MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Allahü Zülcelâl Zuhruf suresinde şöyle buyuruyor:

وَزُخْرُفاً وَإِن كُلُّ ذَلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةُ عِندَ رَبِّكَ لِلْمُتَّقِينَ @ وَلِبُيُوتِهِمْ أَبْوَاباً وَسُرُراً عَلَيْهَا يَتَّكِؤُونَ @ وَلَوْلَا أَن يَكُونَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً لَجَعَلْنَا لِمَن يَكْفُرُ بِالرَّحْمَنِ لِبُيُوتِهِمْ سُقُفاً مِّن فَضَّةٍ وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ
(Zuhruf/33-34-35)

"Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahman'ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerinde yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık) Ve onları zinetlere boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliliğidir. Ahiret ise, Rabbinin katında, Allah'ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur."

Allahü Zülcelâl, eğer bu insanların hepsi bir ümmet olarak olmamış olsa idi kâfirlere bu dünyayı tamamen bağışlayacaktım. Bu dünyanın zevkini sefasını altınını gümüşünü cevherini veripte kapıları tavanları sedirleri koltukları tahtları keyf edecekleri her şeyleri kendilerine bağışlar verirdik buyuruyor.
Ancak insanoğlu ayni cinsdendir. Ayni huyları ve aynı fikirleri vardır. Ayni anasır-ı erbaa dan (toprak-su-ateş-hava) mütevelliddir (meydana gelmiştir).
İnsan beşerdir melâike değildir. Eğer onlara tamamen veripte bunları mahrum etse idik o zaman olabilirki zayıf olan kimseler onlara meylederler de o bölüme gayr-i müslim tarafına meylederler ve Allah bunları daha çok seviyorki vermiştir diyerekten bu gibi akıl noksanı fehimleri kısır olan kimselerden dolayı dünyayı tamamen onlara veripte bunları mahrum edemiyorum ancak nisbetine göre onlara gıbta etmeyecek tarzda bunlara da idare yönünden veriyorum.
Fil hakika bu gibi mütezahrifat ancak kafirleredir.
Mü'minlere gelince onların ki gelecektedir.
Dolayısıyla Allahü Zülcelâl zaten dünyanın kendisine kıymet ve değer vermemiştir.
Kafire verdi ise sevdiğinden de değildir.
Eğer sevdiğinden verseydi nebilere verirdi.
Esasen malı sevdiğine de sevmediğine de verir.
Karun'a da Firavun'a da vermiştir istidraçtır ve gıbta edilecek bir şey yoktur.
Cenabı Rasulullah da Dünya malına kıymet vermemiştir.
Hatta şöyle bir hadisi şerif vardır:

Resim
Ravisi: Tirmizi ve ziyaü'l Mukdesi senedi sahih.
"Gerçekten dünyanın kıymet ve değeri Allah nezdinde bir sivri sinek kanadı kadar kıymete haiz olsaydı kafire bir yudum su bile vermezdi"
Demek ki o kadar da kıymetsiz ki kafire olduğu gibi veriyor.

Resim
Ravisi: İmam-ı Ahmed, Müslim, Tirmizi ve İbn-i Mâce, Süleymandan senedi sahih.
"Dünya mü'min için bir zindan kafir için ise cennetdir."

Kâfir olan kimse cennet olarak dünyaya razı oluyorsa daha ne olacak.
Ama mü'min için gelecekteki gerçek cennet va'di karşısında bu dünya zinden ne'vindendir.
İsterse nasıl dönerse dönsün. Ama kafire gelince nasıl olursa olsun onun cenneti nev'indendir.
Burası ona göre cennetdir. Ve Allahü Zülcelâl kâfire istidraç olarak birşeyler veriyor.

Şu âyet-i celilede bunu ilân ediyor:

مَّن كَانَ يُرِيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فِيهَا مَا نَشَاء لِمَن نُّرِيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلاهَا مَذْمُوماً مَّدْحُوراً
(İsra/18)
"Her kim çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız."

Bir kimse müstakbeli (geleceği) düşünmeyip sadece acil olarak yaşadığı anı tercih eder ve bununla kendini bağlarsa arzuladığına nail olur buranın yaşamını yaşar ancak geleceği tamamen iflastır. Akibeti cehennemdir.
Zira bu aceleciliği sebebiyle bugünkü hayatını geleceğine tercih ederse akibeti bu olur.
Başka bir âyet-i celilede de:
مَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الْآخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فِي حَرْثِهِ
(Şura/20)
"Kimki ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olamaz."

Bir kimse ki, ahiret için hırslı olur da oldukça oraya meylederse, oraya cehd-ü cühûd ederse Allahü Zülcelâl onun arzu ve istekleri nâsib olur ve müyesser olur fazlası ile...
Resim
Şayet dünya hırsına tamamen kendini verir ise onu tercih ederse hırsı arttıkça artar ve ahiret nasibini bu dünyada bitirmiş olur ve ahirette bir istihkakı kalmamış demektir.

Bir başka âyet-i celilede de:

يَعْلَمُونَ ظَاهِراً مِّنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ
(Rum/7)
"Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü güzel bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler."

Tabi böyle olunca, hâşâ Allahü Zülcelâl kimseye zulmetmez ki, adaletini icra eder, yapılan budur. Başka bir şey olmaz.
Onun için umumiyetle bu dünyaya gelenlerden kâfiri de var Müslümanı da var.

Dünyayı âhirete tercih edenler olduğu gibi, ahireti dünyaya tercih edenler de var.
Dünyada rahat olup ahirette hiç bir şey bulamayan, velhasıl bunlar böyle gelip böyle gidecekler.

Bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruluyor:

Resim
Ravisi: İmam-ı Ahmed ve Beyhaki, Aişe (ra) ve Abdullah İbn-i Mesud senedi sahih.
Hadis meali:
Dünya bir meskendir. Dünyayı mesken olarak ittihaz eden bir kimse kendisini tamamen dünyaya verirse, gelecekte ahiretteki meskenden mahrumdur. Aynı şekilde dünya malına da hırs ve tamah ederse, ahirette de yine maldan mahrum olur. Birbirine zıttırlar. Çünkü iflâs durumu vardır. Ayrıca mesken ve mal bakımından tek taraflı çalışan bir kimse ahiretteki mal ve meskenden mahrum olur. Bu gibi kimselerin aklı yoktur, diye buyuruyor Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem).
Bütün gücüyle tek taraf yani dünya için çalışanın, ahireti ihmal edenin aklı yoktur, ahmaktır. Bu, akıllı insanın yapacağı bir şey değildir, diyor.

Tabi buradaki akıl "aklı maaş" demek değil, zira aklı maaş herkeste var. maaş ve maişetlerimizi sağlamak, bu dünyanın fırıldaklarını, şeytanlıklarını çevirmek, herkesde mevcûd olan akılla olur. Ancak buradaki akıldan maksat "aklı meâd" dır.
Geleceği hidâyet nuru ile gören akıldır bu. Rabbimiz hidâyet verdi ise sadece bu dünyayı düşünmez, ebedî saadet yeri olan ahireti düşünür. İşte bu akıl aklı meâddır.
Akl-ı maaşda hepimiz eşit durumdayız.

Aynı mevzuda bir Hadis-i Şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

Resim
Ravisi: Deylemi Firdevsinde Abdullah İbn-i Abbas (ra) dan sened-i hasendir.
Hadis meali:
Ahiret ehli olma vasfına sahib bir kimseye dünya haramdır. Aslında dünyayı haram haline getirmedikçe, ahireti, ahiret ehli olmayı sağlıyamıyor. Dünyanın peşinde, fazla aşk ve şevkle koşarsa, bu halleri, ahiret ehli olmalarına zarar verir. Onun için dünya ahiret ehline haramdır.
Ahiret de dünya ehli için haramdır. Zira bu ikisi birbirine zıttır.
Bir tarafa kendini verir, o taraf için daha fazla çalışırsa, öbür taraftan mahrum olur.
İkisi birlikte olamaz.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Resim
"İki zıt cem olmaz."
Ehlullah içinse her ikisi de haramdır.
Ehlullah muhabbet ehlidir.
Bunlar Allahü Zülcelâl'in vahdaniyetine kendileri Tevhid ehlidir.
Kalbleri Muhabbetullah ile doludur. Muhabbetten öteye, kalbin iç tarafı fuad dediğimiz kısım aşkullah ile doludur.
Muhabbetten daha üstün bir aşk vardır. Bu da Allah'ı (Celle Celaluhu) hiç bir zaman hatırdan çıkarmamaktır.
Aşktan daha ötede bir de vecd vardır. O da sırdır.
Ayrıca daha ötesindede bir aşk var, çünkü aşk:


مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
(Necm/11)
"(Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı." buyuruyor Cenabı Hak, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hakkında.

Esasen fuad kalbin iç kısmıdır. Bu da aşk yeridir.
Bu aşk sebebi ile keşfiyat zuhur eder.
Keşfiyat hasıl olunca bunun üstünde de şühûd halidir. Keşfden sühuda geçer.
Keşf ve şühud halini bulan bir kimse, dünyaya zerre kadar değer vermez.
Hatta onun yanında artık ahiretede (cennet-cehennem) hiç ihtimam etmez.
Çünkü onun tek gayesi vardır. O da Allahü Zülcelâl'dir.
Tabi bu halde olan bir kimse üzerinden, dünya ve ahiret muhabbeti silinir.
Yaptığı işlerde ibadetlerde ne cennet sevgisi, ne de cehennem korkusu olmaz.
Sadece Rızai İlâhiyi gözetir. Ve cemalullahı düşünür.
Çünkü aşk öyle bir hale getiriyor ki Cemâli bâ kemâle mazhar olmanın dışında bir gayesi olmaz.

Bir Hadisi Şerifte daha şöyle buyuruyor Rasulullah:

Resim
Dünya aslında lanete müstehaktır. Zaten Rabbimiz de rahmet nazarıyla bakmamıştır. Dünya ile alâkalı olan, dünyaya bağlı olan nesneler de lanetlenmiştir. Yalnız bu dünyada Allah Azze ve Celle için yapılan işler müstesna.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Allahü Zülcelâl için yapılan işleri istisna ediyor.
Çünkü Nebilik de Rasullük de, Velilik de, Firavunluk da, Nemrutluk da hep bu dünyadadır.
Dünya ile alâkalı olanlar mel'undur, lanete müstehaktır..
Ama Allahü Zülcelâl için halisane olarak lillahi yapılan her ne olursa olsun, yemek içmek dahi olsa, bunlar müstesnadır.

Bir başka Hadiste şöyle buyruluyor:

Resim
Bu da aynı şekilde dünya mel'un, dünya muhteviyatı da lanete müstehak ve mucibdir. Ancak gaye ve emeli Allahü Zülcelâlin rızası için olan, bu yönde olanlar müstesnadır.

Bu hususta bir Hadis daha:
Resim
Yine aynı şekilde dünya ve dünya ile alâkalı olan şeyler tamamen lanete müstehaktır ve mucibtir. Ancak Allahü Zülcelâl'in zikri, Allah için olan ibadet ve ta'atlar müstesna, bir de alim ve müteallim yani öğretici ve öğrenici müstesnadır.

Bir başka Hadiste:
Resim
Dünya ve dünyada olanlar da lanetlenmişlerdir. Mel'undur. Ancak, emri bil mâ'ruf nehyi anil münker ve zikrullah müstesna bırakılmıştır.

Allahü Zülcelâl cümlemizi muvaffak ve müyesser eylesin.
Âmine ya Muin...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

MÜRŞİDLERİN HALLERİ

Aziz Kardeşlerimiz,
Daha önceki bölümlerde İmamı Rabbani'nin bir mektubunu ele almış, kâmil olan bir mürşid ile kâmil olmayan mürşid arasındaki farkı İmamı Rabbani'nin izah şekline göre anlatmıştık.
Aynı zamanda mürşid ile mürid arasında nasıl bir muamele cereyan etmesi gerektiği izah etmeye çalışmıştık.
Aynı zamanda dünya ile alakalı hadisleri serdetmiştik ve bu konuya açıklık getirmek için, Rabbimizin âyetlerini ve Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hadislerini vererek gücümüz nisbetinde anlatmıştık.
Bundan sonra da aynı mevzuya biraz daha açıklık getirmek istiyoruz.
Bir önceki bölümde dünya ile alâkalı ayet ve hadisleri belirttik.
Bu kısımda ise yine mürşidi kâmilin kim olduğu, nasıl olması gerektiğini biraz daha anlatacağız.
Mürşidi kâmil filhakika Allahü Zülcelâl'in tasvib ettiği bir kimsedir.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ve sâdâtı kiramın da tasvibini almıştır.
Bu misilli kimseye mürşidi kâmil denir.

İmamı Rabbani'nin mektubu bir uyarı mahiyetindedir. Zira kâmil olmayan bir mürşidden sakınılması hususunda çok hassas davranmış ve bu gibi kimselerden uzak durulmasını tenbih etmiştir.
Bir mürid, mürşide intisap için geldiğinde mürşidin onu nasıl, ne şekilde kabul edeceği, etmesi gerektiği hususunda izah etmişti ve dünyadan da nasıl uzak durmamız gerektiğini açık bir şekilde bildirmiştir.
Dünyadan uzak durmak demek dünyadan çıkmak, dünya ile tamamen alâkasını kesmek demek değildir.

Daha önce belirttiğimiz ve Hadis-i Şeriflerle de görüldüğü gibi, Dünyada istikbali kazanmak için hangi vasıflara haiz olması gerektiğini anlatmıştık.
Zira ahireti kazanmak da dünyada sağlanır.
Dünyadan çıkması demek, dünyanın sıfatlarını kendisine aşk ve şevkle, dünya hırsı ve tamahı ile kendisini tamamen mezmum
(ayıplanmış, yenilmiş, çirkin görülmüş, beğenilmeyen, makbul tutulmayan, ayıplı) dünya sıfatlarına vermemektir.
Bu sıfatlardan uzak durması ve bunları gaye edinmemesi demektir.
Yoksa dünyadan tamamen alâkasını kesmek demek değildir.
Çünkü her fert, gelecekte ve bulacaksa onu bu dünyada temin edecektir.
Zira bu dünya ezel âleminin bir kopyasıdr. Ezelde ruhen alınmış olan kararı, bu dünyada ceseden o işlemleri yapacağız.
Rabbimizin kaza ve kaderi, irade ve meşiyeti burada sağlanacaktır.
Onun için bu dünyada iki yol vardır.
Bu iki yoldan birinin yolcusu olacak her fert.


Resim
"Cennet fırkası, cehennem fırkası"

Bu iki fırkanın birisinden olacak mutlaka.
Bu ikisinden birisini elde etmek de dünyada olur.
Onun için bu dünyaya gelişimiz bir nimet olabileceği gibi ebedî azaba duçar olabilecek bir baş belâsı nekbet de olabilir.
Allahü Zülcelâl cümlemizi dünyanın şerlerinden korusun, dünyada yapılabilecek hayrat ve saadet ne ise cümlemizi nasib ve müyesser eylesin.
Âmin...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

MÜRŞİDLERİN VASIFLARI VE ALİM OLMALARI

Kardeşlerim;
Şimdi sizlere gerçek bir mürşidin vasıflarından bahsedelim ki dikkat edebilesiniz.
Bir mürşid nasıl olunca bir mürşid olur?
Zâten kâmil bir mürşidin halini anlatacak devreye biz henüz gelmedik.
Bunu İmam-ı Rabbani gibi zatlar anlatabilmiştir. Yine Şahı Nakşibend, Gavsu'l Azam, Seyyid Ahmede'r Rufai, Hasani'ş Şâzeli gibi büyük zâtlar bu hususda çok harikalar konuşmuşlardır.
Kâmil olan mükemmel olan zâtlar müstesnadır. Ancak noksan mürşid olduğu takdirde esasen zararı menfaatından fazladır.
Ancak böylesi bir kâmil mürşid olmayınca şimdiki gibi halkı irşada gelince bunlara mürşid diyemiyoruz da yol göstericidir.
Bu vasıflara haiz değilse yol göstericidir.
Mürşid denilince haliyle müridinin maneviyat hallerini keşfiyat durumunu, terbiye yönünden kabiliyet ve istidad sahibi bir mürşid olması lâzımdır.
Öyle değilde diliyle cevarihi ile zahiren adeta âlimlerin hocaların anlatışları gibidir.
Yol tarif eder. Yol tarifide halisane Lillahi olursa evet, Rabbımız sevablandırır.
Allahü Zülcelâl nezdinde hiçbir şey zayi olmaz hâşâ...
Halisane lillahi değilde İmam-ı Rabbaninin vasıflandırdığı gibi eğer kendini dünya tamah ve hırsına vermiş veya müridin servetinden ve varlığından bir yarar sağlamak fikri ve görüntüsü varsa o da kendisi için helaktir.
Zira, sizlere bir kaç hadis serdedelim de bunları artık elbirliğiyle düşünelim.

Bir kere mürşidin evvelâ âlim olması lâzımdır. İlmi olması lâzımki, düzgünü doğruyu seçebilsin. Eğer ilmi yok, cahil kendini doğrudan doğruya sofuluğa vermişse bu misilli kimse zâten şeytanın oyuncağıdır.
Cahil bir sofu şeytanın oyuncağıdır bunu kesinlikle böyle bilin.
Bu kimseye de tâbi olup uyulmaz. Çünkü insanı zındıklığa iletir.
İtikad nedir, ehl-i sünnet ve'l cemaatın itikadı nedir bilmez.
Fıkıh yönünden, ibadet ve muamelâtı de bilmez.
Tasavvuf edeb ve edebiyatını da hiç bilmez.
Tasavvuf akaid ve tevhidini de bilmez.
Âyet ve hadislere muttali değildir.
Artık kendi kendine tasavvurlarla şeytanın oyuncağı olmaktan başka da bir yolu yoktur.
Onun için kardeşlerim bu anlattığımız hususu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın müsbet olan hadisleriyle teyid edelim.
İmam-ı Ali (kv) den mervi' olan hadisde Cenab-i Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

Resim

Başka rivayette de:
Resim

Hadis meali:

Kim ki ilmi ziyadeleşti, ilmi çok okudu fakat dünyadaki zahidliğide ilmi nisbetinde artışlı olmaz ise okuduğu ilmi kendisine Allahü Zülcelâlden uzaklaşmasına sebeb olur. Uzaklaştırmasını da aynı şekilde fazlalaştırır.
İlmi fazlalaştıkça zühdününde fazlalaşması lâzımdır.
İlim nisbetine göre eğer zühdü fazlalaşmazsa o zaman bu ilminden menfaat değil, Allahü Zülcelâlin fazlı, keremi, ihsanı, rızası ve rahmetine yaklaştırıcı değilde uzaklaştırıcıdır oldukça.
Zühdüde ilmiyle beraber fazlalaşmadıkça ilmi onu Allahü Zülcelâlin fazlından ihsanından uzaklaştırıyor.
Peki bu ilim neye yaradı o zaman?
Yararını bertaraf edince Allahü Zülcelâl'e yaklaştırmayıp engelleyince ve uzaklaştırınca.
Allahü Zülcelâl bizleri bu gibi ilimden korusun.
Aslında ilmin hatası yoktur.
Esasen âlim olduğu halde zühdü daha henüz dünyaya dönüktür.
Leş üzerine çöktüğü gibi hala dünya sevgisi devam etmekte ise ilmi aleyhine oluyor.
Onun için Abdullah İbni Müberik'i haklı görüyoruz.
Öyle buyuruyor:
"Hayret ediyorum ve acayibime gidiyor ki bir kimse ilmi olduğu halde dünyaya nasıl meyleder?"

İşte yukardaki hadise dayalıdır.
Eğer ilmi öğrenmişde, ilmi kendisini Allahü Zülcelâl'e yaklaştırmıyorsa uzaklaştırıyorsa dünyaya olan meyli sebebiyle bu ilminin ne yararı olur o zaman.
İnsan buna hayret etmez mi?
Aceb etmez mi?
İşte Mübarek onun için öyle söylüyor.

Esasen mürşidin âlim olması da şarttır.
Eğer âlim olmazda cahil olursa aralarındaki farka bakınız, şeytana oyuncak olmamak için Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:


Resim

Fakih olan, yani fıkhını bilen, akaidini, usûlünü, hadisini, tefsirini, ahkamlarını iyi anlayan, dünya mâhiyetini, şeytanın nefsin mahiyetini bilen gerçekten alim olan fakih olan bir kimse şeytanın kabzasına veya mekrine kendini kaptıracak bu mümkün olmadığı gibi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi: "Şeytan anlatılan misilli bir fakihi kandırabilmek için bin tane abidi kandırmaktan çok daha şiddetlidir."
Bir fakihi kandırabilmek için o kadar çok güç ve şidded kullanıyor ki bin abid basitten gelir, fakat bir fakihi haklayamaz buyuruyor.

Abid dediğimiz ise mürşidler güya irşad makamına gelmiş , şeyh olmuş ibadette olan kimseler ki cahil de demiyor.
Bir fakih bin abidden buyuruyor.
İbadet ehli olmasına rağmen fıkhı olmadığından şeytana oyuncak oluyor.
Hülasa bizi insan haline getiren esasen ilimdir.
İlim, Allahü Zülcelâl'in sıfatlarından bir sıfatıdır.
İlim ile işlerimizi sağlayabilir, yolumuzu seçebilir sapık akidelerden kendimizi kurtarabiliriz.
Ehli sünnet ve'l cemaatın fırka-i Naciye durumuna getiren ilimdir.
Zira Aleyhisselâtü ve'sselâm Enes İbni Malikten mervi şöyle buyuruyor:

Resim
Ulemâ, halk üzerine Allah tarafından gönderilmiş bir ümena durumundadır. Allahü Zülcelâl'in emir ve nehiylerini, ahkâmı ilâhi bunlar vasıtasıyla bilinir ve anlaşılır.
Onun için bunların emin durumda olmaları lâzım.
Emin olan insanların emanete gayet riâyet etme sorumlulukları vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Bir hadiste şöyle buyuruyor Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
Resim
Ravisi: Her iki hadisde Enes İbni Malik ve Sufyani Sevridendir ve senedleri hasendir.
Hadis meali:
Âlimler nasıl ki Cenabı Hakkın mahlûkatı üzerinde Allahü Zülcelâl'in emniyetçileri olduğunu buyurmuştur.
Zira Allahü Zülcelâl'in nizamı, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın nizâmnâmesi âlimler yoluyla geliyor, onun için emniyetçi durumları vardır.
Bu âlimlere güvenilir ve itimat edilir.
Fakat Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) burada bir şart koyuyor ki; Âlimler sultanların kapılarında bulunmadıkları ve dünyaya fazla meyi etmedikleri takdirde, dünyaya karşı fazla tamahı ve hırsları olmadıkça bunlar rasullerin emniyetçileridir.
Ama sultanların kapılarında bulunur, bu kapılara meylederler heves ederlerse, ayrıca dünyaya fazlaca tamah ve hırsları doğacak olursa bunlar rasullere ihanet etmişlerdir.
Bunlardan hazer ediniz. Kesinlikle hazer etmek lazım.

Bir başka hadis :
Resim
Şöyle buyuruyor Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

Kim ki dünyasına fazla muhabbet eder, aşkla şevkle dünyaya bağlanırsa ahiretinden o nisbette uzaklaşmıştır. Ve kim ki ahirete meyleder, aşkı muhabbeti âhirete yönelik olursa o nisbette dünyasından uzaklaşmış olur.
Çünkü bu ikisi birbirine zıttır. Birisi şarkta diğeri garbta olan iki nesneden birisine yaklaştıkça ötekisinden uzaklaşıyorsun demektir.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın tavsiyesi,
baki olan, ebedî olan hayatı, fani olan hayata mutlaka tercih ediniz, buyuruyor.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

Resim
"Mü'min'e bu dünyada Rabbisine mülâki oluncaya kadar rahat yoktur." buyurduğuna göre Rabbisine mülâki oluncaya, rahatı rahmana kavuşuncaya kadar burada rahat olmadığına göre fani, gelip geçici olan dünyanın, ahirete nisbetle ne değeri olabilir?
Allahü Zülcelâl bizlere şuur versin. Bizlere muin olsun.

Bir başka hadis daha:

Bir kimse gelip Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'den bir talebte bulunur "Ya Rasulullah bana bir tavsiyede bulun ki Allahü Zülcelâl'de beni sevsin insanlarda sevsin."
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu hadisi beyan eder:
Resim
"Dünyada zahid ol ki Allahü Zülcelâl seni sevsin. Demek ki dünyada zahid olsa, Allahü Zülcelâl'in muhabbetini celbeder; aksi olursa, hırs ve tamahkâr olursa, Allahü Zülcelâl'in muhabbetini celbedemeyecek. Ve halkın elindeki olan mala mülke de hiç göz dikme, o mala meyletme, emel etme, tamah etme, hırs etme, bundan uzak dur, müstağni ol. Bu minval üzere yaşarsan halk da seni sever."


Çünkü sıfatı böyle olan insanda hased olmaz, hırs ve tamahtan hâlidir. Böyle olunca da zühde girmiş demektir.
Onun için mal mülk, sadece ihtiyaç duyulduğunda ihtiyacını gidermek için kullanılır.
Bunun dışında ona karşı bir sevgisi ve hırsı yoktur.

Zira zahidler hakkında âyeti celilede şöyle buyuruluyor:

Resim
Elinizdeki varlıklar yok olacak olursa bundan esef etmeyiniz.
Elinize çok büyük mal ve servetler geçerse bununla da ferah duymayınız.

Varlığına ferah, yokluğuna da esef etmeyin.
Zahidlerin halleri böyle olup nisbetleri ve tartıları bu âyet-i celiledir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerimiz;
Umarım ki bu gibi âyet ve hadisleri gözönüne getirdiğinizde maddeleri uyarıları veya tavsiyeleri düşündüğünüzde bir mürşidin maliyet ve muhteviyatını ortaya kor. Az ve çok bir seçenek imkanı olabilir.
Onun için ilmi olmayan bir cahil ise hiç bir şeye yaramıyor.
İlmi varmışda zahid olmazsa yine bir şeye yaramıyor ve uzaklaştırıcıdır.
Dünyaya fazla sevgi bağlamış ahireti uzaklaştırmıştır.
Fıkhı, bilgisi ve malûmatı çok kaliteli bir ilim sahibi olmayınca sadece görüntüsü olan ibadetleri varsa zaten cahil sofu şeytanın maskarası denilen şeydir.
Böylesi bu şekilde ibadet eden sadece abidliği ile kalandan bin tanesi de olsa hiç bir yararı yoktur.
Şeytana oyuncaktır.

Gerçek âlimler ise esasen Allah (Celle Celaluhu) ve Rasuluilah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın emniyetçileridirler.
Emniyetçiler ise emânete hiyanetlik etmezler.
Hakiki alim olunca böyledir.
Eğer Allahü Zülcelâl'e ve Rasuluilah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a hiyanet etti ise sanada hiyanet eder. Çünkü artık bundan sakınacak şahsiyet değildir.
Allahü Zülcelâl ve insanların muhabbetini ise zühde münhasır kılmıştır Rasuluilah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem).
Allahü Zülcelâl'in Muhabbetini celbedecek olan kişinin dünyada zâhid olması lazımdır.
Hülasa dünyanın çirkefliğini artık anlamış oluyoruz.
Rabbımız cümlemizi şerlerinden korusun.
Âmin...


Kardeşlerimiz;
Arifler tarafından dünyayı vasıflandırdıkları bazı birkaç kelime anlatıp noktalayalım.
Dünya ile alakalı husus anlaşıldı ise ne âlâ.
Yok eğer bu ana kadar anlaşılıp fehmedilmedi ise hiçde edilmez.
Bilen için bir kelime dahi hikmet olarak kabul eder.

Hazreti Selmani Farisi (ra) Ebu'd Derda (ra)'ya şöyle yazar:

"Kardeşim; dünyadan hazer et, zira dünyanın misâli yılana benzer ellediğinde yumuşaktır fakat zehiri öldürücüdür."

Hazreti Ma'ruf-u Kerhi şöyle buyuruyor:
"Eğer arifler kalblerindeki dünya muhabbetini çıkartmamış olsa idiler bir taatı bir ibadeti Allahü Zülcelâl'e karşı halisane ve safiyane işlemeye muktedir olamazlardı." diyor.
Dünya muhabbeti kalblerinde olsaydı muktedir olamazlardı ama çıkarmışlarda öylelikle muktedir olabilmişlerdir, halas olabilmişlerdir.

"Hatta arifin kalbinde bir zerre dahi dünya muhabbeti bulundukça katiyetle bir secde dahi salimü'l kalb yapmakta muktedir olamazlar" diyor.
Bunu çıkarmadıkça Allahü Zülcelâl'e yapılan secdeyi dahi salimü'l kalb halisane olarak yapmaya muktedir olamazlar diyor.
Demek ki dünya o kadar da çirkef ki kalbde bir zerresi bulunsa dahi bir secdeyi bile salimü'l kalb halisane ve safiyâne yapmakta muktedir olamıyorlar.
Bunu söyleyen Ma'ruf-u Kerhi gibi bir şahsiyettir.
Ma'ruf-u Kerhi vefat ettikten sonra bazı zatlara Allahü Zülcelâl tarafından bazı görüntüler olmuş ki:
"Bu benim Ma'ruftur, benim Ma'ruf umdur. Ölüşünde, kabrinde, mahşerinde hiç kendini bilmez. Çünkü muhabbetimle şükran (sarhoş) olarak bu dünyadan bu şekilde çıkmıştır. Bunun sekrini sahva (ayıklığa) dönüştürmek için benim cemâlimdir. Cennete varıpda cemali bâ kemâlime mazhar olunca o zaman ayıkmış olacaktır" buyuruyor.

Ma'ruf-u Kerhi'nin yetiştirmiş olduğu Sırrı Sakatî Hazretleri de der ki:

"Alimler dünyayı efaî (en zehirli yılan) olarak görmeleri lâzım. Eğer hazer eder çekinir ve korunursa zehirinden kurtulurlar selâmete çıkarlar. Yok eğer yaklaşım yaparlarsa, dünya mülevvesatına girişirlerse dünya denen yılan onları zehirleyip öldürür."

Yine Sırrı Sakatı Hz. şöyle buyuruyor:
“Bazı memleketlerde görüyoruz ki, o beldelerde öylesine şahsiyetler var ki, o beldedeki halkın o şahsiyetlere karşı çok sağlam ve salim itikadları var. Halk onlardan bir şeyler umuyor ve halkın bu şekilde teveccühünü kazanmış ve tasvib edilmiş şahsiyetlerdir. Fakat kendileri maalesef helikinler (helâk oluculardan) dendir.”

Cüneydi Bağdadi Hz. de şöyle buyuruyor:
"Bir kimsenin bakbakası (yaygın şöhreti) rütbesini aşıyorsa helikin (Helak olucu) lerdendir. Bir kimsenin şöhreti mertebesini aşıyorsa kendisini helak eder."

Ulemâ zümresi hakkında da şöyle buyuruyor:
“Ulemâya gelince bunlar te'lifat ve tasnifatları sebebi ile meydana gelen ucûb ve gururları kendilerini helake düşürür, helâka sürükler.”
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

EVLİYAULLAHDAN ZENGİN OLANLARIN HALLERİ

Aklınıza şöyle bir soru gelebilir:
"Madem ki şöhret ve dünya malı bir veli için bu kadar tehlikelidir, o zaman bir çok evliya ve mürşidler için (ki bunlardan biri Gavsul Azam, Ubeydullahil Ahrar ve diğerleri) hakkında ne buyrulur? Bunların şöhretleri çok yaygın olduğu gibi birçoklarının mal varlıkları da hayli fazladır."
Filhakika sordukları doğrudur.
Evvelâ Gavsul Âzam devresinde bir derviş Bağdad'a gelirken yolda gördüğü ve geçtiği yerlerdeki tarlaların, bağ ve bahçelerin kime ait olduğunu sorar.
Sorduğu kişiler de Gavsul Azam Abdulkadiri Geylani'nin (ks) olduğunu söylerler.
Derviş hayret ederek der ki, bunca mal mülke rağmen onca müridin hakkından nasıl gelebiliyor diyerek bu minval üzere Gavsul Azamı ziyarete gelir.


