ŞECERETÜ'L- KEVN > MUHİDDİN-İ ARABÎ

Muhiddin-i Arabî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

ŞECERETÜ'L- KEVN > MUHİDDİN-İ ARABÎ

Mesaj gönderen Gul »

ŞECERETÜ'L- KEVN

Resim

MUHİDDİN-İ ARABÎ

شَجَرَةُ الكَوْنُ

ŞECERETÜ'L- KEVN

KÂİNÂT AĞACI


ResimSUNUŞ

Şeceretü'l- Kevn

Resim Şeceretü'l- Kevn-1
Resim Şeceretü'l- Kevn-2
Resim Şeceretü'l- Kevn-3
Resim Şeceretü'l- Kevn-4
Resim Şeceretü'l- Kevn-5
Resim Şeceretü'l- Kevn-6
Resim Şeceretü'l- Kevn-7
ResimŞeceretü'l- Kevn-8
ResimŞeceretü'l- Kevn-9
ResimŞeceretü'l- Kevn-10
ResimŞeceretü'l- Kevn-11


Şeytanın Hikayesi

Resim Şeytanın Hikayesi-1
ResimŞeytanın Hikayesi-2
ResimŞeytanın Hikayesi-3
En son Gul tarafından 12 Şub 2010, 17:56 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

SUNUŞ:


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ

Resim

Mevlâ Muhabbetinin Muhammedî Mümessili, Tevhid Temsilcisi, İlim İncisi ve Edeb Ereni olan Hazreti Muhiddin-i Arabî (kaddasallahu sırrehu)’ nun yüzlerce eserlerinden birisi olan Şeceretü’l- Kevn isimli eserinde, doğrudan doğruya “İnsan-ı Kâmil” anlatılmaktadır.

Seyyid de olan Şerîf Cürcânî (ks):
“Şecere, İnsan-ı Kâmildir… Kevn ise kendisinde varlık nisbeti bulunan demektir” buyurmakta.

İlâhî Yaratışın tek sebebi Tevhide şehâdet olup bunu yapmayı kabul eden ve en doğru başarabilecek şekilde donatılan varlık sonuçta İnsan-ı Kâmildir.

Gerçekten Kâinât dediğimiz şu tüm mevcûdları var eden Vâcibü’l-Vücûd olan Allah-ü Teâlâ’dır.

“Varlık nisbeti bulunan” dan maksat gözüken varlığı yaratan “Gerçek Var” ile alâkası olan geçici ve izafî mahlükat âleminin tümüdür.


Varlıkların “Var Ediliş Şeceresi” ni, “Kâinât Ağacı” nı, “Oluş Ağacı” nı ve “Kün fe yekün!” kemâlâtının baş rol oyuncusu İnsan-ı Kâmili yetiştirmekte tek görevli, candan yardımcı, her varlık için rahmet kapısı ve merhametin taa kendisi Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i anlatmakta…

Ve bu Kulluk İmtihanı Oyunu'nda negatifliğin, merhametsizliğin ve sapıklığın lideri olan İblis Şeytanı anlatmakta…

İki zıt görevlinin de hedefinde insan vardır.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) insanoğlunu vezir etmeye can atarken, Şeytan da insanoğlunu rezil etmeye yemin etmiştir!

Hazreti Muhiddin-i Arabî (kaddasallahu sırrehu)’ yu anlamak demek bazı maddecilerin bilgi ve beyin boyutu ile değil, Muhammedî İlelik, Bilelik boyutunu bilmek, bulmak , olmak ve yaşamak gerekir olduğunu anlamak şarttır! Biz Bileliği ortak paydasında duyulan ve uyulan zât-ı şerîf, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bizzât Şerefli Şahsıdır!Onun için el ele Erenler Habibullah’ın, el birliği ile Hasbî hizmetçileridirler
Ve onun için Hakk’a giden yol Hakk Erenlerin gönlünden geçmektedir!

Sayısız tercümeleriyle Hakk Dostlarıyla gençlerimizi buluşturan değerli insan,Abdülkadir Akçiçek’ten Allahu Teâlâ razı olsun ve rahmetine gark etsin!

İnşallah gençlerimizin Muhammedî iman, amel, ahlâk ve hâllere ulaşıp yaşamaları için âcizâne olarak hasbî hizmete bizler de hep birlikte varız !

Okuma kolaylığı için kısa bölümler oluşturduk.Gençlerimizin anlamakta zorlanacağı ancak tasavvufta yerine koyacak kısa kelime bulamadığımız kelimelerin mânâsını verdik.Her kısımda geçen âyetlerin Arap ve Latin harfleriyle aslını ve mânâsını da verdik.Yine Hadislerinde tamamını ve kaynağını ekledik.

Allah-ü Teâlâ Yardımcımız olsun!

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Yârimiz olsun!

Rabbımızın ilmi kadar bol ve yüce salâtımız, selâmımız ve sılamız O’na olsun!


Latif YILDIZ
Kul İhvanî
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

شَجَرَةُ الكَوْن

ŞECERETܒL- KEVN

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

Şeceretü’l- Kevn-1

Hamd olsun ALLAH’ a…
Ki, teklik Zât’ının hakkı…
Eşsizlik sıfatının şanı…
Yüzü cihetlere dönük olmaktan münezzeh…
Kudsiyyeti bir başka…

Kevnî ve muhdes şeylerden beri..
Ayağı yönlerden
Eli hareketlerden
Gözü lâhzalardan ve bunların ifâde ettiği mânâlardan yana temiz-pâk…

İstivâsı, bitişmek ve yapışmaktan
Gücü isabetsiz olmaktan ve boşa harcamaktan çok uzak…
Hele iradesinin, beşerî vasıflardan olan şehvet unsuru ile hiçbir ilgisi yoktur.

Kezâ O’nun;
Zâtî Sıfatları, O’ndan sıfat alanların artması ile sayı yönünden artmaz.
İradesine, çeşitli arzuların belirmesi ile de bir değişiklik olmaz.

Bütün kâinâtı:
“ كُنْ - Kün! Ol! ” emriyle meydana getirdi…
Ve bütün mevcûdatı o emri ile icâd etti…
Bu âlemde Vücûd bulan ne varsa, hepsi de o kelimenin gizli mânâsından meydana geldi…
Ve bütün saklılar, o kelimenin el değmeyen sırrından meydana geldi…

İşte bunun tasdiki-onayı:
Allah-ü Teâlâ buyurdu ki :
“Ancak bir şeye kavlimiz : Ona irademiz talluk ettiği zaman “ كُنْ - Kün! Ol! ” demek olur ki, olur….” (Nahl 16/40)

Sonra, gerçekten ben kâinâta ve oluşuna, olanlara ve içinde tedvin edilen hikmete baktım..
Gördüm ki: Bütün Kâinât tümden bir ağaçtan ibâret…
O ağacın asıl nuru ise ;
“ كُنْ - Kün! Ol! ” tohumundan meydana gelmiş..

Bu meydana gelenlerin –kevnîyyetin- “ك : Kâf” ı :
“Biz sizi yarattık…” (Vâkıa 56/57)
Âyet-i Kerîmesindeki: “نَحْنُ -Nahnü : Biz” tohumu ile aşılanmış,
İşbu aşılanmış tohumdan:
“Biz her şeyi şekline uygun şekilde yarattık.” (Kamer 54/49)
Meâlinde belirtilen mânânın meyveleri hasıl oldu.

Ve bu yaratılışla iki ayrı dal meydana geldi.
Biri “Kemâliyet” kelimesinin “ك : Kâf” ı
Diğeri de “Küfür” kelimesinin “ك : Kâf” ı

Kemâliyeti şu Âyet-i Kerîme bildirir:
“…Bu gün dininizi sizin için tamamladım….” (Mâide 5/3)

Küfür “ك : Kâf” ını da şu Âyet-i Kerîme bildirir:
“…Onlardan bir kısmı kâfir bir kısmı da mü’min…” (Bakara 2/253)

“ن : Nun” Harfinin özünden ise;
Mârifet Nuru ile
Nekre Nuru meydana geldi.
Yâni, Bilmek ve Bilmemek…

Vakta ki, Allah-ü Teâlâ, yokluk hazinesinden ezelî arzu hükmü uyarınca varlıkları yarattı…
Onlara Nurundan saçtı…

Her kime ki o Nurdan isabet etti; o kimse “ كُنْ - Kün! Ol! ” emri tohumundan meydana gelen ağacı kavradı, anladı…
Ve ona o emrin “ك : Kâf” ındaki sırda:
“Siz hayırlı oldunuz…” (Âl-i İmrân 3/110)
Meâlinde gelen Âyet-i Kerîmenin sûreti belli oldu…
Ve o emrin “ن : Nun” undaki şerhle de:
“Allah tarafından sînesi İslâm’a açılanı mı sordunuz?... O, Rabb’ından gelen nur üzerinedir…” (Zümer 39/22)
Âyet-i Kerîmesindeki mânâ sûreti zâhir oldu…

Ve her kime ki o Nurdan isabet etmedi, boş geçti..
İşte o zaman; ondan, “ كُنْ - Kün! Ol! ” yâni “ك : Kâf” ve “ن : Nun” dan kasd olunan asıl mânânın keşfi istenir.
Çünkü o, onların hecesinde yanıldı..
Ve iş umduğu gibi çıkmadı..
O, “ كُنْ - Kün! Ol! ” yâni “ك : Kâf” ve “ن : Nun” un dış manzarasına baktı, yanıldı…
“ك : Kâf” ı KÜFÜR mânâsında gördü..
“ن: Nun” u da NEKRE mânâsında gördü…
İnkar yabancılık..
Kısacası, kâfirlerden oldu…

Hasılı:
“ كُنْ - Kün! Ol! ” olarak ifâde edilen kelimelerden, her yaratılmışın hazzı başka başkadır..
Ki bu hazz ve nasibi, o kelimenin hecesinden edindiği bilgi kadardır..
Bir de onun gizli sırlardan elde ettiği müşâhede kadar…

Bütün bu fikirleri önünüze sererken delilimiz:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin şu Hadîs-i Şerîfidir:
“Allah-ü Teâlâ, yarattığı halkını bir zulmette yarattı.. Sonra onlara nurundan saçtı.. O nurdan nasib alan hidâyet buldu.. Ve o nur, her kime ki uğramadan geçti, o da şaştı.. azdı..”

Vaktaki Âdem aleyhisselâm; Vücûd, Varlık Dairesine baktı..
Her mevcûdu , varlığı şöyle gördü:
Kevn, yâni bir var oluş dairesi içinde dönmektedir..
Sonra çift; biri ateşten diğeri de topraktan..
Yine gördü ki; o kevn, kâinât..
Yâni o bir oluş dairesi ki:
“ كُنْ - Kün! Ol! ”
Emri sırları üzerine dönmekte..
Onun isteğine göre hareket etmekte.
Bu sebebden o devr ettikçe devrediyor..
Uçtukça uçmak istiyor…
O emre sığınıyor ve ona göre cevelân ediyor.
Ondan olamıyor, arzusu dışına çıkamıyor…

Hasılı mânâda herkesin müşâhedesi bir başkadır.
Yâni:
“ كُنْ - Kün! Ol! ” Emrine dair müşâhedesi…
Ona biri bakar; Kemâliyetin “ك : Kâf” ını ve Mârifetin “ن : Nun” unu müşâhede eder.
Bir başkası da Küfür “ك : Kâf” ı ile yabancılık “ن : Nun”unu… Nekreyi müşâhede eder…

Kim olursa olsun; yaptığı müşâhedenin mahkümudur..
Ama hiç biri kendi başına bir işe sahip değildir.
Hepsi.. Ama hepsi:
“ كُنْ - Kün! Ol! ” dairesinin merkez noktasına dönüktür.
Yâni tâbidir, bağlıdır…

Bu olanların haddi:
“ كُنْ - Kün! Ol! ” Emrinin bir icâbı olarak olanların haddi değildir ki;
“ كُنْ - Kün! Ol! ” Emrini veren Zât’ın arzusu dışına çakalar…
Yapılan müşâhede hükmü ne olursa olsun, İlâhî hüküm budur…

Baktığın zaman göreceksin ki bu “Şeceretü’l- Kevn” in
“Kâinât Ağacı” nın dallarının şekli, meyvelerinin çeşit çeşit olmalarına rağmen, hemen hepsi tek merkezden meydana gelmektedir ki o;
“ كُنْ - Kün! Ol! ”
Habbesi..
Tohumu ya da sevgisi…
Hepsi ama hepsi, ondan olmakta ve ondan meydana gelmektedir.

Âdem aleyhisselâm’ın kaydolduğu bir yer vardı ki oranın adı: “Mekteb-i Tâlim…
Yâni dershâne..
Yâni öğrenme yeri.

İşte o mektebe dahil olduğu zaman, öğrendi..
Bütün isimleri.. hepsini.. hepsini…

İşte bu tâlimden, yâni bu öğrenmekten sonradır ki karşısına muazzam bir sahne çıktı..
Ki bu sahne:
“ كُنْ - Kün! Ol! ”
Emrinin temsil ettiği sahne idi..
Daha sonra, bu Kâinâtı yaratan muradına baktı…
Öyle ya..
Boşa değil di bu yaratılış.
O hâlde bunlardan muradı neydi?
İşte o zaman yine karşısına:
“ كُنْ - Kün! Ol! ” Emrinin “ك : Kâf” ı ve “ن : Nun” u çıktı…
O artık her şeyi biliyordu, öğrenmişti.
Tâlimli idi..
Bu öğrendikleri sayesindedir ki Hazine “ك : Kâf” ını..
Yâni Kenz Kâfını keşfetti.. Müşâhede etti ve gördü..
Ve şu mânâyı:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyen.. Bilinmemi istedim..”
Bunu böylece müşâhede ettikten sonra, bir başka sır kapısı açıldı önüne…

Ki o Nun Sırrı…
Ki bu enâniyyet, yâni “Ben” benlik kelimesindeki “Nun” Sırrı idi…
Bu sırr, bir Âyet-i Kerîme’de mânâsını şöyle bulmuştu:
“Gerçekten Ben Allah’ım.. Başka ilâh yok.. Ancak Allah Ben..” (Tâ Hâ 20/14)

Vakta ki, heceler tamam oldu..
Ve umulan da tahakkuk etti..
İşte o zaman ona bir başka mânâ kapısı açıldı..
Bilhassa Kenz-Hazine Kâfı’ndan tekrim..
Yâni, Şeref-İyilik Kâfı ona belli oldu..
Bu mânâyı şu Âyet-i Kerîme ifâde eder:
“Biz Âdemoğlunu pek şerefli kıldık..” (İsrâ 17/70)

Daha sonra bir başka Kâf..
Küntiyyet Kâfı..
Yapılış ve Oluş Kâfı..
Ki bu da:
“Onun kulağı, gözü ve eli olurum..” Kudsî Hadisi ile sabittir.

Sonra onun için başka mânâlar meydana geldi ki..
Bu da “Nun” Harfinin icabı idi ve Enaniyyet-Benlik Nunu’ndan isthrac ediliyordu…
Ki bu Enaniyyet-Benlik Nunu’ndan, Nuriyyet Nunu yâni Nurlu olmak Nunu geldi..
Bu mânâyı da şu Âyet-i Kerîme ifâde eder:
“Ona fayadası için nur kıldık..” (En’âm 6/122)

Sonra bu Nimet Nunu ile birleşti..
Bu mânâsı şu Âyet-i Kerîmede:
“Şayet Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız tüketemezsiniz.” (İbrâhim 14/34)

Buraya kadar sayılanlar, Âdem aleyhisselâm’ın durumu idi..
Ve bütün bu mânâlar;
Tâlim gördüğü mektepten: “ كُنْ - Kün! Ol! ” Kelimesinden öğrendikleri idi…
Ama hepsi değil..
Azdan da azı…
Yine anlatacağız…



Açıklanan Kelimler :

Şecere : Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.
Vâcibü’l-Vücûd : Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Cenâb-ı Hak.
Nisbet : Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye.
İzafî : İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek
Cihet : (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
Kevnî : Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
Muhdes : İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan.
İcâd : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek.
Tedvin : Bir araya toplayarak tertipleme. * Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme.
Vaktaki : f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit.
Müşâhede : Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.
Tâlim : Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman.
Kenz : Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler.
Enâniyyet : (Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek.
Tekrim : Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.



Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:


نَحْنُ خَلَقْنَاكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ
“Nahnu halaknakum felevla tusaddikune. : Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?” (Vâkıa 56/57)

إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَن نَّقُولَ لَهُ كُن فَيَكُون
ُ
“İnnema kavlüna li şey'in iza eradnahü en nekule lehu kün fe yekun : Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece «Ol!» dememizdir. Hemen oluverir.” (Nahl 16/40)

إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَر
ٍ
“İnna kulle şey'in halaknahu bi kader : Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer 54/49)

حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالْدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلاَّ مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَن تَسْتَقْسِمُواْ بِالأَزْلاَمِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن دِينِكُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا فَمَنِ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِّإِثْمٍ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيم
ٌ
“Hurrimet aleykümül meytetü ved demü ve lahmül hinziri ve ma ühille li ğayrillahi bihi vel münhanikatü vel mevkuzetü vel müteraddiyetü ven netiyhatü ve ma ekeles sebüu illa ma zekkeytüm ve ma zübiha alen nüsubi ve en testaksimu bil ezlam zaliküm fisk elyevme yeissellezine keferu min diniküm fe la tahşevhüm vahşevn elyevme ekmeltü leküm dineküm ve etmentü aleyküm ni'meti ve radiytü lekümül islame dina fe menidturra fi mahmesatin ğayra mütecanifil li ismin fe innellahe ğafurur rahiym : Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Mâide 5/3)

تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِّنْهُم مَّن كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَـكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَـكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيد
ُ
“Tilker rusülü faddalna ba'dahüm ala ba'd, minhüm men kellemellahe ve rafea ba'dahüm deracat, ve ateyna iysebne meryemel beyyinati ve eyyednahü bi ruhil kudüs, ve lev şaellahü maktetelellezine mim ba'dihim mim ba'di ma caethümül beyyinatü ve lakiniltelefu fe minhüm men amene ve minhüm men kefar, ve lev şaellahü maktetelu ve lakinnellahe yef'alü ma yürid : O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. Allah dileseydi o peygamberlerden sonra gelen milletler, kendilerine açık deliller geldikten sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lâkin Allah dilediğini yapar.” (Bakara 2/253)

كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُم مِّنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُون
َ
“Küntüm hayra ümmetin uhricet lin nasi te'mürune bil ma'rufi ve tenhevne anil münkeri ve tü'minune billah, ve lev amene ehlül kitabi le kane hayral lehüm, minhümül mü'minune ve ekseruhümül fasikun : Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Âl-i İmrân 3/110)

أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن رَّبِّهِ فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِين
ٍ
“E fe men şerahallahü sadrahu lil islami fe hüve ala murim mir rabbih fe veylül lil kasiyeti kulubühüm min zikrillah ülaike fi dalalim mübin : Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer 39/22)

إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي

“İnneni enallahü la ilahe illa ene fa'büdni ve ekimis salate li zikri : Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl. “( Tâ Hâ 20/14)

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيل
اً
“Ve le kad kerramna beni ademe ve hamelnahüm fil berri vel bahri ve razaknahüm minet tayyibati ve faddalnahüm ala kesirim mimmen halakna tefdiyla : Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)

أَوَ مَن كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَن مَّثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِّنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

“E ve men kane meyten fe ahyeynahü ve cealna lehu nuray yemşi bihi fin nasi ke mem meselühu fiz zulümati leyse bi haricim minha kezalike züyyine lil kafirine ma kanu ya'melun : Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir.” (En’âm 6/122)

وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّار
ٌ
“Ve ataküm min külli ma seeltümuh ve in teudu ni'metellahi la tuhsuha innel insane le zalumün keffar : O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrâhim 14/34)


Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:

Abdullah b. Amr b. Âs'tan (Radıyallahü anhümâ):
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ in şöyle dediğini işittim:İzzet ve celâl sahibi olan Allah buyurdu ki:"Allah kâinatı karanlıkta/yoklukta yarattı. Sonra o gün, nurunu her tarafa saçtı. Kime bu nurdan isabet ettiyse hidâyeti bulmuştur ve kime de isabet etmemişse o dalâlettedir. Bu yüzden derim ki izzet ve celâl sahibi olan Allah'ın ilmine uygun olarak (kâinat takdir edildi ve) kalem kurudu, (hüküm kesinleşti.)"

(İmam Ahmed b. Hanbel, El-Müsned, el-Fethu’r-Rabbani Tertibi,
Sened: Sahih: Müsned, 11/176, H.no:6644 (uzun bir hadisin ortasında nakledilmiştir): Benzer rivayet için bk. 11/197. H.no:6854, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, es-Sünne, U/424, H.no:932; Tirmizî, îmân, 18, H.no: 2642 (hasen); İbn Ebî Âsim, 1/107-108, H.no:241-243; Taberânî, Müsnedü's-Şâmiyyîn, 1/304, H.no:532; Hallâl, es-Sünne, 111/539, H.no:891; Beyhakî. es-Sünenü'l-kübrâ, IX/4; Hâkim, Müstedrek, 1/84, H.no:83 (İsnadının sahih olduğunu söyler); Deylemî; Firdevs, 1/170, H.no:43; Herevî, el-Erbaûn fî deiâiH't-Tevhîd, 1/88-89, H.no:37; Lâlkâî, IV/604, H.no:1078-1079; Heysemî, râvîlerinin sika olduğunu ifâde eder. Bk.Mecma', VII/193-194.)


Hadis-i Kudsî : "Ben gizli bir hazine idim. Tanınmak istedim. Mahlûkâtı yarattım ki Beni tanısınlar"

Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Allah şöyle buyurdu:"Kim Benim bir dostuma düşmanlık beslerse, Ben ona harb ilân etmişimdir. Kulum bana kendisine farz kıldığım şeylerden daha se­vimli bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle Bana yaklaşa yaklaşa nihayet onu severim. Onu sevdiğimde de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu kendi­sine mutlaka veririm. Bir şeyden Bana sığınırsa onu mutlaka koru­rum. Ölmek istemeyen mü'minin ruhunu almakta tereddüt ettiğim kadar yaptığım hiçbir şeyde tereddüt etmedim. Çünkü Ben onu üz­mekten hoşlanmam.”
(Buharı, Rikak: 38.)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Şeceretü’l- Kevn-2

Ya İblis..
Ya onun durumu..
Anlatalım…
İblise gelince –Allah’ın lâneti ona-

Mekteb-i Tâlimde, yâni dershâne ve öğrenme yeri..
Orada tam kırk bin yıl kaldı..
“ كُنْ - Kün! Ol! ” Emrini, yâni Kâf ile Nun harflerini safha safha tetkik etti, inceledi..
Zâten onu oraya koymaktan gaye de buydu..
O da kendi kendine bu işleri yapıyordu..
Fakat Âdem aleyhisselâm’ın aksine…

Sebebine gelince: Muallim onu, kendi nefsine bırakmıştı..
Kendi gücüne ve kendi kuvvetine terk etmişti..
Vermişti ona gücü kuvveti: Salıvermişti kendi başına..

İblis, yâni şeytan ise bu hâliyle:
“ كُنْ - Kün! Ol! ” Emrinin timsaline bakmaya başladı.
Ondan yâni Kâf ile Nun’dan bir şeyler çıkarmaya gayret etti.

Böylece o, Kâf harfinin işaretinden küfrüne şâhid oldu.
Böyle olunca İlâhî emre:
“Karşı geldi ve büyüklük tasladı..” (Bakara 2/34)

Nun harfinden ise ateşlik olduğunu anladı:
“Beni ateşten yarattın..” (A’raf 7/12)Âyet-i Kerîmesinde belirtilen mânâ zuhura geldi..
Durum böyle olunca, Küfür Kâfı ile Narı’ın –ateşin- Nunu birleşti..
Sonrada şu Âyet-i Kerîmenin özlü mânâsı tecellî etti:
“Onlar, hep birden ateşe tıkılırlar..” (Şuara 26/94)

Tekrar Âdem aleyhisselâm’a dönelim..
O bu Kâinât Ağacına nazar etti, baktı..
Onu muhtelif şekilleri, çeşit çeşit meyveleri ve çiçekleri ile gördü.
Bu arada o, hepsinden geçti.

“Gerçekten Ben Allah’ım..” (Tâ Hâ 20/14)
Meâline gelen Âyet-i Kerîmesi dalına yapıştı..
Çünkü ona göre sabit olan değişmez mânâ buydu.
Artık tefrid, yâni teklik dalı altında gölgeleniyordu..
Sayebân oluyordu…

Sonra tevhid âlemine geçmişti..
İşte bu âlemden ona bir nidâ geldi.
Bu hitab hem Âdem’e hem de Havva’ya idi..
Durum bu iken, şeytan ona yaklaşmak istiyordu..
Ve bu yaklaşması, onları kandırmak içindi..
Yâni şeytanın tutunarak geldiği dal vesvese dalı idi…
Geldi ve onları kandırdı..
Bu kanmanın bir sonucu olarak ondan yediler..
Kaydılar..
Hem de ayakların kayıp gittiği yerde..

Hâliyle Âdem:
“Yaklaşmayınız..” (Bakara 2/53)
Emrine asî geldi..
Ama durumu ayıktı ve:
“Rabbımız biz nefislerimize zulmettik..” (A’raf 7/23)
Meâlinde buyrulan İlâhî Emrin dalına tutundu..
Ki bu tutunduğu dal:
“Âdem Rabbından bazı kelimeler öğrendi..” (Bakara 2/37)
Meâline gelen Âyet-i Kerîmenin meyveleri idi..
Bunlar onun, yâni Âdem’in ayağı kaydığı zaman tutunduğu dallar idi…
Yapıştı, bırakmadı ve..
Kurtuldu…


Bir gün var ki onun adına “Şehâdetler Günü” denir.
Vaktaki o gün şâhidlerin gözleri önünde:
“Ben Rabbınız değil miyim?..” (A’raf 7/172)
Şeklinde nidâ olundu.
Bu nidâyı duyanlar. Doğruluğuna hep şehâdet ettiler..
Ama herkes gördüğü ve işittiği kadar..

Sonra orada olanların hepsi:
“Evet!..” (A’raf 7/172)
Cevabını vermekte ittifak etti…

Ne var ki, ihtilaf başka taraftan oldu.
Yâni: O andaki müşâhede yönünden…
O müşâhede anında, her kim ki Zât-ı İlâhî’nin Cemâl sıfatını gördü, o an anladı ki:
“Onun benzeri bir şey yok..” (Şûrâ 42/11)

…Ve her kim Hakk Teâlâ’nın sıfatına ait Cemâl sıfatını gördüyse..
O da:
“Allah’tan gayri ilâh yoktur. O hakiki sultandır ve bütün güzellikler onundur.. Noksan yoktur..” (Haşr 59/23)

Şeklinde şehâdette bulundu.

Yukarda sayılan zümrenin şehâdeti anlatıldığı gibi olmasına rağmen, onların dışında kalanların şehâdeti öyle olmadı.

Yaratılmışların gelinlerine, yâni güzelliklerine kapılıp kalanların şehâdeti çok çeşitli ve değişik oldu.
Ki bu değişik oluş, görülen şeylerin çeşit çeşit ve değişik olşuna göre oldu.
Bunlardan bir zümre Hakk’ı, mahdud yâni belli bir mekan içinde gördü.
Bir başka zümre ise yok saydı..
Bir başka zümre de, kocaman bir taş veya kaya, dağ gördü.

Bunların hepsi bir nasib işidir..
Ki bu nasib ve müşâhedeler şu Âyet-i Kerîmenin mânâsında saklıdır:
“De ki; bize ancak Allah’ın yazdığı isabet eder..” (Tevbe 9/51)

Her şey bir nasib meselesidir ve bu nasib de:
“ كُنْ - Kün! Ol! ” Kelimesinin sırrında saklıdır.
O dairenin noktası etrafında döner..
Ve o Kelime Tohumunun aslına bağlı ve sebatı onun üzerindedir.

“ كُنْ - Kün! Ol! ” Emri Habbesi Kâinât Ağacı’nın bir Tohumu hem de meyvesine bir çekirdek oldu..
ve mânâsı da sûret…

İşbu sebeble ben istedim ki yaratılmış olan bu Kâinâta bir misâl vereyim..
Ve bu mevcûd varlığında timsâlini çizeyim..

Fakat.. bu bâbda, söylenen sözler, yapılan işler ve ortaya çıkarılan hâller fayda vermedi..
Evet..
Esas mesele böyle..
Başka yok…

İşte bundan sonradır ki, fikrimi anlatmak için bir ağacı misâl olarak aldım..
Ve misâl olarak aldığım bu ağaç:
“ كُنْ - Kün! Ol! ” Emrinin Tohumundan meydana gelmiştir..
Esası-kökü orada..
Dalları ve yapraklarıyla da burada…

Kâinâtta olagelen hâdiselerden her ne ki zuhura geliyorsa ..
Ki onlar, artma, eksilme, gayb ve şehâdet âlemine ait işlerden;
Biri küfür ve iman,
Yapılan amellerin verdiği, temiz ve pâk hâller,
Zâhir olan en güzel sözler,
Bir şeyi arzu etmek ve zevk almak,
Mârifet makamlarının hoş ve tatlı hâlleri,
Mukarrebun zümresinin yakînlik dallarında yeşeren mânevî yapraklar,
Muttâki zâtların erdiği makamlar,
Sıddıkların erdiği dereceleri.
Âriflerin münacatları,
Ve muhabbet ehli zâtların müşâhedeleri…

İşte bütün bu sayılanlar, o Habbenin,
Yâni o Tohumun,
Yâni:
“كُنْ - Kün! Ol! ”
Emrinin birer meyvesidir ki, meydana getiren bizzât kendisidir..

Ve bunlardan bir doğuştur ki, o doğurur..
Şimdi, sana o ağacın bir târifini yapacak ve dallarını sayacağız , dinle!..

Bu:
“ كُنْ - Kün! Ol! ”
Emrinin bir çekirdeği olan Ağaç, ilk başta üç dal meydana getirdi..


İşte o dallardan biri, “Zâtü’l- Yemin” dir.
Yâni Sağ Zât..
Sol değil..
E bu dala tutunanlar: “Ashab-ı Yemîn” oldular..
Yâni sağ cânib ehli..

Diğer dal da sol cânibtedir k: Ona da “Ashab-ı Şimâl” yapıştı..
Yâni Solaklar..

Bu iki dalın bir üçüncüsü var ki, onun ne sağa meyli vardır ne de sola..
Bu dalın mutedil bir boyu vardır..
Yolu tam bir istikamete çıkar..
Şimdi:
“Bu dala kimler tutunur?..” diyeceksiniz..
Acele etmeyin ki diyelim.
“Bu yüce dala “Sabikun” Zümresi tutunur…
Mukarrebun Zümresi tutunur…
Yâni başta gidenler ve Hakkın Zâtı’na Yakîn olanlar…
Yâni:
“Ben kimdenim?”
Diyenler değil de;
“Kim benden?”
Şimdi anladın mı, bu kudsî dalın sahiplerini?..

Vaktaki bu ağaç yükseldi, yücelere baş çekti..
Hâliyle, dallarından biri çok ötelere aşıp gitti..
Bir tanesi de tam aksine…

İşte o ötelere aşan dal, mânâ âlemini meydana getirdi..
Öbürü de sûret..

Sonra.. Bu ağacın zâhirde belli, kendisine yapışık kabukları vardır..
Aynı şekilde onu örten ve perdeleyen örtüleri de vardır..
Ki bunların tümüne:

“Âlem-i Mülk” adı verilir..
Yâni bu Şehâdet Âlemi..
Görünen, bilinen ve hissedilen âlem..
Elle tutulabilen âlem..

O ağacın bir de Bâtınî kalbi var..
Belki onun canlı kalmasını sürdüren kalbleri var..
Özleri var..
Hem de gizli..
Hem bu maddî gözün göremeyeceği şekilde mânâları da var…
“Peki, bunlar nedir ve ne vazifesi var?..” derseniz.
Anlatalım:

Onlar “ Meleküt Âlemi” dir.
Yâni Ruhlara mahsus bir âlem..
Maddenin ve dış yapının sözü edilmeyen âlem…

Bu arada O ağacın, damarlarında akan su aklımıza gelebilir.
Ki O ağacın çiçekleri o su sayesinde açar..
Meyvelerini o su olgun edip verir..

İşte O ağacı bu hâle getiren suyun mânâsını sorabilirsiniz..
Mânâsını anlamak isterseniz..
Hemen diyelim:
İşte bu” Ceberut Âlemi” dir.
Ve:
“ كُنْ - Kün! Ol! ” Emrindeki sırdır..
Yâni, İsim ve Sıfatların Zât adına-namına işler gördüğü Âlem…


Sonra bu Ağacı bir duvar kuşattı..
Sakının haa!..
“Bu Ağaç” deyince basit bir ağacı aklınıza getirmeyesiniz!
Yeri, göğü, boşluktakileri ve diğer yaratılmışları hep birden tahayyül edin ve bir ağaç yapın!
“İşte bizim Ağacımız budur!”

Ve Bu Ağaca hudut çizildi..
Onun rüsumu vardır..
Onun hadleri, cihetleridir..
Ki onun bu cihetlerini:
“Alt-Üst, Sağ-Sol, Ön-Arka.. Yâni altı yön.. Şeş Cihet..”
Şeklinde târif edebiliriz..

Bir şey ki en yücedir..
Yâni, Âlâdır…
İşte o şey: Onun için en son huduttur..
Ve bir şey ki en alt derecededir..
Yâni, Esfel..
İşte o şey de: Onun için en salt huduttur..

O Mukaddes Ağacın;
Resmi belli cisimlerine,
Önde bulunan emlâk, eflâk, ahkâm ve bazı cismi görünen şeylere,
Onun varlığına delil sayılan alâmetlere,
Ve izlere gelince..
Ki bunları da şöyle anlatabiliriz:

Yedi kat sema; bir gölgelik mesafesindedir ki bunları O Ağacın yaprakları saymak icâb eder..

Doğuşta ve Ona aydınlık vermekte yıldızları afâkta açan çiçeklere benzerler..

Gece ve gündüze gelince; Onun için iki çeşit aynı örtü sayılır ki:
Biri siyahtır..
Öbürü de beyaz…
Siyah örtüye büründüğü zaman, gözlerden nihan olur..
Beyaz örtüye bürünmekle de, Ondaki güzelliklere bakıp görmek isteyenlere aydınlık verir..
Tecellî eyler ve görünür…

Arş O Ağaç için bir mal ambarı ve silah deposu gibidir..
Kendisi için, her ne ki gerek oradan temin eder…
Ve o Arş’ta bu Mukaddes Ağacın seyisleri ve hizmetçileri vardır…
Hasılı, bütün bu olup biten ve Bu Ağaca gelen işler, O Arş’tan gelir..


O Ağacın bir kısmı olan melekler her hâlükârda O Arş’a yönelirler..
Ki bunu şu Âyet-i Kerîmenin mânâsından anlıyoruz:
“Görürsün ki: Melekler Arş çevresini kuşatmışlar..” (Zümer 39/75)
Ki böylece ihtiyaçlarını o yüce hazineden temin ederler..
Teveccühleri orayadır..
Arş’ ın etrafını sararlar ve çevresinde dönerek tavaf ederler..
Nerede bulunurlarsa bulunsunlar dâima O Arş’ ın yönünü gösterirler…

Her ne zaman ki bu Kâinât Ağacında bir hâdise meydana geldi,
Yahut başlarına tepeden inme bir iş geldi hemen dilek ellerini Onun Arş’ ı cihetine açarlar..
Yaptıkları bir hata varsa aff dilerler..
Çünkü dileklerini arz edecek başka bir makam yoktur.

Sebebine gelince:
O Ağacı yaratan Zât’ın belli bir ciheti yoktur ki oraya işaret edile!..
Malûm bir mekânı yoktur ki oraya gidile!..
Bir keyfiyeti yoktur ki onula anlaşıla!..

Durum bu olunca:
Şâyet Onun hizmetine kıyam için Arş, onların yöneleceği bir yön olmasaydı..
Teveccüh edecek bir makam bulamazlardı…

…Ve bütün talepleri, şaşkınlık ve dalâletle sona ererdi..

Hakk’ın her işinde bir değil, binlerce hikmet saklıdır.

Meselâ;
Arş’ ı vücûda getirmesindeki hikmet, kudretini izhardır.
Zât’ına bir mahal-yer olsun diye değil!..

Sonra mevcûdatı yaratmasındaki hikmet de, bir ihtiyacına mebni değildir.
Ancak, İsim ve Sıfatlarının izharı içindir..


Düşün ki O’nun bir ismi de “El Gafûr” dur..
Elbette bu isme bir zuhur yeri gerek..
Dolayısıyla mağfirete uğrayacak bir varlık lâzım..

O’nun bir ismi de “El Rahîm” dir..
Bunun gereği de rahmettir..
Elbette bu sıfat için de rahmete uğrayacak bir varlık lâzım..

Kezâ, “El Kerîm” de O’nun bir sıfatı..
Bu sıfat için de bir varlık gerektir ki, kerem göre...

İşte varlığın yaratılmasındaki hikmet, bu sıfatların ve diğer isimlerin tecellîsini sağlamaktadır…

Hasıl-ı kelâm bu Kâinât Ağacı’dır..
İşleri meyveleri…


Gerek insanlar gerekse işleri değişiktir..
Esmâ ve sıfatları sayısı kadar..
Tâ ki her bir isim ve sıfatın gereği yerine gelsin..

Şöyle anlatmak da mümkün:

El Gafûr ismini sırrı zuhura gelsin..
Günahkârlar için mağfiret olsun!..
İyilik edenler rahmete nail olsun..
Tâat sahipleri fazilet bulsun..
Asîler de “El Âdl” Sıfatının tecellî şeklini görsün..
Mü’minler nimete ersin..
Kâfirler cezalarını çeksin..

Bütün bunlarla anlatılmak istenen odur ki;
Yüce Allah, icâd edip meydana getirdiği şeylerle birleşmekten,
Ama onlardan uzak olmaktan da..
Kezâ onlarla bitişmek ve ayrılmaktan da..
Münezzehtir..
Hem de Mukaddes…

Bu Kâinât yok iken de O var idi..
Yâni, O var idi..
Ama bu Kâinât yok idi…

Sonra Kâinâtın varlığı O’na bir fazlalık getirmemiştir..
Yokluğu da O’ndan bir şey götürmez…

Önce ne idiyse..
Şimdi de öyledir…

O Yüce Allah, Kâinâtla ne birlikte idi ve ne de ayrı…

Anlamaya çalış!..
Ne Kâinâtla birleşiktir..
Ne de ayrı…

Çünkü vuslat ve ayrılık, Hüdus Sıfatı icâbıdır..
Kıdem Sıfatının değil…

Sonra ittisal ve infisal bir başka yere intikali gerektirir..

İrtihal ise bir hâlden başka bir hâlde geçmektir..
Zevâl bulmaktır..
Tagyirdir..
Tebdildir…

Onlar kemâl Sıfatı sayılmaz..
Halbuki Cenâb-ı Hakk’ı, cümle eksik-noksan sıfatlardan tenzih ederiz..

Sonra O yücedir..
Zalimlerin dediği ve kâfirlerin isnadı O’na ulaşmaz..
Çünkü O çok büyüktür..
Yüceliği için bir sınır yoktur..
Ulvîdir..
Kebîrdir..

Biraz da Levh-i Mahfuz’dan ve Kalem’den bahsedelim:


Açıklanan Kelimler :

İblis : İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan. (Bak: Hannas, Şeytan)
Lânet : Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyyet
Safha : Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen hâllerin beheri. * Yazılmış ve yazılabilir sahife.
Timsal : Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel.
Tefrid : Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma.
Sayebân : Gölgelik. Büyük çadır. Şemsiye. * Mc: Koruyan, himaye eden.
Mahdud : Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
Zümre : Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins.
Bâb : Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe.
Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.
Mukarrebun : Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar.
Yakîn : Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn
Cânib : f.Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf.
Sabikun : (Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler.
Meleküt: Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi.
Ceberut: Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.
Tahayyül : (C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ)
Cihet : (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
İcâb : Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz.
Nihan : f. Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen.
Teveccüh : Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka.
Mebni : Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak. * ... den dolayı... e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine uğramıyan) kelime.
İcâd : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek. (Bak: İbda')
Hüdus : Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.
İttisal : Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.
İnfisal : Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme. * Yerini bırakıp gitme. * Azledilme.
İntikal : Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.
İrtihal : Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek. * Ölmek.
Zevâl : Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.
Tagyir : Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. * İyiden kötüye değiştirme.
Tebdil : Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
Ulvî : (Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub.


Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
“Ve iz kulna lil melaiketiscüdu li ademe fe secedu illa iblis, eba vestekbera ve kane minel kafirin : Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara 2/34)
Resim
قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ
“Kale ma meneake ella tescüde iz emartük kale ene hayrum minhhalakteni min nariv ve halaktehu min tiyn : Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.” (A’raf 7/12)
Resim
فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ وَالْغَاوُونَ
وَجُنُودُ إِبْلِيسَ أَجْمَعُونَ

“Fe kübkibu fihahüm vel ğavun : Artık onlar, o azgınlar ve İblis orduları, toptan oraya tepetaklak (cehenneme) atılırlar.” (Şuara 26/94-95)
Resim
ِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
“İnneni enallahü la ilahe illa ene fa'büdni ve ekimis salate li zikri : Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl. “ (Tâ Hâ 20/14)
Resim
وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَـذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ
“Ve kulna ya ademüskün ente ve zevcükel cennete ve küla minha rağaden haysü şi'tüma, ve la takraba hazihiş şecerate fe tekuna minez zalimin : Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.” (Bakara 2/53)
Resim
قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“Kala rabbena zalemna enfüsena ve il lem tağfir lena ve terhamna lenekunenne minel hasirin : (Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf 7/23)
Resim
فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
“Fe telekka ademü mir rabbihi kelimatin fe tabe aleyh, innehu hüvet tevvabür rahiym : Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (Bakara 2/37)
Resim
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
“Ve iz ehaze rabbüke mim beni ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm ala enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu bela şehidna en tekulu yevmel kiyameti inna künna an haza ğafilin : Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (A’raf 7/172)
Resim
فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
“Fatirus semavati vel ard ceale leküm min enfüsiküm ezvacev ve minel en'ami ezvaca yezraüküm fih leyse ke mislihi şey' ve hüves semiul besiyr : O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ 42/11)
Resim
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى
“Allahü la ilahe illa hu lehül esmaül hunsa” (TâHâ 20/8)
Resim
ُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Huvallahulleziy la ilahe illa huve elmelikulkuddususselamul mu'minul muheyminul 'aziyzul cebbarul mutekebbiru subhanallahi 'amma yuşrikune. : O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üsündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr 59/23)
Resim
قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
“Kul ley yüsiybena illa ma ketebellahü lena hüve mevlana ve alellahi fel yetevekkelil mü'minun : De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” (Tevbe 9/51)
Resim
وَتَرَى الْمَلَائِكَةَ حَافِّينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَقُضِيَ بَيْنَهُم بِالْحَقِّ وَقِيلَ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Ve teral melaikete haffine min havlil arşi yüsebbihune bi hamdi rabbihim ve kudiye beynehüm bil hakki ve kiylel hamdü lillahi rabbil alemin : Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve «alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun» denilmiştir.” (Zümer 39/75)

Resim
En son Gul tarafından 27 Şub 2010, 20:39 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Şeceretü’l- Kevn-3

Biraz da, levh-ü mah'fuzdan ve kalemden bahsedelim.
Allah-ü Teâlâ, “Levh”i ve “Kalem”i, bir sultanın ki­tabı menzllesinde kıldı..
Yani: Anayasası.
Ve.. onda yazılanlar, onun hükümleri mesabe­sindedir..

Sonra.. Onda olanlar kendi hükmüdür..
Müb­rem işleridir.
Onun içinde; yeniden icad edeceği şeyleri de vardır; idam edip yok edeceği şeyler de..
İyiliği ve ihsanı da onda vardır.
Kezâ sevabı ve intikamı da..

Sonra..
Sidre-i Müntehayı yarattı..
İşbu Sidre-i Münteha, tafsilini yaptığımız ağacın dallarından biridir.
O Sidre-i Müntehanın altında, hizmetine kaim olanlar kalır..

Bir de, hükmünü infaza memur olanlar..
Orada bulunan vazifelilerin bir işi de bu Kâinât Ağacında hasıl olan meyveleri Hakka arzet­mektir.
Hatta, o ağaçta duran bazı işleri de..
Ki bunlar saymakla bitmez..

Sonra..
Sultanın kitabından bir nüsha asılı olarak oraya bırakıldı..
Ki bunun adına: “Levh-ü Mahfuz” derler..
Bu kâinât ağacında ne zuhur ederse etsin..
Katiyen Sidre-i Müntehayı aşamaz.
O zuhur eden şeyler: Yok olmak, var olmak, artık, eksik.. cinsinden olabilir..
Bütün bu işlerin, Sidre-i Münteha’yı aşamayışında bir sebep var..
Çünkü, herbirinin belli bir yeri vardır orada..
O makamdan belli bir hazzı vardır..
Resmen çizilmiş bir sınırı vardır..
İşte.. bunun tasdikini yapan bir Âyet-i Kerîme:

“Bizden, herbirimizin ayrı ve belli bir yeri vardır..” (37/164)

Bu ağacın meyvelerinden ne olursa, olsun; üs­tün veya düşük; büyük, küçük, hakir veya kıymet­li; az veya çok..
Bunların her biri için, o sultanın kitabında yer vardır..

“Küçük büyük hiç birini bırakmamış; hep­sini sayıp dökmüş..” (18/49)

Meâline gelen Âyet-i Kerîme, sözümüzü doğ­rular ..

Kitabındaki hükümleri gereğince Sultan, bü­tün bu ağacın meyveleri için iki hazine yaptı.
Biri, cennet, öbürü de, cehenne . ve:
“ Bunları, alın; saklayın!..” emrini verdi..

Ondan çıkan, temiz meyve olduğu takdirde; yeri cennet olur..
Yani: Cennet hazinesine girer..
İşte.. Âyet-i Kerîme:

“Öyle değil.. iyilerin kitabı elbette İLLİY­YİN dedir.” (83/18)

Sonra..
Bu Kâinât Ağacı dallarından gelen han­gi meyve ki habistir..
Şüphesiz onun yeri de cehennemdir..
Bunu şu Âyet-i Kerîmenin meâli bize bildirir:

“Öyle değil.. Elbette, kötülerin kitabı SiC­CiN, dedir.” (83/7)

Cennet:

“Ashab-ı Yemin..” (56/8)

Meâline gelen Âyet-i Kerîmede târif edilen saadet ehli sağcıların evidir..
Bu evin bulunduğu yere gelince; onu da, şu Âyet-i Kerîmeden anlayabiliriz:

“Turun sağ cânibinde..” (19/52)...

Ve çeşitli Âyet-i Kerîmelerin işaretine göre; o: Pek mübarek bir ağaçtan mamuldür.. sonra o:
Hem pâk, hem de temizdir. .
Evet..
Cennetin durumu bu..
Cehennemin durumuna gelince..
O da:

“Ashab-ı Şimâl..” (56/9)

Meâline gelen, Âyet-i Kerîme ile belirtildiği gibi, şekavet ehli solcuların yeridir..
Ki bunun. yapısı da:

“Kur’ânda lânetle anılan ağaç..” (17/60)

Meâline gelen, Âyet-i Kerîme’de belirtilen o, lânetli ağaçtan yapılmıştır..
Dünya, mevzu’umuz olan ağacın çiçeklerinin teşhir yeridir..
Ama, birer vedia olarak..
Yani: Ema­net..
Yani: Geçici..
Âhirete gelince..
Onun, yâni: Kâinât Ağacı meyvelerine birer karargâhtır..
Ama emaneten değil..
Ebedî, daimi..

Bu Kâinât Ağacının etrafını bir duvar sardı..
Ki buna:
Kudret sarması, kuşatması..
Adı verilir..
Çünkü Allah-ü Teâlâ herşeyi –zatı ve sıfatı ile- kuşatmıştır..

Daha sonra..
Allah-ü Teâlâ, o Kâinât Ağacı için bir daire çizdi..
Bu dairenin adı da: İrade dairesidir..
Ki bu mânâ da çeşitli Âyet-i Kerîmeler­de tecellî eder;
Ki o:

“O arzu ettiğini yapar.. Ve dilediği hükmü vermekte serbesttir..” (3/40 - 5/1)

Vaktaki bu Kâinât Ağacı kökü itibarı ile yerleşti..
Dalları da sübut buldu: önü ile sonunu birleştirdi.., ,
... Ve iş böylece; bir sonuç olarak:

“Taa Rabbına vardı..” (79/44)

... Ve iş,başlama noktasına ulaştı..
Yani:
“ كُنْ - Kün! Ol! ”
Emri ile başladı.. Ve:
“فَيَكُونُ-YEKÜN'U (OLUR)..
Emri ile nihayete erdi..
Ki bu garipsenecek bir iş değildir..
Bir işin başında:
“Kün! Ol! ”
Emri olunca..
Hele bir de bu emir hükmü ge­çer bir zattan gelirse..
Sonu elbette:
OLUR..
Şeklinde biter..

Bu Kâinât Ağacı, dal budak ve ekiliş itibrı ile ne kadar çeşitli olursa olsun; aslı daima bir­dir..
Değişmez..
Ki bu bir olma işi:

“Kün! Ol! ”
Kelimesinin tohumuna göredir.
Kezâ sonu da yine bir racidir..
Ki o da:
“Kün! Ol! ” .. emridir.
Ki bu belki de; yokluk babında bir:
“Kün! Ol! ”
Olacaktır..

Bütün bu anlatılanlar; senin için çok dikkate değer şeylerdir..
Şayet birşeyler anlamak ister ve basiret gözü­nü kullanırsan..
Pek mânâlı şeyler göreceksin..

Mesela: Göreceksin ki..
Tuba Ağacı, Zakkum Ağacına bağlıdır..
Mesela: Hak yakınlığı nesiminin serinliği sam yeline karışmış durumdadır..
Meselâ : Vuslat semâsıının gölgesi; kapkara du­mandan, bir gölgeye karışıktır..

Hasılı, herkes nasibini yer..
Başka türlü ola­maz..

Bir kimse bakarsın ki; ağzı mühürlü kâsesin­den içer..
Bir başkası da, içmesi elzem olan neyse.. ondan içer.
... Ve bu iki zümre arasında mahrum olan da vardır..
Vaktaki bu vücut çocukları, Hazret-i Hakk’ın yok gösterdiği âlemden gelip vücut buldular:
Üzer­lerine kudret nesimleri esmeye başladı..
... Ve onları, hikmet lâtifeleri besledi..
...Ve Hakkın çeşidi çok işlerini; irade bulutla­rı onların üzerine yağdırdı..

İşbu tatlı esen nesimi rüzgâr, letaif gıdası ve irade yağmuru..
Üçü bir araya gelince:
Bu Kâinât Ağacı'nın her dalı, ezelde kendisine düşen nebatı bitirmeye başladı..
Sonra..
Tabiatı icâbı; meyvesine, hastalık ve sağlık kondu..
Bu kâinât tümden iki unsurdan meydana gel­miştir.
Ve.. Bu iki unsur da:
“Kün! Ol! ”
Emrinden meydana gelmiştir..
İşbu iki unsurun biri zulmet, diğeri de nurdur..
Cümle hayır, nurdan gelmektedir..
Şerrin de tümü, zulmetten çıkar..


Melekler topluluğu, nur unsurundan meydana gelmiştir.
Bu sebeple, onlardan sadece hayır gelir..

“Allah’ın kendilerine emrettiği işlerde asî gelmezler..» (66/6)

Şeytan topluluğu ise; zulmet unsurundan ya­ratıldı..
Bu yüzden bunlar, sadece şerre alettir..

Âdem ve oğullarına gelince..
Bunların çamurundan hem zulmet vardır; hem de nur..
İşbu sebeple, bunların terkibinde:
Hem hayır vardır :
Hem de şer..
Hem menfaat vardır;
Hem de mazarrat..
Sonra..
Onun zatı; mârifete ve nekreye kabili­yetlidir.
Yani: Aslını bulmaya ve yitirmeye..
Hasılı, hangi maye kendisine galip gelirse.. ona mensup sayılır.

Şayet onun; yani insanoğlunun nur mayesi; zuImet mayesine galip gelirse..
Ve bunun bir sonu­cu olarak ruhaniyeti cismaniyetini alt ederse..
Me­leklerden daha faziletli olur..
Feleki geçer.. ötelere gider..

Tam bunun aksine; insanoğlunun mayesinde­ zuImet galip gelirse..
Cismaniyeti ruhaniyetini ör­terse..
O zaman, sadece şeytana tafdil edilir..
Yani şeytandan biraz üstün olur..
Halbuki öbürü melek­lerden üstündü..
Bu, melekten üstün olmaz..
Şeytandan da aşa­ğı düşmez…

Vaktaki Allah-ü Teâlâ:
“Kün! Ol! ”
Emri toprağından Âdem'i yaratmak için bir avuç aldı.
Hemen sırtını sığadı..
Ta ki, temizler, kirliler­den ayrıla..

İşbu ameliyeden sonra..
Ashab-ı Yemin olan­lar; yani, saadet ehli sağcılar Âdemin sırtından çı­kıp sağ yanı tuttular.
Kezâ; Ashab-ı Şimâl olanlar da, sol canibe geç­tiler..
Ki bunlar, şakavet ehli solculardır..
Tek kişi, murad olan şeyden ayrılmadı..
Hatta arzu edilen yanın aksine meyil bile edemedi..

Bu anlatılanları dinledikten sonra..
Her kim kalkar da:
“Niçin böyle oluyor?” derse..
Şüphesiz bu sualinde hata etmiş olur..
Bu hatanın sebebini öğrenmek için aşağıda anlatılanları iyi anlayarak okumak icap eder.

Bu Kâinât Ağacı üzerinde işlem yapan zat, ki onun bu işlemi taa:
“Kün! Ol! ”
Emri tohumuna kadar ulaşır..

İşbu işlemi yapan zat; onun mayesinde unsu­ru sıktı..
Yayıkta salladı..
Taa zübbesi ve özü meydana çıkıncaya kadar..
O bununla da yetinmedi..
Sonra O süzüleni de yeniden süzdü..
Posası falan kalmadı..
Ne zaman ki o, bu ameliyeyi yaptı:
İşin özü ortaya çıktı.
Bundan sonra..
O öze, hidayet nurundan aktı.
. .. Ve böylece onun cevheri zuhura geldi..

Bununla yetinmedi; daha sonra onu, rahmet denizine daldırdı..
Ta ki, bereketi umuma şâmil olsun.
İşte.. bütün bu ameliyelerden sonra, ondan Peygamberimiz Muhammed (s.a.v) Efendimizin nu­runu yarattı.
Sonra onu, Mele-i Âlâ nuru ile süsledi..
Ta ki, aydınlığı çok olsun ve yükseldikçe yük­selsin..
Sonra..
İşbu nuru, her nurun aslı kıldı..
Durum böyle olunca, o nur, yazılış ve plân iti­barı ile başta gelir..
Ama zuhur sona kalmıştır baş­ka.. .
Yayılma ve dağılma itibarı ile, hepsinin önderidir.
Sürûr yönünden de müjdecileri.
... Ve.. güzellik tacını da, başlarına giydiren..
O, Hakkın üIfet defterinde, bir güzel vedia gibi durur..
Ve Hakkın ünsiyet cennetinde karargâhını kuran ve onun Zâtî ünsiyeti ile bir olandır..
Onun ruhaniyet mânâsını, cismaniyeti ile ka­padı..
Şuhud Âlemini de bu Vücut Âlemi ile örttü..

İyi düşün ki o, özene özene bu kâinâtın için­den çıkarılmıştır.
... Ve kâinât onun için yaratılmıştır..

Bunun nedeni de şu mânâdan anlaşılabilir ki:
Allah-ü Taâlâ, bu kâinâtı yaratırken, onlar üzerin­de gücünü göstermek için yarattı..
Onlara ihtiyacı olduğu için değil..

Allah-ü Teâlâ’nın bu kâinâtı yaratmasındaki hikmeti; suyun ve toprağın sûretini izhardır..

Düşün ki, Allah-ü Teâlâ. yarattıklarını yara­tırken ve bu mevcudatı meydana getirirken, hiçbir şey için:

“Ben, yeryüzünde bir halife kılacağını..” (2/30)

Demedi..
Bu şerefe hiçbir şey nâil olmadı;
Âdemlik varlığından başka..

Onun insan vücudunu meydana getirmesinde­ ki hikmet; ancak Peygamber (s.a..) Efendimizin şe­refini izhardır..

Çünkü bu cesetlerin meydana gelmesindeki hikmet onun vücududur..
Ki, kenziyet kâfi zuhur bulsun..
Yani:

“Ben bilinmeyen gizli bir KENZ idim ”

Ya­ni: HAZİNE..

Bu yaratılmışIardan beklenen; kendisini yara­tana karşı mârifet sahibi olabilmektir..

İşbu mârifet için tahsis edilen en güzide var­lık, Efendimiz Muhammed (s.a.)'in kalbidir.

Mârifet, tümden tasdik ve iman olunca..
Resûlullah (s.a.) Efendimizin mârifeti de sırf müşâhe­ ve âyan olunca..
Arada ne kalır..

Mârifet halini bulanlar, onun nuru ile buldu­lar.
Ki bunun böyle olduğuna hiç şüphe yoktur; sonra.. diğer yaratılmışlar da onun faziletini itiraf etmişlerdir..

Bu cihanın yaratıcısı, Hazret-i Resûlü (s.a.):
“Kün! Ol! ”
Emri çekirdeğinden meydana getirdi.

“O bir ekine benzer ki; filizini yarıp çıkar­ iniş ve gittikçe kökünü kuvvetlendirmiştir.” (48/29)

Meâline gelen Âyet-i Kerîme de yine onu an­latır..
Ki bu kuvvetlendirme işini, onun ashabı va­sıtası ile yapılmıştır..
Sonra:

“Onu kalınlaştırdı..” (48/29)

Cümlesi gereğince, zatına yakınlığı ile ona kuvvet vermiştir.

“Kökü üzerine yükselmiştir..” (48/29)

Derken, onun sıhhatli bir zevke sahip olduğu­na işaret edilmiştir.
Sonra da şevke ve içli arzuya..

Vaktaki bu Muhammedi Ağacın gövdesi zuhu­ra geldi ve yükseldi..
Ve o ağaç yaprak verdi; büyüdü..
Sonra.. kabul bulutları, çevreden kayarak gel­di ve onun başını bürüdü..
İşte o zaman, onun var­lığı tam olarak meydana çıktı.
Böylece bütün yara­tılmışlar, onun zuhuru ile müjdeler aldı, verdi..
İnsan ve cin tayfası onun varlığı ile sevince gark oldu..

Onun kudumu ile, Kâinât baştanbaşa kokula­ra büründü.
Onun doğumu ile putlar, yerle bir oldu..
Onun bi'seti ile de, dinlerin eski hükmü men­suh oldu..
Kur’ân sırf onun tasdiki için nâzil oldu..
Kâinât Ağacı onun aşkına coştu.. taştı.. oy­nadı..
Sonra.. onda bulunanlar da, harekete geçti..
Ama hepsi.. renkler.. renkler ve bayramlıklar.. uçtu.. uçtu..



Bu Kâinât Ağacı'ndan kopan birtakım kim­seler, Şimâl Ehli oldu..
Yani solcu..
Yani solak..
Ya­ni, saadet ehlinin aksi..
Vaktaki risalet rüzgârı esmeye başladı.
Ki o risalet müjdesini şu Âyet-i Kerîme getirdi:

“Seni ancak alemlere rahmet olarak gön­derdik..” (21/107)

İşbu nesimi havayı, tanı bir lütuf ve rahmet eseri olarak:

“Kendileri için bizden iyilikler alan..” (21/101)

Meâlini taşıyan Âyet-i Kerîmedeki mânâ gere­ğince tatlı tatlı kokladılar..
... Ve hoş bir rahatlıkla, o havaya doğru mey­lettiler..
[/b]


Açıklanan Kelimler :

Sidre-i Münteha :[/b] Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.

Tafsil : Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.

İnfaz : Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme. * Aldığı emre göre birisini öldürme. * Öte tarafa geçirme.

İlliy­yin : İlliyyun. (İlliyyîn) (Aliyyu. C.) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir.

Sic­cin : Sert, şiddetli olan şey. * Dâim olan. * Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer. * Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer.

Şekavet : Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık.

Teşhir : Göz önüne serme, gösterme. Sergi serip âleme ilân etme. * Meşhur ve nâmdâr kılmak. * Kılıç sıyırma.

Vedia : Emanet.

Vücud : Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde.

Maye : Damızlık. * Esas. Temel. * Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde. * Para, mal. İktidar. Güç. * İlim. * Dişi deve.

Ashab-ı Yemin : Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar. Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için çalışanlar ve bunlara taraftar olanlar. Sağlam ve helâl dâiresinde çalışan kimseler. Cennetlik olanlar.

Ashab-ı Şimâl : Amel defterleri sol taraflarından verilecek olan cehennemlik kimseler. Solcular.

Mele-i Âlâ : Kerrubiyyun ve melâike cemaati. En yüksek hey'et. Melekler âlemi. Felekler ve unsurlar.

Kudum : Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik.


Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

وَمَا مِنَّا إِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَّعْلُومٌ
“ (Melekler şöyle derler:) Bizim her birimiz için, bilinen bir makam vardır. Şüphesiz biz, orada sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah'ı tesbih ederiz.” (Sâffât 37/164-166)
Resim
كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الْأَبْرَارِ لَفِي عِلِّيِّينَ
“Hayır! Andolsun iyilerin kitabı İlliyyûn'dadır.” (Mutaffifîn 83/18)
Resim
كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الفُجَّارِ لَفِي سِجِّينٍ
“Doğrusu günahkârların yazısı, muhakkak Siccîn'de olmaktır.” (Mutaffifîn 83/7)
Resim
فَأَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ
“Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!” (Vakıa 56/8)
Resim
وَنَادَيْنَاهُ مِن جَانِبِ الطُّورِ الْأَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِيًّا
“Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık.” (Meryem 19/52)
Resim
وَأَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ
“Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!” (Vakıa 56/9)
Resim
وَإِذْ قُلْنَا لَكَ إِنَّ رَبَّكَ أَحَاطَ بِالنَّاسِ وَمَا جَعَلْنَا الرُّؤيَا الَّتِي أَرَيْنَاكَ إِلاَّ فِتْنَةً لِّلنَّاسِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ فِي القُرْآنِ وَنُخَوِّفُهُمْ فَمَا يَزِيدُهُمْ إِلاَّ طُغْيَانًا كَبِيرًا
“Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur'an'da lânetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.” (İsrâ 17/60)
Resim
قَالَ رَبِّ أَنَّىَ يَكُونُ لِي غُلاَمٌ وَقَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ وَامْرَأَتِي عَاقِرٌ قَالَ كَذَلِكَ اللّهُ يَفْعَلُ مَا يَشَاء
“Zekeriyya: Rabbim! dedi, bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir; Allah dilediğini yapar.” (Âl-i İmrân 3/40)
Resim
يَا أَيُّهَا ال#1617;َذِينَ آمَنُواْ أَوْفُواْ بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُم بَهِيمَةُ الأَنْعَامِ إِلاَّ مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ
“Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getiriniz. İhramlı iken avlanmayı helal saymamak üzere (aşağıda) size okunacaklar dışında kalan hayvanlar, sizin için helâl kılındı. Allah dilediğine hükmeder.” (Mâide 5/1)
Resim
ِلَى رَبِّكَ مُنتَهَاهَا
“Onun nihaî ilmi yalnız Rabbine aittir.” (Nâziât 79/44)
Resim
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (Tahrîm 66/6)
Resim
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
“Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.” (Bakara 2/30)
Resim
لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
“Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir.” (Fetih 48/29)
Resim
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107)
Resim
إِنَّ الَّذِينَ سَبَقَتْ لَهُم مِّنَّا الْحُسْنَى أُوْلَئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَ
“Tarafımızdan kendilerine güzel âkıbet takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar cehennemden uzak tutulurlar.” (Enbiyâ 21/101)

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Şeceretü’l- Kevn-4

Durum, aslında yukarıda anlatıldığı gibi olma­sına rağmen;
O kimseler ki nezlelidirler, ya da hu­zura kabul şerefinden mahrumdurlar..
İşte..
Hali yukarıda anlatıldığı gibi olanların
üzerine bir sam yeli eser; ama, ilahi kudretten..
İş böyle olunca, önce var olan tazelik gider..
Yeşil ve güzelken kurur..
Yüzündeki alameti kaybolur..
Eğer bir felah ümidi var idiyse, o da kalmaz gider..
Hepsi meyus ve mükedder olur..
Bu mübarek dalın bir sırrı vardır ki o:
Varlık Ağacının aşısından peyda olur.
Bir de vücûd sedeflerinin incisinden.
Yukanda bahsi edilen mübarek dal, anlaşıla­cağı gibi, Hazret-i Resûl'dür.
O yüce Resûl (s.a.v) bu Kâinât karanlığında bir lambadır..
Varlık cesedinin de ruhudur..
Allah-ü Teâlâ; yere ve semaya hitap etti ve:
“İkiniz de, ister isteyerek, isterse istemeye­rek, gelin...” dedi..
Bunun üzerine onlar da:
“İsteyerek geldik..”dediler..” (Fussilet 41/11)
Ona, yani:
“Geliniz!..”
Emrine ilk icâbet eden Kâbe oldu..
Bu yerden..
Semâdan ise..
Tam Kâbe'nin hizasına gelen kısı .
Ve.. O Kâbe toprağı, bir türbe oldu..
Yani: Zi­yaretgâh..
Sonra..
Yeryüzünde de bir iman mahalli..
Allah-ü Teâlâ, Âdem (s.a.v)' in yaratılması için yer yüzünden bir avuç toprak aldıracağı zaman,
Kâbe dışında kalan yerlerden de aldırdı..
Ve:
“Bu iyi! bu da kötü!.”
Diye bir ayırma yapmadı..
İyisinden de aldı.
Kötüsünden de...
Ama Resûlullah (s.a.v) Efendimizin toprağı sa­dece Kâbe mevziinden alındı.
Ki orası, Allah-ü Teâlâ'ya iman mahallidir.
Sonra Resûlullah (s.a.v) Efendimizin toprağı ile, Âdem'in ki bir birine karıştırıldı.
Böylece, her ikisi de bir hamur haline geldi..
Ha.. az daha unutuyorduk:
Eğer Âdem’in top­rağına Resûlullah (s.a.v) Efendimizin toprağından bir katılma olmasaydı; Âdem (a.s.)'e icâbet eden olmazdı..
Ve.. Allah-ü Teâlâ'nın:
“Ben sizin Rabbınız değil miyim?.” (A’raf 7/172)

Sualine müsbet cevap verecek kudreti hiç kim­se kendinde bulamazdı..
İşbu anlatılan mânâ, Resûlullah (s.a.v) Efendi­mizin şu Hadis-i Şerifinde gizlidir:
“Âdem su ile toprak arasında iken, ben Peygamberdim .”
Bu mânâyı iyi anlamak icap eder..
Bütün bu vücûd ve bereketi; Resûlullah (s.a.v) Efendimizin onlardaki bereketi sayesinde meydana geldi..
Vaktaki, Allah-ü Taaıa'nın muradı, onların kendilerine olan şehadetlerini almak oldu.. Onlara o şahadet günü sordu:
“Ben sizin Rabbınız değil miyim?.” (A’raf 7/172)
İş bu suale, çamurlarında, o nübüvvet hamurundan karışmış olanlar, hep birden:
“Evet!..”
Dediler..
Allah'ın izni ile dilleri açıldı; müsbet cevap verdiler..
Her kimin ki, tınetinde ondan bir parça vardı; ezelde kendisine o nübüvvet çamurundan bir nasib verilmişti; kendisi ile kaldı..
Her kimin ki, tınetinde ondan bir parça vardı;
Ezelde kendisine o nübüvvet çamurundan bir nasib verilmişti; Kendisi ile kaldı..
Ve.. bu aleme kadar geldi..
O nasip, onun arkadaşı oldu; bu his âleminde zuhur etti..
... Ve onun zuhuru bu âleme gelenin şeklinde oldu..
İşbu anlatılan mânâ, böyle zuhur eyledi..
Ta ki, esas dava hakikat ola..
... Ve anlatılan ruhanî mânâ, cismanî cesedin hizasında meydana gele..
Bir zamanlar, zulmete dalmışken; cesed de böylece nura gark olsun artık..
Onun gösterdiği yola diğer duygular da ay­dınlığa kavuşsun..
Ve.. ameli isyan değil; hep taat olsun..
O kimsenin ki tıneti bozuktur; ve o mübarek nasibi almaya kabillyeti yoktur..
. .. İşbu sebeple:
Ancak ondan bir eser kalmış­tır üzerinde..
Ki bu da, şâhidler huzurunda itiraf ettiği miktardır..
Ve o günkü ikrar yerinde kaldığı kadardır..
Daha fazlası yok.
Sonra.. aradan zaman geçince, ondan da eser kalmadı..
O kimsenin çamurundaki bozukluk sebepi ile o eser de yok oldu..
Kalmadı; eriyip gitti.
Sanki o mübarek maye onda bir emanet idi; dönüp geldiği yere gitti.
Çünkü o kimse, onu korumaya ehil değildi..
Bu bir iman işidir.
Ki, kâfir zümrenin kalbin­de emaneten durur..
Sonra.. ayrılır; gider..
O iman, ancak mü'min kulların kalbinde de­vamlı durur..
İşbu mânâ, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şu Hadis-i Şerîfinde gizlidir:
“Her doğan çocuk, o yaratılış üzerine doğar ki, Allah-ü Teâlâ, onu, o şekilde yaratmıştır..”
Yani onlar:
“Ben sizin Rabbınız değil miyim?..” (A’raf 7/172)
Hitaba verdikleri cevapta aynıydılar..
Aynı hitabı duydular..
Ve:
“Evet!..”
Şeklindeki cevabı, birlikte verdiler..
Çünkü varlıkların meydana getiren zerrelerin hepsine, o nübüvvet hamuru sâri idi..
Çünkü ezeli ilim, öyle icâb ettiriyordu; onun gereği de mutlaka yerine gelmeliyell..
Nitekim eksiksiz geldi..
Her kim ki; verdiği karar üzerinde karar kıldı..
Onu, küfür ve inkar tuttuğu yoldan alamadı..
Hatta, bu Kâinât Ağacı hadiseleri de..
On­daki; büyüme, artma da..
Süsler püsler de..
Sonra..
Bazı, fikri meyveler de..
Bazı şevke ben­zer hatler de..
Muhkem zevkler de onu yolundan alamaz..
O mayeyi özünden silemez..
Kezâ, sırlar âlemindeki safa da..
Kezâ İlahî bağışın tatlı nesimi de ona bir za­rar vermez..
Ayın şekilde büyüyüp yükselen amel­ler de..
Kezâ iç âlemi temizleyen hâller de..
Nefis riyazetinden hasıl olan tatlı yeşil yaprak­lar da onun zararına olamaz..
Kalblerin, kendi kendine yaptığı münacaatlar da onu tesiri altına ala­maz.
Kezâ, sırlar âlemindeki dereceler, ruhanî mü­şahedeler de onun için önemli olamaz.
Onun gönlünde biten hikmet çiçekleri de ona dokunamaz..
Hatta, mârifet halinden doğan lütuflar da..
Kezâ, ötelere suud edip aşan tatlı nefesler de ona göre, hiç sayılır.. .
Sonra..
O kimsenin daldığı manevî umman ya­nında ünsiyet çiçeklerinin demeti nedir?
Ruhanî havanın esintisi nedir?.
Aslı üzerine kurulan, ihtisas ehlinin mertebe­leri nedir?.. .
Özünde nübüvvet sırrını taşıyan, seçilmiş kul­lara verilen makamı neyler?..
Yalnız mertebe olarak sıddıkların mertebesini ne 'der?
Hakk’a yakın kulların devâmlı münacaatı ne oluyor ki?.
Mahabbet ehlinin müşâhedesi de bunlara eklense yine de o nübüvvet sırrını taşıyan kimsenin gönlünde, bir yer tutamaz..
Belki de:
“Neden böyle?.. Bunlar bu kadar önemsiz mi ki?..”
Diyeceksiniz..
Hayır öyle değil..
Mesele başka..
Çünkü bunların hepsi, Muhammedî Aşı’nın bir sonucudur..
Bütün bunlar, onun nurundan bir kıvılcımdır..
Onun Kevser Irmağından akıp gelen bir boy­dur.. soydur.. koldur..
Onun iyiliği özünden hasıl olan bir gıdadır..
Onun hidayet beşiğinde bir mürebbidir..
Ter­biyecidir..
Yetiştiricidir..
İşbu sebepledir ki; onun bereketi umuma şâmildir..
“Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik..” (Enbiyâ 21/107)
Âyet-i Celilesi gereğince, rahmet kanadı cümle yaratılmışlar üzerine gerildi..
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şanı şerefi ki yukarıda anlatıldığı gibi oldu, onun bu şanını ve şere­fini tebcil için cihan sergisi açıldı..
Gece ve gündüz emrine teşhir edildi.
Şerefine merasimler tertip edildi..
Kıtaların hududu onun için tesbit edildi..
Nam-ı Şerifi, her yerde yad edilmeye başlandı..
Onu tasdik için, cümle embiyadan ahd alındı..
Bir de, onun hakikat bağına sarılalar diye..­
Onun şeriat gelini, bütün etbaına ve etrafına
tercih edildi..
Onun nübüvveti ile, peygamberlerin peygamberliği son buldu..
Kitabı ile de kitaplar.
Risaleti ile de risalet vazifesi hitam huldu..
Onun yüce şanını kısaca öğrendikten sonra, dinle..
Diyeceğimiz var:
Her kim, onun şeriatına sığınırsa..
Selâmeti bulur..
Kim onun, millet bağına yapışırsa..
Kurtulur..
Bütün bunlar, yani Selâmet ve kurtuluş, diğer peygamberlerde müşâhede edilmiştir..
Yâni, O'nun sayesinde..

Vaktaki Âdem (as.) Resûlullah (s.a.v) Efendi­mizi vesile ittihaz etti: Kınanmaktan kurtuldu.
Vaktaki, o yüce Nebi (s.a.v) İbrahim (as.)'in sulbüne intikal eyledi: Ateş ona, serin ve Selâmet oldu. ­
O yüce inci, İsmail sedefine girince, namınabir kurbanlık koç indi.
Bu Kâinât Ağacı'nda, Ashab-ı Yemin;
Yâni: Saadet ehli olan sağcılar dalının meyvesi şu Âyet-i Kerîmede gözükür:
“Allah onları sever; onlar da Allah'ı sever­ler..” (Mâide 5/45)
Ashab-ı Şimâl, yani sol cânibi tutan zümre da­lının meyvesi de şu Âyet-i Kerîmede beyan buyru­lur:
“Sen onlar arasında bulundukça; Allah on­lara azab etmeyecektir..” (Enfâl 8/33)
Sabikun, yani ilkler ve tam yakınlar dalının meyvesi ise, şu Âyet-i Kerîme ile beyan buyrulur:
“Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Kendisi ile beraber olanlar, küffara karşı şiddetli; fakat kendi aralarında merhametlidir..”
(Fetih 48/29)

İşte.. anlatıldığı veçhile, o yüce peygamberin bereketi bütün afâkı kapladı.
Onsuz hiçbir yer kalmadı..
Diyecekleri tamam oldu..
Hükmü ve nüfuzu her yanı tuttu..
Durum ki, anlatıldığı gibi oldu:
Âdem (a.s.) onun isminin şeklinde yaratıldı..
Onun ismi ise, MUHAMMED “مُحَمَّدْ “ idi..
(aslı olan Arap harflerine göre..)
Şöyle ki:
Âdem'in (as.) başı bir daire biçimine girdi.
Ki bu: O mübarek ismin başındaki ( م : Mim) oldu.
Ellerinin yana salmış şekli ile de, ( ح : Ha) meydana geldi..
Karnı ile de ikinci ( م : Mim) şeklini teşkil etti.
Ayaklarının açılışı şeklinde ise, ( د : Dal) harfini andırdı.
İşte..
Böylece Âdem (as.)'in sûreti:
Muhammed (s.a.v) lsm-i şerîfi sûretinde oldu..

Biraz da:
“Kâinât onun şekline göre yapıldı..”
Sözümüzü tafsil edeli .
Bilindiği gibi Âlem ikidir.
Biri Mülk,
Öbürü Melekut..
İlki bu görünen âlem (Şühud Âlemi) .
Öbürü de Gayb Âlemi..
Bu dış âlem, onun cismanîyetine, yani dış şekline göre tanzim edildi..
Öbür Gayb Âlemi ise, onun ruhanîyetine göre tertip edilmiştir..
Bu Süflî Âlemin kesafeti; onun zâhirî cisminin kesafetine göredir..
Ulvi Âlemin letâfeti ise, onun letâfeti ile ölçü­lür.
Yeryüzünde ne kadar dağlar varsa..
Hepsi yeri tutan direk hükmündedir..
Ki bu, onun mübarek cesedini dik tutan kemikler menzilesindedir..
Yeryüzünde ne kadar dolu deniz varsa..
Akan ve akmayan..
Tatlı veya değil.
Bütün bunlar onun damarlarında akan kan menzilesindedir.
Bir de onun aza geçitlerinde sâkin duran kan..
Onlardaki tatlıların çeşitli oluşlarına gelince:
Onların tatlarının çeşitli oluşlarına rağmen, durum bundan başka olmaz;
O ki, tatlıdır; tükrüğünü andırır..
Yenen ve içilen şeylere karışınca; onları güzelleştirir..
O ki, tuzludur; gözünden akan suya benzer.
Gözdeki yağı korur..
O ki, acıdır; kulak suyu böyledir.
Ki bu su, kulağı kurttan böcekten korur.
Bu su, ona zarar vermek için içeri gireni öldürür..
Onun mübarek ceset yüzüne gelince..
Kıl biten kısımlar, münbit yere benzer.
Bitme­yen yerler ise, çorak yere, araziye..
Ve buradan bit­ki ummak muhaldir..
Sonra..
Yeryüzünde bazı büyük denizler vardır ki:
Onlardan bazı ırmaklar meydana gelir.
Bazan da, küçük akıntılar..
Ki, insanlar bu ırmak ve akın­tılardan faydalanır..
Bütün bunların benzeri, onun mübarek cese­dinde vardır..
Mesela can damarı ve diğer ona benzeyen damarlar…
Ki orası, bütün vücuda kan dağı­dır..
Hatta vücûddaki bütün damarlar, bütün kanını ve canını ondan alır..
Buraya kadar sayılanlar, onun süflî âleme ait bir misâli idi..
Ulvi âleme gelince..
Onun zâhirdeki misali de, Sema Âlemidir.
Anlatılacak misallerden çıkarmak mümkündür.
Allah-ü Teâlâ, oraya bir güneş yerleştirmiştir..
Ki onunla, yer ehlini aydınlığa kavuşturur..
Tıpkı semaya koyduğu güneş gibi, bu cesede de ruh koydu..
Ki bu cesed onunla yolunu bulur..
Ölüm sonunda kaybolup gidecek olsa..
Cesed tüm­den karanlığa gömülür.
Sonra cesetteki akıl da, semadaki aya benzer..
Bazan artar; bazan da eksilir..
O, önceleri küçücüktür..
Ki onun adı: Hilal'­dir..
Ki bu, çocuğa çocukluk anındaki aklı gibidir..
Sonra artar..
Ayın tamam olup bedir halini aldığı gecelerdeki gibi..
Sonra..
Gökte, beş yıldız yaratılmıştır..
Ki bun­lara:
“Akıp akıp yuvasına dönen yıldızlar..” (Tekvîr 81/16)
Meâline gelen Âyet-i Kerîme ile işaret edil­mektedir.. .
(Bunlar : Zuhal, Müşteri, Merih, Zühre, ve Utarid)
İşbu yıldızlara misal, insanda bulunan:
Tat­ma, koku alma, bir şeye değme, duyma ve görme­den ibaret olan duygulardır..


Açıklanan Kelimler :

Mahrum : Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak. * Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan. * İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.

Mahall : Yer. Mekân. Cây.

İcâbet : Kabul olmak. Kabul etmek. * Râzı olma, rızâ gösterme, muvafakat etme.

Nam : f. İsim, ad. Lâkab. Ün. Şan. * Vekillik. * Adres.

Risalet : Birisini bir vazife ile bir yere göndermek. * Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik. * Elçilik.

Selâmet : Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık.

İttihaz : Edinmek. Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek.
Sulb : Sert, katı. Taş gibi olan. * Omurga kemiği. * Sülâle, zürriyet.

İntikal : Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.

Afâk : Dış âlem. Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire. * Etraf. Cihetler. * Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs'dür.)
Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey.

Süflî : Aşağıda bulunan. * Alçak, pek aşağı olan
Kesafet : Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.

Letâfet : Hoşluk, lâtiflik. * Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek. * Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik.


Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ اِئْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِين
َ
“Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de «İsteyerek geldik» dediler.” (Fussilet 41/11)

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
“Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (A’raf 7/172)

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107)

وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ فِيهَا أَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالأَنفَ بِالأَنفِ وَالأُذُنَ بِالأُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ فَمَن تَصَدَّقَ بِهِ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَّهُ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o keffâret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.” (Mâide 5/45)

وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

“Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.” (Enfâl 8/33)

مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا

“Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.” (Fetih 48/29)

فَلَا أُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ
الْجَوَارِ الْكُنَّسِ

“Hayır! Akıp giden, bir kaybolup bir etrafı aydınlatan yıldızlara andolsun,” (Tekvîr 81/15-16)

Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Küntü nebîyyen ve Âdem’e beyne’l-ma’e ve’t- tin: Ben nebî idim, halbuki Âdem su ile toprak arasında idi.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.

Ebu Hüreyre (r.a.) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Her çocuk fıtrat üzerine doğar" buyurdu
Ve sonra da: “Şu âyeti okuyun" dedi:
"Allah'ın yaratılışta verdiği fıtrat..." (Rum: 30/30).
Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözünü şöyle tamamladı: "Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.
Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi.
Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?"

Dinleyenler:
"Ey Allah'ın Resûlu! Küçükken ölenler hakkında ne dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye sordular.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
"(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi Allah daha iyi bilir."

Bir başka rivayette:
"Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadar şu din üzere olmasın" buyurulmuştur..(Buhârî, Cenâiz: 80, 93; Müslim, Kader: 22, (2658); Muvatta, Cenâiz:. 52, (1, 241); Tirmizî, Kader: 5, (2139); Ebu Dâvud, Sünnet: 18, (4714)

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Şeceretü’l- Kevn-5

Sonra Allah-ü Teâlâ Arş’ı ve Kursî'yi yarattı.
Allah-ü Teâlâ Arş’ı yarattı ve orayı kullarının kalbine bir yönelme yeri hâline getirdi..
... Ve orayı bir mahal eyledi ki: Eller oraya doğru uzanır.
Ama orası; ne Zât’ına bir mahaldir..
Ne de sı­fatına bir cinas..
Belki de:
“Rahmân istiva etti.” (Tâ Hâ 20/5)
Âyet-i Kerîmesine bakılarak bir hüküm verile­bilir; ama dikkat gerek..
Rahmân, Allah-ü Teâlâ'nın bir ismidir.
İstiva ise; onun naati ve sıfatıdır..
Hâlbuki onun naati ve sıfatı Zât’ı ile kaimdir..
Arşa gelince..
Onun yarattığı mahlûk şeyler­ den biridir.
Ona bitişmiş değildir..
Hatta değmesi bile yoktur.
Ona yüklenmiş olamaz..
Kaldı ki böy­le birşeye ihtiyacı da yoktur.
Arş böyle..
Kürsî'ye gelince..
Orası sırlarına bir kapıdır. Nurlarına da bir örtü..
Şu Âyet-i Kerîme mânâsına göre, emanet ola­rak bırakılan cümle vedia oradadır:
“Onun Kürsî'si yeri ve semaları kapladı..” (Bakara 2/255)
Şimdi..
Arş’ı ve Kürsî'yi biraz daha mânâlandıralı .
Yâni: Yüce Peygamberin (s.a.v) zâhirî var­lığına göre..
Kürsî menzilesinde sîne vardır..
Çünkü ilim­lerin tahsilâtı oradadır.
Orası, kalb ve nefis kapısına açılan bir saha gibidir.. ­
Sonra.. ondan iki kapı açılır.
Biri nefse..
Öbü­rü de kalbe..
Oradan dışa akanlar, iki şekilde gelir.
Biri ne­fisten, öbürü de kalbden.
Gelenler, kalbden gelir; hayır olur..
Ya da ne­fisten şer olarak gelir..
Ne gelirse gelsin; hepsinin hasılat yeri sînedir..
Diğer duygulara da oradan yayılır..
İşbu anlatılanlar, şu Âyet-i Kerîmenln mânâ­sını ifade eder:
“Sînelerde olanlar, derlenip toplandığı vakit..” (Adiyât 100/9-11)
Kalb de Arş menzilesindedir..
Onun bir Arş’ı semadadır ki yeri bellidir..
Ama öbürü yeryüzünde bir mesken hâline getirilmiştir..
Sonra..
Kalblerin Arş’ı, semadaki Arşlardan çok daha faziletlidir..
Çünkü semadaki Arş, bir şeyi içine alamaz.
Herhangi bir şeyin hâmili de değildir..
Kaldı ki, bir idrake de sahip değildir..
Ama bu kalb olan arş, öyle bir şeydir ki, her zaman ona Hakk(C.C.) nazar eder…
Onda tecellîsini göste­rir..
Sonra..
Ona semadan keremini indirir..
Aşağıdaki kudsî hadis, bu mânâyı pek güzel dile getirir:
“Beni semalarım alamadı.. Kezâ yerim de.. Ama mü'min kulumun kalbi beni aldı..”
Sonra, Allah-ü Teâlâ, âhiret âleminde, cenneti ve cehennemi yarattı.
Oralarda nimetler ve azablar sakladı..
Onların biri, hayrın hazinesidir.
Diğeri şer an­barı..
Tıpkı bunun gibi, dünyada hayrın hazinesi, kalbin siyah noktacığıdır..
Hayra mekan orası­dır..
Ve.. orası, mü'min kuluna Hakk(C.C.) cennet eyle­miştir..
Çünkü arası, müşâhede mahallidir..
Çünkü orası, tecellî ve münacaat mahallidir..
İnen ilhamın; vahyin yeridir..
Çünkü, nurların menbaıdır; kaynağıdır.. gö­zesidir..
Nefis ise, cehennem menzilesindedir.
Sebebi­ne gelince, orası şerre bir kaynaktır..
Vesvesele­rin mahallidir..
... Ve şeytanın otlağıdır..
Zulmet, ve karanlık yeridir..
Levh ve kalem ise, kâinât ve yaratılış kita­bından bir nüshadır..
Taa, kıyamete kadar olmuş ve olacakların yerini belli eden bir kitabın sûretidir ..
Melekleri; kendilerine emr olunan intinsah et­mek içln yarattı..
Onlar, kendilerine gelen emri yazarlar..
Mah­vî yazarlar, isbatı yazarlar..
Ölümü yazar; hayatı yazarlar..
Eksiği yazar; artığı yazarlar..
Bu durumda zâhirdeki bu dil; kalem menzi­lesindedir.
Sîne ise: Levh..
Dilden ne çıkarsa..
Zihin onu, sînelerin levha­sında rakama döker..
Kalb idaresi, sîneye ne sarkıtırsa..
Dil ondan anlatmaya başlar..
Tıpkı bir tercüman gibi..
Sonra..
Allah-ü Teâlâ, duygularını kalbin elçileri eyledi..
Mesela:
Kulak onun bir elçisidir; ama casu­su olarak..
Göz onun, yani kalbin bir elçisidir; ama bek­çisi olarak
Keza, dil onun bir elçisidir; ama, tercümanı olarak..
Sonra, Allah-ü Teâlâ, insanda bir başka has­sa yarattı..
Ki bu: Bir delildir..
İşbu delil, kendi Rububiyetinedir.
Bir de, Hz. Resûl'ün Risaletine dairdir.
Ve.. bu delil; bizatihi insanın, görünen dış ya­pısıdır..
Vakta ki, bu insanın dış yapısı, bir müdebbi­re muhtaç duruma düştü:
Başlıca onun müdebbiri ruh oldu..
Ama bu ruh, onda tek bir müdebbir oldu..
Ama bu ruh, görülmez..
…Ve onun belli bir şekli de yoktur..
Sonra…
Cesette, ona tahsis edilen belli bir yer de yoktur..
Cesette herhangi birşeyin hareketi, ancak on­dan, yani ruhtan gelecek bir şuurla ve onda beli­recek bir arzu ile olabilir..
İnsan;
Bir şeyin herhangi şekliyle var veya yok olduğu hissini mi duyacak,
Ya da bir şeye do­kunup durumunu tesbit mi edecek?.
İşte..
Bütün bu anlatılanlar, ancak insandaki ruhla tahakkuk etmektedir.
Tıpkı yukarıda anlatıldığı gibi..
İnsan için ruh nasıl elzem ise..
Yâni bir müdebbir olarak..
Yâni bir yönetici olarak..
Bize görünen ve görünmeyen âlemler için de, aynı şekilde bir müdebbir ve bir yönetici gere­kir..
Yâni: İnsanları da içine alan âlemlere bir ruh elzemdir..
... Ve bu, vardır..
Sonra..
Bu kâinâtın yöneticisi için bazı vasıfların bulunması gerekir..
Ki, o vasıfların, başında şunlar gelir:
Tek olmak.. Yâni: Vâhid..
Âlim olmak.. Yâni, o yüce yöneticinin yurdun­da olup bitenleri tümden bilmesi icâb eder..
Bütün hadiselere hakim olmalıdır.. Yâni: Kâdir.. olmamasına veya olmasına..
Ve.. böyle bir Zât vardır..
Hem de şüphesiz..
Onun bir belli şekli yoktur..
Yâni: Keyfiyet­ten münezzehtir..
Kezâ; benzeri, misali de yoktur..
Görülen bir şey de değildir..
Bir yeri, mekânı da yoktur.
Parçalanmış, bölünmüş veya böyle bir parçalanma ve bölünme gibi şeyler de onun için keza düşünülemez.. .­
Hissi bir vasıta ile, elle tutulan ve dağıtılan bir şey olması da imkansızdır..
Ondan bir parça koparılıp alınamaz da..
Bütün bu sayılanlar, onun şanım, şerefini anlatmak için sayıldı..
İşte onun durumu, sonradan olma fânilerin durumuna hiç uymaz..
Onu daha iyi anlayabilmek için meâli şu olan Âyet-i Kerîmenin ruhuna nüfuz etmeye çalışalım:
“O'nun benzeri yoktur O, görür, işitir..” (Şûrâ 42/11)
Allah-ü Teâlâ'nın iki Resûlü -elçisi, sefiri- vardır.Biri zâhirde, yani dışta.. madde plânında..
Öbürü de bâtında.. Yâni ruh ve mânâ plânın­da..
Zâhirdeki Resûlü: MUHAMMED-ür-RESÛLULLAH (s.a.v)
Bâtındaki Resûlü: Cibril.. (as.)


Cibril, Allah-ü Teâlâ'nın manevî bir elçisi­dir;
Bunu demeye hacet yok.. Çünkü: Resûlullah (s.a.v) Efendimize, ümmeti huzurunda vahyi geti­rdi..
Ama, onu ne kimse görebilirdi..
Ne de his­sedip sesini duyabilirdi..
Hâliyle, tanımaları da mümkün olmadı..
Bu nasıl böyle ise..
Yâni: Kâinâtı yaratan yüce Hakk(C.C.)’ın nasıl iki elçisi varsa,
Bu insan yapısı­nın idare edenin; ki, o: Ruhtur..
İşbu ruhun da iki elçisi vardır..
Yâni:
Biri zâhirîdir.. diğeri de bâtınî..
Ruhun, insandaki bâtıni elçisi; iradedir..
Zâhirî elçisi de, dil..

İrade; bunda, Cibril menzilesindedir. Vahyini dile iletir..
Dil ise, iradenin bir tâbircisi ve tercümanı­dır.. ­
Yukanda; irade nasıl Cibri makamında gös­terildi ise; dil de, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin du­rumuna bir misâl olarak gösterilebilir..
Durum bu olunca..
Şimdi; her şeyin delilini kendinde araman gerek..
Sonra.. Allah-ü Teâlâ; senin varlığında.
Onun yani, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin nübüvvetinin sıhhatına ve risaletinin doğruluğuna nasıl delil­ler ihdas etmişse..
Aynı şekilde, getirdiği şeriatın sadakatine de deliller ihdas etmiştir..
Kezâ, sünnetine uymak yönünden de..
Hâl böyle olunca..
Esas beş elde toplanır..
Aşağıda sayılacak bu esas şeyin hepsi beş üze­rine kurulmuştur..
Ki o beş esasın başta gelenini başlıca;
Resûlullah . (s.a.v) Efendimizin şu Hadis-i Şerlerinde bula­biliriz..
Şöyle buyurdular:
“İslam, beş temel üzerine kuruldu..
a) Allah'tan başka ilah olmadığına ve Mu­hammed, Allah'ın Resulü olduğuna şehadet et­mek..
b) Namaz kılmak..
c) Zekat vermek..
d) Ramazan ayında oruç tutmak..
e) Allah-ü Teâlâ'nın mukaddes beytini tavafetmek..”


Birinci esas buydu.

İkincisine gelince:
Farzolan namazlardır..
Ki bu da beştir.. ­


Üçüncüsüne gelince:
Bu da zekattır ki..
Ni­sab itibarı ile, bu da beştir.
Nisab : İki yüz dirhem gümüşün zekatı beş dirhem olduğu gibi..


Dördüncü esasa gelince:
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz ve onunla beraber olan dört halifesidir..
Ki onlar: Hz. Ebubekir(R.A.), Hz. ömer(R.A.), Hz. Osman(R.A.) ve Hz. Ali(K.V.)'dir..
Allah(C.C.) onlardan razı olsun..
Beşinci esas ise; Ehl-i Beyttir.
Ki bunlar: Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Ha­san ve Hüseyin'dir..
Allah(C.C.) onlardan razı olsun..

Şimdi dinle..
Dini erkanın yerine getirilmesi, ancak,
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şeriatını bihakkın yerine getirmekle, ashabına karşı sevgi ve yakınlarına bağlılıkla mümkün olacağına göre..
YukaRda sa­yılan beş şeyin herbiri için sende deliller kıldı; bak..
Yâni: Yukarıda sayılan beş şeye..
Başta, İslam'ın binası olarak kabul edilen beş şeye; sendeki benzer, beş duygundur.
Yâni: İşitmen, görmen, tutman, koklaman ve tatman..
İşbu duyguların herbiri ile ayrı ayrı şeyleri
tadar ve değişik şeyleri öğrenirsin..
Kezâ yukarıda sayılan beş erkanla da, herşeyin manevî zevkine erersin.
İrfan sahibi olursun..
Rahmân olan Allah-ü Teâlâ'ya karşı mârifet sa­hibi olursun..
Yakin hâllerine dair ilimleri bulur­sun..
Önce göz duygusunu ele alalım:
Bu, seni na­mazın erkâlarını yerine getirmeye davet eder..
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz: “Gözümün nuru namazdadır..”.
Hadis-i Şerifini bu mânâda buyurmuştur.
Bir şeyi ellemek, tutmak, almak ise, seni zekâtın edasına davet eder..
Alah-ü Teâlâ habibine şöyle ferman buyur­du:
“Onların mallarından belli bir kısmını sa­daka olarak al..” (Tevbe 9/103)
Zevk duygusuna gelince..
O da seni, yemek tadını almayı terke davet eder.
Ta ki; oruç vazi­fesini eda edebilsin..
Duyma işine gelince..
O da seni, hakiki daveti duymaya çağırır..
Bu davet, şu Âyet-i Kerîme ile sabittir:
“İnsanları, hacca davet et..” (Hac 22/27)
Koku alma. duygusuna gelince.
O da, tevhid nefeslerini almaya çağırır..
Bu mânâyı da, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin şu Hadis-i Şerifinden anlıyoruz:
“Ben Rahmân'ın nefesini; Yemen cânibin­den almaktayı .”
İşte..
Anlatıldığı gibi, sende ve her insanda bulunan bu beş duygu, seni beş erkânı ikameye davet eder.. .
Anla, bul ve yoluna koyul..
Sağ elinde beş parmak yaratıldı.
Bu, Hazret-i Resûl ve onunla beraber olan dört halifeye dela­let eder..
Yâni: Hz. Ebubekir(R.A.), Hz. Ömer(R.A.), Hz. Osman(R.A.) ve Hz. Ali(K.V.)'dir..
Allah(C.C.) onlardan razı olsun.


Açıklanan Kelimler :

Arş : Bağ çardağı. * Gölgelik. * Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allah(C.C.)'ın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah(C.C.)'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.)
Kursî : Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. * Taht, serir. Erike. Koltuk. * Kaide. * Merkez. * Vazife. * Saltanat, kudret ve mülk. * Başkent, hükümet merkezi. * Mânevi makam. * Arş'ın altına bir semâ tabakası. (Bak: Arş)
İstiva : Müsavi oluş. Temasül. * İ'tidal, istikamet ve karar. * Kemalin sâbit olması. * Kaba kuşluk zamanı. * Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak. * İstila eylemek.
Sîne : f. Göğüs. Sadır. Kalb.
Müdebbir : Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören. * İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (C.C.).


Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى
“Rahmân, Arş'a istivâ etmiştir.” (Tâ Hâ 20/5)

اللّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
“Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara 2/255)

ِ أَفَلَا يَعْلَمُ إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ
وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ
إِنَّ رَبَّهُمْ بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَخَبِيرٌ

“ Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman insan (halinin ne olacağını) düşünmez mi? Şüphesiz Rableri o gün onlardan tamamıyle haberdardır.” (Adiyât 100/9-11)

فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
“O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ 42/11)

خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِم بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلاَتَكَ سَكَنٌ لَّهُمْ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir.” (Tevbe 9/103)

وَأَذِّن فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِن كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ
“ İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.”
(Hac 22/27-28)


Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:

Hadis-i Kudsî:
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Mâ vese’ani ârzi ve lâ semâi, ve vesa’ani kalbi abdi’l-mu’minun : Yere, göğe sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım.” Buyurmuştur.

Abdullah İbni Ömer (ra)’dan: “Bana babam Ömer İbni Hattab (radiyallahu anhu) rivayet etti. Dedi ki: “Bir gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanında bulunduğumuz sırada aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zât çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri gözükmüyor; bizden kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Nebî (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uyluklarının üzerine koydu ve: “Yâ Muhammed! Bana İslâmın ne olduğunu haber ver!” dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “İslâm ALLAH’tan başka ilâh olmadığıına, Muhammed’in de ALLAH’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmen; namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt’i haccetmendir.” buyurdu. (o zât): “Doğru söyledin” dedi. Babam dedi ki: “Biz buna hayret ettik. (Zîrâ) hem soruyor hem de tasdik ediyordu. “Bana imândan haber ver!” dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “ALLAH’a, ALLAH’ın meleklerine, Kitâblarına, Resûllerine ve âhiret gününe inanman ve bir de kadere; hayrına şerrine inanmandır.” buyurdu. O zât: “Doğru söyledin.” dedi. (Bu sefer): “Bana ihsândan haber ver!” dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “ALLAH’a O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni muhakkak görür.” buyurdu. O zât: “Bana kıyâmetten haber ver!” dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Bu meselede sorulan sorandan daha âlim değildir.” buyurdu. O zât: “O hâlde bana onun alâmetlerinden bâri haber ver!” dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Câriyenin kendi sahibesini doğurması ve yalınayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir.” buyurdu. Babam dedi ki: “ Bundan sonra o zât gitti. Ben hayli bir müddet (bekledim) durdum. Nihayet Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bana: “ Yâ Ömer! O sual soran zâtın kim olduğunu biliyor musun?” dedi. “ ALLAH ve Resûlü bilir.” dedim. “ Gerçekten O Cibril’di. Size dininizi öğretmeye gelmiş.” buyurdular.”(Müslim, Îmân)

Hz. Ali (r.a.) rivayet ediyor: “Tabiînin en hayırlısı Veysel Karanîdir”(Hâkimin Müstedrek)

Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Sizin sürdüğünüz dünya hayatında (iki şey) bana hoş göründü: Kadın ve güzel koku; bununla beraber namaz kılmak gözümün nûrudur.” buyurdu.
(Nesâî, 28/2,36/1; İmâmı Ahmed, Müsned III-128,285)

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Şeceretü’l- Kevn-6

Şimdi bir menkıbe:

Allah-ü Teâlâ Âdem (as.)'i yarattığı zaman,
Peygamber (s.a.v) Efendimizin nûrunu onun alnın­da kodu..
O nûru gören melekler, Âdem (as.)'i karşılı­yor ve ona selâm veriyorlardı..
Âdem (as.) ise onu göremiyor; bu sebeple üzülüyordu..

Yalvardı :
“Ya Rabbi! Oğlum Muhammed'in nûrunu ben de görmek dilerim!
O nûru, gözümün görebileceği duygularım­dan birine getir..
İşbu duaya icâbet oldu; ve o nûr, sağ elin şehâdet parmağına geldi.
Âdem (as.) ona bir baktı..
Ne görsün..
Parlı­yor..
Nûrlu mu, nûrlu..
Hemen o şehâdet parmağını kaldırdı ve şeha­det getirdi:
.
“Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur.. Ve Muhammed Allah’ın Resûlüdür..”.

O şehâdet parmağına:
“Musabbaha..”
Adının verilmesinin sebebi de bu şehâdettir.

Bundan sonra..
Âdem (as.) münacaat etti ve yalvardı:
“ Ya, Rabbi! Sulbümde bu nûrdan kalan var mı?..”
Şu cevabı aldı:
“ Evet var.. Ki onlar, onun ashabıdır.. Arkadaşlarıdır..­
İşte adları: Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali..”

Bundan sonra.
Onların nûrunu da Âdem'in (as.) göreceği yere getirdi..
Hz. Ali'nin nûrunu Âdem (as.) in baş parma­ğına getirdi..
Hz. Ebubekir'inkini orta parmağına,
Hz. Ömer'in nûrunu onun yanındaki parmağa..
Hz. Osman'ınkini küçük parmağa yerleştirdi..

Bundan sonra..
Âdem (as.)'e şöyle denildi :
“Böyle yapışımdaki hikmet odur ki: Hepsini avuç içinde rahatça kavrayabilesin..”
Yâni muhabbet üzere..
Ve aralarında bir fark gözetmeyesin..
Yâni, Muhammed (s.a.v) ile bu dört halifesi arasında..

Çünkü Allah-ü Teâlâ, şu Âyet-i Kerîme ile onların aralarını bir eyledi:

“Muhammed Allah’ın resûlüdür.. Ve onun­la beraber olanlar..” (Fetih 48/29)

SOL eldeki parmaklara gelince..
O da; beş var­lığa delalet eder ki..
Onlar da Ehl-i Beyt'tir..
Onlar, öyle bir Ehl-i Beyttir ki;
Allah-ü Teâlâ, onlardan kiri gidermiştir:
Bu durum şu Âyet-i Kerîme ile de sabittir:

“Allah’ın muradı odur ki, sizden kiri gidere.. Ey Ehl-i Beyt.” (Ahzâb 33/33)

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bu Âyet-i Kerîme için şöyle buyurdu:

“Bu ayet hakkımızda nazlı oldu. Ben, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin..”

Ayak parmaklarına gelince..
O beş parmak sana bir başka mânâların kapısını açmaktadır..
Ve beş vakit namazı hatırlatmaktadır..
Ki Allah-ü Teâlâ onları farz kılmıştır..
Ve sen, onları ayakta edâ edeceksin..
Ayak ve ondaki parmaklar, yeryüzünde Allah'ın hizmetçileridir..
Hİzmetçllik ise, ancak ayaklarla olur..

İşbu mânâ icâbı, sağ ayağın, beş vakit nama­zı hatırlatmaktadır..
Sol ayağın parmakları ise..
Zekat nisabına işa­rettir..
Ki o nisab: İkiyüz dirhemde beştir..İşte..

Sol ayağın parmaklarının beş oluşu bu beşe işarettir..
Namazla zekat, yanyana gelir.
Bu sebeple iki ayağın parmakları yanyana namaza ve zekata işaret sayılır.. ­

Sonra.. Allah-ü Teâlâ, sende ölüme ve dirilme­ye delâlet eden şeyleri de yarattı..
Aynı şekilde; kabir azabına ve nimetine delâlet eden şeyi de yarattı..
Bütün bunlara delâlet eden:
Uykudur..
Uyuyan kimse, kötü bir düş görürse.. sıkılır.. azap görür..
Kaldı ki, uyuyan kimse; dıştan bakılınca.. ölü­ye de benzer..
Duyguların o an için kaybeder..
Duyamaz, göremez ve bir şeyi idrak edemez..
Uykudan uyanınca..
Allah-ü Teâlâ, ona yeni­den görme duygusunu verir.
İşitme hassesini geri getirir..
İdrak ihsan eyler..

Bundan sonra o:
Görmeye ve duymaya baş­lar..
Yâni: Görme ve duyma hassesi ile..
Yâni: Bu zâhirdeki kulak ve göz vasıtası ile..
Bütün bu olanlar; uykuda olur ki, orada, bu göz yoktur..
Sonra.. orada görmeye başlar.
Bakar ki, nef­si istediği yöne gidiyor..
Yiyor ve içiyor..
Bütün bunlar, ölüp kabre giden bir kimsenin kabrinde görebileceği cinsten şeylerdir:
Nimet ve azab cinsinden..
Ve.. kabirde olacak bu işler; öldükten
dirilinceye kadar geçen zaman arasında olur..

Uyku zamanın tamam olunca..
Allah-ü Teâlâ seni diriltir..
Ama senin arzunla değil..
Senin dileğinle değil..
Uykudan hiç uyanmamayı başarabilsen.
O za­man, öldükten sonra; dirilmemeyi de başarır sayı­lırsın..
Ama bu senin için muhal..

İşbu durum; öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin yalanını meydana çıkarır..

Onların bu inkarı, sadece bilgisizliklerini or­taya atar..

İşte..
Bu inkarcı zümre, dehriyye ve zındıklar namları ile bilinen feylesoflardır..

Sonra..
Anlattığımız mânâ; kabir azabını, nimetini ve sorgu suâli kabul etmeyenlere de bir reddiyedir..
Ki, bunlar da: Muteziledir..

Bilesin..
Allah-ü Teâlâ, halkını üç sınıf olarak yarattı..
... Ve bunların târifini de, şu şekilde yaptı:

“Allah-ü Teâlâ her canlıyı sudan yarattı.. Ve onlardan bir zümre karnı üzerine sürünür..” (Nûr 24/45)

Ki bunlar, yılan ve o tip hayvanlardır..

“Onlardan bir başka zümre de, iki ayağı üzerine yürür..” (Nûr 24/45)

Bunlar da, kuşlar ve insanlardır..

“Bunların dışında kalan bir kısım ise.. dört ayak üzerine yürür..” (Nûr 24/45)

Bunlar da, çeşitli hayvanlardır..

Sonra..
Bunlar arasında bir kısım var ki; sec­de eder bir hâldedir.
Bir başkası da rükû duru­munda..
Daha başkası da daima ayakta..
Ayakta olanlar, ağaçlardır.
Bir de duvarlar..
Ki bunlar, rükûa varmaya güçlü değillerdir.

Rükû durumunda olanlar da, dört ayaklı hayvanlardır.
Bunların ne secdeye, ne de kıyama güç­leri yeter..
Secde hâlinde olanlar da, cümle haşerelerdir.
Bunların da, asla kalkmaya güçleri yetmez.
Bütün bu yaratılmışlar, şekilleri ne olursa ol­sun.
Hepsi, Hakk’ın taatı için yaratılmıştır.. Ve onun Zât’ının kudsiyetini ikrar için..
İşbu sözümüzün delili:
Şu Âyet-i Kerîmedir:

“Onu tesbih etmeyen hiç birşey yoktur..” (İsrâ 17/44)

Yukarıda yapılan izahtan da anlaşılıyor ki: Allah-ü Teâlâ, bütün yarattığı mahlukun ibadet şekillerini, senin yaptığın ibadet şeklinde cem et­ti..
Kezâ taatlerini de..
Ve bu ibadet şekillerini önüne bir sergi gibi açıp serdi.

Durum bu olunca; ona ibadetini istediğin şe­kilde yapabilirsin..
Dilersen ayakta..
Arzu edersen rükûda..
Ve secde hâlinde..

... Ve sen:
Durumun müsaid olduğu için..
Bu şekillerini yaparsın..

Bunun bir hikmeti odur ki:
Sen, bütün yara­tılmışların yaptığı ibadet, taattan aldığı ecri alabilesin..

Anlatılan sebepledir ki:
Sana pek önemli bir ibadet olan namazı farz kıldı ve onda: sair halkı­nın yaptığı ibadetlerin tüm şeklini topladı..

Böylece:
Ayakta duranların faziletini, rükû edenlerin faziletini, secde edenlerin faziletini sa­na İhsan eyledi..

Her varlığın özü olarak kasd olunan mânâ sensin..
Sensin kulların seçmesi..
Yâni: Murad olan,
Hakk(C.C.)’ın arzusuna göre..

Bütün bu anlatılanlar, yukarıda geçen şu:
“ Allah-ü Teâlâ, Âdem (as.) 'de yarattıkları­na MUHAMMED ismini şeklini Verdi..
Mânâsına alınan cümledeki özlü mânâ gibi, kâinâtı da, kendi Zât’ının resmine göre halk etti.

Şunu da bil..
Cümle gök ehli, bu Kâinât Ağacı'nın faydasına teshir edilmiştir..
Hepsi, onun yararına istimal edilir..
Onun hakkını edâ için, kaimdirler..
Çünkü..
Çünkü onda, mübarek MUHAMMEDÎ dal vardır..
AHMEDÎ vasfını taşıyan nûr vardır..

Şu bir hakikattir ki; yokluk gecesinin zulme­tini ilk açan, varlık gündüzünü parlatan MUHAM­MEDÎ güneşin nûrlandır..

Ki bu nûrlar, Âdem (as.)'in alnında parladı ve melekler onun için secdeye kapandı..
Ve şöyle dediler:
“ Arşın sultanı MUHAMMED'dir… Hem' de ebedi..”

Vaktaki o melekler secde emri alıp secdee et­tiler; ve müşâhedeye tahsis edildikleri için de müşâhedeye erdiler..
Göreceklerini gördüler..

İşte..
Bütün bu görüp ettiklerine bir şükran borcu olarak kendilerine şu emir verildi:
“Mücahede ayağı üzerine durasınız..
Ki bu bir hizmet için olacaktır.
İşbu hizmet:
Ol bir ağaç için olacaktır ki.
İş­te.. o ağacın aslı bu görüp müşâhede ettiğinizdir..
Sonra..
Bu hizmetinde bulunacağınız varlık öyle bir devlettir ki; ona bağlanmanın ve çözülmenin yolu yine bu görüp müşahede ettiğinizdir..

Durum bu olunca..
Artık kısım kısım ayrılı­nız..
Ve herbiriniz, bir başka vazife görmelidir.
İçinizden bir kısım kimseler ayrılsın..
Ki bun­lar: Sefere, adı ile anılacaktır..
Yâni: Yazıcılar zümresi..
Mukaddes ve pak kitapları yazacaklardır..
...Ve bunlar o kitapların imlâ hizmetinde bu­lunacaklardır..
İçinizden bir kısım kimseler de: Berere, adı ile anılacaktır..
Ki bunların vazifesi de; bu Kâinât Ağacı korusunda dolaşmaktır.
... Ve bunlar, o ağacı koruyacaklardır..

İçinizden bir başka zümre de:
Hamele olmalıdır..
Yâni: Taşıyıcı..
Yâni: Kulların amelini taşımaya memurdur..

Kalan kısımlar arasında; tevbe eden kulları hoşnud etmek için vazife alanlar da olacaktır..
Yine içinizden o kulların yüzünü, günahla­rın tozlarından temizleyip yıkayacak bir zümre olsun..
Yâni: İstiğfar suyu ile..
Sonra bunlar, yeryü­zündekilere, istiğfar da edeceklerdir...
... Ve aranızdan HAFAZA namı ile birtakım melekler ayrılsın..
Ki bunlar, kulların lehinde ve aleyhinde olan işleri yazacaklardır..

Taşımalıdır ki:
Onlar da kendilerine rızk ihsan eden Zât’ın taatı ile olalar..
Sonra..
İçinizden bir kısmınız rüzgar İşi ile meşgul olmalı..
Bir kısım kimseler de, bulutları yürütmeli

Bir başka zümre de, denizleri doldurmalı..
Yağmur sularını indiren de olmalı..
Kezâ dam­laları muhafaza eden de..

Yine aranızdan geceyi saran bir zümre ayrıl­malı.
Bir de gündüzün gelmesini sağlayan..
Aranızdan takipçiler çıkmalı..
Ki bunların vazifesi de kulların duygularını günahtan korumaya çalışmak olacaktır..

Afetleri, belaları ref'eden bir zümre de olma­lıdır..

Bir de, cenneti süsleyen zümre.
Bir de, cehen­nemin alevini kızıştıran..

Vaktaki, melekler arasında vazife taksimi yapıldı..

Ve.. dünya evi bir düzen ve nizam üzerine kuruldu..

...Ve Hakk(C.C.)’ın arzu ve irade bardakları; yani, emirnâmeleri orada hazır olanlara sunuldu..
Hatta bunun için bir de meclis kuruldu..
İşbu meclise ilk gelen iblis, yani:
Şeytan ol­du..

Doğrusu, onun gelişi görülmeye değerdi..
Tes­bih ve taklis libasına bürünmüştü..

Şöyle ki: Sırtında bir cübbe.. elinde tesbih.. di­linde zikir..

Amma içi, hiç de göründüğü gibi değildi.

İşte..
Ne zaman ki: İblis orada hazır bulundu ve manzaranın güzelliğini seyretti..
Şöyle bir mârifet alanına çöreklendi ve etrafa iyice bir göz gezdirdi..

Kısacası:
Bütün bu. güzellikler, ancak onun inkarını artırdı.
İsyanında ısrara karar vardı..
Ama içten.
Henüz dışta birşey yoktu..

Sonra o gördüklerini gözünde küçülttü..
Kıy­metten düşürmek istedi.
O, su ile toprağın hak­kını inkâra koyuldu.
Hakir gördü onu..
Vaktaki: O, bu hâlet içinde iken; kendisine:
“Safa kadehin içinde secde et!”
Emri verildi..
Çekindi.. içindekileri dışa vur­maya başladı..
İrade kadehini taşırdı..
Ve.. o meclisteki sohbetin tadını alamadı..
Gam ve vesvese karanlığına dalıp gitti.
Bu hâl içine dalıp giderken:
İyi amelini ve il­mini aramaya koyuldu..
Ama boş.
Bir de; ne gör­sün:
Ne ilim, ne amel.
Bunlarda iyilik namına hiçbir şey yok..

Böylece…
Bir ümitsizlik içine düştü..
Ve bu ümitsizliğin dar geçidine sığındı..
Ve.. ne yolda ümidi kaldı; ne de yolcularda..
Bu onun için ağır bir darbe oldu..
Durmadan bu manveî darbelerin ağırlığı üzerine çöküyordu..
Artık tutunacağı bir dalı kalmamıştı.
Başla­dı söylenmeye:

“Onları şaşırtacağı Onları boş temen­nilerle avutacağı Onlara emirler vereceği .” (Nisâ 4/119)

Gibi sözler etti..
O, böyle derken Kader-i İlâhi şu karşılığı veriyordu:

“Ben onlara, iman nişanları yazacağım!”

Diyor ve buna bir gerekçe olaraktan şu ilâhi fermanı okuyordu:

“Çünkü, senin kulların üzerinde bir saltanatın olamaz..” (Hicr 15/42)

İblis belki daha o anda helak olacaktı.. Ama kaderin çizdiği yol bir başkaydı..

Şeytanın ondan ne haberi olacak?..

İşte..
İblis bu habersizlik içinde, sultandan he­lak olmaması için mehil istedi..
.. Ve bu mehil kendisine verildi..
Ta ki: Küf­far güruhunu cehenneme kadar götüre.
Onlara ön­der ola..

.. Ve bir asâ ola ki: Günahkarlar ona dayana..

Sonra..
Bunda büyük bir kader sırrı vardır..
Ve şeytanın kalması da, bu sırrın muhafazası için ge­reklidir.. .
Şöyle ki: Âdem ve evladından günahlara dalıp giden olursa.
Hak yoldan kayar çıkarsa:

“Ancak şeytan onları sapıtti.” (Âl-i İmrân 3/155)

Şayet bir kötü amel işleyen olursa:

“İşte bu, şeytan amelidir..” (Kasas 28/15)

Diyebilsin..
Ve kader sırrı da böylece ehli olma­yanlardan kolayca saklanmış olsun..


Açıklanan Kelimler :

Musabbaha :
“Bile” de ve “Biz”de buluşmuş. İsabeti tam olmuş.
Reddiye : Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek.
Mutezile : Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir. (Bak: Mülk)
Mücahede : (C.: Mücahedât) Cihad etme. * Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma. * Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.
İslâmiyette mücahedenin ehemmiyeti hakkında Deylemî'den mervi Hadis-i Şerif meâli:
"Allah bir kulu sevdiği vakitte onu Zât-ı Uluhiyetine hizmet etmek için seçer. Onu kadınla ve evlâd ile meşgul ettirmez.".
Sefere : Yazıcılar.
Berere : (Bârr ve Berr. C.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.
Hafaza : (Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler.
Taklis : Büzme.
Küf­far : (Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler.


Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا

“Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.” (Fetih 48/29)
***
وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْأُولَى وَأَقِمْنَ الصَّلَاةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا
“Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Resûlüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb 33/33)
***
وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِن مَّاء فَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاء إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Nûr 24/45)
***
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَـكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.” (İsrâ 17/44)
***
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَرِثُواْ النِّسَاء كَرْهًا وَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُواْ بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ إِلاَّ أَن يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُّبَيِّنَةٍ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَإِن كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا
“Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.”(Nisâ 4/119)
***
إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ إِلاَّ مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ
“Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.” (Hicr 15/42)
***
إِنَّ الَّذِينَ تَوَلَّوْاْ مِنكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُواْ وَلَقَدْ عَفَا اللّهُ عَنْهُمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ
“(Uhud'da) iki ordu karşılaştığı gün, sizi bırakıp gidenleri, sırf işledikleri bazı hatalar yüzünden şeytan (yerlerinden) kaydırmıştı. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, halîmdir.” (Âl-i İmrân 3/155)
***
وَدَخَلَ الْمَدِينَةَ عَلَى حِينِ غَفْلَةٍ مِّنْ أَهْلِهَا فَوَجَدَ فِيهَا رَجُلَيْنِ يَقْتَتِلَانِ هَذَا مِن شِيعَتِهِ وَهَذَا مِنْ عَدُوِّهِ فَاسْتَغَاثَهُ الَّذِي مِن شِيعَتِهِ عَلَى الَّذِي مِنْ عَدُوِّهِ فَوَكَزَهُ مُوسَى فَقَضَى عَلَيْهِ قَالَ هَذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ عَدُوٌّ مُّضِلٌّ مُّبِينٌ
“Musa, ahalisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Musa da ötekine, bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. (Bunun üzerine:) Bu şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman, dedi.” (Kasas 28/15)


Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hayber günü: “Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki o, ALLAH’ı ve Resûlünü sever, ALLAH ve Resûlü de onu sever.” buyurunca Râvi devâmla derki: Bu söz üzerine (kendilerini seçsin diye sahabe) boyunlarını uzattılar. Ama, Resûlullah (sav): “Bana Alî’yi çağırın!” buyurdular. Alî (kv) getirildi ama gözlerinden rahatsız idi. Hemen gözlerine tükürdü ve sancağı ona verdi.ALLAHU Tealâ Hazretleri onun eliyle fethi müyesser kıldı. Râvi devâmla Âl-i İmrân 3/61 âyeti indiği zaman “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı çağıralım...” buyurup hemen Alî’yi, Fatıma’yı, Hasan ve Hüseyin (Aleyhi’s-Selâm)’ı çağırdı ve “ALLAH’ım bunlar benim ailemdir (ehlimdir).” buyurmuştur. (Müslim, Fezâilü’l-Ashâb 32 (2404); Tirmizî, Menâkib (3726)

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Şeceretü’l- Kevn-7

Aradan zaman geçti..
Âdem ve İblis; yine ka­der-i İlahî'nin bir gereği olarak aynı geçitte birleştiler..
Yâni: Masiyet geçidinde..
Şeytan kendisine verilen emri ifâ etmemişti..
Âdem ise: Kendisine yasak olan bir fiili icra ey­lemişti.. ­
Takdir-i İlahî çizildiği zaman; böylece kader­leri birleşmişti..
Çünkü bunda şöyle bir incelik vardı:
Emir ve irade, ayrı ayrı yollardan tecellî ediyordu..
Zâhirde bir emir veriyordu..
Ama iradesi onun aksine idi.
Vakıa, ortada bir emir rüzgârı esmişti..
Fakat, İlahî irade; onu silip götürmüştü..
Zâhirde, her ikisi için de tayin edilen bir hu­dud vardı.
İblis, kendi hududunu tecavüz edince hükm o­lundu, ki:
Ebedi bu tecavüzünden dönmeye..
Ve bu tecavüz vâdisinde; şekavet ipleri ile çadırını kura..
Ve o vâdide yerleşe..
Durağı: O tecavüz arsası ola..
Âdem'e (as) gelince.
O yaptığı tecavüzden ötü­rü nadim oldu..
Cennetteki makamı için hasret çekip inledi.
Orada geçen gecelerini, günlerini andı ve ağladı.
Nefsini ayıplamaya başladı..
Sonra birlikte koğulduğu arkadaşları arasına katıldı ve hep beraber şu duayı yaptılar:
“Rabbımız, biz nefslmize zulmettik..” (A’raf 7/23)
İşbu duanın akabinde, uğradığı beladan kur­tulacağı müjdesini aldı..
“ Âdem Rabbından bazı cümleler aldı..” (A’raf 7/23)
Âyet-i Kerîmesi gereğince kurtuldu..
Yine gelelim şâki iblise..
Lânet atları ona doğru salındı.
Hem de gem­lerinden boşanmış olaraktan..
Bütün bunlar ona kötü haber getiriyordu:
Tard, uzaklık..
Bunlara ilaveten:
“Çık oradan!”
Yâni cennetten..
Emri geldi..
“İniniz oradan..” (Bakara 2/38)
Yâni cennetten çıkarılma; emri; Âdem'le birlikte, diğerlerine de geldi.
Bu emir, Âdem'i (as) çok mahzun etti. Kendi kendini yakıp paralayacak kadar ileri gitti.
Onu; cennetten çıkarılışı, bu hâle getirdi..
Ve şöyle dedi:
“ Rabbım bana, bu irazın acısını bulundu­ğum makamdan indirmekle tattırdın!.. Bâri beni bu düşüşte ayrılık ateşine yakma!.. Koru!..”
Bunun üzerine, ona şu emir geldi:
“ Bu işte senin için korkulu bir durum yok..
Ne var ki; iki fırkanın ayrılış noktasına kadar gi­deceksin.
Ki o iki fırkanın biri cennete gidecek.. Öbü­rü de cehenneme..”

Böylece, Âdem (as) kendisi için çizilen bir nok­taya geldi..
Ve Ashab-ı Yemini aldı..
Yâni: Sağcıları.
İblis geldi..
Ve o da , sol cânibi tuttu..
Yâni: Sol­cuları.
Böylece, solcular için bir asıl oldu.. Yâni da­yanak..
Ama gel gör ki: Âdem (as) ile iblisin bir arka­daşlığı oldu..
Çünkü sağla solun ayırım noktasında buluş­tular.
İşte bu buluşup arkadaş olmaktan ötürü Âdem'de (as) ondan
Yâni : O solak mendebur şey­tandan bir iz kaldı..
Yâni: Solunda..
İşbu hâl, Âdem'in (as) zürriyetine de tesir et­ti.
Hâliyle daha ziyade cibiliyetinde bozukluk olan­lara.
Böylece onlar, o iblisin zulmet gölgesine sı­ğındılar.
Ve ona yakınlıkları nisbetinde küfre düştüler..
Ama, Âdem'in (as) sağında kalanlar, kurtuldu..
Âdem'in mârifet nûrundan istifâde ettiler.
Sağda ve iblisten uzak oldukları için onun daldığı zulmet bataklığına batmadan kurtuldular..
Ne var ki:
Aslen solak olan kimselerin eseri az da olsa.. bunlara bulaştı..
Çünkü tam bir ayrılık olmadan önce birlik idiler ve arkadaş olmuşlardı. Ancak bunların aslı temiz olduğu için o kötü izler, sadece zâhirde kaldı ve esasa geçmedi..
Mârifet nûr­larına birşey yapamadı..
Sağ canip ehlinin işlediği bazı hata ve günah­lara gelince.
O da, yine bu sola yakınlığın bir eseridir..
Ve o eski arkadaşlıktan bir kırıntıdır...
Bilesin ki..
Sözü edilen günah ve küfür izinin bir başka eseri ve bir başka sebebi daha vardır..
Anlatalı .
Şöyle olmuştu..
Ne zaman Allah-ü Teâlâ Âdem'i (as) yaratmayı murad etti.
Melekü’l- Mevt'e; yer toprağından bir kabza alıp getirmesi ­için emir verdi..
Bu emrin gereğini yapmak için; Melekü’l- Mevt yere indi..
Bu meleğin, toprak alması için geldiği sıralar­da, iblis de yerde bulunuyordu.. Allah-ü Teâlâ ona: Bir kısım meleklerle beraber hilafet vermişti…
Hâliyle, orada bir müddet kaldı.
Hem de Allah'a kul­luk ederekten..
Melekü’l- Mevt, her ne hâl ise..
Aldığı bazı top­rağa iblis ayağı ile basmıştı..
Vaktaki Âdem'in (as) çamuru bu şekilde elde edilen toprakla yoğruldu..
Sûreti o topraktan mey­dana geldi.
İşte o zaman durum meydana çıktı..
Nefsanî huyların cümlesi:
İblisin ayak bastığı yerden alınan toprağın bir mahsulü oldu..
Durum bu olunca; nefis kötülükler kesb etme­ye başladı..
Çünkü tıneti bozuktu..
Toprağına şey­tanın ayağı değmişti..
Yine o sebepledir ki:
Nefis, şehvet yatağı ol­muştu..
Geçimi ve saltanatı onunla idi.
Çünkü top­rağına şeytan basmıştı.
Yine bu sebepledir ki:
İblis kibre kapıldı..
Çün­kü Âdem'in (as) dış yapısına bakmış; ayak basıp gezdiği topraktan yapıldığını görmüştü..
Kendi ya­ratılış maddesine bakınca da; ateşten olduğunu görmüştü..
Böylece kendisini, ondan üstün görüp büyük­lenmeye başlamıştı..
İşbu anlatmak istediğimiz mânâ, şu Âyet-i Ke­rîmede gizlidir:
“Ey iman edenler; şeytanın ayak izlerine tâbi olmayınız..” (Bakara 2/208).
Yâni: Maddî ve fâni şeytana uymayın..
Çün­kü onlar, şeytanın ayak altı şeylerinden yaratıl­mıştır.. .
Böyle olan birşey, hem kötüdür; hem de değer­siz..
Bilesin ki:
Vaktaki bu Kâinât Ağacı'nın yaratılışı ta­mamlandı.
Ondan şunlar bitti:
a) Bir tanesi sağda.. Yâni: Ashab-ı Yemin..

b) Bir tanesi solda . Yâni: Ashab-ı Şimâl..

c) Bir tanesi de.. Dimdik ve dümdüz..


İşbu üçüncü sırada sayılan, dal Sabıkun Zümresidir..

Böylece, Resûlullah SA Efendimizin ruhanî­yeti; üç koldan âlemi sardı..
Durum böyle olduğuna göre; herkes kabiliye­tine göre; ruhanîyetten nasib almaktadır..
Allah-ü Teâlâ onun ruhanîyetinin âlemlere şâmil olduğunu anlatmak için şöyle buyurdu:
“Seni ancak, âlemlere rahmet olarak' gön­derdik..” (Enbiyâ 21/107)
Sağ taraftakilerin bu ruhanîyetten nasipleri:
Ona uymalarıdır..
Sünneti ve getirdiği şeriati ile amel etmeleridir..
Allah-ü Teâlâ bu mutabaat ehli sağcıları şu şe­kilde tavsif etmektedir:
“O kimselerdir ki: Nebi ve ümmî olan resûle ittiba ederler.. (A’raf 7/157)
Sabikun zümresinin bu ruhanîyetten aldığı na­sibe gelince.
Onu da:
Yakınlık, ona yakın olmakla şeref kazanmak ve sohbetine nâil olmak..
Gibi bü­yük ihsanlara nâiliyet olarak edebiliriz..
Bu zümreyi de Allah-ü Teâlâ şu Âyet-i Kerîme ile müjdeler:
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimet ihsan buyurduğu kimselerle beraberdir.. Ki onlar, baş­ta peygamberlerdir..” (Nisâ 4/69)
Ashab-ı Şimâlin, Yâni solakların da, o yüce ru­haniyetten aldığı nasipleri vardır..
O nasip ise: Dünyada himaye görmeleridir.
Bir de peşin azaptan kurtulmaları..
İşbu mânâyı da şu Âyet-i Kerîmeden alıyoruz:
“Sen onlar arasında bulundukça, Allah on­lara azab etmeyecektir..” (Enfâl 8/33)
Vaktaki Resûlullah (sav) Efendimizin cismanî zuhur zamanı yakın oldu,
Varlık dalı; müstakim olarak, düzgün bir şe­kilde bitmeye başladı..
Kökü sağlam ve yerli olunca dalları da yeşe­rip bitmeye başladı..
Ve onun idaresini elinde tu­tan Zât ona şu emri verdi:
“Emr olunduğun gibi dürüst ol!..” (Hûd 11/112)
İşbu emir gereğince, Resûlullah (sav) Efendimi­zin sıfatı istikamet üzere oldu..
Makamı ise: “Darü’l­- Mukame” tâbir edilen Kulluk Cenneti oldu..
Vaktaki, tam istikameti buldu; dünya ile uk­badan geçti..
Vaktaki, kendisine tevdi edilen vazife yapılıp tamam oldu.
O zaman da bir güzel makamdan, bir başka güzel makama geçti..
Bir durakta karar kılınca:
Esas ikametgâhına geçti.. .
Bu makamların ilki, dünyada olmaktadır ki buna:
“Vücud Makamı”

Tâbir edilir..
Ki bu makama:
“Ey örtülere bürünmüş, kalk inzar maka­mına geç!.” (Müddesir 74/2)
Meâline gelen Âyet-i Kerîmesi ile işaret edilir.
İkinci makam ise âhirette olacaktır.
Buna da: “Makam-ı Mahmud” tâbiri kullanılır.
Buna da :
“Umulur ki böylece, Rabbın seni Makam-ı Mahmud'a erdire..” (İsrâ 17/79)
Âyet-i Kerîmesi işaret eder.. .
Üçüncü makam ise; Edebiyat, Daimiyet Maka­mıdır..
Ki bu da cennette olacaktır..
Bunu da şu Âyet-i Kerîmeden anlıyoruz:
“O Zât ki, bizi fazlı icâbı darü’l mukame'ye kodu..” (Fatır 35/35)
Dördüncü makam ise: Şuhud Makamıdır, Bu­rası, mabud olan Allah-ü Teâlâ'yı rüyet makamı­dır..
Bu makamı:
“Kâbe kavseyn..” (Necm 53/9)
Âyet-i Celilesi mânâsından anlıyoruz..
İşbu yakınlık, görme, müşâhede ve ulviyet an­cak Resûlullah (sav) Efendimize tahsis olunmuştur..
Çünkü bütün yaratılmışlardan gaye onun vü­cûdudur..
Bütün kâinâtı bir ağaç kabul ettiğimiz zaman; onun meyvesi olarak Resûllullah (sav) Efendimiz olur..
Ve cevheri olur.
Meyve veren ağaç, ancak o tohumu bitirir ki:
O kendi aslı olan tohumdur..
Bir tohum düşünün:
Onu ektiğin, baktığın,
Yâni: Suladığın diğer bakımını yaptığın zaman bü­yür ve nebat olur..
Açılır, dallanır, yapraklanır ve sallanır.. Ve nihayet meyve verir..
Meydana gelen bu ağaca baktığın zaman;onun aslını bitiren tohumu görürsün..
O tohum, İşin başında bir nufte mevkiinde idi.
Ve böyle bir ağacı meydana getirdi.
Ağacın son durumuna gelince.
O tohum saye­sinde meydana geldi..
Ve o tohumu meydana getir­mekle vazifesi sona erdi..
İşte..
Yukarıda arz edilen ağaç ve tohum misâli:
Resûlullah (sav) Efendimizin durumuna bir işa­rettir.
Resûlullah (sav) Efendimiz, ezeli âlemde gizli idi..
Sabık, mânânın ifâdesi budur..
Sonra ..
Yâni yaratıldıktan sonra ilk sûrette gizlenmesi ve yine zuhur bulması da; yine o habbe me­selinin son şeklinde anlatıldığı gibi olmuştur.
Resûlullah (sav) Efendimizin daimi varlığını, Yâni, çok evvellerden yaratılmış olduğunu da, şu Hadis-i Şerifinden anlıyoruz:
“Daha Âdem çamurla su arasında iken, ben peygamberdim .”
İşte..
Bu mânâdan anlaşılıyor ki:
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin bir müddet için gizli kalışı ve son­ra gelişi; onun öz varlığına hiçbir tesir icra etmez..
Çünkü o, kıdem dilinden daima anılır.. Âdem -bize göre yokluk- kitabında daima vezâret ni­şanını taşımıştır..
Hülasa: Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, ezelde; bu kâinât ağacının mânâsına mazhar idi..
Sonunda ise; bu durum aşikâre oldu.. Yâni: sûretine bir maz­har oldu..
Ama hiçbir hâlde onda bir değişiklik olmadı.
Anlatmaya çalıştığımız bu mânâya bir misâl vermek gerektiği zaman, bir tüccarı ele almak icâb eder..
Şöyle ki:
O tüccar piyasaya bir mal, çıkarmak istediği zaman, önce zihninde onu güzelce bir ta­sarlar..
Şeklini düşünür ve bir karara varır..
Onun bu tasarısı bir kumaş ve elbise olduğu­na göre; önce onun bütün ilk hazırlıklarını ikmal eder.
Sonra onu, bir dokumacıya verir; dokutur..
Da­ha sonra biçtirir ve diktirir..
Daha sonra, bir top yapar..
Gerekirse, elbise hâline getirir..
Bütün bu olanlar ne olursa olsun..
İlk tasavvurunun aynıdır..
Neyi düşündü ise; meydana gelen onun dışın­da bir şey olamaz.. .
İşbu misâl; Resûlullah (s.a.v) Efendimizin duru­munu açık açık anlatır..
Ki o, her şeyden evveldir; ama Hazret-i Hakk’ta bir tasavvur olarak.
Ama zuhur olarak.
Yâni cis­mi ile hepsinden sonradır.
İşte bu kısa izahtan son­ra bize yine ona Yâni Resûlullah (s.a.v ) Efendimize dönelim .
Yâni: Onun yaratılış şekline…


Açıklanan Kelimler :
Masiyet : İtaatsizlik, günah, isyan
Tecavüz : Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme. * Aleyhine hareket etme. * Zorlama. * Geçme. * Sataşma, saldırma, sarkıntılık.
Lânet : Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyyet.
Mendebur : Sümsük, sünepe. Pis. İğrenç
Cibiliyet : Huy, fıtrat, yaradılış, tabiat, cibilliyet.
Melekü’l- Mevt : İnsanların ruhlarını kabzeden Azrâil. (A.S.)
Nefsanî : Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub.
Şehvet : Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu. * Bir şeyi fazla istemek. * Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey benim için şehvetini bırakıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı gibisin."
Ru­haniyet : Madde âleminden başka olan ruh âlemleri, ruhaniler.
Darü’l­- Mukame : İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet.
Makam-ı Mahmud : İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet.


Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ

“(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf 7/23)

فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ قُلْنَا اهْبِطُواْ مِنْهَا جَمِيعاً فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُو
“Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.” (Bakara 2/37-38)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ ادْخُلُواْ فِي السِّلْمِ كَآفَّةً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
“Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.” (Bakara 2/208)

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107)

الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (A’raf 7/157)

وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَـئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَـئِكَ رَفِيقًا
“Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4/69)

وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
“Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.” (Enfâl 8/33)

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْاْ إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hûd 11/112)

قُمْ فَأَنذِرْ
“Kalk, ve (insanları) uyar.” (Müddesir 74/2)

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا
“Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceği umulur.” (İsrâ 17/79)

الَّذِي أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلَا يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ
“O (Rab) ki lütfuyla bizi asıl oturulacak yurda (cennete) yerleştirdi. Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak ne de orada bize bir usanç gelecektir.” (Fatır 35/35)

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّىٰ
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى

Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” (Necm 53/8-9)

Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Küntü nebîyyen ve Âdem’e beyne’l-ma’e ve’t- tin: Ben nebî idim, halbuki Âdem su ile toprak arasında idi.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Şeceretü’l- Kevn-8

İşte bu kısa izahtan son­ra bize yine ona Yâni Resûlullah (s.a ) Efendimize dönelim .
Yâni: Onun yaratılış şekline…

Vaktaki, kader saltanatı köşkünde, bu Muham­medi (sav) dalın yetiştirilmesi emri çıktı..
Onu, o köşkün sahibi, üstün iyiliklerinin özü ile besledi..
Mahabbet kadehi ile onu suladı..
Ve onu:
Zât’ına has, üstün bir şekilde himaye­sine aldı..
Onu besledi; büyüttü..
O da büyüdü; salınma­ya başladı..
Belki de çiçekleri açtı, güzel kokuları her ya­na yayıldı.
Ama misk gibi kokuları.
İşbu koku:
İrfan sahiplerinin ruhlarına gıda oldu..
Müminlere de basiret nûru..
Mahabbet eh­li zâtlara da bir reyhan.
Asîlere de bir ilticagâh; günah suyunu içenlere de bir sığınak..
Her ne zaman, Şimâl Ehli cânibinden bir hata rüzgârı esse..
Ya da bir isyan fırtınası kopsa.
He­men o mübarek kokulu daldan bir filiz, eğilir;
O Şimâl Ehli kimselerin ameline doğru gider.
Onun üze­rine titremeye başlar..
Tıpkı bir ekinin, muhâlif rüzgarın esişindeki titreyişi gibi..
Ama kökü katiyen oynamaz.
O yerinde,
Yâni iman yerinde sabittir; ne eğilir, ne de bükülür..

Kaldı ki, zâhire olan ufak tefek bitkiler ona zarar da vermez..
O zâhirdeki dal, kötü amel sahibinin kötülü­ğü üzerinde titrerken, hemen o amel sahibi ayıkır;
Kendine gelir de onu düşürdüğü kötü havadan alır­sa…
Ve o yumulup büküldükten sonra, istikamet meylini vermeye muvaffak olursa..
Taa, doyurunca­ya kadar istiğfar suyu ile sularsa..
İşbu sayılanlar, tam olduğu takdirde, niyeti de tam, ameli ise makbul olur..
Kurumaya yüz tutan iman dalı yapraklanma ya başlar..
O hata sahibi ki, böyle oldu; namına özür di­leyecek hatip kalkar; özrünü beyan eder; durumu­nu anlatır..
Kısacası:
Onun için şefaatçı olur..
Ama dikkat gerek:
Tevbe ve istiğfar sadıkâne olmalı.
İçten olmalı..
Çünkü, o Hatib yalan söyle­mez..
Yalancı lehine şehâdette bulunmaz..
Ve onun için şefaatçı olmaz böyle yaparsa, o da yalancı olur.
Hâlbuki onun şanında şöyle buyruldu:


“Battığı zaman yıldıza and olsun ki; sahi­biniz, -arkadaşmız- doğru yoldan batıla sapma­dı.. caymadı..” (Necm 53/1-2)

Sonra bilmen gerekir ki:
Bu Muhammedi dal, ruhların yapıldığı maddeden husule gelmiştir..
Onun cismanîyetine gelince.
O da, kalıpların yapıldığı maddeden meydana gelmiştir..

Resûlullah’ın (sav) ruhanîyeti:


“Allah, yerin ve semaların nûrudur..” (Nûr 24/35)

Meâline aldığımız Âyet-i Celilenin mânâ sırrı cömertliğinde gizlidir.
İşbu Âyet-i Kerîme: MİSBAH – KANDİL- kelimesine kadar okununca daha iyi anlaşılır..
Son­ra, orada bir de: MİŞKAT -Pencere veya taka- ­kelimesi vardır..
MİSBAH Resûlullah (sav) Efendimizin nûrudur.
Onu Hak, vücud mişkatına yerleştirdi..
Ve..
Kainat onun için bir mişkattır..

Sonra orada geçen, ZÜCACE ve NÛR ise, biz­zât Resûlullah (sav) Efendimizin kalbidir..
Bizzat Resûlullah (sav) Efendimiz ZÜCACE'dir.
Yâni: Sırça cam berrak ve parlak..
Bir başka mânâ daha..
Şöyle ki:
O MİSBAH içinde olan bizzat Resûlullah (sav) Efendimizdir.. Kalbidir..
Onun içindeki nûr, dışa vurur..
Tıpkı kandilin içindeki nûrun dışa vuruşu gibi..
Sonra..
O kandilin nûru ateştir dokunulamaz..
ZÜCACE bizatihi ateş olmuştur..
Ki bu oluş onun paklığı ve temizliği ile olmuştur..
Her mahlukun bu nûrdan alacağı nasip, ona olan yakınlığı kadardır ona uyuşu ve onun tebai­yetine girişi kadardır bir de onun getirdiği şeriat düsturları ile amel edişi kadardır..

İşbu anlatılan mânâlar:


“Biz yeteri kadar gökten su indirdik.. Ve onu yere yerleştirdik..” (Mü’minûn 23/18)

Meâlini taşıyan Âyet-i Kerîmeleri dikkatle okunursa, daha iyi anlaşılır.
Allah-ü Teâlâ sevgili Resûlünü burada sema­dan inen bir suya benzetiyor.
Hem de yeteri ka­dar..
Çünkü su, her şeye bir hayattır.
Aynı şekilde Resûlullah (s.a ) Efendimizin nûru da her Kalbde bir hayattır.

Kezâ, vücudu da, her şeye bir rahmet..
Yukarıda zikri geçen Âyet-i Kerîmenin sonun­da, insanları o sudan nasıl istifâde ettiğini anlattı.

Yâni: Misal yollu, Muhammedi nûrdan istifâ­de ediş şekillerini anlattı..
İşbu istifâde, dereler doldurularak yapılır..
İşbu dereler de, kalblerdir bunların bazısı bü­yük, bazısı da küçüktür bazısı da düşüktür..

Hasıl-ı kelâm; her kalb, kendi genişliği ve kabiliyeti kadar o hayat suyu ile doldu.. .

Bir de; kendisinde, o suyu çekici ne kadar mad­dî cazibe varsa…


“… Ve her sınıf su alacağı yeri bildi…” (Bakara 2/60)

Âyet-i Kerîmesi gereğince , herkes o taşıp gelen nehirden kabını doldurdu.

Daha sonra..
Allah-ü Teâlâ, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin cismaniyetini, o saf su hâlindeki der­ya üzerinde hasıl olan bir kaymak tabakasına ben­zetti.
İşbu kaymak tabakası ise, onun zahiri işlerin­deki düzenleridir..
Yani: Yemek, içmek, insanlarla yapılacak di­ğer şeylerdir..
Ne var ki, bütün bu maddi şeyler, belli bir za­man için kalır; sonra erir ve kaybolur gider..
Ama insanların, asıl ondan; bilhassa risaletin­den ve nübüvvetinden faydalanacağı şey; onun hik­met yönüdür..
İlim yönüdür..
Marifet yönüdür.
Bir de şefaatı..

Bu son sayılanlardan faydalanma yolunu tut­malı..
Çünkü bunlar, hiçbir zaman, yeryüzünden eksik değildir..

Bilesin ki..
Allah-ü Taala onu: Letafetten ve kesafetten yarattı.
“Niçin böyle yarattı?..” dersen..
Sana:
“Hikmeti var..” der ve devam ederiz.
“Bu işin bir hikmeti odur ki: Resûlullah (s.a.v) Efendimiz halkın en kâmili ola..
Keza, vasıf ci­hetinden de, halkın ekmeli ola..

Sonra Allah-ü Teâlâ onu, iki zıd şeyden yarattı.
Cisimden ve ruhtan..
Yâni o:
Hem cismanî­dir; hem de ruhanî..
Sonra..
Resûlullah (sav) Efendimizin cismanîyetini ve beşerî durumunu insanlarla yapacağı mü­lakat için yarat…
Bir de, sûretlerin mukayesesi..
Allah-ü Teâlâ ona öyle bir kuvvet verdi ki:
Onunla insanlara karşı çıka .
Ve beşerî maddesi ile, onlara kuvvet vere.
Onlarla beraber ola Onların yardımcısı ola..
On­lara bir nümune-yi imtisal ve bir gaye ola .
İşbu sûretle onlara :


“Ben de sizin gibi bir beşerî .” (Kehf 18/110)

Diye ve onlarla ülfet ede..
Şekillerine bürün­düğünü ifâde ede..

Yukarıda anlatılanın aksine onlara: Meleki­yet, Ruhanîyet ve Nûraniyet durumu ile görünecek olsaydı.
İnsanlar ona karşı çıkmaya takat getiremezlerdi..
Mukabeleye güçleri yetmezdi..
İşbu mânâ icâbıdır ki, Allah-ü Teâlâ:


“Cinsinizden size bir Resûl gönderdik..” (Tevbe 9/128)

Buyurdu..

Allah-ü Teâlâ, Resûlullah (s.a ) Efendimize, daha önce de anlatıldığı gibi, ruhanî bir kuvvet de vermişti..
Bunu vermesindeki hikmete gelince.
Onu da anlatalı .
Bunu, ona nasib eyledi ki: Ruhanî âlemdeki­ler de, onu müşâhede edip göreler..
Kezâ, yüce, Me­lekut Âlemindekiler de...

Böylece, ruhaniler için de, tam bir bereket ve tam bir rahmet ola..
Ve onlar da: Onun mübarek cismini müşahede edeler..

