MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Değerli Papatya kardeşimiz hakk dersiniz.. Allahü zü'l Celâl böylelerine fırsat vermesin inşaallah..
Siirtli Hocamız Muhammed Sıddık (k.s.) efendinin ruhu şad olsun.. Sözleriyle şu ahir vakitte bize sıratı müstakim yolunu gösteriyor..
Muhammedi Muhabbetlerimizle.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerimiz,
Rabbimizden dilediğimiz şudur ki, Tevfikatıyla Refik eylesin, Hakkı Hak bilip Hakka tâbi olanlardan, batılı batıl bilip batıldan sakınan kullarından eylesin.
Rabbimizin meded ve inayetine sığınırız, bize hayırlısı ne ise ona muvaffak kılsın.
Şeyhimiz ile alâkalı hali anlattıkça uzar gider, biz gayet kısa bir şekilde anlatıp bir sonuca varmak ihtiyacı duyulduğundan kısa geçeceğiz.
Zira dinleyen için bir kelime dahi yeterlidir, dinlemeyen için ise ne kadar anlatır isek anlatalım faydasızdır.
Hani bazen derler ki anlayan için bir ayet bir hadis yeterlidir, bu inanan için böyledir.
Fakat inanmayan anlamayan için yüz ayet yüz hadiste olsa inanmaz, ama inadından, ama ifratından dolayı veyahut hasedinden dolayı, herhangi bir sebebten dolayı kabullenmez, anlamak istemez, saplandığı bir fikri vardır.
Aslında hak hikmet kimden olursa olsun alınması caizdir.

Zira şöyle buyurulur:
Resim
Yani,
"hikmet müminin yitiğidir, kimde bulursa bulsun alması caizdir."
Bu kimse ister gayri müslim olsun, bir hikmet durumu varsa ondan dahi alabilir, önemli olan alınan şeyin hak olup olmadığıdır.
Hak haktır, bâtıl bâtıldır.
Ne sevdiğimizden dolayı hakkı bâtıl ederiz, ne de sevmediğimizden dolayı batılı Hak ederiz.
Böyle şey olamaz, insan daima mutedil alelhak doğru ne ise doğrudan yana olmalıdır.
Doğru olmayana sahib çıkmamakta herkesin hakkıdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
papatya
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 8
Kayıt: 17 Nis 2009, 02:00

Mesaj gönderen papatya »

"Zira dinleyen için bir kelime dahi yeterlidir, dinlemeyen için ise ne kadar anlatır isek anlatalım faydasızdır.
Hani bazen derler ki anlayan için bir ayet bir hadis yeterlidir, bu inanan için böyledir.
Fakat inanmayan anlamayan için yüz ayet yüz hadiste olsa inanmaz, ama inadından, ama ifratından dolayı veyahut hasedinden dolayı, herhangi bir sebebten dolayı kabullenmez, anlamak istemez, saplandığı bir fikri vardır. "


Kardeşim ANKAKUŞU,

Ne güzeldir söylenen sözler.
İlimde bir kelime öğrendiğimde kalbimde sıcaklık ve titreşim yaratıyorsa sımsıkı sarılır ve üzerinde derin tefekküre girerim. Çünkü bana ait bilgidir derim. Bazende öğrenilen bilgi kalpde hiç tesir etmez. Bana ait değil derim. Rabbülaleme sığınıp yargılamadan bir kenara koymaya gayret ederim. Nedeni ise idrakte ötelenmeyi niyaz ediyorsanız her an gelişmektesiniz demektir.
"Allahım nefsimin gönlüme secde etmesini ve idrakimin ötelenmesini hidayet et" derim.
Saplantı fikri benimseyenler bile değişebiliyor. Öyle insanlar gördümki o nitelikte olanlar daha hızlı değişebiliyorlar. Allah bizleri onlara vesile eylesin.

Saygılarımla
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

VAHİY - İLHAM - RÜYA

Kardeşlerimiz,
Mübarek Şeyhimiz ile alâkalı bir rüyamız vardır, onu sizlere anlatmak istiyorum, gerçi Mübareği rüya yolu ile anlatacak olursak rüyalar bitmez tükenmez.
Fakat biz rüya yönüne fazlaca girmeyeceğiz.
Ancak bu rüyayı anlatmayı zaruri görüyoruz, bunu anlatma zorunluluğumuz var, inşallah faydadan hali değildir.
Zira rüya nübüvvetin kırkaltı cüzünden bir cüzdür.
Kırkaltı cüzünden bir cüz olmasının nedeni Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın risaleti yirmi üç sene devam etmiştir, bunun altı ayını rüya yolu ile geçirmiştir.

Resim

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) öyle bir rüya görüyor ki âdeta fecir gibi açık tabiki müsbet rüyalar.
İşte altı ay böyle rüya ile geçirmiş, ondan sonra vahiy başlamıştır.
Onun için bu altı aylık rüya yönü müminlere bir hadiyedir.
Vahiy enbiya içindir, ilham evliya içindir.
Müminin işi de rüyadır.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) evliyaya ilham yönünü bırakmıştır, müminlere de rüya yönünü bırakmıştır.
Müminlerin rüyası da gerçektir.
Çünkü nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür.
Bu sebeble umarız ki bu rüya da bu nevidendir, sağlılı sıhhatli olduğundan hiç şüphemiz yoktur, inşallahu teâlâ.

Kardeşlerim,
Bir gün sabah namazından sonra, dersimizi ve gereken şeyleri okuduktan sonra içtenlikle gelen bir istekle şu mübarek sâdâtı nakşibendiyenin onlara karşı olan muhabbetimizden, aşk ve şevkimizden arzuladık, bunların tercüme halini bir parça okuyalım diye başladık.
Evvelâ fahri âlem aleyhisselatu vesselamdan Hz. Sıddık (ra), Hz. Selmanı Farisi, Hz. Kasım İbni Muhammed ve Caferi Sadık (ra) ve Ebayezidi Bestami, Ebül Hasanı Harkanî, Aliyi Fermadi, Yusufu Hemedanî, Abdulhaliki Gücdevanî, Arifi Rivegeri, Mahmudu Fağnevi, Aliyi Ramiteni, Eşşehidi'l Azizan, Muhammed Baba Semmasi, Seyyit Emir Külal, Şahi Nakşibend Hz., Alaaddini Attar Hz. silsile olarak buraya kadar geldik, inceden inceye.
Fakat Alaaddini Attar'a gelince daha önceki bölümlerde de geçti, Muhammed Farise Hz. nin yazdığı ve Ubeydullahi Ahrar tarafından ilân edilen ve Muhammed Farise'nin, Hz. Alaaddini Attarın vefatı anında sekerat halinde iken kullanmış olduğu kelimeyi, evet o zaman da şöyle demiştim;
"şu ana kadar hâlâ bu kelimenin etkisinden kurtulamıyorum."
O zaman söz vermiştik, onu şimdi anlatmaya çalışıyoruz.
O anda şöyle buyurmuş;
"Rabbimizin inayeti ile ve Hz. Seyyidi Şerif Seyid Şahı Nakşibend Hz.lerinin meded ve himmeti ile vermiş olduğu manevî kuvvet ile irşad yönünden (o kadar güç sahibi kılmış ki) bütün insanlara karşı muvacehe kılsam bunları tamamen âdeta vasilin duruma getiririm ama Rabbimizin kaderi dışındadır, tabi bu kadere bağlıdır."

Mübarek sâdâtların tamamını durduran ve ellerini kollarını bağlayan kaderdir.
Kaderin dışında bir şey işleyemezler, fakat güç var o güç verilmiş.
Allahü Zülcelâl kendilerine yeterince kuvvet vermiştir. Bu mümkündür.
Eğer gelen kimse inanarak gelmişse.
Zâtın biri Ebul Hasan el Halkaniye soruyor,
"bize biraz Ebayezit'den bahseder misiniz?" o da diyor ki "efendim Ebayezid'den nasıl bahsedeyim o öyle bir Mübarek zât idi ki karşısına gelen kimseye, bir nazar kıldığı zaman hemen hallederdi" dediği zamanda, o zât diyor ki efendim sizin anlattığınız bu hal Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a dahi nasib olmamıştır.
O zaman Ebul Hasenil Harkâni diyor ki,
"evet şimdi sizin ne demek istediğinizi anladım"
Bu hal Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a nasib olmamış demek değildir, bu ancak karşısına gelmiş olan kimseye bağlıdır.
Çünkü Ebu Cehil ve Ebu Leheb ve benzerleri cenabı Rasulullah'a nazar kılarken ona Rasul'dür, nebidir diye bakmıyorlardı, bu inanç sahibi değillerdi, Ebu Talibin yetimidir, Abdullah'ın oğludur diye ona bu nazarla bakıyorlardı.
Bu nazarla baktıkları için buna muvaffak olamıyorlardı.
Eğer gerçekten risaletini resulluğunü anlasalar, kabullenseler, arzuladıklarının daha fazlasını bulurlardı.
Evet, esasen münkir saf dışıdır, böyle kimseyi halledemez ki, ancak Ebayezide inanarak gelirse hallederdi, bu da sadece Ebayezide bağlı, ona mahsus bir hal değildir, saydığımız tüm zâtlar için bu hal geçerlidir.
Evet birbirlerine karşı üstünlükleri vardır, meselâ Şahı Nakşibend gibi, Abdülhâliki Gücdüvani gibi, Yusufu Hemedanf gibi.
Bu Mübarek zâtlar karşısında olan bir kimse eğer inanarak, kabullenerek o nazar ile olsa onu halleder, fakat o nazar ile bakmadığı takdirde bu hal olmaz.
Çünkü:

Resim
"Mümin müminin aynasıdır."
Bu şekilde bakmak lâzım ki ona tesir edebilsin.
Hülasa kardeşlerim, bu anda Rabbimiz de şahittir.
Rabbimize nasıl teşekkür edeceğimizi, nasıl minnettar olacağımızı, böylesi zâtlarla karşılaştıran, bu Mübareklerle karşı karşıya getiren Allahü Zülcelâl'e nasıl şükredeceğimizi bilemiyorum.
Şükretmekten aciziz, zira, Allahü Zülcelâl biliyor.
Hiç şek ve şüphemiz yok, mensub olduğumuz zevat bu anlatılan zâtlardan noksanlıkları yoktur, eğer fazlalıkları yoksa noksanlıkları yoktur, İnancımız böyledir, bu gerçeği ilân ediyoruz.
Bir noksanımız varsa Allahü Zülcelâl öbür âlemde bizi bu yönden sorumlu tutsun, inancımız budur.
Yine Alaaddini Attan nasıl Hazreti Şah yetiştirdi, bu hale getirdi ise; Hz. Şah Ali Hüsameddin'in yetiştirmiş olduğu Mübarek Şeyhimizin ismi de ismine denk düşünce hiç şüphemiz kalmadı, ve Allahü Zülcelâl'e nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim o anda.
Bu kuvvet azizeyi bu şekilde geniş ve yaygın olarak kabiliyet ve istidatlarına karşı beni tamamen mestu hayran etti.
O anda böylesine mestu hayran durumda iken kendimden geçmişim.
O anda tam zevale yakın bir devredir, kahvaltı dahi yapmamışım, o ana kadar da hiçbir şeyle meşgul olmamıştım.
O anda Mübarek Şeyhimizi göz önüne getiriyorum, Mübarek o zaman hayatta idi.
Mübarek Alaaddini Attan da göz önüne getiriyoruz, bilhassa Şeyhimiz fazlalık olarak da Seyid idi ve tezleri birbirine benziyordu. Çünkü Hz. Alaaddini Attar'ında mahviyet yönü çok acayib idi.
Bidayetinden beri Şahı Nakşibend ona o yöntemi kullanmış ve daima nazarı altında yetiştirmiş, âdeta her ikisinin de yetişme halleri birbirine benzer.
İrşad yönünde de geniş bir yetki ve selahiyetleri var, tesiratları var, görüntüleriyle sözleriyle, hallediyorlar.
Bu sebeble Rabbimize nasıl şükredeğimizi bilemedim, bu şekilde mestu hayran oldum.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ile Şahı Nakşibend'in devri arasında büyük bir fark vardır, yani Hz. Nakşibend de, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin de bulunan hal ve vasıfların, daha üstün hal ve vasıfların olduğu ve varlığını düşünemiyorum.
Bir kere Hz. Ali Hüsameddin de bulunan vasıflar, amma teceliyyat yönünden, amma Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile irtibat yönünden bundan daha ötesini yani Hz. Ali Hüsameddin'den daha üstün olanını bilemiyorum.
Dolayısıyla işte yetişme tarzı birbirlerine benzediğinden dolayı Rabbimize binlerce defa şükrettik ve içimizde âdeta bir ferah ve sürür duyduk.
Zira Alaaddini Attar'ın kıymet ve değerinden bahsederken diyor ki, Hz. Şahı Nakşibend'in vefatından sonra hülafa ve müridanları tamamen kendisine bıraktı ki, Hz. Muhammed Farise gibi bir alim, Akdemül Hülafasından olmasına rağmen kayıtsız şartsız Hz. Alaaddin Attara teslim olmuştur.
Teslim olmayan hiç bir hulefa, hiç bir kimse kalmadı.
Bu mestü, hayranlık içinde kendime güvene geldi, ferah ve sürür verdi, bu haller dolayısıyla kendimden geçmişim, uyumuşum.
O anda zevale yakın bir zamanda idi, şöyle bir rüya gördüm; Siirt'te memleketteyiz, Mübarek Efendimizin dergâhında dikeliyorum. Dergâhın dış kısmındayım.
Baktım ki, Mübarek beyaz bir taksi ile geliyor, taksiyi süren Şeyhimizdir.
Mübarek o taksiyi o yokuştan nasıl çıkardı? Çünkü olduğu yer hayli yokuştu, o yokuştan tamamen çıkardığı gibi Mübarek defnolacağı kubbenin yanına kadar getirdi.
O anda da Mübarek kapısını açtı ve kubbeye doğru yöneldi. Üzerinde beyaz elbise ve gri renkli pardesü vardı, arka koltukda da Muhammed Farise Hz. oturuyordu.
Hani biz dedik ya Muhammed Farise kayıtsız şartsız Alaaddin Attar'a teslim oldu. Aynı minval üzere bu fikrimizdeki olan iyice tesirat yapmış ki, Hz. Muhammed Farise arka koltukta oturuyor. Üzerinde de deve tüyü rengine benzer bir abası vardı, bir hayli kabadayı bir hali vardı, orada oturuyor.
O takside kalınca benim içimden de gidip indirmeye çalışayım diye geçti. Fakat bizden evvel bir cemaat onu indirmeye çalıştılar, içlerinden birisi de Şeyhimizin ortanca oğlu idi.
Hep beraber onu taksiden indirdiler.
Bundan mahrum olduğumdan dolayı müteessir olmuşum, hatta yüzümde dahi müteessir oluşumun eserleri peydah olmuş.
O anda rüya değişti, bir odanın içinde sadece Mübarek Şeyhimiz ve bir de biz aciz varız, yalnızca ikimiziz, Mübarek benim yüzüme baktı,
"ne oldu Muhammed Sıddık?" diye sordu.
Ben de
"efendim, Muhammed Farise'yi indirmek istedim, fakat fırsat vermediler, onun için üzüldüm" dedim.
Mübarek sağ elini kaldırdı ve bizi âdeta yastık edercesine yaslanmak üzere bir koltuğuna aldı, üzerime yaslandı.
Tabi Mübareğin sağ tarafı bizim sol tarafımıza geliyordu. Ben de o zaman neden sol tarafımızı vermişiz diye düşünürken o anda aklımıza gelen, sol tarafta kalbimiz olduğu için bu yönden olmuştur ve soluk alış verisini dahi hissediyorum.
Sonunda rüya değişti, o yüzümüzdeki üzüntülü eserler değişti ve eski durumunu aldı.

Kardeşlerim,
Taksinin durumuna gelince, ben o anda yani taksinin gelişinde dergâhın önünde duruyordum.
Taksi, kıble tarafından kuzeye geliyor ki Mübareğin şu anda Medfun bulunduğu kubbenin altına gelmiş oluyor, yokuş olmasına rağmen oraya gelmiş.
Beyaz bir elbise var, biraz gri rengine çalıyordu beyazlığı.
Muhammed Farise arkasında olunca biz o anda taksiye baktığımız zaman pencerelerinin bir kısmı bize doğru yani doğu tarafına geliyor, öbür tarafı da batı kısmına geliyor.
Şöyle taksinin pencerelerinden karşıya baktığımız zaman batıda güneş batmak üzere, bu şekilde batıda güneş tamamen inmiş, batmak üzere.
Tabi o anda hiç bir sebebini hiçbir tahlile kalkışmadım ve bilemiyorum, böylece kalktım.
Şimdi hikmeti azimesine gelince, mübareği o andan itibaren fazla sürmedi, artık bu ayrılık ve firkattir.
Bu şekilde demek ki rüyayı zeval devresinde görüşümüz, o takside görmüş olduğumuz güneşin batma yönü demek ki her kemalin bir zevali vardır.
Zeval devresinde görülen rüya demek ki kemaliyet.
Güneşin batmak üzere olması da zevâle-sona diye anlaşıldı.
İşte bu rüyanın tabiri sonradan yani vefatından sonra anlaşılmış oldu.
Muhammed Farise'nin arkasında oluş sebebi ise; Bu da sonradan anlaşıldı.
Zira Muhammed Fariseyi indiren kimseler Şeyhimizin vefatından sonra tamamen doğrudan doğruya gidip Muhammed Bahaddin Hz. intisab ettiler, oraya iltica ettiler.
Bunun da bu şekilde oluşunu o zaman fehmettim.
Nasıl ki Mübarek Hz. Alaaddini Attar'a tüm hülefa, hatta Muhammed Farise gibi bir şahsiyet bile kendisine kayıtsız şartsız teslim olduysa Şeyhimize, Hz. Ali Hüsameddin'den sonra oğluna varıncaya kadar, hepsinin kendisine teslim olduğunun delili oldu, Muhammed Bahaddin Hz. bu Muhammed Farise'nin timsali ve teslimi durumunda oldu.
Çünkü o anda Muhammed Farise yok. Anlaşıldı ki o bizim fehmettiğimiz Muhammed Farise, Muhammed Bahaddin Hz.dir.
Mübarek Pirimizin Şahımızın oğlu olmasına rağmen o da böyle kayıtsız şartsız teslim olmuş, arkasında oturuyordu.
İşte Mübarek taksiden inince artık kendisi kaldı ve bunlar indirmeye çalıştılar, ama bunda bizim nasibimiz olmadı, indiren kimseler tamamen varıp kendisine intisab ettiler.
Alacaklarını aldılar, icazet ve benzeri gibi.
İşte rüya, işte tabir, aslında kendi kendini tamamen ne ise tâbir ve te'vil etmiş oluyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »


Kardeşlerimiz,
Bir gün Konya'dan bir zât gelir. Ağabeyimgile geldiğinde, ağabeyim bu gibi kimseleri sever, onlardan faydalanmayı arzu eder, bir talebleri varsa araştırır, bu yönden girişkendir.
Gelmiş olan adam, şeyh aramaktadır.
Anlattığına göre çok yer gezmiş, hemen hemen gitmediği yer kalmamış. Gerçekten bir şeyh arıyor.
Hatta bu zâtın Muhammed Ali Hüsameddin ile bir yakınlığı akrabalıkları vardı, teyze zâde diye tabir ediliyor, ama ne yönden, nasıl bir akrabalıkları var bilmiyorum.
O geldiğinde Mübarek şeyhimiz Diyarbakır'a gittiğinden tesadüfi memlekette değildi.
Bu meyanda Şeyhimizin ağabeysini duyar oraya gider.
Oraya gidip geldikten sonra ağabeyime anlatıyor ve diyor ki: İlmine gerçekten diyecek yok alimdir, fakat mürşidlik vasfı yoktur, diyor, yani tatminkâr değildir. Tatmin edemiyor.
Herhalde kendisinde bir kabiliyet, bir istidad var ki kendisini öyle rast gelene Şeyh diye teslim etmiyor, teslim olmuyor.
Gerçek hakikî bir mürşid arıyor ki böyle birisini bulmak için yola düşmüş, diyar diyar gezip arıyor.
Sonunda kaderi öyle imiş ki bir iki gün orada kaldıktan sonra Şeyhimiz teşrif etmiş.
Mübareği ziyarete gittikten sonra onu görünce mestu hayran olmuş.
Teslimiyeti külli ile teslim olmuş.
Artık nasıl cereyan etmiş, artık gidiş, o gidiş aradan zaman geldi zaman gitti, Mübarek Şeyhimiz bu dünyadan göç etti. Kaderullahdır.
Bu dünyada hiç kimse baki değildir ebediyyen kalmayacaktır da. Kalacak olsa idi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kalırdı.
İnsan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ı göz önüne getirince herşey kolaylaşıyor.
Musibeti azime esasen Rasullullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın vefatıdır.
Onun için herhangi bir kimse vefat ederken ibret verecek olan, sabra yöneltecek olan tek vesile Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ı hatırlamaktır.
Bu sebeble işte şeyhimiz de dünyadan göç edince vedâlaşarak gitmiş Kuddise sırrıhulaziz.
Uzun aradan sonra aynı bu şahsiyet ziyaret için tekrar memlekete gelmiş.
Şeyhimizin vefat ettiğini biliyor yada bilmiyor bunu bilmiyoruz.
Mübarek geldiğinde doğrudan doğruya hiç kimse ile irtibat kurmadan yukarıya çıkmış, türbenin olduğu yere.
Bu Muhammed Bahaeddin'e mensub olan Şeyhimizin ortanca oğlu orada duruyordu.
Kubbede bazı tadilâtlar yapıyor, bir şeyler sermek süpürmek gibi şeylerle meşgul oluyordu.
Bu şahıs geldiği zaman selâm vermiş, ayağında bir lâstik pabuç kalendervâri bir dervişvâri hali vardır.
Biraz konuştuktan sonra; "Sen bu zâtın evladlarından mısın? Muhiblerinden misin? Veyahut buranın hizmet yönünden görevlilerinden misin?" diye sormuş.
Kendiside "hem evlâdıyım, hem de hizmetçisiyim" diye cevab verir.
O zât da "afetim evlâdım yerinde söz söylediniz," diyerek kendisine rica eder; "Evlâdım beni türbede bu Mübarek Şeyhim ile başbaşa bırakır mısın?"
Çünkü bu kubbe vakti ile Şeyhimiz için yapılmamıştı.
Çünkü ağabeysi ondan evvel vefat etmişti. Bu türbe de onun için yapılmış.
Mübarek Şeyhimiz Şeyh Alaaddin Hz. öteden beri külfet taraftarı olmadığı için o da o kubbenin arka tarafında yatıverdi.
O da şöyledir; Mübarek, ağabeysinin arka kısmında baş tarafı batı tarafa fazlaca çıkık ağabeysinin ayakları ağabeylerinin omuz hizasına gelecek şekilde böyle bir halde kubbenin arka kısmında yatıyor.
Vallahi Şeyhül Hazin dahi bazı rüya yolu ile bu şekilde dahi medfun olmasını hoş görmemiş. Çünkü Alaaddin benim iftiharımdır.
Müstakil bir halde olsa idi daha çok sevinirdim diye.
Ama Mübarek Şeyhimiz her hali ile külfete, zahmete taraftar olmadığı için bu halde olmasını arzuladı.
Evet o kubbe Şeyhimizin kendi yeridir. Kendi mülküne yapıldı.
Mübarek oranın ismini de "Darüssafa" olarak verdirmiş. Safa yeridir.
Bunun hikâyesi çok uzundur, onun için anlatmayalım.
İşte Mübarek o kubbede darüssafada medfundur.
İşte bu gelen zât oğluna diyor ki; "Evladım beni burada biraz yalnız bırak."
Şeyh Esireddin kendisini rahat bırakır, dergâha gider oturur.
O zât bir müddet kubbede kaldıktan sonra dergâha gelir, ama yüzünde öyle bir hal vardır ki mestu hayran durumu vardır.
Öylesine tesirat yapmış ki, bir hoş hali var, Mübareğin konuşmaya bile medarı yok.
Esireddine soruyor.
"Evlâdım Esireddin senin baban Şeyh Alaaddin Hz.leri farzet ki şu tarikat-ı aliye Nakşibendiye şu dünya çapında dünyaya bir deniz nazarı ile bak, o denizin ortasını da Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a varılacak yer kabul et. Bu deniz kenarında ortaya varabilmek için bir çok yollar vardır. Vallahi bu anda dünya çapında Şahı Nakşibend yolu, Hz. Sıddık'a varan yolların bir çoğu da çökmüştür, ya da inkıtaya uğramıştır veya bazı yönleri mutlaka bozulmuştur. Bu yolların içinde vallahi en sağlıklı ve en sıhhatli, dosdoğru, buraya varıncaya kadar hiç inkitaya uğramayan, düzgünce varan tek yol senin babanın yoludur."
Şeyh Aladdin'in yoludur, diyor.
Bunu anlattığı zaman aşk ve şevkinden "Vallahi Şeyh Alaaddin ölmemiştir, Şeyh Alaaddin ölmemiştir, Şeyh Alaaddin ölmemiştir" diye üç defa tekrarlıyor.
"Ölmemiştir" demekten kasıt büyük bir tasarrufa sahihtir.
Vefatından sonra da bu tasarrufu artarak devam ediyor, demektir.
Hatta ve hatta bu yönünden Şeyhimiz bizzat, Mübarek gizli bir sır sahibi olmasına rağmen, kendi kardeşimize, yani hemşiremize kaç defa kendi huzurunda, "kızım Şeyh odur ki vefatından sonra tasarruf bakımından tasarruf hali eğer yetmiş kat artmazsa, o Şeyh başına kül döksün" derdi.
Bunu kaç defa kendinden duymuştur.
"Bir Şeyh, vefatından sonra hayatta oluşundan daha çok tasarruf sahibi değilse, kendi kendisini ölülerden kabul etsin, başına toprak döksün, kül döksün" buyururdu.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

SOFİ NUMAN

Kardeşlerimiz;
Bizim bir Sûfî Numanımız vardı, Şeyhimizin aşığı idi.
Şeyhimizin bulunduğu yerde ufak bir mescid var idi.
Tabi bizim muhitimizde böyle ufak mescidlerde Cuma namazı kılınmaz, biraz büyük olan camilerde kılınır, caminin biri dolar, sonra diğer cami derken halkı alabilecek büyük camilere cevaz verilirdi.
Vakit namazlarında olduğu gibi rast gele yerlerde Cuma kılınmazdı.
Büyük bir cemiyet halinde, büyük yerlerde kılınırdı. Aslında böyle olması lâzımdı.
Onun için bu mübarek mescidde kimse yok.
Halk tamamen Cuma namazı için aşağıya iner, ama Sûfî Numan ise bilakis o mescide doğru yönelir.
Karşısından gelen kimseler ona; "Amca, Sûfî Amca sen nereye gidiyorsun? Elâlem aşağıya iniyor cuma için, sen ise yukarıya çıkıyorsun. Orada ne yapacaksın? Cuma yok bir şey yok."
Mübarek Sûfî Numan bazılarına: "Siz öyle bilin, ben kendime zor yer buluyorum," derdi, yani o varacağı yerde Şeyhimizin Mescidinde ben kendime zor bir yer bulabiliyorum der.
Artık kendince ne biliyor görüyorsa...
Sûfî Numan Mübarek için şöyle derdi: "Hoş bu Şeyh değildir, bunlar Padişahtır, Padişah" derdi.
Hz. Ali Hüsameddin'e de Gavsul Azam diye birleştirerek söyler, bunlar Padişahtır derdi.
Çok defa bazı kimseler ziyarete geldiğinde kendilerine "Şeyh burada değil" derdi.
Bu da gösteriyor ki Şeyh Alaaddin Hz.lerinin tasarrufunun kat'iyetle kesilmediğinin tasarrufunun fazlası ile devam ettiğinin, bu olay delilidir.