Bu derviş bir gün Gavsul Âzam ile hem konuşuyor, hem de yürüyorlar, konuşa konuşa giderken. Bir de bakıyorlar ki Bağdad'ın dışına çıkmışlar. Derviş sorar:
-“Efendim nereye gidiyoruz?”
Ğavsul Âzam Hz.:
-“Dünyadan çıkıp hemen gidiyoruz.”
Derviş:
-“Efendim, madem çıkıp gidiyoruz o zaman müsaade edin de benim yanımda getirdiğim teberim (keşkül), asam vb. var olanları alıp geleyim.”
Ğavsul Âzam Hz.:
-“Ya derviş, sen bir asandan ve ufak tefek öteberiden dahi çıkamıyorsun, ben ise bu mal ve mülkleri bırakıp gidiyorum ya,” der.
O zaman derviş durumu anlar ve onun halinden ibret alır.


Ubeydullahil Ahrar (ks)'a gelince:
Yine bir derviş ki, bu dervişin bir tefi vardır. O tefi (defi) çalarak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a ve sâdâtlara karşı medhiyeler söyler. Rufailerde olduğu gibi.
İşte böyle bir derviş Hz. Ubeydullahil Ahrar'ın (ks) ziyaretine gider, yolda giderken tefinin halkalarından bir tanesi düşer.
Tabi bu halkalar gümüş olduğu için üzülür ve bir hayli arar. Ama bulamaz.
Semerkant'a varınca bakar ki her tarafta Ubeydullahil Ahrar'ın kahyaları var.
Vermiş olduğu öşürün miktarı bile bir hayli fazla, böylesine bir mal ve mülke sahib.
Tabi derviş bu durumu görünce onun da aklından bunca mal ve mülke rağmen, bunca telâş içerisinde nasıl vakit bulup da müridanları ile meşgul olabiliyor ve durumlarını tetkik edebiliyor, diye geçer ve bunu düşünerek Ubeydullahil Ahrar'ın ziyaretine gider. Ve Ubaydullahil ahrar ile bir gün sohbet ederken Hz. Şeyh şöyle der:
- “Ey derviş, bu gördüğün mal mülk var ya işte bütün bu mal ve mülke, senin kaybettiğin o tefin halkasına ihtimam ettiğin kadar ihtimam etmem. Bu malın varlığıyla yokluğu benim için birdir, hiç fark etmez,” der.


Hülasa ariflerin dünya değilde cennet dahi olsa onlarla hiç bir irtibat ve alakaları yoktur. Çünkü mâsivâ (Allah'dan gayrisi) dan tamamen mücerrettir.
Aşk ve muhabbetleri Allahü Zülcelâlden gayri bir nesneye yönelik değildir.
Hattaki soluk alış verişlerinde dahi iki tane soluk boşa çıkarırda üçüncüsünde eğer "Allah" demezse istidraç kabul edip bundan afv dilerler...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

MÜRŞİDLERİN VASIF VE TERAKKİYATLARI

Kardeşlerim,
Şimdi de mürşidlerin bazı vasıflarını, terakkiyat durumlarını anlatmaya gayret edeceğiz, bu yönde malumat vermeye çalışacağız.
Allahü Zülcelâl'in izni ve inâyetiyle.
Hemen bu konunun başında İmamı Nevevi'nin (çok muhterem bir zâttır) bu husustaki şu sözlerini aktarmak yerinde olur.
Bu gibi kişilerin dünyaya karşı aldıkları tavır ve hallendikleri hal hususunda şöyle buyuruyor:
Resim
Allahü Zülcelâl'in öylesine fıtan yani akıllı, zeki, müdrik ve çok ferasetli geleceğini düşünen kulları vardır ki bu zâtlar bu dünyayı talâki selâse (üç telâk ile) boşadılar.
Tekrar avdet etmeye yaklaşmaya ric'at hakkı tanımadılar.
Neden? Çünkü basireti açık zatlar, (Basiret, bir baş basireti var birde kalb basireti var. Baş basireti dünya maişetini sağlayandır. Fakat kalb basireti geleceğini düşünen ve kalb basiretine sahip olan kişi geleceğini düşünen ve tefekkkür eden kişidir.) kalb basireti ile dünyaya baktılar ve bu dünyanın gelip geçici bir şeyden ibaret olduğunu, bu dünyanın bir köprüden ibaret olduğunu ve bir yanından öbür yanına geçilip atlatılacak bir deniz olarak gördüler.

Resim

Şeytandan mütevellit iğva ve masiyetler kalb üzerine bir perde olmasaydı gök alemini rahatlıkla seyredebilirlerdi. Böylesine keşif kabiliyetleri vardır.
İşte dünyaya bu nazarla bakınca ebedî hayatı arzulayan, istikbali düşünenler bu dünyayı bir vatan olarak tanımadılar.
Gel geçten ibaret olan bu dünyaya bel bağlamadılar, ama dünyaya giriş ve çıkışın da kolay olmadığını ifade ederek bu dünyayı bir denize benzetmişler.
Bu denizi kat etmemiz, geçip aşmamız şart.
Bu ise çok kolay değil, çok tehlikeli yerleri vardır.
Böyle tehlikelerle dolu denizi rahatlıkla kat edebilmenin yolu, çaresi bir gemi hazırlamak lâzımdır diye buyurmuşlar.
Dünyayı bir denize benzetmiş.
Ameli Salihayıda o denizi geçecek gemiye benzetmişler.
Bu tehlikelerle dolu denizi aşabilmek için binilecek olan gemiyi de, ameli salihat olarak görmüşlerdir.

Geleceği garantiye almak için salih ameller lâzım.
Bu salih amellerin sayesinde, gemiye binip geçilen tehlikeli bir deniz gibi bu dünyadan rahatlıkla geçmişler, maneviyat yönlerinden hiç zorluk çekmeden, gayet teshilâtlı bir şekilde.
Çünkü onların aşk ve şevkleri gelecekleridir.
Bilhassa kalblerindeki Allah'ın muhabbeti, fuadlarındaki aşk, sır alemindeki vecd ile bu coşku içerisinde Allahü Zülcelâl'in rızasına ulaşmak ve cemali ba kemâle mazhar olmak gayesi ile yaşamışlar.
Gayeleri bu olunca, bu dünyadaki meşakkat ve zahmetleri çok basit görmüşler, gemi ile kat edilen deniz misali bu dünyayı, şu şekilde kat etmeye çalışmışlar ve buna muvaffak olmuşlar.
Allahü Zülcelâl'in izni ve inâyetiyle.

İşte İmamı Nevevi bu zâtları, bu minval üzere belirtmiştir.
Rabbimiz cümlemizi bu gibi zâtlarla haşru eylesin.

Gerçi bu gibi zevat ile haşr olmaya lâyık değiliz, ama onları bize sevdiren Allahü Zülcelâldir.
Bu sevgimizden dolayı Allahü Zülcelâl onlarla beraber olmayı bizlere nasib etsin.
Kardeşlerim, burada mühim bir mesele var. İmamı Rabbani Hz. mektublarında belirtiyor.
Tarikatı telkin etmeye cevaz verdiği birisine yazıyor.
Buradaki cevaz sadece tarikatı telkin için verilen cevazdır. Yoksa icaze'i mutlaka değildir.
Zira İcâze'i mutlak olan mürşid Allahü Zülcelâl'in, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ve sâdâtların tasvibi ve izni ile olur.
Böyle olunca da o mürşid istiklâl sahibidir.
Fakat böyle istiklâl sahibi olmayıp da Şeyhi tarafından, tabi Şeyhi vücudan her tarafta gezemez, bulunamaz, dolayısıyla bir aracı olarak kâliben bir kimseyi ehil görürse tayin eder, tarikat vermek için görevlendirir.
Bu tamamen o kişinin istidadına bağlıdır.
Kimisi etrafının çoğalması, etrafının, kitlesinin çoğalması peşinde koşar, kimi maddiyat yönünü arzular, kimisi de âdeta particiliğe dönüştürür. Yani işi tamamen menfaate döker.
Yani şeyhinin emretmediği, müsaade etmediği şeyleri de kendi enaniyetinden yapmaya başlar...
Halbuki bu tarikatı âliye çok naziktir. Başka bir şeye benzemez, Allahü Zülcelâl korusun.
Bu dünyada çarpmasa da ahirette insanı feci çarpar.
Eğer sâdâtlar bir kere tard ederlerse, onun hesabını vermek çok zor olur.
Daha önceki mektubunda da belirtmiştir.
Mübarek yine diyor ki (211 inci mektubunda):
Bir müridin gelişinde tarikattan gaye ferah, sürür duymak değil, çokluğu gaye edinmek hiç değil. Dükkanı genişletmek değil. Böyle çokluktan adetin artması diye bir hevese kapılma, böyle bir heves doğduğu takdirde bu senin harabiyetine bir delildir.
Zira Allahü Zülcelâl'in kulları üzerine tasarruf etmek, ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'in izni ile olur.
Allahü Zülcelâl şöyle buyurur:

لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ
(İbrahim/165/1)
Allahü Zülcelâl'in Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi emri budur.
Allahü Zülcelâl'in izni ile olduğunu ilan ediyor.

İnsanları zulumetten nura çıkarmak için "Allah'ın izni ile" şartını koymuştur Allahü Zülcelâl.
Allah'ın izni olmadan kendi enaniyeti ile bunu yapanın harabiyetine delildir.
İmamı Rabbani Hz. devamla buyuruyor ki, bu misilli bir kimse vefat ettiğinde Allahü Zülcelâl şöyle hitab eder;
"Ey kulum sen misin meşihat hırkasını giyip de Şeyh olarak kullarımın üzerine irşad için, terbiye için çıkan?"
- "Evet Ya Rabbi" diyor.
-
"Peki bu kullarımı irşad için başvurmadan, evvelâ kendi kalbinizi bana yöneltseydiniz, bu kullarımı da bana bıraksaydınız daha iyi olmaz mıydı?" diyor.
Demek ki izinsiz olarak bu gibi şeylere yeltenmenin zararı menfaatinden çok.
Eğer bu menfaati olsaydı Allahü Zülcelâl bu şekilde hitab edip böylesine tehdid de etmezdi.
İşte bu misilli kimselerin akibetleri böyle olur, Allahü Zülcelâl cümlemizi korusun.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerimiz, diyeceksiniz ki biz bunu nasıl seçip anlayacağız?
Mübarek zâtlar şöyle buyuruyorlar;
"eserlerimiz halimize delildir" diyorlar.
Yani bıraktıkları eserler, nasıl ki Mimar Sinan'ın bıraktığı eser onun mimarlığına, haline bir delildir, kimse karşı çıkmaz, herkes kabul eder, herkes saygı duyarsa, Şeyhin geride bıraktığı, mürid olsun, halife olsun, kitab ve benzeri eserler de bu zevatın hallerine birer delildir.

Eğer, geride bırakılan eserin hali harab durumda ise, bu onun tasarruf yapamadığına ve güdemediğine bir alâmettir, Allahü Zülcelâl hepimize bu muhterem zatları seçebilmemiz için şuur versin.

Seyyid Aliyülhavas bile bundan dörtyüz sene evvel hakikî mürşidin çok az olduğunu, âdeta kimya durumuna geldiğini belirtiyor.
Birçok muhterem zevat da eğer hakikî bir mürşid bulamıyorsanız, en güzeli Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a çokça salavat getirmek olduğunu söylüyor ve bunu tercih ediyorlar.
Zira selef (geçmiş meşayih) dahi kendi devrelerinde çok defa şikayetçi olmuşlardır nerde kaldı bu günümüz ve bunu şöyle ifadeye çalışmışlardır.

Eshab dönemi, Tabiîn dönemi, kardeşlik bakımından bir ağacın yaprakları gibi, bu yapraklar da âdeta bir ipek gibi idiler.
Şimdi ise ipek gibi yaprakların yerini dikenler aldı. O yapraklar birer diken oldu.
Ya şu zamanımızda gittiğin gördüğün, ipek sandığın kimseler bile dikenden de zararlı çıkabiliyor.
Allahü Zülcelâl bizleri bu gibilerden muhafaza buyursun.
Âmin...

Zamanının kutbu olan Seyid Ahmet er Rufai (ks) şöyle buyuruyor:

- "Siz bu tarikatı Aliyyeyi, şeyhliği, mürşidliği ne sanıyorsunuz. Babadan ecdattan müteselsile olarak gelen bir şey mi sanıyorsunuz? Yoksa bir bitaka, bir vesika vermektir mi sanıyorsunuz, taç giymeyi veya birisinin bir ükkez, bir post vermesi ile mürşid olunur mu sanıyorsunuz? Değişik ve zahiri süslerle, kılık kıyafetlerle şeyhlik olacağını mı sanıyorsunuz? Hayır, Vallahi böyle değil. Allahü Zülcelâl bunlara, bu gibi şeylere bakmaz, Allahü Zülcelâl senin kalbine bakar, ne zaman ki kendi nuru o kalbe girecek, ne zaman kendi marifeti hayrat ve bereketi o kalbe girecek diye kalbinize bakar." diyor.
Amma, maalesef Allah'ın nuru ve marifeti girmeyip bu gibi kılık ve kıyafetlerle, taç ve benzeri şeylerle kalbin açılması şöyle dursun, bunların hepsi birer hicab durumuna gelirler kat kat olup katmerleşmiş perdeleri.
Eğer bu gibi şekilcilikle, kılık ve kıyafetlerle bu iş olmuş olsaydı, bunu herkes yapardı.

İşte mürşidlik keremi ilâhiyedir.
Yoksa bu gibi kılık kıyafetlerle bu işin olacağını söylemek Allah'a iftiradır. Mevhibeyi ilâhiyedir.
Yoksa taç ile taht ile olacak şey değildir.
Daha evvel de belirttiğimiz gibi:

Resim

Kendisinde böyle birşeyler olmadığı halde, kendisinde bir varlık varmış gibi davrananlar Allahü Zülcelâl'e iftira etmiş demektir.
Dolayısıyla bundan daha zalim bir kimse olamaz.
Rabbimiz böyle riyakârlardan muhafaza buyursun.

Zira Allahü Zülcelâl'in nazargâh yeri insanın kalbidir.
İnsan kalbinin, niyetinin ihlâs derecesine göre ameller kabul edilir.

Resim

Allahü Zülcelâl suretinize ve mallarınıza bakmaz. Surete, mala insanoğlu kanar.
Haşa Allahü Zülcelâl böyle birşeye nazar etmez.
Allahü Zülcelâl kalblerimize bakar ve o nisbette de işlemiş olduğumuz amelleri de kalbimizin halisane durumuna göre geçerli olur.
Kalbimizin halisane durumu yoksa zâten amellerimiz geçersizdir.

Resim
Kalbi halisane lillahi olmadıkça onun amelini asla kabul etmez.

Onun için kalbimizi esasen sağlıklı, sıhhatli olduğu zaman mâsivadan tamamen feragat edersek işte o zaman Allahü Zülcelâl'in kerem ve ihsanına mazhar oluruz.
Yoksa böyle kandırmaca olduktan sonra kalbimiz bu gibi hicablı olup mâsivâ ile kendi kendimizi kandırdık ise Allahü Zülcelâl bizleri korusun, hakkı hak bilip Hakka tâbi' olan, batılı batıl bilip batıldan içtinâb eden kullarından eylesin.
Âmin...

İmamı Rabbani Hz. leh Ubeydullahı Ahrar'dan naklen 210'uncu mektubunda buyuruyor ki:

-"Vallahi Allahü Zülcelâl fazlı kereminden nice vecd haller -ki Evliya ile alâkalı haller- her ne çeşit olursa olsun, eğer, ehli sünnet akidesinin terazisine konduğunda bir noksanlık olursa bu gibi verilen keramet ve vecd halleri benim için tamamen şekavet ve hizlân kabul ederim diyor. Yani böylesi halleri kendim için hem şekavet kabul eder, hem de hizlâna düşmüş kabul ederim kendimi. Hizlân demek başı boş kendi başına kalmış Allahü Zülcelâl'in inayeti yok ve kulunu başıboş bırakmış felâkete terk etmiş demektir. Yani hem şekavet kabul ederim, hem de hizlâna düşdüğünü kabul ederim" buyuruyor.
"Eğer Rabbimiz ikram ve ihsanından bir keramet verse bu da ehli sünnete muvafık olursa, işte buna da yüzbinlerce defa şükür ederim. Değil mi ki ehli sünnet akidesine muvafıktır, velevki bir tane olsun kerametlerin tamamından mahrum kalsam da gam yemem," diyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerim,
Bu çok ibret alınacak bir haldir, çok dikkat edilmesi gereken bir husustur.
Mübarek tarik ehli, Ehli Sünnet Velcemaat'a karşı ne kadar titiz ve ona ne kadar değer veriyorlar. Öyle rastgele uyduruk şeyleri yoktur, kendi akıl ve mantıklarıyla da değildir.
Bunu sadece Ubeydullahi Ahrar buyuruyor değil. Hangi zata başvurursanız vurun, erbabı olanlar umumiyetle bunu tavsiye ederler.
Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın yasasıdır. Bunun üstünde bir şey yok.
Bu sebeble ehli Sünnet Vel cemaat'ın hilâfına olan şeyler, tasavvurlar, tarikata yakışmayan şeylerdir.
Tarikat ehli, ehli sünnet vel cemaata değer vermezse, vermiyecekse kim değer verecek?
Onun için tarikat ehli, tarikat erbabının ziynetleri, ilimleri ve ehli sünnet akideleridir.
Hâşâ Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a muhalefet asla, kat'a düşünülmez.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Fırkayı Naciye diye buyurduğu, ben ve ashabımın gittiği yoldur, diye buyurduğu ehli sünnet velcemaat budur.
Fırkayı Naciye budur. Nasıl muhalif olunabilir?
O Fırka-i Naciye ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
Resim
Benim ve ashabımın bulunduğu minval üzere ehl-i sünnet ve'l cemaat bu şekildedir esasen.
Bu şekilde kıymet ve değer vermek lâzımdır.
Bu hususta İmamı Rabbâni'nin (ks) 253 üncü mektubunun biraz olsun üzerinde durmak istiyoruz.
Çok önemli mevzulara değindiği için dikkatinizi çekiyorum.
Çünkü kâmil bir mürşidin halini ve durumunu buradan anlayabiliriz. Yoksa mürşidsiz, şeyhsiz, sahibsiz bir şekilde bu gibi şeylere kalkışmanın ne gibi tehlikelere yol açtığını anlamış oluruz.
Hiç bir şey başı boş olarak kendi başına yetişmez, hangi dalda, hangi branşta olursa olsun, mutlaka kendisini yetiştirecek şahsiyetler olması lâzımdır.
Kendi haline öyle oturduğu yerde insan yetişmez.
Öyle uydurma, derme çatma şeylerle bir kimsenin yetişmesi mümkün değildir.
Bu yetişmenin de yolu yöntemi vardır. Bu böyle basit bir şey değildir.
Nasıl olur da bu Mübarek tarikat böyle uyduruk şeylerle böylesine basit görülebilir.
Her bir işte aracı olarak başvurulan eğiticiler, yetiştiriciler ve bunlarında formülleri vardır. Nasıl olurda tarikatı böylesine başı boş sanırlar?
Kendi kendine uydur uydur bir şeyler yürütmeye kalkıyorlar.
Haşa böyle bir şey en azından inanın ki abes olur haşa...

İşte Mübarek imamı Rabbani (ks) bu mektubunda bu durumlardan bahsediyor, aslında bu, Şeyh İdrisi Samani'nin İmamı Rabbani'ye sorduğu bir soruya cevab mahiyetindedir.

"Efendim ben şahsen öyle bir hale gelmiş durumdayım ki, yere baksam yeri bulamıyorum, göğe baksam göğü dahi göremiyorum daha ötesi arşı kürsi'yi, cennet cehennemi göremiyor, var olduklarını bulamıyorum. Bir kimsenin yanına gitsem, onu dahi göremiyorum. Kendi vücudumu dahi göremiyorum. Ancak ve ancak Vücûd Allahü Zülcelâl'in varlığıdır.
Resim
Başka hiç bir nesne yok diyor, bu hale gelmiş durumdayım.


Bazı zâtların dediği gibi bu hal kemaliyet durumudur. Çünkü Allahü Zülcelâl varlığı ile her tarafı istilâ etmiş, mâsivâ yok.
Peki bundan ötesi nereye gitti ki?
Onun için bazı zatlar diyorlar ki,
"Artık bunun arkasını aramak mahaldir yani gerekmiyor."
Eğer filhakika böyle ise ben bu hali buldum.
Ama daha öte bir hal var ise malumatınızı ve yazmanızı diliyorum, diyerek Mübarek İmamı Rabbani'den malûmat istiyor.
Mübarek cevaben şöyle buyuruyor:

- "Ey bu tarikata hizmet etmiş evlâdım. Senin anlatmış olduğun bu haller kalbin telvinatındandır, yani kalbin halleridir. Kalb henüz istikrara kavuşmamıştır."

Çünkü kalbin, Âlemül halk ile Âlemül emir arasında bir berzahı durumu vardır.
Bazı anasıra dayanan halleri vardır.
Onun için senin kadem bastığın bölüm hemen hemen havayi unsuru durumundadır.
Kalbin makamlarından dörtte birini kat edip, geçmek üzeresin.
Bu bölümü geçmekle beraber diğer üç bölümü de kat edeceksin, birer birer müstakil olarak.
Bu dördünü bitirdikten sonra ruh bölümüne geçersin.
Ruh bölümü de kalbte olduğu gibi dört kademelidir.
Bu kademelerin de kendilerine göre dereceleri makamları halleri vardır.
Ruhtan sonra sır gelir. O da aynen dört bölümdür.
Ondan sonra gelen ahfa, o da dört bölümdür.
Bu latifelerin her birinin ayrı ayrı halleri vardır.
Her birini ayrı ayrı geçeceksin.
Bu minval üzere bu dereceleri kat edeceksin.
Bu latifelerin her birinin ayrı ayrı halleri vardır.
Her birini ayrı ayrı geçeceksin. Tay edeceksin. Yâni dürerek atlayıp geçeceksin.
Bu minval üzere bu dereceleri kat edeceksin.
Bu latifelerin birinci kısım birinci bölümleri meselâ kalb ve ruhun bir bölümü, bunlar esasen henüz daha esma kısımlarıdır.
Ondan sonra sıfat zillerini de geçeceksin.
Ondan sonra bu beş letâyifi emri dörder dörder, yani yirmi kademeli olarak bunları kat ettikten sonra o zaman tecelliyâtı zâta yaklaşmış olursun.
Bundan sonrası o zaman tecelliyâtı zât'tır. İşte bu makamda itminanı nefs hasıl olur.

Burada hasıl olan kemalât yanında önceki kemalât hiç kalır,"
diye buyuruyor, İmamı Rabbani Hz. leri.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerim,
İşte tarikat bu, insan öyle başı boş kendiliğinden yetişmiyor.
Başında böyle bir mürşidin olması lâzım ki, gibi halleri görebilsin, kontrol edebilsin. Çok uzaklarda olsa da uzaktan kumanda edebilsin.
Bu minval üzere seyrü sülük anında, cezbe devresinde bunlar tamamen mürşidin murakebesi ve kontrolü altında olması şarttır. Aksi takdirde çok tehlikeli yönleri vardır.
Hülâsa, bu beş letaifi ve her letaifin dörder bölümünü aşmadıkça selâmetü's sadır olmaz.
İnsan halâs durumuna çıkamaz. İşte bundan sonra hakikî İslâm ile müşerref olup kâmil bir Müslüman olabilir insan.
Hatta şuun dahi vardır, yani tecelliyât esma, tecelliyâtı sıfat, tecelliyâtı şuûn ondan sonra tecelliyâtı zat.
Yani en sonunda tecelliyâtı zât...

Bu terakkiyât hususunda mürşidin rolünün ne kadar elzem olduğunu, bu mürşidin ne kadar kâmil ve ekmel olması gerektiğini, öyle rast gele her kişinin işi olmadığını, biraz olsun anlatmaya gayret ettik. İnşallah bir şeyler anlamışızdır.
Dolayısıyla bu yalnız tasarrufta değil, her branşta geçerlidir.
Zira bir branşta, bir dalda kişinin hakkı ile yetişmesi için o daldaki ehil kişilerin, erbabının yanında yetiştirmesi için o daldaki ehil kişilerin erbabının yanında yetişmesinin zaruriyetini takdir edersiniz.
Bilhassa keşfiyatla, bu gibi hallerle hiç bir alâkası olmayan kimse mürşidliği nasıl yapabilir, kendine bile medarı olmayan bu gibi zavallıların, başkalarına nasıl faydaları olabilir ki?
İşte, mürşid, dediğimiz gibi oturduğu yerden kumanda ile, murakebe ile müridin seyrü sülük devresini herhangi bir yöne saptırmadan hedefine ulaştıran zâttır.
Zira seyrü sülük devresindeki bunca kademler, dereceler, makamlar vardır.
Bunların hiç bir tanesi inanın ki kendi kendine olmaz.
Eğer kendi kendine yapacak olursa, buna imkân yoktur, olduğu yerde sayar, terakkiyât edemez, yürüyemez.

Hatta Abdülazizi Debbağ Hz. leri buyuruyor ki:

Salik seyrü sülük anında bir çok Enbiya, Evliya makamları görür. Eğer Salik Hz. İsa'nın makamını görürde ona meylederse nasrâni olur, feylesof olur, zındıka olur. Acayib bir hale gelir. Onun için mürşid müridini hiç bir tarafa saptırmadan tek hedefe yöneltir ve en tehlikeli badirelerden onu geçirip Allah'a (Celle Celaluhu) kavuşturur.

Kardeşlerim,
Eğer Hallacı Mansur'un başında böylesine kâmil bir mürşid olsaydı, böyle bir hale düşmezdi.
Ama Kaderullah böyle. Ğavsul Âzam bizatihi kendisi buyuruyor:
"Vallahi Hallacın zamanında olsaydım, elinden tutar o makamdan atlatırdım," diyor.
Çünkü o halden kurtarmak, o makamdan atlatmak mürşidin işidir.
İşte mürşide olan ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Nitekim bu terakkiyâtlardan sonra kemâliyet bulur.
Tecelliyâtı esma ve sıfat ve şuûndan sonra tecelliyâtı zâta varır.
Tecelliyâtı zât makamının yanında o ana kadar olan terakkiyâtlar ve dereceler muhit denizinin bir katresi, damlası mesabesindedir, diyor İmamı Rabbani.
Bundan sonraki hal şühûd halidir. Esasen tahkik budur.

Gayesine nail olmuştur. Huzur ve rahat buradadır.
Selâmettüssadır bu makamdadır. Halâs durumuna gelmiştir.
Nefis bu makamda itminan hale gelmiştir.
Bu makam istikrarlıdır, sahuvdur.
Değişen bir şey olmaz, çünkü rengârenk hali yoktur hâşâ, bu hususta şöyle buyuruyorlar:
Resim
Yani zât güneşi için gurub, batmak yoktur. Gelgeç yoktur olamaz, ama tecelliyâtı sıfat berkidir, bazen var olur, bazen de yok olur, değişir. Ama tecelliyâtı zât asla değişmez. Bu halleri ancak bu halde olan zevk erbabı anlayabilir.
Hülâsa İmamı Rabbani Hz., Muhammed Ali Hüsameddin (ks), Şahı Nakşibend gibi büyük zevat Cenabı Rasulullah'ın kesin olarak mirasçılarıdırlar.
Bilhassa Nakşi tarikatı Hz. Sıddık'ın meşrebi olduğu için bunların terakkiyâtları, kat ettikleri merhaleleri kat eden diğer tarikatlara mensub zâtlar nadirattandır.
Hatta Gavsul Azam Nakşi olmadığı halde Allahü Zülcelâl kendisine fazlu kereminden vermiştir.

Nitekim Ebu Saidil Harraz sabah kalktığında Hz. Sıddık'ın abasını, hırkasını üzerinde görmüştür.
Halbuki kendisi ne Kadiri, ne de Nakşi tarikatında değil, adı geçmiyor.
Onun için bu Allahü Zülcelâl'in bir vergisidir.

"İllâ ve illâ şu tarikat sebebi ile olur" diye bir şart yoktur.

Yalnız Nakşi tarikatının lideri Hz. Sıddık (ra) olduğu için Hz. Sıddık'ın gördüğü terakkiyâtı, kat ettiği merhaleleri şühûd yönünden emsali ve benzeri yoktur.
Diğer tarikatların bir çokları tecelliyâtı berki ile ikna olur ve bununla yetinirler.
Bu sebeble bu zâtların istisnai bir halleri vardır.
Nitekim bu telvinat yönünden İmamı Rabbani bu mektubun sonunda diyor ki, kalbin nasıl ki bu halleri oluyorsa, ruhun da aynı halleri olabiliyor, hatta bir tanesi seyrü sülük devresinde bu ruh makamında iken
"Hak diye, ilâh diye otuz sene ruhuma taptım, kulluk yaptım" diyor.
Şühud halini buldum diyerek tam otuz yıl ruhuma kulluk yaptım diyor.
Demek ki Allahü Zülcelâl'in lütfü ile bunu bu halden birisi kurtarmış ki bu halin şühûd hali olmadığını bu şekilde söylüyor.

Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Yine 169 uncu mektubunda İmâmı Rabbani şöyle buyuruyor;
Mübareğe soruyorlar:

Falan şeyh kendi kendine şöyle der, "Allahü Zülcelâl ile aramda has, hususi bir halim var. o has halim devresinde eğer şeyhim araya girer aracılık yaparsa, şeyhimin başını keserim" diyor. Bu hususu sorarlar. Nasıl böyle bir şey olur mu, bu nasıl bir cürettir?
Mübarek cevaben:
Bu zât şeyh olması hasebi ile biraz edebli, daha itinalı olsa iyi olur. Çünkü şeyhine karşı kullandığı bu kelime biraz ağırdır. Bir taraftan da haklıdır.
Mübtedi olan bir kimse ile Allahü Zülcelâl arasında büyük hicablar vardır.
Evet, Allahü Zülcelâl bizlere şah damarımızdan daha yakındır, ama mülevvesat, mülevvenat bizi hicablıyor ve uzaklaştırıyor.
Dolayısıyla şeyh bir aracıdır, talibi matluba yetiştirmek için aracılığı da; bu gibi mülevvasat halleri, seyrü sülûkunu engelleyecek, durduracak veya zarar verecek halleri yok edecek, o yoldaki engelleri kaldıracak işte bu zât mürşiddir, aracılığı da bu şekildedir.


Daha evvel Ebul Hasanı Şazeli'nin dediği gibi:
Resim
Şeyh; yolu tarif eden, kapıyı müride gösteren kişi değildir. Şeyh, senin ile Allahü Zülcelâl arasındaki hicabları, engelleri kaldıran kişidir.
İşte İmamı Rabbani mektubunda diyor ki, bu gibi hicablar, engeller Şeyhin vasıtalığı ile yavaş yavaş ortadan kalkar.
Bunları ortadan kaldırır, ne zaman ki bu engeller gitti, "İşte sen, işte rabbin" dedi.
İşte o zaman Şeyhi dahi olsa Allah ile arasına girmesi hoş görülmez,
diye İmamı Rabbani hak veriyor.
Zira bu misilli kimse esasen fenafil efal, fenafis sıfat, fenafiz zât bu üç kademeyi kat edip bakabillah durumuna gelince mâsivâyı kesinlikle hoş görmez, ne olursa olsun.
Onun için:
Resim
diye buyurdukları şühud halinde olan kimse aralarındaki şeyhi dahi hoş görmez.
Nitekim Sıfatı berkiye, görüntüsü, berki olarak görünen şey zât tecellisi ise de hemen sıfatlarının arasına bir katkısı giriyor.
Sıfat tecellisi girince de yetersiz görüyorlar.
Bilhassa Hz. Sıddıkiye meşrebi sıfatiyeyi yetersiz görüyor.
İllâ ve illâ behemâhal bakabillah, kemâliyetin ekmeli olup da Hz. Sıddık'ın şeref bulduğu şühûd halinin bir nebzesini arıyorlar ki öyle gelip geçici olmamak, mâsivâdan tamamen âh olmak için.
Bunlar sıfat tecellisini tamamen bir zîl, gölge olarak görürler.
Hülasa: Resim
Yani şühûd hali tamamen bekabillah durumuna gelince bilhassa Muhammedi Meşreb olan kimse, bunlar devamlıdır. Değişen bir şey olmaz.
Yani araya başka hiçbir şey girmez.
Onun için İmâmı Rabbani Hz. 58 inci mektubunda da mürid ile mürşid arasındaki vakaları şöyle beyan eder ve der ki: Allahü Zülcelâl insanoğlunu yaratırken anasırı erbaa'dan var etmiştir.
Dolayısıyla yedi letâif ve bu yedi letaifın kendine has bir özelliği vardır.
Birinci lâtife aslında anasırı erbaa'dan var olmuş bir cisimdir. Cismin terbiyesidir.
İkinci lâtife ise esasen nefistir.
Bu iki lâtife Âlemül halktan var olmuş Âlemül halkta kaliben yaşıyor.
Lâkin bir de beraberinde "âlemül emir" vardır, başta kalb olmak üzere ikincisi ruh, üçüncüsü sır, dördüncüsü hafi, beşincisi ahvadır.
Beşi âlemi emir, ikisi alemil halk, böylece yedi letâyif olur.
Ancak kalb diyebiliriz ki her ikisi ile irtibatı vardır.
Zira kalbin bir berzahi durumu vardır.
Bir arş mesabesindedir. Çünkü alemül emir arşın ötesidir. Alemül halk arşa kadardır.
Yani sâdâtı Nakşibendiyenin terakki ve terbiye yönleri, seyrü. sülük yöntemleri doğrudan doğruya ashab yolu ve yöntemleridir.
Zira bu iki letâifi geride bırakarak doğrudan doğruya alemül emirden başlarlar. Yani kalbten başlarlar.
Neden böyle olmuşlar?
Çünkü Hz Sıddık'ın meşrebi budur, ashabın yolu da budur.
Hz. Şahi Nakşibend de:
Resim
Yani,
"bizim tarikatımız ashab tarikatıdır" buyuruyor.
Terakkiyat yönleri böyledir.
Biliyorsunuz ki bu iki latifeyi kat etmek için riyazata girip, bedenen, nefsen uğraşa uğraşa kalbine yerleştirinceye kadar bir hayli vakit harcarlar.
Fakat, Nakşibend Hz. lerinin bizim tarikatımız ashab tarikatıdır diye buyurduğu yani Sıddıki meşrebi ise doğrudan doğruya, resen kalbten başlıyor.
Filhakika kalb salâha dönüştüğü takdirde zaten beden ile nefis bunun hadimidir.
Bunun hükmü altına girer.
Zira Şahi Nakşibend Hz. lerinin "yolumuz ashab yoludur" buyurmasının sebebi şudur:
Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ashaba karşı uyguladığı terekkiyat metodu, yöntemi, onların terakkiyatlarında takib ettiği yol, karşı karşıya oturup muvacehe ile yetiştirirdi, bir saatlik süre içerisinde kalbi tamamen salâha dönüştürür, hicabları tamamen yok eder, Mübarekler de keşfiyat başlar.
Zira kalb keşfiyatı, haliyle Âlemül halkta bulunduğu gibi meleküt Âlemini seyreder ve arşa doğru dahi gider.
Böyle olunca Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzurunda bir saatlik oturma ile Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o Mübarek nazarları ile ashabı yetiştirirdi.
İşte Hz. Nakşibend'in "tarikatımız ashab tarikatıdır," buyurması bu yöndendir.
Zira Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

Resim
Vücûdda bir et parçası vardır. O salâha döndü mü vücûd salâha dönmüştür.
Maiyetindeki bütün azalar da tamamen salâha dönüşür.
Eğer kalb fesada dönüşürse bütün beden de fesada dönmüştür.
Kalb vücudda bir imam gibidir, bütün azalar onu fesad ve salâhına bağlıdır.
Salâhta ise bütün azalar salâha dönüşür, fesadda ise bütün azalar fesada dönüşür.
Onun için bu Mübarekler doğrudan doğruya kalbden başlayarak bu letaifleri her bir tanesinde Allahü Zülcelâl ile kul arasında onbin tane nurani, onbin tane de zûlmani hicab vardır.
Böyle olunca yetmiş bin nurani, yetmiş bin zulmani hicab olmuş olur.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

NUR VE ZULMET HİCABLARI
YEDİ LATİFE VE
NEFSİN KISIMLARI


Resim

Allahü Zülcelâl'in yetmiş bin hicabı nurdandır. Yetmişbin hicabı da zulmettendir.
Bu letaifi seb'a'nın her bir tanesini geçmek için onbin hicab kat etmesi lâzımdır.
Hülâsa diğer tarikatlar nefisten ve bedenden bu yedi-yedi ondört hicabları kat eder, ondan sondan kalbe gelir.
Fakat sâdâtı Nakşibendi'ye doğrudan doğruya kalbten başlayınca iki letâifi (Nefis ve beden) geride bırakır.
Allah'ın izni ve inayeti ile kalb salâha dönüşünce onlar da salâha dönüşür.
Ruh ise, ruhun makamı arştan ötesidir.
O zaman ruhu da başlar, kalbin telvinâtı olduğu gibi ruhun da telvinâtı olduğunu söylemiştik ve ruhun telvinâtında şühûd haline geldim diye otuz sene kendi ruhuna ibadet ettiğini anlatmıştık.
Onun için bu iki lâtife yani kalb ve ruhtaki tecelliyât tecelliyâtı sıfatiyedir.
Kalb ve ruh Tecelliyâtı sıfatiyyenin gayrısına kabil değildir.
Ancak sır letaifine geçersen o zaman şühûd başlayabilir, bu mümkün.
Çünkü bu makam arşın ötesidir. Bu ilâhi bir sırdır.
Zira ruh ne kadar olsa da mahlûktur, fakat sır değişiktir.
Ondan ötesi de hafi ve ahvadır.
Bu üçünde (sır, hafi, ahva) şühûd oldukça farklıdır, aynı değildir.
İlk olarak berkiden başlar, tecelliyâtı sıfat arasında zât peydah olur.
Bunları yani her bir letâifin onbin hicabını kademe kademe, terakkiyat ede ede, derece derece bunları kat edinceye kadar, sırasıyla önce biri, sonra öbürü, taki sonuna varıncaya kadar bu minval üzere olur. Yoksa birden bire şühûd hali oluvermez.
Hülasa bu her birinde onbin hicab vardır.
Neticesi yetmişbin hicab zulmani ve nurani, bunları gidermeden kâmil ve ekmel kısmından sayılmazlar.
Çünkü bu hicabları tamamen kat etmedikçe halas durumuna gelmez.
Halâs durumuna gelen bir kimse ki bu halâs Allahü Zülcelâl'in bir sırrıdır, yani bu zâtların halâs durumları kendi teklifimiz ile niyetimizi tutarak halisane Allah için olsun diye niyet etmek böyle söylemek değil.
Bunlarınki gerçekten halâs hale gelmek, kalblerinden mâsivâyı tamamen yok etmek demektir, demek ki fenafil efal, fenafis sıfat, fenafiz zât, böyle olunca bekabillah durumuna gelmiştir.
Yani Allahü Zülcelâl'den gayrisi kalblerinde bir lâhza dahi olmaz, olamaz hale gelmiş demektir. Kalbleri mâsivâdan tamamen ari ve bâridir.
Ruhu da, sırrı da, hafisi de, ahvası da aynı şekildedir. Onun için halk arasında sadece ve sadece görüntüsü olan kalbtir.
Nefsin zaten levvâme, emmâre gibi halleri tamamen bitmiştir. Teslimiyeti külli olarak râdiyeten merdiye durumuna gelmiştir.
Zâtiye durumuna gelmiştir, artık kendisine zarar verecek bir durumda değildir, artık onun yularını eline almış demektir, nefsin üzerinde hakimiyet kurmuştur.
İşte bu hale gelen kimse mürşidi kâmil hale gelmiş, halkı irşada yetkisi olan kimse demektir.
Bu da Allah Zülcelâl'in bir emridir. Ama bunların hepsini terakki ederken, terakkiyat yaparken bir arbede olarak değil hâşâ bir fakriyet, acziyet, zillet olarak yaparlar.
Çünkü varacağı kapı Hak kapısıdır. Gaye Allahü Zülcelâl'e vasıl olmaktır.
Gaye bu olunca burda arbedeye, debdebeye yer yoktur.
Yetmişbin nurâni hicab dediğimiz aslında celâli olan hicablardır.
Yetmişbin zulmani hicab dediğimiz de cemâli olan hicablardır.
Zulmani dendiğinde öyle karanlık hicablar olduğu sanılmasın.
Çünkü aslında celalli olan hicablar bunlar yakıcıdır, bunlara kimse tahammül edemez, bunun karşısında hiç bir nesne var olamaz, ancak cemâl; celâlin haşmetini, yakıcılığını düşürür, tahammül edilecek hale getirir.
Gazab ile rıza gibi...
O yakıcı nurunu yaşanılacak hale getirir.
İşte celâlin karşısında bu halin husulü için cemâl vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

RASULULLAH'IN (S.A.V.) DUASI

Cenabı Rasulullah'ın buyurduğu gibi "Allahım ikâbından affına sığınırım."
Resim
Çünkü "Allahü Zülcelâl'in ikâbı şiddetlidir", buna nasıl tahammül edebilir ki, onun için ikâbından affına sığınırım diyor.
İkâb celâlidir, af ise cemâlidir. Karşı karşıya getirmesinin sebebi budur.
Yine buyuruyor ki,
"Gadabından rızasına sığınırım."
Gazab celâlidir, rıza ise cemâlidir. İşte hicablar bu nev'idendir.

Üçüncü derecede ise sıfatlar kalkıyor, zât kalıyor.
Zât kısmına da gelince
"Senden sana sığınırım", diyor. Yani Celâlinden cemâline, heybetinden ünsüne sığınırım, diyor.
İşte Âlemlerin Hâbibi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) böyle buyuruyor.
İşte hicabların zülmani ve nurani olmaları bu nevidendir.
Hâşâ zulümat öyle karanlık kısmından değildir.
İşte hakiki mürşid bu hallere haiz olan ve müridini buhale getirinceye kadar kontrol ve murakabe eden zât'tır.
Mürşidin çok rolü olduğu gibi müridin de kabiliyet ve istidatına bağlıdır.
Onun da istidatı olması lâzımdır ve ona göre yetişir.
Hatta Musevî veya İsevî yani hakikaten onların mirasçılarından olacak olursa, İmâmı Rabbâniye soruyorlar. Mürşidin bunda dahli nedir diye.
O da mürşidin bunda dahli şudur, eğer Hz. isa veya Hz. Musa'nın mirasçılarından ise bidayetinde değil nihayetine kadar ulaştırabilir.
Mürşid, saliki bu makamın bu makamın nihayetine kadar iletebiliyor. Fakat Musevî veya İsevî makamların mirasçıları olan kimselerin şühudu net olarak bulmalarına imkân yoktur.
Mutlaka ve mutlaka berki durumundadır. Yani sıfatlar arasında zât görüntüsü olabiliyor, diğer tarikatlar bu hal ile yetiniyorlar.
Amma Nakşi tarikatı Sıddıkî meşrebinde şühûd nettir.
Araya sıfat girmez. Hatta sıfatın ötesinde bir de şuun vardır.
Sıddıkîye'de şuûn da olmaması lâzımdır.
Şühûdun gayet açık ve net olması lâzımdır.

Bu şekilde şühûd haline gelebilmesi için asr içinde bir tane bulunsa, bununda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın mirasçısı olması şarttır.
Muhammedül Velâye makamında olmayan bir zâtın buna kabil ve imkânı yoktur.
Bu istidâd sahibi değildir.
İşte müridi bu hale getirmekte mürşidin rolü böyledir, ve vardır.
Yetmişbin hicab nuranî, yetmişbin hicab zûlmanî, bunların hepsini kat ederken nefsinden onbin hicab uzaklaşıyor.
Hak Celle ve Âlâ'nın Cemâline yaklaşıyor.
İlk önceleri yetmişbin hicab nefsinden değil, Rabbisinden uzaktır. Çünkü mülevvesat içerisinde idi.
Ne zaman ki nefis terbiyesini yapıp da râdiyeten, merdiye haline getirince Hak Subhanehü ve Tealâ'ya yaklaşım olunca Allahü Zülcelâl'le arasında olan nahoş şeyler tamamen yok olmuş demektir ve tamamen şühûd haline gelir.
O zaman yetmişbin hicab nefsinden uzaklaşmış olur.
Cenabı Hak (Celle Celaluhu)'ın cemâline mazhar olması bu dünyada göz basiretleri ile mümkün değildir.
Bunlar hep hafi, ahva durumu ile alâkalıdır.
Ahva durumu ki ancak Meşrebi Sıddıkîye'ye sahibi olanlar ahva kısmına geçebilir.
Ahva da böylesine incelikler vardır ki, şuûnda kalmaz, tamamen şühûd haline muvaffak olabilir.
Kâmil bir mürşidin işte bu hale gelmesi lâzımdır.
Kâmilin ekmeli olan mürşid budur.
Yetiştireceği kişiyi de bu şekilde yetiştiriyor, fakat noksan bir mürşid olduğu takdirde vahdeti vücûd içinde debelenip durur ki kalbin vahdedi vücûd hali vardır.
Ruhun da vahdeti vücûd hali vardır.
Bunlarda bu hal vardır.
Hattaki bu hal sırrındada vardır.
Nedir o?
O da zât değil de sıfatına tapar, bu sıfat kısmındandır.
Vahdeti vücûd demek:
Resim
Varlık tamamen yok olmuş, ancak Allahü Zülcelâl var demektir.
Evet ama Zati değil sıfatidir. Veya efal kısmındandır.
Kendi ruhuna otuz sene ibadet eden kişi gibi.
Hülâsa bu vahdeti vücûddan kurtarıpta vahdeti şühûd haline gelmedikçe kâmil ve ekmel hale gelemez.
Bir çokları meselâ Hallacı Mansur olsun, Hatta Ebayezid'in bile telâffuz ettiği bazı sözler vahdedi şühûd değil, vahdedi vücûd devresinde olduğunu gösteriyor.
Ahfa kısmına gelmedikçe Vahdeti vücuddan kurtulamaz, zira zât diye sıfata yönelebilir.
Zira ahfada sıfat olmadığı gibi şuûn dahi yoktur, net olarak o zaman şühûd tahakkuk edebilir.
O zaman muvaffak olabilir, o zaman kâmil ve ekmel olabilir, işte Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın kademi üzere olan âlâkademi Rasul olan zât, Meşrebi Sıddıkiye'den olan zât ancak bu ahfa kısmında Vahdeti şühûda sahib olabilir..

Resim

Kardeşlerim,
Ağır bir yük ile karşı karşıyayız. Çünkü ehli olmadığımız için bunların tarifi çok güçtür. Ancak mübareklerin hayrat ve bereketi ile buyurduklarını naklediyoruz, aktarma ediyoruz. Fakat onuda beceremiyoruz.
Bu işi anlatabilmek için biraz da ehli olmak lazımdır. Ama ne çâre ki bizim gibisine de düşmüştür.
Hele bilhassa bugünümüzde ilmin azalması cehaletinde çoğalması sebebiyle artık anlatılacak şeylerin idraki kabil değildir. Ve anlatılacak içinde, anlayacak içinde çok zordur.
Rabbımız bizlere muin olsun, tevfikatıyla refik eylesin cümlemize şuur versin.
Âmine ya Muin.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

ŞÜHUT ERBABI VE RU'YETULLAH

Kardeşlerimiz,
Hz. Şahı Nakşibend'in, İmamı Rabbani'nin ve bu misilli zâtların belirttikleri şudur:
Hayalimizde tasavvur ettiğimiz şey ne olursa olsun, kulaklarımızın duyduğu gözlerimizin gördüğü nesne ne olursa olsun, bunların hiçbiri Allahü Zülcelâl'in ayni değildir.
Nasıl tasavvur edersek edelim, Allahü Zülcelâl bunun gayridir. Zira bu tasavvurların tamamı mahlûktur.
Cenabı Hak ise bu gibi şeylerin tamamından münezzehtir. Çünkü mahlûkun düşünebileceği şeylerin tamamı mahlûktur. O bizim tasavvurlarımıza hiçbir şekilde benzemez.
Haşa güneşe benzetsek güneş ne ki?..
Cennetten herhangi bir nesne çıkıp gelse şu güneş o nesne karşısında bile hiç hükmünde kalır.
Onun için bu gibi tasavvurlarla hayalimize getirdiğimiz hiç bir şeye Allahü Zülcelâl benzemez.

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ
(Şura/11)
Allah'ın misli, hiçbir benzeri yoktur.
Zira Allahü Zülcelâl Haliktır. Diğer şeyler ise mahlûktur.
Hâşâ Hâlık mahlûkun sıfatına, şekline girmez.
Bu hususu böyle bilmek gerekiyor.

Ancak şühûd ehli zâtların da bu göz basireti ile müşahedeleri mümkün değildir.
Hatta Hz. Musa'ya dahi

لَنْ تَرَانِي
(Araf/143)
"Sen beni asla göremezsin" buyuruyor.

Hz. Musa bu dünyada bu gözler ile görmek istedi biraz naz yaptı ise de bu baş gözleri ile görmek imkânsız olduğu için Allahü Zülcelâl bu şekilde buyurdu.
Onun için bu anlatılan şey (yani Rü'yetullah) sırrın ötesi Hafi, hatta Hafi'nin ötesi Ahfa'dır.
Bunun ile alâkalıdır.


فَإِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَأَخْفَى
(Taha/7)
"O gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir."

Tabi Ahva'nın ne derecede olduğunu bilmiyoruz ki..
Ama insanoğlunun Rabbimiz öylesine teçhiz etmiş, öylesine harika cihazlar vermiş ki, akıllara durgunluk veriyor.
Onun için biz bu halleri şühûd ehli olan zâtlara bırakıyoruz.
Fakat Peygamber olmasına rağmen Hz. Musa'ya bile "Len terani" diyor Allahü Zülcelâl.

Nasıl olur da şühûd ehli için böyle deniliyor denirse?..
Evet, doğru, aslında Musa (as) dünya gözü ile görmek istediğinden Allahü Zülcelâl dünya gözü ile göremezsin buyuruyor.
Yoksa değil ki Musa (as) gibi Peygamber, Evliyaullah dahi bunu görmeye muvaffak olabiliyor.
Hz. Sıddık (ra)'ın nefes verirken ciğerlerinden yanık kokusu kebab kokusu gelmesi şühûd halinin bir alâmetidir.
Onun için bu şühûd halini kimse inkâr edemez edenler bedbahttır.
Bu sebeple Allahü Zülcelâl'i baş basireti ile görebilmek ancak cennette nâsib olur.
Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile Allahü Zülcelâl cümlemize nâsib etsin.

Mü'minler cennete gireceklerinde tabiki vücudlarının cennete dayanabilmeleri için yapılacak tadilattan sonra, Allah'ın vereceği göz nurundan sonra, ki bu nur Allahü Zülcelâl'in nurundandır, bu nur ile nurunu görebiliyor.
Nitekim Cenabı Rasulullah da miraç âleminde, bu dünyada değil kalıbı arşın daha ötesinde olarak bununla müşerref olmuştur.

Cennet arşın altında olmasına rağmen oraya varınca görebiliyor.
Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise kendisine has olarak Rabbimizin verdiği cihazlar ve vermiş olduğu nur ile kendisini görmüştür.
Bunda şüphe yok, bu ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a has bir durumdur.
Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ferdî bir makamı vardır.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ikinci bir benzeri yoktur.
Yalnız bu dünyada Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın bile görmesi muhaldir.
İşte bu şühûd hali böyledir.
Kâmil mürşid kimdir?
Bildiğimiz kadarıyla onu da anlatmaya, tarif etmeye çalıştık.
Nakıs ve sahte olanı da sanırım anlamışsınızdır.
Mürşidlerin nasıl kabiliyet sahibi, merhametli, cömert olduklarını gücümüz yettiği kadar anlatmaya çalıştık.
Yoksa derebeyi gibi de değil, particilik gibi de değil, milletin sırtında yük olup külfet vermek de değildir, milletin yüklerini hafifletmek için gelmişler mübarekler esasen.

Ebul Hasani'ş- Şazeli Hz. nin buyurduğu gibi:

"Evlâdım biz yük olmak, yükü ağırlaştırmak için gelmedik. Biz yükleri hafifletmek için geldik."

Allahü Zülcelâl nasıl ki Habibini (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) âlemlere rahmet olarak göndermiştir.
İşte bu zâtlar da yolunda gittikleri Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın tezini kullanıyorlar.
İşte mürşidler böyle bir yöntem kullanırlar.

Allahü Zülcelâl kullarını ayırmıştır, şöyle buyuruyor, Kur'an-ı Kerim'de:

اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَن يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَن يُنِيبُ
(Şura/13)
"Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir."

Allah'ın kulları arasındakilerden bazıları ictibah ehlidir.
Bunları cezb yolu ile yetiştiriyor.
Diğerleri de,
Resim
Bunların hidayet yönleri de inayeti ile peyderpey, kademe kademe hizmet yoluyla uğraşa uğraşa gelişebilirler.

Nitekim Hikemül Ata sahibi şöyle buyuruyor:

Resim
(Hikemül Ata Beyit/68)


كُلاًّ نُّمِدُّ هَـؤُلاء وَهَـؤُلاء مِنْ عَطَاء رَبِّكَ وَمَا كَانَ عَطَاء رَبِّكَ مَحْظُوراً
(İsra/20)
"Hepsine onlara da bunlara da (dünyayı isteyenlere de ahireti isteyenlere de) Rabbiniz ihsanından (istediklerini) veririz. Rabbin ihsanı kısıtlanmış değildir."
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen Gul »

aNKa yazdı:Ebul Hasani'ş- Şazeli Hz. nin buyurduğu gibi:
"Evlâdım biz yük olmak, yükü ağırlaştırmak için gelmedik. Biz yükleri hafifletmek için geldik."

Allahü Zülcelâl nasıl ki Habibini (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) âlemlere rahmet olarak göndermiştir.
İşte bu zâtlar da yolunda gittikleri Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın tezini kullanıyorlar.
İşte mürşidler böyle bir yöntem kullanırlar.


Muhammed SIDDIK (k.s.)
Resim

"Gidiyordum...
Sırtımda öyle bir ağır yük ki bir adım daha atacak halim kalmamış, olduğum yerde kalakalmıştım. Ne bir adım aşağı ne bir adım yukarı...O an yapmak istediğim tek şey dengemi sağlayıp öylece durabilmeyi başarmaktı. Tam o sırada öğrencilerimizden Muharrem'in Annesi beni sevmeye başladı. O sevdikçe yüküm hafifliyordu. O kadar çok sevilmiştim ki sırtımda hissettiğim o kurşun ağırlığında ki yük adeta kuş tüyü hatta daha bile hafif hale gelmişti..."


Resim

Resim

28. SALÂVÂT-I ŞERÎFE

Ebu'l-Hasan--Şâzeli (kaddasallahu sırrehu)'ya âit Salâtu'n- Nuri'z- Zâtî: iç sıkıntıları ve zorlukların aşılmasında şifâdır.


TÜRKÇESİ: Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ Seyyidinâ ve Mevlânâ Muhammedin Nûriz-Zâtî Resim Ves sirrissâri fi cemiil âsâri Resim Vel esmâi vessıfâti ResimVe alâ âlihi vesahbihi vesellim Resim Adede kemâlillahi ve kemâ yelîku bikemâlihi Resim

MÂNÂSI: "ALLAH'ım! Zâtın nûru, Esmâ ve sıfatların bütün eserlerine (mevcûdat) sârî (süren, süregen, sürücü, yayılan) sırrı olan Efendimiz ve Sahibimiz Muhammed (salallahu aleyhi ve sellem)'e, ailesine ve ashabına salât-ü-selâm ve bereketini ihsân eyle! ALLAH'ın kemâli adedince ve O'nun kemâlinin lâzım ve lâyıkınca!"


Âmin Yâ Muîn Celle Celâluhu
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Allahü Zülcelâl'in öyle bir kavmi var ki bunları hizmet için kendisine hizmet için ayırmıştır, ve bir kavim de vardır ki bunlar ihtisas ehlidir.
Allahü Zülcelâl bunları sevmiş, bundan dolayı da tahsis ehli kılmıştır. Yani bu kavmi de kendi muhabbetine tahsis etmiştir.
Onun için Şahı Nakşibend Hz. Bizim tarikatımızın bidayeti diğer tarikatların nihayetidir buyurması, aslında cezb yönündendir.
Yoksa Nakşi'nin bidayeti diğerlerinin nihayeti ise Nakşi'nin nihayeti nerelere varır diye bir şey aklımıza gelebilir.
Esasen her iki yönden de yani her iki tarikat yoluyla da son haddine yetişebiliyor. Kendi kabiliyet ve istidatına göre.
Hangi Nebi'nin mirasçısı ise aynı mirasçının son haddine kadar varabilir.
Bu cezb haline ise, bir misâl olarak asansörü verebiliriz.
Nasıl ki asansörle yüksek yere çok rahat ve kestirme bir şekilde çıkabiliyorsa buna benzer bir şekilde cezb yoluyla çıkan asansörle çıkan gibidir.
Hiç bir tarafa, yöne sapmadan direkt olarak gideceği yere gider ve hedefine varır.
Ötekisi ise asansörle değil de merdiven basamaklarını yürüyerek çıkan gibidir. Uğraşa uğraşa çıkar.
Seyrü sülük yani seyir yoluyla, seyrederek gider. Seyrü sülük sahibi böyledir.
Hangi tarikat olursa olsun seyrü sülük bu şekildedir.
Yalnız cezb yoluyla Nakşi'de fazladır. Çünkü Hz. Sıddık'ın meşrebidir, bu ashabın yoludur.
Bu yol da cezb yoludur. Nazar hali ile yetişeceği yere varmıştır, yetişmiştir.

Onun için farz edelim ki aynı rütbeli iki kişi bunların birinde cezb hali vardır, istidadı da o yöndedir.
Diğeri de seyrü sülük yoluyla hizmet ede ede çıkacaktır.
Bunlardan cezb hali olan çıkacağı mesafeyi doğrudan doğruya asansörle çıkar, seyrü sülük ile uzun zamanda çıkılacak yere bu çok çabuk çok kısa bir zamanda çıkar.
İşte bidayeti, nihayetidir, dedikleri budur.
Seyrü suluktan gaye de cezb ile çıkanın çıktığı yere gitmektir.
O da oraya çıkacak, bunlar bazen çıkışlarında ve inişlerinde birbirlerini seyrederler.
Cezb halinde çıkmakta olanla seyir halinde olan birbirlerini o katlarda görür, birbirlerinden haberleri olabilir.
Asansörle çıkan merdivenlerden çıkanın nerde, kaçıncı katta olduğunu bildiği gibi merdivenle çıkan da asansörle çıkanın nasıl çıktığını, nerde olduğunu gördüğü bildiği gibi.

Fakat inerken seyrü sülük ile çıkan çok çabuk iner, âdeta cezbelinin çıktığı gibi.
Fakat cezbe hali ile çabuk çıkan inişte yavaş yavaş iner, çünkü seyran halindedir. Seyirden mahrum olmaz.
İnişte nerde, hangi katta ne var oralar seyrederek iner.
Şunu da kabul etmek lâzım ki, cezb hali ile çıkanın inişi yavaş olsa da çıkış kadar zor değildir.
İnerken de rahat bir şekilde iner.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

NAKIS VE EHİL OLMAYAN MÜRŞİTLERİN İBRET ALINACAK HALLERİ

Kardeşlerim,
Bu hususların ancak bu kadarını bu şekilde anlatmaya çalışıyoruz ki daha rahat fehmedebilesiniz diye.
Mürşidlerin hallerini anlatırken Ebul Hazenişşazeli Hz.’den mervi bir hikâyeyi sizlere nakletmek istiyorum.
Zira mürşid seçme bakımından çok faideli olup, bir ip ucu verir kanaatindeyim.

Şeyh Abdurrezzak-ı kebir’den nakletmiştir. Çok büyük bir zâttır.

Bir gün yabancı birisi huzuruna gelmiş, ziyaret maksadı ile huzurunda bulunuyor. Fakat Mübârek feraset ehli olduğundan bu yabancı gariban kimseye “Nereden geliyorsun?” diye sormuş.
O da
“Efendim, Tunusluyum, Tunustan geliyorum” diye karşılık vermiş.
O Mübârek zât da,
“Evlâdım Tunustan buraya gelmendeki sebeb nedir, buradan nereye gideceksin, üzerinde garip bir hal görüntüsü var, halini bana anlatır mısın?” diyor.
O da
“Efendim, ben Tunus’ta devlet ricâlinden idim. Bir hayli şöhretim vardı, halk arasında sayılan sevilen bir şahsiyet idim. Her gelene yardımcı olmaya çalışırdım. Hiç bir şeyi esirgemez yardımda da bulunurdum. Bir hayli zengindim. Dört evlilik yapmış, dört hanımım vardı, devlet yönetiminde de yüksek bir kademeye sahib idim. Buna rağmen tasavvuf ehline karşı çok büyük sevgim ve saygım vardı, böylesine bir halde iken günün birinde tasavvuf erbabı birini bulsam, kendisine aşkla şevkle bağlanırım diye bir hevesim vardı, böylesine bir halde iken günün birinde Tunus’a bir mürşid geldi. Ben de aradığımı buldum diye rabbime şükrederek buna intisab etmek istedim. O mürşid benim halimi bilince, öğrenince; bana, "yok sen bu hal üzere iken yol katedemezsin ve aradığına da nâil olamazsın. Onun için bu gibi mertebelere sahib olarak devlet kademesinde böylesine yüksek yerlerde bulunmakla bir yere varamazsın. Evvelâ bunları bırakacak, bunlardan ayrılacaksın", dedi. Ben de: "Peki efendim, madem ki böyle emrediyorsun, ben bu mertebelerden vazgeçiyorum" dedim. Sonra da "bu malından mülkünden ayrılacaksın, bu kadar mal mülk ile bir yere varamazsın, bundan da vazgeçeceksin, bu senin terakkiyatını engeller" dedi. Ben de "peki efendim, ondan da vaz geçiyorum" dedim ve vazgeçtim. Bütün malımı mülkümü dağıttım. Bunu müteâkib "bu dört hanımdan da vaz geçeceksin dedi. Bu dünyadan tamamen mücerret bir hale gelmen lâzım" dedi. Ben de dört hanımı da boşadım. Ve o belde de tamamen bir garib haline geldim. Ne makâm mevki, ne mal mülk, ne de aile olarak hiç bir şeyim kalmadı. Bir müddet böyle kaldım ve devam ettim. Fakat o mürşid geldi, geçti. Ben ise üzerimde hiçbir hal değişikliği hissetmiyorum. Çok daha perişan durumdayım. Giden mal mülk hepsi helâl olsun, amma en ufak manevî emmare dahi göremiyorum. Halim bu”, der.
Bu kişi bu şekilde kendi hal ve derdini anlatınca Şeyh Abdurrezzak’ı kebir öylesine üzüldü ki bu haline ve şu kelimeyi kullandı:
قتله الله (Katelehullah) Allah böylesine mürşid olanları katletsin.
Bunlar milletin başına belâdır. Basiretsiz dava sahihleridir. “Benim!” diyorlar. “Mürşidim, Şeyhim” deyip ortaya çıkıyorlar.

Kardeşlerim; işte bizleri mahveden bu gibilerdir. Tasavvufu ele ayağa düşürüp tasavvufluktan çıkaran bu gibi basiretsiz dava sahihleridir.
Daha önceki bölümlerde izaha çalışmıştık.
Kur’an-ı Kerim’de Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):


قُلْ هَٰذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللَّهِ عَلَىٰ بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي
(Yusuf/108)

“ben ve bana tâbi olanlar, Hakkın yoluna davet ederken basiretli olarak davet ederler,” buyurmuştu.

İşte bu gibi basiretsiz dava sahihleri insanı böyle perişan duruma getirirler. Kişiyi her şeyden mahrum ettikleri gibi manevî yönden de hiçbir hayırları dokunmaz.
Bu Tunuslu da böyle birisine tesadüf etmiş.
Hiçbir hayrını görmediği gibi bari hiç olmazsa bu son dönemimde hac farizamı yerine getireyim diye yola çıkmış. Belki vefatım da bu kutsal topraklarda olur diyerek Tunus’tan ayrılıyor ve niyeti de bir daha Tunus’a dönmemek.
Hülâsa,
Mübârek Şeyh Abdurrezzak Hz. buyuruyor ki: “Evlâdım, sen zaten yorulacağın kadar yorulmuşsun. Sen burada bizim yanımızda kal da hacca gidecek kafile hazırlanıp gideceklerinde seni de onlarla beraber göndeririz.” diyor.
O kişi Mübârek Şeyhin misafirhanesinde kalmış, ne zaman ki hac kafilesi hazır olmuş, onlarla bereber onu da göndermiş. Yalnız hac dönüşü yine buraya dön diye tenbihatta bulunmuş. Hac vazifesinden sonra bu zâtın yanına döner.
Mübârek zât ona müjde verir ve der ki:
“Evlâdım, senin fütühat devrin gelmiş. Senin sadakatla yapmış olduğun şeyleri Rabbimiz mükâfatlandıracaktır” diyerek şu vasiyette bulunur:
“Tunus’a gideceksin. Tunus’a varır varmaz seni karşılayacaklar. Eskiden dağıttığın mal ve mülkten fazla hediyeler getireceklerdir. Eski saygı ve sevginin daha fazlasını göstereceklerdir. Rütbe ve makâm ne teklif ederlerse fazlasıyla alırsın, sen oraya varır varmaz senin hanımlarınla evlenenler hemen onları boşarlar. İddet müddetleri dolunca sen de onları tekrar alırsın, elinden çıkan her ne varsa fazlasıyla sana gelecektir. Ondan sonra fütühatı umarım” diyor.
Ve böylece Tunus’a uğurlatıyor.

Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyeti ile sanki ilân edilmişcesine Tunus’a varır varmaz Tunus halkı onu karşılar. Evvelki servetinden daha fazla servet sahibi olur. Daha yüksek rütbelere kavuşur. Eski ailelerini de alır ve fütühat başlar.
Tabî ki haliyle kendisinde harikalıklar hissediyor.

Keşfiyatı başlıyor, çok harika bir hale geliyor ve bir Cuma günü kürsüye çıkar ve şöyle buyurur:

ان ابابكر ما فضل عليكم بكثرة صلاة اوصوم ولكن فضل عليكم بشيئ وقر فى قلبه

Hz. Ebabekir’in (ra) sizden faziletli oluşu, namazının ve orucunun fazlalığı ile değildir. Onun faziletli oluşu kalbindeki vakar sebebiyledir. Onun kalbindeki vakar ki, onu Allahü Zülcelâl bilir.
Yani imanın nuru, hidayet marifet nuru, yakinî nur yani şühûd hali olunca ki bundan dolayı Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) : ”Eba Bekrin (ra) imanı terazinin bir gözüne konsa, diğer ümmetinde imanı da terazinin bir gözüne konsa, Eba bekrin imanı racih gelir.” buyuruyor.
Demek ki öylesine vakar, öylesine bir istikrar sahibi ki artık şühud halinin son derecesine gelmiş bir zât.
Dolayısıyla o Tunuslu bunu kürsüde bu şekilde söylerken millet öylesine ağlıyor, öylesine coşuyor ki içlerinden ruhunu teslim edenler bile oluyor.
Bu sözün böylesine onlara tesir etmesinin sebebi, bu sözün kendisi üzerinde de tecelli etmesidir. Çünkü bu kimse söylediği sözlerin aynisinin âmelini peşinen işledi.

Ortada hiç bir şey yok iken bu yolun fedakârlığını yaptı da malından mevkisinden çıktı mücerred hale geldi.
Nasıl ki Hz. Ebubekir (ra) her şeyini Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın yolunda feda etmişti ve Sıddıklık ünvanını hak kazanmıştı. İşte buna benzer bir şekilde bu da Allahü Zülcelâl için, Allah yolunda her şeyini fedâ etmişti. Fakat ne yazık ki ilk tesadüf ettiği kişi basiretsiz bir çıkmıştı. Bundan dolayı çok çilelere girdi.
Eğer o ilk tesadüf ettiği kişi Şeyh Abdurrezzak gibi basiretli biri olsaydı bu gibi hallere düşmesine gerek kalmazdı.
Nitekim Gavsul Âzam Hz. bile
”İbrahim İbni Ethem Hz. zamanında olsaydım, onun o debdebesinden, mertebesinden inmesine hiç bir gerek bırakmazdım”, diyor.
Demek ki Rabbimizin vaadinde varmış kaderinde varmış ve o da bu hale gelmiş.
Tabi gerçek mürşidi kâmil olmuş olsa bu gibi mal mülk telef etmeden de aynı fütühat olabilir, nitekim işte bu kimsenin fedakâlığı ve samimiyeti karşısında Rabbimiz böyle bir zâta tesadüf ettirdi ki hem malını mülkünü avdet ettirdi, hem de fütühatla müşerref kıldı.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

ŞAHI NAKŞİBEND’E GÖRE MÜRİDİN ÜÇ HALİ

İşte Şahı Nakşibend’in bu hususta kullandığı ifade bunun isbatıdır.
O da şöyle buyurur:
“Mürşidin, bir müridin geçmişini, o anki halini ve geleceğini görmesi lâzım. Böylelikle tasarruf hakkı vardır. Yoksa tasarruf hakkı yoktur.” diyor.

İşte Gavsul Âzam Hz.nin İbrahim İbni Ethem hakkında buyurduğu bundan dolayıdır.
Yeter ki mürşid basiretli olsun. Onun geleceğinin ne olduğunu bilebilsin.
Allahü Zülcelâl’ın ona olan ilerdeki vaadini görebilsin.
Böyle olursa ona hiç bir şeyden el çektirmeye gerek kalmaz.
Allah’ın izni inâyetiyle.

İşte bu kişinin de geleceğinde bir fütühat görüntüsü vardır.
Yeter ki basiretli olup onu görebilsin.
İşte Şeyh Abdurrezzak vasıtasıyla evvelki halden daha iyi bir hale geliyor.
Hem maddi, hem manevi olarak.

Kardeşlerim,
Mürşidlik karar ve hükümlerle, tahmin ve tasavvurlarla olmaz, değildir de.
Gayet müsbet olmak lâzım.
Zira Cüneyt Hz. şöyle buyuruyor:


كلام الا نبياء عن حظور وكلام الصدقين عن مشاهدة

Demek ki sıddıkîn olan kimselerin kelâmları, konuşmaları mutlaka müşahede ederektir.
Konuşmaları tahmini değildir.
Öyle olsalar, yalancı olurlar.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

MÜRŞİDİN BASİRETLİ OLMASI


Hazreti Şahı Nakşibend (ks) şöyle buyuruyor: "Mürşid odur ki bir müridle karşı karşıya geldiğinde üç devresindeki halini keşfetmesi lazımdır."
Nedir bunlar?

Geçmişi, geleceği ve o andaki hali…
Hattaki bunları bilemiyorsa o mürid üzerinde tasarruf hakkı yoktur.
Bunları bildikten sonra artık terbiyesine geçebilir.
Yoksa nasıl terbiye edecek. Basiretsiz duruma düşer o zaman.
İşte Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın
“basiretli olarak tasarruf ederiz.” buyurduğu gibi.
Geçmişi ezeldeki durumu nasıl, sonrası akibeti neye bağlıdır ve o andaki hali nasıldır bunları bilmesi şarttır.
Bir doktor bile bir hastayı teşhis etmeden nasıl tedavi yöntemi kullanacak?
Bir mürşid karşısına gelen müride böylesine muttali olması lazım ki tasarruf edebilsin.

Hatta Şahı Nakşibend Hz. devamında şöyle der:

"Mürşid böyle olacak, fakat ona gelen mürid candan bir muhabbetle, tam bir inançla, tam bir teslimiyetle bağlanır ve bağlandıktan sonra kendi halini bir teraziye koyarak tartar. Geçmiş devredeki hali ile o an içinde bulunduğu devredeki halini kıyas eder. Eğer Rabbimizin bir feyzi ihsan oldu ise, dünyada masivadan uzaklaşmış ise, Rabbisine karşı fazlaca aşk ve şevk doğdu ise, o müride böylesine bir zâta, mürşide tâbi olmak sohbet etmek farzı ayın durumuna gelmiş demektir."
Mübârek Şah devam ediyor ve diyor ki:
“Herhangi bir kimse bize karşı meylederse veya sevgisinin artışı ile bize intisab ederse, uzak olsun yakın olsun O kimse bilsin ki her an için gece gündüz şefkat menbaından kendisine mutlaka nazar ederiz. Nisbetini terbiye yönünden hiç esirgemeyiz. Yakında veya uzakta olsun hiç fark etmez. Ancak tarikata yakışmayan hallerden uzak durmak şartıyla. Allahü Zülcelâl’in inâyeti ile fazlu kereminden, ihsanından verdiğini hiç esirgemeyiz. Bunu bu şekilde bilsinler” diyerek müjdeler veriyor.

Kardeşlerimiz, İmamı Rabbani Hz. şöyle buyuruyor:


"Her ferd şunu iyi bilsin ki şeriat ve hakikat müttefik ve müttehitdir. Hiçbir farkı yoktur. Birisi mücmel; birisi de mufassaldır. Şeriat mücmeldir. Hakikat mufassaldır. Birisi gaybidir, birisi Şühudîdir. Birisi ilmel yâkîn, birisi hakkal yâkîndir. Birisi teklifatla diğeri ise hevesle ve aşkla yapılır. Çünkü bizzat ayanen görünür. Hülâsa tarikat denilince bunu bir antika olarak görmeyelim. Tarikat, Şeriatle hakikat arasında bir vuslattır. Bir yoldur. Şeriat ilmel yâkîn, tarikat aynel yâkîn, hakikat ise hakkal yâkîndir. Eğer bunun üzerinde bir noksanlık doğacak olursa bilsin ki bu onun kendi noksanlığındandır. Yoksa hakikaten şühûd erbabı olduktan sonra şeriatın bizzat menbağından hakikatin dışında hiç bir şey görmez. Ne kadar kâmil olursa o nisbette kemaliyetini daha iyi fark eder. Şeriate bir kıl kadar muhalefet edildiği takdirde hakikaten de uzaklaşmış demektir."

Aziz Kardeşlerim,
Kâmil Mürşidin fütühat yönleri açıktır.
Bu mürşidler ezelden mücehhez kimselerdir. Çünkü hep ruh üzerine cereyan eder, gelişir, gelişen Kâmil mükemmel bir hale geliyor.
Gelişmeyen de etrafına çok zahmet ve meşakkat verir, çok zararı dokunur. Hem dünyası, hem de ahireti çileli olabilir.
Allah’dan dileğimiz Aşık ve Muhib olan kimselere ve cümlemize kâmil bir mürşid nasib ve müyesser eylesin.
Değil ise daha önce anlattığımız gibi Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a çokça salavat getirmek evlâdır.
Zira kıyamet günü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile livaü’l hamd sancağı altında buluşmaya sebeb ve vesiledir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

MÜRŞİTLERİN TERBİYE METODLARI

Kardeşlerimiz,
Mürşid demek bir yönden de mürebbi demektir.
Allahü Zülcelâl ile kul arasındaki engelleri ve manileri kaldırıp kulu Allahü Zülcelâl’e kavuşturmak için müridi terbiye eden kişi demektir.
Bu vuslatta vasıta olan şahsiyettir mürşid.
(Hatta) Rablık vasfına şeytan bile girişememiştir. Çünkü Şeytan şöyle diyor:


إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ
(Maide /28)

Yani Rabbül Âlemin olan Allahü Zülcelâl’den ben korkarım diyor.
Çünkü Rububiyyet vasfını kendisine mal etmek bir kimseye çok zordur.
Bu sebeble mürşidlik bir nevi terbiyecilik, mürebbiliktir.
Bunu geliştirmek için sorumluluğu vardır.
Allahü Zülcelâl sorumlu tutar. Onun için mürşidlik çok zordur.
Fakat Rabimizin emrivakisi ile gönderilmiş ise, Rabbimiz lâyık görmüş ve kullarına hizmet etmeyi emretmiş ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’da tasvib etmiş ise bunlar müstesnâ.
Bunlara hem Allahü Zülcelâl, hem Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), hem de Sâdât da yardımcı olurlar. Desteklerler ve canla başla kabul ederler.

Hülâsa, Tariki âliyyenin çeşit çeşit yöntemleri vardır.
Esasen seyrü sülük meselesi insanın “evvelâ”
لا اله الاالله demesidir.
Yani Allahü Zülcelâl’den başka ilâh olmadığını, Uluhiyyetin ancak Allahü Zülcelâl’e ait olduğunu ilân etmektir.
Amma denilebilir ki herkes bunu yapıyor, söylüyor.
Evet herkes söylüyor, fakat Allah’tan gayri başka birisinde de varlık hissediyor, bir menfaat hissediyorsa aracılığı değil de bizzat Allahü Zülcelâl’den gayrıya yöneliyor, ondan bir şey bekliyor umuyorsa:
Meselâ, falan kimse olmasaydı benim hayatım sönmüştü; falan şöyle yapmasaydı, vermeseydi ben mahvolmuştum gibi, veya falan kimse benim kaderimi değiştirdi veya kaderimle oynadı gibi lâfları telâffuz ederse, işte bu uluhiyyette bir karışıklık meydana getirmektir.
Onun için bunlar çok ince noktalardır ki
“lailahe illallah” dediği zaman uluhiyyet ancak Allahü Zülcelâl’e aittir demektir.
Eğer bir nimet bir kimsenin eliyle, aracılığıyla geliyorsa, bu kulları aracı olarak kabul etmek gerekiyor.
Zira Mün’im Allahü Zülcelâl’dir.
Bu bütün yönleri ile böyledir.
Kadir Allah’dır.
Mün’im, Mecid, Hâlık sadece ve sadece Allahü Zülcelâl’dir.
Hayat veren, Allahü Zülcelâl’dir.

“Falan doktor olmasaydı ben ölmüştüm. Eğer ben yaşıyorsam onun sayesinde yaşıyorum.” demek doktoru ilâhlaştırmaktır.
Dolayısıyla bu da şirktir, küfürdür.
Bu gibi incelikleri iyi düşünmek ve imanı sağlıklı ve sıhhatli bir hale getirmek lâzımdır.
Uluhiyet denildiği zaman tamamen Cenâbı Hakkı zâtıyla, sıfatlarıyla kabul etmek lâzım.
Evvelâ bunu bu şekilde bilip böyle inanmak lâzımdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

VAHDED-İ VÜCUD HALİ

لا موجودالاالله

Mevcud yok ki illâ Allah’dır, güya nereye bakarsa baksınlar Allahü Zülcelâl’i görüyorlar.
Allahü Zülcelâl’den başka mevcud yok diyorlar.
Buda vahdeti vücuttur. Ve bu çok tehlikelidir.
Başka tarikatlarda çokça bu yöntem vardır.

Kardeşlerim,
Daha önceki bölümlerde anlattık.
Bir kimse terakkiyatta daha kalb latifesinde, onun da birinci çeyreğinde iken vahdeti vücud haline gelmiştir.
“Mevcûdatı yok illâ Allah vardır.” halide gelmiş demektir. Peki bu olur mu?
Eğer bunları ilâh olarak kabul etmişse bu kişi Felâkete adım atmış demektir. Tongaya basmıştır.
Nitekim bu haldeki bir kişinin ilâh diyerek kendi nefsine, ruhuna otuz sene taptığını anlatmıştık.
Peki bu kişinin hali ne olacak.
Aslında bu hal kalb latifesinde olduğu gibi RUH ve SIR lâtifesinde de olur ve vardır. Hafi latifesinde de olur.
Sıfata zât zannıyla tapar bir hale gelebilir.
Eğer bu halde ise yine tevhid tamam değil demektir.
Allahü Zülcelâl’e Vahidun dediği Ahadun dediği zamanda eğer sıfat kısmından telvinat olup şuüd-ü zat diye inanıp bu şekilde görürse yine tevhid olmamıştır.
Sıfatîdir ve zatî değildir.

Onun için bu vahdeti vücut çok tehlikeli bir yöntemdir.
Hatta Ebayezid’in dahi bu devrede söylediği:

سحانى ما اعظم شانى
gibi çok tehlikeli sözleri hep vahdeti vücut devresinde olduğunu gösterir.
Hallacı Mansur da bunun gibidir.
Allah’a şükür Ebayezid’in son dönemlerinde, “Yarab seni hakkıyla bilemedim.” diye beyanı vardır.
İnşallah o hali son devrelerinde geçmiştir.

Onun için bu hususta bu tarikatın piri ve bu tarikatın en büyüğü olan Şahı Nakşibend Hz. ki İmamı Rabbani Hz. leri dahi
“bu sözünden dolayı ben onun talebesi Müridi sayılırım” diyor.

Şahı Nakşibend Hz. nin buyurduğu şudur:


كلما يكون مرنيا اومسموعا اومتخيلا اوموهوما فهو غيره تعالى
ينبغى نفيه بحقيقة كلمةلا


Yani her hangi bir varlık görülüyorsa veyahut duyuluyorsa yahut hayalinden geçiriliyorsa veya tevehhümünden geçiriyorsa bunlar asla ve kat’a Allah değildir.
Zira Allahü Zülcelâl bu gibi hallerden münezzehdir.
Bu gibi şeyleri, halleri Lâ kelimesinin hakikati ile nefyetmesini ve lâ kelimesinin hükmü altına alması lâzımdır, nefi hükmü altına alması lâzımdır.

Zira Kur’an-ı Kerim’de

ليس كمثله شيئ
buyuruluyor.
Yani Allah’ın misli hiçbir şey olmadı ve Allahü Zülcelâl’e benzeteceği şey ancak mahlûktur.
Binaenaleyh mahlûk Hâlıkı tasavvur edemez, tahayyül edemez onu bir şeye benzetemez.
Hâşâ.

İşte Vahdeti vücudda kişi bu gibi tehlikelere basıyor ve diyor ki

لا موجودالاالله
Esasen mevcud yani var olan nesnelerin tamamının ademine yokluğuna karar ve hüküm veriyor.
Halbuki mevcûd vardır.

Meselâ Güneş doğduğunda yıldızlar görünmez. Yıldızlar yoktur, demek doğru bir şey midir? demek mâsivâyı yani Allahü Zülcelâl’den başka şeyi hayalinden, fikrinden, kalbinden çıkarmaktır.
Yoksa mevcûdatı yok etmek demek değildir.
Onun için mahlûkatın mevcûdiyeti vardır.
Allahü Zülcelâl var olduğu gibi onun yarattığı mevcûdat ise Allahü Zülcelâl’nın mahlûkatıdır. Yarattığı şeylerdir.
Bunlar adem (yok) edilemez. Ma’dum değildir, vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Hz. Şahı Nakşibend’in: “Bizim tarikatımızın bidayeti diğer tarikatların nihayetidir.” buyurması bu yöndendir.
Başkalarının Allahü Zülcelâl tüm mahlûkatın ademine çalışıp “Lâmevcüde illalah”a çalışması ve kendisi de bir istiğrak durumuna gelip mevcudatı mahlûkatı yok durumuna getirip her şeyi Allahü Zülcelâl olarak görmek hâşâ her şeye Allah demeye götürür insanı.
Allah korusun bunun sonu zındıklığa varır.
Bu çok tehlikeli bir durumdur.

Vahdetil vücud Şeyh Muhiddini Arabi Hz.leri (Allah rahmet eylesin) Mübârek bu yönden çok uğraşmıştır, ve fehmedemedikleri bir çok (husus) vardır.
En güzeli Şahı Nakşibend Hz. lerinin tezidir. O da, “La mevcude illallah” demek (kalbten) masivayı yok etmektir.
Allahü Zülcelâl’den gayrı herşeyi (kalbten) silmek yok etmek demektir, isterse sıfatı olsa dahi onu da yok edip tamamen Allah’ın vahdaniyyetine kendisini bağlamaktır.
O da
لااله الاالله dır.
Bu nefinin altında (kapsamında) yani Lailehe’nin nefi tahtında, hükmü altında her varlığın nefi vardır.
İllallah ile ancak ve ancak Allah müstesna demekle Alllah’dan gayrı hiç, ama hiçbir ilâh olmadığının tasdikidir.
Zira Laileheillallah’da hedef tekdir, birdir.

“Lâ mevcuda illallah” gibi sözlerle mevcudatın ademine çalışmak her gördüğüne Allah diyecek hâşâ böyle değil, bu halin ne kadar tehlikeli olduğunu fehmetmek o kadar zor değil…
Bu hal tehlikeli olduğu gibi çok da uzundur.
Mahbubiyet muhtasar olanıdır Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın şu hadisinde gayet net olarak belirtiyor.
Şöyle ki:


ان الله عز وجل اذااحب عبده ابتلاه فاذاصبر اجتباه واذا رضى اصطفاه
من احب لقاءالله احب الله لقانه و من كره لقاء الله كره الله لقائه


Ravisi: (imamı Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesaî.)

Kim ki Allahü Zülcelâl’e muhabbeti kendisine tamamen hasrederse ve mülâki olmayı isterse, Allahü Zülcelâl de ona mülâki olmayı sever, ama Allahü Zülcelâl’de ona mülâki olmaya ikrah ederse Allahü Zülcelâl’de ona mülâki olmaktan ikrah eder.
Esasen Allahü Zülcelâl bunların kalblerini öyle bir hale getirmiştir ki kalbleri muhabbetle dolu, fuadları aşkla dolu, sırları da vecd ile doludur.
Bu minval üzere olan bir kimse istifa ehlidir.
Fikirleri, hayalleri, kalbleri mâsivâdan âridir.
Düşündükleri tek şey şühud halidir.
Cemâli bakemâle mazhar olmaktır.

İşte o zaman:

لامعبود الا الله
Vuslat buna deniliyor.
O zaman vuslat bulmuş, mürşid olmuş, işte o zaman müridin muradı olmuştur. Çünkü mürid bir taleb sahibidir, bir muradı olmuştur. Çünkü, mürid bir taleb sahibidir bir muradı vardır.
Murad ise müridin talebini verip muradı olmaktır.
İşte böylesine yetişmiş bir zât bundan sonra müridlerine murad olur.
Fakat bu hale gelmiş bir zât sanılmasın ki kendisinde bir varlık hissettin, çünkü huzur huzurullahdır.
Bu huzurda öyle debdebelik, arbedelik geçersizdir.
Ne ilmi, ne ibadeti, ne derecesi, ne de mertebesi yoktur ve geçersizdir. Çünkü Huzurullah büyük bir huzurdur.
Orada acziyyet, fakriyyet ve mahviyyattan başka hiçbir şey geçmez.
Kulun bütün vasıfları orada yok (hükmündedir.)
O kapıya bu şekilde gidilir ve Rabbimiz de ondan sonra dilediği gibi tasarruf eder.

İşte ondan sonra Allahü Zülcelâl o kulunu irşad için gönderir.
Kullarını irşad için emir verir, işte emrivâki budur. Yoksa kendiliğinden gelmez.
Bu gibi zâtlar bu liyâkati kendilerinde görmezler, kendilerini buna lâyık görmezler, fakat Allahü Zülcelâl kullarına hizmet etmesi için onu tasvib eder.
İşte bu şekilde emrivaki ile gelenlere Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’da daima yardımcı olur ve destek verir.

Kardeşlerim,
İşte, mürşidlerin ve tarikat ehlinin vahdeti vücud hakkında telaffuz ettiklerini kısa da olsa anlatmaya çalıştık.
Az çok vahdeti vücud halini izah ettik.
Nasıl tehlikeli bir hal olduğunu anlamışsınızdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

VAHDETİ ŞÜHUT HALİ


Fakat vahdeti şühûd hali böyle değildir.
Vahdeti Şühûd haline gelince kişi halâs durumuna gelir.
Vahdeti şühûdun telvini yoktur. İstikrarlıdır.
Güneşi hiçbir zaman yok olmaz. İşte mürşidin kâmili ve ekmel olanı şühûd olan mürşiddir.

Hülâsa: Daha önce anlattığımız gibi kişinin önce kalbi, Rab ile nefis arasındaki on bin hicabı yok etmesidir.
Aynı zamanda kalbteki terakkiyet yönünden bölümleri dört bölüm, dört kademelidir.
RUH, SIR, HAFİ de aynı şekildedir.
AHFA’ya varıncaya kadar yani ahfanın gayrı diğerlerinde mutlaka sıfatın zılalı vardır.
Ancak Ahfa kısmında şuûndan sonra şühud hali net olabiliyor, Ancak bu halde mürşid kamil ve ekmel olarak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın hükmü altına girip kurtuluş ve halas haline eriyor, bunu imamı Rabbani buyuruyor.

İşte bu makâmdaki zât ğavsiyyet makâmında olabilir, hatta onun üstünde olan hilâfet makâmında da olabilir.
Bu tamamen onun kabiliyyet ve istidadına göredir. Çünkü bu makâm öyle kolay ulaşılacak bir makâm değildir.
Bu makâmdaki zâtlar müstesna şahsiyetlerdir.
Tabi bunlar da aynı seviyede değildir. Çünkü Hz. Sıddık’ın (ra) da şühûd hali var, diğerlerinin de şühud hali var, fakat aynı olduğu söylenemez.
Onun için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın hükmü altında yetişen ancak sıddıki meşrebden olması lâzım.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

VELAYETİ SALİHİN VE VELAYETİ SIDDIKİN

Zira velâyet iki kısımdır.
Biri velâyeti Salihîn birisi de velâyeti Sıddıkîn’dir.
Bu anlatılan dereceye çıkabilmesi için ancak sıddıki meşrebden olması lâzımdır.
Salihin olan zât bu dereceye yetişmez. Zira Kur’an’da da şöyle buyrulur:

مع النبيين والصدقين
Nebiden sonra hemen Sıddıkîn geliyor, bunlar esasen Resullerin mirasçılarıdır.
Ulül Azim kısmındandırlar velâyetleri dahi Sıddıkîyedir.
Kardeşlerim,
Bu yolun yolcularının en yiğit olanlarından Hz. Şahı Nakşibend’den bu hususta bir iki nakil yapmak yerinde olur.
Mübârek şöyle buyuruyor:

“Bu kapıya geldiğimizde iki yüz kişi idik. Zillet ve meskenet içerisinde azmettim ve cehd ettim, bunları sebk (geçmek) etmekliğe azmim vardı. Bu yönden Allahü Zülcelâl’in inayeti ile sebk etmiş oluyoruz ve netice olarak nefsimi hiçbir nesne kalmadı ki yeryüzünde tüm mahlûkata arz ettim. Nefsimden daha zelil, daha hakir hiçbir nesne görmedim. Hatta insanlardan ve hayvanattan çıkan nesnelere dahi arz ettim. Umumiyetle nefsim kadar menfaatsiz olanı görmedim, Hatta bir köpek tersiyle karşılaştırdım. Burda biraz durakladım. Bunda menfaat görmezmiş gibi oldum. Hatırıma böyle bir şey geldi. Neticede nefsimin bundan da noksan menfaatsiz ve zelil olduğuna karar verdim. Yani hiçbir şeyi kendi nefsimden daha hakir, daha zelil görmedim.
Bunun karşısında Allahü Zülcelâl’in inayeti sebk ederek bu fakire hatiften şöyle bir (nida geldi):
"Ey kulum taleb et, Hazretinden taleb et."
O anda tevazuan dedim ki "İlâhi Rahmetinden, inayetinden bir katrecik." deyince:

ان الله غيوريحب الغيور
“Allahü Zülcelâl gayretkeştir, gayreti sever.”
Karşılığında "Ey kulum kerimden bu kadarcık mı istiyorsun?" buyurdu.
O zaman kendi yüzüme bir şamar (tokat) attım ve bu şamarın acısını günlerce hissettim diyor ve o anda
"İlâhi Kerem ve ihsanından, rahmetinden, inayetinden denizler ver ki buna karşı tahammül için güç ve takat ver Yarabbi." diye istedim ve Rabbimizin kerem ve ihsanına bu şekilde nâil oldum,” diyor.
İşte bu gibi gayetkeşliği sebebi ile müridlerine de anlatırken diyor ki:

“Bakınız ihmal etmeyiniz, ciddiyetle, zillet ve fakriyyatla bu yolla buna gayretkeşlik gösterip yücelmek ve teraki etmek için ayak basmanız gerektiğinde ayağınızı başımın üstüne koyun ve çıkın. Eğer gerektiğinde böyle yapmazsanız size hakkımı helâl etmem, yeter ki yücelmek için gayretkeş olun.”diyor.

Yine şöyle buyuruyor Hz Şahı Nakşibend (ks):

“Benim Sâdâtların ruhaniyyetleri ile çok alâkam, ilgim vardır. Bahusus irtibatımın yirmi senesinden fazlası iki zâtın ruhaniyetinden hiç ayrı kalmadı. Bunlardan biri Üveysil Karani Hz. dir. Onun Ruhaniyyetine bağlılığım vardır. Diğer zât ise İmamı Muhammed İbni Aliyyil Hakimit Tirmizi’dir. Bu iki Zâtın yirmi seneden fazladır, bunların ruhaniyyetlerinden ayrı kalmadım,” buyurarak Üveys Hz.lerinin Ruhaniyyeti ile irtibatı kurmanın sebebi şudur diyor:

له اعظم تأسيرفى الانقطاع التام والتجردالكلى عن العلا ئق الباطنيةو الظاهرية
“Zira Üveys Hz.lerinin Ruhaniyyeti ile irtibatı kurmanın sebebi şudur ki mâsivâdan alâkayı kesme yönünden en tesirli bir kimsedir ve mücerred duruma getiriyor. Yani onun Ruhaniyyeti Hal ve mâsivâ ile olan alâkayı kesmekte büyük bir tesirat veriyor ki bundan mücerred bir hale getiriyor. Batıni olsun, zahiri olsun mâsivâdan tamamen irtibat ve alâkayı kesmeye tesir eden Üveys Hz. lerinin ruhaniyyetidir. Onun ruhaniyyetinin bu yönden çok tesiratı vardır. Mahlûkatın tesirinden kurtardı, imamı Muhammed bin Aliyyit Tirmizi’nin ruhaniyeti ise, yani bunun ruhaniyyeti ile beraber olmamın sebebi ise onun Ruhaniyyeti ile olmak insanda herhangi bir sıfat bırakmıyor. Onun ruhaniyyeti ile olan kendisinde kesinlikle hiçbir sıfat görmüyor, onun ruhaniyyetinin tesiri de bu yöndedir. Benlikten eser bırakmadı. İşte bu iki zatın ruhaniyetleri ile irtibat kurmuş ve bu iki zatın ruhaniyetleri ile yirmi sene muttasıf olmuştur.”
Demek ki her ikisi de şühud erbabıdır ki insanı bu hale getiriyorlar.
Zira bu gibi zâtlarla irtibat ve alâkası olan kimsede hiçbir şekilde mâsivânın tesiri olmuyor, olamaz da.
Nitekim Mübârek Şeyh Alaaddin (ks) Hz. leri kendi Şeyhi Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ile alâkalı olarak anlatırken her zaman söylerdi ve buyururdu ki:
“Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks), kalbi ile Üveys’in kalbi aynıdır, eşittir,” derdi. “İkisi de aynı kalb sahibidir,” derdi.
“Ancak aradaki fark Üveys’in Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a yakın oluşudur,” buyururdu.
Hz. Şahı Nakşibend’in ne demek istediğini buradan rahatlıkla anlamış oluyoruz.
Mübârek Şahı Nakşibend’in şöyle bir nazmı vardır.

ان التعلق باالسوى اقوى حجاب
والتخلص منه فاتحة الوصول

Yani mâsivâ ile alâkan bulundukça bu alâka fütuhatı engelleyen en güçlü hicabtır.
Ne zaman ki mâsivâdan halâs olursan fütuhatın açıktır.

Hatta ki vuslat ehli olursun, visâl ehli olursun.
Resim
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön