İDRİS KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ KUDDUSİYYE

Muhiddin-i Arabî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
kamuran
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 183
Kayıt: 17 Eki 2008, 02:00

İDRİS KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ KUDDUSİYYE

Mesaj gönderen kamuran »

Resim


İDRİS KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ KUDDUSİYYE

ŞEYH MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ K.S



Yüceliğin [ulüvv] iki nisbeti vardır: mekân yüceliği [ulüvv-i mekân] ve mekânda-olmaklık yüceliği [ulüvv-i mekânet]... Mekân yüceliğine, Onu yüce mekâna yükselttik [Meryem Suresi, 19/57] sözüyle işaret edilmiştir ve mekânların en yücesi, üzerinde felekler aleminin bir değirmen gibi devr-i daim ettiği mekândır, yani Güneş Feleğidir ve İdrisin ruhani makamı işte buradadır.

Güneş Feleğinin altında yedi felek, üzerinde de yine yedi felek vardır ve kendisi onbeşincidir. Üzerindekiler şunlardır: Felek-i Ahmer, yani Merih (gezegeninin bulunduğu felek), Müşteri (Jüpiter) Feleği, Zühal (Satürn) Feleği, Menziller Feleği (Yıldızsız Felek, yani Felek-i Atlas), Burçlar Feleği, Kürsî Feleği ve Arş Feleği... Ve aşağısında olanlar da şunlardır: Zühre (Venüs) Feleği, Utarid (Merkür) Feleği, Ay Feleği, Esîr Feleği, Hava Küresi, Su Küresi ve Toprak Küresi... Ve Güneş Feleği, feleklerin kutbu olması itibarıyla en yüce mekândır.

Mekânda-olmaklık yüceliğine [ulüvv-i mekânet] gelince; bu, bizim için, yani Muhammedî olanlar içindir. Allahu Teala şöyle buyurdu: Sizler yüce olanlarsınız ve Allah (bu yücelikte) sizinle birliktedir.. [Muhammed Suresi, 47/35] Çünkü O, mekândan aşkın olsa da, mekânda-olmaklıktan [mekânet] değildir. Böyle olmasından dolayı, aramızdaki amel-edici nefsler korkunca, Hak Teala, birlikteliği şu sözlerle sürdürdü: ..Ve O hiçbir amelinizi boşa çıkarmaz [Muhammed Suresi, 47/35]. Amel mekânı, ilim ise mekânda-olmaklığı [mekânet] talep eder. Ve Allah, bizim için bu iki yüceliği; yani, amelden dolayı mekân yüceliğiyle, ilimden dolayı mekânda-olmaklık yüceliğini, ayrımsızlaştırdı [cem]. Ve bundan sonra bu birliktelikten herhangi bir biçimde ortaklaşalık anlaşılmasın diye Kendini ortaklaşalıktan tenzih ederek, Yüce Rabbinin Adını tesbih et [Alâ Suresi, 87/11] buyurdu.

İnsanın, yani İnsan-ı Kâmilin varlıkların en yücesi olması şaşılası şeylerdendir. Ama ona yüceliğin nisbet olunması, ancak tabi olduğu mekân ve mekânda-olmaklık dolayısıyladır. Yani o, zatından dolayı bir yüceliğe sahip değildir. Onun yüceliği, içerisinde bulunduğu mekânın veya mekânda-olmaklığın yüceliğinden dolayıdır. Dolayısıyla yücelik, mekân ve mekânda-olmaklık için sözkonusudur.

Mekân yüceliği şunun gibidir: Rahman Arşa oturdu [Taha Suresi, 20/5] ve bu (Arş), mekânların en yücesidir. Mekânda-olmaklık yüceliği de şudur: Onun vechi dışında herşey helak olucudur [Kasas Suresi, 28/88], Her şey Ona dönücüdür [Hud Suresi, 11/123] ve Allahın yanısıra bir ilah var mıdır? [Neml Suresi, 27/63]. Ve Allah (İdris hakkında), Onu yüce bir mekâna yükselttik dediğinde, yüce kelimesini, mekânı niteleyen övücü bir vasıf olarak dile getirdi. Ve Rabbin meleklere, yeryüzünde bir Halife yaratacağım dediğinde.. [Bakara Suresi, 19/57] işte bu da mekânda-olmaklık yüceliğidir.

Ve melekler hakkında (İblise hitaben) söylediği, İki Elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Gururlandın mı, yoksa yüce olanlardan mısın? [Sâd Suresi, 38/75] sözleriyle de, yüceliği meleklere özgü kıldı. Eğer bu yücelik yakıştırması kendilerine melek olmalarından dolayı yapılmış olsaydı, bütün melekler bu yücelik içre olurdu. Ama, bu yücelik yakıştırmasının bütün melekleri içine alacak şekilde genelleştirilmemiş olmasından anlıyoruz ki, burada sözü edilen yücelik, Allah indinde mekânda-olmaklık yüceliğidir. Ve, insanlar arasındaki Halifeler için de durum böyledir. Halife olmakla elde ettikleri yücelik, zatlarından dolayı bir yücelik olsaydı, (diğer) bütün insanların (da aynı şekilde) yüce olması gerekirdi. Ama bu yücelik genel olmadığı için, anlıyoruz ki bu, mekânda-olmaklık yüceliğidir.

Yüce [Âli] İsmi, Onun Güzel İsimlerindendir. Onunla birlikte Ondan başkası olmadığından, neye itibarla Yücedir? Demek ki, O gerçekte Kendi Zatı itibarıyla Yücedir. Ya da hangi şeyden Yücedir? Ancak O var olduğundan, Onun bu yüceliği Kendiliğindedir. Ve O, varlık itibarıyla, bütün varlıkların aynı olduğundan, sonradan olma diye adlandırılan şeyler, kendi zatı itibarıyla Yücedir. Dolayısıyla Hak, Kendinden başkası olmadığından, izafî yücelik olmaksızın Yücedir. Ve bu aynlara gelince, onlar için yokluk [adem] sözkonusudur ve onlar yoklukta yerleşiktirler [sabit] ve varlığın kokusunu koklamamışlardır. İmdi varlıklardaki çok sayıdaki suretleriyle birlikte, bu aynlar hep kendi hallerinde kalırlar. Öte yandan, ayrımlaşmamışlıkta [cemiyet] ayrımsız [cem] olan herşeyin aynı Birdir ve çokluğun [kesret] varlığı İsimlerdedir. Ve İsimler nisbetlerdir. Ve nisbetler, var olmayan şeylerdir [umur-u ademiyye]; ve ayndan, yani Zattan başkası yoktur. Ve O, izafet yoluyla değil, kendi Nefsiyle Yücedir. Bundan dolayı, alemde izafi yücelik yoktur; ne var ki, varlığın vecihleri arasında üstünlük farklılığı vardır. İzafi yücelik ancak Kendi çoğul vecihleriyle Bir-olan-aynda [ayn-ı vahid] vardır. Bu nedenle, bu konuda (hakikat itibarıyla) Odur ve (taayyün itibarıyla) O-değildir, (suret itibarıyla) sensin ve (hakikat itibarıyla) sen-değilsin denmiştir.

El-Harraz ve o Hakkın vecihlerinden bir vecih ve kendi nefsinden konuşan, diller arasında bir dildir ancak Onun üzerine kendileriyle hükmedilen zıtların (yani, zıt İsimlerin) birlenmesiyle Allahın bilinebileceğini söylemiştir. O Evveldir ve Ahirdir ve Zahirdir ve Batındır. O, zahir olanın ta kendisidir ve batın olanın ta kendisidir. Ve zuhurunu, Kendinden başka görebilecek olan olmadığı gibi, Kendisinden gizlenebilecek [batın] olan da yoktur. O Kendisiyle zahirdir ve Kendisinden gizlenmiştir. Ve O, Ebu Said el-Harraz ve benzeri diğerlerinin sonradan olma isimleridir.

Zahir Ben dediğinde, Batın Hayır der ve Batın Ben dediğinde Zahir Hayır der. Bu, her zıt olan için böyledir (yani, zıtların herbiri kendi zatının gereğini olumlar ve kendisine aykırı gelen zıttın gereğini olumsuzlar). Ama (bunların her ikisini) söyleyen birdir ve (bunların her ikisini) işiten de söyleyenin ta kendisidir. (Bu duruma bir örnek vermek gerekirse) Nebi, sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle demiştir: Allah, söz ve eylemle ortaya çıkmadıkça, ümmetimden olanların içlerinden geçenleri (nefslerinde olup bitenleri) bağışladı. Ve nefs, kendi içinden geçirdiklerini kendisi oluşturur; içinden geçenleri işittiği gibi, bunların ne sebeble oluştuğunu da bilir. Hükümler birbirinden farklı olsa da, ayn birdir; ve durumun böyle olduğunun bilinmemesi sözkonusu değildir, çünkü Hakkın sureti olan insan, kendi nefsinden durumun böyle olduğunu (yani, söyleyen ve işitenin bir olduğunu) bilir.

Böylece, (bir-olan-aynın taayyün yoluyla çoklaşması ve mertebelerle farklılaşmasıyla) şeyler birbirinden farklı oldu. Ve sayılar, bilinen basamaklar (10, 100, ...) doğrultusunda birden [vahid] türedi. Böylece nasıl ki bir sayıları varettiyse, sayılar da bire açılım kazandırdı. Öte yandan, sayının [aded] hükmü de ancak sayılan [madûd] ile zahir oldu. Ve sayıya gelen şeylerin kimisi yok [madum] ve kimisi de vardır. Bir şey, his itibarıyla var olmadığı halde, akıl itibarıyla var olabilir. İmdi bir şeyin ya sayı ya da sayılan olması kaçınılmazdır. Böyle olunca birin üzerine inşa olunarak bir ortaya çıkış kaçınılmaz olur. (Şu halde) bir (sayısı) kendi kendisini ortaya çıkarır. Ve sayıların herbiri örneğin dokuz, on gibi sayılar ve bunların aşağısında olanlar ve bunların üzerinde sonsuz büyüğe kadar gidenler tek başlarına birer gerçeklik [hakikat-ı vahid] iseler de, hiçbiri bütünlüğü kendinde toplamaz. Ve hiçbiri birlerin toplamı adıyla anılmaktan kurtulamaz. Çünkü (birlerin toplamından oluşan) iki tek başına bir gerçekliktir; (ve yine birlerin toplamından oluşan) üç de tek başına bir gerçekliktir ve sonraki sayılar için de durum böyledir. Ve bu sayıların hepsi, (birlerin toplamından oluşmaları bakımından) bir ise de, hiçbir sayının birin kendisini barındırması, diğerininkiyle aynı değildir. Böyle olunca toplam [cem], (sayıların ve sayı basamaklarının) hepsini tutar. Şu halde, toplam, sayılarda sayıların kendileriyle söz sahibidir. Ve onlara, onların kendileriyle hükmeder. Ve bu şekilde, yirmi basamak zahir oldu (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 20, 30, 40, 50, 60, 70, 80, 90, 100, 1000). Dolayısıyla bu basamaklar (birlerin toplamlarından oluşmaları bakımından) bileşimseldir. Böyle olunca, senin indinde zatından dolayı menfî olan şeyin (yani, vahidin sayı olmamaklığının) ta kendisini müsbet kılmaktan (yani, sayıların sayı olmayan birlerin toplamından oluştuğunu doğrulamaktan) kendini kurtaramazsın.

Ve her kim, sayılar hakkında vardığımız sonucu, yani birin sayı olmaklığının değillenmesinin, birin sayı olmaklığının kesinlenmesiyle aynı olduğunu anlasa; gerçekte bilir ki, aşkın [münezzeh] olan Hak, halkta benzeş [müşebbeh] olandır ve halk, Hâlikten ayrışık olsa da, bu böyledir. İmdi iş odur ki, Hâlik mahluktur. Ve yine iş odur ki, mahluk Hâliktir. Her ikisi de bir-olan-ayndandır. Belki de, tersine (hakikat itibarıyla) bir ayndır ve (taayyün ve zuhur itibarıyla) çoğul aynlardır. Neyi görüyor olduğuna bak!

(İsmail, babasına dedi ki) Ey babacığım, sana emredileni yap! [Saffât Suresi, 37/102]. Oğul babasının ta kendisidir. Ve İbrahim, (rüyasında) nefsinden başkasını boğazlıyor olduğunu görmedi. Ve O, İbrahime fidye olarak büyük kurbanı verdi; ve (rüyada) insan suretinde görünmüş olan bu kurban, (his aleminde) koç suretinde göründü. Oğul suretinde görünmüştü; hayır, belki de oğul hükmünde görünmüştü ve oğul, babasının aynısı olan kişidir. Ve O, ondan eşini halk etti [Nisa Suresi, 4/1]. Bu demektir ki, Âdemin nikâhı, kendi nefsinden başkasıyla olmuş değildir; eşi ve oğlu kendi nefsindendir. Ve varlık, sayısal çoklukta birdir.

Tabiat nedir ve ondan zahir olan nedir? Tabiatın, kendisinden zahir olan yüzünden eksiklendiğini; ve zahir kılmadıklarıyla da artıklandığını görmedik. Ve Tabiattan zuhur eden, ondan (yani, Tabiatın kendisinden) başkası değildir. Ve o, kendisinden zahir olan şeylerin hükümleri yoluyla suretlerin birbirinden farklı olmasından dolayı, kendinden zuhur edenle aynı değildir. Ve şu, soğuk ve kurudur; şu diğeri de sıcak ve kurudur ve bunlar kuru olmalarından dolayı ayrımsızdırlar ve öbürleri (yani, soğuk ve sıcak) yüzünden de farklılaşmışlardır. Tabiat (bu hükümleri) biraraya toplayıcıdır [camî]. Ya da, tersine, ayn (yani, ayn-ı vahid) Tabiatın ta kendisidir. Dolayısıyla, tabiat alemi, bir aynadaki suretlerdir. Ya da, tersine, birbirinden farklı aynalardaki bir surettir. Böylece, bakış açılarının farklı olmasından dolayı, ancak hayret vardır.

Ve bizim söylediklerimizi bilen kimse, hayrete düşmez. Ve böylesi bir kimse ilimde ilerlemiş biri olsa bile, bu ilim ancak mahallin hükmüncedir. Ve mahal, değişmez aynın [ayn-ı sabite] ta kendisidir. Ve Hak, değişmez aynla tecelli mahallerinde çeşitlenir. Böyle olunca da, Kendisi üzerine hükümler çeşitlilik gösterir. Ve O, her hükmü kabul eder. Ve Kendisi üzerine, ancak tecelli ettiği ayn hükmeder. Böyle olunca da, (aynın hükmetmekliği dışında Hak üzerine hükmeden) başkaca hiçbir şey yoktur.

Hak, bu yönüyle halktır, düşün öyleyse
Halk değildir diğer yönüyle de; an, zikret öyleyse...
Kim ki anladı dediklerimi, zayıflamaz basireti
Ve ancak basireti olan anlar bu söylediklerimi...

İster ayrımları kaldır, ister ayrımlar koy Birdir ayn.
Ve baki değildir, kalmaz bir şey çokluktan...
İmdi Kendinden dolayı Yüce olan, varolan şeylerin bütününü ve varolmayan nisbetleri [niseb-i ademiyye] istiğrâk eden bir kemale sahip olandır. Ve bu kemal, Onun bu vasıflardan hiçbirini yitirmemesi ve Onun bu vasıflardan başkası olmaması sayesindedir. Ve bu vasıfların ilmî, aklî ve şerî olarak övülesi veya yerilesi vasıflar olması bir şey değiştirmez. Ve böylesi bir kemal, ancak Allah İsmiyle adlandırılana özgüdür.

Ama Allah ismiyle adlandırılandan başkası olanlar, ya Onun için (duyumsal varlıkta) birer tecelli mahallidirler, ya da Onda (yani, Hakkın varlık aynasında, ilahi ilimde) birer surettirler. Eğer Onun için tecelli mahalleri varsa, böyle olduğundan dolayı kaçınılmaz olarak bir tecelli mahalliyle diğeri arasında (İlahi İsimleri kapsayıcılık yönünden) üstünlük farklılığı ortaya çıkar. Ve eğer bu (Allahtan başka olan), Onda (yani, Hakkın varlık aynasında, akıl mertebesinde zahir olan) bir suret (yani, İlahi İlimde ortaya çıkan ayan-ı sabiteden biri) olursa, böylesi bir suret için zatî kemal sözkonusudur; çünkü bu suret, kendisinde zahir olan şeyin ta kendisidir. Ve, Allah olarak adlandırılan için sözkonusu olan, bu suret için de sözkonusudur. Ve bu suretin O olduğu söylenemeyeceği gibi, Ondan başka olduğu da söylenemez.

Gerçekte, Ebu Kasım ibn Kasiyy, Halün-Naleyn adlı kitabında, buna, herbir İlahi İsmin, bütün İlahi İsimlerle isimlendiğini ve onlarla vasıflandığını söyleyerek işaret etti. Ve burada söylediği şudur ki, herbir İsim Zata ve kendisi için sözkonusu edilen ve kendisi tarafından talep edilen manaya delalet eder. Ve bu İsim, Zata delalet etmesinden dolayı, İlahi İsimlerin hepsini kendinde toplar. Ve tekilleştirdiği [infırad] anlama delalet etmesiyle de, Rab ve Hâlik ve Musavvir ve benzeri diğerleri gibi, diğerlerinden ayrışır. Ve İsim, Zattan dolayı, adlandırılanın ta kendisidir. Ve İsim, kendisi için sözkonusu edilen kendine özgü anlamından dolayı, adlandırılandan başkadır.

Eğer sözünü etmiş olduklarımızdan (Zatî) yüceliğin ne olduğunu anladıysan; bunun, mekân veya mekânda-olmaklık yüceliği olmadığını da anlamış olmalısın. Çünkü, mekânda-olmaklık yüceliği sultan ve hakimler ve vezirler ve kadılar ve bu mevki için yeterliliği bulunsun bulunmasın amir olan herbir mevki sahibine özgüdür. Ama sıfat yoluyla yücelik böyle değildir. Çünkü bir kimse, insanların en alimi olsa da, bu kimseye; insanların en cahili de olsa, hükmetme mevkiinde bulunan bir kimse tarafından hükmedilebilir. Böyle olunca, amirin yüceliği, mekânda-olmaklıktan dolayı yüceliktir. Onun yüceliği, kendisine tabi olanlara hükmetmesi bakımındandır ve böyle olunca da o, kendinden bir yüceliğe sahip değildir. Dolayısıyla, bulunduğu mevkiden alındığında, yüksekte bulunmaklığı ortadan kalkar. Ama, alim için durum böyle değildir.
Cevapla

“►Muhiddin-i Arabi◄” sayfasına dön