Şeyh katında tenezzül eden vücudlardır.

Hazret-i Şeyh, kesret görüntüsünü, hariçte sabit gördü. Dedi ki:

-Tekessür eden ilmi suretler, mümkinatın hakikatleridir;

Sonra bunları:

-Ayan-ı sabite olarak tabir etmiştir. Sonra şöyle dedi:

-Bunlar, yüce vücud zahirinin aynasında in'ikâs etmiştir. Ondan başkada, hariçte mevcut yoktur. Böylelikle onlara, hariçte bir görünme arız olmuş; hariçte mevcutmuş gibi görünmüştür. Halbuki, gerçek mana ile, hariçte yüce Zat'tan başkası yoktur.

Sonra şöyle demiştir:

-Bu ilmi suretlerden her birine, vakitlerden bir vakitte; o suretlere ayna gibi olan zahir vücudla keyfiyeti meçhul olan bir nisbet vardır, iş bu nisbet, o suretlerin hariçte görünür olmalarına sebep olmaktadır. Bu nisbet ise, hiç kimseye malum değildir. Hatta enbiya bile, bu sırra muttali olmamışlardır.

O keyfiyeti meçhul nisbetin husulünden sonra, o suretlerin hariçte izharı için:

-Eşyanın halkı ve icadı (yani eşyanın yaratılıp vücud buldurulması) demiştir.

Fakir'in bulmuş olduğu daha önce anlatılan tahkike gelince... Şöyledir:

-Eşya, hariçte nasıl kendisinin vücudu olmayan bir şey ise, hariçte onun görünmesi dahi, kendi renksizliği iledir. Hariçte, başkasının vücudu, görünmesi ve bir işi yoktur. Eğer onun için bir görüntü sabit olur ise, o vehim mertebesindedir. Eğer onun bir sübutu var ise, o dahi, yüce Allah'ın vehim mertebesindeki san'atı iledir.

Hulâsa, onun sübutu ve görüntüsü, tek mertebede olmaktadır. Sübutu bir yerde, görüntüsü dahi, ayrı bir yerde değildir. Misal olarak, nokta-i cevvaleden meydana gelen daireyi verebiliriz. Onun sübutu hariçte olmayıp vehim mertebesinde olduğu gibi, görüntüsü dahi o mertebededir. Onun hariçte bir nişanı yoktur ki, orada görünür ola...

Bu babda netice şu ki:

Çoğu kez vehmi görüntü, harici görüntü sanılır. Nasıl ki, bakan bir kimse, misal alemindeki misali suretleri; ayık halde batın hissi ile görür ve hayal eder ki onları, zahir hasebi ile görmüştür.

Bu gibi, şüpheli durumlar çok olur. Salik mertebelerden bir mertebe bulur ki bu, başkalarına da benzer. Dolayısı ile, onun için vereceği hükmü, bunun için verir.

Üzerinde durduğumuz mana da, anlatılandan farklı değildir. Şöyle ki:

O mevhum daire, hayalde resmedilir. O resmedildiği mertebede de görülür. Amma hayal gözü ile... Fakat, hariçte baş gözü ile görüldüğü tahayyül edilir. Ne var ki, durum öyle değildir. Nokta-i cevvalenin mahalli olan hariçte onun ne namı vardır; ne de nişanı. Evet, böyle bir durumu yoktur ki, orada görüle...

Aynaya akseden bir şahsın sureti dahi, bu minval üzeredir. Zira onun hariçte bir sübutu yoktur. Hatta bir görüntüsü de yoktur. Elbette onun sübutu ve görüntüsü, her ikisi birden hayaldedir.

En iyi bilen Sübhan Allah'tır.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh Muhyiddin b.Arabi'nin zannına gelince, ki o, harici sanıp eşya için orada sebat ve görüntü isbat eylemiştir. Yani in'ikâs yollu... Ne var ki o, hariçte değildir. Elbette vehim mertebesindedir. Şanı yüce Allah'ın san'atı ile ona sebat ve takarrür hasıl olmuştur. Böylelikle tevehnüm edilmiştir ki, O hariçtir.

Halbuki hariç olan bunun ötesinde olup, bizim şühudumuzdan ve hissimizden çok uzaklardadır. O ki, müşahedemize, hissimize, aklımıza ve hayalimize gelir; hepsi de vehim dairesine dahildir. Harici mevcud olan, fehimlerimizin ötesinin de ötesindedir. Orada aynalık yeri yoktur. O Hazret-i Zat'ta hangi suret in'ikâs edebilir!.. Görüntüler ve suretler, tamamen vehim ve his dairesine dahil olan zılâl mertebelerindendir.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet hibe eyle. İşimizde bizim için başarı hazırla..."(18/10)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

471. DÖRTYÜZ YETMİŞBİRİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Günlük hadiseleri, yüce Allah'ın iradesine bırakıp onunla lezzet almak.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace Şerafeddin Hüseyin'e yazmıştır.


***

Sübhan Allah, Şeriat-ı Mustafaviye caddesinde istikamet nasib eylesin. O şeriat sahibine salât, selâm ve tahiyyet. Bizleri dahi, mukaddes zatı ile tam olarak meşgul eylesin.

Ey sahib-l temyiz aziz oğul,

Günlük hadiseler, yüce Sultan Vacibü'l-vücud'un iradesi ve dilemesi ile olduğuna göre; yerinde olur ki, kul, kendi iradesini onun iradesine tabi kıla... Hadiseleri dahi, aynen onun muradı bile... Onlarla da lezzet ala...

Eğer maksat kulluk ise, yerinde olur ki, bu nisbet kazanılması gereke... Aksi halde hareket; kulluğu inkâr ve yüce Mevlâ ile çekişmedir.

Bir kudsi hadiste şöyle geldi:

"O ki, benim hükmüme razı olmaz; belâma sabretmez, benden başka Rabb arasın ve semamın altından da çıksın..."

***

Evet, fakirler, miskinler ve taallukatınız; himayeniz ve gözetiminiz ile rahat ve refah içindeler. Şunun için ki: Onların bir sahibi var; kendilerine yeter. Hoş senanız ve güzel övülmeniz bakidir.

Sübhan Allah sizi bu alemde ve öbür alemde mükâfatlandırsın.

Vesselam...

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

472. DÖRTYÜZ YETMİŞİKİNCİ MEKTÛP

MEVZUU: a) insanın zatının ademiyeti (yokluğu), b) Onun zatının, nefs-i natıka olduğu,

c) Nefsin ve kalbin fenası,

d) İlm-i husuli'nin zevali.


NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, şeyhinin oğlu Hace Abdullah'a yazmıştır.

***

O Hakkü'l-Mübin zattır ki, kâinatta oluşan hadiselerle zatına, sıfatlarına ve isimlerine bir değişiklik gelmez. Zira.her tegayyür ve televvün ile, kâinat hadiselerinde vuka gelir; ancak adem mertebelerindedir.

Yüce mukaddes Hazret-i Vücud'a tenezzül ve tebeddül olmaz; ne hariçte ne de ilimde. Hem de hiçbir şekilde.

Anlatılan mananın beyanı şudur ki:

Vaktaki Sübhan Hak; zat, sıfat ve isimlere bağlı kemalâtını zuhura getirmeyi murad etti; onları eşyanın tecelligâhlarında ve göstermeye gelen yerlerinde tecelli ettirmek istedi; işte o zaman, her kemal için adem mertebelerinde o kemalin mukabili olarak bir nakledici tayin etti. Ona izafetle de, sair ademlerden dahi ayırd edici olacaktı ki, onun için ayna olabile.

Zira bir şeyin aynası, o şeyin mukabili ve zuhura gelmesinin de sebebidir. Eşya dahi, zıddı ile tebeyyün eder.

Kemalâtı göstermeye kabiliyeti olan ademlere gelince, bunları dahi, dilediği vakitte, his ve vehim mertebesinde vücuda getirdi. Ve onlara istikrar ve muhkemlik verdi. O kemâlatın bütününü dahi, o ademlerde in'ikâs eder duruma getirdi.

Anlatın in'ikâs ile, o ademleri, hayy, alim, kadir, mürid, basir, cemi, mü-tekellim (canlı, bilici, güçlü, dileyen, gören, duyan, konuşan) eyledi. Yani o mertebede. Lâkin, onu hissedilir bir şey kılmıştır. Şunun için ki: Evvela ademde tasarruf eyleye; amma onda başka bir şey yaratmadan. Ve bu tasarruf ile onu mülayim ve yatkın bir hale getire; sonra onda kemali zuhura getire.

Tıpkı bir mum gibi ki, önce yatkın ve mülayim hale getirilir; sonra da istenen şekil ve suret verilir.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki, burada ademden murad, harici vücudun mukabili olan harici ademdir. Bu durumu ile, adem mertebesinde vaki olan icadına da münafi değildir. Bununla beraber biz diyoruz ki:

-Ademe münafi olan, onun nakzedicisi olan vücuddur. Halbuki adem, vücud olamaz. Amma mevcud olduğu zaman da, asla bir mahzur yoktur. Nitekim vücud hakkında şöyle demişlerdir:

-O, ikinci makulat cümlesinden olup hariçte onun (yani ikinci malukatın) vücudu yoktur. O kadar ki, hariçte bu madumdur. Üstte yapılan tahkikten malum oldu ki:

Eşyanın hakikatleri ademlerden ibaret olup onlarda yüce mukaddes vücud mertebesinin kemalâtı in'ikâs eylemiştir. Yüce Hakkın vücud vermesi ile de, onlara vehmi olan tahakkuk ve sübut hasıl olmuştur. His ve vehim mertebesinde dahi, istikrar ve devamlılık vermiştir. Böyle olunca da eşyanın zatı o ademler olmuş ve onda kemâlatın in'ikâsı dahi onlar için kuvvetler ve cevahir mesabesine girmiştir.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Üstte anlatılan mukaddimeleri yaptıktan sonra; velâyet-i hassaya taalluku olan asıl maksad beyanında dahi birkaç cümle beyan edelim. Bunların da, akıl kulağı ile dinlenmesi gerek.

Bilesin ki,

Allahu Teala, seni irşad eyleyip doğru yola hidayet nasib eylesin.

İnsanın hakikati ve zatı adem olup nefs-i natıkanın da hakikatidir. Bunda; işin başında:

-Nefs-i emmare diye tabir edilir. İnsan fertlerinden her biri:

-Ene... (Ben...) lâfzı ile ona işaret etmektedir.

Anlatılan manaya göre, insanın zatı, o nefs-i emmare olmakta ve insanın diğer letaifi ise, onun için kuvveler ve cevarih gibi olmaktadırlar.

Haddizatında adem, sırf şer ve ve hayırlı olmaktan yana bir koku almadığı için nefis dahi, sırf serdir. Hayırlı olmaktan yana onda hiçbir koku yoktur.

Habasetinden ve cehaletinden ötürüdür ki, in'ikâs ve zıllıyet yolu ile kendisinde zuhura gelen kemalâtı kendisine mal etme iddiasındadır. Aslı ile sabit olan bu kemalâtın kıyamını dahi kendisine bağlamaktadır. Sanır ki, bu kemalât ile kendisi kâmil ve hayırdır. Bu cihetten de, efendilik iddiasına çalışmakta ve kemalâtta Rabbi ile ortaklığa girişmektedir.

Gücü ve kuvveti dahi kendisinden sanmaktadır. Yine kendisini tasarruf ehli saymaktadır.

İster ki, her şey, kendisine tabi olsun.

Her şeyden çok kendisini sevmektedir. Başkasını sevmesi dahi, kendisi için olup onlar için değildir.

Anlatılan bu fasit tahayyülât sebebi iledir ki, Mevtasına karşı zati bir düşmanlık kazanmaktadır. Onun, inzal buyurulan hükümlerine de inanmaz. Kendi nevasına uyar. Bu manadan olarak, bir kudsi hadiste şöyle buyuruldu:

"Nefsine düşman ol; zira o benim düşmanlığıma saplandı.."

Sübhan Hak, alemlere rahmetinden ve şefkatinden ötürüdür ki, enbiyayı gönderdi.

Şunun için ki: Hakkı, Sübhan Hakka davet ederler; düşman evlerini dahi tahrip ederek, onları yüce Mevlâ'ya delâlet etmek sureti ile de, cehaletten ve habasetten dahi halâs eyleyeler. Serlerine ve noksanlarına dahi muttali ki lalar.

Her kime ki, ezeli saadet yetişmiştir; bu büyüklerin davetine icabet eder, cehaletinden e habasetinden dahi rücu eder. İnzal olunan hükümlere dahi boynunu eğer.


***

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, nefsin tezkiye yolu ikidir:

a) Bir yol var ki, rizayetlere ve mücahedelere taalluk eder; bu inabe yolu olup müridlere mahsustur.

b) ikinci yola gelince, cezbe ve mahabbet yoludur. Bu dahi, içtiba yolu olup murad olanlara mahsustur.

Bu iki yol arasında çok fark vardır.

Birincisi: Matlub canibine seyirdir.

ikincisi: Maksud tarafına çekilmektir (yani Cerr).

Seyir ile, çekilmek arasında çok fark, belli açıklık vardır.

Bir devlet sahibine, sabıktaki kerem sebebi ile içtiba yolundan çekilme murad edilir ise, kendisine cezbe ve mahabbet ihsan olunur. Yani mukaddes Zat'a. Çekile çekile maksuda ulaşır.

Bunlar arasında saadete ulaşan olur ise, o fena haddine götürülür; ma-sivayı görmekten ve bilmekten kurtarılır. Kendisi, afaki ve enfüsü geçirtilir.

Afaki unutmak, kalbin fena bulmasına bağlıdır.

Enfüsü unutmak ise, nefs-i emmarenin fenasına kalmıştır.

Birinci, ilm-i husulinin zevali vardır.

İkincide, ilm-i husulinin zevali vardır.

Nefs-i haziranın zevali tahakkuk etmedikçe, huzuri ilmin zevali tasavvur edilemez. Nefs-i hazıra, kaim durduğu süre, huzuri ilim mevcuttur. Çünkü huzuri ilim, nefs-i hazıradan ibarettir; ondan başka bir şey değildir.

Nefsin fenasında şühudi zeval, onun vücudi zevalinden ibarettir. Amma, kalbin fenasında itibar edilen şühudi zeval böyle değildir. Zira o, kalbin varlığının zevalini gerektirmez. Çünkü orada şühud, müşahede eden üzerine zaid bir şeydir. Birinin fenası, diğerinin fenasını gerektirmez.

***

BİR TENBİH

Ahmak sanmaya ki, Vahdet-i vücud erbabına müyesser olan bekabillah makamında, nefs-i haziranın zevali hasıl olur. Zira, orada hazır olan Sübhan Hak'tır. Salikin fani nefsi değil.

Biz diyelim ki:

-O makamda hazır olan salikin nefsidir. Salik dahi onu hakkıyet unvanı il.e tasavvur etmiştir.

Ne var ki Sübhan Hak, böyle bir tayyünden ve huzurdan münezzeh ve müberradır. Böyle bir şeyin olması; şu mısrada anlatılan mana kabilindendir.

Rüyasında fare, kendini görmüş deve...

Ancak orada, nefs-i hazıraya ilmin zevali vardır; bu da husuli ilim aksamındandır. Amma huzuri ilmin zevalini gerektiren nefs-i haziranın zevali değildir.

Nefs-i haziranın zevali ise, onun aynen ve eser olarak zevalinden ibarettir. Ve bu, nefs-i hazırayı bilmenin zevali değildir. İki mana arasında çok fark vardır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

473. DÖRTYÜZ YETMİŞÜÇÜNCÜ MEKTÛP

MEVZUU: İrfan sahibinin rüyeti, (bakması, görmesi) bazı mazharlarda, bazı zamanlarda, kendisine yükselme sebebi olur.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Said'e yazmıştır.
***

Muamele sırf yüce mukaddes Zat'ta vaki olur da, bütün nisbetler ve itibarlar düşerse, iş bu yerde uruc (yükselme) zorlaşır. Bir alâka ve bir taalluk olmadan huruç (çıkış) dahi zor olur.

İş bu vakitte:

"Birinci nazar lehinedir..." hükmüne göre, evvelâ nazar, güzel mazharlara uzanır. Yani o makamda... Sonra sür'atle yukarıya yükselir.

-Hakikatin köprüsü adı verilen mecazdan da hakikate ulaşır. Ancak:

-"İkinci nazar aleyhinedir..." manası ile varid olan tehdide göre, ikinci nazardan sakınmak gerek.

Zira bu nazar, öldürücü zehir hükmünü taşır... Mazarattır. Bunda, nasıl imdad ve yardım tasavvur edilebilir. Zira şu mana açıktır:

"Allahu Teala, senin için haramda şifa yaratmamıştır."

Mahsus olmuştur ki, kötü nazarla ikinci kere nazar vaki olur ise, boşa atılmış bir şey gibi görüle. Sair taş, toprak gibi...

O kimseler ki, ikinci, üçüncü, dördüncü nazarları; yani güzel mazharlara taalluk eden nazarları faydalı bilir ve onları hakikata yükselme sebepleri arasında sayarlar; bunlar istidraç ehlidir. Onların yükseldiklerini sandıkları hakikat, mecaz alemindendir. Allahu Teala'nın:

"Müminlere söyle, gözlerini yumsunlar..."(24/30) mealine gelen emri, bu cemaatın reddine yeterlidir.

***

Çok kere, civarın zulmeti bu vakada faydalıdır. Keza, komşuların küfrü ve fışkı da bu muamelede yardımcıdır.

Hatta zulmet arttıkça, yardım da artar. Amma şöyle denildiği gibi değildir:

-Gaflet zulmetine dalıp gidenlere gelen feyizler; onların buna kabiliyetleri olmadığı için kendilerine ulaşamaz. Elbette, onların civarında bulunan huzur ve gönül birliği olana döner. Böylece o, başkalarının feyizleri ile terakki eder.

Zira, iş bundan başkadır. Şöyle söylenmek istenmesi mümkündür:

-O gelen feyizler, o irfan sahibinin havalisine ulaşmaz. Bunun sebebi de kendisinin yüksek derecesidir.

Yükselmede kendisine yardım etmesi, şöyle dursun. Halbuki, bu büyüklerin şanı çok yüksektir. Her amel ve feyiz, bunların sanlarında faydalı olamaz. Hatta burada bir incelik vardır ki, o halin erbabına inkişaf etmiştir. Bunun mümkün olan izharı şu kadardır: Zulmete de şunun için ihtiyaç duyulur ki; nurun zuhuru kemal mertebede ola. Herhalde şu manayı duymuş olacaksınız:

-Eşya, zıddı ile tebeyyün eder.

Zulmetin irtikabı yasak edilince, kerem kemalinden ötürü, civarın zulmetine itibar edildi. Nurların nuru olan nurun zuhurunda dahi faydalı oldu.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Taatın ve ibadetlerin, bilhassa farzların edasında neden faydalı olmaz ve niçin urucda (yükselmede) yardım etmez.

Bunun cevabı olarak, neden faydalı olmayacağını ve neden yardım edemeyeceğini söyleyeyim:

-Ancak, daha önce tahakkuk eden ve kendilerine güvenilen fayda ve yardım bu vakitte hasıl olmamaktadır. O halde bunların, harici sebepler ve emsali gibi faydası yoktur. Ki bu mana daha önce de anlatıldı.

Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.


Bir ayet-i kerime meali:

"Sübhansın... Bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen Alimsin, Hakimsin..."(2/32)

Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

474. DÖRTYÜZ YETMİŞDÖRDÜNCÜ MEKTÛP


MEVZUU: Zati ademine binaen, insandan vücudi fenanın gitmesi veya olmaması.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.
***

İnsanın hakikati, o nefs-i natıkadır ki; insan fertlerinden her biri için ona:

-Ene... (Ben...) lâfzı ile işaret edilmektedir.

Nefs-i natıkanın hakikati ise, ademdir. Vücudi sıfatların ve vücudun in'ikâsı sebebi ile kendisini müstakillen canlı, bilgin, güçlü tevehhüm etmiştir. Bu kâmil sıfatlardan hayat, ilim ve diğerlerini de kendisinden sanmakta, kendisi ile kaim bilmektedir. Bu tevehhüm ile, kendisini kâmil ve hayır kabul etmiştir. Hem de, yakinen...

Sırf şer olan ademden neş'et eden zati habasetini ve noksanını da unutmuştur.

Şayet Sübhan Allah'ın inayeti yetişir de, onun cehl-i mürekkebinden ve yalanı tasdikten kurtarır ise, bu kemalâtı başka mahalden bilir; kendisinden değil. Keza, onların da kendisi ile kaim olmadığını anlar. Yine bilir ki, kendisinin hakikati ve zatı; sırf şer, katıksız noksan olan ademdir.

Yüce Allah'ın keremi ile anlatılan görüş, kendisinde ağır basar, tamamı ile kemalâtı sahibine teslim eder, bütünüyle kemalâtı ehline bırakır, kendisini dahi hayırlı olmaktan yana bir koku almayan sırf şer bulur ise, işte o zaman kendisinden yana ne isim, ne resim, ne ayn, ne eser kalır.

Çünkü adem, sırf hiçbir şey olmamaktan ibarettir. Mertebelerden hiçbir mertebede onun sübutu yoktur.

Faraza ona mertebelerden bir mertebede onun için bir sübut tahakkuk edecek olsaydı, kemalât bütünüyle ondan alınmazdı. Zira, sübut aynen kemaldir. Hatta kemalâtın anasıdır.

Bu tahkikten lâzım gelir ki, pek tamam ve ekmel olan fenaya, faninin vücud zevaline göre asla bir ihtiyaç kalmaya. Zira, onun için hiç de vücud sabit olmamıştır ki, zevali tasavvur edile... Elbet o, ademe bağlıdır; vücud tevehhümü ile kendisini müsbet görmüştür. Ne zaman ki bu tevehhümü zail olur.

İşte o zaman, sırf ademde tahakkuk ederek hiçbir şey olmamaktan helakte kalır. Artık şühudi zevalle işi kalmadığı gibi vücudi zevale de muhtaç olmaz.

Hakikati, hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

475. DÖRTYÜZ YETMİŞBEŞİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: Allahu Teala için oian maiyet, kurb ve ihatanın sırrını keşif ve bunları Kur'an-ı Kerim'in mücmel ve mütesabih manalarına vermek.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mir Mansur'a yazmıştır.

Kurb, maiyet, ihata, sereyan, vasi, ittisal, tevhid, ittihad ve emsali şeyler, Hazret-i Sübhan hakkında müşkilat ve şathiyat kabilindendir. Halbuki onun şanı yüce mukaddes Zat'ı; akallarımızla bilinen, fehimlerimizle idrak edilen ittisal, vasi, maiyet, kurbdan yana münezzeh ve müberradır.

Lâkin, işin sonunda muttali olduğumuz kadarı şu ki: Bu kurb (yakınlık) ve diğerleri; ayna ve onda tevehhüm edilen suret arasında hasıl olan ittisale ve kurba benzemektedir. Her ikisi de, mevcudun mevhum ile ittisali kabilindendir.

Şu manadan ki:

Sübhan Hak, hakiki mevcud olup alem dahi his ve vehim mertebesinde yaratılmıştır. Vacib ile mümkün arasında kurb ve ittisal, mevcudun mevhum ile kurb ve ittisali kabilinden olmaktadır. Bu kurb ve ittisalden dahi, onun yüce mukaddes Cenabına bir mahzur gelmez. Hem de asla...

Çünkü, pek düşük eşya aynada aksetmekte ve ayna için onunla bir kurb ve ihate husule gelmekte; fakat, aynaya asla bir noksan gelmemektedir. Ve onda kesin olarak bir düşüklük görülmemektedir. Zira, aynanın bulunduğu mertebede, onun ne namı vardır; ne de nişanı. Böyle bir durum yoktur ki, ondaki sıfatlarına tesir edebile...

Bu babda netice şu ki:

Sübhan hak, alemi his ve vehim mertebesinde yaratınca; bu mertebede onun sabit ve muhkem tutup bu mevhuma göre mevcuda terettüb eden eserlerini ve hükümlerini icra eyledi. Bunun için de mevhum olan kurb ve ihatayı da mevcud olan kurb ve ihata gibi sabit eyleyip her ikisini de doğru hükümlerden kıldı.

Görmez misin ki, hariçte güzel surete bakmak, lezzet almayı ve alâkayı gerektirdiği gibi; o suret aynada in'ikâs ettiği ve orada vehmi suret bulduğu zaman dahi, lezzeti ve alâkayı duymayı mucıb olur. Hal böyle iken; birinci suret mevcud, ikinci suret ise, mevhumdur. Tesirin husule gelmesinde dahi, ikisi arasında ortaklık vardır.

Ne zaman ki, Sübhan Hakkın keremi ile hükümlerin terettübünde mevhum için mevcutla ortaklık husule geldi; mevhum üzerine de eserler terettüb etti. Tıpkı mevcuda olduğu gibi. Dolayısı ile bu eserler, mahrum mevhumda, mevcuttan yana ümitler ve tamahlar çıkardı. Kendisi için, mevcud ile kurb ve ittisal devletinin husul müjdeleri hasıl oldu.

Bir şiir:


Mübarek olsun erbab-ı nimete erdikleri;

Miskin aşıka yeter yudum yudum içtikleri...

Bir ayet-i kerime meali:

"Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve... Allah, büyük fazlın sahibidir..."(62/4)


Şunun da bilinmesi gerekir ki:

Kurb ve ittisal, her ne kadar anlatılan mana dışında tasavvur ve taakkul edilir ise, teşbihten ve cisim verilmekten başka bir şey olmazlar. Meğer ki onlara inanalar ve onların keyfiyeti ile meşgul olmayalar... Ve onları, yüce Allah'ın ilmine havale edeler...

Bu lâfızlarla bir nevi beyan çıktığından; yerinde olur ki, onları müteşabihattan çıkarıp mücmele veya müşkile (mana derinliğine) katalım.

Hakikat-i hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

476. DÖRTYÜZ YETMİŞALTINCI MEKTÛP


MEVZUU: a) Vacibü'l-Vücud Sübhan'ın vücud tahkiki ile tam manası ile fena; aynın ve eserin zevaline bağlı olduğunun beyanı.

b) Mümkinden ademin zevali, sübutun bekası ve yükselişleri.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Hace Muhammed Said'e ve Hazret-i Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.

***

Tam manası ile fena ancak şu zaman tahakkuk eder ki, faniden aynın ve eserin zevali husule gele ve onun ne ismi, ne de resmi kala...

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Mümkinatın hakikati; izafetle temayüz edip ve Sübhan Vacib'in isimlerine ve sıfatlarına tecelli yerleri olmuşlardır. Nitekim, bunu mektuplarında tahkik ettin.

Bundan lâzım gelir ki, mümkinin hakikati olan ademden yana bir isim ve bir resim kalmaya... Yani mümkinde... Böyle olması da, anlatılan bu fenanın oluş takdirine göredir.

Ve onda sırf vücuddan başka bir şey de olmaya... Zira iki nakzedici şeyden birinin zevali, diğerinin husulünü gerektirir. Ta ki, iki nakzedicinin birden kalkması gerekmeye...

Sofiye katında ise, vücud yüce Vacib'in aynıdır veya en has sıfatlarından biridir.

Halbuki, her iki takdire göre de, hakikatin değişmesi gerekiyor. Böyle bir şeyin olması dahi, ilhadı ve zındıklığı gerektirir.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Ademin nakzedicisi, Vacib Teala'nın hakikati veya en has sıfatlarından olan vücud değildir. Elbette, o vücudun zılâlinden bir zil, akislerinden bir akistir.

Hulâsa, hangi vücud ki, adem, ona mukabil bir tarafa gelmiştir; imkân zannı taşıyan yerlerden birine düşmüştür. Onun nakzedicisi olan ademin kaldırılmasına da muhtaçtır.

Vacib Teala'nın sıfatları, her ne kadar imkân dairesinin dışında olsa da; lâkin onların Vacib Teala'nın zatına ihtiyaçları olduğundan; onlardan her biri için, ademlerin mukabelesi sabittir, imkân şaibesinin dışında da değillerdir. Daima, onlara zat ihtiyacı lâzımdır, isterse kadim olup zattan ayrılmamış olsunlar.

İhtiyacın kendisi, imkânın delilidir.

Şayet başkasına muhtaç ise, kâmil manada noksandır ve noksan (veya ihtiyaç) ile muttasıf ise, imkân dairesine dahildir. Şayet başkasına muhtaç değilse, onda karışık olan durum, imkândan bir kokudur; isterse imkân dairesine dahil olmasın.

Nitekim, Vacib Teala'nın kemalâtı yüce mukaddes Zat, kemalâtından başkadır. Zira, mutlak vücub Vacip Teala'nın zatına mahsustur. Çünkü o, noksan zannından münezzeh ve kusur şaibesinden müberradır.

Vacib Teala'nın sıfatlarına her ne kadar vücub dairesinde bir basamak var ise de; lâkin muhtaç durumda olduğundan, onun vücubu, yüce Zat'ın vücubundan alt olup onun vücudu dahi, yüce Zat'ın vücudu değildir.

Sıfatların vücudunda, adem'in nakzedici durumu vardır. Bu adem dahi, meselâ ilim ve kudret ademidir. Halbuki, yüce Zat'ın vücudu için asla bir mukabil adem yoktur, kesin olarak, onun için bir nakzedici de tasavvur edilemez. Şayet ademlerden bir adem, yüce Vacib'in vücudunu nakzeden olsa, o zaman, o nakzedenin kalkmasına muhtaç olur. Halbuki, ihtiyaç, imkânın haline münasip olup noksan vasıflardandır. Allahu Teala, böyle bir manadan yana pek yüceliğe sahiptir.

Yerinde olur ki:

-imkân lâfzı, yüce Sultan Vacib'in sıfatlarına ıtlak edilmekten sakımla...

Zira, böyle bir şeyi ıtlak etmek, hüdus fehmini verir; halbuki, Allahu Teala'nın sıfatları kadimdir. Onlar bizatihi vacib olmasalar da, şanı yüce Vacib'e göre vaciptirler. Zira, onlar zattan ayrılmamıştır.

Bu mananın hasıl: Her ne kadar imkânı müncer olsa dahi, hüdus teveh-hümünden halidir.

Vacib Teala'nın vücudu için, ademden yana bir husul bulmayışı, keşfe ve şühuda bağlı bir iştir (yani hem keşif, hem şühud ile sabittir) Her ne kadar ona suret hasebi ile delil getirilse de, istidlal suretinde bir tenbihtir. Tıpkı bedihiyat üzerine varid olduğu gibi...

***


Biz, yine esas kelâma dönelim; sualin cevabını verelim:

-Adem'in zevalinden sonra, fena takdirine göre; mümkinde vücuddan başka bir şey kalmaz. Artık onun, sübut ve tahakkuktan gayrı nasibi yoktur. Zira ondan, ayn ve eser yok olup gitmiştir. Lâkin, bu vücud ve sübut; mümkin için his ve vehim mertebesinde sabit olan cinstendir.

Ademin zevalinden sonra, onun üzerine eserler de terettüb etmiş; yüce mukaddes Hazret-i vücud mertebesinde kemalâta ayna olmuştur. Böylece, zail olan adem gibi, mümkinin zatı ve hakikati olmuştur.

Bu sübut, ademin zevalinden evvel, adem sıfatlarındandı. His ve vehim mertebesinde onun için sabit olmuştu. Ademin zevalinden sonra da, şu anda o sübut; onun yerine geçip naib olmuştur. Hem de mümkinin zatı olarak. Keza, sıfatlar da ona bağlanır; muamelenin kıyamı da onunladır.

Bu adem niyabeti muamelesinin kıyamı; bu sübutu nakzedenin bekası ile imkânın bekasına kalmıştır.

Muamele, sübutun nakzedeninden terakki ederek, vücud için, ona mukabil bir şey kalmayınca; hatta adem için ona mukabele mecali kalmayıp imkânın dahi orada yeri kalmayınca, işte o zaman muamele, başka muameleye tebeddül eder; nedimler ve celisler arasında mübadelet ve mugayeret olur.

İş bu makamda:

"-Evedna... (Daha da yakın...)" (53/9) sırrını talep etmek gerek.

Hangi mahalde ki imkân şaibesi, adem mecali vardır; isterse nekazet yolu ile olsun, orası:

"İki yanı birteşimi..."(53/9) manasına dahildir.

Vakta ki imkân ve adem göç hazırlığına başladı; her ikisine de göç çanı çalındı. İşte o zaman:

"Evedna..." (Daha da yakın...)" (53/9) kemalâtı karşılar. Amma ne var ki, şu manaya değildir:

-O vakit mümkün, vacibin zatı, yani aynı olur.

Elbette şu manayadır:

-Onun kıyamı, yüce Zat-ı Baht ile olur. Yüce Zat'ın zılâlinden bir zili ile olan kıyamı ile olmaz.
Bir mısra:

İlâhta kaybolan ilâh olmaz...

Bu irfan sahibinin Vacibü'l-vücudun zatı ile olan kıyamı; o yüce Sübhan'ın zatı ile olan sıfatlarının kıyamı gibidir. Hatta onun kıyamı, öyle bir mertebededir ki, orada, asla sıfatların mülâhazası yoktur, isterse, sıfatlar için, zattan infikâk olmasın. Ancak şu kadar var ki, sıfatların kıyamı ezeli ve ebedidir. Sıfatlar dahi kadimdir. O irfan sahibinin kıyamı ise, ezeli değildir. Hüdus damgası ile de damgalıdır.

Ne var ki, sıfatların ademlerden nakzedicileri vardır; ilmin ademi, kudretin ademi gibi. Bu irfan sahibinin muamelesi ise, ademlerin nakzedenlerinden terakki etmiştir. Tahkikimiz de budur.

Burada şöyle bir soru çıkabilir:

-Muamele adem nakzından çıkınca, vücub tahakkuk eder. Mümkin dahi vacib olur. Böyle bir şeyin olması dahi, muhaldir!..

Bunun için şu cevabı veririm:

-Mümkin, ancak şu zamanda vacib olur ki, kendisine harici bir vücud arız ola... Halbuki, vehim ve his mertebesi dışında, mümkinin sübutu yoktur. Mana böyle olunca, onun hakkında vücub-ü vücud tahakkuku nasıl

tasavvur edilir?

Buradaki beyandan anlaşılmış oldu ki, sıfatların kıyamı ile, irfan sahibinin kıyamı arasında bir başka fark vardır. Şöyle ki:

a) Sıfatların kıyamı, harici vücud itibarı iledir.

b) İrfan sahibinin kıyamı ise, vehmi vücud itibarı iledir, isterse onun bir sebatı ve istikrarı olsun ve eserlere mebde bulunsun.


Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, irfan sahibinden:

-Ene... (Ben...) lâfzının, sudur etmesinin bekası; kendisinin hakikati olan ademin bekasına bağlıdır. Ondan adem zail olunca, artık:

-Ene lâfzının uğrak yeri kalmaz ki, onun üzerine ıtlak edile... Her ne kadar ucu uzayıp gitse dahi, sübut muamelesi, ademin zevalinden sonradır.

Sübut, mümkin için zat olmuştur; lâkin, orada:

-Ene... (Ben.,.) lâfzına uğrak yeri yoktur. Burada:

-Ene lâfzı, ademiyet hakikati için vaz olunmuştur; bunun için de, sübutiyet hakikatından kaçmaktadır.

Evet, mümkinden en büyük parça, ademdir. Mümkin dahi, ademden mümkin olmuştur. Mümkinin muamelesi dahi, ademden açılmıştır. Mümkinin ihtiyacı dahi, ademden neş'et etmiştir. İmkân için lâzım olan hüdus dahi, ancak adem üzerine terettüb etmiştir.

Mümkinin çokluğu da, adem cihetinden şubelere ayrılmıştır. Ondaki imtiyaz dahi, ademden husule gelmiştir. Onun hakkındaki vücud dahi, müstear olup yine tevehhüm ve tahayyül iledir. İsterse onun için sebat ve istikrar olsun.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Bilesiniz,

Yüce Sultan Vacib Teala'nın zatı ile kaim olan sıfatların durumu öyledir ki, şanı yüce Zat, onlardan her birinin rengi ile tamamen zuhur eder. Zatın bir kısmı, bir sıfatla; bazısı dahi, bir başka sıfatla muttasıf durumda olmaz. Zira, Hazret-i Zat'ta bölünme ve parçalanma yoktur. Elbette o, hakiki basittir. O makamda, her ne hüküm ki sabit olur; o külliyet itibarı iledir. Bu manadan ötürüdür ki, şöyle demişlerdir:

-Yüce Allah'ın zatı, bütünüyle ilimdir; bütünüyle kudrettir; bütünüyle iradedir.

O kıyam ki, irfan sahibine, isimlerin ve sıfatların mülahazası olmadan hasıl olur. Üstte anlatılan kabildendir. Bütünüyle, onun renginde zuhur eder. Onun şahsiyetinde görüntüsünü meydana çıkarır. Amma başka görüntü yerleri böyle değildir.

Anlatılan manayı, anlayan anlar...

Bir şiir:


"Sadi, kıyamet koparıyorsûn tatlı sözünde;

Tutiye de nasip değil, şeker yemek devrinde...

Böyle bir zuhur, yani bütünüyle, aynanın suretinin renginde zuhuru, şayet infar sahibine; pek tamam olarak gelen fenadan sonra; o zuhurla beka hasıl olur ise, taayyünatının en kemallisi olur... Hem de, yüce Hak tarafından hibe edilen bir varlık olarak. Bu arada, kendisine ikinci bir doğum müyesser olmuştur.

Burada anlatılan taayyün, hüdus ve imkân vasıflı olmasına rağmen; cem mertebesinden neş'et edip geldiğinden, kendisinin diğer taayyünlere nazaran bir üstünlük meziyeti ve fazileti vardır. Zira, onlar bu mertebeden gelmemişlerdir. Bir misal olarak, Kur'an harflerinin ve kelimelerinin, diğer harf ve kelimelere nazaran çok üstün olan meziyetini söyleyebiliriz. İsterse, bunların hemen hepsi de, hüdus damgası ile damgalı olsun.

Ahmak o kimsedir ki, kısa görüşünden ötürü, zahire bakıp bu taayyünle diğer taayyünleri müsavi görür. Kur'an harflerini ve kelimelerini dahi, diğer harf ve kelimelerle müsavi sanır.

İşte, üstte anlatılan manadan olarak, irfan sahibinin faziletini anla; onun meziyetini dahi, diğerlerine kıyas eyle... Tıpkı yüce Allah'ın kelâm meziyeti, diğerlerinin kelâm meziyetine göre kıyaslandığı gibi.

Bir şiir:


Kaybetti çok, bu güzeli gören çirkin;

Kurtuldu o, özünde nazan keskin...


Allah'ın Resulü Muhammed hakkında (mana gözü) perdeli olanlar dediler ki:

-O, bir beşerdir.

Ve onu, diğer beşer gibi tasavvur ederek zaruri olarak inkâr ettiler.

Ashab-ı devletin ve erbab-ı saadetin dahi, onu risalet unvanı ve alemlere rahmet namı ile tasavvur etmeleri, diğer insanlardan mümtaz bilmeleri sonunda iman devleti ile şerefyab ve ehl-i necat olmuşlardır.

***

BİR TENBİH

Şanı yüce Vacib Zat'ın zatına ve sıfatlarına mütaallik bazı metalib-i aliyenin edası sırasında; ibare sahasının darlığı sebebi ile; noksan ve kusur vehmini getiren lâfızlar irad edildiğine göre; yerinde olur ki, bu lâfızlar, zahir manasından alınıp o yüce mukaddes Hakkın zatı bütün noksan sıfatlardan ve kusur nişanlarından münezzeh itikad edile...

Bu arada bazı meşayih taklid edilerek, şeriatta varid olmayan lâfızlar ıtlak edildi. Amma mecaz yollu. Meselâ:

-Mir'atiyet (ayna oluş)... Ve diğer tabirler gibi.

Münacaat makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak, bizi muaheze eyleme..."(2/286)
***

Burada şöyle bir soru çıkabilir:

-Tabirlerinde, tecelli ve zili zuhur lâfızları vaki oldu ki, zuhurat mertebelerinde bunlardan vücud tenezzülü lâzım gelir. Tıpkı, bazı meşayihin dediği gibi. Halbuki sen, bunu inkâr ediyorsun. Bunun tevil yolu nedir?

Bunun için derim ki:

-Mazhar, zahirin aynıdır dediğimiz zaman, tenezzül lâzım gelir. Nitekim,

bazıları da, böyle demiştir. Amma:

-O, onun aynıdır dememiş olduğumuza göre, tenezzül lâzım gelmez. Bu Fakir'in tercihi mazhar, zahirin aynı olmadığıdır.

Basan ihsan eden Sübhan Allah'tır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

477. DÖRTYÜZ YETMİŞYEDİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: İrfan sahibinin sıfatlarından her bir sıfat; latifelerinden her bir latife; zatının bekasından sonra; zatının külliyeti unvanı ile zuhur eder.

NOT: İmam-ı Rabbani hz. bu mektubu, Mevlana Safer Ahmed Rumi'ye yazmıştır.

***

Marifet tam olan irfan sahibine; zat bekasından sonra, kâmil sıfatlar, güzel ahlâk verilir ise, o sıfatlardan her bir sıfat, külliyet unvanı ile zuhur eder. Zatının bazısı, bir sıfatla, bazısı da bir başka sıfatla muttasıf olma manası yoktur. Meselâ, zatının tamamı ilimdir; zatının tamamı gözdür; zatının tamamı kulaktır.

Nitekim bu manada, sofiyenin muhakkikleri şanı yüce Vacib sıfatları hakkında şöyle demişlerdir:

-Allahu Teala'nın zatı bütünüyle ilimdir; bütünüyle kudrettir; bütünüyle sem'dir; bütünüyle basardır.

Üstte anlatılan mana icabı olarak; müminler, cennette Sübhan Hakkı cihetsiz olarak göreceklerdir. Zira, onlar bütünüyle gözdüler. Bütünüyle göz olunca, orada cihet mecali nasıl olsun?

Demişlerdir ki:

-Avam müminlere, şöyle böyle hallerden sonra, ahirette müyesser olan; müminlerin havassı olan evliyaya dünyada iken müyesser olur.


Diğerlerine veresiye olacak şey, bunlara peşindir.

Bir mısra:

Gülistanıma bak da, bahamı kıyasla...

Bir ayet-i kerime meali:

"Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah büyük fazlın sahibidir."/(62/4)

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; o irfan sahibi zatın latifelerinden her bir latife dahi, külliyet vasfı ile zuhur eder. Böylelikle de, irfan sahibi; tamamı ile ruh latifesi olur; tamamı ile kalb latifesi olur.

Üstte anlatılan kıyasa; nefs-i natıkadan insanın diğer latifeleri de tabi tutulabilir. Meselâ sır, hafi, ahfa... Onun cüzlerinden her bir cüz dahi bu minval üzeredir. Keza unsurlarından her bir unsur da. Bütün bunlar, kül hükmünü alır. Meselâ irfan sahibi, kendisini tamamen toprak unsuru bulur, tamamen su unsuru bulur.

Kalb latifesi, hakikat-ı camiadır; küllün rengini alıp kalb eti parçasına taalluku da zail olur ve o vakit et parçası ruhtan hali ceset gibi kalır. İşte o zaman tahayyül eder ki, bu geliş gidişte, bu yoldan kendisine hiç toz bulaşmamıştır. Hatta, asli zarafeti iledir. Tıpkı kaynayan çanakta, pişmeden kalan ve hiçbir tesir almayan buğday tanesi gibi. Ona ne hararet tesir etmiş; ne de su bulaşmıştır.

Netice mana şu ki:

İş bu taallukun kalkmasından sonra, sair cüzlerin rengini alır; kül hükmüne girip sair cüzler gibi olur.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

478. DÖRTYÜZ YETMİŞSEKİZİNCİ MEKTÛP



MEVZUU: "Mecaz hakikatin köprüsüdür..." cümlesinin ifade ettiği mana üzerine sorulan soruya cevaptır.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Muhammed Mukim'e yazmıştır.

***

Kardeşim Muhammed Mukim sormuş:

-Hangi manadan ötürü demişlerdir ki:

-Mecaz hakikatin köprüsüdür?

Bu soruya cevap olarak bilesin ki:

-Mecaz, hakikatin zillidir... (yani gölgesi).

Zıldan asla, sultani yol vardır. Bu itibarla olacak ki:

"Nefsini bilen, Rabbini bilir..." buyurmuşlardır.

Zira, zilli bilmek, aslı bilmeyi gerektirir. Zira zil, aslı üzerine bulunmaktadır. Aslın inkişafına da sebep olmaktadır. Bir şeyin sureti, onunla o şeyin inkişafı olan şeydir. Lâkin, şunun da bilinmesi gerekir ki, hakikatin korusu, ancak şu zaman olur: Şayet araya mecaz ile taalluk girmez ise, iş, ikinci bir nazara müncer olmaz ise...

Hakikatin köprüsü, o birinci nazardır ki: Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz onun hakkında şöyle buyurdu:

"Birinci nazar, lehinedir."

Resulullah (sav) Efendimiz:

"Lehinedir..." lâfzı ile, bu anlatılan devletin husulüne işaret buyurmuş gibidir.

Allah korusun; araya mecaz ile taalluk girer de, işi ikinci nazara müncer olur ise, o zaman, hakikata vusul yolunda sed olur; köprü olması şöyle dursun. Hatta o bir puttur ki, kendisine tapmaya çağırır; bir aldatmacadır ki, azdırması ile hakikat yolundan saptırır. Bu mana icabı olarak, Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

"İkinci nazar, aleyhinedir..."

Böylece, onun nazarratını beyan buyurmuştur. Hangi şeydir ki, hangi yoldan alıp da, batılla meşgul edenden daha zararlı olur!..

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki; birinci nazar, ancak şu zaman faydalı olur; isteyerek bakılmaz ise... Ne zaman ki, isteyerek bakılır; o zaman bunun hükmü, ikinci nazar hükmüne girer. Bu mananın isbatında, Allahu Teala'nın şu emri yeterlidir:

"Müminlere söyle; gözlerini yumsunlar.."(24/30)

Sofiye cühelası, bu ibarenin manasını anlamamış; galata düşüp halt et

mislerdir. Böylelikle de, güzel suretlere dalıp gitmişler ve onların nazına ve işvesine kanmışlardır. Şundan dolayı ki: Hakikat yolundan kendilerine vesile olur; matlubun hasıl olmasına da bir basamak.

Kella, hiçbir şekilde mana böyle değildir; hatta o, matlup yoluna bir sed, maksudun husulüne dahi bir perdecidir.

O şey ki, nazarlarına süslü gelmiştir; batılın kendisidir. Halbuki onlar, onu hakikat sanarak gurura kapılmışlardır.

Onlardan bir cemaat dahi sanmıştır ki, o suretlerin güzelliği cemallerinin hoşluğu, aynen yüce Hakkın güzelliği ve cemalidir. Bunlarla olan taalluku dahi, yüce Hak ile taalluk zannetmişlerdir. Onları müşahedeyi dahi, aynen yüce Hakkın müşahedesi görmüşlerdir. Hatta bazıları, bu manada şu şiiri de söylemiştir:


Cemalin, bugün perdesiz zahir olduğu için;

Hayretteyim, feryada bırakma vaadi niçin!..

Allahu Teala, zalimlerin söylediklerinden yana pek üstün manada yüceliğe sahiptir.

Bu kısa görüşlerin Sübhan Hak için zanları nedir!.. Onun hüsnünü ve cemalini ne zannederler!.. Acaba bunlar, şu cümleyi duymamışlar mıdır:

"Cennet hurilerinden birinin saç teli, faraza dünyaya düşecek olsa, ebedi olarak, onun verdiği aydınlıktan ötürü bir daha kararmaz."

Halbuki, bunlar onun mahlukatı arasındadır. Kaldı ki, yüce Hakkın tecellilerinden bir tecelli ile, Tur dağının yanıp parçalandığı da sabittir. Keza, Kelimullah Musa'nın dahi, bu tecelliden dolayı bayılıp düştüğü de bilinmektedir. Halbuki onun üstün derecesi, yakınlığının ziyadeliği, üstünlüğü Kur'an hükmü ile kat'iyet kazanmıştır.

Bu zümreye gelince, akıllarının kısalığına rağmen, Sübhan Hakkı bütün vakitlerde perdesiz olarak görmekteler ve görmenin ahirete bırakılmasına da hayret etmektedirler!..

Bir ayet-i kerime meali:

"Andolsun, onlar içlerinde kibir ve azamet saklamışlardır; büyük bir azgınlıkla da, haddi aşmışlardır."(25/21)

Allah, çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet ve'l-cemaat uleması nakli delillere dayanarak, uhrevi rüyeti isbat için son derece gayret harcamışlardır. Amma bütün muhalif fırkalar, bu işe muhalefet etmişlerdir. Muhalif fırkalardan dine bağlı olanlar ve olmayanlardan hiçbiri ehl-i sünnet dışında bir rüyete kali olmamışlardır. Hatta, onu muhal saymışlardır. Ehl-i sünnet ise, şöyle demiştir:

-Bu, şekli belli olmayan bir manada olacaktır ve o hayata mahsustur.

Bu heves atına binenlere gelince, bu üstün devletin husulünü bu fani dünya hayatında sanmaktalar; rüyaları ve hayalleri ile mesrur olmaktalar.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet ver; işimizde bizim için basan hazırla."(8/10)

Hüdaya tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara selâm. O'na ve

âline salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

479. DÖRTYÜZ YETMİŞDOKUZUNCU MEKTÛP


MEVZUU: a) Kâmil hakikatinin beyanı.

b) Hazret-i Şeyhimizin keşifleri ile Sahibü'l-Fütuhat Muhyiddin b.Arabi'nin keşifleri arasındaki fark.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mir Mansur"a yazmıştır.

***

Hayal edilen bu kâinat arası; gözle görülür, müşahede edilir, yaygındır, sathı vardır, enli ve boyludur, işte, bu Muhyiddin b. Arabi ve ona tabi olanlara göre, o Hazret-i Vücud'dur ki, hariçte ondan başkası yoktur.

Bu vücud dahi, Sübhan Hakkın zatı olup ona:

-Vücudun zahiri ismini verirler. Bunun sebebi de, ilmi suretlerde tekessür eden o vücudun in'ikâsıdır. O tekessür eden ilmi suretlere dahi:

-Vücudun batını ismini verirler. Ayrıca bunlar için:

-Ayan-ı sabite denir. Bu varlık, o ilmi suretler libasına bürünmesi dolayısı ile; çoğalan, yayılan, enli ve boylu tahaylül edilir. Halbuki o, kendi vahdeti ve basatatı iledir.

Yine derler ki:

-Avamdan olsun, havastan olsun; herkesin müşahede ettiği, bütünün hissettiği, yani bu safhada kevniyet kisvesinde ve temayüz eden şekillerde ve suretlerde o Sübhan Hak'tır ki, avama:

-Alem demek tevehhümü ile gelir.

Halbuki alem, ilim konağından asla çıkmamış ve harici vücuddan yana bir koku almamıştır.

Hazret-i vücud aynasında zahir olan ise, o ilmi suretlerin akisleri olup hariçte zuhuru ile avamı:

-Harici vücud demek tevehhümüne düşürmüştür. Bu manada Mevlâna Cami şöyle dedi:

Kâinat mecmuasından ders alarak;

Derinden okuduk, yaprak yaprak..,

Hakka ki, onda ne gördük, ne okuduk;

Başkasın), hep Zat-ı Hak hep Şuun-u Hak...

***


Fakir'in inancına ve kanaatine gelince... Bu arsa, vehim arasıdır. Mümkinatın şekilleri ve suretleri bulunan, şekiller ve arsalar ise, his ve vehim mertebesinde, yüce Allah'ın san'atı ile sabit olmuştur. Böylelikle de sağlamlık kazanmıştır.

Bu kâinat safhasında her ne ki, müşahede olunur ve hissedilir; o mümkinattan sayılır, isterse, bu müşahede edilen bazı saliklere vacih vehminde gelsin ve hakkiyet unvanı ile zuhur etsin. Lâkin o, bu alem ferdlerinden sayılır.

Yüce Allah ise, ötelerin de ötesinde bilip gördüklerimizden yana münezzeh keşif ve müşahede ettiklerimizden yana da müberradır.

Bir şiir:

Nasıl gösterilir halka onun cemalinden nur;

O hangi aynadır ki, bu nur onda suret bulur.


Bu babda netice söz şu ki:

-Bu mevhum arsa, yüce mukaddes Vacib mertebesinin harimi olan harici arsanın zillidir.

Nitekim, bu mertebenin vücudu dahi, o mertebenin zillidir. Bu vehim mertebesine; hariç mertebesi için zil oluşu dolayısı ile:

-Hariç dense de yeridir. Tıpkı ona, zilli vücud itibarı ile:

-Mevcud dendiği gibi...

Bu vehim arsası, hariç arsası gibi; işin aslı cümlesindendir. Bunların sadık hükümleri olduğu gibi, ebedi muamele dahi bunlara bağlıdır. Nitekim, Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz bu manayı haber vermiştir. Ona ve âline salât ve selâm olsun.

***

Şimdi mülahaza edilip düşünülmesi gerek. Üstte anlatılan keşiflerden hangisi, yüce Allah'ın tenzihine daha yakın ve onun takdisine daha lâyık. Ve onun yüce mukaddes Zatına daha münasip...

Ayrıca, onlardan hangisi ilk ve orta hale münasip. Yine onlardan hangisi intihaya münasiptir.

Bu Fakir, senelerce ilk kesife inanırdı. Bu yerde, onun üzerine nice acayip haller ve garip müşahedeler geçti. Kendisine bu makamda, çokça haz da geldi.

Şanı büyük Allah'ın fazlı ile sonunda malum oldu ki, her ne ki görülür ve bilinir, o Sübhan Hakkın gayrıdır; nefyi gerekir.

Şöyle böyle hallerden sonra, iş nefiyden de geçti; intifaya vardı. Kendisini HAK unvanı ile izhar eyleyen batıl da zail oldu. Görmekten ve bilmekten kaydı. Gayb gaybi ile taalluk hasıl oldu. Mevlum dahi mevcuddan ayrıldı. Kadim dahi, hadisten fark edildi. Bunlar da, ikinci keşfin hasılıdır.

Müellife ait bir rubai:

Kâinat arsalarında fehmin inceliğinde;

Defalarca gelip geçtik tam bir ok sür'atinde...

Baştan başa göz olduk uğruna da göremedik;

İlâhi sıfat zıhından gayrı, sabit vehimde...

Münacaat makamında bir ayet-i kerime meali:

"Allah'a hamd olsun; hidayet ederek bizi buna kavuşturdu. Allah bize hidayet etmeseydi; buna eremezdik. Rabbimizin resulleri gerçeği getirdi."(7/43)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

480. DÖRTYÜZ SEKSENİNCİ MEKTÛP

MEVZUU: Alemin zuhura geldiği vehim mertebesinin tahkiki. Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Muhammed Haşim Keşmiri'ye yazmıştır.

***

Alem için:

-Mevhum sözümüz, şu manaya değildir:

-O, vehmin yapması ve yontmasıdır.

O nasıl vehmin yapması ve yontması olabilir ki; vehim dahi alem cümlesinden sayılmaktadır. Elbette, o sözümüzün manası şudur:

-Sübhan Hak, alemi vehim mertebesinde yarattı.

Her ne kadar, o zaman vehim olmasa dahi, yüce Allah'ın ilminde vardı.

Vehim, oluşu olmayan bir zuhurdan ve vücuddan ibarettir. Bir noktanın cevelânla dönmesinden doğan bir daire misalidir. Onun da zuhuru v ardır; amma vücudu yoktur.

Yüce Sultan Mutlak Hakim, alemi o mertebede yarattı. Sırf zuhura bir sübut ve sebat verdi. Sonra onu; galattan sıhhata, yalandan doğruya çıkardı. Sonra onu işin özü kıldı. Şu ayet-i kerime bu manada alınmaya değer:

"Allah, bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir."(25/70)

Mevhum mertebe, bir acayip mertebe olup mevcud ile asla sıkıntılı bir durum yoktur. Ne def edilme manası, ne de mevcudu tesbiti vardır. Hem de cihetlerin hiçbiri ile... Onun için bir haddi ve nihayeti de yoktur. Tiki, mevhum dairenin mevcud olan nokta-i cevvale ile bir çekişmesi olmadığı gibi. Onunla, cihetlerden bir cihet de tesbit edilemez. Mevhum dairede olup bitenlerden bir hadise de nokta için meydana gelmez. O kadar ki, şöyle denemez:

-Daire, noktanın sağındadır; solundadır; önünde veya arkasındadır; üstünde veya altındadır.

Daire için bu cihetlerin sübutu ancak şu eşyaya nisbetledir ki, kendi mertebesinde onların sübutu vardır. Amma o şey ki, başka bir mertebededir. Daire için, bu cihetlerden birini sabit kılan bir şey olamaz.

Aynı şekilde, bu nokta için; o dairenin yenilikleri ile bir had ve bir nihayet de tesbit edilemez. Herhalde o, keridi sarafeti üzerinedir.

"Vasıfların en üstünü Allah'ındır."(16/60)

Yerinde olur ki, üstte yapılan beyandan; sanı yüce Yaratıcının alem ile durumu biline.. Şöyle ki: Alemin icadından ötürü, onun için bir had ve nihayet çıkmaz. Onun için, cihetlerden bir cihet de hasıl olmaz.

Anlatılan manada nasıl bir nisbet tasavvur edilebilir ki!.. Zira, bunların o yüce mertebede ne namı vardır ne de nisanı. Evet, böyle bir şey yoktur ki, nisbetler de tasavvur edile...

Hızlanda kalanlardan bir taife, kusurlu nazarlarından ötürü, bu nisbetlerin husulünü ve cihetlerin sübutunu tasavvur ettiler. Yani bu alemde yanı yüce Yaratıcı hakkında...

Anlatılan manadan ötürü, onun rüyetini dahi nefyettiler; hatta onu muhal sandılar. Cehl-i mürekkeplerin ve yalanı doğrulamalarını Kur'an ve hadis üzerine tercih edip önde gördüler.

Zannettiler ki, şayet Sübhan Hak görülecek ise, görene göre cihetlerden bir cihet olacaktır. Bu da, bir haddi ve nihayeti gerektirir.

Halbuki daha önceki tahkikten anlaşılmış oldu ki, bu nisbetlerden hiçbir şey, alemle Sübhan Hak arasında yoktur. Rüyet ister sabit olsun; isterse olmasın. Rüyet olabilir; amma cihet meydana gelmez. Nitekim bu mana, daha önce de tahkik edildi.

Bilmezler mi ki, anlatılan mahzur, alemin vücudu vaktinde de lâzımdır; ki yüce Yaratıcı, alemin bir cihetinde olur. Ayrıca alemin ötesinde olması gerekir ki, bu da haddi ve nihayeti gerektirir. Şayet diyecek olurlarsa ki:

-O, bütün cihetlerdedir.

Ötede bulunuş için lâzım olan haddin ve nihayetin lüzumuna ne diyecekler?

Cihetin sübutundaki fesat ve mahzur, ancak nihayeti gerektirdiği içindir. Böyle bir şey ise, kail oldukları mananın ayrılmaz parçasıdır.

Bu darlıktan halâs ancak, sofiyenin kavlini ihtiyar etmektedir, yani:

-Alem mevhumdur dedikleri manayı...

Mana böyle olunca, cihet ve nihayet zorluklardan halâs hasıl olur. Bu arada:

-O mevhumdur demekte hiçbir mahzur da yoktur. Zira, onun sadık hükümleri vardır. Ebedi muamele, sermedi nimetler ve azaplar da ona bağlıdır.

Bu arada, mecnunlar güruhu sofestaiyenin kail olduğu mevhum ise, bir başkadır. Bunların kail oldukları vehmin icadı ve hayalin yontmasıdır. İki mana arasında çok fark vardır.

***


Biz, yine esas sözümüze dönelim. Deriz ki:

-Nokta-i cevvaleden neş'et eden mevhum daire için cihet yoktur. Yani noktaya nisbette. Hatta o, bütün cihetlerden hariçtir. Şayet daire, tamamı ile göz olsa, elbette noktayı cihetsiz olarak görecektir. Zira ikisi arasında cihet yoktur.

İşte, üzerinde durup anlattığımız mana dahi böyledir. Şayet bakan, tamamı ile göz olsa, böylece yüce Hakkı da cihetsiz görse, bundan ne gibi sakıncalar çıkar!..

Müminler, Sübhan Hakkı cennette bütün külliyetleri ile göreceklerdir. Hem de hiçbir cihetin isbatı olmadan.

"Allah'ın ahlâkı ile ahlâklı olunuz..." manasındaki hükme göre, bu devlet evliyaya dünyada hasıl olacaktır. Onlar, bütün külliyetleri ile göz olacaklardır, isterse bir görmek olmasın; zira o, ahirete mahsustur; Ihakin bunun için görmek (rüyet) hükmü vardır.

"Allah'ın ahlâkı ile ahlâklı olunuz" cümlesini, ancak şunun için kullandım; zira onlar Vacib Teala için şöyle demişlerdir:

-Onun zatı, bütünüyle gözdür, bütünüyle kulaktır, bütünüyle ilimdir.

Bu manadan ötürü, elbette onunla ahlâklı olanlara anlatılan ahlâktan nasip vardır. Sıfatlarından her bir sıfat, bu makamda külliyetleri hükmünü alır. Meselâ, külliyetleri ile göz olurlar. Sair müminler ise, bu devlet ahirette verilecektir..Orada, rüyet devleti şerefine ereceklerdir; Allahu Teala dilerse... Bu takdirde, bir mahzur ve şüpheli bir durum ortay çıkmaz.

Hakikat-ı hali en iyi bilen sübhan Allah'tır.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

481. DÖRTYÜZ SEKSENBİRİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: a) Şeriata tutunmaya teşvik.

b) Gönülbirliği erbabı ile sohbet.


NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Kadı Musa'ya yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, onun Resulüne. Sizlere dahi dualar etmekteyim.

Şunu bildirmek isterim ki, bu tarafta fukaranın, (yani dervişlerin) halleri, hamdi muciptir.

Derviş Rahim Ali ile gönderilen mübarek mektup gelişi ile sürür verdi. Allahu Teala, sizlere selâmet ve istikamet nasib eylesin.

O mektuba, nasihat talebi dere edilmiş.

***

Ey mahdum,


Nasihat, iste dindir. Seyyidü'l-mürselin Resulullah (sav) Efendimizin sünnetine mütabaattır. Resulullah Efendimize ve diğerlerine salât ve selâmlar.

Bu babda netice kelâm şu ki: Mütabaatın kısımları vardır. Onlardan bir kısmı şeriat hükümlerini yerine getirmektir. Kalan kısımları ise, bu Fakir, sevdiklerinden bazılarına yazılan mektuplarda tafsilatı ile anlatmıştır. İnşaallah emir veririm, onların bir suretini size naklederler.

Hulâsa, bu Tarikat-ı Aliyye'de faydalı olma ve faydalanma yolu sohbet üzerine kurulmuştur. Bunda, söyleyip yazmakla yetinilmez. Hazret-i Hace Nakşibend şöyle dedi:

-Bizim tarikatımız sohbettir.

Allah, sırrının kudsiyetini artırsın.

Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin ashabı için; diğer ümmet evliyasına nazaran üstün fazilet ise, sohbet sebebi iledir. O kadar ki, evliyadan hiçbir veli, sahabelerden birinin mertebesine ulaşamaz. İsterse bu veli Veyselkarani olsun.

Kardeşlerden dilek: Selâmet-i iman üzerine duadır.

"Rabbimiz, katından bize rahmet ver; işimizde bize başarı hazırla."(18/10)

Derviş Rahim Ali'nin kalbi ve inceliği salâh ve ıslah nasiplidir. Allahu Teala ona istikamet versin.

Vesselam...

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

482. DÖRTYÜZ SEKSENİKİNCİ MEKTÛP

MEVZUU: Gönülbirliği erbabı ile sohbet etmeye teşvik.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna İshak b. Kadı Musa'ya yazmıştır.

***


Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.

Derviş Rahim Ali ile gönderilen mektub-u şerif ulaştı. Ne zaman ki, zevkten, şevkten haber getirdi; sürür verdi.

Size zuhur eden vakıadan yazmış olduğunuz tek sayfa, mütalaa edilince, ferah husule getirdi.

Bilesin ki, bu gibi vakıalar, müjdeli mana taşıyan cümlelerdendir; alışmak gerek ki, iş kuvveden fiile çıka..

Mektuplaşmak, başbaşa oturup konuşmak, kusurları telâfi etmek bugün mümkündür. Bu fırsatı ganimet bilmek gerek, işte, erteleme ve tehir olmamalıdır.

Hazret-i Hace Ahrar şöyle anlattı:

-Biz, dervişlerinden bir cemaatle beraberdik. Aramızda söz, cuma günündeki icabet saatine geldi. Şöyle ki: Şayet, o saate kavuşmak müyesser olur ise, Sübhan Hak'tan neyin talebi yerinde olur? Bu hususta herkes bir şey söyledi. Sıra bana gelince şöyle dedim:

-Gönülbirliği olan kimselerle sohbet taleb edilmelidir. Zira bütün saadet onun zımmındadır.

***


Bazı mektupların suretlerini, Rafi ile gönderdik. Allahu Teala, onlardan faydalanmak nasib eylesin.

Kardeşim, Şeyh Kerimüddin, bir müddet önce geldi. Herhalde, kendi hallerini size yazacaktır.

Sevdiklerinden beklenen duadır.

"Rabbimiz, nurumuzu tamamla; bizi bağışla... Çünkü sen, her şeye kadirsin."(66/8)

Selâm, hüdaya ittiba edip Şeriat-ı Mustafayı bırakmayanlara. Ona ve âline salâtlar ve selâmlar.
***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

483. DÖRTYÜZ SEKSENÜÇÜNCÜ MEKTÛP


MEVZUU: Mevhum olan alemin incelikleri ile alemin yaratıcısı olan hakiki mevcud arasındaki incelikleri ayırd etmek.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mahdumzade Hace Ubeydüllah cenaplarına yazmıştır.

***

Bir ayet-i kerime meali:

"Vasıfların en yücesi Allah'ındır..."(16/60)


Vehimde, kendisinden daire neş'et eden nokta-i cevvale; hariçte mevcud olduğu gibi, vehimde dahi mevcuttur. Lâkin, orada dairenin zuhur nikabı olmadan vücudu vardır; burada ise, bu nikapladır. Onun hariçte mevcud oluşu, şu manaya değildir:

-Her iki mertebede dahi, aynı şekilde mevcuttur.

Kella, böyle bir mana yoktur. Elbette şöyledir:

-Hariçte ve vehimde onun tek vücudu vardır. Orada daire nikabı olmadan vardır; burada ise, anlatılan nikab iledir.

Vehimde zuhuru olan bu mevhum dairenin vücudu yoktur. Ancak, hissin galatından meydana gelmiştir. Şayet o mertebede mevcud kılınır da; kendisine sebat, istikrar ve vücud ile zuhur verilir ise, hissin galatından elbette çıkar. O zaman işin aslı cümlesinden olur; kendisi üzerine dahi doğru hükümler terettüb eder.

Bu daire için vehimde bir hakikat ve bir suret vardır. Onun hakikati kendisi ile kaim olduğu nokta-i cevvaldir; onun sureti ise, dairenin kendisi olup orada kendisine sübut ve istikrar arız olmuştur. Bu suret, kendisinde temayüz eden hükümlerin sübutu için o hakikatin aynı değilse de; lâkin o, hakikattan uzak ve ondan ayrılmış değildir. Zira bu zuhura tahayyül edilen, o hakikattir.

Bir şiir:

Ben gayrımla kanarım onu andığım zaman;

Zeynep zikri ile Leylâdan olurum heman...

Hazret-i Şeyh Muhyiddin b. Arabi -Allah sırrının kudsiyetini artırsın- bu makamda demiştir ki:

-Şayet istersen şöyle diyebilirsin:

-O, haktır...

Şöyle de diyebilirsin:

:O, halktır.

İstersen şöyle dersin

-O, bir cihetten hak, bir cihetten de halk...

istersen, hayrete dalıp ikisi arasında bir ayırım yapmazsın.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Lâkin, şunun bilinmesi yerinde olur ki,

Bu ayırd etme işi, suret ve hakikat arasındadır; şayet vehimde bulunur ise, ne zaman ki, yüce Allah'ın vücud vermesi ile bu mertebede mevcud oldu, onun için burada sebat ve takarrür husule geldi, o zaman elbette işin aslı cümlesine girer.

Ayrıca kendisine işin aslına uygun biçimde bir ayırd etme meydana çıkar. Zıllıyet yolu ile de, hariçte mevcud olur. Zira, suret vücudu, hakikat vücudunun zilli olduğu gibi; bir oluşun ve vücudun husulünden sonra da, zuhur mertebesi, hariç zilli olur.

Ne zaman ki, hakikatle suret arasındaki ayırd etme işi, işin aslına göre hatta harici manada olur; o zaman, birini diğerine hamletmek mümteni olur. Biri de, diğerinin aynı olmaz. Bir kimse ki, ikisinin ayniyetine kail olur; vehmi ayırd etmeden başkasını anlamamış ve onun katında ilmi imtiyazdan başkası sabit olmamıştır.

Sübhanellah...

Vehim mertebesi, o mertebede vaki olan Sübhan Hakkın vücud vermesi ile hariç ve işin aslı olmuştur. Böylelikle de, ilim ötesi ve hariç bilinen iki şey olmuştur.

Bu mertebede hariç olunca; orada vehim mertebesi de ayırd edilmiştir.

Bu durumda, nokta hariçte mevcuddur; ondan neş'et edene de:

-Mevhum ismi verilmiştir.

Asıl şaşılacak şu ki:

O suret ki; hakikatten eş'et etmektedir ve her ne iki onda hasıl olur; o hakikattan olup asla onun için bir ayrılık yoktur. Ne var ki, ihtiyarsız olarak, hakikattan ayrılmış ve tevehhümden tahakkuk safhasına çıkmıştır. Böylelikle de, vehmi temyiz, harici olmuştur. Burada, şu ayet-i kerime manası mülâhaza edilmelidir:

"Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın san'atıdır."(27/88)

Şu manadan ötürü ki, hiçbir şey olmama hükmünde olanı; kudret-i kâmilesi ile bilen, gören güçlü, dileyen (alim, basir, kadir, mürid) bir şey haline getirmiştir.

Büyüklerden biri şöyle dedi:

Madem ki odur el ayak, göz kulak;

Hayret; kulun gözü tabirine bak...


Halbuki, burada gözü oraya rapta mecal yoktur. Göz raptı ancak o mahalde sabit olur ki, gayrı olan bir durum, vakıa olarak görülür. Burada ise, Sübhan Hakkın kudreti, gayrıvaki olanı, vaki eylemiştir. Yalancı hükümleri dahi, bu mertebede sadık (doğru) kılmıştır.

Şeyh Muhyiddin b. Arabi, ikisi arasında bir ayırd etme manasına kail değildir. Halbuki, kulla Rabbi arasında elli bin senelik mesafe vardır. Şu ayet-i kerime bu manaya işaret eder:

"Melekler ve ruh, oraya bir günde yükselir ki; onun mesafesi elli bin yıldır..."(70/4)

Şeyh, Muhyiddin b. Arabi (ks) bu yolun uzunluğunu bizzat itiraf etmektedir. Bunun için, üstte anlatıldığı gibi, hayrete kail oldu.

Aklı kıt olan, yol uzunluğundan sanmaya ki, Sübhan Hak uzaktır. Zira, Sübhan Hak yakındır. O kadar ki, kulun kendisine olan yakınlığından daha da yakındır. Elbette bu uzaklık, marifet ve idrak yönü iledir; mekân ve mesafe itibarı ile değildir. Halbuki, dairenin sonunda olan nokta; dairenin mebdeine, diğer noktalardan daha yakındır. Lâkin, arkasını mebdee (başlama noktasına) çevirdiği, yüzünü dahi öbür yana verdiğinden, başlama noktasına olan yakınlığına rağmen, uzak olmuştur. Bütün noktaları aşmaya bağlı kılınmıştır.

Bir şiir:

Ey oku ve yaylan uçuran;

Av yakın, sen uzağa atılan...

Her ki uzağa atar, uzaktır;

Böyle bir avdan da uzak kalan...


Evet, bir kimse ki, uzaklık ölçüsünü bilmez; o kimse, yakınlığın kadrini bilemez.

Yüce Allah'ın san'atı ne ise, o hayırdır.

Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Lâkin, şunun bilinmesi yerinde olur ki,

Bu ayırd etme işi, suret ve hakikat arasındadır; şayet vehimde bulunur ise, ne zaman ki, yüce Allah'ın vücud vermesi ile bu mertebede mevcud oldu, onun için burada sebat ve takarrür husule geldi, o zaman elbette işin aslı cümlesine girer.

Ayrıca kendisine işin aslına uygun biçimde bir ayırd etme meydana çıkar. Zıllıyet yolu ile de, hariçte mevcud olur. Zira, suret vücudu, hakikat vücudunun zilli olduğu gibi; bir oluşun ve vücudun husulünden sonra da, zuhur mertebesi, hariç zilli olur.

Ne zaman ki, hakikatle suret arasındaki ayırd etme işi, işin aslına göre hatta harici manada olur; o zaman, birini diğerine hamletmek mümteni olur. Biri de, diğerinin aynı olmaz. Bir kimse ki, ikisinin ayniyetine kail olur; vehmi ayırd etmeden başkasını anlamamış ve onun katında ilmi imtiyazdan başkası sabit olmamıştır.

Sübhanellah...

Vehim mertebesi, o mertebede vaki olan Sübhan Hakkın vücud vermesi ile hariç ve işin aslı olmuştur. Böylelikle de, ilim ötesi ve hariç bilinen iki şey olmuştur.

Bu mertebede hariç olunca; orada vehim mertebesi de ayırd edilmiştir.

Bu durumda, nokta hariçte mevcuddur; ondan neş'et edene de:

-Mevhum ismi verilmiştir.

Asıl şaşılacak şu ki:

O suret ki; hakikatten eş'et etmektedir ve her ne iki onda hasıl olur; o hakikattan olup asla onun için bir ayrılık yoktur. Ne var ki, ihtiyarsız olarak, hakikattan ayrılmış ve tevehhümden tahakkuk safhasına çıkmıştır. Böylelikle de, vehmi temyiz, harici olmuştur. Burada, şu ayet-i kerime manası mülâhaza edilmelidir:

"Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın san'atıdır."(27/88)

Şu manadan ötürü ki, hiçbir şey olmama hükmünde olanı; kudret-i kâmilesi ile bilen, gören güçlü, dileyen (alim, basir, kadir, mürid) bir şey haline getirmiştir.

Büyüklerden biri şöyle dedi:

Madem ki odur el ayak, göz kulak;

Hayret; kulun gözü tabirine bak...


Halbuki, burada gözü oraya rapta mecal yoktur. Göz raptı ancak o mahalde sabit olur ki, gayrı olan bir durum, vakıa olarak görülür. Burada ise, Sübhan Hakkın kudreti, gayrıvaki olanı, vaki eylemiştir. Yalancı hükümleri dahi, bu mertebede sadık (doğru) kılmıştır.

Şeyh Muhyiddin b. Arabi, ikisi arasında bir ayırd etme manasına kail değildir. Halbuki, kulla Rabbi arasında elli bin senelik mesafe vardır. Şu ayet-i kerime bu manaya işaret eder:

"Melekler ve ruh, oraya bir günde yükselir ki; onun mesafesi elli bin yıldır..."(70/4)

Şeyh, Muhyiddin b. Arabi (ks) bu yolun uzunluğunu bizzat itiraf etmektedir. Bunun için, üstte anlatıldığı gibi, hayrete kail oldu.

Aklı kıt olan, yol uzunluğundan sanmaya ki, Sübhan Hak uzaktır. Zira, Sübhan Hak yakındır. O kadar ki, kulun kendisine olan yakınlığından daha da yakındır. Elbette bu uzaklık, marifet ve idrak yönü iledir; mekân ve mesafe itibarı ile değildir.

Halbuki, dairenin sonunda olan nokta; dairenin mebdeine, diğer noktalardan daha yakındır. Lâkin, arkasını mebdee (başlama noktasına) çevirdiği, yüzünü dahi öbür yana verdiğinden, başlama noktasına olan yakınlığına rağmen, uzak olmuştur. Bütün noktaları aşmaya bağlı kılınmıştır.

Bir şiir:

Ey oku ve yaylan uçuran;

Av yakın, sen uzağa atılan...

Her ki uzağa atar, uzaktır;

Böyle bir avdan da uzak kalan...


Evet, bir kimse ki, uzaklık ölçüsünü bilmez; o kimse, yakınlığın kadrini bilemez.

Yüce Allah'ın san'atı ne ise, o hayırdır.

Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

484. DÖRTYÜZ SEKSENDÖRDÜNCÜ MEKTÛP



MEVZUU: a) Askerlik telvinatının erbab-ı cemiyete temkin olduğunun beyanı..

b) Bu arada mevlid okunmasına dair sorusuna cevap.


NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace Hüsameddin Ahmed cenaplarına yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.

Mübarek mektubun mütalaası, mülatafa-i münifenin mülâhazası ile teşerrüf ettim.

O mektup, bu Fakir'in adına kerem ve şefkat olarak gönderilmiştir.

Şunun için Sübhan Allah'a hamd-ü şükürler olsun ki, sıhhat ve afiyet üzeresiniz ve uzakta kalan ahbabın hallerini gözetmekten de hali kalmamaktasınız.

Bu taraftaki fukaranın (dervişlerin) hal ve vaziyetleri de hamdi muciptir.

Şöyle ki: Aynen belâda afiyet vardır; tefrika zannedilen şeylerde dahi bir birlik vardır.

Refakatta bulunan evlâd ve ahbab ise, vakitlerini cemiyet üzere geçirmektedirler. Halleri dahi, terakki ve tezayüd üzeredir (yani yükseliş ve artış kaydetmektedir)

Askerlik onlar hakkında bir hanigahtır. Askerlik telvinatı içinde bir gönül birliği onların nasibidir. Onlar, bu yerin levazimi olan çeşitli taallukatın içinde oldukları halde, tek talebe yönelmiş ve onunla dolmuşlardır. Hiç kimsenin onlarla meşgul olduğu yoktur. Hiç kimseden onlara zarar da gelmez. Hal böyle iken, onlar itibardan düşük olup hapislik ve kayd devletine giriftardırlar.

O ne iyi bir kimsedir ki, kendisine hapislik olur da, onun uğruna halâs bir cevize bile satın alınmaz.

Ey o kimse ki, kaydı (bağlanması-zincire vurulması) vardır; salınmak onun yanında bir muz kadar kıymetli değildir.

***

Ey mahdum,

Göz nuruna yazılan mektuptan asıl maksad, bazı nimetlerin fevtine duyulan hasrettir. Ki bunların husulü, vatan civarında olmaktadır. Askerlerin gelmesi ve onlarla sohbet kendi iyiliklerinedir. Zira, onların askerlik işlerini bilmeleri daha çok; bu yerin faydasına ve zaranna olan ıttılaları daha ziyade ve fazladır.

***

O mektuba dere edilmiş ki:

-Onlara bir afet isabet etmez diye yazarsanız, oraya gelsinler.

Ne var ki, gaybı ancak Allah bilir. Lâkin, Sübhan Allah'a hamd olsun; Sübhan Allah'ın keremi ile arkadaşlardan ve refakatta bulunan kimselerden hiçbirine, şu ana kadar tefrika afeti isabet etmemiştir. Hem de, tefrika erbabı ile karışıp durdukları halde... Bunlardan hiçbiri, esas matluptan imtina etmemiştir.

***

O mektuba, mevlid kıraati için şu husus da dere edilmiştir:

-Kur'an okunmasının kendisinde, naat (ilâhi) okumakta, menakıb okumakta ne gibi bir zorluk vardır? Yani güzel sesle...

Bu hususta yasak olan odur ki, Kur'an harfleri tahrif ve tağyir edilir. Bir de, yasak olan nağme vezinlerine uyup makam tutturmak için sesi alçaltıp yükseltmektir. Bir de, buna uygun düşen el çırpması eklenir ise... Kaldı ki, böyle bir şey şiirde dahi yakışık alan mubah cinsi değildir.

Şayet, üstte anlatılan mahzurlar olmadan, iyi niyetle kasideler okurlarsa ve Kur'an harflerine bir tahrif gelmeyecek şekilde okurlarsa, bu durumda ne gibi bir mani olabilir?

Ey mahdum,

Bu arada, Fakir'in hatırına gelen şu ki: Bu yol, tamamen kapatılmadıkça, bu heveskârlar bir türlü vazgeçmezler. Şayet aza cevaz verecek olsak, iş çoğa varır.

-Azı çoğa götürür, sözü meşhurdur.

Vesselam...

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

485. DÖRTYÜZ SEKSENBEŞİNCİ MEKTÛP

MEVZUU: İlmin üstünde bulunan hayat sıfatının sırlarıdır. İlim, sıfat-ı zaideden olduğu gibi, bu hayat sıfatı da, şuun-u gayr-ı zaidedendir.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Said'e yazmıştır.
***

Bilesin ki,

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Hazret-i Şeyh Muhyiddin b. Arabi ve ona tabi olanlar, tenezzülat-ı hamseyi isbat eyleyip birinci taayyünü de, ilim makamı icmalinden itibara almışlardır. Bunun için de:

-Hakikat-ı Muhammediye demişlerdir. Ona ve âline salâi ve selâm olsun.

Bu taayyünün inkişafını da, zati tecelli bilmişlerdir. Bunun üstünü de, lâ taayyün (taayyünün olmadığı) makamı bilmişlerdir. Ki burası, zat-ı baht, bütün nisbetlerden ve itibarlardan mücerred olan ehadiyet mertebesidir.

Bu manada şunun gizli kalması gerekir ki,

İlim şanı üstünde hayat şanı olup ilim ona tabidir. Bu hayat, bütün sıfatların manasıdır; ister ilim, isterse diğerleri. İlim dahi, ister husuli olsun; isterse huzuri. Bu hayatın şanı çok çok büyüktür. Bu hayat şanı yanında; sair sanların hükmü; umman denize nisbetle akan küçük su yollandır.

Şaşılacak şeydir ki, o Şeyh-i Muazzam (yani Muhyiddin b. Arabi) bu geniş memlekette seyredememiş ve onun bahçelerinden ilimlerin ve maarifin çiçeklerini derleyememiştir.

Bu anlatılan şan, yüce Hazret-i Zat'a daha yakın olduğundan; onu bilmemek ve idrak edememek yerinde ise de, lâkin onda tenezzül ve zılliyet şaibesi olduğundan ilim ve marifet yeri olmalıdır, amma az, amma çok.

Sübhan Allah keremi ile bu Fakir'e, bu şanı büyük makamda seyir düşünce, bu durum müşahede edildi: Şeyhin, onun altında bulunan uzak mesafede bir hücresi var.

Madem ki o, bu makamda bulunmayı ihtiyar etmiştir; herhalde sonunda bu makamdan bol hazza nail olur. Burada; keyfiyeti belli olmayan uzaklık için:

-Uzak mesafe... tabirini kullanmak, iki itibara dayanmaktadır:

a) İbare sahasının darlığına,

b) Bu misali olan uzaklık sureti, misal aleminde mesafe uzaklığı suretinde müşahede edilmiş olmasına..

Bir ayet-i kerime meali:

"Sübhansın... senin öğrettiğinden başka ilmimiz yoktur. Çünkü sen Alim Hakimsin."(2/32)

Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***


HAYIRLI BİR FASIL

Üstte anlatılan beyandan lâzım geldi ki, hayat mertebesinde ilim sabit olmaya. Zira, hayat onun üstündedir. Bu ilim, ister husuli olsun; isterse huzuri.

İlim ki, hayat mertebesinde sabit değildir; Hazret-i Zat mertebesinde nasıl sabit olur?.. Bu Hazret-i Zat ki, üstlerin de üstündedir,

İlim sabit olmayınca da, onun nakzedicisi sabit olur.

Sübhan Allah bu gibi şeylerden yana pek üstün yüceliğe sahiptir.

Bu müşkil mananın derinliğine inmek, ince bir marifet duygusuna bağlıdır. Yüce Allah'ın veli kulları arasında, bu manada kelâm eden azdır.

***


Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,

Şanı yüce Vacib Zat'ın ilmi, hakkiye-i zaide olan sekiz sıfattandır. Nitekim ehl-i hak uleması bunun böyle olduğuna kail olmuştur. Aynı şekilde o, zaid olmayan şuun ve itibarlardan da sayılır.

Üstte anlatılan birinci kısım, yüce Zat üzerine sıfat-ı zaideden olduğu için; ona taalluk eden dahi, mukaddes Zat'ın masivası sayılır. Bu masiva dahi ister alim olsun; isterse başka zaid sıfat.

Her ne ki, zılliyet nişanı ile damgalıdır; kendisine:

-Ziyade... (fazladan veya olup olmaması müsavi) ismi arız olmuştur; mukaddes Hazret-i Zat mertebesine lâyık değildir. Ve yüce mukaddes Zat'a dahi taalluku yoktur.

Bu manada anlatılan ilim, ister husuli olsun, isterse huzuri.

Huzuri olsa dahi, yine Hazret-i Zat zılâlinden bir zılla taalluku vardır, isterse; ilim, alim ve malum arasında bir ittihad olsun. Keza bu ittihad dahi o mukaddes mertebe zılâlinden bir zildir; o mertebenin aynı değildir. İsterse, bunu çokları aynı sansın.

İkinci kısma gelince, bu dahi, zaid olmayan zati şuunlardan olmasıdır. Bunun taalluk ettiği, yalnız Hazret-i Zat'tır. Zatın masivasına taalluk edenlerden de, pek yücedir.

Hulâsa, şayet ilim zaid ise, onun taalluku da, zatın masivasına kalmıştır.

Ve o ilim ki, zaid değildir; bunun taalluku da yalnız yüce mukaddes Zat'a kalmıştır.

Hazret-i Zat mertebesinden nefyedilen ilme gelince, bu dahi zaid olup o mukaddes mertebeye lâyık olmayan ilimdir. Ki, zaid olmayan ilim şanının (makam veya mertebe manasına) zillidir. Bu ilmin nefyedilmesinden de, onun nakzedeni olan cehlin sübutu lâzım gelmez.

Orada kâmil sıfatlardan olduğu halde, ilim mecali olmayınca; baştan sona noksan olan onun makzedenine o makamda nasıl sübut makamı olsun!..

Bu babda netice söz şu ki: O Hazret'ten her iki nakzedici de atılmıştır. Bunda dahi hiçbir mahzur yoktur.

Bir irfan sahibi şöyle demiştir:

-Rabbimi zıdların cem'i ile bildim.

Yüksekliği sebebi ile o pek mukaddes makama, bu iki nakzediciden biri dahi ulaşmamış gibidir.

Hazret-i Zat'tan bütün nisbetler ve itibarlar atılmış olunca, nisbetler cümlesinden olan ilmin oluşu ve olmayışı dahi ondan atılmıştır.

O şey ki, kendisine nisbetler ve itibarlar lâzımdır ve onda iki nakzedicinin kalkması veya birleşmesi olmaz, o şey mümkindir.

Nisbetlerin ve itibarların yaratıcısı, bütün nisbetlerden ve itibarlardan münezzehtir. Bu yerde, gaibi şahide kıyaslamak da mümtenidir.

Bu arada şöyle dememiz de mümkündür:

-Has ilmin nefyedilmesi, mutlak ilmin olmayışını gerektirmez. Hatta has ilmin olmayışı gerekir ki o, zıllıyet şaibesini tazammun eder. Bu takdire göre de, hiçbir mahzur yoktur. İki nakzedicinin kalkması gerekmez.

Bu manayı anla...

Şunun da bilinmesi yerinde olur:

O ilim ki, şuun-u zatiyedendir; sıfat-ı zaideden olan ilimli asla bir münasebeti yoktur. İsterse bu ilmin aslı, o ilim olsun. Zira sıfat-ı zaide, zati şanın zillidir.

O makamda hepsi, inkişaf içi inkişaftır. Huzurun aynında dahi, husuldür.

Onun yüksek derecesi sebebi iledir ki, onun mukabil hiçbir tarafa cehl düşmeye güç yetiremez. Keza onun nakzedicisi olmaya da...

Amma ilim sıfatı böyle değildir. Zira cehl, onun nakzedeni olarak kaimdir. İsterse bunun vukuu caiz olmasın...

Onda bulunan, nakzedici ihtimaldir ki; onun düşmesine ve mukaddes Zat ile taallukuna engeldir. Zira, bir kemal ki, onda nakzetme ihtimali vardır; amma hangi kemal olursa olsun, o mukaddes ertebe isbat edilen haz-ret-i kudrette onun yeri yoktur. Meselâ, o öyle bir kudrettir ki, mukabilinde acz durumu vardır. Fakat, kudret sıfatı böyle değildir; zira onda nakzedici ihtimali vardır, isterse bu vaki olmasın.

Üstte kıyas, yüce mukaddes Vacibiyet sıfatlarının ve şanların tümünde yapılır.

ilim şanının ki, ilim sıfatı ile asla bir münasebeti yoktur; mahlukatının ilmi için bu makamı büyük şanla nasıl bir münasebet olabiliri.. Onun için, o mukaddes mertebe ile bir taalluk nasıl tasavvur edilebilir!.. Meğer ki, Süb-han Hak katında kula bir inayet ve himaye gele ve kendi katındaki inkişaftan nakısın inkişafına bir açıklık ihsan eyleye. Tam bir fena haline vardıktan sonra da, ona ekmel manada beka vere...

İşte anlatılan vakittedir ki, o mukaddes mertebe ile keyfiyeti belli olmayan manada bir taalluk hasıl olur. Öyle bir mertebeye ulaşır ki, onun yanında asıl dahi kusurlu kalır. Zira, aslı da geçip aslın aslına ulaşmıştır.

Bu, öyle bir hususiyettir ki, bununla onlar imtiyaz bulmuşlardır. Böylece, onlara terakki yolu açılır; asıldan geçtikleri gibi, aslın dahi aslından geçerler. Öyle bir makama ulaşırlar ki, asıl, yola düşen bir zil (gölge) gibi kalır.

Bir ayet-i kerime meali:

"Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah büyük fazlın sahibidir."(62/4)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

486. DÖRTYÜZ SEKSENALTINCI MEKTÛP


MEVZUU : a) Sahib'ül-Füsııs'un (Muhyiddin b. Arabi'nin) zat tecellisi beyanındaki kelâma şerh..

b) Hazret-i Şeyhimize has görüşün tahkiki.. (Bu mektup. Arabi üslupla yazılmış amma, tam değildir; bundan sonraki mektupla tamam olacaktır.)


***

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun.. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm..

***

Sırrı mukaddes olsun; Şeyh Muhyiddin b. Arabî şöyle dedi:

Zattan gelen tecelli, ancak kendisine tecelli olanın suretinde olur.. Kendisine tecelli gelen dahi, hakkın aynasında kendi suretinden başkasını görmemiştir.. Hakkı göremez; görmesi de mümkün değildir..

Burada:

Zatın (hakkın) aynası..

Tabirinden murad, o zatî şandır ki; onun zilli zaid isim olup kendisine tecelli olunanın taayyün mebdeidir.

Zira, zaid isimlerden her birine, mahlukat taayyünlerinden bir taayyün için zat mertebesinde bir asıl vardır. Bu da, öyle bir sandır ki; zatta mücerred itibar olup birçok yerde bunun tahkikini yaptım.

Burada anlatılan:


Tabirinden murad, mutlak zat değildir. Zira, mutlak olan, mukayyede ayna olamaz..

Kendisinde bulunan suret gibi, ayna dahi mukayyed ve o suretin aslına dahi bir asıl olduğuna göre; kendisine tecelli olanın nazarında ayna, kendisinde bulunan suretle tecelli eder.. Ne noksan, ne de ziyade..

Zira, şan tecellisi ve vaki olduğu bu mertebede zuhuru; ancak bu suretle olur ki: Kendisine tecelli gelen dahi o suret üzeredir..

Ancak.. fenası, bu suretle zuhuruna, âleme taallukunun olmayışı, şarttır. Bu da, kendisine tecelli gelenin suret taayyününe mebde olan zilli ismin tavassutu ile olacaktır.

Sonra..

Bu mukaddes ayna, diğer aynalardan ayrıdır. Çünkü, suretin o aynalarda zuhuru; köşelerinden bir köşede bulunmaktadır. Görülenler dahi, hulul ettikleri suretlerin ayniyle zuhur etmezler; zira aralarında mübayenet vardır..

Amma bu mukaddes ayna böyle değildir. Zira, suret oraya hulul etmediği gibi, onun zaviyelerinden bir zaviye dahi hasıl olmamıştır. Çünkü o makamda, haliyet ve mahalliyet yoktur.. (Yani: Hulul etmek ve hulul edilecek yer..) İsterse hissî manada olsun. O mukaddes mertebede bölünme ve parçalanma da yoktur; isterse vehmî manada olsun.. O kadar ki: O mukaddes ayna, külliyeti ile, kendisine tecelli olanın suretini zuhur ettirir.. Mana böyle olunca, o: Hem ayna hem de suret olur.. Kendisine tecelli gelen dahi, hakkın aynasında, kendi suretinden başka görmez.. Bu dahi, zat şanıdır ki: Kendisine tecelli gelenin sureti ile zuhur etmiştir. Ne var ki: Takdisi çeşitte ve tenzihi usulde mutlak hakkı ve has şanı görmemiştir.. Onu öyle görmesi de mümkün değildir.

Üstte anlatılan mana Şeyh'in (Muhyiddin b. Arabi'nin Ks.) görüşüne göredir. Tenzihi rüyetin nefyi; misal ve temessül yolu ile latif, cami ve teşhibe dayalı zuhuratta rüyetin isbatı hakkındadır.. Bu mana da, görüleceği gibi, Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet ulemasının ittifak ettiği manaya muhaliftir.. Onların bu babda ittifakları şöyledir:

Allah-ü Taâlâ'yı dünyada görmek caizdir; amma vaki değildir. Âhirette keyfiyetsiz olarak vardır. Temessül ve misal ile de olmaz..

Bir şiir:

Müminler onu keyfiyetsiz görecekler; İdraksiz ve darb-ı meselsiz erecekler..

Zira, temessül niyeti, keyfiyet rüyetidir.. Sonra..

Rüyet, Yüce Allah için değildir. Elbet rüyet mahlukun rüyeti olup onu; temessül tariki ile icad ve izhar eylemiştir.. Halbuki, Allah-ü Taâlâ, misalin ve temessülün, tevehhümün ve hayalin ötesindedir. Bütün bunlar, Yüce Hakkın mahlukudur.

Asıl şaşılacak durum, büyük irfan sahiplerinden gelmektedir ki: Onlar, tenzihi bırakıp teşbihle, kadimi bırakıp hadisle teselli bulmuşlardır. Bu da, misalle iktifa edip timsale girince olmuştur.

Zannım o ki: Bu maraz tevhide ve ittihada kail olmaları dolayısı kendilerine gelmiştir. Bir de:

Âlem, Sübhan Hak'tır..

Diye vardıkları kusurlu hüküm ısrarlarından olmuştur.

Üstte anlatılan manadan dolayı, âlem fertlerinden hangi ferdi görmek olursa olsun; onlar katında Yüce Hakkı görmektir. Buna da, aradaki ittihad dolayısı ile kail olurlar.. Bu mana icabı olarak, bazıları şöyle demiştir:

Cemalin, bugün perdesiz zahir olduğu için; Hayretteyim, ferdaya bırakma vadi niçin!.

Meğer ki Şeyh (Muhyiddin b. Arabî Ks.) bu fertler arasından.. has cami bir ferd ola ve anlatılan manayı temessül yolu ile elde etmiş buluna.. Amma, bunun da bir faydası yoktur.

Sırrının kudsiyeti artsın; Şeyh, Kur'an ve hadisi, ulemanın kavillerini çok iyi bildiğinden, rüyet ıtlakına kail olmanın şenaatini anlamıştır. Zira, onların rüyetlerine mutlak manada hüküm vermek, Sübhan Hak için bir rüyettir.

Mana üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen; sekrin ağır basması, tevhid halinin kuvveti dolayısı ile mutlak teşbih darlığından kurtulamamıştır. Tenzih kemalâtının tahsili için de, fariğ bir ferd haline gelememiştir O kadar ki: Sırf tenzih erbabını, kusurlu ve noksan sanıp teşbihciler gibi, Yüce'Hakka hudud çizenler saymıştır. Dolayısı ile sırf tenzihten kaçmıştır. Böylece karar vermiştir ki:

Kemal, teşbihle tenzih arasını cem etmektir. Birini, diğerinin aynı olduğuna hükmetmek dahi, tahdidi ve takyidi kaldırır.

Şu da sana gizli kalmamalıdır ki; ona göre: Teşbih hariçte yoktur. Ancak, hariçte mevcud olan sırf tenzihtir. Bunlardan biri de, diğerini tahdid etmez; kayd altına almaz. Tıpkı: Haricî olan varlık ve yokluk gibi.. Çünkü: Yokluk, varlığı tahdid etmeyeceği gibi, aksi de olmaz.. Vücud, kendi itlakı ile, ademle beraber olup adem dahi, kendi itlakı ile vücudla beraberdir. Bunlardan biri, diğerini kayd altına almaz..

Şayet adem, vücudu tahdid etseydi; elbette yerinde olurdu ki:

Kemal, vücudla adem arasını cem etmektedir.. Diye hükmedile.. Biri dahi, diğerinin aynı ola.. Böyle bir şey, açık safsatadır.

Sırf tenzihe kail olmak, Yüce Hakkı sınırlamak olmaz. Anlatılan manada cem dahi, kemal değildir. O kadar ki: Böyle bir şey noksan olup nakısı kâmile ilhak etmektir. Şu husus malumdur ki: Kâmil ve nakıstan terekküb eden, nakıstır.

Gelelim:

Ayan-ı sabite..

İsmi verilen suretlere.. Bu da, ona göre, ilimde sabittir. Böyle bir şey dahi, haricî mevcudu tahdid etmez ki:

Ayan-ı sabite ile ilim arasında ittihad ve ayniyet vardır.. Diye bir hükme vanla.. Ancak haricî mevcudu, kendisi gibi bir haricî mevcud tahdid edebilir.. İlmî mevcud ise., haricî mevcudu tahdid edemez; onu sıkıştıramaz.. Zira iki mertebe arasında tebayün vardır

Görmez misin ki., muhal oluşuna hükmetmek için, Yüce Yaratıcının şerikini tasavvur edip ilimde sabit bilmek; o Yüce Yaratıcıya sıkıntı vermeyeceği gibi, haricî mevcud dahi onu ne tahdid eder, ne de kayd altına alır.. Böyle bir şey olmaz ki:

Onlar birbirinin aynıdır..

Diye vaki olmayan bir hile yoluna sapılıp definde çare arana..

***

Biz, Şeyh'in (Muhyiddin b. Arabi'nin Ks.) zatî tecelli üzerindeki kelâmına dönelim. Şeyh'in bu tecelliyi anlattıktan sonra, hâsıl-ı kelâmım şöyle anlatabiliriz:

Bu tecelli, tecellilerin nihayetidir; urucların da sonudur. Bundan sonra, sırf adem vardır. Bunun yukarısına çıkmayı elde etmek ve ötesine ulaşmak için kendini yorma.. Zira, zatî tecellide, bundan daha yüksek derece yoktur..

***

(Bu mektubun devamı ve tamamı bundan sonra gelen 487. mektuptur.)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

487. DÖRTYÜZ SEKSENYEDİNCİ MEKTÛP

MEVZU: Yüce Sübhan Allah'ın ef'al tecellisi, sıfat tecellisi, zat tecellisinin beyanı.

(Bu mektup, bundan önceki mektubun devamı ve tamamlayıcısı gibidir)

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, bu Hakir Muhammed Haşim Kişemi'ye azmıştır.

***

Kardeşim Hace Muhammed Haşim Kişemi'nin malumu olsun ki,

Tecelli-i ef'al; Sübhan Hakkın, salike fiilinin zuhurundan ibarettir. O şekilde ki, kulların fiillerini, o fiilin zılâli görür. Yine o fiili, diğer fiillerin aslı olarak bulur. Yine itikad eder ki, o fiillerin kıyamı bu tek fiil iledir.

Üstte anlatılan tecellinin kemaline gelince, o zılâl salik nazarından tamamı ile gizlenip aslına katılmış olur. Bu fiillerin failini dahi, hissiz ve hareketsiz cemadat gibi görür.

Tevhid erbabının ayniyete kail olup:

-Hepsi odur dedikleri mana işte bu yerdedir. Şunun için ki: Kullardan sadir olan çeşitli fiilleri, şanı büyük Vahid Zat'tan görürler.

Burada, fiillerin yapanlara bağlanmasının gizlenip de; tek faile bağlanmasının ortaya çıkması; fiillerin kendi gizlenişi ve aslına katılışı değildir. İki mana arasında çok fark vardır. İsterse, bu gizleme durumu, bazılara gelir ' gibi olsun.

Gelelim sıfat tecellilierine:

Sıfat tecellisi, salike; Sübhan Hakkın sıfatlarının zuhurundan ibarettir. O şekilde ki, kulların sıfatlarını, yüce Sultan Vacib Zat'ın sıfatlarının zılâli olarak görür. Onların kıyamını dahi, asılları ile bulur.

Meselâ, mümkinin ilmini, Vacib Zat'ın ilminin zilli ve onunla kaim bulur. Aynı şekilde onun kudretini dahi, yüce Zat'ın kudret zilli ve onunla kaim bulur.

Bu tecellinin kemaline gelince, o sıfatların zılâliyeti, salikin nazarında gizlenmiştir. Hem de tamamı ile... Sonra da, asıllarına katılmasıdır. Salik dahi, bu sıfatlarla mevsuf olan nefsini, boş bulur... Tıpkı bir cemad gibi. Ne ilim vardır; ne de hayat. Kendi nefsinde, vücuddan yana bir eser bulamaz. Hatta, vücud kemalâtını ve tevabiini de bulamaz. O kadar ki, orada zikir, teveccüh, hazır ve şühud dahi olmaz.

Şayet asla iltihak ettikten sonra bir teveccüh olur ise o, nefsinden nefsine teveccüh etmektedir. Eğer huzur var ise, nefsini nefsi ile hazır etmektedir.

Bu makamdan salikin nasibi, fena hakikatinin husulüdür; izmihlaldir. Kendi zannınca nefsine bağladığı kemalâtın yok olmasıdır. Yalan ve töhmet olarak, kendi nefsinden zannettiği emaneti de sahibine verir.

-Ene... (Ben...) kelimesinin uğrak yeri dahi zail olup gider. O şekilde ki; beka ile müşerref olsa dahi:

-Ene... (Ben...) kelimesinin uğrak yeri olamaz. Kendisini anlatırken:

-Ene... (Ben...) tabiri ile anlatmaya güç yetiremez. Kendisini, aslının aynı bulsa dahi, yine de:

-Ene... (Ben...) lâfzını o asla ıtlak etme mecalini bulamaz. Onun aynı olduğunu söylemeye de gücü yetmez. Çünkü, enaniyet ondan zail olup gitmiştir.

-Enel-Hak... (Hak ben...) sözü, üstte anlatılan nisbetin husul bulmayışındandır.

-Sübhani manasının dile gelmesi, bu devlete vusul bulmayıştandır. Lâkin, şu mana yerinde olur ki; büyüklerden bu gibi lâfızların süduru, orta hallerine yorula... Onların kemali dahi, bu gibi sözlerin ötesinde biline...

Mahvin ve izmihlalin hakikati olan fena, her ne kadar sıfat tecellisinin müntehası olsa dahi, lâkin onun husulü, zat tecellisinin, şualarından sayılır. Zat tecellisi olmayınca, fena devleti müyesser olmaz. Hatta, sıfat tecellisi tam olmaz. Bulunmadıkça kurtuluş yoktur.

Zat tecellisi iledir ki, irfan sahibinin bakiyesi zail olur. Bu bakiye de, kendisini cemad gibi görmesidir. Yine bu bakiye odur ki, bütün mümkinatın aslı bulunmaktadır. Amma onun için, yüce mukaddes Hazret-i Vacib sıfatlarından bir in'ikâs husule gelmiştir. Böylece, bir imtiyaz bulup şahsiyet peyda etmiştir. Burada bir ayna olma durumu elde etmiştir ki, bununla diğer ademlerden mümtaz bir durum kazanmıştır.

Vakta ki, bu in'ikâs eden zılâl; aslına katılır; o ademler arasında bulunan imtiyaz da kalmaz olur. Böylelikle bu has adem dahi, mutlak ademe katılır. İşte o zaman o irfan sahibinden yana ne nam kalır; ne de nişan.

Bu manada, bir ayet-i kerime meali:

"Ne bırakın ne de vazgeçer..."(74/28)

Tıpkı vücud ve tevabiinin onu bırakıp gittiği gibi; bu adem dahi ondan ayrılır. Aslına katılıp rahata erer.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki,

Bu ademin, diğer ademlerden ayn olarak imtiyaz bulması; -ki bu imtiyazı, sıfat zılâlinin kendisine husulü sebebi ile bulmuştur-, tevehhüm itibarı iledir. Hakikatta, asla onda bir zil yoktur. Yani diğer aynalar gibi... Zira, onlarda dahi, suretlerin husulü tevehhüm itibarı iledir. Şayet onlarda zılâl husulü var ise, tevehhüm itibarı iledir. Böylelikle onun imtiyazı dahi tevehhüm itiban iledir.

Mümkinin vücudu tevehhüm itibarı ile olduğu gibi; onun adamı dahi tevehhüm itibarı iledir. Onun için, vehim dairesi dışında bir basamak yeri verilmemiştir. Zira, vücud ve adem, kendi mutlak karafetleri üzeredirler. Ne onun için bir tenezzül arazı gelmiştir; ne de öbürü için terakki hasıl olmuştur.

Yüce Yaratıcının kudretinin kemalindendir ki, alemi şöyle veya böyle vehim mertebesinde yarattı. Sonra ona sağlamlık verdi. Ebedi muameleyi, sonsuz mücazatı dahi ona bağlı bıraktı. Bu manada, bir ayet-i kerime meali:


"Bu, Allah'a göre güç bir şey değildir."(14/20)

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

Yukarıda şöyle bir cümle kullanmıştım:

-Fena devletinin husulü, zat tecellisi nurlarından sayılır.

Bunun asıl manası şudur: Zat tecellisinin husulü, fena devletinin husulünden sonradır. Halis olmayan bulamaz.

Tecellinin şuaları ile, tecellinin kendisi arasındaki fark; sabaha doğru açılan aydınlıkla, güneşin doğusundaki aydınlık gibidir. Çünkü sabaha doğru açılan aydınlık, güneş tecellisinin şuaları ile, tecellinin kendisi arasındaki fark; sabaha doğru açılan aydınlıkla, güneşin doğusundaki aydınlık gibidir. Çünkü sabaha doğru açılan aydınlık, güneş tecellisinin şualarının zuhurudur. Güneş doğduktan sonra da, güneş tecellisinin kendisi vardır.

Bazıları, tecelli şualarına ermekle beraber; tecellinin kendisi ile müşerref olamazlar. Arız olan bazı şeyler sebebi ile o büyük devlete ulaşamazlar. Tıpkı semavi ve arzi bir arıza sebebi ile, sabaha yakın aydınlığa erildiği, fakat güneşin doğuşuna erilmediği gibi...

Sonra, sabah aydınlığının müşahedesinde; görme kuvvetinin kemal derecede olmasına hacet yoktur. Amma güneşin müşahedesi, görme kuvveti ve keskin nazar ister. Yarasa kurşunu görmez misin sabah aydınlığına idrak eder; amma gündüz güneşe bakmaya gücü yetmez. Bu hususta acizdir. Güneş görmek, bir başka göz elde etmeyi gerektirir.

Çok kere, salikte de, tecellinin şualarına istidad vardır; amma onda, tecellinin kendisine istidadı yoktur.

Yarasa kuşunda dahi, güneşin şunları tecellisine karşı istidad vardın amma güneşin kendi tecellisine karşı istidad yoktur.

İşte ben, üstün kelâm etmekteyim. Herhalde faydası yoktur.

Sıfat tecellilerinin kesilmesi, sıfat ve zat fenasının husulünden sonra; irfan sahibini bir tecelli karşılar ki, zat tecellisinin dehlizi gibidir. Sanki o te

celli, sıfat tecellisi ile, zat tecellisi arasında bir berzahtır. O kimse ki, bu tecelliden yükselin istidadı kadar zat tecellisinden nasibi vardır.

Fakir'in kanaatına göre, bu berzahi tecelli, o zati tecellinin aslıdır ki; Şeyh Muhyiddin b. Arabi -Allah sırrının kudsiyetini artırsın- şu ibare ile anlatılmıştır:

-Zattan gelen tecelli, ancak kendisine tecelli olanın suretinden olur. Kendisine tecelli olan dahi, hakkın aynasında kendi suretinden başkasını görmemiştir. Hakkı göremez; görmesi de mümkün değildir.

Ayrıca, bu tecelli için:

-Tecellilerin müntehası demiş ve bunun üstünde bir makama kail olmamıştır. Sonra şöyle demiştir:

-Bu tecelliden sonra, sırf adem vardır. Tamaha kapılma ve onun üstüne yükselmek için kendini yorma. Zira, bu makamdan daha yüksek bir derece yoktur. Yani zati tecellide...

Şaşılacak şeydir ki, matlub-u hakikiye kavuşmak, bu tecellinin ötesindedir. Halbuki Şeyh (Muhyiddin b. Arabi k.s.), Allahu Taala'nın şu emrine göre, çekindirip sakındırmaktadır:

"Allah, sizi zatına karşı sakındırıyor."(3/28)

Ve tehdid ediyor. Şayet o, manada bir tamaha kapılmazsak, ondan biz, şaşırıp uzaklara düşmüş oluruz. Şayet onun husulü için yorulmazsak, başka ne yapabiliriz ki!.. O zaman teselliyi, nefis cevher yerine, saksı parçalarında buluruz.


Bu babda netice kelâm şu ki:

Her mertebenin nasibi, o mertebeye münasip şekilde olur. Keyfiyeti belli olmayandan müyesser olan nasip, keyfiyeti belli olmayan bir şekildedir. Keyfiyeti belli olan için keyfiyeti belli olmayana yol çıkmaz. O mertebeye taalluk eden marifet, keyfiyeti belli olana taalluk eden marifet gibi değildir. Zira, bu marifetin orada yeri yoktur.

Sübhan Allah'ın zatı hakkında bilgi, cehldir. Yani mümkinin bilgisine taalluku olan ilim cinsinden bir ilim değildir. Zira o, bu keyfiyeti belli cinstendir; halbuki orada keyfiyetin yeri yoktur.

Yüce Allah'ın zatı hakkında tefekkürden men etmeye gelince, sebebi şu ki: O, tefekkürün ve tahayyülün de ötesindedir. Yüce Allah'ı ancak kendisi ile bulmak mümkündür; hayalle ve tefekkürle değil...

Bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet ver; işimizde bizim için muvaffakiyet hazırla."(18/10)

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh şöyle deseydi, yerinde olurdu:

-Bu tecelliden sonra, sırf vücud vardır, katıksız nur vardır.

Onun:

-Bu tecelliden sonra, ancak adem vardır (yani yokluk) demesi de, ancak şu itibara göredir: Alem sıfatların zillidir; sıfatlardan terakki edip yükselmek ise, nefsi idam (yok) etme işinde çalışıp çabalamaktır.

Ne var ki, iş böyle değildir. Çünkü, irfan sahibi, kendi aslı olan sıfattan terakki etmedikçe, zati olan şuunu ve itibarları aşmadıktan sonra onun fiili ne olur ki!.. Gelişi ne şey için olur!..

Fena ve beka ki, her mertebede ona müyesser olmaktadır; aslının da yukarısına çekmeye bakarlar. Bundan sonra o, asıl beka ile, asıldan geçip aslın dahi aslına ulaşır.

Bir şiir:

Dokunursa biri ateşe yanan

O ki ateştir nesini yakar?..


Allah sırrının kudsiyetini artırsın; şayet Şeyh (Muhyiddin b. Arabi), o zillin aslına ulaşmış olsaydı, daha yukarıya terakkiden korkmadığı gibi korkutmazdı da...

Lâkin hüsn-ü zan iktiza eder ki, yüce Sultan Allah'ın fazlı ile, bu Şeyh-i Muazzam bu makamdan terakki edip yükselmiştir; işin hakikatini da idrak etmiştir. Onun büyük halini, söyledikleri ile ölçmek yerinde olmaz. Herhalde o, bu dediklerini, ilk ve orta hallerinde söyleyip sonra nice merhale onları aşıp geçmiştir. Zira, şu mana açıktır:

"İki günü müsavi geçen ziyandadır."

Başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.


***

Zati tecelli üzerine ne diyebilirim ki?.. Hem yazmaya nasıl gücüm yeter? Zira o, zevke dayalı bir şeydir. Her kim tadarsa bilir; tatmayan da bilmez.

Bir mısra:

Kalem oraya ulaştı; sonra kırıldı...

Ancak, izhar edilmesi mümkün olan şudur:

Zati tecelli, varmış olduğu fena hali daha önce anlatılan irfan sahibi hakkında daimidir. Başkaları hakkında şimşek gibi çakıp geçer; amma bu tecelli onun için devam edip gider. Hatta, şimşek gibi çakıp geçen tecelli (tecelli-i berki...) hakikatta zati tecelli dahi sayılmaz. Onun için:

-Zati tecellidir demişlerse de, değildir; belki de, zat şanlarından bir şandır. Çakması ile kapanması bir olur. Ne zaman ki, şuun ve itibarların mülahazası olmadan, zati tecelli hasıl olur; onun devamı lâzımdır, onda kapanma dahi tasavvur edilemez. Tecellilerin telvinatı, sıfatlardan ve şunaattan haber verir. Hazret-i Zat telvinattan münezzeh ve müberradır. Orada kapanma mecali de yoktur.

"Bu Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah büyük fazlın sahibidir."
***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

488. DÖRTYÜZ SEKSENSEKİZİNCİ MEKTÛP


MEVZUU: İlim (makamı...) şanı,

-Sırf Nur olarak, tabir edilen mukaddes mertebe onun üstündedir.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.

***

Bilesin ki, İlim şanı, ne kadar hayat şanına tabi olsa dahi; lâkin ilmin, sıfat ve şuun itibarlarının sükutundan sonra, yüce mukaddes Hazret-i Zat mertebesinden bir şanı vardır ki, bu diğer sıfatlar ve şuun şöyle dursun, hayat için dahi yoktur.

Bütün nisbetlerden tecerrüd makamında bir mertebe vardır ki; kendisine:

-Nur ıtlakından başkasına cevaz vermez. Sanırım ki, ilmin dahi, orada bir mecali vardır. Amma bu mecal, kendisine:

-Huzuri ve huzuli diye ad verilen ilim için değildir.

Zira bu ilim, her iki kısmı ile, hayata tabidir. Amma, asıl anlatılan ilim, keyfiyeti ve misli yoktur; yüce mukaddes Hazret-i Zat gibi... Onun bütünü, keyfiyeti olmayan bir manada şuurdur. Hem de, alim ve malum itibarı olmadan.

Ancak, anlatılan mertebenin üstünde bir mertebe vardır ki; sair şuun gibi, orada ilmin yen yoktur. Orada, anlatılan keyfiyeti ve misli olmayan o şuurun aslı nurun gayrı bulunmaz.

O nurun zilli (gölgesi) ki, keyfiyeti ve misli yoktur; aslı o nurun aynı olan keyfiyeti olmayan için ne diyebiliriz?.. Hem ne demeye gücümüz yeter? Vücubi olsun, imkâni olsun; bütün kemalât ve nurun zılâlidir ve o nurla kaimdir. Her şeyin vücudu dahi, bir vücud ve eserlere mebde olarak bu nurdan gelmedir.

Birinci mertebede, sırf nur olan Hazret-i Zat mertebesinden gelen bir inhitat rayihası olduğundan, şuurun camii dahi o nur olduğundan; Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz onun hakkında şöyle buyurdu:

"O mahluktur..."

Bazen dahi, ondan:

"Akıl..." tabir etti ve şöyle buyurdu:

"Allahu Teala, ilk olarak aklı yarattı..."


Bazen da, şöyle buyurdu:

"Allah'ın ilk yarattığı nurumdur."

Her ikisi de, aynı şeydir. Zira o; hem akıl, hem nur, hem de şuurdur.

Resulullah (sav) Efendimiz, onu kendisine nisbet edip:

"Nurum..." buyurduğundan, şöyle dememiz mümkündür:

-Bu mertebe, Hakikat-ı Muhammediye'dir, taayyün-ü evveldir.

Amma bilinen hakikat ve taayyün değildir. Hatta, o taayyün, bu taayyünün zilli olsa dahi, bir ganimettir. Nitekim, burada anlatılan akıl dahi, felsefecilerin kail oldukları akıl değildir. Bunların dediğine göre bu akıl, icab yolu ile Vacib Teala'dan ilk sudur edendir. Ve bunu, birçok sudur eden şeylerin sudur yeri yapmışlardır.

Sunun da bilinmesi yerinde olur ki,

Her nerede taayyün var ise, orada imkândan bir koku olup onda ademden dahi, bir şaibe vardır. İş bu adem dahi, vücud tahayyününe ve temeyyüzüne sebeptir. Eşya dahi, zıddı ile tebeyyün eder.

Sanı yüce Vacib sıfatları ise, kendilerine taayyün ve temeyyüz arız olduğundan ötürü, kendilerinde kıdem olmasına rağmen, zatları için vacip olmayıp Vacib Teala'nın zatı için vaciptir.

Bu mananın hasılı şu ki: Vücubu başkası ile olan, mümkin kısımlarındandır. İsterse, kadim sıfatlar hakkında:

-İmkân lâfızını ıtlak etmekten sakınmak lâzım olsun; zira, böyle bir lâfzı ıtlak etmek, hüdus vehmini verir. Burada münasip olan, Vacib Teala'dan gelişi dolayısı ile ona vücub ıtlak etmektir.

Lâkin, hakikatta, imkân için onlarda yer vardır. Bu da, başkalarına zatları için, vücubun bulunmayışındandır.

Her ne kadar, gayriyete kail olmamışlarsa, bundan muradları ıstılahta kul|anılan gayriyet değildir. Lâkin ikilik, gayriyeti iktiza eder. Bu manada:

-İkilik, birbirinin gayrıdır hükmü, erbab-ı akıl kaziyelerinden mukarrer bir kaziyedir.

Tuhaftır; Şeyh (Muhyiddin b. Arabi k.s.) taayyünatın ikisi için:

-Vücubi taayyün demiştir. Üçüncüsü için de:

-İmkâni tabirini kullanmıştır.

Halbuki, hakikatta, taayyünlerin hepsinde zıllıyet nişanı ve imkân kokusu vardır. İsterse, bir mümkin ile diğer mümkin arasında çok fark olsun. Biri kadimdir, diğeri de bir hadis... Lâkin hepsi de, imkân dairesinden hariç değildir. Hepsinde de, adem kokusu vardır.

Sakın ha!.. Olmaya ki, sırf nur olan ikinci mertebeyi, lâtaayyün ile mütaayyin olanı; mücerred zat-ı baht vahidiyet olarak tahayyül edesin... Yani öbürleri gibi!.. Zira o dahi, nurlu hicaplardan bir hicaptır. Burada:

"Allahu Taala'nın nurdan ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır" manası açıktır.

O, taayyün olmasa dahi, hakiki matlubun hicabıdır. İsterse, hicapların sonu olsun. Halbuki, Allahu Teala, ötelerin de ötesindedir.

Bu sırf nur, taayyün dairesine dahil olmadığından; adem zulmetinden münezzeh ve müberradır.


"Vasıfların en yücesi Allah'ındır..."(16/60)

Anlatılan nurun misali, güneşin nurunun şaşaası gibi olup güneşin kendisine perdedir. Güneşin kendisinden intişar etmiştir ve ona hicab olmuştur. Bir hadis-i şerifte:

"Onun hicabı nurdur" manası gelmiştir.

Bu büyük mertebe, zati tecellilerin fevkindedir. Sıfat ve efal tecellileri

şöyle dursun... Zira, taayyün şaibesi olmayan tecelli tasavvur edilemez.

Halbuki, bu tecelli, bütün tecellilerin üstündedir. Lâkin, zati tecelli menşeide, bu sırf nurdur. Tecelli, ancak bunun vasıtası ile tasavvur edilebilir. Bu olmaz ise, tecelli de hasıl olmaz.

Zannediyorum ki, Kâbe-i Rabbaniyenin hakikati bu nur olup bütünün secde makamıdır cümle taayyünatın dahi aslıdır.

Bütün tecelliyatın merkezi, iltica yeri o nur olduğuna göre; onun medhinde diğerlerin secde makamı oluşu ne artırır!..

Sübhan Allah fazlının kemali ise, binler arasından bir irfan sahibini bu devlete ulaşmak şerefine nail eyledikten sonra onu fena ve beka ile bu

yerde has kılar ise, mümkündür ki, bu nurun bekasına nail ola... Üstten ve üstün dahi üstünden bolca hazza nail olarak, nurdan nura geçe ve nurun aslına ulaşa...

"Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah, büyük fazlın sahibidir."(62/4)

Üstte anlatılan marifetler; fikrin ve nazarın tavrı dışında olduğu gibi, keşfin ve şühudun dahi tavrı dışındadır. Keşif ve şühud erbabı; bu ilimleri fehmetmek babında ilim ve akıl erbabı gibidir. Bu hakikatların idrakine ermek babında nübüvvet feraseti nurundan almak için, mutlaka enbiyaya mütabaata ihtiyaçları vardır.

Şunun da bilinmesi yerinde olur:

-Hâşâ ki, bu nur, kendisinde imkân şaibesi olan bir nur, cevher veya araz cinsi bir şey ola... O, öyle bir mertebedir ki:

Nur ıtlakından başka bir şeyi ona vermek mümkün olmaz.

İsterse burada anlatılan başka, vücud vücubu olsun. Zira vücub ondan alttır.

***


BİR TEMBİH

Hiç kimse tevehhüm etmeye ki, yukarıda anlatılan manaya göre, bu nur, bütün hicapların sonu olduğundan; yüce mukaddes Zattan bütün hicapların açılması bu irfan sahibi için tahakkuk etmiştir. Zira, böyle bir şeyin olması, anlattıkları şu hadis-i şerife göre mümtenidir:

"Allahu Teala'nın nurdan ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır. Şayet açılmış olsa... yüzünün nurları, gözünün aldığı yere kadar halkından ne varsa yakar..."

Çünkü, burada hicaplarla beka vardır ki birinden diğerine geçilir; hicapların açılması yoktur. Anlatılmak istenenle, bunun arasında çok fark vardır.

"Rabbimiz, katından bize rahmet hibe eyle... İşimizde, bizim için muvaffakiyet hazırla..."(18/10)

Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: İmam-ı Rabbani HZ..ve *MEKTUBAT*

Mesaj gönderen der-ya »

489. DÖRTYÜZ SEKSENDOKUZUNCU MEKTÛP

MEVZUU: a) Kur'an-ı Mecid'in sırları.

b) Aczin ve marifetin inceliklerini beyan. .

c) Namazın hakikati.

d) Kelime-i tayyibe.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade, Hace Muhammed Said'e yazmıştır.

***


Bir ayet-i kerime meali:

"Allah'a hamd olsun ki; bunu bize hidayet eyledi. Allah bize hidayet eylemeseydi; kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık. Rabbimizin resulleri gerçeği getirdi..."(7/43)

Sırf nur mertebesinden sonra, Fakir'in bulup da beyan ettiği Hakikat-ı

Kabe, cidden yüksek bir mertebe olup, Kur'an-ı Mecid-i Sübhani'nin hakikatidir.

Kâbe-i Muazzama, ancak afakin kıblesidir... Her şey için secde edilme makamı olma devletinin şerefine, Kur'an-ı Mecid hükmü ile ermiştir.

İmam, Kur'an'dır. Memum-u evvel Kâbe-i Muazzama'dır.

Bu mertebe, Hazret-i Zat-ı Lâkeyfiye vüs'atında bir mebledir. Yine o Hazret-i Zat-ı Lâkeyfi ve Lâmisli imtiyazına dahi bir mebdedir.

O mukaddes derecede bulunan bu yüce vasi imtiyaz mebdei derecesi, en ve uzunluk ölçüsüne göre değildir. Çünkü böyle bir şey, noksan ve imkân nişanlarındandır. Bu, öyle bir iştir ki, tatmayan bilemez. Keza, bu mukaddes mertebeki imtiyaz, bir müzayelet ve mübayenet dahi değildir. (Bir manaya göre: Ayrılma ve uzaklaşma, kayma) Zira, böyle bir şey, cismin ve cismani olmanın levazimi olan, bölünme ve parçalanmayı gerektirir. Allahu Teala, böyle bir manadan yana yüceliğe sahiptir. Kaldı ki, bu yerde bir şeyi, bir şeyin gayrı farzetmek tasavvur edilemez. Zira, başkalık, ikilik haberini getirir. Farz-ı muhal kabilinden olduğu için, öyle bir farzın da yeri yoktur. Tatmayan bilemez.

Bir şiir:

Kuşumdan nasıl bir alâmet bildireyim;

-Anka veya hame gibidir;

Diyeyim...

Ankanın ismi vardır nas arasında;

Kuşumun ismi yoktur ki söyleyeyim...

Bu yerde her şey farz (takdir) olunur. İsterse farz-ı muhal olsun. Ve o şeyde de nazar derinleştirilir; onda, mukayyed bir şeyle hususiyeti olan bir iş zuhura gelmez. Başka bir şeyde, farz (takdir) olunan bir şey de bulunmaz.

Durum, anlatıldığı gibi olmasına rağmen; farz olunan iki şey arasında imtiyaz, açıkça bulunmaktadır. O iki şeyden her birinin hükümleri dahi, diğerinin hükümlerinden ayrıdır.

O yüce Zat Sübhandır ki, bilinmesinden yana halka, aczden başka yol yaratmadı. Marifetten yana acz, büyük velilerin nasibidir.

Marifetin olmayışı, marifetten yana aczden başkadır. Meselâ, O yerde imtiyazın olmadığına hükümdür; zati kemalin her birini, diğerinin aynı bulmaktır. Nitekim, bu manada şöyle demişlerdir:

-İlim, aynı kudrettin; kudret dahi, aynı ilimdir.

O yerin imtiyazına karşı marifet sahibi olmamak, o yerin imtiyazına hüküm vermek, o yerin imtiyazının künhünü bulamamayı itiraf etmek; o yerin imtiyazına karşı marifetten yana aczdir.

Marifetin olmayışı cehalettir. Marifetten yana acz ise, ilimdir. Belki acz iki ilmi de tazammun etmektedir:

a) Bir şeyi bilmeyi,

b) Bir şeyi gayet azametli ve büyük oluşundan ötürü, künhünü bulup bilememeyi.

Bu arada, üçüncü bir ilmi dere eylesek de yeri vardır. Bu da, insanın aczini ve kusurunu bilmesidir. Bu da, onun abdiyet ve ubudiyet makamını teyid etmektedir.

Cehalet sayılan marifetin olmayışı, çok kere cehl-i mürekkeb olur. Bu da, nefsinin cehaletini bilmemektir; hatta bunu, ilim sanmaktır.

Marifetten yana aczde, anlatılan marazdan tam necat vardır. Hatta, böyle bir marazın orada yeri de yoktur. Zira, aczini itiraf etmektedir.

Şayet marifetin bulunmayışı ile marifetten yana acz, müsavi olsaydı; bütün cahiller irfan sahipleri olurlardı. Cehaletleri dahi, kemallerine sebep olurdu. Hatta, bu manaya göre; her kim daha çok cahil ise, o daha fazla arif olurdu. Zira, marifet, orada marufu bulmanın olmayışıdır.

Yukarıda, marifetten yana acz için yapılan mukaddime doğrudur. Her kim, marifetten yana daha çok aciz durumda ise, marifetlere dair işlere daha fazla irfan sahibidir.

Marifetten yana acz, zemme benzeyen medihtir.

Marifetin olmayışı ise, sırf zemdir; bunda medih kokusu yoktur.

Rabbim, marifetinden yana aczin kemali ile ilmini artır; sübhansın.

Şeyh, Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh Muhyiddin b. Arabi, bu Fa-kir'in bulduğu farkı mülâhaza etmiş olsaydı; marifetten yana aczi:

-Cehl... diye asla anlatmazdı.

Kesin olarak, onu ilmin olmayışı saymazdı. Şöyle demiştir:

-Bizden alim olan da vardır; bizden cahil olan da şöyle demiştir:

-İdrak etmekten yana acizlik, idraktir.

Bundan sonra, birinci şıkkın ilimlerini beyan etmiştir. Bunlarla bir övünme payı çıkarıp onları kendi nefsinden bilmiştir. Bunun için de şöyle demiştir:

-Hatemü'l-enbiya, bu ilimleri Hatemü'l-velâyetten alır.

Burada, Hatemü'l-velhayet-i Muhammediye'den de, kendisini kasd etmiştir. Bu manadan ötürü de, taana uğramıştır. Bu kelâmın tevili için, Füsus serihleri gayretleri sarf etmiştir.

Fakir katında şöyle demek mümkündür:

-Bu kelâm, hakikatta, o acz manasından daha alttır. Hatta, onunla bir münasebeti de yoktur; çünkü, zılâle bağlıdır. Aciz ise, asıl yerindedir.

Sübhanellah... Bu sözün diyeni Hazret-i Sıddık'tır. Allah ondan razı olsun. Nitekim, bunu böyle anlatmışlardır. O, irfan sahiplerinin başı olup sıddıkların da reisidir. Hangi ilim, o aczi geçebilir!.. Hangi güçlüdür ki; o acizden daha önde bir basamağa varmıştır!..

Evet, Sıddık'ın üstazı hakkında, yani Resulullah (sav) Efendimiz hakkında dediğini dedikten sonra: Hazret-i Sıddık hakkında neden öyle demesin?

Şaşılacak iştir ki, Şeyh bu kıyl ü kal ile, bu şathiyat sözleri ile nazarda makbullerden zahir olur; evliya-ı mükerremin arasında müşahede edilir.

Bir mısra:

Ne zorluğu işte, olunca keremlilerle...

Evet, çok kere duadan eziyet hasıl olur. Çok kere, şetm ve ezadan dahi, sürür ve sevinç husule gelir.

Onlar ki, Şeyh'i reddederler; tehlikededirler.

Onlar ki, Şeyh'i kabul ederler; bunlar dahi aynı şekilde tehlike içindedirler.

Yerinde olur ki, Şeyh kabul edile; amma bu muhalefet sözleri kabul edilmeye. Orta yol budur. Yani Şeyh'in (Muhyiddin b. Arabi'nin k.s.) kabul edilmesinde ve edilmemesinde. Bu Fakir'in seçtiği yol da budur.

Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***


Biz, yine esas kelâma dönelim. Deriz ki:

-Hakikat-ı Kur'an diye anlattığımız mukaddes mertebeye, nur ıtlakının dahi yeri yoktur.

Bu manada, nur dahi, sair zati kemalât gibi yolda kalır. Orada; vüs'at-ı lâkeyfiye ve imtiyaz-ı lâmisliden başka bir şey asla bulunmaz. Allahu Taala'nın:

"Allah'tan size nur geldi..."(5/15) buyurduğu, nurdan murad, Kur'an nuru olsa dahi, mümkündür ki bu, inzal ve tenzil itibarı ile ola... Nitekim bu mana:

"Size geldi.."(5/15) kelimesi ile ima edilmektedir.

Üstte anlatılan mukaddes mertebenin üstünde bir mertebe vardır ki; cidden yüksektir. Bu dahi, namazın hakikati olup onun sureti; nihayet erbabından namaz kılanlarla kaimdir. Herhalde, Resulullah (sav) Efendimizin miraç kıssasından:

"Dur ya Muhammedi Allah namaz kılıyor..." hikâyesi, namazın haki-katına ima etmektedir.

Evet, o ibadet ki, tenezzüh ve tecerrüd mertebesine lâyıktır; herhalde onun, kıdem tavırlarından zuhur etmesi ve vücub mertebelerinden sadır olması lâzım gelir.

Yüce mukaddes Hakkın zatına lâyık olan ibadet dahi, vücup mertebelerinden sadir olmaktadır; başka değil Abid, mabud odur.

Bu mukaddes merteede, vüs'at-ı lâkeyfiyenin kemali ve imtiyaz-ı lâmisli vardır. Kabe'nin hakikati ve Kur'an'ın hakikati onun iki parçasıdır. Namaz dahi aslı üzere bulunmaktadır. Zira, mabudiyet, orada tahakkuk etmektedir.

Bütün ibadetleri cami olan namazın hakikati, bu mertebede; kendinden üstün olan mukaddes mertebe için bir ibadettir. Mabudiyet istihkakı dahi, orası için sabittir. Zira o, her şeyin aslı ve cümlenin sığınağıdır. Bu yere göre vüs'at kusur kalır; imtiyaz dahi, yolda bırakılır. İsterse lâkeyfi ve lâmisli olsun.

Enbiyadan pek kâmillerin en büyük velilerin basamakları; bütün ibadetlerin nihayeti olan namazın hakikati makamının nihayetine kadardır. Evvel âhir onlara salâtlar ve selâmlar olsun.

Bu makamın üstünde, sırf mabudiyet makamı vardır; hiçbir şekilde o makama kimsenin ortaklığı yoktur ki, onun yukarısına kadem bassın.

Hangi makam ki, orada âbid ve mabud şaibesi vardır; orada nazar gibi kadem mecali vardır. Amma, muamele ki, sırf mabudiyete düştü; kadem kusur kalır, seyir tamam olur. Lâkin, Sübhan Allah'a hamd olsun; oraya nazar men olunmaz. Hatta orada, bu manada istidad kadar bir mecal vardır.

Bir mısra:

Bu da olmayınca, cihet olur belâ...

Şu mana dahi mümkündür ki:

"Dur ya Muhammed.." emrinde, kademin kusuruna işaret buluna. Bu manada verilen emir şudur:

-Ya Muhammed, dur ve kademini bunun üstüne atma. Zira, salât mertebesinin üstünde kadem mecali yoktur.

Namaz, vücup mertebesinden sadir olmaktadır. Yüce mukaddes Haz-ret-i Zat mertebesinin tenezzühü ve teceddüdüdür.

-LA İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur) kelime-i tayyibesinin hakikati dahi, tenezzühü ve tecerrüdüdür.

İbadete müstahak olmayan ilâhların nefyi bu yerde tasavvur edilir.

Kendisinden başka ibadete müstahak olmayan hakiki mabudun isbatı dahi, bu makamda hasıl olur.

Abidle mabud arasındaki imtiyaz kemali dahi burada zahir olur. Abid, mabuddan orada ayırd edilir. Yani nasıl ayırd edilmesi uygunsa öyle...

Yine bilinir ki:

-LA İLAHE İLLALLAH kelime-i tayyibesinin manası, müntehilere göre şu demektir:

-Allah'tan başka mabud yoktur.

Şeriatta takarrür ettiği gibi, bu kelimenin manası odur.

-Maksud ve mevcud yoktur manaları, iptida ve orta hallere münasiptir.

-La maksude (maksud yoktur) manası, burada:

-La mevcude... (mevcud yoktur) manasından daha yukarıdır. Zira o burada:

-Allah'tan başka mabud yoktur. (La mabude illallah..." manasına, açılan bir penceredir.

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:

Bu yerde nazardaki terakki ve oradaki keskin nazar müntehilerin vazifesi olan namaza bağlıdır. Herhalde sair ibadetler; namazın tekmiline ve noksanının telâfisine yardımadır. İhtimal ki, bu manadan olarak; namaz hakkında şöyle demişlerdir.

-O, iman gibi zaten güzeldir. Amma sair ibadetler zaten güzel değildir.

***
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Cevapla

“►Diğerleri k.s.◄” sayfasına dön