Buraya kadar sayılan vasıfların dışında, onun üçüncü bir vasfı daha vardır; onu da diyelim; ki bu:
Onun cismaniyeti ve ruhaniyeti dışında kalan bir yüce vasfıdır..
Biraz da ondan bahsedelim..
Resûlullah (s.a.v) Efendimizin o vasfı çok yü­cedir.
O: Rabbanî bir vasıftır..
Ve o: İlahi bir sırdır..
Bilhassa Rübubiyet sıfatlarnın tecellîsinde onunla sabit kadem kaldır.. Ve Hazret-i Hakkın mü­şahedesine onunla takat getirir..
Sonra..
Ferdaniyet nûrlarının sırrının onunla telakki eder..
Kudsî işaretler taşıyan hitapları onunla işitir..
Rahmânî nefhâların ıtırını onunla koklar..
Yüce sonuçlar makamatına onunla yükselir..
İşbu anlatmak istediğimiz mânâ, Resûlullah.(s.a.v) Efendimizin aşağıda anlatacağımız Hadis-i Şeriflerinin mânâ derinliğinde
saklıdır:


Resûlullah.(s.a.v) Efendimiz:
“Ben, sizin herhangi birinize benzemem. Benim öyle bir vaktim olur ki: Oraya Rabb’ımdan gayrısı giremez.. O Subhândır..”

Burası, öyle bir makamdır ki:
Ne mukarreb meleklerin orada bir yeri vardır; ne de bir mürsel peygamberin..
Bu, öyle pir kadehtir ki, ondan başkası içemez..

.. Ve öyle bir gelindir ki; yalnız ona açılır..
Hasılı, bu makam yalnız ona tahsis edilmiştir..
İşbu anlatılan makam, önce anlatılanın ve son­ra anlatılacak dört yüce makamın tekidir.
Ama, yalnız ona hastır ve eşsiz bir makamdır..
Diğer üç makama gelince.
Onlar, sair halk için birer keramettir..
Tâ ki, herkes nasibince, on­lardan bir şeyler alalar..
Belki bu arada:

“Ya, Makam-ı Mahmud?”
Diyecek ve onun durumunu da soracaksınız..
Hemen diyelim: .
O sûret âlemine has bir makamdır..
Ki o, dünyada bir mülktür..
Ki halk onu görür ve müba­rek varlığı ile itminan hâline erer..
Bu makam icâbıdır ki: Onun risalet ve nübüvvet bereketine nâil olur..


“Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik..” (Enbiyâ 21/107)

Meâline gelen Âyet-i Kerîme bu makamı an­latmak için nâzil olmuştur..
Yâni: Makam-ı Mah­mud'unu..
O, Yâni Resûlullah; bu makamda:


“Ey Resûl, sana inzal olunanı tebliğ et!..” (Mâide 5/67)

Emrindeki minbere oturtulmuştur..
İşbu makamda o, halkın vaki davetine icâbet edendir..

Nasihat işinde onların hatibidir..
Herhangi bir manevî. sarsıntıda onların tabibi­dir..

Mahabbet işinde ise..
Onların nasibidir…

Buraya kadar anlatılan, Makam-ı Mahmud'­un birinci kısmıdır ki, dünya ehline mahsustur..
İkincisine gelince..
Yâni: Makam-ı Mahmud'un ikinci kısmına..
Onu da anlatacağız..
İşbu ikinci makam, âhirette kurulacaktır..
Ki o Mele-i Âlâ’nın nasibidir.
Onlar, bu makamın bereketinden birçok nâiliyetlere ererler.
Onun cemâlini orada müşâhede eder…
Ve kelâmını duyarlar..


“Ruh'un ve meleklerin kaim olduğu gün..” (Nebe 78/38)

Meâline aldığımız Âyet-i Kerîme, onların bu makam önünde duruşlarını anlatır..

İşbu makamda Hatib ayağa kalkar.. Meleklerde, sağ tarafta el bağlar dururlar..
İşbu makamda Hatib, bizzat Resûlullah (s.a ) Efendimizdir.. ­
Hutbesinin açış konuşmasını ümmetine şefaat için yapar ve:
“Ümmetim!.. Ümmetim!..” der,
Buna cevab olarak:
“Rahmetim!.. Rahmetim!..” müjdesi gelir..

Makam-ı Mahmud'un üçüncü şekline gelince:
Bunu da: Şühud olarak ele alabiliriz..
İşbu makamın gülleri ebediyet âleminde de­rilecektir..
Yâni: Cennette olacak ve cennet ehli ondan na­siplerine nâil olacaklardır.
Onu müşâhede ederek, huriler ondan nasib alacaklardır.

Cennetin köşkleri, o makamın kuruluşu ile şe­ref kazanır..
Sonra Cennetin nûru artar..
Perdeler arala­nır..
Şerler zail olur..
Onun kudümünden oraya sürur gelir.

Dördüncü makama gelince..
Ki bundan yuka­rıda bir nebze bahsedildi..
Bu makamda, yabancıya hiç nasib yoktur bu­rası, tamamen Resûlullah (s.a ) Efendimize mah­sustur..
Burası bir rüyet makamıdır..
Yâni: Görmek..
Yâni: Yüce ve âlâ olan Rabbı, mahbubu görmek..
Ki burası:


“İki yayın birleşimi.. hatta: daha da yakın.” (Necm 53/8-9)

Meâline gelen Âyet-i Celile ile sabit olan ma­kamdır..
Ve ancak Resûlullah (s.a ) Efendimize mahsustur..
Bunun böyle olması gayet normaldir..
“Nasıl?” derseniz, anlatalım:
Çünkü o: Kâinât Ağacı'nın meyvesidir..
Sonra, vücud sedefinin incisi ve sırrıdır..

Ne olursa, olsun; esas gaye ağacın kendisi de­ğil; meyvesi idi..
İşbu sebepten, korunan daima meyve oldu; ba­şına bekçiler dikildi.. Çiçeklerine bakıldı..
Böylece, meyvelerine dikkat edildi..

Durum bundan başka olmadığına göre; neti­ceyi dinle:
Vaktaki bu meyve olgunlaştı..
Ve sahibine takdim edilme zamanı geldi..

Onun yakınlığı için bezendi..
Çünkü sahibinin huzuruna varacaktı..
Yanında nedimeleri de vardı,.
İşte..
Bu hâlet içinde ona şu hitap geldi:
“Kalk, ey Ebu Talib'in yetimi!.. Uğruna can atılıp taleb olunan şeyler senin için hazırlandı!..”

İşbu davette elçi olarak; en özge yaverlerden biri geldi..
Bu elçi geldiği zaman, Resûlullah'ın (s.a ) önünde divan durdu..
Ve: Geldiği zaman, onu ya­tağında uyur buldu..
Uyandı ve sordu:
“Ya Cibril, nereye?”
Cevap verdi:
“ Ya Muhammed! Artık neresi yok!..
Bu nere, artık ortadan kalktı.. Ve bu vazifemde; mekân di­ye bir şey bilmiyoru .”
Devam etti:
“Şu var ki, ben bir elçiyim. .
Gönderildim .
Ama vazifem ancak, hizmetten başka bir şey değil biz yeryüzüne inerken ancak, Rab’ın emrini geti­ririz..”
Resûlullah (se..) Efendimiz sordu:
“Ya Cibril! Benden beklenen nedir?..”
Cibril şu cevabı verdi:
“Ya Muhammed!
İrade-i İlâhiye’nin muradı, bizzat sensin.
İlahi arzunun maksudu zâtındır..
Her şey senin için bir muraddır..
Sen ise, onun için bir muradsın.. Kâinatta arzulanan tek var­lıksın..
Sen, mahabbet köşesinin saf kadehisin..
Sen, bu kâinât sedefinin paha biçilmez incisi­sin.
Sen, bu kâinât ağacının meyvesisin..
Sen, mârifet aleminin güneşisin..
Sen, letaif âleminin mehtabısın..
Bu kâinâtta serilen sergiler, senin yüce ma­hâllin için serildi..
Ve bu cemâl sofrası, senin vaslın için hazır­landı..
Eğer uzanan bir mahabbet kadehi varsa,
Bu senin içmen içindir..
Artık zamanı geldi..
Kalk gidelim .
Yemekler, sana ikram için önünde sofralar hâlinde uzadı..

Mele-i Âlâ sâkinleri senin kudümünü bekler­ler..
Geleceğini birbirlerine, müjdelerler..

Mukarrebun melekler, senin vücudun için, teh­lil ve tekbir getirir..
Şâdlık izhar ederler..
Onlar, ruhanîyetin şerefine nail oldular. Ama, bu onlara yetmez..
Cismaniyetini görmeleri ve on­dan nasib almaları icâb eder..
Mülk Âlemini nasıl şerefe boğdunsa Meleküt Âlemi de, aynı şekilde seninle şerefyâb olmak ister..
Mübarek ayakların değmesi ile, yeryüzünün kuru ve çorak yerleri nasıl şereflendiyse semanın yüksekliği de şereflensin..


Açıklanan Kelimler :

Misbah :
Lâmba. (Bak: Mısbah)
Mişkat : İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer. * Kandil.
Zücace : Cam, şişe, sırça.
Ülfet : Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma
Mukabele : Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak.
Rabbanî : (Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî. * Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim.
Rübubiyet : Cenab-ı Hakk'ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve mâlikiyyeti ve besleyiciliği keyfiyyeti. * Artırmak. Ziyade kılmak.(
Kudsî : (Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez.
Hatib : Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse. * Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat.


Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى


“Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz.” (Necm 53/1-2)

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nûr 24/35)

وَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء بِقَدَرٍ فَأَسْكَنَّاهُ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّا عَلَى ذَهَابٍ بِهِ لَقَادِرُونَ
“Gökten uygun bir ölçüde yağmur indirip onu arzda durdurduk. Bizim onu gidermeye de elbet gücümüz yeter.” (Mü’minûn 23/18)

وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ كُلُواْ وَاشْرَبُواْ مِن رِّزْقِ اللَّهِ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ
“Musa (çölde) kavmi için su istemişti de biz ona: Değneğinle taşa vur! demiştik. Derhal (taştan) oniki kaynak fışkırdı. Her bölük, içeceği kaynağı bildi. (Onlara:) Allah'ın rızkından yeyin, için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin, dedik.” (Bakara 2/60)

قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَن كَانَ يَرْجُو لِقَاء رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا
“De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf 18/110)

لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe 9/128)

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107)

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
“Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.” (Mâide 5/67)

يَوْمَ يَقُومُ الرُّوحُ وَالْمَلَائِكَةُ صَفًّا لَّا يَتَكَلَّمُونَ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرحْمَنُ وَقَالَ صَوَابًا
“Ruh (Cebrail) ve melekler saf saf olup durduğu gün, Rahmân'ın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar; konuşan da doğruyu söyler.” (Nebe 78/38)

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى

“Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” (Necm 53/8-9)


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Şeceretü’l- Kevn-9

Bundan sonra Resûlullah (s.a v) efendimiz, Cebrâil'e şöyle dedi:
“Ya Cibril!
Belli ki; Kerîm olan yüce Hakk beni davet eder.
Ama, benimle yapacağı işin ola­cak?”

Cibril, bu soruya şöyle Cevap verdi:

“Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlayacak..” (Fetih 48/2)

Bunun üzerine tekrar sordu

“Evet, ama bu benim için..
Ya ehlim ve aya­lim için?..
Çocukların için?
Yâni: Ümmetim için?
Onlar için ne var?..
Şu muhakkaktır ki:
İnsanların en şerlisi, yiyip içtiğini yalnız başına yer içer..
Yakınlarını ve arkadaşlarını düşünmez!..”
Cibril, bunu da, şu meâle gelen Âyet-i Kerîme ile cevaplandırdı:

“Rabbın sana istediklerini verecek.. taa, ra­zı oluncaya kadar..” (Duhâ 93/5)

Resûlullah (s.a v) Efendimiz bu müjdeyi alınca:
“Ya Cibril!
İşte.. şimdi kalbim huzur bul­du.
İşte ben..
Şu anda, Rabb’ıma gitmek üzere ha­zırım!” buyurdu
Ve o anda, Burak önlerinde hazır oldu.
Resûlullah (sav) Efendimiz önünde Burak’ı gö­rünce sordu:
“ Bu nedir?
Benim bununla yapacağım iş ne?
Ve bu neye yarar?.”
Cibril, bu soruyu:
“Bu, ışıkların bineğidir!..”
Şeklinde cevaplandırdı..
Bunun üzerine Resûlullah (s.a v) Efendimiz şöy­le buyurdu:
“ Benim bineğim şevkimdir.
Azığım, korun­mamdır..
Delilim, leylimdir..
Ben, ona ancak onunla vasıl olabilirim be­nim delilim, yine kendisidir..
Bu hayvan zayıf.
O yüce Rabb’ın mahabbet ağırlıklarını taşıyan bir kimseyi nasıl çekebilir ki?
Onun mârifet dağlarına yüklü olan bir varlığı nasıl taşıyabilir ki?.
Onun emânetleri ile dopdolu bir insanı nasıl götürebilir ki?..
Sonra Bunlar, öyle yüklerdir ki:
Gökler, dağ­lar, yer onlara dayanamadı.
Aciz kaldı bu zayıf hayvan ona nasıl dayansın?.
Ve sana gelince..
Ey Cibril!
Nasıl delilim ola­bilirsin ki?
Hele Sidre-i Münteha’da..
Orada sen, şaşırıp kalırsın..
Hâlbuki ben, sonsuz bir makama varıyorum .
Orası öyle bir makamdır ki, ötesi yoktur..
Ya Cibril!
O yerde sen kim?
Ben kim?..
Sen neredesin?
Ben neredeyim?..,
Zira orada benim öyle bir vaktim olacaktır ki:
O vakte ne Mukarrebun Melekler, ne de
Rabbımın Zât’dan gayrı herhangi bir şey sığabilir..
Ey Cibril!
Rabbım ki, O’nun misli ve benzeri yoktur..
Yaratılmışlardan hiçbirine benzemez..
Rab­bım ki, böyle oldu ben de, sizin herhangi biriniz gibi olamam.
Bir binek düşün ki; bununla ancak mesafeler kat edilir..
Delillerle de yönler tayin edilir bütün bunlar ne var ki, zaman ve mekân hadiseleridir..
Hâlbuki benim Rabbım, bütün yönlerden münezzehtir.
Ona göre, cihetten söz edilemez.
O, ha­dislerden yana da münezzehtir.
Hareketlerle O’na vasıl olmak mümkün değildir.
İşaretlerle de, O’nun: Zât’ına ulaştıran delil bulmak, mümkün değildir..
Bu sözleri söylerim ama, ancak onları, mânâla­ra vakıf olanlar anlar ve bilir.
Hele bir bak ki, be­nim makamım:


“İki yayın birbirine yakınlığı kadar. Hat­ta, daha da fazla bir yakınlık..” (Necm 53/9)

Meâlini taşıyan Âyet-i Celile ile bildirilir bu­nu kim anlayabilir ki?..”

Cibril, durumun dehşetini biliyordu bu yüzden heyecanlıydı ve dehşete kapıldı..
Resûlullah (s.a v) Efendimizin anlattıkları onun dehşetini ve heyecanını daha da artırdı.. .
.. Ve şöyle demeye başladı:
“ Ya Resûlullah!
Aslında, senin o makama varışın; arada bir vasıta olmadan da olur ben gelmesem de olurdu.
Ama, hikmeti var..
Benim sana gönderilmem; ancak senin saltanatına bir hizmetçi olabilmem içindir..
Ve Rikab-ı Şahânende bulunmak şerefine nail olabilmem için­dir..
Bu bineğin sana gönderilmesindeki hikmete gelince bu da, yine senin kerametini izhardır.

Sonra...
Padişahların bir âdetidir ki: :
Bir dostu ziyaret etmek istedikleri zaman,
Ya da bir yakın­larını davet edecekleri zaman,
Ya da; onların şanını ve şerefini yakınlarına göstermek istedikleri zaman,
En kıymetli Yâverlerini onlara, elçi olarak gönderirler..
Onların kudüm şerefi için de, en aziz binek hayvanlarını yollarlar..
İşte..
Benim ve Burak’ın gelişi de, bu mânâ; icâbıdır..
Ve.. padişahların bir kadim âdetini yeri­ne getirmek içindir..
Yürümek ve gitmek..
Bunlar boş şeylerdir..
Her kim Rabbına; adım adım varılacağını sanırsa hataya düşmüş olur..
Sonra her kim kendini; Hakk’ın cemâline karşı perdeli sanırsa o da, nimetlerden mahrum ka­lır..

Bundan sonra Cibril, kendisine ait bir hâli anlatacak ve derdine bir çâre arayacaktı.
Ama biraz sonraya bıraktı: .
“ Ya Resulullah!”
Dedikten sonra Devam etti:
“Artık yola revan olmak zamanı geldi.. Me­le-i Âlâ seni gözler.
Onların gözleri yollarda .
Cennetin kapıları açıldı bütün alanları, senin için süslendi.. Senin için toprakları dahi bezendi..
Dolu dolu cam kadehler, senin için uzadı..
Hasılı, bütün bu olanlar, senin kudumuna olmaktadır..
Senin oraya varacağından sürur duyulmaktadır ve şenlikler yapılmaktadır..
Bu gece, senin gecen bu devlet, senin devletin.

Sonra.. Sonra ben..
Yaratılalı beri hep bu gece­yi bekledim..
Ve ben, seni bir hacetim için vesile kılacağım..
Ki o hacetim için artık yapacağım iş kalmadı bü­tün vasıtaları denedim.
Ama hiçbir fayda görme­dim..
Bu İlahî bir sırdır ki, kimse çâre bulamıyordu..
O yüzden benim aklım gitmiş ve fikrim kalmamıştı...
Sırrım bir hâl olmuştu..
Kalbim hep onunla meşgul, gamım ve kederim artmıştı..
Şimdi, sana başımdan geçenleri anlatacağım:
Bak neler olmuşum ve ne hâller geçirmişim..

Şimdi, tesellimi sana anlatmakta arıyorum..

Ya Resûlullah!
Hayret hâlim beni onun ezel ve ebed meydanında duruttu..
Bu arada ben, ezel meydanının evveline gitmek istedim.
Hattâ o tarafa doğru yöneldim de..
Bir de ne göreyim:
Evvel, diye bir şey yok..
Âhirine döndüm bir de ne göreyim:
Evvel de, âhire karışık..
Bu nasıl iş?..
Önü sonuna karışmış..

Bu derdimi anlatacak birini aradım..
Yâni:
Bu derdime ortak olacak, benimle paylaşacak bir arkadaş..
Yürüyüp gidiyordum belki çıkar bir yol bu­lur giderim, diye..
Önüme Mikâil çıktı beni duruttu ve:
“ Nereye böyle?.” diye sordu..
Sonra, boşuna yorulmamamı an­lattı ve yolların kapalı olduğunu söyledi.
Ondan öte bir kapı olmadığını beyan etti..
Belli ve sayılı zamanlarla, ona vuslat mümkün değildir..
Sonra o: Belli başlı mekânlarda da bulunmaz..
Ne onu bulmak, ne de sonsuzluğunun haddini bulmak senin için mümkün olur..
Geç bu sevda­dan..
Mikail'in bu anlattıklarını dinledikten sonra sordum:
“ Peki.. o hâlde, senin burada işin ne?.
Ne yaparsın burada?”

Bunun üzerine bana şöyle anlattı:
“ Ben, burada denizlerle meşgulüm..
Yağmur yağdırmaktır vazifem bir de onları muhtelif böl­gelere dağıtmak..
Burada ben, denizlerin ne miktar acılığı vardır.. bilirim..
Sonra onların dalgalarından ne mik­tar köpük çıkar..
Onu da bilirim...
Bunları bilmesine bilirim.
Ama, senin de, zihnine takıldığı veçhile Zât-ı Hakk’ın teklik haddini ve onun ferdiyetini âded yönüyle bilemem..

Bundan sonra, İsrafil'in durumunu sordum..
Bu hususta, onun da mâlumatını öğrenmek iste­dim..
Ve:
“İsrafil, nerede?.”dedim
Bunun üzerine bana:
“Mektebe.. tâlime gitti. girdi..” dedi.
Yâni tahsil yuvasına..
Sonra:
“Onun yüzü Levh-u Mahfuz’a dönüktür..
Ya­pışıktır âdeta hep oraya bakar..
Kalacak ve kal­mayacak işlerin notunu tutar orada..
Sonra, on­ları alır talebe çocuklara öğretir..
Yâni: Kendi ca­miasına, tayfasına.”dedi..
Sonra, şöyle anlattı:
“Onlar nelerdir?..”dersen,
Derim ki:


“Onlar, Azîz ve Âlim olan Allah’ın takdiri­dir..” (Yâsîn 36/39)

Sonra o; Yâni İsrafil:
Okuma devresine başını kaldırıp bakamaz.. Yâni: Muallim’inden hayâsı icâbı..
Onun, dönüp bakaçak tarafı yoktur..
Kalbi, başka bir şey düşünmekten alınmıştır..
O, Devamlı böyledir..
Taa, sura üfleninceye ka­dar..

Bunun üzerine anladım ki: Mikâil de benim gibi..
Ama bulacak çâremiz yoktu..
Bunun üzerine dedim ki:
“ Gel bu müşkülümüzü Arş’a soralım.
Ar­zumuzun yolunu ondan öğrenelim.
Derdimizi ona açalım.
Onun bilgisinden faydalanalım..
Dedikle­rini yazıp anlamaya çalışalım..
Bu mesele üzerinde karşılıklı görüştük..
Ko­nuştuk..
Bu arada, Arş da bizi dinliyormuş bir tit­reyiş titredi..
Âdeta çırpınma ya başladı..
Ve şöyle dedi:
“ Sakın ha bu gibi meseleleri diline alma!
Hatta kalbine dahi getirme!..
Zira bu öyle bir sırdır ki: örtüsü açılmaz..
Ve bu, bir perdedir ki:
Ondan öteye kapı yoktur:
Sonra, bu öyle bir sorudur ki:
Kime sorarsan sor..
Mutlaka cevabını alamazsın..
Bana sormak ha?
Ben neyim ki?
Bu arada kim oluyorum ki?..
onun nerede başlayıp ve ne­rede bittiğini bileyim.
Ben oyum ki:
İki harfin Yâni: KAF ile NUN'un bir araya gelişinden yaratıl­mışım,
Varım…
Ama dün yoktum!
Hem de eseri ol­mayan..
O kimse ki:
Dün yoktu.
İzi eseri belli değildi..
Taa, ezelden beri mevcud olan Zât’ı nereden bilsin?.
O taa, ezelden beri vardır.
Ama ne doğuran, ne doğurulan..
Ezeli ilminde, istiva ile o beni sebkat etti…
Be­ni topladı ve kahri altına aldı..
Onun istivası olmasaydı; ben nereden yapabilirdim.
Onun beni sarışı olmayaydı; benim için böyle bir şeye ermek nereden olurdu?..
Sema neydi ki?..
Bir dumandan gayrı?.
Onu, o bu seviyeye getirdi..
Arş üzerine istiva etti..
Ama bir delilin ve bur­hanın kıyamı için..
Hakikatte istivam vardır.
Ama onun izzeti hakkı için, bunun şeklini bilemem..

Sonra benim bu şekli alışım; o demek değildir ki:
O’na her şeyden daha yakınım..
Belki ben semaların üstündeyim.
Ama O’na yakınlık itibarı ile yer dibindeki ile bir farkımız yoktur..
Bilmek gerek ki:
Ben, O’nda olanı ihata kud­retine sahip değilim.. ­
Sonra O’nun zaviyesini bilmem de mümkün değildir.
Ancak ben, O’nun bir kuluyum..
Kulun durumu, ancak niyetinden ibarettir.
Bundan sonra Arş şöyle devam etti:
“ Belki sen sanırsın ki:
Derdim yoktur.
Ama öyle değil..
Şimdi sana diyeceklerimi iyi dinle.
Hâlime bir bak! Nicedir?..

Önce sana, hikayemi anlatayım..
Derdimi ga­mımı bir bir sayıp dökeyim..
Sözüme: O’nun yüce kudretine yeminle başla­rım:
“ Şüphesiz beni O yarattı.
Ama Ehadiyet De­nizlerinde boğdu..
Sonra Ebediyetinin ıssız sahralarına saldı.
Ve beni dehşetler içinde bıraktı..
Bu hâller içinde, hayli şeylere şâhid oldum..
Bazen, bana bir çakmak çakar.
Ama Ebedi­yet doğuşundan..
yükseltirdi beni..
Bazen de bana yakın olur..
beni yakınlık du­raklarına götürür ve kendisine alıştırırdı..
Bazen de, izzet hicâblarına bürünür ve beni korkuturdu..
Ama lütfu cânibinden..
sevindirir ve oynatırdı..
Bazen de, bana münacaat tadını tattırırdı..
Bazen de bana mahabbetinin kadehleri ile ge­lirdi..
Bana ondan içirir; aklımı alır sarhoş eder­di..
Her ne zaman ki, bu sarhoşluğumun güzelliğinden azap duyar ve beni kavuşturduğu ,
Vuslat Âlemi içinde ayılıp O’ nu görmek isterdim, hemen ba­na şu kitap getirdi:


“Beni hiçbir zaman göremezsin..” (A’raf 7/143)

Dolayısı ile, arzum yerine gelmezdi..
İşbu ayrılık ve o hitabın heybetinden erir biterdim.
Hasılı, O’ nun sevgisi beni parçaladı.. dağladı.
O’nun tecellîsi sebebi ile bayıldım, düştüm..
Tıp­kı Musa gibi..
Hasılı ben, öyle bir vecd hâline kapı­lıp gitmiştim..
Ayıldığım zaman, bana şu hitap geldi:
“Ey ışık!
Senin istediğin öyle bir cemâldir ki; biz onu gizledik..
Ve o: Bir güzelliktir ki; biz onu perdeledik örttük..
O yüzü tek kişi görecektir
O, öyle bir sevgilidir ki: Onu biz seçtik..
O, öyle bir yetimdir ki: Onun mürebbisi biz ol­duk..
Ne zamanki sen:


“O Allah sübhandır ki; kulunu yürüttü.. ama geceleyin..” (İsrâ 17/1)

Hitabını işittin..
O’nun bize varan yoluna dur!
O’nun bize kudümlü yoluna çık!
Ümid edilir ki, bu sayede bizi göreni görmüş olasın..
Ve bizden gayrına bakmayanın müşâhedesine nail olasın!
İşte..
Cibril, yukarıda; Mikail'in, İsrafil'in ve Arş’ın durumunu kendi hâlini arz meydanında anlattıktan sonra:
“Ya Resûlullah!
Diğerleri neyse…
Arş ki, sa­na Âşık ve sana tutkun..
Ya ben, senin elin önün­de neden hizmetçi olmayayım?..” dedi..

Ve Resûlullah (s.a v) Efendimizin ilk bineğini takdim etti.
İşbu binek Burak idi..
Bu onu, Beyt-i Makdis’e kadar götürdü..

Bundan sonra, ikinci binek geldi bunun adı da: Mi’rac idi..
Bu binekle dünya semasına kadar gitti..

Bundan sonra, üçüncü binek faslı başladı bu da, meleklerin kanadı idi..
Bununla da, ikinci se­maya kadar çıktı..

Bundan sonra, sema yolları hep meleklerin kanatları üzerinde devam etti.
Taa, ye­dinci semaya varıncaya kadar..

Yedinci semadan sonra, dördüncü bineğin vazifesi başladı..
Ki bu da: Cebrail idi..
Onun kanat­ları ile uçtu..
Taa, Sidre-i Münteha’ya kadar onunla gitti..

İşte.. burada Cebrail'in vazifesi bitmişti..
Oldu­ğu yerde kaldı..
Bu durumu gören, Resûlullah (s.a v) Efendimiz, Cebrali'e şöyle buyurdu:
“Ya Cibril!
Bu gece biz senin misafirin sayılırız bizi nasıl yalnız bırakırsın?
Hiç böyle bir yerde, dost olan dostunu yalnız bırakır mı?”

Bunun üzerine sözü Cibril aldı ve şu itizarda bulundu:
“ Ya Resûlullah!
Sen keremlere lâyık bir mi­safirsin...
Taa, ezelden beri buranın davetlisisin.
Senin durumun bu…
Benimki de bu...
Şu an­da, buradan bir karınca boyu öteye bir adım at­sam:
Derhâl yanarım...
Çünkü biz, o melekler zümresiyiz ki:
Her birimizin belli ve ayrı ayrı yerleri vardır.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a v) Efendimiz Cibril'e şöyle buyurdu:
“ O hâlde sen burada kal!
Ama, bana bir arzun var mı?...”

Bu soruyu bir fırsat bilen Cibril:
“Evet var!..” dedikten sonra,
Devam etti:
“İşbu sonsuzluk yolun, Rabb’ına vardığı zaman ve o Yüce Hazret:
“İşte sen!... ve işte Ben!...”
Dediği zaman ve sana çeşitli iltiyaklarını yağ­dırdığı zaman:
Beni o Yüce Rabb’ın indinde an!”



Açıklanan Kelimler :

Burak :
Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası.(Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve elektrik sür'atini anlatır.
Sidre-i Münteha : Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.
Mukarrebun : Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar.
Münezzeh : (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.
Yâver : f. Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. * En yakın memur. * Devlet büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur.
Âdet : Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle bozulmamasına gayret gösterir.
Mikâil : Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi. (Bak: Melâike)
İsrafil : Dört büyük melekten biri olup Kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh etmeğe ve Sur'u üfürmeğe vazifelidir. (Bak: Melâike)
Zaviye : Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. * Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "grat" tır.
Takdim : (Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak. * Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak. * Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak. * Bir büyüğün önüne geçip bir şey vermek.
İltiyak : Sıkı fıkı dost olma, candan arkadaş olma.


Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
“Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir.”
(Fetih48/2)

وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى
“Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.”
(Duhâ 93/5)

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
“Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.”
(Necm 53/9)

وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ
“Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner.”
(Yâsîn 36/39)

وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَـكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
“Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.”
(A’raf 7/143)

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.”
(İsrâ 17/1)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Şeceretü’l- Kevn-10

İşte...
Bundan sonra Cibril, yavaşça ayrıldı;
çıktı oradan... .
... Ve o anda, Resûlullah (s.a v) Efendimize yet­miş bin hicap açıldı...
Ki onların hepsi nûrdandı...

Bundan sonra, beşinci binek geldi.
Ve bu: Ref­ref idi...
Ve yeşil nûrdan idi. Şark ile garbı doldu­racak kadar bir büyüklükte idi.
Resûlullah (s.a v) Efendimiz bunun üzerine oturdu...
ve Arş’a kadar onunla gitti.
Arş’a varınca, Resûlullah (s.a v) Efendimiz eteğine tutundu.
Ve hâl dili ile şöyle bir niyaza başladı:
“Bu ne saadet Yâ Resûlullah!
Zamanın hoş şarabını daha ne zamânâ kadar yudum yudum yu­tacaksın?
Bu ne güzel bir demdir.
Bazan olur ki; sevgilin sana aşık olur ve dünya semasına iner.
Bazan olur ki; bizzat nedimelerini gönderir, çevrende döndürür..
Ve seni şefkat Refrefi’ne bindirir.
Ve o Allah Sübhândır ki:
Kulunu gece yürütür.
Bazan olur ki; onun Ehadiyet cemâli seni müşahede eder...
Ki o:


“Onun gördüğünü kalbi yalana çıkarma­dı.” (Necm 53/11)

Âyet-i Kerîmesi ile tasdiklidir...

Bazan da, seni Samedâniyet cemâli müşâhede eder...
Ki bu da:


“Onun gözü kaymadı Onu aşmadı.” (Necm 53/17)

Meâline gelen Âyet-i Kerîme ile sabittir.

Bazan olur ki; o seni Meleküt Âlemine ve sırrına muttali kılar..
Bu da, şu meâle gelen ayetle sa­bittir:


“Kuluna vahyettiği kadar vahyetti.” (Necm 53/10)

Bazan da, seni tam yakınlığa götürür... Ki bu da:


“İki yayın birleşimi kadar... Yahut daha da yakın.” (Necm 53/9)

Âyet-i Kerîmesi ile sabittir...

Arş, sözlerine devam etti:
“Ya Muhammed!
Şu anlar öyle anlardır ki;
Susamışın suya duyduğu hasret kadar hasret du­yulur bu anlara
Ve... bu anlar, elde edilebilmek için, kendilerine ah vah edilir.
Gayrı bilemez oldum;
Bu anlar içinde şaşıp kalan onlara hangi yönden varabilir?..
Bu an ve bu zaman içinde yaşayanlarda, korku, iştiyak ve her şey vardır.
Beni ki O:
Halkının en büyüğü ve en azimi kıldı.
Böyle olduğum hâlde,
Bütün yaratılmışlardan en fazla ve şiddetli bir şekilde ondan korkarım!

Ya Resûlullah!
O yüce yaratıcı beni yaratma­yı murad ettiği gün yarattı..
İşte o gün ben onun celâli heybetinden korkuyor ve titriyordum..
Beni ayakta tutan sütunuma:
“ LA İLÂHE İLLALLAH..” (Allahtan Baş­ka İlâh Yoktur.)
Kelime-i tevhidini yazınca, daha da fazla titredim..
Onun ismi karşısında sarsıntım ve ürper­mem daha da artmaya başladı.
“ MUHAMMEDÜN RESÛLULLAH..” (Mu­hammed Allah'ın Resülüdur.)
Cümlesi ki yazıldı.
Sarsıntım geçti...
Telaşım dindi.
Özüm rahata erdi.
İşte…
Bütün bunlar, üzerime yazılan ismin bereketi ile olmuştu..
Artık, senin güzel nazarın ba­kışın cana uğrayınca…
Nasıl olurum... gör...”
Arş, sözlerine Devam etti:
“Ya Resûlullah!
Sen âlemlere rahmet olarak gönderildin.
Elbet bu rahmetten benim de nasibim olmalı..
Hem de bu gece..
Ve senden taleb ettiğim nasibim odur ki:
Bana ateşten, cehennemden bir kurtuluş beratı fermanım ola ..
Korkarım ki:
Bazı yalan söz edenler; bana, bazı aldanmışların ettiği yersiz lakırdılar yüzün­den Rabbım beni ateşe atar.
Bütün bu hâle sebep, bazı şaşkın kimselerin şaşkınlığı ve bâtıl zannıdır.
Onlar sandılar ki, ben: Haddi ve hududu ol­mayan varlığı alırım..
Heyeti ve şekli bilinmeyen mukaddes Zât’ı taşırım.
Keyfiyeti, şekli bizce tamamen meçhul olan Zât’ı kuşatırım.
Ya Muhammed!
Hele bir bak!
O ki, Zât’ı için bir hudud, sıfatları için bir sayı yoktur..
Benim gibi bir muhtaca nasıl muhtaç olur..
Bana nasıl yüklenir?
Rahmân ki, onun bir ismidir..
İstiva da, sıfa­tıdır, naatidir..
Gerek sıfatı, gerekse naati onun Zât’ına bağlıdır..
O ki böyledir..
Benimle nasıl bitişir?
Ve nasıl ayrılır?
Ne O, benden ayrılan bir parçadır..
Ne de ben, O’nun dışında bir şeyim.
Ya Muhammed! O’nun izzetine yemin ederim ki, bir vuslat hâliyle de O’na yakın değilim.
Sonra .. O’ndan bir ayrılışla ayrı da olamam.
Sonra, kendi takati ile O’nu taşıyan bir şey de olamam..
O’nu der­leyen toplayan hiç olamam..
Kezâ O’na: Bir benzer bulan hiç değilim.
Bir iyiliği ve fazlı icâbı beni O yarattı..
Beni de yok edecek olursa, bu O’nun mahza adaleti ve yine bir fazlı olur.
Ya Muhammed! Ben O’nun kudreti ile, taşına­nım.
Kezâ, onun hikmetinin bir mahsulüyüm..
Hiç taşınan taşıyan olur mu?
Böyle bir nisbet, sahih olur mu?
Sonra ..

Şu Âyet-i Kerîmeyi okudu:


“Bilgin dışında olan şeylerin peşine takıl­ma .. Çünkü, kulak, göz, kalb... bunların hepsi so­rumludur...” (İsrâ 17/36)

Resûlullah (s.a v) Efendimiz, Arş’ı dinledikten sonra, hâl dili ile ona Cevap verdi:
“ Ey Arş! Yoluma durma!..
Seninle olacak vaktim yok!
Safiyetimi bozma; kederlenme!..
Hâl­vet hâlimi şüphelere daldırma!
İçinde bulunduğum bu zaman, senin derdini dinleyecek kadar geniş değil.
Sonra, hitabına yer değil!

Ve Resûlullah (s.a) Efendimiz ona velev emâneten olsun; bir yan göz bile atmadı.
Sonra, onun yolu ile, vahy olup gelen satırların bir harfini bile okumadı.
Çünkü o:


“Onun gözü kaymadı... Şaşmadı...” (Necm 53/17)

Emr-i İlahîsine tâbi idi.
İşte...
Bundan sonra, Resûlullah (s.a.v) Efendimize altıncı binek takdim edildi..
İşbu bineğin adı: Teyid idi.
Bu arada, kendisine bir nida geldi.
“Seni koruyan önünde..İşte sen..İşte Rabbın...”
Ama bu nidanın sahibi görünmüyordu.
Şimdi, Resûlullah (s.a.v) Efendimizi dinleyelim:
“İşte..
O anda ben, hayretler içinde kaldım.
Sözümü bilemiyor ve anlamıyordum.
Hatta, yaptığım işi de, tam bilecek durumda değildim.
İşte...
O anda, dudaklarıma nereden geldiğini bilemediğim bir damla düştü.
Ama nasıl damla?..
Baldan çok daha tatlı.
Kardan çok daha soğuk..
Kaymaktan daha yumuşak..
Miskten daha kokulu.
İşte, bu damla sebebi ile, cümle enbiyâ ve resûlden bilgin oldum.
Ve... dilimden şu cümleler dökülmeye başladı:

“ Mübarek tahiyyat Allah'adır Pak salâvat Allah'adır”

Şu cevabı aldım:

“ Selâm sana ey peygamber, keza; Allah’ın rahmeti ve bereketi de...”

Bana tahsis kılınan bir iltifât şerefine peygam­
ber kardeşlerimi de kattım...
Ve cevaben dedim:

“Selâm bizlere...Ve Allah’ın salih kullarına!”

Resûlullah (s.a v) Efendimiz:
“Selâm bizlere...” buyurmuştu..
Bunun güzel bir menkıbesi var­dır..
Ki Hz. Sıddık'la ilgili...
Rivayet edildiğine göre:
Resûlullah (s.a) Efendimiz mi’rac şerefine nail olduğu zaman,
Hz. Sıddık'a sordular:
“O, Rabbnı görmüş; nasıl?”
Dedi ki:
“Doğrudur…
Ben de onunla beraberdim
Eteklerine yapışmıştım..
Söylediği cümleleri birlik­te söyledik!”
Dediler ki:
“O cümle nedir?”
Dedi ki:
“Selâm bizlere...”
Cümlesidir.. .
Neyse...
Dönelim mev'zuumuza…
Resûlullah (s.a v) Efendimiz anlatmaya devam ediyor:
“Ben, tahiyyatı bitirdikten sonra, melekler tek tek şöyle dediler:

“ Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur Ve Muhammed O’nun resülüdür.”

Bundan sonra bana:
“ Yaklaş ya Muhammed!” dendi.
Bunun üzerine yaklaştım; sonra dur­dum...
İşbu yaklaşma:

.
“Sonra yaklaştı... tutundu...” (Necm 53/8)

Âyet-i Kerîmesinin mânâsıdır.
Bu mânâ üzerinde, rivayetler çeşitlidir..

Dendi ki:
“Resûlullah ona dilemekte yakın oldu...
Rabba yakın oldu.
Ve alaka gördü.”
Dendi ki:
“Şefaat dileği ile ona yakın oldu.
Ve şefaat talebine Rabbı, icâbet ederek yakın oldu.”
Dendi ki:
“Ona hizmetle yanaştı.
Rabb'dan rahmetle yakınlık gördü...”
Bir başka mânâ daha:
“Muhammed Rabb’ına yakın oldu.
Ve Rabb’ından ona vahiy geldi..
Ama bir yakınlık lutfu olarak..
Ve Rabb’ı ona şefkat ve merhamet olarak yakın oldu.”
Hasıl-ı kelam,
Hiçbir şekilde; tam târif yapıla­maz.
Bu, öyle bir ya kınlıktır ki;
Kırlar ve bayırlar dolaşıp mesafeler kat edilmek sûreti ile elde edil­mez.
O anda, aradan zaman mefhumu kalkmıştı...
Keyfiyet silinmiş, vakit mefhumu kalmamıştı.
İşbu yakınlık; iki yayın birbirine intibakından başka şekilde târif edilemez.
Vaktaki, târif bu iki yay oldu.
Rabb Teâlâ için, mekan düşünülmez, hatta an'lar da, mekan­lar da…


Açıklanan Kelimler :

Ref­ref : Kuşu çok olan çimenlik, kır. * Mânevi bir binek. * Dalları salkım salkım olan ağaç. * Kenar saçağı. * Yeşil elbise. * İnce yumuşak kumaş. * Döşek. * Cennet
Samedâniyet : Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi.
İştiyak : Fazla arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği gelmek.
Heyet : Şekil. Suret. Görünüş. * Birlik teşkil eden şahısların mecmuu. * Gök ve yıldız ilmi. Astronomi. * Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibilliyet. Bir şeyin cibilli vaziyeti
Keyfiyet : Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
Safiyet : Saflık, hâlislik, temizlik.
Teyid : (C.: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme. * Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme.
Tahiyyat : Selâmlar. Duâlar. Manevî hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye. * Mâlikiyet, beka ve mülk. (Bak: Et-tahiyyatü)
Mefhum : Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.


Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى

“Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı.” (Necm 53/17)

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى

“Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.” (Necm 53/8-9-10-11)

وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ 17/36)


Bu Bölümde geçen Hadis-i Şerifler:

Abdullah ibni Mes’ud (Radiallahu anhu) anlatıyor:
“Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bana, avucum avuçlarının içinde olduğu hâlde, Kur’ân’dan sûre öğretir gibi teşehhüdü öğretti:
Ettahiyâtü lillahi ve’s-Salâvâtu ve’t-tayyibâtû, es-Selâmû aleyke eyyûhe’n-nebîyyû ve rahmetullahi ve beraketühü, es-selâmû aleynâ ve alâ ibadillahi’s-sâlihin. Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah.”


Bir rivâyette fazla olarak: “İbadillahi’s sâlihin” ibâresinden sonra şöyle buyurmuştur:
Siz bunu (teşehhüdü) yaptınız mı semâ ve arzdaki sâlih kullara selâm vermiş olursunuz.
Bir diğer rivâyette (Buharî-Müslim): (Teşehhüdden) sonra dilediği senâyı yapmakta muhayyerdir (serbesttir.).

Ebu Dâvud’un rivâyetinde: “Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühû (dersiniz) sonra herbiriniz hoşuna giden bir dua ile dua etsin...” buyurdu.
(Buharî, Ezân 148, 150 v.d.;Müslim, Salât 55-61; Ebu Dâvud, Salât 182 (968-969); Tirmizî, Salât 215 (289); Nesâî, İftitâh 189 (2,237)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Şeceretü’l- Kevn-11

İşbu hâlet içinde Resûlullah (s.a v) Efendimize bir nida geldi:
" Adımını at! Ya Muhammed!..”
Resûlullah (s.a v) Efendimiz şu niyazda bulun­du:
“ Ya Rabbi! Mekan ki, ortadan kalktı.
Yer mefhumu ki, silindi ayağımı nereye basayım?
Bunun üzerine, şu ikinci emri aldı:
“Bir ayağını diğer ayağının üzerine koy!..”
Ta ki, her şey:
Benim, zamandan ve mekandan, yerden ve yurttan, geceden ve gündüzden...
Hu­duddan ve kıtalardan...
Hadden ve miktardan...
Münezzeh olduğumu bilsin.
Bundan sonra ..
Resûlullah (s.a v) Efendimize
şu nida geldi:
“Bak, ya Muhammed!”
Resûlullah (s.a v) Efendimiz baktığı zaman,
Pek parıldayan bir nûr gördü; sordu:
“Bu nedir?..” dendi.
“Bu bir nûr değildir...
Firdevs cennetidir...
Ve sen, yükseldikçe o ayakların altında kalacak­tır..
Ayaklarının altında kalan da, sana fedâdır.
Bu arada şöyle bir nida geldi:
“Ya Muhammed!
Ayak bastığın yerin meb­de’i halkın vehminin bittiği yerdir.
Yâni: Bundan ötesini, onlar artık hayal dahi edemezler.. .

Daha sonra, şu hitap geldi:
“Ya Muhammed!
Sen zamanın ve yerin bu­lunduğu yerde gezdiğin süre,
Cibril delilin olmuş­tu.
Burak ise, bineğin.
Ama, mekân ki, ortadan si­lindi;
Kâinâttan ki, kayboldun yer ve mesafeler ki, ortadan kalktı;
İki yayın misâli ki kaldı..
İşte bu anda, delilim benim.

Bundan sonra, şu hitap geldi:
“Ya Muhammed!
Kapıyı sana açıyorum.
Per­deyi senin için kaldırıyorum
Hitabın en güzelini sana duyuruyorum.
Çünkü sen, daha Gayb Âlemin­de iken,
Beni gerçek bir imanla birledin ve tevhid ettin.
Şimdi de, birle...
Yâni: Müşâhede ve Ayân Âle­minde...
Böylece yine tevhidime er!
Bunun üzerine Resûlullah (sav) Efendimiz:
“Affına güvenerek, cezandan sana sığınırım!” dedi.
Şu hitabı aldı:
“Bu, ümmetin asîlerine yarayan bir söz.
Vahdetime nail olan kimsenin değil.”
Bunun üzerine, Resûlullah (sav) Efendimiz Şu niyazda bulundu:
“ Ya Rabbi! Ben seni senâ edemem.
Sen Zât’ını senâ ettiğin gibi...

Resûlullah (sav) Efendimize hitaplar peşpeşe geliyordu.
Şu da bir başka hitap:
“Ya Muhammed!
Senin dilin ki; ibareden aciz kaldı;
Ona doğruluk dilinden bir kisve giydir­dim...
Ki bu:


“O, baştan konuşmaz...” (Necm 53/3)

Emrimle sabittir.
Sonra, sonra sana bir nûr emânet ederim ki:
Cemâlime onunla bakarsın.
Bir kulak veririm; sö­zümü onunla duyarsın..
Sonra, bir hâl dili ihsan ede­rim;
Onunla da bana gelişinin mânâsını duyar an­larsın..
Ve bana nazar etmenin hikmetini sezersin.

Bütün hitapları yaparken,
Sanki Allah-ü Teâlâ şu Âyet-i Kerîmenin mânâsına işaret ediyordu:


“Biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir kor­kutucu olarak yolladık...” (Ahzâb 33/45)

Böylece, Hakk’ı görecek ve şehâdet edecekti...
Şâhid odur ki: Kendisinden ancak gördüğü soru­lur...
Gaybe, bilinmeyene şâhidlik olmaz...

Ve hitap Devam etti:
“ Sen bir şâhidsin ya Muhammed; cenneti­mi sana göstereceğim..
Orada da dostlarım için ha­zırladığım şeylere bakacaksın.

Cehennemi de göstereceğim sana..
Orada da, düşmanların için hazırladığıma bakacaksın...
Sonra…
Cemâlimi müşâhedeyi de, sana nasip edeceğim.
Cemâlimden de, sana bir yüz açacağım.
Ta ki bilesin:
Kemâlle muttasıfım...
Sonra, mü­nezzehim..
Benzemeden ve denkten..
Bedelden ve amirden...
Hadden ve kadden…
Boydan ve bos­tan...
Sayıdan ve adedden..
Geçilmeden ve tekim bulunmadan..
Ayrılmadan ve birleşmeden..
Bana bir misâl bulunmaktan ve şekil çizilmekten..
Bir­likte oturulmaktan ve karşılıklı dokunulmaktan..
Aralıklı bir şey olmaktan ve mizaç uygunluğun­dan.

Daha sonra, şu hitap geldi:
“Ya Muhammed, halkımı ben yarattım...
Onları Zâtıma davet ettim.

Ama onlar, hakkımda, ihtilafa düştüler..
Her biri, bir başka iddiada bulundu.
Bir cemaat, Üzeyri oğlum yaptı...
Ve beni cim­ri, eli bağlı vasfetti:
Ki bunlar: Yahudiler idi.
Bir başka cemaat ise, İsa'yı bana oğul yap­tı...
Vehmettiler ki:
Benim zevcem var..
Oğlum var..
Bunlar da: Nasranîlerdir.
Bir başka cemaat de, bana ortaklar isnad et­tiler..
Bunlar da: Veseniyelerdir...
Yâni: Putçular..
Bir başkası da, bana sûret çizdi...
Bunlar da: Mü­cessimelerdir..
Yâni: Beni mahluka benzetenler...
Bir başka cemaat ise, beni mahdud ve muay­yen bir yeri olan kabul etti..
Bunlar da: Beni ya­ratılmışlarla bir gören müşebbihe tayfasıdır...

Bir başka kavim ise, beni yok zannetti..
Bun­ların adı da: Muattıladır.

Bir paşka cemaat ise, beni görünmez kabuletti ki:
Bunlar da, Muteziledir.
Ya Muhammed, işte; sana kapım...
Zât’ımın perdesini sana açtım.
Hele bir bak!
Onların ba­na nisbet ettikleri şeylerden bir zerre var mıdır?
Ve Resûlullah (sav) Efendimiz, bakmaya baş­ladı.
Gördü ki bir nûr: Ama onunla kuvvet bulur..
Onun Zât’ı ile kaim..
Ama idrak edilebilmekten münezzeh..
İhata edilmekten yana da münezzeh
Tek Allah..
Hiçbir şeye muhtaç değil..
Ne bir şeyin üzerinde..
Ne de, herhangi bir şeyle kaim..
Hiçbir şeye ihtiyacı yok.
Ne bir heykel... sûret..

Ne de, bir şeye benze­yen sûret...
Ne cisim..
Ne de bir yeri olan...
Şekli de yok.
Terkip edilmiş de değil.

İşte...
Bu manzara içinde:


“Onun misli gibi yoktur..O görür ve işi­tir...” (Şûrâ 42/11)

Meâline gelen Âyet-i Kerîmenin mânâsı te­celli etti...

Vaktaki: Bu yüce yükseliş vaki oldu.
Ve Re­sûlullah (sav) Efendimiz o yüce hazrete vardı.
Ve şifâhen görüştü, konuştu.

İşte..
O zaman, Allah-ü Teâlâ ona şöyle bu­yurdu:
“Ey habibim, ey Muhammed!..
Şunları da duy!
Elbet bu halk için bir sır gerektir ki:
İzhar edilmesi yasak ola ..
Ve bir an vardır ki; onu yaymak da yasak ola ..
İşte...
Öyle buyurdu ve:


“Kuluna vahyedeceğini vahyetti...”
(Necm 53/10)

Meâlinde buyrulan Âyet-i Kerîmesi gereğin­ce, onlar sır oldu..
Ama, Allah ve Resûlü arasın­da…

Salât eyle Allahım!
Selâm eyle ve bereketler yağdır:
Yaratılmışların en şereflisi üzerine...
Sey­yidimiz efendimiz üzerine.
O, Zâtına ait nûrların denizidir..
Sırların kay­nağıdır..
Hüccetin dilidir..
Hazretin önderidir..
Ülke­lerin gelinidir..
Mülkün süsüdür..
Rahmetin hazine­sidir..

Şeriatın yolu ondan geçer...
Cennetin kan­dilidir..
Hakikatın gözüdür..
Müşâhedenle o lezzet alır..
Halkın arasında seçmelerin seçmesi odur..
Zâ­t’ına ait nûrdan aydınlık alan odur...
Ona yapacağın bu salât öyle olsun ki:
Bağ­larım onunla çözülsün...
Sıkıntılarım, onunla açıl­sın..
İhtiyacım onunla tamam olsun..
Talebinle onunla ereyim.
Bu salât devamlı olsun..
Allahım, ama Zâtın Devamı ile..
Bu salât bâki olsun..
Allahım, ama Zâtın bâki kaldıkça..
Bu öyle bir salât olsun ki; seni de razı eyle­sin..
Onu da razı eylesin..
Sonra, o salât sebebi ile bizden de razı olasın...
Ey Alemlerin Rabbı!
Bize Allah yeter...
O, ne güzel bir vekildir..
Güç ve kuvvet ancak Allah'ındır..
O Yüce­dir, Azîmdir.

Son olarak:
Salât ve selâm dileğimizi tekrar eder:
“ Allah, Efendimiz Muhammed (sav) 'e, âline ve ashabına salât eylesin ve selâm eylesin...” deriz.
Eserlerimizi burada tamamlarız...
Hamd, Alemlerin Rabbı olan Allah'a mahsus­tur!..


Açıklanan Kelimler :

Hâlet : Suret. Hâl. Keyfiyet.
Nida : Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek. * Gr: ünlem (!)
Vehm : (Vehim) Mübhem ve mânasız korku. * Belirsiz fikir ve düşünce. * Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti.
Mizaç : Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.
Üzeyr : (A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.
Nasranî : Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan. (Bak: Nasara)
Yahudi : Hz. Yakub'un (A.S.) oğullarından Yehuda'ya mensub olan. Benî İsrail. Musevî.
Mü­cesimse : Müşebbihe. Fls: İnsan biçiminde ilâh tasavvur edip suretlendiren bâtıl bir inanış. (Antropomorfizm) Mücessime de denir. (Bak: Teşbih)
Muattıla : Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık'a itikat etmeyen. (Bak: Ta'til)
Mutezile : Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir. (Bak: Mülk)
İzhar : Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek. * Yalandan gösteriş. * Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir.



Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى

“Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz.” (Necm 53/1-3)

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا
“Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Ahzâb 33/45)

فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
“O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ 42/11)

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى

“Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.” (Necm 53/8-9-10-11)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

ŞEYTANIN HİKAYESi-1

İlemlerin Rabbı olan Allah'a hamd olsun...
Salât ve selâm, efendimiz Emin Peygamber Muhammed'e (sav)...
Sonra, onun pâk Aline...
Ve ashabının tümü­ne olsun.

İbn-i Abbas (r.a) Hz.’inden naklen Muaz b. Ce­bel rivayet ediyor:

“Bir gün Resûlullah (sav) ile beraberdik..
An­sardan birinin evinde toplanmıştık...
Tam bir ce­maat olmuştuk.
Sohbete dalmıştık..
Bu arada, dışandan bir ses
geldi:

“Ev sahibi!..İçeridekiler!...
Eve girmem için bana da izin verir misiniz?
Benim sizden bir dileğim var.
Görülecek bir işim var.”

Bunun üzerine, herkes Resûlullah (s.a.v) Efen­dimizin yüzüne bakmaya başladı.
Orada ve her zaman büyük oydu..
İzin ondan çıkacaktı.
Resûlullah (s.a.v ) Efendimiz, duruma vakıf ol­du ve:

“Bu seslenen kimdir, bilir misiniz?...” buyurdu.
Biz hep birden şöyle dedik:
“En iyi bilen Allah ve Resûlüdür!”
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

“O, lâin iblistir –Şeytandır..
Allah’ın lâneti onun üzerine olsun!..”
buyurunca,
Hemen Hz. Ömer:
“Ya Resûlullah, bana izin veriniz onu öldüreyim!” dedi...
Resûlullah (s.av.) Efendimiz bu izni ver­medi; şöyle buyurdu:

“Dur Ya Ömer!
Bilmiyor musun ki; ona bel­li bir vakte kadar mühlet verilmiştir...
Öldürmeyi bırak!.”

Sonra şöyle buyurdu:
“Kapıyı ona açın gelsin..
O, buraya gelmek için emir almıştır.
Diyeceklerini anlamaya çallşınız.
Size anlatacaklarını iyi dinleyinizé..”

*
Bundan sonrasını ondan dinleyelim;
Yâni Ra­vi'den ki,
Şöyle anlattı:

*
“Kapıyı ona açtılar..
İçeri girdi ve bize gö­ründü..
Bir de baktık ki; şekli şu:
Bir ihtiyar..
Şaşı..
Aynı zamanda köse..
Çenesinde altı veya yedi ka­dar kıl sallanıyor..
At kılı gibi.
Gözleri yukarı doğru açılmış.
Kafası, büyük bir fil kafası gibi.
Dudakları da, bir manda duda­ğına benziyordu.
Sonra, şöyle bir selâm verdi:
“Selâm sana ya Muhammed! selâm size ey cemaat-ı müslimin!”
Onun bu selâmına Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şu mukabelede bulundu:

“Selâm Allah'ındır ya lâin!..”
Sonra ona şöyle buyurdu:
“Bir iş için geldiğini duydum; nedir o iş?”
Şeytan şöyle anlattı:
“Benim buraya gelişim, kendi arzumla ol­madı. Mecburen geldim.”
Resûlullah (s.a v) Efendimiz sordu:
“Nedir o mecburiyet?”
Şeytan anlattı:
“İzzet sahibi Rabbın katından bana bir me­lek geldi.
Ve dedi ki:
“Allah-ü Teâlâ sana emir veriyor:
Muham­med'e gideceksin.
Ama düşük ve zelil bir hâlde tevazu’ ile.
Ona gideceksin ve Âdemoğullarını nasıl kandırdığını anlatacaksın.
Onları nasıl aldattığını söy­leyeceksin bir bir ona..
Sonra o; sana ne sorarsa doğrusunu diyecek­sin.”
SonraAllah-ü Teâlâ buyurdu ki:
“Söylediklerine bir yalan katarsan, doğru­yu söylemezsen...
Seni kül ederim; rüzgar savu­rur...
Düşmanların önünde seni rüsvay ederim!”

İşte... Böyle; Ya Muhammed!
O emir üzerine sa­na geldim.
Arzu ettiğini bana sor!
Şayet bana sordukları­na doğru cevap vermezsem;
Düşmanlarım benimle eğlenecek..
Şu muhakkak ki,
Düşmanlarımın eğlen­cesi olmaktan dana zor bir şey yoktur.”

Bundan sonra, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle sordu:
“Madem ki, sözlerinde doğru olacaksın!
O hâlde bana anlat:
Halk arasında en çok sevmedi­ğin kimdir?”

Şeytan şu cevabı verdi:
“Sensin, Ya Muhammed!..
Allah’ın yarattık­ları arasından senden daha çok sevmediğim kimse yoktur . ­
Sonra, senin gibi kim olabilir ki?”

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz sordu:
“Benden sonra, en çok kimlere buğuzlusun ve sevmezsin?”
Şeytan anlattı:
“Müttaki bir gence ki... varlığını Allah yo­luna vermiştir.”
Bundan sonra, sual-cevap aşağıdaki şekilde devam etti.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz sordu; şey­tan anlattı.

“Sonra kimi sevmezsin?”
“ Kendisini sabırlı bildiğim, şüpheli işlerden sakınan âlimi...”
“Sonra?...”
“Temizlik işinde... yıkadığı yerleri üç defa yıkamaya devam eden kimseyi.”
“Sonra?...”
“Sabırlık olan bir fakiri ki; ihtiyacım hiç
kimseye anlatmaz. Hâlinden şikayet etmez.”

“Peki, bu fakirin sabırlı olduğunu nereden bilirsin?”
“Ya Muhammed!
İhtiyacını kendi gibi biri­ne açmaz
Her kim ihtiyacını kendi gibi birine üç gün üst üste anlatırsa,
Allah onu sabredenlerden yazmaz.
Sabırlı kimselerin işi buna benzemez.
Hasılı, onun sabrını; hâlinden, tavrından ve şikayet etmeyişinden anlarım.

“Sonra kim?..”
“Şükreden zengin.
“Peki, ama o zenginin şükreden olduğunu nasıl anlarsın?...”
“Onu görürsem ki, aldığını helâl yoldan alı­yor ve mahâlline harcıyor bilirim ki:
O şükreden bir zengindir.”­

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bu defa mevzu’u değiştirdi ve ona başka bir sual sordu:
“Peki, ümmetim namaza kalkınca, senin hâlin nice olur?.”
“Ya Muhammed, beni bir sıtma tutar tit­rerim.
“ Neden böyle olursun; ya Lâin?”
“ Çünkü bir kul, Allah için secde edince bir derece yükselir.”
“Peki, ya oruç tuttukları zaman nasıl olur­sun? ...”
“ O zaman da bağlanırım. Taa, onlar iftar edinceye kadar.
“Peki, ya hac yaptıkları zaman nasıl olur­sun?»“ O zaman da, çıldırrırım.
“Peki, ya Kur’ân okudukları zaman nasıl olursun?”
“O zaman da, eririm. Tıpkı ateşte eriyen bir kurşun gibi eririm.”
“Peki, ya sadaka verdikleri zaman hâlin na­sıldır?”
“Ha, işte... O zaman hâlim pek yaman olur.
Sanki sadaka veren, bir testere alır eline ve beni ikiye böler.”
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz sebebini sordu:
“Neden öyle testere ile ikiye biçilirsin, Ya Eba Mürre? ...»
Bunun üzerine İblis:
“ Onu da anlatayım...
Dedikten sonra anlatmaya başladı:
“ Çünkü sadakada dört güzellik vardır.
Şöyle ki:
1 - Allah-ü Teâlâ, sadaka verenin malına be­reket ihsan eyler.
2 - O, sadaka veren kimseyi halkına sevdi­rir.
3 -Allah-ü Teâlâ, onun verdiği sadakayı, ce­hennemle arasında bir perde yapar.
4 - Allah-ü Teâlâ, belâyı, sıkıntıyı ve ahları ondan defeder.

Bundan sonra,
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz ashabı hakkında ona bazı sorular sordu:

“Ebu Bekir için ne dersin?..”
İblis buna şu cevabı verdi:
“O bana, cahiliyet devrinde bile itaat etme­di..
İslam'a girdikten sonra nasıl bana itaat eder?

“Peki, Ömer b. Hattab için ne dersin?..”
İblis buna da şu cevabı verdi:
“Allah'a; yemin ederim ki; her gördüğüm yerde ondan kaçtım.”
“Peki, Osman b. Affan için ne dersin?.”
“Ondan utanırım... hem de çok..
Nasıl ki, Rahmân'ın melekleri de ondan utanırlar...”

“Peki, Ali b. Ebu Talib için ne dersin?.”
İblis onun için de şöyle dedi:
“Ah, onun elinden bir kurtulsam..
O, ken­di başına kalsa;
Ben de kendi başıma kalsam..
O, beni bıraksa ..
Ben de onu bıraksam.
Ben onu bırakırım; ama o beni bırakmaz!

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz,
Yukarıdaki soru­ları sorduktan ve şeytanın verdiği cevaplar da kıs­men bittikten sonra,
Şöyle buyurdu:

“Ümmetime saadet ihsan eden; seni de taa, belli bir vakte kadar şâki kılan Allah'a hamd 0l­sun!”
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz o cümlesini duyan lâin İblis şöyle dedi:
“Heyhat! Heyhat!..
Ümmetin saadeti nere­de?
Ben, o belli vakte kadar diri kaldıkça, sen üm­metin için nasıl ferah duyarsın?.
Ben, onların kan mecralarına girerim.
Etleri­ne karışırım..
Ama onlar, benim bu hâlimi göremez ve bilemezler.
Beni yaratan ve baas gününe karar bana müh­let veren Allah'a yemin ederim ki:
Onların tümünü azdırırım.
Câhillerini ve âlimlerini...
Ümmilerini ve okumuşlarını...
Fâcirlerini ve abidlerini..
Hası­lı, bunların hiçbiri elimden kurtulamaz.
Fakat!..
Allah'ın hâlis kullarını...
Evet, bun­ları azdıramam!..

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) Efendimiz sordu:
“Sana göre ihlâs sahibi olan muhlis kul­lar kimlerdir?..”
Bu suale İblis şu cevabı verdi:
“ Bilmez misin? Ya Muhammed!
Bir kimse ki, dirhemini ve dinarını sever..
O Allah için bir ihlâsa sahip değildir.
Bir kimseyi görürsem ki;
Dirhemini ve dina­rını sevmez;
Övülmekten, medh edilmekten hoşlanmaz...
Bilirim ki o: İhlâs sahibidir..
Hemen onu bırakır kaçarım.
Bir kul, malı ve övülmeyi sevdiği süre;
Kalbi de, dünya arzularına bağlı kaldığı müddet,
O size vasfını yaptığım kimseler arasında bana en çok
itaat edendir.
Bilmez misin ki; mal sevgisi, büyük günahla­
rın en büyüğüdür.
Bilmez misin ki;
Ya Muhammed!
Baş olma sevgisi yine büyük günahların en büyükleri arasın­dadır!”

İblis, anlatmaya devam etti:
Ya Muhammed!
Bilmez misin?
Benim yetmiş bin tane çocuğum var..
Bunların her birini bir başka yere tayin etmişimdir.
Sonra ..
O her çocuğumla birlikte yine yetmiş­bin tane şeytan vardır.
Onların bir kısmı ulemâya gönderdim.
Bir kısmını gençlere yolladım.
Bir kısmım da, meşayihe saldım.
Bir kısmını da, ihtiyar kadınlara musallat et­tim.
Gençlere gelince; aramızda hiçbir anlaşmazlık
Yoktur..
Onlarla gayet iyi geçiniriz.
Çocuklara gelince..
Onlarla da, bizimkiler is­tedikleri gibi birlikte oynarlar.
Bizimkilerin bir kısmını da, abidlerin başına dert ettim..
Bir kısmını da zahidlerin.
Onlar, bunların yanına girer; hâlden hâle so­karlar..
Bir tepeden öbürüne... hep dolaştırıp du­rurlar..
Öyle bir hâl alırlar ki; başlarlar, sebepler­den herhangi birine sövmeye...
İşte... böylece, onlardan ihlâsı alırım..
On­lar, bu hâlleri ile, yaptıkları ibadeti, ihlâssız ya­parlar gayrı..
Ama, bu hâllerinin farkında ola­mazlar.

İblis, bundan sonra,
Aldattığı bir rahibin hi­kayesini anlatmaya geçti.
Ve şöyle dedi:

“Bilmez misin; Ya Muhammed!
Rahip Bar­sisa; tam yetmiş yıl ihlâs ile Allah'a ibadet etti.
Bu ibadetleri sonunda, ona öyle bir hâl ihsan edilmişti ki:
Her dua ettiği hasta, duası bereketi ile şifâyap oluyordu.
Onun peşine takıldım; hiç bırakmadım...
Zi­na etti.
Katil oldu.
Sonunda da küfre girdi.
Bu o kimsedir ki;
Allah-ü Teâlâ aziz kitabın­da, ona şöyle anlatır: .


“...Şeytanın hâli gibidir ki; o insana: “Kâfir ol...” dedi... Vaktaki o kâfir oldu; bu defa ona şöy­le dedi: “Ben, senden uzağım…Ben, âlemlerin Rab­bi olan Allah'tan korkarım.” (Haşr 59/16)

İblis, bundan sonra, bazı kötü huylar üzerin­de durdu.
Ve onların her birinden nasıl istifâde ettiğini anlattı...


Açıklanan Kelimler :

Lâin : Herkesin kınadığı.
Mecburiyet : Zora tutulma. Mecburluk.
Rüsvay : f. Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik.
Müttaki : Ehl-i takva. İttika eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini Allah'ın (C.C.) sevmediği fena şeylerdan koruyan. (Bak: İttika - Amel-i sâlih)
Eba Mürre : (C.: Mür) Acının babası.
Şâki : (Şekavet. den) Haydut. Yol kesen. Haylaz. * Her çeşit günahı işleyebilen.
Fâcir : Haktan sapan. Haram ve günaha dalmış kötü insan. Günah işleyen. (Bak: Fecir)
İhlâs : (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık. * Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve gaye edinmek. İnsanlara riyakârlıktan, gösterişten uzak olmak.
Dirhem : (Dirhem) f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. * Eskiden kullanılan ve beş kuruş değerindeki gümüş para. Akça
Dina­r : Lât. Eskiden kullanılan altın ve sikkeli para.
Ulemâ : (Âlim. C.) Âlimler. Osmanlı devrinde yüksek ilim ve fıkıh âlimleri. İlmiye mensubları.


Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

كَمَثَلِ الشَّيْطَانِ إِذْ قَالَ لِلْإِنسَانِ اكْفُرْ فَلَمَّا كَفَرَ قَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِّنكَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ

“Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana «İnkâr et» der. İnsan inkâr edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım, der.” (Haşr 59/16)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: ŞECERETÜ'L- KEVN > MUHİDDİN-İ ARABÎ

Mesaj gönderen Gul »

ŞEYTANIN HİKAYESi-2

YALAN:

“Bilmez misin Ya Muhammed!
Yalan ben­dendir ve ilk yalan söyleyen de benim!
Her kim yalan söylerse...
O benim dostumdur..

Her kim yalan yere yemin ederse...
O da be­nim sevgilimdir.
Bilmez misin Ya Muhammed! ben Âdam'e ve Havva'ya yalan yere Allah adına and içtim.


“Muhakkak, ben size nasihat ediyorum” (A’raf 7/16)

Dedim…
Bunu yaparım; çünkü yalan yere ye­min gönlümün eğlencesidir.


NİKAH ÜZERİNE YEMİN ETMEK :

Her kim, talak üzerine yemin ederse...
Gü­nahkâr olacağından endişe edilir..
İsterse bir defa olsun.
İsterse doğru bir şey üzerine olsun.
Her kim, talakl ağzına alırsa ..
Taa, hakikat belli oluncaya kadar karısı ona haram olur.
Onlar bu hâlleri ile, kıyamete kadar meydana getirecek­leri çocuklar, hep zina çocuğu olur.
Ağza alman o talak kelimesi yüzünden, hep­si cehenneme girer.



NAMAZ:

“Ya Muhammed!
Namazı an bean tehir ede­ne gelince...
Onu da anlatayım..
O, her ne zaman ki, namaza kalkmak ister;
Tutarım ona vesevse veririm.
Derim ki:
“Henüz vakit var.
Sen de meşgulsün.
Hele şimdilik işine bak.
Sonra kılarsın!”
Böylece o:
Vaktinin dışında namazını kılar... .

Ve bu sebepten onun kıldığı namaz yüzüne atılır.
Şayet o kimse, beni mağlup ederse...
Ona insan şeytanlarından birini yollarım.
Böylece onu vaktinde namaz kılmaktan alıkoyar.
O, bunda da, beni mağlup ederse...
Bu sefer onun hesabını namazında görmeye bakarım.
O na­mazın içinde iken:
“Sağa bak!.. Sola bak!..” derim..
O da, bakar..
O ki böyle yaptı...
Yü­zünü okşar alınandan öperim..
Bundan sonra ona:
“Sen, ebedi yaramaz bir iş yaptın!” derim.
Ve böylece onun huzurunu bozarım.

Sen de bilirsin ki Ya Muhammed!
Her kim na­mazda, sağa ve sola çokca bakarsa,
Allah onun namazını kabul etmez.
Yüzüne atar.
Bunda da ona mağlup olursam.
Yalnız başı­na namaz kıldığı zaman yanına giderim.
Ve ona:
Çabuk çabuk kılmasını emrederim..
O da, başlar; namazını çabuk çabuk kılmaya..
Tıpkı horozun, ga­gası ile, yerden bir şeyler topladığı gibi...

Bu işi, ona yaptırmakta da, başarı kazana­mazsam;
Bu sefer cemaatle namaz kılarken onun yanına varırım.
Orada onun başına bir gem takrım…
Başı­nı imamdan evvel secdeden ve rükû'dan kaldırırım..
İmamdan evvel de, secde ve rükû yaptırırım.
İşte...
O böyle yaptığı için, kıyamet günü,
Al­lah onun başını eşek başına çevirir.
O kimse, bunda da beni yenerse…
Bu defa, ona namazda parmaklarını çıtlatmasını emrede­rim..
Böylece o:
Beni tesbih edenlerden olur..

Ama bu işi ona namaz içinde yaptırmaya muvaffak olursam.
Bunda da, ona mağlup olursam..
Bu sefer ona tekrar giderim..
Namaz içinde iken burnuna üfle­rim..
Ben üfleyince, o esnemeye başlar.
Şayet o, bu esneme esnasında elini ağzına ka­pamazsa ..
Onun içine küçük bir şeytan girer,
Dün­ya hırsını ve dünyevi bağlarını çoğaltır.

İşte... bundan sonra o kimse:
Hep bize itaat eder.
Sözümüzü dinler.
Dediklerimizi yapar.


Şeytan bundan sonra, konuşmasına devam etti.

İşte... bundan sonra o kimse:
Hep bize itaat eder.
Sözümüzü dinler.
Dediklerimizi yapar.


Şeytan bundan sonra, konuşmasına devam etti:

“Sen, ümmetin hangi saadetinden ferah du­yarsın ki?...
Ben onlara, ne tuzaklar kurarım..ne tuzak­lar…
Miskinlerine, çâresizlerine ve zavallılarına gi­derim..
Namazı bırakmalarını emrederim.
Ve onla­ra derim ki:
“ Namaz size göre değil...
O, Allah’ın afiyet ihsan ettiği ve bolluk verdiği kimseler içindir..
Sonra da hastalara giderim:
“Namaz kılmayı bırak!”derim...
Çünkü Allah-ü Teâlâ:


“Hastalara zorluk yok...” (Nûr 24/61)

Buyurdu..

İyi olduğun zaman çokça kılarsın.
Ve böylece o, namazını bırakır ..
Hatta küfre de gi­debilir.
Şayet o, hastalığında namazını terk ederek giderse..
Allah'ın huzuruna çıkarken,
Allah-ü Teâlâ'yı öfkeli bulur.


Sonra şöyle dedi:

“ Ya Muhammed!
Eğer bu sözlerime yalan kattımsa, beni akrep soksun!..
Sonra .. eğer yalan varsa Allah'tan dile; be­ni kül eylesin!”


İblis bundan sonra, konuşmalarına devam et­ti ve şöyle dedi:

“Ya Muhammed! Sen ümmetin için ferah mı duyuyorsun?
Hâlbuki ben onların altıda biri­ni dininden çıkardım.”


Bundan sonra ..

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz ona,
Yâni İblis'e aşağıdaki şekilde kısa kısa bazı sorular sordu..
O da bunlara Cevap verdi:


“Ya lâin, senin oturma arkadaşın kim?”
“ Faiz yiyen.”
“Dostun kim?”
“Zina eden.”
“Yatak arkadaşın kim?”
“Sarhoş.”
“Misafirin kim?”
“Hırsız.”
“Elçin kim?”
“Sihirbazlar.”
“Gözün -nûru nedir?”
“Karı boşamak.”
“Sevgilin kim?”
“ Cuma namazını bırakanlar.”

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz,
Bu defa başka bir mevzuya geçti ve şöyle sordu:


Ya lâin, senin kalbini ne kırar?”
“Allah yolunda cihada koşan atların kişnemesi...”
“Peki, senin cismini ne eritir?”
“Tevbe edenlerin tevbesi.”
“Peki, ciğerini ne parçalar, ne çürütür?”
“Gece ve gündüz, Allah'a yapılan bol bol istiğfar.”
“Peki, yüzünü ne buruşturur?”
“Gizli sadaka”
“Peki, gözlerini kör eden nedir?”
“Gece namazı”
“Peki, başını eğdiren nedir?”
“Çokça kılınan cemaatle namaz.”

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz tekrar bir başka
Mevzu’a geçti ve şöyle sordu:


“Sana göre insanların en saadetlisi (!) kim­
dir?”

“Namazlarını bilerek kasden bırakanlar”
“Peki, sana göre insanların en şâkisi kim?”
“Cimriler.”
“Peki, seni işinden ne alıkoyar?”
“Ulema meclisleri.”
“Peki, yemeğini nasıl yersin?”
“Sol elimle ve parmaklarımın ucu ile.”
“Peki, sam yeli estiği zaman ve ortalığı sıcaklık bastığı zaman, Çocuklarını nerede gölgelen­dirirsin?”
“İnsanların tırnakları arasında .”



Açıklanan Kelimler :

Yalan : Kizb : Yalan. Yalan söyleme.
Küfr : Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr edene ve gizleyene "kâfir" denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür. * Allaha inanmamak. Hakkı görmemek. İmansızlık. * Allaha (C.C.) yakışmıyan sıfatlar uydurmak. Müslümanlığa uymayan şeylere inanmak. * Nankörlük, dinsizlik, günah, kaba ve ayıp söz. (Bak: Kebâir - Kâfir)
Nikah : Evlenme. Şeriata uygun şekilde evlenme. * Resmi evlenme muâmelesi. (Bak: Mücâhede)



Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ
Resim --- “İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.” (A’raf 7/16)

لَيْسَ عَلَى الْأَعْمَى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْأَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَرِيضِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى أَنفُسِكُمْ أَن تَأْكُلُوا مِن بُيُوتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ آبَائِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أُمَّهَاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ إِخْوَانِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَخَوَاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَعْمَامِكُمْ أَوْ بُيُوتِ عَمَّاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَخْوَالِكُمْ أَوْ بُيُوتِ خَالَاتِكُمْ أَوْ مَا مَلَكْتُم مَّفَاتِحَهُ أَوْ صَدِيقِكُمْ لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَأْكُلُوا جَمِيعًا أَوْ أَشْتَاتًا فَإِذَا دَخَلْتُم بُيُوتًا فَسَلِّمُوا عَلَى أَنفُسِكُمْ تَحِيَّةً مِّنْ عِندِ اللَّهِ مُبَارَكَةً طَيِّبَةً كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُون
Resim --- “Âmâya güçlük yoktur; topala güçlük yoktur; hastaya da güçlük yoktur. (Bunlara yapamayacakları görev yüklenmez; yapamadıklarından dolayı günahkâr olmazlar.) Sizin için de, gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, veya anahtarlarını uhdenizde bulundurduğunuz yerlerden, yahut dostlarınızın evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu halde veya ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur. Evlere girdiğiniz zaman, Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selâm verin. İşte Allah, düşünüp anlayasınız diye size âyetleri böyle açıklar.” (Nûr 24/61)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: ŞECERETÜ'L- KEVN > MUHİDDİN-İ ARABÎ

Mesaj gönderen Gul »

ŞEYTANIN HİKAYESi-3

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bundan sonra, bir başka mevzuyu sordu.
İblis de cevap verdi:

“Rabb’ından neler taleb ettin?”
“On şey taleb ettim.”
“Nedir onlar, ya lâin?”
“Şunlardır:

1) Allah'tan diledim ki, beni Âdemoğulları­nın malına ve evladına ortak ede…
Bu, ortaklık ta­lebimi yerine getirdi.
Ki bu:


“Onlara ortak ol... Mallarına ve çocuklarına Onlara vaad et Hâlbuki şeytan onlara en çok gurur vaad eder...” (İsrâ 17/64 )

Âyet-i Celilesi ile sabittir.
Her besmelesiz kesilen hayvan etinden yerim, Faiz ve haram karışan yemekten de yerim.

Şeytandan Allah'a sığınılmayan malın da ortağıyım.

Cinsi münasebet anında;
Allah'a şeytandan sığınmayan kimse ile birlikte hanımı ile birleşirim.

...Ve o birleşmeden hasıl olan çocuk, bize ita­at eder..
Sözümüzü dinler.
Her kim hayvana binerken,
Helâl yola gitmeyi değil de, aksini isteyerek binerse,
Ben de onunla beraber binerim.
Yol arkadaşı ve binek arkadaşı olurum.

Bu da Âyet-i Kerîme ile sabittir Allah-ü Teâlâ bana şu emri ve:


“Onlar üzerine süvarilerinle, piyadelerinle yaygara çıkart...” (İsrâ 17/64 )

2) Allah-ü Teâlâ'dan diledim ki:
Bana bir ev vere.
Bu dilediğim üzerine hamamları bana ev olarak verdi.

3) Diledim ki; bana bir mescid vere.
Pazar yerlerini bana birer mescid yaptı.

4) Benim için bir okuma kitabı vermesini is­tedim.
Şiirleri bana okuma kitabı yaptı.

5) İstedim ki; benim için bir ezan vere.
Mez­murları verdi.

6) Diledim ki; bana bir yatak arkadaşı ve­re ..
Sarhoşları verdi.

7) Diledim ki; bana yardımcılar vere.
Bu­nun için de Kaderiye mensuplarını verdi.


8 ) İstedim ki; bana kardeşler vere.
Mallarını boş yere israf edenleri verdi.
Bir de masiyet yolu­na para harcayanları.
Bunlar da şu Âyet-i Kerîme ile sabittir:


“O kimseler ki; mallarını boş yere harcar­lar ..Onlar şeytanın kardeşleri olmuşlardır.” (İsrâ 17/27)

Bir ara Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle bu­yurdu:
“Eğer söylediklerini, Allah'ın kitabındaki
Âyetlerle isbat etmeseydin. Seni tasdik etmezdim.”

Bundan sonra İblis devam etti:

9) Ya Muhammed!
Allah'tan diledim ki,
Âdemoğullarını ben göreyim; ama onlar beni gö­remeyeler..
Bu dileğimi de yerine getirdi.

10) Diledim ki; Âdemoğullarının kan mecralarını bana yol yapa, bu da oldu.
Böylece ben, onlar arasında akıp giderim...
Ge­zerim...
Hem nasıl istersem...
Bütün bu isteklerimi verdi.

“Hepsi sana verildi.” buyurdu...
Ve ben bu hâllerimle iftihar ede­rim.


Sonra ..
Şunu da ekleyeyim ki; benimle be­raber olanlar, seninle beraber olanlardan daha çok­tur.
İşte...
Böylece kıyamete kadar,
Âdemoğullarının ekserisi benimle beraber olurlar...


Bundan sonra İblis şöyle anlattı:
“Benim bir oğlum vardır..
Adı: ATEME'­dir..
Bir kul, yatsı namazını kılmadan uyursa ..
Gi­der; onun kulağına bevleder...
Eğer böyle olmasaydı;
İmkan yok, insanlar,
namazlarını edâ etmeden uyuyamazlardı.

Benim bir oğlum daha vardır ki;
Onun adı da: MÜTEKAZİ'dir.
Bunun vazifesi de;
Yapılan giz­li amelleri yaymaya çalışmaktır.
Mesela: Bir kul, gizli bir taat işlerse...
Ve bu yaptığını da gizlemeye çalışırsa .. MÜTEKAZİ onu dürter...
En sonunda o gizli amelin yayılmasına ve açığa çıkarmaya mueaffak olur.
Böylece:
Allah-ü Teâlâ o amel sahibinin yüz sevabının doksan dokuzunu imha eder...
Biri ka­lır.
Çünkü, bir kulun yaptığı gizli bir amel için
tam yüz sevap verilir.


Sonra ..
Benim bir oğlum daha vardır ki;
Onun adı da KÜHAYL'dir .
Bunun işi de insanların gözlerini sürmelemektir..
Bilhassa, ulema meclisinde ve hatip hutbe okur­ken.
Bu sürme onların gözüne çekildi mi uyuklamaya başlarlar.
Ulemanın sözlerini işitemezler..
Böylece, hiç cevap alamazlar.


Bundan sonra İblis şöyle anlattı:
“Hangi kadın olursa olsun..
Onun kalktı­ğı yere şeytan oturur.


Sonra ..
Her kadının kucağında mutlaka bir şeytan durur...
Ve onu, bakanlara güzel gösterir.
Sonra o kadına bazı emirler verir Mesela:
“Elini kolunu dışarı çıkar, göster.” der..
O da, bu emri tutar...
Elini, kolunu açar, gösterir..
Bundan sonra, o kadının hayâ perdesini tırnakları ile yırtar.


İblis, bundan sonra;
Resûlullah (s.a.v) Efendi­mize kendi durumunu anlatmaya başladı:


“Ya Muhammed!
Bir kimseyi dalâlete sü­rüklemek için elimde bir imkan yoktur.
Ben, ancak vesvese veririm ve bir şeyi güzel gösteririm... o kadar.
Eğer dalâlete sürüklemek elimde olsaydı; yer­ yüzünde:

“ Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah’ın resûlüdür.”
Diyen herkesi, oruç tutanı ve namaz kılanı hiç bırakmazdım..
Hepsini dalâlete düşürürdüm.
Nasıl ki, senin elinde de, hidayet nevinden bir şey yoktur..
Sen ancak Allah’ın resûlüsün.
Ve teb­liğe memursun.
Şayet hidayet elinde olsaydı; yer yüzünde tek kâfir bırakmazdın.
Sen, Allah’ın halkı üzerinde bir hüccetsin...
Ben de, kendisi için ezelde şekavet yazılan kimse­lere bir sebebim.
Said olan kimse, taa, ana karnında iken said­dir.
Şâki olan da, yine ana karnında iken şâkidir.
Saadet ehli kılan Allah..
Şekâvet ehli kılan da Allah.


Bundan sonra ..
Resûlullah (s.a.v) efendimiz şu iki Âyet-i Kerîmeyi okudu:


“Bunlar, taa, sonuna kadar böyle değişik şekilde devam edecek.., Ancak Rabbın esirgedik­leri hariç...” (Hûd 11/118 -119)

“Allah'ın emri behemehâl yerini bulan bir kaderdir.. .” (Ahzâb 33/38)

Bundan sonra, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, ib­lis'e şöyle buyurdu:
“Ya Eba Mürre!
Acaba senin bir tevbe etmen ve Allah'a dönmen mümkün değil mi?
Cen­nete girmene kefil olurum... Söz veririm..”

Bunun Üzerine İblis şöyle dedi:
“ Ya Resûlullah!
İş verilen hükme göre oldu..
Kararı yazan kalem de kurudu...
Kıyamete kadar olacak işler olacaktır.
Seni peygamberlerin efendisi kılan,
Cennet eh­linin hatibi eyleyen,
Ve seni halkı içinden seçen
Ve halkı arasında bir gözde yapan,
Beni de şâkilerin efendisi kılan,
Ve cehennem ehlinin hatibi eyleyen Allah'tır..
Ve O bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.


Ve İblis, cümlelerini şöyle tamamladı:
“İşte... bu söylediklerim, sana son sözümdür...
Ve bütün söylediklerimi de doğru söyledim.”


(Biz Muhammedî Melâmiler de Hz. Pîr Arabî ile birlikte deriz ki:)

Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın, âlemlerin Rabbı olan Allah'a hamd olsun!

Efendimiz Muhammed Nebiye Allah salât eylesin...
Kezâ onun aline de..
Ashabına da…
Amin!
Bütün peygamberlere selâm..
Alemlerin Rab­bı olan Allah'a da -tekrar- hamd olsun!...



Açıklanan Kelimler :

Mevzu : Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz olunmuş. * Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan. * Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri.
Faiz : Ödünç verilen para için alınan ve şer'an haram olan kâr. Faizin iş hayatındaki mânası, "sen çalış, ben yiyeyim"dir. Küçük tasarruf sahiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka bu parayı aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak verir. İstihsâl edilen (üretilen) malların fiatına masraf olarak bu faiz eklenir.
Mez­mur : Kaside okuyucular
Kaderiye : "Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır" deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile)
Mecra : Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal. * Cereyan eden yer. * Bir haberin yayılma yolu. * Bir şeyin dolaştığı yer.
Ateme : İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik.
Mütekazi : (Tekaza. dan) Borçluyu (borcunu ödemesi için) sıkıştıran.
Kühayl : Sürme çekici.
Küheylan : Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.)



Bu Bölümde geçen Âyet-i Kerimeler:

وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَأَجْلِبْ عَلَيْهِم بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِي الأَمْوَالِ وَالأَوْلادِ وَعِدْهُمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُورًا
Resim---- “Onlardan gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vâdetmez.” (İsrâ 17/64 )


ِنَّ الْمُبَذِّرِينَ كَانُواْ إِخْوَانَ الشَّيَاطِينِ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِرَبِّهِ كَفُورًا
Resim---- “Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (İsrâ 17/27)


وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلاَ يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ
إِلاَّ مَن رَّحِمَ رَبُّكَ وَلِذَلِكَ خَلَقَهُمْ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لأَمْلأنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
Resim---- “Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten Rabbin onları bunun için yarattı. Rabbinin, «Andolsun ki cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım» sözü yerini buldu.” (Hûd 11/118 -119)

مَّا كَانَ عَلَى النَّبِيِّ مِنْ حَرَجٍ فِيمَا فَرَضَ اللَّهُ لَهُ سُنَّةَ اللَّهِ فِي الَّذِينَ خَلَوْا مِن قَبْلُ وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ قَدَرًا مَّقْدُورًا
Resim---- “Allah'ın, kendisine helâl kıldığı şeyde Peygamber'e herhangi bir vebâl yoktur. Önce gelip geçenler arasında da Allah'ın âdeti böyle idi. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.” (Ahzâb 33/38)
Resim
Cevapla

“►Muhiddin-i Arabi◄” sayfasına dön