17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Bediüzzaman Said Nursî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Said Nursi (ks) Hazretleri'nin Risale-i Nur Külliyatı'ndan

~Onyedinci Lem'a~

(Zühre'den gelmiş "Onbeş nota"dan ibarettir.)


بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِResim

Mukaddime
ResimOniki sene evvel (*) inayet-i Rabbaniye ile, Mârifet-i İlâhiyyede bir hareket-i fikriyye ve bir seyahat-ı kalbiyye ve bir inkişafat-ı ruhiyyede tezahür eden bazı lemeat-ı tevhidiyyeyi Arabî olarak notalar suretinde Zühre, Şu'le, Habbe, Şemme, Zerre, Katre gibi Risalelerde kaydetmiştim. Uzun bir hakikatin yalnız bir ucunu göstermek ve parlak bir nurun yalnız bir şuaını irae etmek tarzında yazıldığından, yalnız kendi kendime birer hatıra ve birer ihtar şeklinde olduğundan, başkalarının istifadesi mahdud kalmıştı. Hususan en mümtaz ve en has kardeşlerimin kısm-ı âzamı Arabî okumamışlar. Bunların ısrarı ve ilhâhiyle o notaların, o Lem'aların kısmen izahlı ve kısmen kısa bir mealini Türkçe olarak yazmağa mecbur oldum. Şu notalar ve arabî Risaleler, Yeni Said'in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhud suretinde gördüğü için tağyir edilmeden mealleri yazıldı. Onun için bazı cümleler sair Sözlerde de zikredilmekle beraber burada da zikrediliyor; ve bir kısmı gâyet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor, tâ letafet-i asliyesini kaybetmesin.


(*) :Oniki sene evvel denilen tarih Hicrî 1340, Milâdî 1921 seneleridir.

Mahdûd: Sınırlı.
Mücmel: Özet olarak anlatılmış, kısa ve özlü.
Tağyir Etmek: Değiştirmek, başkalaştırmak. Bozmak.
Tezahür etmek:Belirmek

Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Güllale ile “Zühre'den gelmiş "Onbeş nota"dan ibarettir” sözündeki “zühre’den gelmiş” ile ne anlatılmak isteniyor diye düşünürken Bayrâmî Melâmîlerinden ve Aksaraylı olan İbrâhim Aksarayî Hazretlerinin

"TASAVVUF NEDİR?"

Şiiri ve Kul İhvani Hocamız tarafından yapılan şerh aklıma geldi. Bu şiirin iki dizesinde tasavvufun bir tanımı olarakta şöyle denmekteydi.

“ Tasavvuf onsekiz bin âleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf nuh felek emrine ferman olmaya derler.”


Hocamızda bu iki dizeyi şu şekilde şerh etmiş:

"Tasavvuf;
Onsekiz bin âleme dolmak onsekiz bin âlemle olmaktır. Madde Âlemiyle dopdolu olmaktır.
Tasavvuf;
Dokuz Gök makamları EMRine ferman-tebliğ olmaya derler. Mânâ Âleminde ferman Sâhibi olmaktır..


Nuh Felek: Dokuz Gök
Birinci kat gök
: kamer (ay)
İkinci kat gök
: utarid (merkür)
Üçüncü kat gök
: Zühre (venüs ya da çobanyıldızı)
Dördüncü kat gök
: şems (güneş)
Beşinci kat gök
: Merih (mars)
Altıncı kat gök
: müşteri (jüpiter)
Yedinci kat gök
: Zuhal (satürn)
Sekizinci kat gök
: felek-i sâmin (neptün)
Dokuzuncu kat gök
: felek-u'l-a'zâm ya da felek-u'l-eflak (plüton)”

Bu durumda “Zühre” ile ifade edilen bir mana alemi olmaktadır ki bu da 9 kat Gök’ün 3. Katına denk gelmektedir. 9 kat Gök ile ifade edilen eğer şayet,

“Nuh felek: Afak
Birinci kat gök
: Beden
İkinci kat gök
: Nefis
Üçüncü kat gök
: Kalp
Dördüncü kat gök
: Ruh
Beşinci kat gök
: Sır
Altıncı kat gök
: Hafi
Yedinci kat gök
: Ahfa
Sekizinci kat gök
: Akdes
Dokuzuncu kat gök
: Enfüs” ise,

“Zühre” Kalbe denk gelmekte ki Said Nursi Hazretlerinin "inayet-i Rabbaniye ile, Mârifet-i İlâhiyyede" demesi ile de bu notaların , “şeriat-tarikat-marifet-hakikat” 4'lü sistemimizdeki 3. basamak olan marifet yani idrak makamında yazılmış olabileceği ifade edilmek istenmiş olabilir. Doğrusunu Rabbimiz (cc) bilir.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

ResimBirinci Nota:"Kendi nefsime hitaben demiştim: "Ey gafil Said! Bil ki: Şu âlemin fenasından sonra sana refakat etmiyen ve dünyanın harabiyle senden müfarakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkıraziyle seni terkedip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmiyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyi' etmiyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firak ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husûlü anında seni terkeden fâni şeylerle kalbini bağlamak, kâr-ı akıl değildir. Eğer aklın varsa; uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvârında ve dünyevî inkılâbâtının müsâdematı altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmıyan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevalinden kederlenme. Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve ebedî zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm'in emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul!.."

**

ALLAH'a çok şükürler olsun ki MuhammediNur'da Kulihvani Hocamız'ın ve pek çok Hak Dostlarının ışığında, Kulihvani Hocamız bir kula lazım olanları dörtlü sisteme dökerek akıllarımıza şu şekilde sunmaktadır.


"Bu Şehâdet Şe'eN-inde KUL a Gereken;

ALLAH celle celâlihu ve RASÛLULLAH SALLahu aleyhi veselleme;

Teslim Olup İnancında Sadakat,
İman Edip Amelinde Samimiyyet,
Tâbi Olup Ahlâkında Sabırla,
İtâat edip Hâllerinde SELÂMET i YAŞAmaktır

ResimMüslüman
ResimMü'min
ResimEvliyâullah
ResimEhlullah

BİLmek-BULmak-OLmak ve YAŞAmaktır; Hakikat-ı Muhammedîyyesini MELÂMETte ve SELÂMETte!"


Kul İhvânî

Said Nursi Hazretlerinin'de buyurduğu gibi, inşae ALLAH, arzumuz,

"Kendisinden başka ilâh olmayan ALLAH'a hükmen kesinlikle inanıp, O'nun Resûlü Muhammed (Aleyhi's-Selâm)'a (söz-fiil-ahlâk ve hâlde);
Teslim olup,
İmân edip,
Tâbi olup ve,
İtâat ederek onun gibi yaşamak ve Huzurullah'a çıkmaktır..."
Kul İhvânî

Bunun içinde hasbi ve habibi hizmette BİZ BİR-İZ İnşae ALLAH.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Resimİkinci nota: Hakikatdar bir rü'yada gördüm ki, insanlara diyordum: "Ey insan! Kur'anın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk'ın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünki mahlûkat, Mâbudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukîyet nisbetinde de birdirler."

***

Desâtir: Düsturlar, düstûr teriminin çoğulu, bir hususta uygulanan kurallar, yazılı hukuk metinlerini ihtivâ eden eserler.
Mâsivâ: Arapça istisna edatı olan sivâ, mâ mevsûlü ile birleşince başkası anlamına gelir. Tasavvufta Allah'ın dışındaki her şey mâsivâdır. Bütün yaratılanları içine alan bir sınırı vardır.
Müsavi: Eşit
Taabbüd Etmek: İbadet, kulluk etmek.
Tekebbür Etmek: Kibirlenme, büyüklenme, çalım, kurum.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Üçüncü nota
Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his nev'inden gâyet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fâni nefsini de o nazar ile sabit telâkki ettiğinden, yalnız Kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususî dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz.. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki: Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misalî bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tegayyür âyinenin başına gelse, o misâlî hâne ve şehir ve bahçede herc ü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakikî hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez. Çünki senin elindeki âyinedeki hâne ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ve mizân iledir. Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harab olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir; sen, bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme!..

****

Edna : En aşağı, en altta.
Herc ü merc: Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak
Lâyemut: Ölümsüz.
Mikyas: Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek
Mizân:Terazi, ölçü, tartı. Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas.
Muvakkat: Geçici.
Müstemir: Sürekli, kesintisiz.
Tegayür : Hâlden hâle geçmek, değişmek. Bozulmak. Zıd olma, başka türlü olma, uymama.
Telâkki Etmek: Saymak, öyle kabul etmek, öyle anlamak.
Resim
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen hamdolsun »

Allah razı olsun ''gül'' kardeşim...aslın huu neslinn huu olsun ... ömrün ''gül'' olsun ..Gül de sana yar ola ...
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

ÂMİN ECMAİN İNŞALLAH HAMDOLSUN KARDEŞİMİZ.
Resim
***

Dördüncü nota: Bil ki: Ekseriyetle Fâtır-ı Hakîm'in âdetidir, ehemmiyetli ve kıymetdar şeyleri ayniyle iade ediyor... Yâni, ekser eşyanın misliyle tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde, asırların değişmesinde o kıymetdar ehemmiyetli şeyleri ayniyle iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haşirlerin umumunda, şu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttarid görünüyor. İşte bu sabit kaideye binaen deriz: Madem fünûnun ittifakiyle ve ulûmun şehadetiyle, hilkat şeceresinin en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlûkat içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymetdar insandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev'i hükmündedir. Elbette kat'î bir hads ile hükmedilir ki, haşir ve neşr-i ekberde beşerin herbir ferdi; ayniyle, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir.

***


Asrî:Bir devreye, asra âit ve müteallik(ilişkin, alakalı)
Fâtır-ı Hakîm: Her şeyi bir maksada uygun ve hikmetle benzersiz bir şekilde yaratan Allah.
Fünûn:Fenler, ilimler.
Muttarid: Muntazaman devam eden. Bir düziye olan. Bir küllî kaideye mümasil ve muvafık olan. Sıralı. Düzgün
Senevî:Yıllık
Tebeddül:Bir durumdan başka bir duruma geçme, değişme
Yevmî: Günlük


Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Resim

Beşinci nota: Şu notada Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti, o seyahat-ı kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâb ederek ziyade müşkilâta medâr olduğundan, bilmecburiye Yeni Said zihnini silkeleyip, müzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyat-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gâyet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.Yanlış anlaşılmasın,

Avrupa ikidir: Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi' san'atları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa'ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabîiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitab ediyorum. Şöyle ki:

O zaman, o seyahat-ı ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünûn-u nâfiadan başka olan malâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:

Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.
Ey küfr ü küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musîbetlerle musîbet-zede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zînet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi
? Ona mes'ud denilebilir mi? Âyâ görmüyor musun ki, bir adamın cüz'î bir emirden me'yus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle tatlı hayaller ona acılaşıyor. Şirin vaziyetler onu tazib ediyor. Dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki senin şeametinle, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtâa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş'et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu Cehennemde azab çeken bir insana mes'ud denilebilir mi? İşte sen bîçare beşeri böyle baştan çıkardın, yalancı bir Cennet içinde Cehennemî bir azab çektiriyorsun.

Ey beşerin nefs-i emmâresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevkettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında bîçare âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasbederek kulübeciğini harab ediyorlar, bazen da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline sema ağlıyor. Nereye bakılsa hal bu minval üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler, zâlimlerin gürültüleri, mazlûmların ağlayışları olduğundan umumî bir matem, o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden; o yolda giden, iki şeyden birisine mecbur olur. Ya insaniyetten tecerrüd edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin veyahud kalb ve aklın muktezasını ibtal etsin.

Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere bu Cehennemî hâleti hediye ettin!
Sonra anladın ki: Bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı A'lâ-yı İlliyyînden, Esfel-i Safilîne atar. Hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten ibtâl-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte beşere açtığın yol ve verdiğin saadet, bu misale benzer.

İkinci yol ki: Kur'an-ı Hakîm, hidayetiyle beşere hediye etmiştir. Şöyledir: Görüyoruz ki o yolun her menzilinde, her mekânında, her şehrinde bir Sultan-ı Âdil'in müstakim askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Arasıra o Sultan'ın emriyle o askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silâhlarını, atlarını ve mîrî levazımatlarını alıyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar. O terhis olunan neferler, çendan ünsiyet ettikleri at ve silâhların teslim alınmasından zâhiren mahzun oluyorlar. Fakat hakikat noktasında terhisle müferrah olup, Sultan'ın ziyaretine ve padişahın paytahtına dönmesi ve padişahı ziyaret etmesi cihetinde gâyet memnun oluyorlar. Bazen terhis me'murları acemî bir nefere rastgeliyorlar. Nefer onları tanımıyor... "Silâhını teslim et!" diyorlar... Nefer diyor: "Ben padişahın askeriyim, onun hizmetindeyim; sonra onun yanına gideceğim. Siz neci oluyorsunuz? Eğer onun izin ve rızasiyle gelmiş iseniz, göz ve baş üstüne geldiniz, emrini gösteriniz; yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek başımla kalsam, sizler binler dahi olsanız, yine sizinle döğüşeceğim. Kendi nefsim için değil, çünki nefsim benim değil, benim sultanımındır. Belki bendeki nefsim ve silâhım, mâlikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve Sultanımın haysiyyetini himaye ve izzetini vikaye için size baş eğmiyeceğim!"

İşte o ikinci yoldaki medâr-ı sürur ve saadet olan binler ahvalden bu hal bir nümunedir. Sair ahvali sen kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat namında sevinç ve şenlikle bir tahşidat ve sevkiyat-ı askeriye vardır ve vefiyat namında sürur ve muzıka ile terhisat-ı askeriye görünüyorlar. İşte Kur'an-ı Hakîm beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse, böyle iki cihanın saadetine giden bu ikinci yoldan gider. Ne geçmiş şeyden mahzun ve ne de gelecek şeyden havf eder.

Ey ikinci bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: "En büyük melekten en küçük semeğe kadar her bir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zatı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı, yaşamak ve bekasını te'min etmektir." diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerim'in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemal-i itaatla imtisal edilen düstûr-u teâvünle, nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun Rahîmane, Kerîmane cilvelerini cidal zannedip, "Hayat bir cidaldir" diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba o düstûr-u teâvünün cilvesinden olan zerrat-ı taamiyenin, kemal-i şevk ile beden hüceyrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdad ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür. Hem çürük bir esasın: "Herşey kendi nefsine mâliktir" diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına kat'î bir delil şudur ki: Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır. Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef'al-i ihtiyariyesinden yüz cüz'ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i iktidarına giren yalnız meşkûk tek bir cüz'dür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz'ünden bir cüz'üne mâlik olmıyan, nasıl kendine mâliktir denilir? Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten eli bağlanmış bulunsa; "Sair hayvanat ve cemadat kendi kendine mâliktir" diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz olduğunu isbât eder.

Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlü dehandır. Yâni harika, menhus zekândır. O kör dehan ile, herşeyin Hâlıkı olan Rabbini unuttun, mevhum bir tabîata isnad ettin, âsârını esbaba verdin, o Hâlıkın malını bâtıl mâbud olan tâğutlara taksim ettin. Şu noktada ve o dehan nazarında her zîhayat, herbir insan, tek başiyle hadsiz a'daya karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem'a gibi bir şuur, çabuk söner şu'le gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile, o hadsiz a'dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki o bîçare zîhayatın sermayesi, binler matlublarından birisine kâfi gelmiyor. Musîbete giriftar olduğu zaman; sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor,


وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرِينَ اِلاَّ فِى ضَلاَلٍ

(Ra'd 13/14)

sırrına mazhar oluyor.

Senin karanlıklı dehan, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için; yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sürur ile beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehâne gülmesine, o ışıklar müstehziyane gülüp eğleniyor. Herbir zîhayat senin şakirdlerin nazarında zâlimlerin hücumuna maruz, miskin birer musîbetzededirler. Dünya bir matemhâne-i umumiyedir. Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylâlardır. Senden tam ders alan şâkirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibâdet eden ve menfaat gördüğü her şeyi, kendine rab telâkki eden bir firavun-u zelîldir. Hem senin şâkirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. Hem cebbârdır fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zatında gâyet âciz bir cebbâr-ı hodfürûştur. O şâkirdin gaye-i himmeti, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmiyor. Herşeyi nefsine feda ediyor.

Amma Kur'anın hâlis ve tam şâkirdi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata karşı da ubûdiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati gaye-i ubûdiyet yapmaz bir abd-i azizdir. Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir hâlim-i âlîhimmettir. Hem fakirdir fakat onun Mâlik-i Kerîm'i ona ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnîdir. Hem zaîftir fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaîf-i kavîdir ki, Kur'an hakikî bir şâkirdine Cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksad yaptırmadığı halde; bu zâil fâni dünyayı ona gaye-i maksad hiç yapar mı? İşte iki şâkirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla!

Hem felsefe-i sakîmenin şakirdleriyle Kur'an-ı Hakîm'in tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla muvazene edebilirsiniz. Şöyle ki:

Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ açar. Kur'anın şakirdi ise, semavat ve arzdaki umum sâlih ibadı kendine kardeş telâkki ederek, gâyet samimî bir surette onlara dua eder ve saadetleriyle mes'ud oluyor ve ruhunda şedid bir alâkayı onlara karşı hisseder. Hem en büyük şey olan Arş ve Şems'i, musahhar birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahlûk telâkki eder. Hem iki şâkirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur'an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esmâ-i İlhiyyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir.

"Evradlarınızı bununla okuyunuz." der.

İşte Kur'anın tilmizlerinden Şâh-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (R.A.) gibi şâkirdleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerratı, katarat adedlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar. Cenab-ı Hakk'ı zikir ve tesbih ediyorlar. İşte Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın mu'cizâne terbiyesine bak ki: Nasıl edna bir kederle ve küçük bir gam ile başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlub olan bu küçük insan, terbiye-i Kur'an ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece letâifi inbisat eder ki: Koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cennet'i zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenab-ı Hakk'ın edna bir mahlukunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde, nihayet tevâzuu cem'ediyor. Felsefe şakirdlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin. İşte felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeşm olan dehasının yanlış gördüğü hakikatları; iki cihana bakan, gayb-âşina parlak iki gözü ile iki âleme nazar eden, beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüda-yı Kur'anî der ki:

"Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki, herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîm'dir. O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namiyle çalış ve hesabiyle amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızk olarak gönderiyor ve senin takatın yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi, neticesi; o Mâlik'in Esmâsına ve şuûnatına bir mazhariyettir. Sana bir musîbet geldiği vakit, de:

اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

(Bakara 2/156)

Yâni: Ben malikimin hizmetindeyim. Ey musîbet! Eğer onun izin ve rızasiyle geldin ise, merhaba, safa geldin! Çünki: Elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzad edecektir. Haydi ey musîbet! O terhis ve o âzad etmek, senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa; benim takatim yettikçe, emîn olmıyana Mâlikimin emanetini teslim etmem!" der.

İşte binden bir nümune olarak, deha-yı felsefînin ve hüda-yı Kur'anînin verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet iki tarafın hakikat-ı hali sâbıkan beyan edilen tarz ile gidiyor. Fakat hidâyet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir. Gafletin mertebeleri muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikatı tamamiyle hissedemez. Çünki gaflet, hissi ibtal ediyor.

Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezâyüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatiyle o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabîiyyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körük örüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!


Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefîhane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, Siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz!.. Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır!..

هَدَينَا اللّهُ وَ اِيَّاكُمْ اِلَى الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ

****


Âyâ: (Şüphe ve tereddüt bildiren edât; hayret ve taaccüb, soru ile beraber ümid ifâde eder) Acabâ. Âyâ, nasıl oluyor. Hayret, sen bu işi nasıl olur da yaparsın?.. der gibi
Cidal: Sözle mücadele. Ateşli konuşma. Niza. * Muharebe. Cenk. Kavga.
Dessas: Çok aldatıcı, çok desiseci.
Emrâz-ı kalbiye : Kalp hastalıkları
Hodfürûş: f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
Matlub: İstek, istenilen şey. * Alacak. Ödünç verilmiş.
Medâr: Sebeb, vesile. * Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. * Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş
etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)
Mehâsin : İyilikler. İyi ahlâklar.
Mevhum: Aslı olmayıp evham mahsulü olan. Vehim.
Mey'us:Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik
Muhavere: Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar.
Müferrah: Ferahlanmış. Sıkıntıdan, üzüntüden kurtulmuş.
Sadâ : Seda. Ses. Avaz. Savt. * Erkek baykuş. * Bir böcek adı. * Susuzluk. * Yankı.
Seyyiat : (Seyyie. C.) Kötülük, günahlar, suçlar.
Şakird: f. Talebe, çırak.
Şeamet: Uğursuzluk, kötülük, bedbahtlık.
Tahşidat: Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar. * Konuşarak fazla üzerinde durma.
Teavün: Yardımlaşmak.
Tevellüdat: (Tevellüd. C.) Belli bir zaman içinde doğum. Umumi doğumlar.
Tezâyüd: (Ziyadet. den) Ziyadeleşme, artma, çoğalma. * Söz ve sair şeyleri tekellüfle çoğaltma.
Vaveylâ:Çığlık, yaygara, feryat. * Eyvah, yazık gibi üzüntü ifadeleri.
Zî-hayat: Hayatlı, hayata sâhip, canlı.


لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِهِ لاَ يَسْتَجِيبُونَ لَهُم بِشَيْءٍ إِلاَّ كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ إِلَى الْمَاء لِيَبْلُغَ فَاهُ وَمَا هُوَ بِبَالِغِهِ وَمَا دُعَاء الْكَافِرِينَ إِلاَّ فِي ضَلاَلٍ

Resim---Lehu da’vetul hakk(hakkı), vellezîne yed’ûne min dûnihî lâ yestecîbûne lehum bi şey’in illâ kebâsitı keffeyhi ilel mâi li yebluga fâhu ve mâ huve bi bâligıh(bâligıhî), ve mâ duâul kâfirîne illâ fî dalâl(dalâlin) : Hak olan çağrı (dua, ibadet) yalnızca O'na (olan)dır. Onların Allah'tan başka çağırdıkları ise, onlara hiç bir şeyle cevab veremezler. (Onların durumu) yalnızca, ağzına gelsin diye, iki avucunu suya uzatan(ın boşuna beklemesi) gibidir. Oysa ona gelmez. İnkâr edenlerin duası, sapıklık içinde olmaktan başkası değildir. (Ra'd 13/14)

الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ

Resim---Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne) : Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman: «Biz Allah'a aidiz ve sonunda O'na döneceğiz.» derler. (Bakara 2/156)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Resim

Altıncı nota: Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i îmaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve îtikadını bozan bîçare insan! Bil ki: Kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluğunda değil. Çünki insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâb eder. İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki; hayvanatın kemmiyet ve aded itibariyle hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gâyet az iken, umum envâ-ı hayvanat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur. İşte muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakk'ın hayvanatından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imareti için halketmiştir. Mü'min ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkibetinde müstehak oldukları Cehennem'e teslim eder. İşte küffarın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-ı îmâniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünki nefiy sırriyle ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, birtek hükmündedir. Meselâ: Bütün İstanbul ahalisi, Ramazanın başında Ay'ı görmediğinden nefyetse, iki şahidin isbatiyle o cemm-i gafîrin nefiy ve ittifakı sukut eder. Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir, küffarın kesret ile ittifakı ehemmiyetsizdir. Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübûtu isbat olunan mesail-i îmaniyede şuhuda istinad eden iki mü'minin hükmü, hadsiz o ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe eder. Bu hakikatın sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddiddir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İsbat edicilerin dâvâları ittihad ediyor... birbirinden kuvvet alır. Çünki gökteki Hilâl-i Ramazanı görmiyen der ki: "Benim nazarımda Ay yoktur; benim yanımda görünmüyor." Başkası da, "Nazarımda yoktur." der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında "yoktur" der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur; birbirine kuvvet veremez. Fakat isbat edenler demiyor ki: "Benim nazarımda ve gözümde Hilâl var." Belki "Nefs-ül emirde, göğün yüzünde Hilâl vardır, görünür" der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve "nefs-ül emirde vardır" der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefs-ül emre hükmedemiyorlar. Çünki nefs-ül emirde nefiy isbat edilmez. Çünki ihata lâzımdır. وَ الْعَدَمُ الْمُطْلَقُ لاَ يُثْبِتُ اِلاَّ بِمُشْكِلاتٍ عَظِيمَةٍ bir kaide-i usuldür. Evet birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy isbat edilsin.
İşte bu sırra binaen; ehl-i küfrün bir hakikatı nefyetmesi ise, bir mes'eleyi halletmek veyahud dar bir delikten geçmek veyahud bir hendekten atlamak misalindedir ki; bin de, bir de, birdir. Çünki birbirine yardımcı olamaz. Fakat isbat edenler nefs-ül emirde hakikat-ı hâle baktıkları için, müddeaları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyade kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.


****

İhtirasat: (İhtiras. C.) Şiddetli arzu ve istekler. İhtiraslar.
İnkılâb: Başka tarza değişme. Bir hâlden diğer hâle geçme. Başka türlü olma. * Altüst olma.
Kemmiyet: (Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş.
Mesail-i îmaniye: İmanî mes'eleler.
Müteaddid: Türlü türlü, çeşitli. Bir çok. Birden fazla.
Vâhid-i kıyasî: Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Resim

Yedinci nota: Ey müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebr ile sevkeden bedbaht hamiyet-füruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle ahmakane körükörüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kâtil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünki mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usulde "Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya Musâlâha etse, hakk-ı hayatı var" diye Usûl-i Şeriatın bir düsturudur. Hem Mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık merdud-üş şehadettir, çünki haindir.
Ey bedbaht fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve
"Ekseriyetin efkârı benimle beraberdir" deme! Çünki fâsık adam, fıskı istiyerek ve bizzat taleb edip girmemiş; belki içine düşmüş çıkamıyor. Hiçbir fâsık yoktur ki, sâlih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İllâ ki, El'iyâzübillâh irtidat ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.
Ey divane baş ve bozuk kalb!
Zanneder misin ki, "Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahud düşünmüyorlar ki, fakr-ı hâle düşmüşler... ve îkaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar." Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hâle düşüyorlar. Çünki mü'minde hırs, sebeb-i hasârettir ve sefalettir. اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın sûrî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki bâkî olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye dâvet eden azdır. Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.

Âyâ zanneder misin; Bu milletin fakr-ı hâli, dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tenbellikten neş'et ediyor. Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hind'deki Mecusî ve Berâhime ve Afrika'daki zenciler gibi, Avrupa'nın tasallûtu altına giren milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zâlimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor. Sizin cebren böyle ehl-i îmanı mimsiz medeniyete sevketmekteki maksadınız, eğer memlekette âsâyiş ve emniyet ve kolayca idâre etmek ise, kat'iyyen biliniz ki; hata ediyorsunuz, yanlış yola sevkediyorsunuz. Çünki itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idâresi ve onlar içinde âsâyiş temini, binler ehl-i salâhatın idaresinden daha müşkildir. İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsayişler, bununla temin edilmez. Belki mesâîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin te'sisine ve teâvün düsturunun teshîline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.

****


El-iyâzübillah : Korunma Allah iledir; Allah’a sığınırım
Evâmir: Emirler, emredilenler, vazifeler. (Bak: Emr)
Hamiyet: Gayret. * Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma. * İstinkâf etmek. * Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman ve İslâmiyeti ve Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyyesini ve din ve mücahede kardeşlerini muhafaza ve müdafaa etmek gayreti.
Hamiyet-füruş : f Kendini beğenip hamiyetli olduğunu iddia eden. Hamiyetli olduğunu göstermeğe çalışan.
İrtdiad: Din değiştirmekle mürted olmak. İslâmiyetten çıkarak dinsiz olmak. * Geri dönmek. (Bak: Mürted)
Salâbet-i diniye: Dinini ve dinin emirlerini korumak ve tatbik etmekteki ciddiyet ve sağlamlık.
Semm-i kâtil: Öldrücü zehir.
Zimmî: Anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı hıfzedilen gayr-ı müslim. Ehl-i zimmet.(Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse hakk-ı hayatı var diye usul-ü şeriatın bir düsturudur. Hem Mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık, merdud-üş şehadettir, çünkü hâindir. L.)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Resim
Sekizinci nota: Ey sa'y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmiyen tenbel insan! Bil ki:
Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükâfatını, hizmet içinde dercetmiştir. Amelin ücretini, nefs-i amel içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudat hatta bir nokta-i nazarda câmidat dahi, evâmir-i tekviniye tabîr edilen hususî vazifelerinde, kemal-i şevk ile ve bir çeşit lezzet ile evâmir-i Rabbaniyeyi imtisal ederler. Arıdan, sinekten, tavuktan tut; tâ Şems ve Kamer'e kadar her şey kemal-i lezzetle vazifesine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkibeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.
Eğer desen:"Zîhayatta lezzet kabildir, cemâdatta nasıl şevk ve lezzet olabilir?
Elcevap: Cemâdat; kendi hesablarına değil, onlarda tecelli eden Esmâ-i İlâhiyye hesabına bir şeref, bir makam, bir kemal, bir güzellik, bir intizam isterler; arıyorlar. O vazife-i fıtriyelerinin imtisalinde, Nur-ul-Envâr'ın isimlerine birer ma'kes, birer âyine hükmüne geçtiğinden tenevvür eder, terakki eder. Meselâ: Nasılki bir katre su, bir zerrecik cam parçası zatında ziyasız, ehemmiyetsiz iken, sâfi kalbiyle Güneş'e yüzünü çevirse, o vakit o ehemmiyetsiz, ziyasız katre ve cam parçası, Güneş'in bir nevi arşı olup senin yüzüne de tebessüm eder. İşte bu misâl gibi, zerrat ve mevcudat, cemal-i mutlak ve kemal-i mutlak sahibi olan Zat-ı Zülcelâl'in isimlerine vazifeperverlik cihetinde âyine olmalariyle, o katre ve zerrecik şişe gibi gâyet aşağı bir dereceden gâyet yüksek bir derece-i zuhura ve tenevvüre çıkıyorlar. Madem vazife cihetinde gâyet nuranî ve yüksek bir makam alıyorlar; lezzet mümkün ve kabil ise, yâni hayat-ı ammeden hissedar iseler, gâyet lezzet ile o vazifeleri görüyorlar, denilebilir.
Vazifede lezzet bulunduğuna en zâhir bir delil, sen kendi âza ve duygularının hizmetlerine bak. Herbiri beka-i şahsî ve beka-i nev'î için ettikleri hizmetlerinde ayrı ayrı lezzetleri var. Nefs-i hizmet, onlara bir telezzüz hükmüne geçiyor. Hatta hizmeti terketmek, o uzvun bir nevi azabıdır.
Hem en zâhir bir delil dahi, horoz veya yavrulu tavuk gibi hayvanatın vazifelerinde gösterdikleri fedakârane ve merdâne vaziyetleridir ki, horoz aç olduğu halde tavukları nefsine tercih edip bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihar ve telezzüz ile o vazifeyi gördüğü, görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır.
Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hatırı için ruhunu feda eder. İte atılır. Kendini aç bırakıp onları doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki; açlık acısına ve ölmek elemine tereccüh eder, ziyade gelir. Hayvanî valideler, yavrularını, küçük iken vazifeleri bulunduğundan lezzetle himayeye çalışır. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden taneyi alır. Yalnız, insan nev'indeki validelerin vazifeleri bir derece devam eder.
Çünki: İnsanlarda, zaaf ve acz itibariyle daima bir nevi çocukluk var, Her vakit de şefkate muhtaçtır. İşte umum hayvanatın (horoz gibi) çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki; bunlar kendi hesabına ve kendileri namına, kendi kemalleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünki hayatını, vazifede lâzım gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onları o vazife ile tavzif eden ve o vazife içinde Rahmetiyle bir lezzet derceden Mün'im-i Kerîm'in hesabına ve Fâtır-ı Zülcelâl'in namına görüyorlar.
Hem nefs-i hizmette ücret bulunduğuna bir delil de şudur ki: Nebatat ve eşcar, bir şevk ve lezzeti ihsas eden bir tavır ile Fâtır-ı Zülcelâl'in emirlerini imtisal ediyorlar. Çünki: Dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celbedecek zînetlerle süslenmeleri ve sünbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleri, ehl-i dikkate gösterir ki: Onların, emr-i İlâhînin imtisalinden öyle bir lezzetleri var ki; nefsini mahvedip çürütüyor.
Bak: Başında çok süt konserveleri taşıyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, Rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir; kendi bir çamur yer. Nar ağacı sâfi bir şarabı, hazine-i Rahmetten alıp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.
Hatta hububatta dahi sünbüllenmek vazifesinde zâhir bir iştiyak görünür. Nasılki dar bir yerde hapsedilen bir zat, bir bostana, geniş bir yere çıkmayı müştakane ister. Öyle de: Hububatta, sünbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iştiyak görünüyor. İşte
"Sünnetullah" tabîr edilen. Kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki: İşsiz, tenbel, istirahatla yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle sa'yeden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünki daima işsizler ömründen şikâyet eder; eğlence ile çabuk geçmesini ister. Sa'yeden ve çalışan ise; şâkirdir, hamdeder. Ömrün geçmesini istemez. اَلْمُسْتَرِيحُ الْعَاطِلُ شَاكٍ مِنْ عُمْرِهِ وَ السَّاعِىُ الْعَامِلُ شَاكِرٌ küllî düsturdur. Hem o sır iledir ki: "Rahat, zahmette; zahmet, rahattadır" cümlesi darb-ı mesel olmuştur. Evet cemâdata dikkatle nazar edilse: Bilkuvve yalnız istidad ve kabiliyet cihetinde nâkıs kalıp inkişaf etmiyenlerin, gâyet bir içtihad ve sa'y ile inbisat edip bilkuvveden bilfiil suretine geçmesinde, mezkûr sünnet-i İlahiyye düsturiyle bir tavır görünüyor. Ve o tavır işaret eder ki: O vazife-i fıtriyede bir şevk ve o mes'elede bir lezzet vardır. Eğer o câmidin umumî hayattan hissesi varsa, şevk kendisinin olur; yoksa, o câmidi temsil eden, nezaret eden şey'e aittir. Hatta bu sırra binaen denilebilir: Lâtif, nazik su incimad emrini aldığı vakit, öyle şiddetli bir şevk ile o emre imtisal eder ki, demiri şak eder: parçalar.

Demek bürûdet ve taht-es sıfır soğuğun lisaniyle ağzı kapalı demir kaptaki suya "genişlen!" emr-i Rabbanîsini tebliğinde, şiddet-i şevk ile kabını parçalar, demiri bozar, kendisi buz olur. Ve hâkeza.. Herşeyi buna kıyas et ki, Güneşlerin deveranından ve seyr ü seyahatlarından tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa'y ü hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor. Ve dest-i kudret-i İlâhîden sudûr eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder. Hatta herbir zerre, herbir mevcud, herbir zîhayat, bir nefer askere benzer ki; orduda muhtelif dâirelerde, o neferin ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi; herbir zerre, herbir zîhayatın dahi öyledir. Meselâ: Senin gözünde bir zerre, gözün hüceyresinde ve gözde ve a'sâb-ı vechiyede ve bedenin şerâyin tabîr edilen damarlarında, birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faidesi vardır. Ve hâkeza herşeyi ona kıyas et. Buna binaen herbir şey, bir Kadîr-i Ezelî'nin vücûb-u vücûduna iki cihetle şehadet eder:
Biri: Tâkatının binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisaniyle o Kadîr'in vücuduna şehadet eder.
İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve müvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle, o Alîm-i Kadîr'e şehadet eder.
Çünki: Zerre gibi bir câmid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübin'in mühim ve ince mes'eleleri olan nizam ve mîzanı bilmez. Câmid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semavat tabakalarını bir defter sahifesi gibi açıp, kapayıp toplayan Zat-ı Zülcelâl'in elindeki Kitab-ı Mübîn'in mühim ince mes'elelerini okumak nerede? Eğer sen dîvanelik edip; zerrede, o kitabın ince hurufatını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen; o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin. Evet Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübîn'in düsturlarını gâyet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin'in düsturlarını bilmiyerek imtisal eder. Meselâ: Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmıyarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsiyle vurur; âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahlûka bu san'atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san'atını kim öğretmiş? Ve nerede öğrenmiş? Ben, yâni bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım; bu san'atı, bu kerr u fer harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.
İşte ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. Hatta nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin. Evet
Cevvad-ı Mutlak (Celle Celaluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midadiyle ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş. Onunla evâmir-i tekviniyenin proğramını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelâl'e; nasıl Kitab-ı Mübîn'in düsturlarından arı vazifesine ait mikdarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, proğramını okur: emri anlar, hareket eder. وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ âyetinin sırrını izhar eder. İşte eğer bu Sekizinci nota'yı tamam işittin ve tam anladınsa, bir hads-i îmanî ile وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ nin bir sırrını, وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatını, اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nun bir nüktesini anlarsın.

*****

وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَ
Resim---Ve evhâ rabbuke ilen nahli enittehızî minel cibâli buyûten ve mineş şeceri ve mimmâ ya’rişûn(ya’rişûne) : Rabbın bal arısına da şöyle vahyetti: dağlardan ve ağaçlardan ve kuracakları köşklerden göz göz evler edin (Nahl 16/68)

*****



Bürudet:Soğukluk. Soğuk olmak. Hararetsizlik. * Mc: Münasebetteki soğukluk. Münaferet. Muhasama.
Evâmir-i Tekviniye: Tekvine âit emirler.(Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümuv der: "Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim", doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım", Biiznillâh olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad ile der: "Fazla yer tutacağım", metin demir onu yalan çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.) (Bak: Emr-i tekvinî)
İmtisal: Nümune kabul etme. * Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme. * Mesel ve kıssa söyleme. * Bir şeyin suretine girme. * Muvafakat ve mutabakat etme. * Katili kısas etme. (Bak: Dimağ)
İncimad: Donma. Buzlanma. Sertleşme.
Tenevvür: Parlama, ışıldama. * Bir şey hakkında bilgi sahibi olma. * Münir ve münevver olmak. Aydın olmak. Nurlanmak.
Tevehhüm: Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek.
Zî-hayat: Hayatlı, hayata sâhip, canlı. (Bak: Hayat)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »



Resim


Dokuzuncu nota: Bil ki: Nev-i beşerde Nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, Nübüvvet içindedir ve Nebîler elindedir. Dalâlet, şerr ve hasâret; onun muhalifindedir.
Mehâsin-i ubûdiyetin binlerinden yalnız buna bak ki: Nebi Aleyhisselâm, ubûdiyet cihetiyle Muvahhidînin kalblerini îd ve cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cemediyor. Öyle bir surette ki: Şu insan, Mâbud-u Ezelî'nin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirler ile mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mâbud-u Ezelî'nin Ulûhiyetine karşı bir ubûdiyet gösteriyor ki; güya Küre-i Arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktariyle namaz kılıyor ve etrafiyle semavatın fevkinde izzet ve azametle nazil olan َاَقِيمُوا الصَّلوَةَ emrini, Küre-i Arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihad ile, Kâinat içinde bir zerre gibi zaîf, küçük bir mahlûk olan şu insan, ubûdiyetin azameti cihetiyle Hâlik-ı Arz ve Semavat'ın mahbub bir abdi ve Arz'ın halifesi, sultanı ve hayvanatın reisi ve hilkat-ı Kâinatın neticesi ve gayesi oluyor. Evet eğer namazların arkasında hususan bayram namazlarında bir anda Allahu Ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse, Küre-i Arz tamamiyle büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediği Allahu Ekber'e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile bir anda Allahu Ekber demeleri, Küre-i Arz'ın büyük bir Allahu Ekber'i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram namazlarında Âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve etrafiyle Allahu Ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme'nin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağziyle, Cebel-i Arefe diliyle Allahu Ekber diyerek, o tek kelime etraf-ı Arz'daki umum mü'minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahu Ekber kelimesinin aks-i sadasiyle hadsiz Allahu Ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sada veriyor. İşte bu Arz'ı böyle kendine sâcid ve âbid; ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelâl'e, yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki; bize bu nevi ubûdiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ına ümmet eylemiş.


**********

Bilbedahe: Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.(...Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelal'i bütün güzel masnuatiyle kendini zişuur olanlara tanıttırması ve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi bizzarure onun mukabilinde, zişuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasiyle bildirmesini istemesine mukabil; en âlâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren yine bilbedahe O Zât'tır. M.)

Mahasin: (Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar. * İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri. * Güzel tavırlar. * İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal.(İşte şu kâinat hadsiz mehasin-i maddiyesiyle bir ma'nevî ve ilmî mehasinin tereşşuhâtıdır. Ve o ilmî ve ma'nevî mehasin ve kemalât, elbette hadsiz bir sermedî hüsn ü cemalin ve kemalin cilveleridir. S.)

Ubûdiyet: Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.(İnsanlar kendileri için değil, Allah'a ubudiyet için yaratılmışlardır.)(Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-i İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi, emr-i İlâhî ve neticesi rıza-i Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler, o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, mesela yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i o faidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o halis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip, evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkar da eder. L.) (Bak: Rububiyet)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Resim

Onuncu nota: Bil ey gâfil, müşevveş Said! Cenab-ı Hakk'ın nur-u mârifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahidlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesâmatiyle temaşa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkid parmaklariyle yoklama ve tereddüd eliyle tenkid etme! Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma; belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünki ben müşahede ettim ki: Mârifetullahın şahidleri, bürhanları üç çeşittir.
Bir kısmı:
Su gibidir; görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkid parmaklariyle tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.
İkinci kısım: Hava gibidir; hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o Rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut, tenkid elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüd eliyle baksan, tenkid ile el atsan, o yürür gider; senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.
Üçüncü kısım ise: Nur gibidir; görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise kalbinin gözüyle, ruhunun nazariyle kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir. Çünki nur; el ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz, belki o nur ancak basiret nuriyle avlanır. Eğer harîs ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünki öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda da giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.


*******

Basiret:Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat. * İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet. * Bir evin iki tarafının arası. * Yer üstündeki kan. (Bak: Süveydâ-i kalb)
Berahin: (Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar.
Esbab : (Sebeb. C.) Sebebler. Bir şeye vâsıta olanlar. Sebeb olanlar.
İktiza: Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama.
İttihaz: Edinmek. Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek.
Mesâmet: Duracak yer.
Mukabil :Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.
Müşahede: Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.
Müteveccih : Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan. * Birisine karşı iyi düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak. * Pir-i fâni olmak.
Nesim:Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr.
Tecerrüd : Soyunma, çıplak olma. * Evli olmama. * Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma. * İman ve İslâmiyete mücahidane ve fedakârane bir tarzda hizmetle iştigal etme. * Herşeyden boş olma. (Bak: Mücahede)
Tecessüs: Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak. * İç yüzünü araştırmak. * İç yüzünü araştırma merakı.
Tenkid : Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkiddir. Tenkid edenin, tenkid edeceği mesele hakkında bilgili olması gerekir. Tenkide his, ihtiras, menfaat, peşin hüküm araya girmemeli, tenkid konusunda Hz. Ali'nin (R.A.) şu sözünü unutmamalıdır: "Sen hakikatı insanla bilemezsin, önce hakikatı tanı, sonra ehlini de tanırsın." (Bak: Gıybet)
Tereddüd: Kararsızlık. Bir mes'ele hakkında karar veremiyerek şüphede kalmak.
Tevcih :Döndürmek, yöneltmek. * Tefsir etmek. * Birisini bir tarafa göndermek. * Rütbe vermek. * Bir kimseye söz atmak. * Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.
Teveccüh: Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Onbirinci nota: Bil ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünki muhatabların ekserisi, cumhûr-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden, onların besâtet-i efkârını okşamak için tekrar ile, semavat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor. O büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. Meselâ: Semavat ve arzın hilkati ve semadan yağmurun yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedahe okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O hurûf-u kebîre içinde küçük harflerle yazılan ince âyâta nazarı nâdiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler. Hem üslûb-u Kur'anîde öyle bir cezâlet ve selâset ve fıtrîlik var ki: Güya Kur'an bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur'an, kâinat kitabının kıraatıdır ve nizamatının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuûnatını okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezalet-i beyâniyeyi görmek istersen, hüşyar ve müdakkik bir kalb ile, Sure-i Amme ve قُلِ اللّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ âyetleri gibi fermanları dinle!..

Resim

Âyât: (Âyet. C.) Âyetler. * Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve kudreti hakkında görülen âşikâr deliller, bürhanlar. * Menziller. Mekânlar.
Besâtet: Basitlik. Düzgünlük. Sadelik. Düzlük. * Dilde düzgünlük.
Bilbedahe: Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.(...Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelal'i bütün güzel masnuatiyle kendini zişuur olanlara tanıttırması ve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi bizzarure onun mukabilinde, zişuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasiyle bildirmesini istemesine mukabil; en âlâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren yine bilbedahe O Zât'tır. M.)
Cezâlet: Rekâketsiz ifade. * Güzellik. * Müdebbirlik, akıllılık. * Azim, büyük. * Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. Elfâz-ı cezle: Söylenişte tatlılığı bulunan veya heybet, ululuk, çarpışma, korkutma, yıldırma ifâde etmeğe uygun kelimeler olarak ayrılır. Celâdet, sadme, kazanfer, çekâçek, dırahşân gibi.. Bu çeşit kelimelerle, söylenen ve yazılan ifâdelerde cezâlet var, denir. (Edb. S.)
Efkar: Pek fakir, çok fakir.
Hilkat: Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış.
Selaset: Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Resim

Onikinci nota: Ey bu Notaları dinliyen dostlarım! Biliniz ki; ben hilâf-ı âdet olarak, gizlemesi lâzım gelen Rabbime karşı kalbimin tazarru' ve niyaz ve münacatını bazen yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü Rahmet-i İlahiyyeden rica etmektir. Evet kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lisanımın tevbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabın lisanı daha ziyade o işe yarar. İşte onüç sene (Haşiye) evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said'in gülmeleri, Yeni Said'in ağlamalarına inkılâb edeceği hengâmda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meali şudur ki:

Ey Rabb-ı Rahîmim ve ey Hâlik-ı Kerimim! Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zâyi olup gitti... Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gâyet sür'atle, sağa ve sola inhiraf etmiyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı fâniden, firak-ı ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat'î bir yakîn ile anladım ki; hâliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Ey Rabb-ı Rahîmim ve ey Hâlik-ı Kerîmim! كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı Rahmetinde, cenazemin lisan-ı hâliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar! İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı Rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden hâlas eyle! İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyî'ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü Rahmetini intizar ediyorum... Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce' ve mence' yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-amân, el-amân! Yâ Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir. İlâhî! Senin Rahmetin melceimdir ve Rahmeten-lil-Âlemîn olan Habib'in, senin Rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum. Ey Hâlik-ı Kerîmim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin hem âsî, hem âciz, hem gâfil, hem câhil, hem alîl, hem zelil, hem müsi', hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin Rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını itiraf ediyor.. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtelâ olmuş. Sana tazarru' ve niyaz eder. Eğer kemal-i Rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip Rahmet etsen; zaten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mâbud yoktur ki, ona iltica edilsin!.."


Lâ ilahe illa ente, vahdeke la şerike leke, *
âhir-ül’kelami fiddünya ve evvel-ül kelami fil-ahireti ve fil-kabri eşhedü en lâ ilâhe illallahü ve eşhedü enne Muhammed'en Resulullahi sallallahü Teala aleyhi ve sellem.”**

Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Onüçüncü nota:

Resim

Medâr-ı iltibas olmuş olan beş mes'eledir.

Birincisi: Tarîk-ı Hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edeb-üd Din Ve-d Dünya Risalesi'nde vardır ki:
Bir zaman şeytan, Hazret-i Îsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiş ki: "Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin." Hazret-i Îsa Aleyhisselâm demiş ki: اِنَّ لِلّهَ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَ لَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ yâni: "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin? diye tecrübevâri bir surette Cenab-ı Hakk'ın Rubûbiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edebdir; ubûdiyete münafîdir."
Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki:
Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlup eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmiye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasiyle, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.
Evet insanın elindeki cüz-i ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenab-ı Hakk'a âit netaici düşünmemek gerektir. Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor... Şevkleri bir derece sönüyor.
Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünki اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı.
Öyle ise; işte ey kardeşlerim! Siz de, size âit olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlikınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız!...

İkinci Mes'ele: Ubûdiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubûdiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi, rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gâiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartiyle, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubûdiyete münafî olmaz. Belki zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubûdiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubûdiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşen-ül Kebîr'i, o faidelerin bazılarını maksûd-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki: O faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmiyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubûdiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradı okumak için zaîf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, Aktabdan ve Selef-i Sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hatta inkâr da eder.
Üçüncü Mes'ele: طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ Yâni: "Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez." Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar Güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre Güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre "Güneş'in bir aksi bende vardır" der. Fakat "Ben de deniz gibi bir âyineyim" diyemez. Öyle de: Esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamat-ı Evliyada öyle meratib var. Esmâ-i İlâhiyyenin herbirisinin bir güneş gibi kalbden Arş'a kadar cilveleri var. Kalb de bir Arş'tır, fakat "Ben de Arş gibiyim" diyemez. İşte ubûdiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Ulûhiyete karşı secde etmeye bedel, naz ve fahr suretinde gidenler; zerrecik kalbini Arş'a müsavi tutar. Katre gibi makamını, deniz gibi Evliyanın makamatiyla iltibas eder. Kendini o büyük makamata yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, mânâsız hodfüruşluğa ve birçok müşkilâta düşer.
Elhasıl: Hadîste vardır ki:
هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلَى خَطَرٍ عَظِيمٍ.
Yâni: Medâr-ı necat ve halâs, yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlâsı kazandıran harekâtındaki sebebi, sırf bir emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı İlâhî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye karışmamalı. Herşeyde bir ihlâs var. Hatta muhabbetin de ihlâs ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccüh eder. İşte bir zat bu ihlâslı muhabbeti böyle tabîr etmiş.
وَ مَا اَنَا بِالْبَاغِى عَلَى الْحُبِّ رِشْوَةً ضَعِيفٌ هَوًى يُبْغَى عَلَيْهِ ثَوَابٌ
yâni: "Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünki mukabilinde bir mükâfat, bir sevab istenilen muhabbet zaîftir, devamsızdır." Hatta hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde dercedilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam mânâsiyle validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler o sırr-ı şefkat ile, evlâdlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve taleb etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için -Hüsrev'in müşahedesiyle- kafasını ite kaptırır.

Dördüncü Mes'ele: Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi değilse -meselâ hayvan ve ağaç gibi- doğrudan doğruya Cenab-ı Hak hesabına verir. Madem o, lisan-ı hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillâh demeli, sonra ondan al, yoksa alma. Çünki وَلاَ تَاْكُلُوا ِممَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ Âyetinin mânâ-yı sarîhinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: "Mün'im-i Hakikî'yi hatıra getirmiyen ve onun namiyle verilmeyen nimeti yemeyiniz!" demektir. O halde hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor fakat sen de almıya muhtaç isen; sen Bismillâh de, onun başı üstünde Rahmet-i İlâhiyyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yâni nimetten in'ama bak, in'amdan Mün'im-i Hakikî'yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet onun eliyle size gönderildi.

Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, "iktiran" tabîr edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin madum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki: O şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnetdarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şerâitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmıyan adam, o bahçenin kurumasına ve o nîmetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlatanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbab-perestlerin ne kadar hata ettiklerini bil!
Evet iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış. İllet, Rahmet-i İlâhiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimetin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şeraitin bir şartı olabilir. Meselâ: Risale-i Nur'un şakirdleri içinde Cenab-ı Hakk'ın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Re'fet gibi), iktiranı illetle iltibas etmişler; Üstadına fazla minnetdarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak onlara ders-i Kur'anîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.
Onlar derler ki: "Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illettir." Ben de derim: "Ey kardeşlerim! Cenab-ı Hakk'ın bana da sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti de Rahmet-i İlâhiyyedir. Ben de sizin gibi iktiranı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirdlerine çok minnetdarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçare nasıl hizmet edecekti? Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasiyle olan kudsi nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnetdarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz."
Bu dördüncü mes'elede, gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu anlaşılır.
Beşinci Mes'ele:Nasılki bir cemaatın malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaata ait vakıfları bir adam zabtetse zulmeder. Öyle de: Cemaatın sa'yleriyle hasıl olan bir neticeyi veya cemaatın haseneleriyle terettüb eden bir şerefi, bir fazileti, o cemaatın reisine veya üstadına vermek; hem cemaata, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünki enaniyeti okşar, gurura sevkeder. Kendini kapıcı iken, padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir nevi şirk-i hafîye yol açar. Evet bir kal'ayı fetheden bir taburun ganîmetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma'kes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ: Hararet ve ziya, sana bir âyine vasıtasiyle gelir. Senden Güneş'e karşı minnetdar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, Güneş'i unutup, ona minnetdar olmak, divâneliktir. Evet âyine muhafaza edilmeli, çünki mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ı Hak'tan gelen feyze ma'kes olur, mürîdine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hatta bazı olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki mürîdinin safvet-i ihlâsiyle ve kuvvet-i irtibatiyle ve ona hasr-ı nazar ile o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir'at-ı ruhundan gelmiş görüyor. Nasılki bazı adam, manyetizma vasıtasiyle bir cama dikkat ede ede âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır. O âyinede çok garâibi müşahede eder. Halbuki âyinede değil, belki âyineye olan dikkat-i nazar vasıtasiyle âyinenin haricinde hayaline bir pencere açılmış görüyor. Onun içindir ki, bazen nâkıs bir şeyhin hâlis mürîdi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir ve döner şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.


*****

Fevâid: (Fayda. C.) Faydalar. Faydalı şeyler.
Halas: Kurtulma, kurtuluş. Selâmete ermek
İktiran:Ulaşmak. Mukarin olmak. Yaklaşmak. Yetişmek. * İki şeyin bir arada gelmesi. İki nimetin aynı anda bulunması gibi... (İktiran tâbirinden anlaşılan: Bir şeyin zahirî sebebiyle o şeyin beraber görünmesidir. Meselâ bir bahçeye su vermek zahirî sebebi ile nebatların büyümesi; veya bir mürşidin irşadiyle hidayete ermenin bir zaman içinde beraber bulunmaları ki, hem zahirî sebeplerin, hem de neticelerin hakiki sahibi ve müessiri ancak Cenab-ı Hak'tır.)(Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, "iktiran" tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki: O şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şerâitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cedvelin deliğini açmıyan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka yüzer şeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakiki olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir: İşte bu mağlatanın ne kadar hatâsı zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hatâ ettiklerini bil! L.)
İltibas: Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık. Karışıklık. * Tereddüt. Şüphe.
Medâr: Sebeb, vesile. * Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. * Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. (Dünya, güneş etrafında seyrederken medar-ı senevîsi bir dâireyi andırır.)
Mukarin:Yakın olan. Bitişen. Ulaşan. Ulaşmış olan.
Münafî: Zıt, uymaz, aksi, aykırı. Mugayir ve muhalif olan.
Müreccah: (Rüchân. dan) Daha ileride kabul edilen, üstün tutulan, tercih edilen.
Müreccih: Tercih eden, üstün tutan, bir şeyi daha iyi ve mühim gören. * Tercih ettiren sebep. * Meyilli ve sakil, ağır şey.
Müşevvik: İsteğini arttıran. Gayrete getiren, şevk veren, teşvik eden.
Necat: Kurtuluş, selâmet. * Hırs ve hased. * Yüksek mekân. * Ağaç budağı. * Mantar.
Perestiş:f. Pek çok sevmek. Bendelik etmek. İbâdet etmek
Semerât: (Semere. C.) Meyveler, faydalar. Kârlar. Menfaatler.
Tereccuh: Üstün olmak. Bir tarafa meyletme.
Tevehhüm: Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek.


*****

وَلاَ تَأْكُلُواْ مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَإِنَّهُ لَفِسْقٌ وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ إِلَى أَوْلِيَآئِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ إِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ

Resim---Ve lâ te’kulû mimmâ lem yuzkerismullâhî aleyhi ve innehu le fısk(fıskun), ve inneş şeyâtîne le yûhûne ilâ evliyâihim li yucâdilûkum ve in eta’tumûhum innekum le muşrikûn(muşrikûne) : Üzerinde Allah'ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu fısk'tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşriklersiniz. (En'âm 6/121)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Resim

Ondördüncü nota: Tevhide dair dört küçük işarettir.

Birinci İşaret: Ey herşeyi sebeplere bağlayan insan! Diyelim ki garib cevherlerle donatılmış hayret verici bir saray yapıldığını gördün. Onun binasında sarfedilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin'de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı Sibirya'dan başka yerde bulunmuyor. Bina yapılırken aynı gün içinde doğudan ve batıdan, kuzayden ve güneyden o cevherli taşların kolaylıkla getirilip işlendiğini görsen; hiç şübhen kalır mı ki, o kasrı yapan usta, bütün Küre-i Arz'a hükmeden bir hâkim-i mu'cizekârdır.
İşte herbir canlı öyle ilahi bir saraydır. Hususan insan, o sarayların en güzeli ve o sarayların en acîbidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherlerinin bir kısmı ruhlar âleminden, bir kısmı misal âleminden ve Levh-i Mahfuz'dan, ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, maddi âlemden gelir. Hem insanın ihtiyaçları ebediyete uzanmış, emelleri göklere ve yeryüzünün her yerine yayılmış; bağları, alâkaları dünya ve âhirete dağılmıştır. O hayret verici garib bir saraydır.
İşte ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o zat olabilir ki: Dünya ve âhiret birer menzil, arz ve sema birer sahife, ezel ve ebed dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir zat olabilir. Öyle ise insanın mâbudu, sığınağı ve kurtarıcısı ancak öyle bir Zât olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ahiretin dizginlerine mâliktir.


İkinci İşaret: Bazı ahmaklar var ki, güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. İçindeki güneş kaybolmasın diye şiddetli bir hisle aynayı muhafaza etmeye çalışır. O ahmak ne vakit güneşin, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle yok olmadığını fark ederse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, devamlılığı ona bağlı değildir.. Belki aynayı o hale getiren ve parlamasına, aydınlanmasına yardım eden güneştir. Güneş ona değil, aynanın hayat veren parlayışının devamı güneşin cilvesine bağlıdır.
Ey insan! Senin kalbin, özün ve mahiyetin bir aynadır. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şiddetli bekâ aşkı o ayna için, kalbin ve mahiyetin için değildir. Belki o aynada, aynanın kabiliyetine göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl'e karşıdır ki,ahmaklığın sebebiyle o aşkın yüzü başka yere dönmüştür. Madem öyledir. "Ya Bâki Ente-l Bâki" de. Yâni Madem sen varsın ve bâkisin; fânilik ve yokluk bize ne isterse yapsın, ehemmiyeti yok!..


Üçüncü İşaret: Ey insan! Fâtır-ı Hakîm'in senin mahiyetine koyduğu en garib bir hâlet şudur ki: Bazen dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi "of, of" deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hâtıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemiyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.
Cenab-ı Hak senin mahiyetine öyle mânevî donanım ve lâtifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, koca taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yâni gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hatta bazen söner ve ölür. Madem öyledir; sakın, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlariyle beraber içine girip garkoluyor. İşlediğin amellerin çoğu ve ömrünün büyük kısmının sayfaları hardal tanesi kadar küçük hafızana sığıyor.Aynen bunun gibi, çok basit ve küçük şeyler var ki, öyle büyük şeyleri bir yönüyle yutar, içine alır.


Dördüncü İşaret: Ey dünya perest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o kabir gibi dar menzilin duvarları camdan olduğu için birbiri içinde aksedip göz alabildiğine genişler. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, aslında var olmadıkları halde iç içe aksedip gayet kısa ve dar olan içinde bulunduğun zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır, var olmayan bir dünyayı mevcut sanırsın.Nasıl bir çizgi süratli hareket ederse bir yüzey gibi geniş görünür, oysa aslında ince bir çizgidir.Aynen öyle de senin dünyan hakikatte dardır, fakat gafletinle, vehm ve hayallerinle duvarları çok genişlemiştir. O dar dünyada, bir musîbetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki: O geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha geçit vermezdir. Senin zamanın ve ömrün, şimşekten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.
Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Var zannettiğin o sözde geniş dünyadan daha geniş bir hayat dairesi, bir nur âlemi bulursun.İşte o âlemin anahtarı, Marifetullah ve Vahdaniyet sırlarını ifade eden
"Lâ İlâhe İllâllah" mukaddes kelimesini kalbe söyletmek ve ruha işletmektir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 17. Lem'a ~ Onbeş Nota ~

Mesaj gönderen Gul »

Resim

Onbeşinci nota: Üç mes'eledir.

Birinci Mes'ele: İsm-i Hafîz'in kusursuz tecellisine işaret eden فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ âyetidir. Kur'an-ı Hakîm'in bu hakikatına delil istersen, Kitab-ı Mübin cetveli üstünde yazılan şu Kâinat kitabının sahifelerine bak, ism-i Hafîz'in büyük tecellisini ve bu Âyet-i Kerîmenin büyük bir hakikatinin benzerini pek çok yönden görebilirsin. Mesela, ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve karanlık ve basit ve câmid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra mîzansız ve eşyayı farketmiyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula. Sonra her sene görülen haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak! Gök gürültüsü ile vazifeli meleğin baharda İsrâfil misali Sûr'a üfler gibi yağmura bağırması, yer altına gömülen çekirdeklere ruh üfleyip müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz'in tecellisi altında tam bir itaat ile hatasız olarak Fâtır-ı Hakîm'den gelen yaratılış kanunalrına uyuyorlar. O kanunlara öyle uygun hareket ediyorlar ki: Onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünki görüyorsun ki; o birbirine benziyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor. Meselâ bu tohumcuk, bir incir ağacı oldu. Fâtır-ı Hakîm'in nimetlerini başlarımız üstünde serpmeye başlıyor. Serpiyor, dallarının elleri ile bizlere uzatıyor. İşte bu, ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındaki çiçek ile, hercâî menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi ve sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebatî hayat mertebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hâkeza.. kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir hata, kusur yok. فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ sırrını gösterir. Herbir tohum, ism-i Hafîz'in cilvesiyle ve ihsaniyle kendisine cinsinin ve aslının malından verdiği irsiyeti; karıştırmadan, noksansız muhafaza edip gösteriyor. İşte bunlar şu son derece harika muhafazayı yapan Zat-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde hafîziyyetin büyük tecellisini göstereceğine kat'î bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, geçiçi, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, hatasız hafîziyyet cilvesi ebedi tesiri ve büyük kıymeti bulunan emanet-i kübra yükünü taşıyan ve yeryüzünü halifesi olan insanın fiillerinin, eserlerinin, sözlerinin, sevap ve günahlarının kusursuz bir dikkatle muhafaza edileceğine ve hesabının görüleceğine kesin bir delildir. Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!.. O, ebediyete gönderilecektir; ebedi saadet veya daima azap onu bekliyor. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya iltifat görecek veya tokat yiyecek. İşte hafîziyyetin bu büyük cilvesine ve zikredilen Âyetin hakikatına hadsiz ve hesapsız şahidler vardır. Bu mes'eledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

* * *


فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ
Resim---Fe men ya’mel miskâle zerretin hayren yereh(yerehu) :Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir.(Zilzâl 99/7)

وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
Resim---Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yereh(yerehu) :Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.(Zilzâl 99/8)

الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقًا مَّا تَرَى فِي خَلْقِ الرَّحْمَنِ مِن تَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِن فُطُورٍ
Resim---Ellezî halaka seb'a semâvâtin tibâkâ(tibâkan), mâ terâ fî halkır rahmâni min tefâvut(tefâvutin), ferciıl basara hel terâ min futûr(futûrin) : O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?(Mülk, 67/3)


قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Resim---Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm(hakîmu) :Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler. (Bakara 2/32)


Not : İkinci ve üçüncü Mesele'ler Yirmi dördüncü Lem'a olan Tesettür Risalesi'dir.
Resim
Cevapla

“►Said Nursi◄” sayfasına dön