Çok mühim bir mesele daha, bu Şeyhzâde dediğimiz Şeyhimizin ortanca oğlu Muhammed Bahaddine mensub olan Şeyh Esireddin'den kendim duydum, şahid oldum.
Hadise aynen şöyle oldu, kendisine sordum:
"Kardeşim bu Muhammed Bahaddin'in mensubları herkes kendi davasını yürütmek istiyor. Seyid Kadri'nin oğlu Seyyid Muhammed Nesim güya onlar sizin de oraya gitmenizi gelmenizi istiyorlar. Çünkü, Türkiye'de hâkim duruma geldiklerini ilân ediyorlar. Yani güya Muhammed Bahaddin Hz.leri kendisini Türkiye Mürşidi olarak gönderdiğini söylüyor. Bu nasıl şeydir?" diye sordum.
Mübarek o zaman şöyle buyurdu:
"Vallahilazim bize karşı olan iltifatı ve muhabbeti ne ona ne de başkasına benzemiyor, Allaha şükürler olsun, Muhammed Bahaddin Hz.lerinin bizimle muazzam bir konuşması da var, muhabbeti de var. Şöyle ki, günün birisinde inceden inceye Mübarek öyle hayrat ve bereketli bir konuşma yaptı ve babamı da zikrederek şu Konyalı'nın söylediği kelimeyi aynen, harfiyen bu şekilde Bahaddin Hz.leri üç defa tekrarladı, Esireddin, Şeyh Aladdine varan yol sadâtı Nakşibendiye yolu, Şeyh Aladdine varan yol yüzde doksandır, Şeyh Alaaddin ölmemiştir, Vallahi Şeyh Alaaddin ölmemiştir."
Yani bu hadisede yolun dosdoğru gittiğini anlatmış. Bahaddin Hz.leri de bu yolun yüzde doksanı Babana varan yoldur diye tekrarlamıştır.
Bu da babasını bırakıp Şeyh Bahaddine mensub olduğu halde Konyalının söylediğinin aynısını anlatıyor bana.
Babasını büyütüyor değil. Yani Şeyhinin kerametini anlatıyor bana.
Kendisine olan iltifat muhabbet ve sohbetlerini anlatmak istiyor. Onun için bu hal bu şekilde cereyan etmiştir.
Gaye tasarruf yönünü anlatıyoruz, tasarrufu hiçbir zaman durmuş değildir.

Nitekim şu da bir vakıadır ki sizlere anlatayım.
Mübarek bu dünyadan göç ettikten sonra bir çok kimseler kendisine başvurduğunda onların dertlerine deva olan, bir murad kapısı idi. İhtiyaçlarına karşı medar olurdu.
Yine bir gün böyle ihtiyaç sahibi muzdarib, gözleri görmez bir kadın.
Bitlis taraflarında, derdine bir çare bulamamış, Siirt'e getirdiler, orada çare bulamadı, daha ötelere gitmek lâzım.
Kendilerinin öyle güçleri de yok, önlerine düşüp götürücekleri kimseler de yok.
Böyle çaresizlik içinde kalan o kadın, kendinden geçmiş.
Bu hal karşısında tamamen ye'se düşünce ağlıyor ve şöyle diyor: "Allah aşkına lillah aşkına beni türbeye götürün de Şeyhimin yanına bırakın, artık ben başka bir kapı bilmiyorum ki, başka bir çare bulamıyorum ki Allah'tan gayrisi bana şifa veremez, beni Şeyhimin oraya bırakın."
Velhasıl kendisini getiriyorlar, kubbeyi açarak Mübareğin sandukasına yaklaştırıp türbenin kapısını çekip onu içeride bırakırlar.
Bir miktar orada yatar yatmaz, bir uyur uyanıklık hali içerisinde bir bakar ki Mübarek Şeyhimiz ellerini kadının gözlerinin üzerlerine sürerek, biiznillahi Tealâ der, kendinde bu aşk ve şevk hali karşısında bir uyanıyor ki, gözleri evvelkisinden daha iyi görür bir vaziyette açılmıştır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »


Kardeşlerim,
Bunu söylerken öyle tarih veya asır geçmiş değildir.
Gayet açıklıkla söylüyoruz ki, kendisi oradan çıktıktan sonra Dergâha geldi, -kadın Allah selamet versin, belki şimdi daha yaşıyor, sağdır- Dergâhın damına çıkar, Şeyh Fahreddin Hz.lerinin kubbesi şu kadar kilometrelerce uzaklıkta olmasına rağmen biz ancak dürbünle bakıp görebiliyoruz, ben şahsen dürbünle bakıp ancak görebildim.
Bu kadın ise çıplak gözle Şeyh Fahreddin'in türbesini dürbünsüz olarak anlatmış, o göz öyle bir göz olmuş, yani Mübareğin ziyaretinden çıktıktan sonra bu hal sahibi olarak Allah'ın izni ve inayeti ile oradan sağlık ve sıhhatle ayrılır.

Bu hususta gördüklerimizi, bildiklerimizi anlatacak olursak bitmek tükenmek bilmez. İnanan için bir tanesi yeterlidir.
İnanmayınca da bir tane olmuş, yüz tane olmuş farketmez.
Onun için bu Mübarek zâtları da üzmeyelim, kendimizi de fazlaca yormayalım, Mübareğin tasurrufu fazlası ile mevcud Elhamdülillahi Tealâ.

Şimdi gelelim, Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in evlâdlarına.
Evlâdları üzerinde bizzat bizim bildiğimiz Muhammed Bahaddin, kardeşi Muhammed Mutasım ve Şeyh Osman.
Şeyh Osman babasından evvel vefat etmiştir, fakat Muhammed mutasım fazlaca İran cephesinde bulunurdu.
Muhammed Bahaddin İran'da da olurdu, bazen baba ziyaretine de gelirdi. Yani Şeyhimiz oraya vardıkları zaman Pirimizin ziyaretine gittiklerinde Muhammed Bahaddin de oradaydı, bunu daha önce de anlattık.
Muhammed Ali Hüsameddin'den gelen minval üzere, Dergâhın ihtiyaçları ve diğer işleri Şeyh Ahmetin idaresinde dönüyordu.
Muhammed Bahaddin Hz.leri devamlı orada bulunmadığı için bu işleri Muhammed Bahaaddin'in oğlu Şeyh Ahmed yapıyordu.
Hatta bu ziyaretten döndüklerinde ağabeyim ve yanlarındaki bazı kimseler Şeyh Ahmed'i çok methettiler, çok beğendiler, her yönüyle fevkalâde diye kabul ettiler.
Şeyh Muhammed Bahaddin'i de daha sükûnet içerisinde görünce onu fazlaca anlayamıyorlar.
Tabi onların anlatışlarına göre Şeyh Ahmed, Bahaddin'den üstünmüş gibi tavırlarına karşı Şeyhimiz: "Hayır hayır siz bilmiyorsunuz, Muhammed Bahaddin çok muazzam gizli bir sır sahibidir, Şeyh Ahmed ise bizim Bedreddinimiz gibidir." buyuruyor.
Onların Şeyh Ahmed'i var ise bizim de Bedreddinimiz vardır, böylece bir dergâh bakıcısı ve bir dergâh idarecisidir.
Bahaddin Hz.lerinin bir Şeyhlik vasfı var idi.
Şeyh Esireddin bizatihi kendisi ile Amca oğlu Şeyh Muhammed Kazım gittiler de, yani Muhammed Kazım Şeyhimizin yeğenidir, ağabeysinin oğludur, diye merhameten yardımcı olmak üzere kendisine dahi bir inabe vermişti, buna benzer bir başka yeğenine de vermiştir.
Ama Mübarek Şeyhimizin vefatından sonra bunların kimisi Şeyh Osman'a kimisi de Esireddin Şeyh Muhammed Bahaddin'e gittiler.
Şeyh Muhammed Bahaddin Hz.lerinin nefis bir hali var idi.
Şeyh Muhammed Kazım yaşlı başlı, aynı zamanda o muhitin en âlim şahsiyeti.
Mübarek kendisine anlatırmış, "ben kimseye emrivaki etmem gece yarısı olsa, su ihtiyacım olsa, kendim kalkar gider, su içer gelirim."
Bakınız bundan ibret almış olsalar Mübarek kendisi anlatıyor böyle emrivakiler taraftarı olmadığını.
İkincisi de;
Resim
"Dünyayı sevmek hataların başıdır."
Bununla da kendilerini uyarmış, ne çare ki bunların arasında oradan dönen bazı kimseler, hem dünyaya aşırı derecede tamah eder hale gelmişler, ayrıca da emrivakilere çok muazzam düşkün bir tezleri vardır.
Meselâ oradan gelen Seyit Kadri'nin -Allah Rahmet eylesin- oğlu âdeta Türkiye'ye bir hâkimiyet kurmak gibi bir halleri vardı.
Şeyh Esireddin dahi Şeyhimizin oğlu, gelişinde bize dahi teklif etti: "Efendim Muhammed Sıddık tövbeni tecdid etmek istersen falan gibi" falan gibi diye söyledi.
Ben de kendisine şöyle söyledim: "Dünya çapında Şeyhimin üstüne başka bir Şeyh tanımam, başımın tacıdır. Mübarek Muhammed Bahaeddin Pirimizin oğludur, amma Şeyhim ise bir tanedir, her ne bildim ise bununla bildim."
Ben böyle söyleyince bir daha böyle bir şey söyleyemedi.

Hülâsa gidene gelene "tövbeyi tecdit ediniz," hele bilhassa Seyid Kadri'nin oğlu Muhammed Nesim ve benzerlerinin söyledikleri varsa yoksa bu. Muhammed Bahaddin Hz.leri çok atuf ve şefuk bir şahsiyet idi.
Yanlarında fotoğraf almışlar da güya artık varsa yoksa sizlersiniz, Türkiye'de şöyle imiş böyle imiş bir tavırları vardı.
Hatta Konya'ya gittiğimde Konya'da bize dahi teklif ettiler, sanki tamamen o ana kadar Pirimizden dahi ra'sen almış olsa dahi tövbesini yenileyecekmiş gibi bir tavırları vardı.
Esireddin'imiz de öyle idi, babasından aldıkları halde onlar da yenileyecekmiş, artık güya ötekileri geçersizmiş gibi.
Halbuki bu çok sakat bir iştir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »


Bakınız kardeşlerim, ben size anlatayım;

Bazı şahsiyetlerin, bazı zümrelerin anlayamadıkları şudur, yani şeyh vefat etti mi başka bir şeyhe intikaliyeti mutlakadır.
Çünkü sağ olan bir şeyh kedi ise, vefat eden şeyh de aslan ise... Sağ olan Şeyh kedi ise dahi bundan daha çok faydalanırmış, bu şekilde bir beyanları vardır.
Onun için yenilerler ve ona mecbur tutarlar gibi bir halleri vardır.
Fakat şu enterasan ince sırra şöyle dikkat ediniz: Filhakika eğer, Şeyh, senin mürşidin, gerçekten seni terbiye eden mürşid, terbiyesi ruh yolu iledir, sır yolu iledir.
Bu yollardan müridanı terbiye ediyor ise, ruhu hiçbir zaman ölmez vefat etse dahi, bin kabire girse dahi ruhu aynı tasarruf sahibidir.
Eğer becerikliyse ruhu işliyor, sırrı işliyor ise bunlar hiçbir zaman ölmez, toprağa gömülmez bu. Onun için bu Mübarek zâtların her zaman tasarrufları mevcuddur ve hatta çok daha serbesttir.
Neden? Çünkü bu dünyanın çilesinden ve imtihan sansüründen kurtulmuşlardır.
Dünyada durdukça burası bir imtihan sahnesidir.

Allahü Zülcelâl Habibine şöyle buyuruyor:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
"Ölüm gelinceye kadar kulluk yapmak sorumluluğun vardır." (Hicr/99)
Kulluk vasfı ve sorunu vardır, efradu iyal sorunu vardır, etrafındaki bedenen gelen ve birçok talebleri ve isteklerini karşılama sorunu vardır.
Ama vefatından sonra bu gibi çilelerden tamamen kurtuluyor, bu külfetlerden tamamen çıkıyor, emrivakiler bitiyor.
Ne kaldı geride?
O zaman esasen ruhen yani mensub olduğu kimselere yardımlaşmak, nerede olursa olsun istimdad edenlere, meded isteyenlere yetişir ve kavuşur.
Hatta ki eğer ruhu yetersiz bir hale geldi ise çok muazzam, geniş bir melek kitlesi bu zâta yardımcı olurlar.

Kardeşlerim; bu meşayihlik kolay bir mesele değil, mürşidlik kolay bir mesele değil.
Eğer Şeyhin bu şartlara haiz ise bu minval üzere ise, hiç değiştirmeye gerek kalmaz, yani onun her zaman tasarrufundasın.
Ruhun tasarrufu her zaman mevcuddur.
Bizim gibilerin ki yol anlatmadır; şöyle gidin, böyle gelin, bu gibi şeyler kendisine verilmiştir.
Bunu idame ettir, halka anlat, kapıyı göster.
Yol anlatırsınız derken bu misilli kimseler kalıp ve cevarih iledir.
Kalıp ve cevârih yoluyla olan bir mürşid öldüğü zamanda evet başka bir kalıba ihtiyacımız vardır, bu doğru.
Çünkü alışverişimiz kalıpladır, cevarihledir.
Böyle bir mürid gerçekten Şeyhi vefat ettikten sonra kendisine diliyle kulağı ile anlayacağı şeyleri anlatacak başka bir kalıp, bir şeyh bulması, araması tercihlidir, bu doğru.
Ruhen tasarrufu yok ise bu böyledir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »


Kardeşlerim,
İşte bu minval üzere anlamak lâzımdır ki, Şeyhi seçebilmek Şeyhin muamelâtı nasıl yapılır, kimlerdir, nasıldır, mürşidler hangileridir, bunları iyice anlamak lâzımdır, onun için bu anlattığımız şeyler hâkimiyet böyle idi.
Şeyh Ahmet Hz. Allah rahmet eylesin dergâhla alâkalı idi, dergâh idarecisi idi, tabi bu baba seviyesinde değildir.
Sonradan artık Şeyh Ahmed'in oğlu meselâ İrfaneddin böyle gelmiş, velhasılı ben bunu hiç görmedim, bilmiyorum, üzerine söyleyeceğimiz hiç bir şey yoktur.
Çünkü Pirimizin torunun oğludur, başımızın üzerinde bir kıymet ve değerleri vardır, başımızın tacıdırlar hepisini de severiz ve saygımız vardır.
Fakat inanın ki dünya tamamen şeyhler ile dolsa, vallahi Hızır (as) dahi gelse ben Şeyhimi hiçbir ferde katiyetle değişmem.
Çünkü vefatından sonra bu ana, bu güne kadar hiçbir soruna ihtiyaç bırakmamıştır, Elhamdülillahi Tealâ bu Rabbimizin büyük bir lütfûdur.
Anlattığımız gibi Hz. Pir'in büyük oğlu Muhammed Bahaddin, daha küçüğü Muhammed Mutasım, onun da küçüğü Şeyh Osman idi, O'da babasından evvel vefat etti.
Gelelim onun da torunu Şeyh Ahmedi biliyorum, tabiki İran taraflarında bunların evlâdları vardır, bunlar hakkında fazlaca malûmatımız yoktur.

Şeyhimize gelince kardeşlerim, büyük oğlu var idi, ayrı bir anneden.
Şeyh İzzeddin çok âlicenab bir şahsiyettir.
Çok güzel bir ilim sahibi idi.
Mübarek Şeyhimiz hayatta iken kendisine tarikata yani ders vermekle yetki vermişti, bu şekilde memlekette devam ettiriyordu.
Çok ilim sahibi idi, çok az konuşur, fazlaca kelâm tasrifi yoktu, güzel hadis sahibi idi, fetva yönü, fıkıh usulü, akaid yönü çok güzeldir.
Aynı zamanda şunu da söyleyeyim, onun gibi böyle takva, vera ve sünnete riâyet eden daha böylesi görülmemiştir.
Mübarek çok ciddiyetle sünneti seniyyeye harfiyyen riâyet etmeye çalışırdı.
Kesinlikle ehli sünnet vel cemaatın dışına çıkmazdı.
Hatta imametlikten emekli olmasına rağmen hiç cemaattan geri kalmazdı.
Hayatında hiç bir zaman izin diye bir şey kullanmamıştır, yani gücü varken yeterken, Camiye gitmemezlik etmezdi, Mübarek o kadar itinalıydı.
İşte bu Mübarek de hakkın rahmetine kavuştu, Allah bereketinden bizleri de faydalandırsın.
Ortanca oğlu yani Muhammed Bahaddin mensubu olan Esireddin de vefat etti.
Hali hazır dergâh ile alâkalı idareci olan Şeyhzâde Şeyh Bedreddinimiz vardır.
Mübarek şeyhimizin "bizimde Bedreddin'imiz vardır" diye Şeyh Ahmed'in idareciliğine kıyasla bu şekilde görmüş ve anlatmıştır.
Şeyh Ahmed'de vefat etmiş Allah rahmet eylesin hayır ve bereketlerinden bizleri de faydalandırsın.

İşte dünya bu, buraya kadar gelmiş bulunuyoruz.
Rabbimiz cümlemize hüsnü hatimeler nasib eylesin.
Âmin...
Resim
Kullanıcı avatarı
selna
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 1
Kayıt: 12 Mar 2010, 02:00

Mesaj gönderen selna »

ALLAH RAZI OLSUN
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

aziz kardeşim selna can,

Rıza ile şenlendirdiğin GÜL Bağımızdaki Muhammedî RIZA BİZ BİRliğimize HOŞluk getirdiniz..
İnşaallah ALLAH Teâlâmız RAZI OLsun!..

Muhammedî MuHABBEtle...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Mecnun
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 681
Kayıt: 23 Ara 2007, 02:00

Mesaj gönderen Mecnun »

selna kardeşim

Ailemize hoş geldin, sefalar getirdin.

Allah sendende razı olsun....
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/imza4.gif[/img]
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

İşte dünya bu, buraya kadar gelmiş bulunuyoruz.
Rabbimiz cümlemize hüsnü hatimeler nasib eylesin.
Âmin...
Selna kardeşim,
Allah(c.c) senden de razı olsun.
Hoş Geldiniz.


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Aziz Kardeşlerimiz,
Bunu böylece bilin ki sizleri her zaman aziz kardeşlerimiz olarak kabul ediyorum ve o inançtayım.
Zîra takrîben kırk sene Mubâreğin emretmiş olduğu minval üzere taleb eden kardeşlerimize inâbe vermek diye bize bir yetki vermiştir.
Ancak taleb olmak kasdı ve şartı ile biz bunu böyle duyduk, böyle inandık, böyle kabullendik, isterse senelerce berâber dostluğumuz ve yakınlığımız olsun, taleb etmedikçe asla kimseye vermeyiz.
Zîra taleb kendi enâniyetimizden doğabilir, fakat bizler âciziz.
Biz bu yolun yolcusu isek de fakat bu mürşidlik tezi bizden çok uzak, hâşâ bu bizim gibi birine düşsün öyle bir şeye inanmıyoruz.
Bizimki sâdece yol târifidir o kadar, hepimiz aynı zâtın mensublarıyız.
Bir istek vâki olduğunda mutlaka bunda sâdâtların bir hüneri vardır, arzuladıkları, benimsedikleri kimselerdir ki taleb ediyorlar, taleb edilince de bende bir sorun kalmaz.
Çünkü taleb olduğunda vermekliye yetki vermiştir.
Bunun üzerine biz bunu bu şekilde takrîben kırk sene yürütmekteyiz.
Bizim için bir olmuş, bin olmuş hiç fark etmez.
Ne bir mala talebimiz var, ne de böyle bir çokluk olalım diye bir talebimiz, bir dâvâmız var, hiç bir şey de beklemiyoruz, bir şey de ummuyoruz, bir şeye karşı da bu târikatı âliyeyi münezzeh kılıyoruz, bu gibi şeylerden uzak tutuyoruz.
ALLAHu Zu'l-Celâl'e şükürler olsun, çünkü yakıştıramıyoruz.
Biz particilik gibi tezgâhtarlık yaparak herkese gel gel, bizimki şöyledir böyledir diye hiç bir kimseye vadetmiyoruz.
Çünkü bu bizim tasarrufumuzda değildir.

Şu âyeti celileye dikkat edelim, ALLAHu Zu'l-Celâl Habîbine Sallallâhu Aleyhi ve Sellem buyuruyor:
Resim
Ben ALLAHu Zu'l-Celâl'in yoluna basiretli olarak da'vet ederken bana da tâbi olanların da aynı basîretli olmaları gerekir.
Yâni Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in tezini kullanacak; mürşidlik, irşad yapacak olan kimsenin basîretli olması şarttır.
Onun için basîretsiz, bizim gibi önünü görmeyen bir kimsenin şunun bunun böyle vaatleri vesâir, bu çok yanlıştır, hâşâ bu tarikatı tenzih ederim.
Bu gibi haller, bu gibi iftiralar, bu gibi teşvikler ve bu gibi tergibler yanlıştır.

Resim
Yani bir kimsenin ALLAH namına bir rütbe, bir mertebe, bir derece vermesi ALLAHu Zu'l-Celâl böylesini yalancı eder, hâşâ onun dediği olmaz, çünkü bu ALLAHu Zu'l-Celâl'in Kerem ve İhsânıdır, kendisi tasarruf eder, kendi verir.
Bu Mubârek zâtlar da basîretli olur, öyle rastgele olmaz.
Hattâ bâzan Şeyhimizin kendisine gelirler de, taleb ederlerdi. Fakat herkese de vermezdi.
Eğer, kendisini kurturacak durumda ise, şeyhi onu iyi bir hâle getirecekse hiç sâhib çıkmazdı.
Ama, başı boş kalmış, zavallı akim bir durumu varsa, Şeyhi de akim ise bu kimsenin hayrına girerdi.
Çünkü gâye ALLAH'ın kullarına, Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in ümmetine menfaat vermek için gelmiştir, kendini o zaman sorumlu tutar.
Mubâreğin tezi bambaşka bir tez idi.
Huzûrunda bulunduğumuz devrelerde çok olmuştur, târikata gelmek isteyenler olmuştur, kendilerine târikatı verirken sâdâtları anardı, Hz. Ali Hüsâmeddin'e gelir ondan öteye inmezdi, bir kere kendi esamesini hiç ortaya koymazdı, tezi buydu.
Fakat Mubârek Seyid Kadri, ALLAH rahmet eylesin, ağabeyim Diyarbakır'da defâlarca dinlemiştir huzûrunda, ders verirken Hz. Ali Hüsâmeddinden sonra kendisini de ortaya koyardı, meşihatı ortaya koyardı: İşte Şeyhimizin Meşrebi Sıddıkî olduğunun delili ki her zaman mahfiyet ve acziyet içerisinde devam etmiştir, hiçbir varlığa sâhib olmamıştı, katiyetle buna yönelmemiştir.
ALLAHu Zu'l-Celâl cümlemizi himmetlerinden mahrum eylemesin.
Âmin.
Resim
Kullanıcı avatarı
papatya
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 8
Kayıt: 17 Nis 2009, 02:00

Mesaj gönderen papatya »

Değerli kardeşim ankakuşu,
Özellikle Mürşidlerin halleri ve Ankaravi İsmail Rusuhi(k.s) başlıklı yazı dizilerinizi okuyor ve takip etmekteyiz. ALLAH dostlarından Muhammed Sıddık (k.s) büyüğümüzü bizimle tanıştırdığınız için ALLAH sizden razı olsun.

Gerçek mürşidde olması gereken özellikler konusuna değinmeniz bizleri sevindiriyor. Arayış içinde olan bir çok müslüman kardeşimizin istismar edilmesi sorunu çığ gibi büyümektedir.

ALLAH dostlarından Muhammed Sıddık (k.s) büyüğümüz hidayete erdiren yıldızlarımızdan biri...

ALLAH gönlünüzü nurla doldursun.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Değerli Papatya kardeşimiz ALLAH c.c. cümlemizden râzı olur inşaallah..
Faydamız dokunduysa ne mutlu.. Muhammed Sıddık (k.s.) hocamızın da ruhu şâd olsun.
Muhammedi muhabbetler.
En son aNKa tarafından 24 Mar 2010, 21:20 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Aziz Kardeşlerim,
Buraya kadar anlatmış olduğumuz hususlar Şeyhimizden bizzat duyduğumuz ve dinlediğimiz konular idi.
Mubârek Şeyhimizin mensub olduğu silsile Hz. Mevlâna Hâlid'den Hz. Şeyh Osman, Hz. Şeyh Muhammed Ali Husâmeddin, ondan sonra da Hz. Şeyhimiz Şeyh Alaaddin'in târihçe olarak tercüme hallerini kısaca beyan ettik.

Müteselsile olarak geliş tarzlarını kısaca îzah etmeye çalıştık.
Sonlarına doğru oldukça Şeyhimizin halleri üzerinde durduk.
Şeyhimizin hallerini tezini anlattık.
Gerek halk tarafından, gerek hayatta olan meşâyih tarafından ve gerekse o zaman hayatta olup şu anda vefat etmiş olan zevat tarafından Şeyhimiz hakkında söylediklerini ve gördüklerini dile getirdik.
İnşallah fâideden hâli değildir.
İnsan kendisinin mensûbu olduğu zâtın kim olduğunu hal-u-durumunu az çok fehmetmek muttali olmak çok daha yararlıdır.
Onun için inanana bir hikmet yeterlidir.
İnanmıyorsa yüz hikmet dahî olsa fayda etmez. Zîra hidâyet ALLAHu Zu'l-Celâl'dendir.
ALLAHu Teâlâ cümlemizi kendi rızâsını, Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in hoşnutluğunu, sâdâtı kiramın da sevgisini kazanmayı bizlere de nasib ve müyesser eylesin.
Âmin...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

İMÂMI RABBÂNİ HZ.LERİNİN 171. MEKTUBU

Aziz Kardeşlerim:
Bu bölümde de Mubârek İmâmı Rabbâni'nin mektûbatında İmâmı Tahiri Bedehşi'ye yazmış olduğu 171. Mektubu üzerinde duracağız.
Zîra bu mektubun çok fâideli ve uyarıcı bir durumu vardır.

Esâsen mürşidlik hakkında, mürşid diye bağlanacağımız zât hakkında onda bulunması lâzım olan evsaf hakkında gerekli malûmatı veriyor.
Bizim de öteden beri Şeyhimizde vasıflandırdığımız aynı vasıflar ve aynı tez olduğunu görmekteyiz.
Mürşidin nasıl olması gerektiğini, şeklini ve şemâlini, sîret ve durumunu hangi tezi seçmesi gerektiğini îzah ettiğinden fâideli olacağını umarak size bu mektubtan bahsetmeye çalışacağız.

Hattâ mürşid hakkında bahsettikten sonra mürşid ile mürid arasında câri hâdiseleri de açıklamıştır.
Bu husus hakkında da kısaca duracağız.
Bunları anlatmamızdaki gâye İmâmı Rabbâni'yi meth u senâ etmek değil, çünkü o bundan müstağni durumdadır.
Zira ALLAHu Zu'l-Celâl onu ve onun kardeşlerini ve böylesine zâtları mevhibi ilâhisi ile mücehhez kılmıştır.
Kerem ve ihsânını bol vermiştir.
Tercüme hallerini okuyanlar bilirler.
Bunlara inancımız ve itikadımız tamdır.
Bunda hiç şüphemiz yoktur.
Ancak bâzıları bunu inkâra kalkışarak, zaman târikat zamânı değil, devir târikat devri değildir diyorlar.
Halbuki târikat dediğimiz şey evvelâ ilim, sonra âmel, sonra da hakîkattir. Yâni insanoğlu sorumlu olduğu şeyi evvelâ bilmesi öğrenmesi gereklidir.
Bu ilimdir ve şarttır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

TASAVVUF EHLİ İÇİN İLMİN GEREKLİ OLUŞU

Zâhirî ilimleri öğrenmek lâzım ve bu ilmi öğrenmek mecbûridir.
Bu ilimde farzı ayın olan miktârı olduğu gibi, farzı kifâye olduğu miktarı da vardır.
Bu ilmin bilinmesi gerekli olan farz yönleri ve miktarları olduğu gibi vâcib, sünnet ve müstehab olan yönleri ve miktarları da vardır.
Esâsen ilim her fert üzerine farzı ayındır. Ama bunun bir miktarı, bir haddi hudûdu vardır.
Bu miktar herkes için aynı değildir.
Üzerine farz tahakkuk ettiğinde namaz kılacak kadar ilim ve namaz hükümlerini bilmek, öğrenmek herkes üzerinde farzı ayındır.
Zekât vereceği bir devreye gelindiğinde onu da nasıl ve ne kadar vereceğini bilmesi farz-ı ayındır.
Oruç hakkında da gerekli olan hususları bilmesi farzı ayındır.
Yâni kişinin sorumlu olduğu, kendisine âit hususları bilmesi lâzımdır.
Bu ilim herkese farz-ı ayındır.

Fakat bir belde de ihtiyaç duyulduğunda kendisine başvurulması için dinî hususları çok iyi bilen, usul ve fürû'a vâkıf, fetvâ makâmında olan bir fâkihin bulunması farzı kifâyedir.
Nasıl ki namaz kılabilecek kadar ilim sâhibi olmak, fâtiha ve diğer zammı sureleri bilmek her ferde farzı ayın olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'i baştan sona kadar ezberlemek de bir beldede bir kişiye farzı ayın, diğerlerine ise farzı kifâyedir.
Yâni o beldede bir hâfızın bulunması ile diğerlerinin üzerinden hâfız olmak sâkıt olur.
Diğerlerinin hâfız olması şart değildir.
Kendi namazını kılabilecek kadar ihtiyacı olan zammı sureler Fâtiha ve diğerlerini öğrenmek farzı ayındır.

Hülâsa ilim bu, bu ilmi öğrendik.
Bu ilmi öğrenen âlimler, bu ilimleri ile âmil olmadıkları takdirde bu ilim kendi aleyhlerine hüccettir. Yarar değildir.
ALLAHu Zu'l-Celâl bunun hesâbını sorar.
Bilmeyene bir defâ sorar. Kulum niye öğrenmedin diye.
Fakat ilmi olup da âmil olmayanlara da yedi defâ sorar.
Hattâ bu soruş öylesine celalli bir halde olur ki âdeta yüzlerindeki etleri dökülecek hâle gelir.
Nasıl ki vâizlerin vaazlarında
"Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?" diye âyeti kerimeye dayanarak söyledikleri gibi, ALLAHu Zu'l-Celâl'in huzûrundaki sorguda aynı değildir.
Bilip de âmil olmayanların sorgusu bir olmayıp bilenler çok daha sorumludur.
Bu sebeple burada okumayalım, âlim olmayalım şeklinde bir teşvik yok, bunu demek istemiyoruz.
İlim ALLAHu Zu'l-Celâl'in sıfatlarından bir sıfattır.
Cennete girileceği zaman şehidler, gâziler, âbidler velhâsıl cennete girecek olan bu vasıflara hâiz şahsiyetlerin, biz cennete girmeyi hak ettiğimiz fiilleri yaptık, ama bunu âlimler öğretti bize, biz bunları lâzım diyecekler.
Çünkü biz onların sâyesinde bunları bulabildik, diyecekler.
Bir de ayrıca âlimlere, "durun bakalım, sizin bir de şefaat etme yetki ve hakkınız vardır," denir.

Zîra şefaat etme yetkisi evvelâ enbiya, sonra ulemâ, daha sonra da şehidlere âittir.

Hülâsa İmâm-ı Rabbâni Hz. mektub sâhibine yâni Tahiri Bedahşi'ye şöyle buyuruyor ve uyarıyor:

Resim

Yâni, ey oğul, bil ki bizim gibi ve bizim emsâlimiz olan fukara zümresinin sorumlu olduğu şu vasıf ile vasıflanması şarttır.
Nedir acaba bu Vasıf?
Bu vasıf zillet ve iftikar'dır. Yâni zillet ve fakriyattır.
Bu vasıf ile vasıflanmaları lâzım ve bu yöntemi kullanmaları lâzım.
Hz. Şâhı Nakşibend de,
"Biz ne bulduysak meskenet, fakriyyat, acziyet ve zillet yolunda bulduk." buyuruyor.

Mubârek Pirimiz Hz. Muhammed Ali Hüsâmeddin Ks. dahî Şeyhimize yazmış olduğu icâzetnâmenin sonunda diyor ki "Hâdimu'l-Fukara Ali."
Yâni fukaraların hizmetçisi Ali, sâdece Hâdimu'l Fukara diyor.
Başka bir unvan kullanmıyor.
Seyyid, şeyh, ğavs gibi hiç bir debdebeyi kullanmıyor.
Bizim Şeyhimiz de bu fakire yazdığı mektubunda "Siirt'in Doğan Mahallesinde oturan Alâaddin Aydın." diyor.
Sâdece adı ve soyadı başka hiç bir vasıf kullanmıyor.
Sâdece bu.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »


Aziz Kardeşlerim,
Seyyid Ahmed-Er-Rufâiyi, Gavsu'l Âzamı ve diğerlerini araştırın, umûmiyetle fakriyyat ve zillet ile yollarına devam etmişlerdir. Yolları budur.
Zîra bu yol HAKK'a varan, HAKK'a giden yoldur.
Bu yolda bunun dışında başka bir nesne geçersizdir.
Bu yolda makam, mevkii, fazla mal-mülk servet, debdebe, fazla ilim sâhibi, fazla ibâdeti varmış, bunların fazlalığı, yâni bu işlerin çokluğu ile övünülmez bu yolda.
Arbedelerin hepsi geçersizdir bu yolda.
İlmin, ibâdeti fazlalığı bu yolda pek geçerli değildir. Çünkü ittihaz ettiğiniz yol, azm ettiğiniz yol HAKK Teâlâ Celle Celaluhu'nun kapısına varıyor.
ALLAHu Zu'l-Celâl'in kapısında ise rütbe, makam, mevkii, ilim, amel ile gitmek, bunlarla ona ulaşmak geçerli değildir.
Cenabı HAKK bu gibi şeylerden müstağnidir.
Bu yolda kulluk vasfı ile, kul olma vasfı ile vasıflandığın an ALLAHu Zu'l-Celâl'in rızâsını celbedersin.
Muhabbetini celbedersin işte o zaman.

إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ
(Tevbe / 60)
Zira ALLAHu Zu'l-Celâl sadakaları fikir ve miskinlere tahdit etmiştir. Bunlara tahsislidir.
Her ne kadar âyeti Kerime zekât ile Alâkalı olsa da ALLAHu Zu'l-Celâl'in fazlu keremi ve ihsanı da bu gibi yöntemlerle veriliyor.
Yoksa arbede ile giden; ilmine, ameline, rütbesine güvenerek gideni icâbında kabul bile etmez.
ALLAHu Zu'l-Celâl'in ikrâmı, ihsanı şöyle dursun, bu gibi vasıflara güvenip o kapıya varanı icâbında reddeder.
Onu için kul vasıfları ile ALLAHu Zu'l-Celâl'in sıfatları arasında mutlaka tahdid vardır.
ALLAHu Zu'l-Celâl kul sıfatı ile vasıflanarak gelen insanı sever, kul sıfatı ile geldiği zaman da ikrâmını esirgemez.
Ama rubûbiyet vasıflarından her hangi bir tânesi ile vasıflanarak geleni ise kesinlikle sevmez.
Bu gibi halden hoşlanmaz. Çünkü Cenâb-ı HAKK, "Teadde" liği sevmez.
Resim
bu benzeri âyetler çoktur.
Cenâb-ı HAKK teaddeliği (yani haddini aşanları) sevmez.
Nitekim bâzı zâtlar diyorlar ki:
"İslâm dini beş esas üzerine binâ edilmiştir. Eğer altıncısı olsaydı o da haddini bilmek olurdu."

Hulâsa Kardeşlerim,
Sâdât-ı Kiram efendilerimizin tamâmı bu yöntemi kullanmışlardır.
Hattâ Şeyhimiz de öteden beri anlattığımız gibi vasıfları hep bu yöndedir.
Esâsen gerçekten Meşrebi Sıddıkıye budur.
Zîra HAKK kapısında bu minval üzere olunursa, işte o zaman terakkiyat mümkün olabilir, terekkiyattın olabilmesi için meskenet içinde, fakriyyat ve zillet içinde olmak lâzım ki bu mümkün olsun.
Hattâ mektubta devamla buyuruyor ki:
Resim
Tazarru ve iltica ettiğin yol, kastettiği yol, HAKK yoludur.
O yola giderken hatırından, hayâlinden HAKK'ın gayrisi ne varsa çıkaracaksın.
Hatırında hayâlinde sâdece ve sâdece HAKK Teâlâ Celle Celâluhu olacak.
HAKK yoluna yakışmayan mâsivâyı, niyyet ve hayâlinden tamâmen atacaksın.
Zîra o yola mâsivâ yakışmaz.
HAKK ve subhânehu ve teâlâya giden yolun başlangıcında evvelâ ilmen çalışırsın, sonra târikat yoluyla cehd u cühûd edersin.

Zira RABBu'l-Âlemin:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا
(Ankebut / 69)
"Kim ki bizim yolumuzda cehd u cühûd ederse hidâyete erdirir, yolumuzda onlara teshilât gösteririz." Buyuruyor.

Yine:
"İnsan cehd ederse yâni ciddiyetle ararsa, girerse, yürürse aradığını bulur." denilmiştir.
Onun için HAKK yoluna giden, o yolda yürüyen kişi başta fakriyyat ve zilletle yürür, ve böylece tazarru ve iltica ile ALLAHu Zu'l-Celâl'e iltica ederek HAKK kapısında HAKK yolunda giderse, işte o zaman HAKK'a varabilir.
İşte o zaman ihsan makâmına varabilir.
Bu makam ihsan makâmıdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

İhsan makâmı daha önce de anlattığımız gibi:
Resim
İhsan makâmı esâsen Şühûd hâlidir.
İbadet ederken ALLAHu Zu'l-Celâl seni, sen de ALLAHu Zu'l-Celâl'i görürcesine ibâdet etmektir.
İbâdeti böyle yapmaktır.
Durum böyle olunca mâsivâ kişinin kalbinde, hatırında, niyetinde olmaz.
Olması da asla yakışmaz, olmaması gerekir. Çünkü huzûrunda bulunduğun Azimu'ş-şan olan ALLAH (Celle Celâluhu) Her şeye kâdirdir.
Her ne ihtiyacın olursa onu karşılama, verme, ihtiyacını giderme gücüne sâhibtir.
Dünyâda ve âhirette her an, herşeyi kendisine muhtaç olduğumuz her soluk alıp vermede kendisine muhtaç olduğumuz ALLAH (Celle Celaluhu) Kâdiri mutlaktır.
Böyle olunca mâsivânın kalbte, niyette ne işi var ki?
Yakışmıyor ki hâşâ.
Mâsivâ, kişinin yolunu hedefini durdurur, saptırır.
Onun için HAKK yolunda yürüyen, HAKK'a yürüyen kişinin bu şekilde olması lâzım.
(İmâmı Rabbâni mektubuna devam ediyor ve diyor ki:)

Resim
Dâimâ kalbin kırık olacak.
Yâni dâimâ mahzun bir durum olacak kalbinde.
Çünkü, mü'minin kalbi dâimâ yaslı bir halde olmalıdır.
Kalbler dâimâ inkisarlı, kederli bir halde olmalı.
ALLAHu Zu'l-Celâl'e karşı hakkıyla ubûdiyeti yapamadığımızdan müteessirlik ve bundan dolayı üzüntülü bir hâli olması lâzım.
Çünkü imtihan sahasındayız.
Bu inkisarlık ve mahzunluk cennet ve cehennemden dolayı değildir.
Rızâi İlâhiyeyi tahsil bakımından RABB'imizin muhabbetini celbedelim derken, hedefinden saptırır mı?
Rızâ-ı bâriyi tâhsil yönünden muhabbeti ilâhiyi celbedeyim derken acaba gadabı ilâhiyyeye dûçar mı oluruz endişesi içerisinde kalbi kırık ve mahzun olmalı.
Zîra bir çok haller var bu yolda.
Onun için bu dünyâdan göç etmedikçe imtihanı sağlıklı sıhhatli olmadıkça kişinin kalbi huzur içinde olamaz.

İşte Şeyhu'l*Hazin'e "Hazin" diye buyururlar.
Esâsen Hazinlik rütbesini, künyesini alabilen bir kimse...
Şeyh Muhiddin-i Arabi, bu rütbenin üstünde bir rütbe aramak muhaldir, diyor. Yâni hazinlik rütbesinin üstünde bir rütbe yoktur diyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Hülâsa; İşte mürşidin bidâyeti ve nihâyeti, yâni başlangıç ve varabileceği yere kadar bu sıfatlarla vasıflanması lâzım.
Böyle olursa o mesâfeyi katedebilir. Çünkü böylesine bir hal Rızâi İlâhiyi, Muhabbeti İlâhiyeyi celb eder.
Bu hâlde olursa kişi, ALLAHu Zu'l-Celâl onu ehli ictibâ, ehli istifa eder.
Ne kadar böyle aciz, fakir, inkisar, ve tavâzu hali bu minval üzere olursa RABB'imiz merhâmetini celb eder.
Bu hal terakkiyâtı mümkün kılar.
Böyle bir durumda keşfiyat olduğu gibi daha üstünde şühud hâline gelir.
Hattâ makâmı ihsan durumuna gelir.

İmamı Rabbâni mektubuna devam ediyor:
Resim

İşte o zaman ubûdiyyet vazîfelerine gâyet dikkatli olacaksın, hatta şeriatı ğarranın hududlarına harfiyyen riâyet edeceksin, bilhassa Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in sünneti seniyyesine harfiyyen tebaiyyet (tâbi olma, uyma, arkası sıra çekme) göstereceksin.
İşte bu hâle gelen bir kimse ALLAH'tan gayrısını görmez, mâsivâdan ayrı kalmış demektir.
Nasıl olur da bu haldeki kişi ubûdiyetinde bir eksiklik bırakır.
Şeriatı ğarranın hududlarına nasıl olur da tecâvüz edebilir.
Çünkü bu ALLAHu Zu'l-Celâl'in emri, Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in tertibidir.
ALLAHu Zu'l-Celâl emretmiştir.
Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'i de ahkâmları tertip ve tanzim etmiştir.
Bu şekilde Âyet ve Hadislere dayalı olan şeriatı ğarraya harfiyyen uyar ve tatbik eder.
Hududlarına riâyet eder.
Kulluk vazîfesini yerine getirmek için gücü ve kuvveti nisbetinde çalışır.
Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in sünneti seniyyesine ittiba (uyma, arkasından gitme) ile de Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e de ümmetlik vazifesini hakkı ile gücü nisbetinde yerine getirir.

ALLAHu Zu'l-Celâl ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e karşı muhabbet olunca ve böyle bir muhabbetle vuslat ve irtibat kurunca kendisini dâima RABB'imizin nazarı altında olduğunu bilen, dâimâ Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in rûhaniyyetinin hükmü altında olan bir kimse şeriata ve sünnete muhalif düşünemez. Hâşâ.

İşte İmamı Rabbani, hakîkî mürşid bu minval üzere olacak diyor.
Zîra kendisi bu hâle sâhibtir ki, bu şekilde olması gerektiğini görüyor ve müşâhede ediyor ki bu şekilde ilân ediyor.
Bu hususları belirttikten sonra Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e salât ve selâm getirerek mektubun devâmında şöyle buyuruyor:
Resim

Bu sünnet meselesine gelince: Ehli tarik, şeriatı ğarranın hududlarına ve sünneti seniyyeye çok riayet ederler.
Bâzı şaşkınların, târikatın ne olduğunu idrak edemeyen zavallıların dediği gibi ehli tarik, şeriat ve sünnetin dışında yaşayan, şeriattan çıkan, ona gerek duymayan bir topluluk değildir.
ALLAHu Zu'l-Celâl bizi de böylesine şaşkınlardan bu gibi mürşidlerden korusun.
Âhir zaman fitnesinden bizleri emin eylesin.
Âmin...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Halbuki şeriat, ALLAHu Zu'l-Celâl'in emri ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in nizâmnâmesidir.
Çok ihtimam ve saygılı olmak lâzım.
Şeriatı basite almayalım. Çünkü, şeriat ve tarikat birbirine zıt şeyler değildir.

Hatta İmamı Malik Hz. bu hususta şöyle buyuruyor:
Resim

Kim ki, tasavvufa kalkışırda, tasavvuf yolunu tutarda, fakat fıkhı yoksa bilsin ki zındıkadan hali değildir.

Bir kimse sadece fıkıh ilmi okur da tasarruftan haberi yoksa, tasarrufa ihtimam etmiyorsa, tasavvuf edebiyatından haberi yok ve bu yönde mütalâsı yoksa, bilsin ki fısktan hâli değildir.
Çünkü inkarcıdır. Enaniyet sahibidir.
Fehmedemediği şeyi edebi öğrenmek lâzımdır.
Çünkü edebi bilmeden öğrenilen ilim hiçbir şeye yaramaz.

Abdullah İbni Mübârek'in buyurduğu gibi: İlmi öğrenmeden evvel en önemlisi edebi öğrenmektir.
İlmin fayda vermesi için edebi öğrenmek şarttır.
Kim ki edeb ve fıkhı öğrenmeden tasavvufa kalkışırsa, tasavvuf yoluna girerse bilsin ki Zındıkadan hâlî değildir.

Onun için ehli tarik:
Resim

Yani hem fıkıh bilir, hem tasavvufa girer, ikisi de olursa o zaman hakikat ehli olur, hakikat ehli budur.
Çünkü fıkıh da lâzım tasavvuf da lâzım.
Esasen hem ibadeti, muamelâtı, akvâlini, hâl ve harekâtı öğrenmek lâzım.
Aynı zamanda bunlar ila hallenmek lâzımdır.
İşte bu bildikleri ile hallenmek de tasavvuftur.
Tasavvuf onun halidir.
Mesela: İmamı Rabbani'nin anlattığı zillet, iftikar ve benzeri haller, ki bu haller kesinlikle zenginlere karşı, devlet ricaline karşı eğilip bükülmek, zillet zenginlere karşı, devlet ricaline karşı eğilip bükülmek, zillet göstermek değildir.
Hâşâ İmamı Rabbani'nin anlattığı o fakriyyet ve zilliyet hâli ancak ve ancak Hak kapısında ve ALLAHu Zu'l-Celâl'e karşıdır.
Yoksa (ALLAHu Zu'l-Celâl'den başkasına boyun eğmek, onun önünde halden hale girmek değildir.) ALLAHu Zu'l-Celâl'den başkası olursa, onların karşısında azizdir.
Resim
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön