Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

İLK HALKEDİLİŞ ve RÛH

MuhaMMed SIDDık HeKiM
kaddesallahu sırrahu..


Değerli kardeşlerimiz;
Bu kitap muhterem hocamız Muhammed Sıddık Hekimin (Siirt'li Hoca Efendi) "Fırka-i Nâciye ve Hükümleri" hakkında yapmış olduğu sohbetlerin Fırka-i Nâciye cilt I olarak yayınladığımız kitabın hacim olarak büyük olduğundan istifadesi kolay olsun diye bölümlere ayrılarak kitapçık haline getirilmiştir. Fırka-i Naciye cilt I'i =>5 kitap halinde yayınlıyoruz. Faidenin tam hasıl olması için kitapçıkların tamamının okunması gerekmektedir. Bu kitapçıklar sohbetlerin yazıya aktarılmış hali olduğundan, kitaplara bölünmesi esnasında konu tam olarak bitmediğinden, aynı konu bir başka kitapta da geçmektedir. Bunu yaparken meydana gelen hatalar bize ait olup; önce Muhterem Hocamızdan sonra da bütün kitapları okuyan kardeşlerimizden özür diliyoruz..


KUR'ÂN-ı KERİM ve HADİS-i ŞERİFLERİN ÖNEMİ.:

Aziz Kardeşlerim;
Daha önceki bölümlerde, özellikle fırka-i nâciyenin hükümlerini anlattığımız eserlerde Resulallah sav.'in mezziyetlerini anlatmaya çalışmıştık. Hatta o eserin bir bölümünü sırf Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'a karşı sevgi ve muhabbetin nasıl olması gerektiğini izah etmeye çalışmıştık. Orada biraz mücmel olarak anlatmıştık. Ehemmiyetine binâen, mahusus Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'ın hadislerine bir saldırı kampanyası başlamış olduğundan, bu mevzû'yu biraz daha açmak, o hadisleri de daha iyi anlaşılması için izâh etme ihtiyacı hâsıl oldu. Çünkü bazıları; Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hadislerine itimât etmiyor. Aynı zamanda reddediyor. Kur’ÂN'a ihtimâm ediyorlar da hadisleri kabul etmiyorlar. Zira hadislerde insan katkısı varmış, onların bizlere ulaşmasında aracı olarak insan olduğundan, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de beşer olduğundan hadisi şeriflere karşı çıkıyor, kabul etmiyorlar.
Evet, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem insan olmasına insandır. O da bizim gibi beşerdir. Fakat o insan-ı kâmildir. Hem de en mükemmelidir, kâmilinde ekmelidir. Eğer bir şeyin kabülünde veya reddinde insanı aradan çıkarırsak, onun aracılığını kaldıracak olursak o zaman ortada inanılacak bir şey kalmaz. Kur’ÂN da, hadis de bizlere tamamen insan yoluyla, onun aracılığıyla bizlere kadar gelmiştir. Allahü Zülcelâliin kemlâmı olan Kur’ÂN nasıl ki elçi vasıtasıyla, Rasûl yoluyla bizlere ulaşmışsa; hadisler de yine onun ümmeti olan, Ona kalben ve ruhen bağlı olan, ilim, zekâ, zabt ve adalet yönünden emin ve herkes tarafından kabul edilen âlimler ve muhaddisler tarafından bizlere ulaşmıştır. Bunların yalan üzere olmaları da mümkün değil. Zira muhaddislerde aranan şartlardan biri de budur. İşte böylesine emin ve güvenilir zatlar tarafından cem edilip bizlere nakledilmiştir hadisi şerifler.
Eğer.:
“Efendim biz hadisi şeriflere karşı çıkmıyoruz. Mevdû'/uydurma hadisler var, onun için böyle konuşuyoruz!.” diyorlarsa, bu mâzereti öne sürüyorlarsa, bu özürleri kabahatlerinden daha büyüktür. Zira bu hususta bir ömür tüketen, bu ümmete bu hizmeti yapan zâtlar hadislerin senetlerini belirtmiş, hangi hadisler sahihtir, hangileri mevdû'dur bunları tek tek ayıklamış ve bu hususta ciltlerle kitaplar telif etmişlerdir. Böyle olmasına rağmen bu zâtların yaptıklarını görmemezlikten gelip sanki bu mevdû'da hadisler bu güne kadar bilinmiyormuş da bunları kendileri bulmuş gibi bir hava oluşturup, hadisi şeriflere karşı olan güven ve itimâdı sarsmaya çalışıyorlar. Halbuki bunların bulduğu ve ortaya çıkardığı tek bir mevdû hadis yoktur. Bu mevdû hadisleri bulup ortaya çıkaran yine İmam-ı Buharî’ler, Tirmizî’ler, Nesâi’lerdir. ALLAHu TeÂLÂ'nın rahmeti üzerlerine olsun..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

Bazıları da Mir’âc’ı inkâr ediyorlar. Bazıları da “Mir’âc rûhen vuku’ bulmuştur, bedenen değildir.” diyorlar. İşte, bu ve benzeri hususlarda muazzam bir yozlaşma olduğu gözden kaçmıyor. İşte bu gibi kimselerin Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hadislerine dil uzatmaları ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem hakkındaki edeb dışı ithamları hiç hoş değil. Bunlar bu gibi isnad ve ithamlarla sadece kendilerine yazık etmiş olurlar. Cenâb-ı Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) hiçbir şey yapamazlar. Çünkü Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem) ekrem kılan ALLAHu TeÂLÂ’dır. Ona kıymet ve değer veren ALLAHu zü’L- CeLÂL’dir. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) meziyyetini/(İyi ve salih hareket ve faaliyet) kavrayanlar, ona canımız fedâ olsun demişlerdir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu hususa işâret ederek buyuruyor ki: “Âhir zamanda öyle kimseler gelecek ki, beni görmek için, aşkından ve muhabbetinden dolayı bir defa görmek karşılığında, tüm varlığını fedâ eder. Ben bu kardeşlerimi görmek arzusundayım.” buyuruyor. Ashab-ı Kirâm da: Yâ Rasûlullah, biz senin kardeşlerin değil miyiz?” diyorlar. “Hayır, siz benim Ashabımsınız. Fakat âhir zamanda öyle kimseler gelecek ki bana karşı aşk ve şevkleri vardır, beni bir defâ görmelerine karşılık mal, mülk ve servetlerinin tamamını verirler.” buyuruyor.
İşte bu gibileri de vardır, Elhamdülillah bu zamanda. İşte bu sebepten dolayı bu mevzuya biraz daha eğilmek, bazı hadisi şerifleri biraz daha açmak istiyoruz. Zirâ RABBimizin bize vermiş olduğu ni’meti azîmesi Rasûlullah’tır (sallallahu aleyhi vesellem). Rasûlümüz (sallallahu aleyhi vesellem) nasıl bir ni’meti azîme ise, bizler için ona ümmet olmak yine ni’meti azîmedendir. Kâinâtın Güneşi ve en hayırlısı, en şereflisi olduğu gibi kâinâtta her şeyin ibtidası/(En önce, başta.) odur. Her varlık onun sayesinde var olmuştur. Bu meyanda ruh yönünden de böyle olduğunu anlatmaya çalışacağız, oldukça. Varlığın varlığına sebeb-i vücud, Onun varlığı olduğunu izâha ve isbâta çalışacağız. Ama nankörler görmezler, o başka… Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in kendi devresinde dahi onun hakikatını görmeyenler oldu. Zirâ müşrikler onu gördü. Onların arasında, içinde yaşadı. Fakat onlar, Onun Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yönünü göremediler. Bu tarafını idrâk edemediler. Basîretleri olmadığından Ona.: “Abdullah’ın oğlu, Abdülmuttalib’in torunudur.” dediler. Basîretleri kapalı olduğundan bundan ötesini göremediler, göremezlerdi de.. Zirâ, ALLAHu zü’L- CeLÂL Kur’ÂN-ı Mübin’inde şöyle buyuruyor:


أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
“Onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, onunla akıl ettikleri kalpleri ve onunla işittikleri kulakları olsun. Fakat baş gözleri kör olmaz. Lâkin sinelerdeki kalpler kör olur.” (Hac 22/46)

“Baş gözünün görmemesi ile kişi gerçekte kör sayılmaz. Asıl körlük kalb gözünün kör olmasıdır.”
En beteri de budur. Zirâ bu gözlerde ve bu gözlerin görmesinde kâfirler de bize müşterektirler. Aynı bu baş gözleri onlarda da var. Dünya mâişetlerini/(geçimlerini) bu gözlerle onlar da temin etmektedirler. Aklı mââşa/(dünyada geçim işini düşünen akıl.) sâhibtirler, fakat aklı mââdleri/( İrfan ve ilimle terbiye olan âhiretini düşünen akıl.) yoktur. Böyle olduğu için onlar Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) hakikatini göremiyorlar. Bunu görebilmeleri için kalb basîretlerinin olması lâzımdır. Bu kalb basîreti hakkında Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem da şöyle buyuruyor: Şeytânların getirdikleri perdeler kalb üzerine basîreti kapatmasalar; rahatlıkla gök âlemindeki olan melekleri ve benzeri şeyleri görebileceklerdi… Nasıl ki insanın gözünün önüne bir perde çekildiğinde insan bir şeyi göremez. İşte bunun gibi şeytândan mütevellid/(İleri gelen) mâsiyet, günah da kalb basîretinin önünde bir perde olur ve görmeyi engeller. İşte bu gibi günahlar perde olmasaydı Melekut Âlemini rahatlıkla seyrederdi insanoğlu. Müşriklerin bu basîretleri perdeli olduğundan, basîretleri kapalı olduğundan “Ebu Tâlib’in yetimidir!.” dediler de daha ötesini göremediler. Medine-i Münevvere’de de münâfıklar aynı durum üzere idiler. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i bi-hakkın/(tamamıyla, hakkıyla.) kabul etmedikleri için inanmış görünüyorlardı. Bundan dolayı münâfıklar ALLAHu zü’L- CeLÂL’in gazâbını kâfirlerden daha çok celbettiler/(çektiler) ve:


إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَن تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا
“Muhakkak ki münâfıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar. Ve onlar için asla bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ 4/145)

Kıyâmette gidecekleri yer esfeli safilîndir. Onlara nusret edecek, yardım edecek hiç kimse de bulunmayacaktır. Onların esfeli safilin olmalarının sebebi de budur. Zirâ hayatları müddetince ALLAHu zü’L- CeLÂL’i kandırdıklarını sanarak, bu inanca sâhib olarak yaşadılar. Halktan çekindikleri kadar ALLAHu zü’L- CeLÂL’den çekinmediler.
ALLAHu zü’L- CeLÂL hepimizi bu misilli kimselerin şerrinden korusun. Bizlere muîn/( yardımcı) olsun, tevfikatıyla refik/(yoldaş) eylesin, bizi hakkı hak bilip hakka tabi’ olan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinâb eden/(çekinen) kullarından eylesin. Âmin.
Aziz kardeşlerim;
Bu şekilde düşünmeleri ve söylemeleri yeni bir şey de değildir. Böyle söyleyenler kendilerinden öncekilerin sözlerini aktarmaktadırlar. Biliyorsunuz ki 73 fırkadan 72 si sapık sadece 1 tanesi Fırka-i Nâciyedir. Çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem).:
Bir gün yere ortaya düzgün bir çizgi çizmiş “İşte bu dosdoğru yol benim yolumdur” buyurup sonra bu düz çizginin sağ ve soluna başka çizgiler çekmiş ve.: “Benim yolumdan çıkış yapıldığı takdirde ister sağından ister solundan her gittikleri yolun başında da bir şeytân vardır” buyuruyor.
Artık, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Yolunun, düstûrunun ve nizamının dışına çıktığı takdirde işin içinde mutlaka şeytân vardır.
Kardeşlerim;
Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Hadisine ve Sünnet-i Seniyyesine kendisine bağlı saymayan ve bağlanmayan bir kimse Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ümmetinden olarak O’nu, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Nebîsi ve Rasûlü olarak tanımadıktan sonra acaba ona karşı ne yüzle çıkacaktır?. Bir şey söyleyecek dili olur mu?. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) nizamnâmesine kendisini bağlamıyor, kendisini hiçte tasdik etmiyor, Sünnet-i Seniyyesini ve buyurmuş olduğu hadislerini tamamen saf dışı ediyorsa bu kimseye ne diyeceğiz biz?.
Yâni, bu kimseye bir künye verecek durumda değiliz. Verecek bir künyede bulamıyoruz. Birşey söyleyemiyoruz. Ümmet-i MuhaMMedin mensubu desek, öyle ise o zaman Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) getirdiği Sünnet-i Seniyyesine ve buyurduğu hadislerine bağlanması şarttır. Biliyorsunuz ki Yahudi ve Nasaraların hepsi de bir nebînin ümmetleridir. Nebîlerini çok sevenleri olmuş da hatta.: “Allah’ın oğludur” demişler. Halbuki Müslüman da olduğunu iddia eden bu kimse ise kendi Resûlünü sevmek şöyle dursun rafd ediyor (reddedip bırakıyor) tamâmen saf dışı edip kendisini Rasûlüne bağlamıyor. Peki, Âdemden (aleyhisselâm) bu ana kadar geçen sürede gelen her insanın bir dini ve bir peygamberi vardır umumiyetle. Bir i’tikadı vardır, bir bağlılığı vardır mutlaka. Evet bâzen aşırı gitmişlerde ifrat edip/(ileri gidip).: “ALLAH’ın oğludur” demişler. Fakat böylesine rafd edip, kıymet ve değeri yokmuş gibi hâşâ yapmamışlar. Bu kimse ve benzerlerine bakıyoruz da hiç çekinmeden açıkça Rasûlullahı (sallallahu aleyhi vesellem) saf dışı edip kıymet ve değer vermiyor. Getirdiği yasa ve İslam Dininin muhteviyatına/(içeriğine) kendisini hiç de bağlamıyor ve dışında kalıyor. Diyeceksiniz ki.: “Bu profesör, Kur’ÂNa da sahib çıkıyormuş!.” Peki, Kur’ÂNa sahib çıkıyormuş da hâşâ ALLAHu zü’L- CeLÂL Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şânı Habîbine (sallallahu aleyhi vesellem) değil de bu şaşkın kimsenin kendisine mi vermiş?. Kur’ÂN-ı yine Cenâb-ı Rasûlullahı (sallallahu aleyhi vesellem) yoluyla almamış mıdır?. Bu şekildeki inancı ile “Kur’ÂNa bağlıyım” demesi aslında ona hiç bir yararda getirmez. Bir kere Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) hadislerini tanımadıktan sonra onun yoluyla gelen Kur’ÂN-ı tanımanın ne anlamı olur?. Kur’ÂNda Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) aracılığı ile olmuştur. Onun aracılığı ile gelen Kur’ÂNa sahib çıkmış da Onun kendisinden gelen Sünnet-i Seniyyesine ve sözleri olan hadislerine sahib çıkmıyorsa ne denir bu kimseye?. Esâsen ayni söz ve ayni kelâmda Rasûlullah’ın fem’-i Şerifinden/(ağzından) çıkıp meydana gelen bir Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şân dır. ALLAH’ın kelâmıdır. Yoksa bu kimsenin kendisine doğrudan doğruya başka bir Kur’ÂN mı gelmiş de ona mı sahib olmuş?. Sanki babasından miras kalmış da.: “Ben otururum, okurum ve aklımla bir şeyler çıkarırım vs.” deyip âdetâ Kitabımızı bir oyuncak haline getirmiş. ALLAHu zü’L- CeLÂL bu sapıkların şerrlerinden cümlemizi muhafaza buyursun. Âmin.
Bu hususda Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şân ı kendi akıl ve mantıkına göre te’vile kalkışanların varacağı yer mutlaka cehennemdir. Kelâmullah’ı hâşâ oyuncak haline getirmişler de kimisi Fâtihayı bestelemiş çalıp çığırıyor. Kimileri çıkıp “ben Kur’ÂNdan aklımla birşeyler çıkarıyorum, yorumlar yapıyorum mesajlar alıyorum” deyip; sanki, Cenâb-ı Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) bizzat yaptığı Kur’ÂN-ın muhteviyatını ve inceliğini hadislerle anlatıp halkı tenvir etmesi gibi; bu misilli dangalaklarda ortaya çıkıp, ayni tezi bir nebî gibi kullanarak Kur’ÂNdan tahliller yapacak ve halka yeni bir din gibi anlatacaklarmış! İşte böyle yapmak istemektedirler. Bunun ise ne demek olduğunu biliyorum ve çok şaşırıyorum bunlara. Evet, Rafizîler nübüvvet davası güdüyorlar.
(Rafizî.: Rafıza fırkasından olan. Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in halifeliklerini kabul etmeyenlerden olan..)
Ama herhangi bir şahıs adına değilde, Nübüvvetin İmam-ı Aliye (radiyallahu anhu) olmasını dava ediyorlar. Aslında bu şaşkın kimseler esâsen Kur’ÂN-ı Kerime hakikâten bağlı bile değiller. Kur’ÂNa bağlı oldukları iddiaları dahi müsbet değildir. Çünkü, Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şân ın bir çok âyetlerinde ALLAHu zü’L- CeLÂL, Rasûlullaha (sallallahu aleyhi vesellem) bağlı olmayı, sünnetine uymayı ve itaat edib isyankâr olmamayı emreder. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) emrini ve itaatini kabullenmek şartı vardır bir kerre. “ALLAHu zü’L- CeLÂL’i seviyorum!.” Diyorsa, O’nu sevmesi Rasûlullahı (sallallahu aleyhi vesellem) sevmesine bağlıdır. Kesinlikle Rasûlullahı (sallallahu aleyhi vesellem) sevmeyen ALLAHu zü’L- CeLÂL’i de sevmez. Bu olacak iş ve vakı’a değildir. Çünkü, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in göndermiş olduğu elçisine saygı duymayan, sevmeyen, getirdiği hükümleri tanımayan ve uygulamalarını kabul etmeyen kimseye nasıl olur da ALLAHu zü’L- CeLÂL sahib çıkıp kulum der?. Bu hal içinde bulunurlarken ALLAH bizi sever mi sanıyor bu ahmaklar?. Hâşâ ve kellâ. Teşbih olmasın ama, bir devletin bir elçisi bir ülkeye gönderildiğinde o elçiye gösterilen ihtimâm, verilen kıymet ve değer elçinin gönderildiği devletin vakarıdır. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in elçisi olan Aleyhisselâtü ve’s selâm hem de Resûllerin Resûlü iken. Diğer Nebîler, O’nun devresinde gelseler idi O’nun nâibi/(vekili) olurlardı ve müstakil risâlet ve nübüvvet davasına kalkışmazlardı. Hz. İsâ (aleyhisselâm) teşrif edeceğinde yine niyâbet/( vekillik) makamında gelecek ve Resûl olarak Rasûlullaha (sallallahu aleyhi vesellem) bağlı olup onun düstürunu/(umumi kaide. Kanun, nizamını) yürütecektir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) bir taneciktir. RABBımız onu bir tâne yaratmış ve.: “Habîbim” buyurmuş, imân dahi O’nun nurundan var olmuştur. Kâinât O’na muhtaç ve medyundur/(borçludur.). Kâinâttakilerin tümünün ona saygı duyma mecburiyetleri vardır. Onun varlığıyla var oluyor herşey ve herkes. İnanın ki ilk olarak onun nurundan var olmuş ne varsa. Bu husus “Fırka-i Nâciye” adlı kitabımızda iyice anlatılmıştır..
Fakat şimdilik bize düşen görev şudur ki; anlattığımız şekildeki Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) sünnet-i seniyyesine, hadislerine ve nizamnâmesine bağlanmayan bu kimseler bir künye aramaktadır. Bunlara mesnede dayalı bir künye bulmalıyız. Öyle ya İsevî desek değiller, Musevî desek değiller. Şu değil, bu değil de peki ne olmalı künyeleri?. Asla Muhammedî de değiller. Hadislerini ve sünnetlerini beğenmiyen, Ona bağlanmayan, sözünü ve emrini dinlemeyen, getirdiği yasasını tanımayan bu kimsenin demek ki Rasûlullaha (sallallahu aleyhi vesellem) bağlılığı yok ki nasıl Muhammedî diyelim?. Bu kimse açıkca saf dışı olur İslamdan. İşte olacağı budur. Çünkü, mâdem ki ALLAHu zü’L- CeLÂL subhanehü teâlânın Kur’ÂN-ından bahsediyor ve kabul ettiğini söylüyor eğer sözünde ciddiyet ve samimiyet olmuş olsa idi, O Kur’ÂNa iyi kulak verirdi eğer kurşun dökülü değilse.
Vaktiyle Yahudiler Aleyhisselâtü ve’sselâma gelip: “Ya Muhammed biz Allahı senden çok daha fazla severiz ancak seni resûl olarak tanımıyoruz” derlerdi. ALLAHu zü’L- CeLÂL ise Kur’ÂN-ında cevab veriyor:


قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“De ki: “Eğer siz Allah'ı seviyorsanız, o taktirde bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin ve sizin günahlarınızı mağfiret etsin (sevaba çevirsin). Ve Allah "Gafur"dur, "Rahîm"dir.” (Âl-i İmrân 3/31)

“Onlara deki Habîbim, eğer gerçekten Allahı seviyorsanız bana tabi’’ olun”
Hakikaten ALLAHu zü’L- CeLÂL’i seviyor ve bunu isbat etmek istiyorsanız bir kerre evvelâ resûlüne tabi’’ olunuz. Tabi’’ olunuz ki, sevdiğinizin isbatı budur. Onun için buyuruyor: “Habîbim onlara söyleki gerçekten ALLAHu zü’L- CeLÂL’i seviyor iseniz bana tabi’’ olun ki Allahda sizleri sevsin.” İşte esas mesele budur. Bizim Kur’ÂN-ımızın hükmü budur. Bu yolunu şaşırmışlar ne diyecekler?. Rasûlullaha (sallallahu aleyhi vesellem) tebâiyyet muhabbet saygı ve getirdiği emirlerine ve uyguladığı Sünnet-i Seniyyesine uymak şarttır, şart... Bunun dışına çıkanlar isteseler de istemeseler de islamdan saf dışı olanlardır. ALLAHu zü’L- CeLÂL böylelerine asla sahib çıkmaz. Dünyada âhirette hayrda görmezler esâsen. Bedbaht insanlardır. Yahudilere gelen cevabdan bir hisse kapsalar bâri... Rasûlullah, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in elçisidir ki; Ona saygı duymamak, sünnet ve hadislerine uymamak, risâletini inkara yeltenmek Allahı inkardır ve Ona inanmamaktır. Çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) hâşâ kendisinden birşey söylemiyor ve kendisinden birşey söylemediğinin isbatı şudur ki; ALLAHu zü’L- CeLÂL Habîbini bu gibi töhmetten iftiradan kurtarmak için Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şân ında:


وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
“Ve o, hevasından (kendiliğinden) konuşmaz.” (Necm 53/3)

إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
“(O'nun söyledikleri), sadece O'na vahyolunan vahiydir.” (Necm 53/4)

“O arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.”
Arzu ve hevesine göre konuşmaz buyurup Habîbinin hevâsından konuşmadığını tasdik ediyor. Söylediği sözler ve hadisler kendi nefsinden hevâsından değildir. Tamamen vahy kısmındandır. ALLAHu zü’L- CeLÂL Habîbini (sallallahu aleyhi vesellem) burada be’rat ettiriyor. Bu gibi töhmet ve iftiralardan kurtarıyor. Asla kendi hevâyi nefsiyyesinden konuşmuyor. Mutlaka ALLAHu zü’L- CeLÂL tarafından mâlûmât veriliyor. Ama Cibril (aleyhisselâm) vasıtasıyla ama doğrudan doğruya vahy yoluyla geliyor da konuşuyor. Kendisinden hükümler çıkarıyor da değil. Kur’ÂN-ı Kerim kendisine nâzil olmuş ise de, Kur’ÂN mücmeldir. (Kısa ve az sözle anlatılmış, öz) Mufassal (uzun açıklanmış) değildir. Tafsilatlı değildir. Hatta bazı kimseler “Biz, Kur’ÂNda buluruz” demişler. Kur’ÂNda hangisini bulacaksınız?. Meselâ; öğlen namazının teferruatını, rekatlarını, yapılması gerekenleri, oruç, hac, zekât vs. hakkındaki teferruatın hangisini bulabiliyorsunuz?. Kur’ÂNda bulunda gösterin bakalım. Bulabiliyor musunuz ki “Bize sadece Kur’ÂN yeterlidir” deyip de sünnetine ve hadisine bağlanmıyorsunuz?. Bu nasıl mümkündür?. Üstelik ALLAHu zü’L- CeLÂL bizzâtihi Habîbinin (sallallahu aleyhi vesellem) yetkili ve salahiyetli olduğunu bildirirken. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) her emri mutlaka yapılır nehyide asla yapılmaz. Neden mi?. Bakınız ALLAHu zü’L- CeLÂL ne buyuruyor?. “Rasûlüm sizlere ne getiriyorsa ne emrediyorsa hemen sahib olunuz yerine getiriniz emrine itâât edib işleyiniz. Bir şeyi de yasaklayınca ictinâb ediniz ve asla yapmayınız.” Yâni söylediklerine harfiyyen uyunuz. Dikkât ediniz ALLAHu zü’L- CeLÂL Habîbi Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) mertebesini, kıymetini, değerini ve hukukunu açıkça ilân edib hakkında bize açık seçik malûmât veriyor. Bunda şüphe edecek şudur, budur diyecek bir şeyde asla yoktur. Habîbine karşı saygılı ve edebli olmayı getirdiği emir ve nehiylere sahib olmayı emrediyor ve ilân ediyor. Çünkü Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) hiç bir şeyi kendi nefsinden hevasından getirmiyor. ALLAHu zü’L- CeLÂL tarafından gelmektedir. Diyebilirsiniz ki peki, birileri çıkıp da dinlemezse Rasûlullahı (sallallahu aleyhi vesellem) safdışı görürse hadislerini vs. yok sayarsa ne olur?. Ne mi olur, bakınız âyet-i celilede:


وَمَن يَعْصِ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فِيهَا وَلَهُ عَذَابٌ مُّهِينٌ
“Ve kim Allah'a ve O'nun Resulune isyan eder ve O'nun sınırlarını aşarsa, onu, içinde ebedî kalacakları ateşe koyar. Ve onun için “alçaltıcı azap “ vardır.” (Nisâ 4/14)

“Kimde Allaha ve Peygamberine isyan eder, şeriat ve hükümlerini çiğneyip geçerse, Onu da içinde ebedi olarak kalmak üzere ateşe koyar, Onun için rüsvay edici, aşağı düşürücü bir azâb vardır.”
ALLAHu zü’L- CeLÂL kendisine ve Rasûlüne karşı isyankâr olan hududunu aşan kimsenin varacağı yeri ilân etmiştir. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in ve Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) hududlarını çiğneyen ve aşan bir kimse ki ister inkâr edip isyan etsin ama aşırı gidip azgınlık yapsın, herhangi halde olursa olsun cehennemde ebedî olarak sonsuz kalırlar. Halidine (sonsuz daim, ebedi) cehenneme girip de hiç çıkmayacak kimseler olurlar. İşte Kur’ÂN hükümleri. Kardeşlerim, bu kimseler gerçekten Kur’ÂNa değer vermiş ve kendisini ona bağlamış olsaydı zâten Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) hadis ve Sünnet-i Seniyyesi dışında kalmazlardı. Çünkü, ALLAHu zü’L- CeLÂL elçisi olarak gönderdiği, emir ve hüküm ve salahiyetler verdiği Resûlünü dinlemeyen kimseye yâr olur mu?. Bu mümkün mü, hâşâ ve kellâ... Habîbi (sallallahu aleyhi vesellem) yetkili Resûlü olarak gelmiştir ve tabi’’ olmakta keyfî değilde mecburi ve şarttır. Rasûlullahı (sallallahu aleyhi vesellem) tanımayanın sonu mutlaka esfeli safilindir. Başka hiçbir yolu yoktur bunun.


وَمَن يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءتْ مَصِيرًا
“Ve kim kendisine hidayet beyan edildikten (açıkladıktan) sonra resûle muhalefet ederse ve mü'minlerin yolunun dışında bir yola tâbî olursa, onu döndüğü yola çeviririz ve onu cehenneme yaslarız. Ve o ne kötü varış yeri.” (Nisâ 4/ 115)

“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.”
Muşakkaka yâni, muhalefet yapacakları takdirde doğru cehennem... İster ALLAHu zü’L- CeLÂL’e ister Resûlü’ne isterse ikisine isyan etsin aynı şeydir ve doğrudan cehennemi boylar. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in gönderdiği “Habîbim!.” buyurduğu Resûlüne saygı duymayıp da ALLAHu zü’L- CeLÂL’e saygı duyuyormuş bu geçerli olur mu?. ALLAHu zü’L- CeLÂL Gayyurdur/(gayretli), Habîbine (sallallahu aleyhi vesellem) karşı olan nahoşluk hallerini asla kabul etmez. “Şüphesiz ki Allah gayyurdur ve gayyurları sever.” Böylesine elçisini gönderecek te beşerriyetin içinden seçilmiş tek Habîbi olarak nahoş şeyler söylenmesine hâşâ rıza mı gösterecek sanıyorlar?. Evet, diğer elçileri de harika şahsiyetlerdir ayrı güzellik ve özellikleri vardır. Ancak Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) beşerriyet içinde bir tâne olup emsâli yoktur. Çünkü, Risâleti umumîdir. Yâni Âdemden (aleyhisselâm) kıyamete kadar gelip geçecek olan tüm insanlık aynı vakitte gelmiş olsalar Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) hükmü altına girerler. Diğer Resûl ve Nebîler de, Rasûlullaha (sallallahu aleyhi vesellem) tabi’’ nâibler olurlardı. Biz söylemiyoruz Kur’ÂN ilân ediyor. Ama nerede insaf ehli olup da araştıracak?.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) emirlerine muhalefet etmeme hususunda âyet-i celilede:

لَا تَجْعَلُوا دُعَاء الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاء بَعْضِكُم بَعْضًا قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الَّذِينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنكُمْ لِوَاذًا فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
“Resûlün çağırmasını, aranızda, birbirinizi çağırmanızla eşit tutmayın! Sizden, (birbirini) siper ederek gizlice çıkanları ALLAH biliyordu. Bundan sonra O'nun emrine karşı gelenler, onlara bir fitne veya elîm azâb isabet etmesinden hazer etsinler (sakınsınlar)" (Nûr 24/63)

“Bunun için, peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ inmekten yahud kendilerine acıklı bir azâb İsâbet etmekten sakınsınlar.”
Hazer etsinler, sakın ha sakın emirlerine muhalefet etmesinler diye ALLAHu zü’L- CeLÂL uyarıyor ki.: “Eğer emirlerime muhalefet ederlerse hem fitney-i âzimeye düçâr olup düşerler hem de şiddetli ve elim bir azâbı çekmeyi hakederler.” Zirâ, Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) insanların tümüne resûl olarak gönderilmiştir. A’raf süresi 158. inci âyetinde de risâletinin umumî olup, nasın kâffesine gönderildiğini ilân eder.


قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الأُمِّيِّ الَّذِي يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
“De ki: “Ey insanlar! Muhakkak ki; ben, sizin hepinize (gönderilen) ALLAH'ın resûlüyüm. O ki; semaların ve arzın mülkü, O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur. O, hayat verir (yaşatır) ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve O'nun ümmî, nebî, resûlüne îmân edin ki; O, ALLAH'a ve O'nun kelimelerine (sözlerine) inanır (îmân eder). Ve O'na tâbî olun ki; böylece siz, hidâyete eresiniz.” (A’râf 7/158)

“De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir, o öldürür. Öyle ise Allah’a ümmî Peygamber olan Rasûlüne -ki O, ALLAH’a ve O’nun sözlerine inanır.- imân edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.”
Başka bir âyet-i celilede ise:


وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Ve Biz, seni (kâinattaki) insanların hepsi için müjdeleyici ve nezir (uyarıcı) olmandan başka bir şey için göndermedik. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Sebe’ 34/28)

“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik...”
Senin Risâletinin nasın tamamına hatta ki Rasûlullah Resulü’s- Sakaleyn olup insanlara ve cinlere de resûldür. Çünkü yarın mahşerde de genellikle Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) tezi yürür. Ve herkes Rasûlullaha (sallallahu aleyhi vesellem) muhtaçtır. Cinlerde yaratılmış ve onlarında müslüman olanları vardır. Ahkâf ve Cin Sûrelerinde anlatılıyor. Onun için Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem).: “Cinlere Er-Rahmân Sûresini okudum da, kendilerinde bir acayiblik, coşkular ve ağlaşmalar ve feveran etmeler oldu. Sizlere de okudum da sizlerde öylesine bir heyecan göremedim.” buyuruyor. Demek ki cinler çok daha fazla heyecanlanıp bilhassa.: “Öyle iken RABBınızın ni’metlerinden hangisini yalanlarsınız” geldikçe acayip hallere düşüp ağlaşmışlardır.
Bu hususlarda da hadis pek çoktur ama hadise kendilerini bağlamıyorlar ki, evvelâ İslâm Dairesine girebilmeleri için ALLAH ve RASÛLÜne birlikte inanmaları şarttır. Hadisi şerifte de öyle buyuruyor.: “Bir kimsenin ALLAH ve Rasûlullaha olan muhabbeti öyle bir muhabbet ki karşısına ateşi koyupta ya bu ateşe girersin ya da ALLAH ve Resûlünü sevmiyorum dersinde kurtulursun deseler ateşe atlamayı tercih etsin” buyuruyor Aleyhisselâtü ve’s selâm. İnsan gerçekten hakiki imân ve ciddiyet sahibi olunca düşünmez bile. Nitekim Müseylemetü’l Kezzab bir müslümanı yakalayıp soruyor: Lâ ilâhe illALLAH Muhammede’r resulullah ”sözümü duyuyor musun?”
“Evet duyuyorum” “Lâ ilâhe illALLAH Museylemetü’r Rasûlullah sözümü duyuyor musun?” “Hayır, asla duymuyorum” diyor. İyice işkence yaptıktan sonra ateş yakmışlar ve içine atmışlar. Buna rağmen Hak, Haktır ki yanmamış ALLAH’ın izni ile. Ale’l hak olan hak yanmaz elbette. ALLAH ve Rasûlune karşı bu şekilde ciddiyet, samimiyet ve fedakârlıkla muhabbet sahibi olanı ALLAHu zü’L- CeLÂL ateşinde yakmamıştır. O zaman etrafındakiler “bunu buralarda durdurma yoksa çok kimseler senin davandan vazgeçerler” deyince hemen onu Yemame’den çıkarmıştır. Zaman geldi Hz. Ömer (radiyallahu anhu) devresinde bu kişiyi göstermişler ve anlatmışlar. O zaman Hz. Ömer (radiyallahu anhu): “ALLAHu zü’L- CeLÂL’e şükürler olsun ki Halilü’r Rahman’ın ateşe atılıp yanmadığı gibi ümmet-i Muhammedden de onun tezini uygulayıp inancı uğruna fedakârlık yapana kurban olayım” diyerek onu sevmiştir. Kardeşlerim, bu hususta isbat delilleri pek çoktur. Kur’ÂN mı dersiniz?. Hadis mi dersiniz, sayısız deliller var. Bağlılığı varsa bir tanesi bile yeter. Ancak i’tikad ve inancı bozuk ve başka ise çuvalla olsa bile fayda vermez. ALLAHu zü’L- CeLÂL saptırdı ise ona kim hidayet edecek?.
Hadis-i Şerif ve meâli: Kim ki müslüman camiasına bir karış muhalefet yaparsa islam hukunun dışına çıkmıştır. Boynundan çıkarıp atmıştır. Artık o hukuka sahib değildir.
Hadis-i Şerif ve meâli: Bir kavim gelecek ki benim sünnetimi yok etmeye çalışacaklar. Niyetleri tamamen yok edib öldürmektir. Dine pek çok dalalet ve küfürde karıştıracaklardır. Hem sünnetlerimi öldürmek hem dinde bir muhalefet yaratıp bilinmedik şeyleri ortaya atacaklardır. Müslümanları sapıklığa ve küfre sevketmeye çalışacaklardır. Bu misilli kimseler ALLAH’ın, meleklerine ve insanların tamamının la’netlerine mûcib ve müstehak olsunlar. Hadis ve meâli: Ümmetimin fesada uğradığı bir devrede sünnetime sımsıkı sarılıp da onun muhafazasına ve işlenmesine çalışan bir kimseye şehid sevâbı vardır. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in kendisine bir şehid ecri vereceğini va’dediyor. İşte Aleyhisselâtü ve’s selâmın sünnetine karşı olan sevgi ve saygının ve sünnetiyle âmil olan kimsenin ödülü budur. Bazıları çıkıp sünnetleri öldürmek isterken karşılarında Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) sünnetlerini ihya ve muhafazaya çalışan kimselere şehid ecri verileceğini ilan ediyor şükürler olsun. ALLAHu zü’L- CeLÂL bizlere hayatamızın sonuna kadar ehl-i sünnet ve’l cemaat olarak Fırka-i Nâciye’de kılsın. Âmin.
Azîz kardeşlerim;
Bu haldeki kişilerle cidâli hadisle yapmak geçersizdir. Çünkü kendisini hadis bağlamamaktadır. Gûyâ, Kur’ÂNa karşı bağlılıkları varmış, Eğer bu sözleri doğruysa saygısını isbat etmesi lâzımdır. Kur’ÂN için ise, bu kişi bakınız neler söylüyor: Bir tanesi ALLAHu zü’L- CeLÂL’in halife kılacağına dair sorduklarında ise cevâbı.: “Yanlış tefsir böyle birşey olmaz” diyor. Halife kelimesi bizâtihi ALLAH’ın kelâmıdır tefsir değil ki. ALLAHu zü’L- CeLÂL melâikelerine buyuruyor ki.: “Yeryüzünde bir halife kılacağım.” Peki, bu böyle iken “yanlış tefsirdir” deyince ne oldu o zaman?. Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şân a karşı olup onu doğrudan inkârdır. Hadis-i şerifde Kur’ÂN-ın bir âyeti (Gerçi buna da hadisdir deyip) bağlanmayabilirler. Kur’ÂNdan bir âyeti bile doğrudan doğruya inkara kalkışan küfre gider ve katline cevâz veriyor. Çünkü cühûd (Bilerek inkâr etmek) inkârdır. Başka bir mevzu’da bize sorulan duyduğumuz bir şey ile ilgili Ebi Leheb’in yerine daha güzel birşeyler konursa olurmuş. Peki eğer Ebi Leheb’i Kur’ÂNa yakıştırmıyorsanız Kur’ÂNda bu hususda çok benzeri vardır. Daha beteri Firavun vardır. Var, var... Kur’ÂN, ALLAH kelâmıdır ve Âdemden (aleyhisselâm) kıyamete kadar bize malûmat vermiştir. İbret alsınlarda yarar-zarar ona göre bir ayar yapsınlar diye hepsinden bahsetmiştir. Kıyamet, mahşer âlemi, cennet ehli, cehennem ehli anlatılmıştır. Kâfirlerin ebede’l- ebedî cehennemde kalacakları “ebada” buyurulmuştur. İmanları sebebiyle cennete girenlerinde sonsuz kalacakları anlatılmıştır. Âdemin (aleyhisselâm) durumunu ve hadisesini, zürriyetini, evlâdlarının birbirlerini öldürmesini, Nûh’un (aleyhisselâm) Tufanı, İbrahîm (aleyhisselâm) devresinde Hûd Kavmini, Semûd Kavmi, Lût Kavmi, Şuayib Kavmi, ve Firavun’un hallerini anlatmıştır. O zamanlar nebîleri uyarırlardı, dinlerlerse dinlerler, dinlemezlerse ALLAHu zü’L- CeLÂL helâk ederdi. Öyle cereyan etmiştir ve vakı’a budur. Onun için Kur’ÂNda Musadan (aleyhisselâm) bahsediliyorsa mutlaka Firavun da anlatılmıştır. “Ebi Leheb” kelimesini Kelâmullah’ında kullanan ALLAHu zü’L- CeLÂLdir. Bu şaşkınlar Ebi Lehebi beğenmiyorlarsa yarında Firavun’u beğenmez ve istediğini yaparsa Kur’ÂN-ı da yok eder. Demek mâsiyet işleyen Ebi Leheb’i, Firavunu vs. Kur’ÂNdan çıkaracaksın sonra da dönüp “Kur’ÂNda yok ki!.” diyeceksin. Bunları Kur’ÂN’ın dışına at ve sonra.: “Kur’ÂNda bulun getirin!.” de. Kendisini müctehid zanneden bu zavallı adam bir de kalkıp.: “Kur’ÂNa bağlıyım Kelâmullah’ı kabulleniyorum” diyebiliyor!. ALLAHu zü’L- CeLÂL bizlere şuûr versin. Çünkü şuûr olmadı mı ne söylediğini ne yaptığını bilmez. Ne demektir ki.: “Ebi Leheb kelimesini kaldırıp daha güzel bir kelime gelsin!.” demek?. Kur’ÂN’dan bir âyet inkâr etmiştir ve “Kur’ÂNda cedelleşmek küfürdür.” ALLAHu zü’L- CeLÂL’in kendisine ait olan Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şân ın bir kıymet ve değeri vardır. ALLAHu zü’L- CeLÂL baştan sona her hadiseyi, kıyametten sonrasını dahi anlatır. Cennete cehennemde, kâfir de mü’minde, yalancıda sadıkta, hepsi de gelir. Musada (aleyhisselâm) geçer Firavunda geçer. Ancak hepside ALLAH Kelâmıolduğu için hepsinede harf başına 10 sevâb verir. Cömerd olan ALLAHu zü’L- CeLÂL kullarına böyle harf başına 10 sevâb veriyor ki okusunlar yararları olsun diye. Kelâmının okunması için bir tergibtir bu 10 sevâb. Bu kişiler bazı kelimeleri Kur’ÂNa yakıştırmıyorlarsa bu cühûddur ve küfre girerler. Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şân da “Zakirûn-Mezkûrun” vardır dediğin zaman hem ALLAH Kelâmıoluşundan sıfatıdır. Hemde içinde ALLAH’ın Zâtı zikredildiğinden dolayı iki faziletlidir bu âyet. Ebi Leheb’i okursan sadece ALLAH Kelâmıoluşundan bir fazileti vardır. İkisindede Zakirun zikreden ALLAHu zü’L- CeLÂLdir. Ama zikredilenler farklıdır. Birisinde ALLAHu zü’L- CeLÂL’in zatından, diğerinde ise bir müşrikten bahsedilmekte dolayısıyla mezkûrun değişiktir. Her ikisinide okuyunca harfleri başına 10 sevâb alırsın. RABBımızın va’di budur. Yeter ki ALLAH LİLLAH için oku. Hatta kıbleye karşı oturur abdestli olarak saygılıca okuyacak olursan İmam-ı Ali (kerremallahu vechehu) nin buyurduğuna göre 25 sevâb alırsın. Eğer mânâsını fehmedib, tefekkürle inceliğini, hükümlerini harikalıklarını inceden inceye düşünerek dilinle ve kalbinle olursa o zaman 40 sevâb alırsın... Namazda okunan Kur’ÂN’a ise harf başına 100 sevâb alırsın. Bu hususda bin incelik vardır ki, bir kimse mânâsından bi haber bilemiyor, ayni zamanda acemîdir okurken kekeleyerek okuyabiliyor, mâhirde değil ve müşkilât içinde heceleyerek okuyorsa ama ALLAH LİLLAH için okuyorsa mâhir olandan daha fazla sevâb verir ona. Çünkü zahmeti daha çok çabası ve ciddiyeti vardır. Bazı kimseler vardır ki.: “İyice okuyamayanlar Kur’ÂN okumasın yanlış olursa olmaz!.” derler.
Bu zümreler isterler ki Kur’ÂN okunmasında kendi kitablarını okusun halk. “Mânâsını bilmeden Kur’ÂN okunmaz!.” diye kararlar verip düzgün okumayanlara hiç cevâz vermezler. Maksadları kendi zümrelerinin kitabları satılsın okunsun ve halk sömürülsün. Halbuki Aleyhisselâtü ve’s selâm ALLAHu zü’L- CeLÂL’in büyük bir lütfûnu haber verip buyuruyor k.i: “Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şân ı düzgünce okuyan okur. Ancak Kur’ÂN-ı okumaya aşk-ü-şevki olup yanlışlarla da olsa okumaya çalışıyor, eğitim alamamış ve dili alışmamış yanlışlarla da olsa okuyor. İşte o zaman görevli bir melek Kelâmullahdan yanlış okunan kelimeleri düzeltip inzâl olduğu gibi huzura çıkarıyor.” Kimse, çıkıpta.: “Yanlış okursan hiç okuma zarar gelir!.” diyemez. Çünkü.: “Okumak istiyorum ama yanlışlarım var!.” diye ALLAH’ın Kelâmından uzaklaştırmaya kimsenin hakkı yoktur. Kur’ÂN-ı düzgünce okuyorsa mesele yok. Ama yanlışları olursa ALLAHu zü’L- CeLÂL lütfen ve merhameten melekler halketmiş onların işi yanlış okunan Kur’ÂN kelimelerini noksanlıklarını giderip fazlalıklarını çıkarıp huzura düzgünce çıkarır. Bu böyledir ama bahsedip durduğumuz ma’lum şahıs gibileri çıkar da.: “Bizi hadisler bağlamaz!.” derse ve hadislere inanmazsa sözümüz inananlaradır. Bu kimseler gibi rastgele çıkıpda Kelâmullah’ı tahrif etmek/bozmak kimsenin haddi ve hukuku değildir. Bir âyet dahi olsa cühûd eden kâfirdir. Hatta tevbe istiğfar etse dahi katli had olarak gereklidir bir âyeti bile inkâr ederse...
Kardeşlerim, Kur’ÂN Allah Kelâmıdır ve Azîzdir. Böyle canlarının istedikleri gibi yanlış te’vil ve benzeri şeylere asla gelmez. Hâşâ bir âlet gibi oynamalarına ALLAHu zü’L- CeLÂL razı gelmez.
“Kur’ÂN-ı Kerimi kendi rey’ine göre tefsire kalkışan cehennemde yerini hazırlamış olur.” Allah Kelâmını bu şudur, şu budur gibi hadis vs. ye başvurmadan kendi akıl, mantık, tasavvur ve rey’ine göre te’vile kalkışmak asla olamaz ve Kur’ÂN böylesi bir kişinin inhisârına giremez. Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şân öyledir ki; denizler tamamen mürekkeb olsa ağaçlarda kâlem olsa Meleklerde yazıcı olsa künhünü (aslını, hakikatını) esâsen yazamazlar. Çünkü Kelâmullahdır.

Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

En son duyduğumuz bir şey daha... “Namazda Fâtihayı bilmiyorda Arabça okuyamıyorsa meâl okusun!.” diyor. Hâşâ ve kellâ. Fâtiha öyle bir Fâtiha ve o kadarda kıymetli ki, Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki.: “Fâtihayı bir kefeye koysan, Fâtihasız Kur’ÂN-ı da Elif-Lâm-Mim’den Nâs’a kadar olan kısmı 7 kerre karşı kefeye koysan dahi Fâtihanın dengi olamaz.” Fâtiha Ümmü’l- Kur’ÂNdır. Fâtiha bir acayibtir. O kadarda oyuncak haline getirilemez. Fâtihada ALLAHu zü’L- CeLÂL ile kulu arasında bir harikalık vardır. Hadis-i Şerifte:
ﻗﺴﻤﺖ اﻟﺼﻼة ﺑﻴﲎ وﺑﲔ ﻋﺒﺪى ﻧﺼﻔﲔ ﻓﻨﺼﻔﻬﺎﱃ وﻧﺼﻔﻬﺎ ﻟﻌﺒﺪى وﻟﻌﺒﺪى ﻣﺎﺳﺌﻞ ﻓﺎذاﻗﺎل اﳊﻤﺪﷲ رب اﻟﻌﺎﳌﲔ ﻗﺎل اﷲ ﲪﺪﱏ ﻋﺒﺪى ﻓﺎذاﻗﺎل اﻟﺮﲪﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ ﻗﺎل اﷲ اﺛﲎ ﻋﻠﻰ ﻋﺒﺪى ﻓﺎذاﻗﺎل ﻣﺎﻟﻚ ﻳﻮم اﻟﺪﻳﻦ ﻗﺎل اﷲ ﳎﺪﱏ ﻋﺒﺪى ﻓﺎذاﻗﺎل اﻳﺎك ﻧﻌﺒﺪ واﻳﺎك ﻧﺴﺘﻌﲔ ﻗﺎاﷲ ﺻﺪﻗﺖ ﻋﺒﺪى اوﻛﺬﺑﺖ ﻋﺒﺪى
ALLAHu zü’L- CeLÂL Fâtihayı kuluyla aralarında ikiye ayırdı. Kul “ElhamdulillâhiRABBi’l âlemîn” deyince ALLAHu zü’L- CeLÂL: “Kulum bana hamdeddi” kul: “Errahmanirrahim” deyince; ALLAHu zü’L- CeLÂL: “Kulum beni senâ etti” kul: “Maliki yevmiddin” deyince; ALLAHu zü’L- CeLÂL “Kulum beni temcid etti” kul “iyyake na’budu ve iyyâ keneste’in” deyince ise; eğer kul sadakatla söylemiş ise ALLAHu zü’L- CeLÂL: “Sadakta ya abdi, doğru söyledin ey kulum” buyurur. Kul doğru söylemiyor ise “kezebte, yalan söyledin” buyurur. Eğer “Sadakta ya abdi” buyurduysa arkasından gelecek istek için ALLAHu zü’L- CeLÂL’in va’di vardır. Kul ne ister? اﻫﺪﻧﺎ اﻟﺼﺮاط اﳌﺴﺘﻘﻴ Kul, kendisininde sırat-ı müstakim ehlinden olmasını diliyorki; ALLAHu zü’L- CeLÂL’in ni’metiyle şereflenmiş olan kişilerin yolu olsun, ﺻﺮاط اﻟﺬﻳﻦ اﻧﻌﻤﺖ ﻋﻠﻴﻬﻢ diyor ve ﻏﲑ اﳌﻐﻀﻮب ﻋﻠﻴﻬﻢ وﻻاﻟﻀﺎﻟﲔ diyerek gazâbına uğramış ve dalalete düşmüş kimselerin yolundan olmasın diliyor. olmayayım diyor.
İşte Fâtiha böyle bir Fâtiha olup dururken okunsun mu okunmasın mı ne demek?. Böyle bir Fâtihayı besteleme meselesi nedir ve acaba bu kimselerin vicdanları nasıl kabullenmiştir?. İ’tikad ve inançlarının ALLAHu zü’L- CeLÂL’e bağlı olduklarını söyleyenler haram olan bir çalgı ile söyleyip çalabiliyorlar. Çalgılar içinde sadece tef’e ve delbek’e cevâz verilmiştir. Oda ilân etmede kullanılmıştır. Diğerleri tamamen muharramattır. Ben 60 küsur sene evvel Erzurum ile Muş arasında bir beldeye ki adını söylemiyeyim bir düğünde bizâtihi Fâtihayı bu şekilde okuduklarına şahid oldum. Hem çalgı çalıyorlar hem de “En’amte aleyhim” kısmını söylerken “Hadicetu’l kûbrâ, Fatimetü’z Zehrâ” diye söylüyorlar. Ne zaman ki “Gayri’l Mağdubi aleyhim velâddalin”e gelince “Ebu Bekir ve Ömer’e” dönüştürüyorlardı. İşte böylesini de dinledim. Nasıl oluyorda bunlar olabiliyor?. Onun için kardeşlerim; Azîz olan Kelâmullah’ın bazı kişilerin ellerinde ve dillerinde çeşit çeşit âlet edavat durumunda olması hiç yakışıyor mu?. Herkes güyâ aklına göre birşeyler yapıyor. Meydanda boş ya. Halbu ise dinimizde akıl ve mantık diye bir şey yoktur. O ancak Hz. İsâ (aleyhisselâm) devresinde Sokrat ve benzerleri.: “bizim risâlete ihtiyacımız yok biz akıl ve mantıkımızla buluruz” demişlerdir. Nitekim bizde de günlerce dinledik ki.: “Bizim dinimiz akıl ve mantık dinidir” diyerekten kürsülerden hemde din adamı geçinenler ilân etti durdu. Halbuki bizim dinimiz mesned dinidir. Düşünün bir kerre ALLAHu zü’L- CeLÂL bizleri ayni sistem mi yaratmışdır?. Hiçbir tanemiz diğerine benziyor mu?. İcâbında ikiz doğuyorlar asla tıpatıp benzer olamazlar. Çünkü ALLAHu zü’L- CeLÂL’in yaratışı fabrikasyon değil ki, bir fabrikadan çıkmış gibi tıpatıp akıl ve mantıklarımız eşit olur mu?. Ne kadar insan varsa o kadar akıl ve mantık var. Peki o kadar çok sayıda da din mi olsun yani!.. Âdemoğlunun çok büyük kıymet ve değeri vardır. Onun için bir parmak izi dahi hiç biri diğerine benzemiş değildir bu ana kadar. Bu ALLAHu zü’L- CeLÂL’in bir hikmeti ve azametidir. Onun için her bir kişinin aklıyla mantıkıyla Kur’ÂN-ı te’vile kalkışmak kesinlikle yasaktır. Aslında onları küfre eletir başka da bir şey olmaz. Nitekim İmam-ı Ali (kerremallahu vechehu) Abdullah ibn-i Abbas’ı (radiyallahu anhu) Haricîlerle münazaraya gönderirken.: “Amucaoğlu Kur’ÂN ile mücâdeleye girme. Çünkü Kur’ÂN sonu olmayan bir şey. Muayyen bir şeye bağlanacak durumda olmaz. Kur’ÂN bu, ALLAH’ın kelâmı, ilmi sonsuzdur. Onlar derler ki bizimki doğru, sende dersin ki bizim ki doğru, her ikinizde zarara girersiniz. Ama sünnet yoluyla olacak olursa o zaman onları mağlub edersin.” Buyurmuşsa da Haricîler sünnetle münazarayı kabul etmemişler.: “İllâ Kur’ÂNla olacak” demişlerdir. Güyâ Haricîlerde Kur’ÂNa bağlanıyorlar. Bakın bakalım Haricîler kimdir ve nasıl Kur’ÂNa bağlanıyorlar güyâ... Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) buyuruyor ki: “Haricî zümresi ateşin köpekleridir. “Kilabu’n- nâr” buyuruyor.

Hülâsa kardeşlerim; Kur’ÂN-ı Azîmü’ş- Şân ın o kadar kıymet, değer ve azameti var iken.: “Namazda nasıl olursa olsun, okuyabilirsin” diyebiliyor. “İster meâl oku, ister esas duruşda dur!” Bize böyle elettiler. Halbuysa: َ (Vakıa/79-80) (Ona ancak temizler dokunabilir. O, âlemlerin RABBinden indirilmiştir.)


لَّا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ
“O'na, tahir olanlardan (maddî ve manevî arınanlardan) başkası dokunamaz.” (Vâkı’a 56/79)

تَنزِيلٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
“Âlemlerin Rabbi tarafından (kısım kısım, âyet âyet) indirilmiştir.” (Vâkı’a 56/80)

Bu ancak mutahhar, tertemiz kimselerin tutabi’leceği bir kitabdır. Cünûb ya da benzer halde elle tutmayı kesinlikle yasaklıyor. Mutahhar kimdir?. Namaz kılacak halde olandır. Mutahhar olmazsa namaz kılamıyor çünkü, Kur’ÂN okuyamıyor. Cünûb olan kimse Kur’ÂN okuması mümkün olmayınca namazda kılamıyor. Halbuki cünüpken de meâl okuyabilir. Bu apaçıktır. RABBi’l- ÂLEMîn tarafından gelen bir kelâmıdır Kur’ÂN-ı Kerim. Kudsaldır ve bu şekilde basit bir kitab gibi kullanılamaz hâşâ ve kellâ. Kur’ÂNa karşı olan saygısızlık sahibine karşı saygısızlıktır. Onun için kim bu cür’eti gösterip de buna kalkışacaksa artık gelecekte mâliyetinin ne olacağını kendi düşünsün.
Gelelim namaz hususunda anlattığımız gibi ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Habîbine (sallallahu aleyhi vesellem) buyurduğu hadis-i Kudsîsinde.: “Namazda Fâtihayı kulum ile benim aramda iki bölüm kıldım, biri benim biri de kulumundur” buyuruyor. ALLAHu zü’L- CeLÂL Fâtihanın okunmasından çok hoşlanır. Çünkü Ümmü’l- Kur’ÂNdır. Ehli olanın Fâtihadan çıkarabileceği çok çok mânâ ve muhteviyat vardır. Namazda Kur’ÂN-ın okunması ittifakla farzdır. Namaz Kur’ÂNsız asla olamaz ve böyle bir fetvâ asla verilemez. Kur’ÂNsız namaz olsa olsa oyuncak olur. Müslümanları kandırıpta bu hale düşürmeye hiçbir kimsenin hakkı da yoktur. Meâli kim yapmış meâl halabanın işidir. Hâşâ ALLAHu zü’L- CeLÂL’in kelâmının yerini tutabi’lir mi?. Allah aşkına düşünün bir kerre tutar mı?. Düşünün de insafa gelin. Kimin bu meâl?. Kim yapmış bunu?. Velev ki Buharî bile olsa Cenâb-ı Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) hadisleri olmasına rağmen Kelâmullah’ın yerinde onun eşiti olamaz. Namazda Kur’ÂN yerine hadis bile okusa olmaz iken sen nasıl olurda rastgele birisinin meâli ile namaz olur dersin?. Kimbilir kimin meâlini söylüyor onu da bilemiyoruz?. Esasen halabanın birisinin. Cüretkârlık yapıp söylemiştir yazmıştır ve kendi aklına, mantıkına, davasına ve mensubu olduğu fırkasının inancına göre uydurmuştur muhakkak. Onun için böylesi bir namaz İslam namazı olmaz..
Hatta, bir zaman güvenilir bir şahsiyet diyor ki.: “Bir kimse gelmişde.: “Efendim Fâtihayı bilmiyorum” demiş. O da.: “O halde meâl oku” deyince o kimse.: “Meâl de bilmiyorum!” demiş. “O zaman meâlde bilmiyor isen hazır ol durumuna gelde şöyle bir dakika durup beklersen namazın olur!.” diyor.
Vallahi eğer namaz kendisine kılınıyor ise bu sapık adam, tabi’ ki kendisi kabul edebilir. Kendisi için saygı duruşu yetebilir. Fakat, ALLAHu zü’L- CeLÂL için yapılacak olan bir namazda ise harfiyyen yapılması gerekenden çıkamaz ve bir açıklık da verilemez. Nasıl gerekli ise öyle kılınır. Namazda mutlaka Kur’ÂN-ın olması lâzımdır. Kur’ÂNda Fâtihanın okunması farzdır diyen iki mezheb vardır. Diğer ikisi ise vacibtir derler.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

Kardeşlerimiz, biz bu acayiblikleri ne duyduk ne de gördük. Nasıl ki, Ebrehe, Kâbenin varlığını çekemedi de Yemendeki kendi yerinde bir benzerini inşa’ etti. Fakat halk ayni seviyede bilmeyip yine de Kâbe’ye hücûm edince Mekke’deki Kâbe’yi yıkmaya azmetti. Bu kimselerde İslâm dinini bu minvâl üzere yıkmaya saldırıyorlar. Bunların hıncı; ALLAHu zü’L- CeLÂL’e mi, Rasûlullaha mı (sallallahu aleyhi vesellem) Sünnet-i Seniyyesine mi, Hadis-i şeriflerine mi, İslâm Dinine mi bilemiyorum. Hınçları nereden neyesine geliyor da neleri alt üst etmek istiyorlar?.
İnanınki böylesi bir fitne ve fesada daha böylesi kimse cür’et etmemiştir. ALLAHu zü’L- CeLÂL bizleri şerlerinden muhafaza etsin, şuûr versin, mûîn olsun, tevfikatıyla refik eylesin, cümlemizi hüsn-ü-hatimeler ihsan eylesin. Âmin. Etraflıca düşününce görüyoruz ki, esâsen dinde tahrifat için gönderilmiş başkada işi olmayan birisidir. Ancak, şunu söyleyebiliriz ki, Ebrehede, Kâbe’ye gelen gidenin çokluğunu çekemedi, müşerref ve kudsal bir yer oluşunu hafsalasına sığdıramadı da yıkmaya karar verdi geldi ve esfeli safiline gitti. Bunların sonu böyle olur. Hali hazırda durum budur. Dinimizi yıkmak tamamen yok etmek için akla hayale gelmeyen, bu ana kadar duyulmamış, geçmişde de o kadar fesad, felâket ve feceatlar olmuş ama böylesi hiç görülmemiş yollara başvuruyorlar. Esâsen neden ve kime karşı yaptıklarını bir türlü fehmedemiyoruz. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) sünnetlerini tamamen yok sayıp hadislerine hiç bir yer bırakmamış bir kimsenin kendisi hangi fırkadan ve kimin ümmeti gerçekten belli değil. Bu kimse ALLAH’ın kuluyum dese, o zamanda ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Kelâmını oyuncak haline getiriyor ve saygı duymuyor. Fâtiha yerine meâl oku diyor.
Kendisinin mi kimin ise meâli, ALLAH Kelâmıyerine oku diyor. Kul sözü ile Allah kelâmını eşit duruma getirebiliyor. Öyle görüp öyle hükmediyor ve elbette şirk koşuyor. Allaha namaz kılacakmış da meâl okuyacakmış hâşâ ve kellâ. Bu kadar da dinimizi hafife almak yakışır mı düşünün bir kerre Allah aşkına...

اﻟﻠﻬﻢ ارﻧﺎ اﳊﻖ ﺣﻘﺎ وارزﻗﻨﺎ اﻻﺗﺒﺎﻋﻪ وارﻧﺎ اﻟﺒﺎﻃﻞ ﺑﺎﻃﻼ وارزﻗﻨﺎ اﻻﺟﺘﻨﺎﺑﻪ ﺳﺒﺤﺎﻧﻚ اﻟﻠﻬﻢ وﲝﻤﺪك اﺷﻬﺪ ان ﻻ اﻟﻪ اﻻاﻧﺖ وﺣﺪك ﻻﺷﺮﻳﻚ ﻟﻚ اﺳﺘﻐﻔﺮك واﺗﻮب اﻟﻴﻚ آﻣﲔ ﻳﺎارﺣﻢ اﻟﺮاﲪﲔ ﻳﺎارﺣﻢ اﻟﺮاﲪﲔ ﻳﺎارﺣﻢ اﻟﺮاﲪﲔ ارﲪﻨﺎ.

İLK HALK EDİLİŞ /YARATILIŞ..
Bir hadisi şerif daha. Şöyle buyuruyor Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem:


ﻋﻦ ﺟﺎﺑﺮ اﺑﻦ ﻋﺒﺪاﷲ رﺿﯩﺎﷲ ﻋﻨﻪ ﻗﺎل: ﻗﻠﺖ ﻳﺎ رﺳﻮل اﷲ ﺑﺎﰉ اﻧﺖ واﻣﻰ اﺧﱪﱏ ﻋﻦ اول ﺷﻴﺊ ﺧﻠﻘﻪ اﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻗﺒﻞ اﻻﺷﻴﺎء ﻗﺎل ﻳﺎ ﺟﺎﺑﺮ : ان اﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﺧﻠﻖ ﻗﺒﻞ اﻻﺷﻴﺎء ﻧﻮر ﻧﺒﻴﻚ ﻣﻦ ﻧﻮرﻩ . ﻓﺠﻌﻞ ذاﻟﻚ اﻟﻨﻮر ﻳﺪور ﺑﺎاﻟﻘﺪرة ﺣﻴﺚ ﺷﺎءاﷲ ﺗﻌﺎﱃ . وﱂ ﻳﻜﻦ ﰱ ذاﻟﻚ اﻟﻮﻗﺖ ﻟﻮح وﻻﻗﻠﻢ وﻻﺟﻨﺔ وﻻ ﻧﺎر وﻻﻣﻠﻚ وﻻﲰﺎء وﻻ ارض وﻻﴰﺲ وﻻﻗﻤﺮ وﻻ ﺟﻦ وﻻ اﻧﺴﻰ ﻓﻠﻤﺎ اراداﷲ ﺳﺒﺤﺎﻧﻪ وﺗﻌﺎﱃ ان ﳜﻠﻖ اﳋﻠﻖ ﻗﺴﻢ ذاﻟﻚ اﻟﻨﻮر ارﺑﻌﺔ اﺟﺰاء ﻓﺨﻠﻖ ﻣﻦ اﳉﺰء اﻻول اﻟﻘﻠﻢ و ﻣﻦ اﻟﺜﺎﱏ اﻟﻠﻮح و ﻣﻦ اﻟﺜﺎﻟﺚ اﻟﻌﺮﺷﻰ ﰒ ﻗﺴﻢ اﳉﺰء اﻟﺮاﺑﻊ ارﺑﻌﺔ اﺟﺰاء ﻓﺨﻠﻖ ﻣﻦ اﳉﺰء اﻻول ﲪﻠﺔ اﻟﻌﺮﺷﻰ وﻣﻦ اﻟﺜﺎﱏ اﻟﻜﺮﺳﻰ و ﻣﻦ اﻟﺜﺎﻟﺚ ﺑﻘﻴﺔ اﳌﻠﺌﻜﺔ ﰒ ﻗﺴﻢ اﳉﺰءاﻟﺮاﺑﻊ ارﺑﻌﺔ اﺟﺰاء ﻓﺨﻠﻖ ﻣﻦ اﻻول اﻟﺴﻤﻮات وﻣﻦ اﻟﺜﺎﱏ اﻻرﺿﲔ و ﻣﻦ اﻟﺜﺎﻟﺚ اﳉﻨﺔ و اﻟﻨﺎر ﰒ ﻗﺴﻢ اﻟﺮاﺑﻊ ارﺑﻌﺔ اﺟﺰاء ﻓﺨﻠﻖ ﻣﻦ اﻻول ﻧﻮر اﺑﺼﺎر اﳌﺆﻣﻨﲔ وﻣﻦ اﻟﺜﺎﱏ ﻧﻮر ﻗﻠﻮﺑﻢ وﻫﻰ اﳌﻌﺮﻓﺔﺑﺎاﷲ و ﻣﻦ اﻟﺜﺎﻟﺚ ﻧﻮر اﻧﺴﻬﻢ وﻫﻮ اﻟﺘﻮﺣﻴﺪ ﻻاﻟﻪ اﻻاﷲ ﳏﻤﺪ رﺳﻮل اﷲ )رواﻩ ﺣﺎﻓﻆ ﻋﺒﺪاﻟﺮزاق ﺑﺴﻨﺪ ﺻﺤﻴﺢ


(Hadisin kısaca meali şöyledir: Câbir ibni Abdullah (radiyallahu anhu), Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile başbaşa otururlarken: “Yâ Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), anam babam sana fedâ olsun. ALLAHu zü’L- CeLÂL eşyayı yaratmazdan evvel ilk olarak neyi yarattı, bana haber verir misiniz?.” diye bir istekte bulundu. O ara Câbir’in (radiyallahu anhu) babası vefât ettiğinden onun isteğini kırmayıp keyfini hoşetmek için, yerine getirmeyi esirgemedi. Ve şöyle buyuruyor Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem; Yâ Cabir, ALLAHu TeÂLÂ her şeyden evvel, ilk olarak senin mensubu olduğun, kendi zatının nurundan, Nebînin Nûrunu yaratmıştır her şeyden evvel. Rasûlullahın nurunu, kendi zatının nurundan var etmiştir. Ve bu nur öyle cevelân etti ki kendi mülkünde, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in âlemlerinde...
Biliyorsunuz, 18.000 âlem diye buyuruluyor. Bu nur nasıl cevelân ettiyse, nasıl olduysa onu ancak ALLAHu zü’L- CeLÂL bilir. Ne zaman ki, ne kadar cevelân ettiyse bu, sonunda RABBımız mahlûkatı yaratmak murad edince, bu nuru dört bölüme ayırdı. Dört cüze böldü. Bu dördün birinci bölümünden Kâlemi, ikinci bölümünden Levhi, üçüncü bölümünden Arşı yarattı. Geriye kalan bir cüzü yani dördüncü cüzü de yine dörde böldü, Kudretiyle. Bu dört cüzün birinci cüzünden Hamele-i Arş yani arşı yüklenen melekleri yarattı. İkinci cüzünden Kürsî’yi, üçüncüsünden de diğer Melekleri tamamen yarattı. Diğer bir dördüncü cüz kaldı. Tekrar bunu da dörde böldü.: Birinci cüzden Gökleri, ikinci cüzden Yeri, üçüncü cüzden de Cennet ve Nârı (Cehennemi) yarattı. Kalan bir cüzü de tekrar dörde ayırdı. Bunun da birinci bölümünden Mü’minlerin Baş Basîretini yani Göz Nurunu yarattı. İkincisinden Âriflerin Kalb Basîretlerini, Kalb Nurunu yani Mârifet Nurunu yarattı. (Sadece onların kalb basîreti açıktır.) Üçüncü bölümden Kelime-i Tevhid Nurunu yarattı. Yani Kelime-i Tevhid’den nefret etmeyip de ona üns ve muhabbet duyuyorsa, bu ünsten meydana gelen nuru yarattı. Lâ ilâhe illâ ALLAH MuhaMMedü’r- Rasûlullah’tan haz duyuyorsa… Bu Kelime-i Tevhide sâhib olan kişinin ne kadar hataları olursa olsun, hatalarından, günahlarından dolayı cehenneme girse de Kelime-i Tevhide olan üns ve muhabbetinden dolayı oradan çıkar.
Haricîyye Mezhebi.: “Cehenneme giren bir kimse oradan çıkıp cennete giremez!.” diyor.
Halbuki ehli sünnet vel cemaatın kararı: (Hz. Ömer’in hutbesinde geçmiştir.) Kelime-i Tevhide ünsiyet ettiyse, çıkar..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

EHL-İ SÜNNET ve'L--CEMÂÂTIN KARARI

Ehli Sünnet Ve'l- Cemââtın kararı:

ﻻاﻟﻪ اﻻاﷲ ﳏﻤﺪ رﺳﻮل اﷲ
Kelime-i Tevhide ünsiyetinden dolayı bir nur sahibi ise, cehennemde ebedî kalmaz. Oradan çıkar ve cennete girer. Orada kalma süresi ise değişir, az veya çok. Bir gün, bir ay, bir sene hatta dünya ömrü kadar da olabilir. ALLAH bizleri korusun. Âmin. Cehenneme gider dendi ise, bu cehennem tabakaları da aynı değildir. Şiddetli olması bakımından eşit değildir. Bu cehennemler içinde bir cehennem vardır ki bu cehennem Tevhid Ehlinin cehennemidir. Misâl vermek gerekirse; sefer taslarının en üstündeki tabaka gibi diyebiliriz. Bu cehennem tabakasına girenler, küfür pürüzleri giderilinceye kadar itikâdındaki bozukluk nisbetine göre orada kalır. Bu pürüzler giderilince çıkar, tadilât yapılır ve cennete gider. Yoksa bu kelime-i tevhidi getirenler, müşriklerin, kâfirlerin, münâfıkların gideceği cehenneme gitmezler. Bazı tefsir sâhibleri, ki Şeyh Muhyiddin-i Arabî bunlardandır, bunların dediği gibi Cehennem sonunda kendi cehennemliğini yitirecek, icrâ ettiği fonksiyon son bulacak, şeklindeki görüşleri doğru değildir. Hâşâ. Çünkü cehennemin azâbı günden güne şiddetlenir. Aynı zamanda ebedîdir. Nasıl ki cennetin ni’metleri ebedî ise, cehennemin azâbı da ebedîdir. Yâni Tevhid Ehlinin gideceği tabaka hariç, geriye kalan altı tabakası böyle ebedîdir. Bu Tevhid Ehlinin gideceği cehennem, sonunda cehennemliğini yitirir. Bir hapishâne düşünün ki, umumi bir afla burada hiç kimse kalmayınca hapishâne olma meziyyetini yitirdiği gibi, bu Tevhid Ehlinin gideceği cehennem de bu misillidir. Bazılarının te’villerinin yanlışlığı buradadır. Bazı zâtlar keşfiyâtları ile bu Tevhid Ehlinin cehennemini ve durumunu görmüş, diğer cehennemleri de bunun gibi olacak sanmışlardır. Bu yanlıştır. Ehli sünnet vel Cemâatın ittifâkına ve inancına aykırıdır, muhaliftir, asılsızdır. ALLAH bizi hak yoldan ve rızasına muvafık olan inanç ve amellerden ayırmasın. Âmin.

Azîz Kardeşlerim, Câbir bin Abdullah’ın (radiyallahu anhu) rivâyet ettiği hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in belirtmiş olduğu mahlûkun yaratılış sırasında ilk yaratılanın Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) nuru olduğunu beyân ettikten sonra yaratılanları sıralamış. Birinci sırada Kâlem’i, ikinci sırada Levh’i, üçüncü sırada da Arş’ı sıralamış. Sadece Arş hakkında ûlemânın ihtılafı vardır. Arş’ın bunlardan evvel yaratıldığını söylüyorlar. Bunun isbatı bakımından da sıhhat bakımından çok sıhhatli ve sağlam hadis şudur:

ﻗﺎل اﳊﺎﻓﻆ اﻳﻮﻳﻌﻠﻰ اﳍﻤﺪاﱏ اﻻﺻﺢ ان اﻟﻌﺮش ﻗﺒﻞ اﻟﻘﻠﻢ ﳌﺎﺛﺒﺖ ﰱ اﻟﺼﺤﻴﺢ ﻋﻦ ﻋﺒﺪاﷲ اﺑﻦ ﻋﻤﺮ رﺿﯩﺎﷲ ﻋﻨﻬﻤﺎ ﻗﺎل : ﻗﺎل رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﻰ اﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ : ﻗﺪراﷲ ﻣﻘﺎدﻳﺮ اﳋﻠﻖ ﻗﺒﻞ ان ﳜﻠﻖ اﻟﺴﻤﻮات واﻻرض ﲞﻤﺴﲔ اﻟﻒ ﺳﻨﺔ وﻛﺎن ﻋﺮﺷﻪ ﻋﻠﻰ اﳌﺎء ﻓﻬﺬا ﺻﺮﻳﺢ ﰱ ان اﻟﺘﻘﺪﻳﺮ وﻗﻊ ﺑﻌﺪ ﺧﻠﻖ اﻟﻌﺮش واﻟﺘﻘﺪر وﻗﻊ ﻋﻨﺪ اول ﺧﻠﻖ اﻟﻘﻠﻢ

Bu hadis Abdullah bin Ömer’den (radiyallahu anhu) mervi’dir. Hafız Elhemedâni, İmam-ı Ahmed, İmam-ı Tirmizî ve diğer muhaddisler hadisin sahih olduğunu bildiriyorlar. Hadisin meâli:
“ALLAHu zü’L- CeLÂL’in kaderleri takdir yönünden, proje yönünden ilk yarattığı Kâlemdir. Fakat Kâlem yaratıldığında Arş su üzerinde idi, buyuruyor. Demek ki Kâlem yaratıldığında Arş vardı, proje yapılıyor. Hadisi şerifte: “ALLAHu TeÂLÂ semâ ve arzı yaratmazdan 50 bin sene evvel kaderleri takdir etti. O zaman Arş su üzerinde idi” buyuruyor. Peki bu su nedir?. Bu su; yine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Nuru’ndandır. Hadis-i Şerifte: “Semâ ve arz yaratılmazdan 50 bin sene evvel mekadiri takdir etti. O zaman Arş, Su üzerinde idi” buyuruyor. “Arş, Su üzerinde” demek ki arştan evvel o Su var. O yaratılmıştır. Nereden geliyor bu Su?. Bu Su, ALLAHu zü’L- CeLÂL Habîbinin Cevheri mesabesinde bir şey yaratmış, bu ALLAHu zü’L- CeLÂL’in tensib ettiği üzere bir fevkaladeliktir. Bu yarattığı Habîbinin Cevherine, ALLAHu zü’L- CeLÂL tecellî etmiştir. Bu tecellî esnâsında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Cevheri tamamen SU haline gelmiştir. Bu SU esâsen Âb-ı Hayat yâni Hayat Suyudur. Bu SU, aslında Arş’ın altında bir deniz mesabesindedir. Bu SU ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Kur’ÂN’da buyurduğu.:


أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ
“İnkâr edenler (kâfirler), semâların ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra BİZ, o ikisini (birbirinden) ayırdık. Ve her canlı şeyi SUdan yarattık. Hâlâ inanmazlar mı?” (Enbiyâ 21/30)

Yâni: Biz Azimüşşan her şeyi SUdan hayat sahibi kıldık, âyetindeki SUdan kasıt budur. Esâsen bu hayat SUyu arşın altındadır. Arş bu hayat SUyunun üzerindedir. Fakat, bu hayat SUyu denizinden bir çeşme de cennetin kapısındadır. Peki bunun sebebi nedir?. ALLAHu TeÂLÂ Kur’ÂN-ı Kerim’inde buyuruyor ki:


وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
“Ve bu dünya hayatı, oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muhakkak ki âhiret yurdu, elbette o gerçek hayattır. Keşke bilselerdi.” (Ankebût 29/64)

Yâni, Âhirette hayat temellidir. Heyevân demek, aslında cennetin kapısında bir çeşme vardır. Nasıl bir çeşme ise. Biz buna bir göl diyelim ki insanlar cennete gireceklerinde bu gölden geçerler, yıkanırlar. Cehennemden çıkıp cennete girecek olanlar da bu gölden geçerler. Mutlaka bu SU ile yıkanırlar. Bu SU ile yıkandıktan sonra Ebedî Hayat Sahibi olacaklardır. Endamının teşekkülâtı bu SU ile yıkandıktan sonra değişecektir. Âdeta endâm olarak Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) endâmı ki 60 arşın boyu, 7 arşın da enindedir. Hz. Davûd’un (aleyhisselâm) sesi, Hz. Yûsuf’un (aleyhisselâm) güzelliği, Hz. Eyyüb’ün (aleyhisselâm) kalbi, Hz. Süleymân’ın padişahlığı, Hz. İsâ’nın (aleyhisselâm) ömrü, yâni 33 sene, bu minvâl üzere endamı değişecek demektir. Bu değişikliğin meydana gelmesine vesile olan SU, işte bu SUdur, demektir. Bu “Mâü’l- Hayat, yâni Hayat SUyunu bu şekilde Arşın altında deniz mesabesinde olduğunu, cennetin kapısında da bu SUdan bir bölümün olduğunu, Cennet Hayatına Sâhib olacakların bu SUdan geçeceğini, bu minvâl üzere anlatan İmam-ı Buharîdir. Hatta ruhlarımız da yaratıldığında bu SUdan bir nebzecik de olsa nâsiblenmişlerdir. Ruhlarımızın mayasında da bu SUdan vardır. Bundan dolayı ruh ölümsüzdür. Esâsen ruh lahûtîdir, arşîdir, bu SUdan nâsibi vardır. Ama denilebilir ki Firavunun da, Ebu Cehilin de ruhu var. Bu nasıl olur?. Evet, bunların ruhları da bu SUdan nâsiblenmiştir. Fakat ne çare ki nefis sebebi ile ruh mağlub duruma düşmüştür. Ve o hale iletmiştir. Böyle olmasına rağmen ruh yine hayatiyetini yitirmiyor. İster cennetlik olsun, ister cehennemlik olsun, ölmez. Oradaki hayat dâimîdir. ARŞ’ın yaratılmasına gelince, yâni anlattığımız bu SUdan sonraki, SUyun üzerindeki arşa gelince; Arş bu mükevvenâtın merkezini, yâni Âlemül Halk dediğimiz daha doğrusu melekût ve Nûsut Âleminin en üstü ve bu âlemleri tamamen istiâb etmiş kaplamış, ihatâ etmiş durumdadır. Böyle olduğu halde o da ibtidaîdir. O da Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Nurundandır. Proje meselesine gelince bunun ibtidâsı, başlangıcı da kâlemdir. Yaratılışta sıra bu minvâl üzeredir. Bunların tamamı Rasûlulah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) nurundan ve eserinden var olmuş şeylerdir. Daha önce zikrettiğimiz hadisi şerifi bir daha zikretmek çok uygun olur kanaatindeyim. Şöyle buyuruyor Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem:

اﳊﺪﻳﺚ اﻟﺸﺮﻳﻒ : ﻋﻦ ﺳﻠﻤﺎن اﻟﻔﺎرﺳﻰ رﺿﯩﺎﷲ ﻋﻨﻪ ﻗﺎل ﻫﺒﻂ ﺟﱪﻳﻞ ﻋﻠﻰ اﻟﻨﱮ ﺻﻠﻰ اﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ . ﻓﻘﺎل ان رﺑﻚ ﻳﻘﻮل ان ﻛﻨﺖ اﲣﺬت اﺑﺮاﻫﻴﻢ ﺧﻠﻴﻼ اﻛﺮمً وﻣﺎ ﺧﻠﻘﺖ ﺧﻠﻘﺎًﻓﻘﺪ اﲣﺬﺗﻚ ﺣﺒﻴﺒﺎ ﻋﻠﻰ ﻣﻨﻚ وﻟﻘﺪ ﺧﻠﻘﺖ اﻟﺪﻧﻴﺎ واﻫﻠﻬﺎ ﻷﻋﺮﻓﻬﻢ ﻛﺮاﻣﺘﻚ وﻣﻨـﺰﻟﺘﻚ ﻋﻨﺪى وﻟﻮﻻك ﻣﺎ ﺧﻠﻘﺖ اﻟﺪﻧﻴﺎ
( Hadis Meâli: Selmanî Farisî (radiyallahu anhu) Hazretleri Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanında otururken Cibril (aleyhisselâm) bir müjde ile geliyor ve diyor ki: Ya MuhaMMed! RABBin Celle ve Âlâ buyurdu ki: “Habîbim bilsin ki İbrahîm’i Halîl’im olarak ittihaz ettimse, MuhaMMed’i de Habîb’im olarak ittihaz ettim. – Halîllik bir dostluktan ibârettir, fakat Habîblik çok daha farklıdır. Habîblikte hiç ayrı kalmak yoktur.- Bil ki, yâ MuhaMMed ALLAHu zü’L- CeLÂL şöyle buyuruyor: “Senden evvel ve sonra yaratılan mahlûkat içinde senden üstün hiçbir mahlûk yaratılmamıştır. En mükerremi sensin. Dünya ve dünya ahalisinin yaratılmasının sebebi, benim katımda senin kıymet, meziyyet ve değerinin ne kadar fazla olduğunu bilmeleri içindir. Eğer sen olmasaydın, dünyayı da mahlûkatı da yaratmazdım.” buyuruyor.[
Evet, bunların yaratılmasının müsebbibi Rasûlullah’tır (sallallahu aleyhi vesellem). Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ruhu da ilk yaratılandır. Sırrı da ilk yaratılan sırdır. Velhâsıl her ne olursa, ibtidâsı Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) eseridir. Nuru olsun, ruhu olsun, sırrı olsun. Umumiyyetle. Hatta tıynetin ilk başlangıcından göğe ve yere tav’an veya kerhen geliniz denilen şey ilk olarak Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) “Kâlete eteyte taiin” yine Rasûlullah‘ın (sallallahu aleyhi vesellem) eseridir. Hiç kimse bu ni’metin dışında değildir. Kâinât buna minnettâr ve medyundur. Bunun dışında hiç kimse yaşamıyor. Kat’an…
En son ahmet tarafından 16 Nis 2020, 23:23 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

EHLİ TAHKİK’in RASÛLULLAH HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ.:

Azîz Kardeşlerim, Ehli Tahkikin bu hususta birbirlerine sordukları suallerin ve cevâpların neticesinde ittifâkla verdikleri karar şudur: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in her şeyi yaratmasının temelinde, Cevher-i MuhaMMed’in (sallallahu aleyhi vesellem) eseri, bâzen de “Heyula” diye tabi’r edenler vardır, diye buyuruyorlar. Bunu bir mİsâl ile şöyle anlatalım. Bir noktayı düşünelim ve bunu ele alalım. Üzerinde hiçbir yazı olmayan bir kâğıdın üzerine konan bir nokta gibi. Her şey bu noktadan intac ediliyor (husule gelme). Kâğıdın üzerinde bir eser yokken, yâni kâlemin ucunu kâğıda değdirdiğimiz an kâğıtta bir nokta çıkar. Bu noktayı arzuladığımız gibi değiştirir, istediğimiz şeyleri bundan meydana getiririz. Bu noktadan istediğimiz rakam ve yazıları elde edebiliriz, elif yaparsınız, ne yaparsanız yaparsınız. İşte bu nokta, ilk olarak Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in cevheridir. Cenâb-ı Hak celle celelühü bu cevhere kudret ve heybet nazarıyla tecellî ettiğinde bu cevher sarsılmış, titremiş ve düşmüş, bu heybetinden dolayı da kırılmış. Bu hale gelince bundan bir harikalar var olmuş. Ve neticesi, daha evvel anlattığımız gibi ARŞ’ın altında olan ve Ab-ı Hayat denilen bu SU, işte bu Cevherden var olmuştur. Ve bütün varlıkların ibtidâsı işte bu Cevherdir. Yâni Cevher-i MuhaMMedi’dir(sallallahu aleyhi vesellem). Bunun daha ötesi SIRR Kısmı… Âyeti kerimede:


أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ
“İnkâr edenler (kâfirler), semâların ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra BİZ, o ikisini (birbirinden) ayırdık. Ve her canlı şeyi “SU”dan yarattık. Hâlâ inanmazlar mı?” (Enbiyâ 21/30)

buyurularak, hayatın var olabilmesini ALLAHu zü’L- CeLÂL, SU’ya bağlamıştır.
Burada apayrı, bambaşka bir SIRR vardır. Bundan sonra bir de ARŞ var. Bu ARŞ da bu Cevherin Nurundan ve SIRRından var olmuş. Bu minvâl üzere o da bu SU üzerinde kurulmuş ve bundan sonra da Kâlem yaratılmış. Bu Kâlemin yaratılışı NÛRdan olduğu gibi Levh de Nurdan yaratılmıştır. Bu Levh, Levh-i Mahfuz değil. Âyette:


وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَسْتَ مُرْسَلاً قُلْ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِندَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ
“O kâfir olanlar, sen ALLAH tarafından gönderilmiş bir Peygamber değilsin, diyorlar. De ki: “- Benimle sizin aranızda, doğruluğuma şâhid ALLAH yeter; bir de yanında kitab ilmi bulunan (Levh-i Mahfuz İlmi bulunan Cebraîl yeter)..” (Ra’d 13/43)

Buyurulan Levh'tir. Ümmü’l- Kitaptır.
Yâni proje levhâsıdır. Bu ALLAHu zü’L- CeLÂL’in nezdinde Arş’ın altında olan Levh’tir. Fakat bildiğimiz Levh-i Mahfuz göktedir. Bu anlattığımız Levh, Levh-i Ezelîdir. Levh-i Ezelîdeki mâlûmât ancak ALLAHu zü’L- CeLÂL’e malûmdur. O’nun Kudreti dahilindedir. Orada yazılı olan.:

رﲪﱴ ﺳﺒﻘﺖ ﻏﻀﱮ
Rahmetim gazâbımı sebk etmiştir (geçmiştir), yazılıdır. O andan kıyâmete kadar ne olacaksa, adetâ bir proje gibi orada yazılıdır. Bu minvâl üzere kâlem, kader ve kazayı yazdıktan sonra ervâh âlemi yaratılmıştır. Ervâh Âlemi hakkında da muhakkikin- Tahkik Ehli, Hakikât Ehli- şöyle buyuruyor: ALLAHu zü’L- CeLÂL âlemi ikiye ayırmıştır. Bunlardan biri Âlemü’l- Emr, diğeri Âlemü’l- Halk’tır. Zirâ ALLAHu zü’L- CeLÂL de şöyle buyuruyor:

إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
“Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir” (A’râf 7/54)

Âyeti Celîlesinde Emir de, Halk da ALLAHu zü’L- CeLÂL’in tasarrufu altındadır.
Âlemü’l- Emrin, Âlemü’l- Halk’tan evvel olduğunu söylemişlerdir. Zirâ Âlemü’l- Emr’de Arş vardır. Bundan dolayı Âlemü’l- Emr, Âlemü’l- Halk’tan evvel yaratılmıştır. Bu meyanda Âlemü’l *Ervah da ittifakla Âlemü’l- Emr’dendir. Demek ki Âlemü’l- Ervah da diğer mahlûkattan, yerden, gökten, diğer benzeri âlemlerden evvel yaratılmıştır. Daha cesedler yaratılmadan evvel yaratılmıştır Ervâh Âlemi…
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

ELEST ÂLEMİ, BİRİNCİ ve İKİNCİ AHD-ü MİSÂK..

Peki Ervâh Âlemi yaratılırken ilk yaratılan ruh hangi ruhtur, kimin ruhudur?. Esâsen; ilk yaratılan ruh, “Ruhu’l- Azamu’l- MuhaMMedî, Ruhu’l- Azamu’l- Akdes” diye tâbir edilen Ruh-u MuhaMMed sallallahü aleyhi ve sellem’dir. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ruhundan sonra diğer ervâh yaratılmıştır. Tahkik Erbâblarına göre ruhların yaratılışında, ruhlar üzerinde herhangi bir işlem yapılmamıştır. Nasıl ki yeni doğan bir çocuk fıtraten tertemizdir, iyi veya kötü, yararı - zararı var diye bir hüküm verilmez. Ruhlar da yaratılış bakımından bu minvâl üzeredir. İşte, bu ruhlar da yaratıldıklarında Arş-ı Âlâ’nın altında bulunan denizden ve cennetin kapısında da olan bu hayat suyundan nasiplerini almışlar ve bu sayede bu ruhların hayat durumları vardır ve ölmezler. Âhirette de hayatiyet durumları devâm eder. Ebedî olan âhiret hayatında bu ruhlar hayatiyet durumlarını devâm ettirirler, hiç ölmezler. Çünkü, âhiret hayat yeridir. Âyette de şöyle beyan ediliyor:
“Âhiretin hayat yeri olduğunu bir bilmiş olsalar.”


وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
“Ve bu dünya hayatı, oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muhakkak ki âhiret yurdu, elbette o gerçek hayattır. Keşke bilselerdi.” (Ankebût 29/64)

İşte bu âyette de Âhiretin hayat yeri olduğu açıkça belirtiliyor. Âhirette ebedîyen yaşayacak olan bu ruhlar yaratılışlarında, ilk yaratıldıklarında birbirlerine karşı herhangi bir farkı olmayarak eşit olarak yaratılmışlardır. Tasavvuf Erbâbının ve bazı ehil zâtların, bu ruhların yaratıldıkları an HAKk’ında buyurdukları şudur: Diyorlar ki.: “Âlemü’l -Ervâh yaratıldığında ALLAHu zü’L- CeLÂL İsrâfil’e (aleyhisselâm) bütün ruhların hazır olması için bir nidâ emri vermiştir. Ruhların ictimâ’ı için Hz. İsrâfil’in (aleyhisselâm) bu nidâsından sonra ALLAHu zü’L- CeLÂL Rububiyetini, kudretini ilân etmek üzere: “Elestu BiRABBikum”diye buyurmuştur.

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
“Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin RABBin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (ALLAHu TeALÂ şöyle buyurdu): “BEN, sizin RABBiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim RABBimizsin), biz şâhid olduk.” (A’râ f 7/172)

Bu ALLAHu zü’L- CeLÂL’in ruhları imtihanıdır. İsrâfil’in sa’k/çağırma durumu nidâsından sonra ruhlar hazır ve ictimâ’ durumunda iken bu hitâb karşısında ruhlar çok değişik hallere gelmişlerdir. O ilk yaratılışlarındaki eşitlik değişip tamamen aralarında ayrıcalık doğmuştur. Bu “Elestü BiRABBiküm” hitâbı karşısında ruhlar nezih, pâk olanlar ayrı, inkâra meyli olanlar da ayrı bir hal almıştır. Çünkü ruhlar aynı halde olup o eşitlik değişmemiş olsa, o zaman ne cennet, ne cehennem olmayacağı gibi hiçbir şey de olmazdı. Tabi’î ki bu ruhların içinde zulme meyilli olan, zâlimi olduğu gibi sevimli ve çok düzgün şahsiyetlerin de ruhları vardır. İtaate meyilli ruhlar olduğu gibi isyana ve küfre meyilli olanlar da vardır. Birbirlerinden seçmek lâzım. Böyle olunca bu ruhların o.: “Elestü BiRABBiküm” hitabı karşısında eşitlikleri bozulmuştur. Bu yaratılan ruhlar bedenle birleştikleri zaman asıl işlem yapılmaya başlar. Beden ruhsuz olarak bir heykelden ibârettir. Onu işleten ruhtur. Ruh ile beden; gözleri görmeyen âmâ bir kişi ile ayakları kötürüm olan oturak bir kişi gibidirler. Âmâ olan kişi oturak olan kişiyi sırtına alır. Oturak olan, âmâ olana gidecekleri yolu gösterir, âmâ olan da onu gereken yere götürür… Birisi birinin gözü, birisi de birinin ayağı gibi olurlar. Bunlar birleştiklerinde nasıl iş görüyorlarsa, ruh ile beden de böyledir. Âmâ hiçbir şeyi görmeyip bir iş yapamadığı gibi bedensiz ruh, ruhsuz beden de bir işlem, bir icraat yapamıyor. İşte bu ruh, dünyaya gelen cesedle birleştiği zaman, bir birleşme anında bu ruh, Elest Âlemindeki hali ve durumunu beraber getiriyor. Mülevvesât/Kirli-Pis durumunu, inkârcı durumunu, habîs/ alçak tabiatlı durumunu veya güzelliklerini, harikalıklarını beraber getiriyorlar. Böyle olmamış olsa, neden bir çocuk daha büluğ çağına varmadan, daha tıfıl iken neden Ramazan Ayında oruç tutuyor. Bu seçenek nerden?. Daha sorumlu olduğu yaşa gelmeden, bir çocuk oruç tutuyor, namaz kılıyor. İyi ve güzel işler peşinde koşuyorsa, bu halleri yapmasındaki asıl hüner; işte bu Elest Âleminde, o devrede ruhun almış olduğu ve üzerine cereyan ettiği o halden dolayıdır. İşte bu ezel devresinde, Elest Âleminde “Elestü BiRABBiküm” hitabı, terennümü bazı ruhlara o kadar hoş gelmiş, o hitap karşısında öylesine mest ve hayran olmuşlar; bu hitabı öylesine terennüm etmişlerdir ki, bunun karşısında aşk ve şevk ile.: “Belâ”, Evet, sen bizim RABBimizsin.” demişlerdir. Bazı ruhlara da bu hitap büyük bir sıkıntı vermiştir. Bu hitâbdan hoşlanmadıkları gibi âdeta nefret etmişlerdir. Fakat Cenâb-ı HAKk’ın.: “Elestü BiRABBiküm” hitâbı esnâsında Cenâb-ı HAKk’ın heybetinden dolayı istemeyerek de olsa “Belâ!.” demişlerdir, “Belâ” demiyen ruh yoktur. İşte her ruh “Belâ” dediği için dünyaya geldiğinde, cesedle birleştiğinde Cenâb-ı HAKk’ın emirlerine karşı sorumlu tutulmuştur. Hatta bu ervâh âlemindeki birinci Ahd û Mİsâk olan “Belâ” demelerinden dolayı çocukların telkini verilir. Nitekim Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem oğlu İbrahîm vefât ettiğinde onun telkinini vermiştir. “Ahkâm Ussiğâr” isimli kitapta, çocuklara telkin verilir mi?. diye sorulan bir soruya cevâben, “Evet verilir,” diyor. Çünkü çocuklar da ilk misâktaki Belâ demelerinden dolayı sorumludurlar, deniliyor. Fukaha da bu hususta ikiye ayrılmıştır. Bunlardan bazıları çocuk büluğ çağına gelmedikçe sorumlu değildir, diyorlar. Bazıları da çocuk büluğ çağına gelmemiş olsa dahi sorumludur. Nitekim Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) oğlu İbrahîm’e telkin vermesini delîl olarak ileri sürüyorlar. Onun için evet, birinci misâk budur. Yâni ervâh âlemindeki birinci Belâ’dır. İkinci misâk ise büluğ çağına geldiğinde kişinin sorumlu tutulmasıdır. Hz. Âdem (aleyhisselâm) devresinde olan “Elestü BiRABBiküm” hitâbına verilen Belâ cevâbı işte bu âhid, ikinci “Ahd û Misâk”tır. Bundan dolayı Akil baliğ olmadıkça kişi sorumlu değildir, diyenlerin delîli budur. İşte ihtılaf buradan doğuyor. Ervâh Âlemi bu hal üzere olunca zâten ALLAHu zü’L- CeLÂL’in malûmudur. İyi ve kötü huylu kimseler belli olmuş ki ALLAHu TeÂLÂ tekrar bir imtihan sansürü olarak o ruhlar üzerine bir nur göndermiş. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu hususta şöyle buyuruyor.:

اﳊﺪﻳﺚ اﻟﺸﺮﻳﻒ ﻋﻦ رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﯩﺎﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﻗﺎل: ﻓﺄﺳﺒﻞ ﻋﻠﻴﻬﻢ ﻣﻦ ﻧﻮرﻩ ﻓﻤﻦ اﺻﺎﺑﻪ ﻣﻦ ذاﻟﻚ اﻟﻨﻮر اﻫﺘﺪى ﻓﻤﻦ اﺧﻄﺌﻪ ﺿﻞ )ﻗﺎل اﳊﺎﻛﻢ ﻫﻮ ﺻﺤﻴﺢ ﻋﻠﻰ ﺷﺮط اﻟﺸﻴﺨﲔ
ALLAHu zü’L- CeLÂL tarafından ruhlar üzerine bir nur gönderilmiştir. Bir imtihan olarak bu nur ruhları gezmiştir. Bu ruhların bazıları bu nura sahib çıkmış, onu candan benimsemiştir. Bu nura sâhib çıkan ruhlar hidâyet bulmuştur. Fakat bu nuru benimsemeyen, ihtiyaç duymayan ruhlar da dalâlette kalmışlardır.
Azîz Kardeşlerim,
Ruhlar Cismi Lâtiftirler. Yâni nuru almaya kabiliyetleri vardır. Hakimi Tirmizî’nin buyurduğu gibi: “Ruhların nurdan faydalanabilme, o nuru çekebilme kabiliyetleri vardır, somurabiliyorlar.” diyor. Fakat maalesef bazı ruhlar bu “Elestü BiRABBiküm” hitabı karşısında duydukları nefret sebebiyle tamamen mülevvesat durumuna gelmişlerdir. Bu nuru alma kabiliyetleri kırılmıştır. İstidatlarından çıkmış… Bundan dolayı zulmet içerisinde kalmışlardır, nurları olmamıştır. Kimi nurlu olmuş, kimi karanlıkta kalmış. Bu zulmet içinde kalan ruhlar inkâra başlamışlardır. Nur tekrar alınınca, nâsibi olan nurunu aldı, nâsibi olmayan da karanlıkta kaldı. Zulümatta kalan ruhlar inkâra başladılar.: “Biz böyle RABB tanımıyoruz. Bizi getirmiş buraya ama “nesyen mensiyye” (Unutmuş, unutulduk) durumuna getirdi. Bizi unutmuş. Demek ki beceriksizdir, acizdir!.” diye başlamışlar söylenmeye?. İnkârcı bu… Diğer Nur Sahibleri mübarekler (RABBımız cümlemizi bu nur sahiblerinden kılsın) demişler ki.: “RABBımız celle celâluhu Subhanehu ve TeâLâ her haliyle kesin kararımız.: “RABBımız ALLAH.” RABBlarını candan kabûllendiler. Böylece ikiye bölündüler. ALLAHu zü’L- CeLÂL, inkârcılara söylüyor.: “Benden ne gibi bir noksanlık gördünüz ki yetersiz diyorsunuz, inkâra kalkışıyorsunuz. Unutmuş gibi bir halin var diyorsunuz. Esâsen siz nahis (uğursuz-bahtsız) kimselersiniz. Hata sizlerindir...”
Kalblerine mühür bastı. ALLAHu zü’L- CeLÂL: (Bakara/7) Âyeti celîlesinde de geçtiği gibi, onların kalplerine mühür bastı.:


خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ
“ALLAH onların kalplerinin üzerini ve işitme (sem'î) hassasının üzerini mühürledi ve görme (basar) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Onlar için azîm (büyük) azâb vardır.” (Bakara 2/7)

Fakat nurdan istifâde eden diğer ruhlar HAKk’ında da:(Mücadele/22) buyuruyor. Yâni ALLAHu zü’L- CeLÂL o nur sâhiblerinin kalplerine imânı yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh ile desteklemiştir. Teyid etmiştir. Rahmetiyle, lûtfuyla, inâyetiyle…:


لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءهُمْ أَوْ أَبْنَاءهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ أُوْلَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُم بِرُوحٍ مِّنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ أُوْلَئِكَ حِزْبُ اللَّهِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“ALLAH'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, ALLAH'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (ALLAH) kalblerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Hizbullâh/ALLAH'ın Fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.” (Mücâdele /22)

Bir hadisi şerifte de şöyle buyuruluyor.:
اﻻرواح ﺟﻨﻮد ﳎﻨﺪة ﻣﻦ ﺗﻌﺎرف اﺋﺘﻠﻒ وﻣﻦ ﺗﻨﺎﻛﺮ اﺧﺘﻠﻒ
Yâni ruhlar (ervâh) asker gibi birbirini iyi tanır, iyi bilir. Yâni ruhlar birbirini okşar bu âlemde. Ezel devresinde birbirlerine karşı tearuf (tanışma-bilişme) vaki oldu ise, birbirlerine karşı hoşgörü ve ünsiyyet peydah olmuş ise, bu dünyaya geldiklerinde de tearuf vaki’ olur. Hiç ihtılaf doğmaz, birbirlerine karşı çok hoş olurlar. Fakat ezel âleminde aralarında bir terslik, bir zıtlık, bir tenakür (tanımamazlıktan gelmek) vaki olur ise bu dünyada da bunların arasında ihtılaf doğar. Bunlar tamamen ezel devresindeki bir seçenektir, vakı’adır.
Hayyam İbni Haram, Üveysi çok aradı. Üveys bir çay kenarında sırtı dönük olarak abdest alıyordu. Halktan uzlet eder, kaçardı. Selâm verdiğinde dönmeden: “Ve aleykümüsselâm ya Hayyam ibni Haram” dediğinde, “Efendim, beni tanımıyorsunuz, ismimi nerden bildiniz?.” der. Hz. Üveysî: “Ervâh Âleminde ruhlarımız tanışıktır.” buyuruyor.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

Azîz Kardeşlerim,
ALLAHu zü’L- CeLÂL Subhanehü ve TeÂLÂ; artık ayrım yapıldıktan sonra Habîbine özel olarak, her şeyin ilk başlangıcı Habîbinin eseridir. Her şeyin başlangıcının Habîbi’nin sallallahu aleyhi ve sellem Nuru olduğunu söylemiştik. O’nun Ruhu, O’nun Sırrı olduğunu, O’nun Cevheri olduğunu izâh etmeye çalıştık. Bu vesile ile şunu da kaydetmek gerekir..


ﻻاﻟﻪ اﻻﷲ
Bu Tevhid Akidesi, Cenâb-ı Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) kendisine tecellî eder. Rububîyyet, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Sıfatıdır. Fakat, Uluhiyyet, Vahdaniyyet ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Zâtıdır. Habîbine vaki’ olan tecellîyat, Zâtının Tecellîyatıdır. Yâni, Habîbi (sallallahu aleyhi vesellem) üzerine vaki’ olan Zâtının Tecellîyatıdır. Tab’î ki seçenek yapılmış, birinciliği almıştır mübârek. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bununla şerefleniyor ve öylesine nurlanıyor ki Zâtî Tecellîyat ile diğerleri üzerinde âdeta bir Güneş hükmüne geliyor. İşte iki cihanın Güneşi denmesi bu Zâtî Tecellîyat olduğundandır. Bu tecellîyat tab’î ki şuhûden olan tecellîyattır. Dolayısıyla Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem tüm kâinât için bir vasıta olmuştur. Zirâ Mevlüdi Şerif’te de denildiği gibi: “Zâtını mir’at edindim Zâtıma.” Bu çok muazzam bir cümledir. Bundan da rahatlıkla anlaşılabileceği gibi Zâtını Zâtına mir’at edinmiş, ruh halinde iken bu tecellîyat vaki’ olmuştur. Ama diğer Enbiyâ’ya bu tecellîyat vaki’ olsaydı kesinlikle tahammül edemezlerdi, güçleri yetmezdi. ALLAHu zü’L- CeLÂL Zâtının Tecellîsi karşısında dayanabilme kabiliyetini Habîbinden başka kimseye vermemiştir. Bu kabiliyet ve istidadı sadece Habîbine verince, Habîbi üzerine tecellî etmiştir. Bu tecellîyattan sonra Habîbinin vasıtalığıyla diğer Enbiyâ’ya yansımıştır bu tecellîyât. Âdeta Habîbullah sallallahu aleyhi ve sellem bir trafo mesabesindedir. Diğer Enbiyâya bu tecellîyâtın yansıması, dağılması Habîbi (sallallahu aleyhi vesellem) vasıtasıyladır. Bu vasıta olma, trafo olma kabiliyetine, bu tecellîyatta ayna olmaya bir başkası katlanamaz. Ondan başka ayna da yoktur. İşte Habîbullah’a olan bu tecellîyattan, daha sonra Rasûlullah’tan (sallallahu aleyhi vesellem) diğer Nebîler, Rasûller almıştır. Bu Nebîler ve Rasûller, Rasûlullah’tan (sallallahu aleyhi vesellem) alacaklarını aldıktan sonra, bu Nebîlerin ümmetleri de kendi Nebîlerinden almışlardır. İşte o zaman her Nebînin etrafında bulunan kimseler, tamamen o Nebîye ümmet oldular, takdir budur. Fakat Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) etrafında olanlar, ona mest ü hayran olanlar da Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ümmeti oldular. Tab’î bu Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) etrafında olanlar Nebî mesabesinde değil, sadece onun ümmetidir bunlar. Ancak, o ümmetin de kendi aralarında farklı durumları vardır. Hepsi aynı seviyede değil. Bunların içlerinde öylesine zâtlar oldu ki bir Nebîye mirasçı olacak derecede güçlü, âdeta bir Nebî gibi etrafında bir cemâat, bir ümmet toplayabilecek kadar maharetli.

Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem):

اﻟﻌﻠﻤﺎء ورﺛﺔ اﻻﻧﺒﻴﺎء
“Âlimler Enbiyâ’nın vârisleridir.” buyurması bu meseledir.
Diğer Enbiyâ ve Rasûller, Rasûllulah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Aynasından alacaklarını aldılar. Bu Nebîlerin ümmetleri de kendi Nebîlerinden aldılar. Fakat Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ümmetinden olan bazı seçkin, yetişkin zâtlar da Enbiyâ mirasçıları gibi Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) aynasından aldılar. Ancak diğer Nebîlerin alacaklarını aldıkları ayna ile Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ümmetinden olup da Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) aynasından alan zâtların aldıkları ayna aynı değildir. Enbiyânın aldıkları ayna çok farklı ve değişiktir. Bu ayna Enbiyâ Aynasıdır. Fakat diğeri ise Evliyâ Aynasıdır. Bir velî, Velâyet Makamlarının zirvesine ulaşmış olsa dahi, bu velî Hz. Sıddık (Hz. Ebubekir) bile olsa, en edna bir Nebînin, en alt derecesine bile ulaşamaz. En yüce, en yüksek makamdaki bir velî, en küçük derecedeki bir Nebînin vasfına kavuşamaz. Zirâ velâyetin zirvesi, nihâyeti, Nübüvvetin en alt derecesi bile değildir. Dolayısıyla bu makama çıkması mümkün değildir. Çünkü Nebîlerin mayaları cennettendir, masumdurlar, hiç hata işlemezler. ALLAHu zü’L- CeLÂL onları masum olarak yaratmıştır. Toprak da onların cesedlerini çürütemez, Hz. Musa’nın namaz kıldığı gibi… Tahkik Ehlinin buyurduklarına göre: ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Zâtî Tecellîsi, bununla müşerref olma, diğer Nebîler için Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in vasıtalığıyla, onun aynasından yansıtmakla olmuştur. Bu Nebîlerin ümmetlerinden hiçbir zât için, bu Tecellîyat-ı Zât nâsib olmamıştır. Bunların ki Tecellîyatı Sfatiyyedir. Tecellîyatı Zât yönünden asla nâsibleri yoktur. Fakat, Cenâb-ı Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ümmetine verilen şerefe bakın ki; bunların da Cenâb-ı Rasûlullah’tan (sallallahu aleyhi vesellem) nâsibleri olduğu için Tecellîyat-ı Zât’tan bir nebzecik nâsibleri vardır. Ama bu nâsibleri kesinlikle Enbiyânınki gibi güçlü ve görüntülü değildir. Fakat mirasçı oldukları için Enbiyânınki gibi olmasa da kendi rütbe ve kabiliyetlerine göre nâsiblenirler.

Azîz Kardeşlerim;
Âyeti celîle ile isbat ediyor ki; o günkü ervah üzerindeki câri hadiseyi ve ervah üzerinde alınan ahd ü mİsâk olduğu gibi Uluhiyyet bâbından Tecellîyat-ı Zâtiyye yâni şuhûd hali de ilk olarak Habîbullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) verilmiştir. Diğer Enbiyâ ve Rasûllerin tümü Habîbullah’ın liderliğini ilân etmişler, kabullenmişler. Kendi dönemlerinde bir istiklâllik durumları olduğu gibi Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi vesellem) bulunduğu bir yerde gelmiş olsalar, tamamen onun mâiyetinde olacaklar veya Niyâbet Makamındadırlar. ALLAHu zü’L- CeLÂL onu öylesine yaratmıştır ki, diğerlerine Rasûllük verdi ise de, Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) Rasûllerin Rasûlü Makamı’nı vermiştir ALLAHu zü’L- CeLÂL. “Vemâ erselnâke illâ kaffeten linnasi beşiran ve nezirâ” Yâni nâsın cümlesine Rasûl olarak gönderdiğini de ilân ediyor..


وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا
Resim--- “Ve BİZ, seni (kâinattaki) insanların hepsi için müjdeleyici ve nezir (uyarıcı) olmandan başka bir şey için göndermedik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”(Sebe’ 34/28)

Esâsen ahd’ü mİsâk alınmıştır. Tekrar yine kendilerine taahhüd etmişlerdir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Güneş, diğer Nebîler yıldızlar mesabesindedir. İşte ALLAHu zü’L- CeLÂL’in bu Nebîlerden ahd ü mİsâk aldığının delîli de şu âyettir: Ali İmrân/81-82 Meali:

إِذْ أَخَذَ اللّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّيْنَ لَمَا آتَيْتُكُم مِّن كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءكُمْ رَسُولٌ مُّصَدِّقٌ لِّمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُواْ أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُواْ وَأَنَاْ مَعَكُم مِّنَ الشَّاهِدِينَ
Resim--- “Ve ALLAH, nebîlerden, "Size kitab ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (ALLAH'ın size verdiği kitabları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, ona mutlaka îmân edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz" diye misak aldığı zaman, "İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?" diye buyurdu. (Onlar da): "İkrâr ettik (kabul ettik)" dediler. (ALLAHu TeÂLÂ): "Öyleyse şâhid olun ve BEN sizinle beraber şâhidlerdenim." buyurdu.”(Âl-i İmrân 3/81)

فَمَن تَوَلَّى بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Resim--- “Artık bundan sonra, kim yüz çevirirse (nebîlerden sonra gelecek olan bu Resûl'ü inkâr ederse), işte onlar, onlar fâsıklardır. (Âl-i İmrân 3/82)

”ALLAHu zü’L- CeLÂL, vaktiyle peygamberlerden: Andolsun ki size kitab ve hikmet verdim, sonra yanınızda bulunan (kitablar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! diye söz almış ve: Bunu kabul ettiniz mi?. Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?. buyurmuştu. Onlar: Kabul ettik, dediler. ALLAHu zü’L- CeLÂL de buyurdu ki: Öyleyse şâhid olun, ben de sizinle beraber şâhid olanlardanım.” (Âyet 81)
“Artık bundan sonra her kim dönerse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir.” (Âyet 82)
Bütün ruhlar içinde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ruhunun Zât-ı Tecellî’ye mazhar ve mir’at oluşu hususunu bir miktar açmakta fayda vardır.:
Bu ruhlar arasında en mukaddes olan Ruh-u MuhaMMedî’dir. Ruh-i Akdesdir. ALLAHu zü’L- CeLÂL diğer ruhlara tanıştırmak üzere, Arş’ın altına asilan ve yakuttan olan şeffaf bir kandil içinde, âdeta bu dünyada Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem) namazda kıyamda, eli bağlı bir halde takdim etti. Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) nasıl ki beşerriyyetine melekleri secdeye dâvet ettiyse Rububiyyetini bildirmek için… Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) önce bütün ruhlara da, Ruh-u MuhaMMedî’ye (sallallahu aleyhi vesellem) secde değil, kıymetini bildirmek üzere takdim etti… Uluhiyyetini bildirmek için… İman ona baglıdır. Nebîler dahi Ruh-u MuhaMMedî’yi kabule mecbur oldular. Bütün ruhlar için böyledir, umumîdir… ALLAHu zü’L- CeLÂL Ruh-u MuhaMMed’e tecellî etmiş, Kalb-i MuhaMMed’e yansıma yapmış ve kalbi; Mir’at-ı Hayat olmuştur. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) kalbinden başka bir kalb için bu hâl mümkün değildir. Ona güç ve değer vermiş ki ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Tecellîyatına ilk kez muktedir olabilmiştir. Bu Tecellîyat, Tevhid Nuru Tecellîyatıdır. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Tecellîsinin, Tevhid Nurunun başka kalblere yansıması için Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem aracıdır. Trafo misâlidir. Tecellîyat yakıcıdır. Başka kalbler tahammül edemezler, onun için bu tecellîden Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) aracılığı ile faydalanmışlardır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Ferdî Makam sâhibidir. Bu aracılık şarttır mutlaka… İşte bu hal cereyan ederken ALLAHu zü’L- CeLÂL, ruhlara Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ruhunu görmelerini emreder, dâvet eder ki, Habîbinin harikalıklarını görsünler ve değerini bilsinler ister. Başta Nebîlerin ruhları Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ruhundan yansıma almışlar. Cenâb-ı Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ayna mesâbesindeki kalbinden Nebîlerin kalbine yansıtma olmuştur. Nebîlerden Ahd-ü Mİsâk alınmıştır. Bunun dışında hiçbiri kalmaz. Saygıları vardır. İşte; Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ümmeti ise; Nebîler gibi olmasa da, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kendilerinin Nebîleri ve Rasûlleri olduğu için birinci aynadan yansıma almışlardır. İşte Nebî Miraşçılığı budur. Diğer Nebîlerin Ümmetleri kendi Nebîlerinden almışlardır, ikinci aynadan. Bu şerefe nâil olamamışlardır. Bütün ruhlar, Ruh-u MuhaMMed’e bakmaklığa emredilmişlerdir. Dâvet edilmişlerdir. Kâinâtın Güneşi ve lideri olan Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ruhaniyyetini görmenin yanında, timsâli vücûduna da bakmaklığa sorumlu tutmuştur. Dâvet etmiştir. Ruhlar arasında ihtılaf olmuştur. Evvelce kabul edenler mest-ü hayran olmuşlar, kabul etmeyenler de öncesinden bir şey görmedik ki bundan ne çıkar deyip dâvete gelmemişler. Bunların nâsibleri yoktur. İşte, bu görüşe göre insanların hayattaki halleri belirmiştir. Ne hallerde yaşayacakları ona bağlıdır. Hiç görmeyenler de kâfirlerdir. İşte imân akidesi olan; “Lâ ilâhe illâ ALLAH” Ulûhiyyetinin kabulü bu görüşe bağlıdır. Nebîler dahi böyledir..
ALLAHu zü’L- CeLÂL ile kul arasında 70.000 hicâb nurdan, 70.000 hicâb da zulmettendir. Nur, Sıfat-ı Celâlden; zulmet ise Sıfat-ı Cemâldendir. Cemâl ünsdür ve huzur verir, Celâl ise yakıcıdır, heybettir. İşte bundan dolayı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem aracı olmuştur. Ancak bu Tevhid Nuru yansımasından her ferd kendi kabiliyet ve istidadınca nur alabilmiştir. Bir kısmı ise görememiş ve alamamıştır. Uluhiyyeti kabul etmemişlerdir. Halbuki Rububîyyeti tüm ruhlar kabul etmişlerdi “belâ!.” ile…


الُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
Resim--- Kıyâmet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye RABBİn Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şâhid tuttu ve dedi ki: BEN sizin RABBîniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhid olduk, dediler.(A’raf 7/172)

Azîz Kardeşlerim,
Ali İmran 81. âyeti celîleyi okuduk. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e ait olduğunu. Ahd-ü mİsâk alındığını ve Enbiyâlar kendilerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yokken kitab ve istiklâl verildiyse, verilen o kitab ve hikmetlerde mutlaka Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) medh ü senâsı vardır. Yâni bilinecek tarzda kendilerine böyle bir malûmat verilmiştir. Nitekim Hz. Musa (aleyhisselâm) bile Peygamberimizin (sallallahu aleyhi vesellem) vezirliği talebinde bulunmuştur ALLAHu TeÂLÂ’dan. Hz. İsâ (aleyhisselâm) da daha Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) gelmeden onun geleceğini müjdelemiştir. Kur’ÂN’da açık açık izâh ediliyor. Bu Rasûllerin ve Nebîlerin tamamı Peygamberimizin (sallallahu aleyhi vesellem) geleceğini biliyorlar. Çünkü ahd ü mİsâk sâhibidirler. Fakat Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem teşrif ettikten sonra bu Rasûllerin hiçbirisinde istiklâllik durumu yoktur. Umumiyetle onun nusreti ve hükmü altındadır. Sayacaklar, sevgi duyacaklar, nusret edecekler, beraberce çalışacaklar ama, mâiyet durumundadırlar. Zirâ O, bütün Enbiyânın İmamıdır. Bu imamlığı zâten Beytül Makdis’te isbat etmiştir. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) makamı Riyâset Makamıdır, ALLAHu TeÂLÂ’ya İltica Makamıdır. Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) başlamıştır ilticâ.. Hz. Âdem(aleyhisselâm) bile zelleye düşünce ilk olarak Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) başvurmuş ve onu vesile kılmıştır. Bu vesile ile ALLAHu TeÂLÂ, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) duâsını kabul etmiştir. Fakat bu durum karşısında ALLAHu zü’L- CeLÂL Hz. Âdem’e soruyor: “Ya Âdem sen önce geldin, MuhaMMed’i nereden biliyorsun ki onu vesile kılarak bana ilticâ ediyorsun?.” Hz. Âdem şöyle buyuruyor: “Yâ RABBî, bana ruh verdiğin gün gözlerimi açar açmaz Arşta ilk gördüğüm şey “Lâ İLâhe İLLâ ALLAH MuhaMMedü’r- Rasûlullah” idi. O anda Senin İsmine bu kadar yakın olan bu İsmin Sâhibinden daha üstün bir kimse olamayacağını fehmettim, diyor. Bundan dolayı onu vesile kılarak ilticâ ettim.” diyor. “Evet doğru söyledin ya Âdem, onun ismiyle ilticâ edeni affederim!.” buyuruyor.
Mahşer âleminde de hepimiz; Enbiyâlar başta olmak üzere kendisine başvurulacak tek kişi Rasûlullah’tır (sallallahu aleyhi vesellem). Bu hususta daha geniş malûmat sâhibi olmak isteyenler Âl-i İmrân Sûresinin 80-81 âyetlerinin tefsirine bakabilirler. Bu meyânda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Mi’racını ruhendir deyip vücûden olmasını çok görenlere de bu bir derstir. Mi’raca bedenen gitmek Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem için bir mesele midir?.

Azîz Kardeşlerim,
Mi’rac hadisesini şöyle anlatayım; Ruh yönünden fazlaca bir malûmat verildi, artık tongaya basacak bir haliniz kalmadı. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ruhî yönünü anlamışsınızdır. Bu hususta mümkün olduğunca malûmat vermeye çalıştık. Umumî mânâda da ruh meselesini izâh etmeye çalıştık. Ruhun hali, durumu, nasıl ve ne zaman yaratıldığını anlattık. Binaenâleyh bugün bazılarının ruh çağırmaları ve buna benzer şeyler hep Şeytân İşidir.
Çünkü ruh eğer azâbta ise, azâb çekiyorsa, bir lâhza dahi o halden kurtulamaz. O halden çıkıp gelmeye hiçbir boş zaman bulamaz. Eğer azâb içinde değilse, bir ni’met içinde ise, yüksek makamları işgal etmişse, bu gibi şeytânlıklara tevessül edip gelmez, bu gibi kimselere uyup da inmez. Bu gibi şeytânlaşmış kimseler ruh üzerinde tahakküm kuramazlar. Böyle kimselere kıymet ve değer vermeyiniz!. İnanmayınız!.
Tenasüh ehli de tamamen kıyâmeti inkâr eden kimselerdir. Bunlar da zâten küfür üzere olan kimselerdir, âlel küfredir. Hiçbir inanılırlıkları yoktur. Bunları kısaca da olsa izâh ettikten sonra “Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) mîracını ruhendir!.” diyenlerin, “bedenen olmaz!.” diyenlerin görüşlerini ele alalım.


Tenâsüh.: İslâmdan hariç olan bâtıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan bâtıl inanışları.. (mumyacılık bu inançla doğmuştur..)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

Resim
aleyhi's-selâm..

Mİ’RÂC HADİSESİ.:

Kardeşlerim,
Mi’râc Hadisesinde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: Ümmühan’ın evinden uyandırılır, Kâbe’ye getirilir. Kalb üzerinde bir işlem yapılarak mi’râc’a uygun hale gelir. Burak’a binerek Mescidi Haramdan Yesrib (Medine) ve sonunda Mescid-i Aksa’ya varır. Mescid-i Aksa’ya vardığında kilitli olması gerektiği halde kapıların açık olduğunu görmüştür.
Zirâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Yatarken abdestli olarak yatın. Zirâ ruhunuz Arş’a doğru yönelir. Makamı olan Arş’a çıkar, orada secde yapar!.” buyuruyor.
Çünkü ruhun bir elâstikiyyet hali vardır. Makamı, Arştadır. Lahutiî (Uluhiyyet Âlemine mensub ve müteallik olan) de olduğundan Arşa kadar çıkabiliyor. Bu her mü’min için geçerli olabilecek bir haldir. Nerde kaldı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem… “Mi’râc sadece ruhen olup bedenen mümkün değildir!.” diyenler, ruhun mâhiyetini idrak edememiş kimselerdir. Ruhen olması herkes için olabilen bir durumdur. İnsan rüyasında ruhen Arş’a, Cennet’e ve daha ötelere gidebilir. Bu bir mü’min için de geçerlidir. Bu halin bir olağanüstü ve mucizevî yönü yoktur. Mi’râc hadisesinin mucizevî yönü ruhun cesed ile beraber oluşudur. Cebrâil’in (aleyhisselâm) Burak’ı getirmesi, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Beytü’l- Makdis’e gitmesi, bunlar bir gecede olabiliyorsa, Kur’ÂN da bunu teyid ediyorsa, Beytü’l- Makdisten ötelere niçin gidemesin.
Hz. Ebubekir’e gelip.: “MuhaMMed böyle söylüyor, buna ne diyorsun” diye sorduklarında o da.: “Bunu kendisinden mi duydunuz, Beytü’l- Makdis’e gittiğini, bunu o mu söyledi?” dediğinde, “Evet evet hiç olmayasıya… gittiğini söylüyor” demeleri karşısında, “O söyledi ise doğrudur. Beytü’l- Makdis değil göklere dahi dese tamamdır. Bundan zerre kadar hiç şüphem yoktur” diye tasdik etmesi ve bunda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem için hiçbir zorluğun olamayacağını beyân buyurması, ruh ve cesed ile mi’râcın vuku’ bulduğuna en kuvvetli delîldir. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Beytü’l- Makdis’te bütün Enbiyâya İmamlık yapması da sadece ruhen değil vücudendir. Nitekim; o dönemde Ebu Süfyan Müslüman olmadan önce ticaret için Şam’a gittiğinde oranın Meliki ile arasında bu Mi’râc Hadisesi ve Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Beytü’l- Makdis’te Enbiyâya imamlık yapması ve Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) vasıfları mevzû’u konuşulurken ve bunun münazarası yapılırken Melikin yanında, Beytü’l- Makdis’in ferraşı yâni kapıyı açmak ve kilitlemekle, kapamakla görevli olan kişisi.: “Ben o gece ne yaptımsa Beytü’l- Makdis’in kapısını kapatamadım. Sanki üzerine duvar yıkılıp, yığılmış, basmış. Ertesi gün geldiğimde hiçbir zorlukla karşılaşmadan kapıyı kapattım!.” diyor. Aynı zamanda.: “O akşam kapıyı niçin kapatamadığımı şimdi anladım!.” diye bizâtihi kendisi anlatıyor. Beytü’l- Makdis’ten ötesi Gök Âlemleri de şereflendirmiştir. Gökler de kendisinden şeref bulmak talebinde bulunup yalvarmışlardır. Yeryüzü nasıl olsa ondan şereflenmiştir. Fakat gökler bundan mahrumdu. Kıyâmet koptuktan sonra nasıl ki yer tebeddülâtı olacaksa, gökler de tamamen yok olacaktır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i bulma imkânları mahşerde onlar için yok ki… Bu sebebden dolayı tebeddül etmeden/değişmeden Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile müşerref olmuşlardır. Zirâ her Allah’ın günü 70 bin melek Kâbe’yi tavâf ederken ikindiden sonra Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem) ziyâret ederler… Hiçbir gün yok ki ziyârete gelmesinler… Bu meleklerin içinde ikinci defâ ziyârete gelen bir melek de yoktur. Bir defâ meleklerin çokluğuna bakınız, onun için gökler de âşık. Her gün ziyâret eden meleklerin yerine, bir sonraki gün ayrı melekler gelir. Meleklerin çokluğundan dolayı bu hâl her gün bu şekilde cereyan eder. İşte Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) âşık olan sadece yer ehli değil, gökler âlemi de ona âşıktır..

Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) mi’râc devresi, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) çok üzüntülü olduğu bir devredir. Bilhassa bu devrede Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) en çok ünsiyet sağladığı mûnisi olan, bütün sıkıntılı anlarında kendisine yardımcı ve destek olan çok ferasetli olan Hz. Hatice vâlidemizin vefât ettiği devredir. Çok yalnızlık hissettiği bu devrede Dâvet-i Hakk vaki’ olmuştur. ALLAHu zü’L- CeLÂL Habîbi’ni dâvet etmiştir. Var edilmelerine sebeb olan Habîbullah ile şereflenmek isteyen bu âlemler, bu şereften mahrum edilmemiş, aynı zamanda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem da bunların tamamını görmüştür. Mevcud olan mükevvenat/bütün mahlukat O’nun nurundandır. Zirâ bu varlıkların tamamının var edilmeleri ve buna sebeb Rasûlullah’tır (sallallahu aleyhi vesellem). Hatta cennet dahi O’nun nurundan yaratılmıştır. Hakikat erbâbının deyişlerine göre: Cennet Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) nurundan yaratılmıştır. Cennetin etrafındaki meleklerin tesbihi ise salâvâttır. Onlar salâvât getirdikçe cennet genişler, diye buyurmuşlardır. Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem mi’râc gecesi gök âlemlerinden geçerken, bu âlemlere giderken her gök âleminin kapısında onu bekleyenler.: “Bu dâvet edilen kimse midir?.” diye soruyorlar. Evet, denilince hemen kapıları açılıyor. Buralarda her tabakanın Nebîsiyle, Rasûlüyle görüşür. Âdem (aleyhisselâm) ile görüşür, her tabakanın Enbiyâsı ile İbrahîm Halîlullah’a kadar. Netice olarak öylesine bir yere varır ki Cebrâil (aleyhisselâm): “Kıf Yâ MuhaMMed!.” yâni.: “Dur, Yâ MuhaMMed!.” diyor. Eğer Mi’râc ruhen olmuş olsa böyle hitab eder mi?. “Kıf yâ MuhaMMed” der mi?. Ruhen olmuş olsa ona dur denilir mi?. Ruh kendisi cevelân eder giderdi. Buradan gâyet açık bir şekilde anlaşıldığı gibi Mi’râc; sadece ruhen değil, ruhen ve cesedendir. “Dur, Yâ MuhaMMed! Ben buradan öteye bir adım dahi atamam!” diyor Cebrâil (aleyhisselâm).

Bir başka rivâyette de:
ان رﺑﻚ ﻳﺼﻠﻰ
“Yâ MuhaMMed! RABB’in sana salât ediyor, namaz kılıyor..” Bunun karşısında.: “RABB’im namaz mı kılar?.” diye bir fikir geçiyor Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) aklından. Bu âyeti kerime de ilk olarak o devrede orada bildirilmiş ve sonra yer yüzünde de nâzil olmuştur. Âmene’r- Rasûlü de aynı şekildedir. Âyette de buyurulduğu gibi: “Ya MuhaMMed! ALLAHu zü’L- CeLÂL’in sizin üzerinize salâtı vardır.”

إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
Resim--- “Muhakkak ki ALLAH ve Melekleri, Nebî'ye (Peygamber'e) salât ederler. Ey iman edenler, siz (de) O'na salât edin! Ve (O'na) gönülden teslim olarak salât edin!” (Ahzâb 33/56)

Buradaki salât ALLAH’ın rahmeti, mağfireti, tezkiyesidir, her çeşit hayrıdır. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in salâtı bu yöndedir. Yoksa ALLAHu TeÂLÂ birisine secde edecek, rükû edecek değildir, hâşâ. İşte bunların tamamı Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Mi’râcının vücûden olduğunun isbatı değil midir?.
Cebrâil (aleyhisselâm) ile Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ayrılacaklarında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ya Cebrâil bir talebin var mı?” diye sorar. Cebrâil (aleyhisselâm) da.: “Yâ MuhaMMed, huzura vardığında RABB’imden dileğim şudur ki: “Senin ümmetin için fedâkâr olayım, onlar sırattan geçeceklerinde kanatlarımı sereyim de senin ümmetin düşmesin, bunu taleb ediyorum, der.”
Merhamete bakınız, şefkate bakınız. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e olan aşkına bakınız. Hülâsa, ALLAHu zü’L- CeLÂL Habîbini huzuruna alır. Amma, tab’î ki, bu huzura alış dil ile anlatılacak ve tasavvur edilebilecek bir şey değil. Zirâ bu hali tasavvur etmek, gözümüzle kulaklarımızla bu hali misâllendirmek mümkün değildir. Bunların tamamı mahlûktur. Mahlûktan sadır olan hayal de, misâl de, dili de, duygusu da mahlûktur. Bunlarla Hâlikın tasavvuru mümkün değildir. Şekil veremez, bu gözle görmesi de mümkün değildir, hâşâ..
Bazı şeytânlaşmış insanların.: “Gittim, görüştüm, konuştum, takdis ettim!.” demeleri küfürdür. Hz. Musâ aleyhisselâm gibi büyük bir peygamber dahi sesi duymakla ne hale gelmiştir, bunu biliyorsunuz. Böyle bir Peygambere dahi ALLAHu zü’L- CeLÂL.: “Beni göremezsin ya Musa!” buyuruyor.

وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
Resim--- “Musâ (aleyhisselâm), tâyin ettiğimiz (belirlediğimiz) zamanda gelince, RABBi onunla konuştu. (Musâ aleyhisselâm) şöyle dedi: “RABBim, bana (Kendini) göster, Sana bakayım.” (ALLAHû TeALÂ): “BENİ asla göremezsin. Ve fakat dağa bak! O, mekânını kararlı tutabilirse (yerinde durabilirse); o zaman sen, BENİ görürsün.” buyurdu. RABBi, dağa tecelli ettiği zaman onu paramparça etti. Musâ (aleyhisselâm), bayılarak yere düştü. Sonra ayıldığı zaman: “Sen SubhÂN'sın (SENİ tenzih ederim). SANA tövbe ederim. Ben, mü'minlerin ilkiyim.” dedi.”(Ar’âf 7/143)

Hz. Musâ aleyhisselâm, dünyada iken Tûr-i Sinâ’da bu gözlerle bu dünyada görmek istemiştir. Başka yönden keşfiyat erbâbı, Şuhûd Ehli onlar görürler, Tecellîyat-ı Zât Sâhibleridir bunlar. Fakat dünya gözü ile görmek istemiştir. Âdeta cennette görülebileceği gibi görmek istemiştir. Bu da bu dünyada muhaldir, olmayasıya… Fakat Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Tûr-i Sinâ’da değil ki, huzur yerinde, RABB’imizin dâvet ettiği makama kadar çıkmıştır. Nasıl ki biz Cennete girdiğimizde ALLAHu TeÂLÂ’yı görebilmemiz için, bu gözlerimize o nisbette nur veriliyor ki, bu nur ile Onun nurunu görebiliriz. Yoksa bu gözlerle ALLAHu TeÂLÂ’yı görmek mümkün değildir. Bu gözler ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Nuruna dayanamaz. Bu dünyada Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) dahi baş gözüyle ALLAHu TeÂLÂ’yı görmesi mümkün değildir. Ama Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) teşrif ettiği makam bu görme için lâyıktır, uygundur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem daha cennet hali vaki’ olmadan, hayattayken peşinen dâvet vaki’ olmuş, İkram ve İhsan olarak Habîbine (sallallahu aleyhi vesellem) bunu nâsib etmiştir. Tab’î ki bu huzur anlarında ALLAHu zü’L- CeLÂL kendisine tehiyyat- selâmlaşmadan sonra, İlmü’l- Evvelîn ve’l- Âhirîn’i, tamamen vermiştir. ALLAHu zü’L- CeLÂL, Habîbi (sallallahu aleyhi vesellem) varınca hediyelerini esirgemez ki… Öylesine ilimler vermiştir ki, meselâ Enbiyâ İlimlerinin tamamını vermiştir. Bu ilimleri verdiği gibi bu ilimlerin ketmine/gizlenmesine de mecbur tutulmuştur. Çünkü kendisinden sonra Enbiyâ yok ki bu ilimleri anlatsın. Onun için bu ilimlerin ketmine mecbur kılınmıştır. Çünkü hafsalaya sığmaz ki…
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

İkinci ilim ise, Evliyâ İlmidir. Evliyâ İlminde onu muhayyer bırakmıştır. Ehlini bulursa, kalbi ve sırrı açık olan kimselere bu ilimden bahsetme hususunda muhayyer bırakılmıştır. Eğer bu ilmi fehmedecek kimseleri bulamazsa, yok ise, bu ilmi de ketmetmeye mecburdur.
Diğer bizim gibi avam kısmına ilmi ise, Şeriat ve Ahkâm İlimleridir. Bunlar cevârih (El, ayak gibi vücud azaları) ile ilgili olduğundan bu ilmi yaymaya mecbur kılınmıştır. Kalble alâkalı değildir… Gözle kulakla, cevârihle alâkalıdır. Bu vücûdla anlaşabilmektedir. Bu ilmi yaymaya zorunlu ve sorumludur tebliğine… Kullarına hizmet edecek, yarar ve zararı kullarına tebliğ edecek önderdir. İşte bu minvâl üzere ALLAHu TeÂLÂ kereminden ihsanda bulunduğu üzere huzura varır varmaz, artık huzuru hissetiği anda Ettehiyyatü’yü okuyor.:

Ettehiyyatü Duası Okunuşu.:
Et-tahıyyâtü lillâhi ve’s-salâvâtü ve’t- tayyibât.
Esselâmü aleyke eyyühe’n-Nebîyyü ve rahmetullâhi ve berakâtüh,
Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi’s- sâlihîn.
Eşhedü en lâ ilâhe illâ ALLAH
ve eşhedü enne MuhaMMeden abdühû ve Rasûlühü.:


Ettehiyyatü (Tahiyyat) Duası Türkçe Anlamı.:
Her türlü hürmet, salavât (duâ) ve bütün iyilikler ALLAHu TeÂLÂ'ya mahsustur.
Ey Nebî!. ALLAH'ın selâm, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun.
Selâm, bizim ve ALLAH'ın sâlih (doğru hareket eden) kullarının üzerine olsun.
Şahâdet ederim ki, ALLAHu TeÂLÂ birdir ve yine şahâdet ederim ki,
MuhaMMed (aallallahu aleyhi ve sellem) O'nun kulu ve Rasûlüdür..


اﻟﺘﺤﻴﺎت ﷲ واﻟﺼﻠﻮاة واﻟﻄﻴﺒﺎت
deyince kendine göre kimsenin gitmediği, basmadığı bir dâvet olunca müstesnâ bir makam yakınlığı olunca; Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu durum karşısında âdeta Melik’e bir selâm gerektiği gibi ettehiyyatüyle selâmlıyor. Kudretin sergisine o kadar yaklaşmış ki Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem selâm veriyor. ALLAHu zü’L- CeLÂLden selâm gelir.:
اﻟﺴﻼم ﻋﻠﻴﻚ اﻳﻬﺎ اﻟﻨﱮ ورﲪﺔاﷲ وﺑﺮﻛﺎﺗﻪ
deyince ALLAHu zü’L- CeLÂL, Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bakınız ne kadar azîzdir, ne şefûktur, ne kadar rahimdir. Bu selâm kendisine has (hususî) olarak gelince Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem karşılığı olarak:
اﻟﺴﻼم ﻋﻠﻴﻨﺎ و ﻋﻠﻰ ﻋﺒﺎداﷲ اﻟﺼﺎ
der. Yâni ALLAHu zü’L- CeLÂL selâmını kendine aldığı gibi “ibâdillâhi’s- sâlihîn” ile kasdettiği Buharî, Müslim, Ebu Davûd ve İmam-ı Ahmed mesnedli Abdullah İbn-i Mesud’un (radiyallahu anhu) rivâyet ettiği hadis-i şerifte bildirildiğine göre, diğer Nebîlerle beraber ALLAHu zü’L- CeLÂL’in göklerdeki ve yeryüzündeki tüm salih kullarını dahi. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in bu selâmından mahrum etmek istemiyor. Bu selâmdan meslekdaşlarını mahrum etmemiş, ortak ediyor. Gayretkeşliğine bakınız, rahmetine, ra’fetine bakınız. Bu hâl karşısında başta Cebrâil (aleyhisselâm) olmak üzere bütün melekler de bu merhameti ve şefkati her tarafa yaygın görünce böyle kibar, böyle lâtif hali görünce elbirliğiyle:
اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ
diyerekten gök ehli tamamen nere varabildiyse tamamen şehâdet etmişler… ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Vahdâniyyetini, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Risâletini ve Abdiyyetini tasdik ediyorlar. Abdullah ibni Abbas’ın okuduğu ve İmamı Şafii’nin de ölçü olarak aldığı ve okuduğu şehâdette “abduhu” lâfzı yok. O sadece “MuhaMMeden Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem” diye okur. Ama Abdullah ibni Mesud’dan alınan ve İmamı Âzam Ebu Hanifeye göre yukarıda tam metin olarak yazdığımız ve içinde “Abduhu” lâfzı da olan şehâdettir.

Abdullah ibni Ömer’in hadisine göre ve İmamı Mâlik’in okuduğu Ettehiyyat ise.:

اﺷﻬﺪان ﻻاﻟﻪ اﻻاﷲ وﺣﺪﻩ ﻻﺷﺮﻳﻜﻠﻪ واﺷﻬﺪان ﻋﺒﺪﻩ ورﺳﻮﻟﻪًﳏﻤﺪ
Bu gibi ettehiyât ve şehâdet değişiklikleri rivâyet edilmiştir. Hülâsa işte Mi’râc Âlemi bu minvâl üzere cerayan etmiş. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem umuma gönderilen bir peygamber olduğu için, Enbiyânın imamı ve reisi olduğundan bu ihsan ve ikramlara diğerlerini de ortak yapmıştır. Bu ALLAHu zü’L- CeLÂL’in selâmının sadece kendi üzerine değil, diğerlerinin de üzerine olması talebinde bulunmuştur. İşte Bakara Sûresinin son âyetleri yâni “Amene’r- Rasûlü” de Mi’râc Âleminde verilmiştir. Hem Kur’ÂN, hem de duâ olduğundan sonunda “âmin!.” deniliyor. Bu, Mi’râc Âleminde Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) hediye verilen Ni’met-i Azîmedir.
Namaz hususunda ise, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ümmetine 50 vaki’t namaz verilmiştir. Musâ (aleyhisselâm) ile karşılaşınca Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) neler aldığını soruyor. ALLAHu TeÂLÂ’nın vermiş olduğu şeyleri Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Musâ’ya (aleyhisselâm) anlatıyor. O da.: “Yâ MuhaMMed, bu ümmetine çok gelir. İste de ALLAHu zü’L- CeLÂL bunu biraz hafifletsin, vaki’t sayısını aza indirsin.” demesi ve Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) istemesiyle 50 vaki’t namaz 5 vakte inmiştir. Bu durum karşısında sanılır ki Hz. Musâ bizim için bir velî-yi ni’met olmuştur. O olmasaydı 50 vaki’t namaz kılacaktık. Böyle bir düşünceye kapılmak doğru değildir. Ümmet-i MuhaMMed olarak hiç kimseye minnetimiz yoktur. Bunun sebeb-i mucibesi şudur: Cenâb-ı Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) nâsib olan mi’râc, herkese nâsib olmayan bir şeref, bir ni’met-i azîmedir. Hz. Musâ bunun hasreti içindeydi. Taleb ettiği halde buna muvaffak olamadı. Bu hal hususi olarak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem için cereyân etmiştir. Bundan dolayı ALLAHu zü’L- CeLÂL’in huzurundan gelen, o azîz makamdan dönen, o Envar-ı İlâhi ve Tecellîyat Cemâli üzerinde olan bir kimse teşrif ederken, bu mübârek zâtı görünce Hz. Musâ (aleyhisselâm) mest ü hayran oluyor. Çünkü o bu durumun, bu halin âşığıdır. Aynı zamanda Kelimullah’tır. Elbette Kelim ile Habîb bir olmaz. Habîbine olan muamelesi, Kelimi’ne olan muamelesinden çok farklıdır. Bundan dolayı Hz. Musâ Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem) görünce ona karşı mest ü hayran oldu. Kendisiyle meşgul olmayı, onun cemâlini görmeyi istedi ve Onunla konuşmayı ve bu konuşmayı da uzatmak istedi. Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ALLAHu zü’L- CeLÂL’in nurunu yansıtıyordu. Hayran ü mest oldu. İşte bu hal karşısında, bu hal sâhibi ile müşerref olmak için kelâmı uzâttı. Ferasetini (Anlayışlılık, çabuk seziş) kullandı. Çok atuf ve şefûk olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de defâlarca gidip geldi, esirgemedi. Hz. Musâ (aleyhisselâm); onun her gelişinde onunla konuşmaktan mest ü hayran oluyordu. Ferasetli olduğundan bu ferasetini kullanıyor. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem da çok lâtif, çok zârif, çok şefkatli olduğundan, çok edebli, kibar olduğu için onu kırmıyor. Zirâ Cenâb-ı Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) da buyurduğu gibi, Yâni: “Beni RABB’im te’dib (edeblendirdi, terbiye etti) etti ve edebimi RABB’im en güzel etti. Yâni edebiyatımı RABB’im verdi. Bu edebiyatımı en güzel kıldı.” Zâten Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de o halden, o huzurdan, o makamdan dönmek istemiyor. Eğer kendi elinde olsa zâten bir daha dönmeyecek. Dönmeyecek ama, O, orası için yaratılmamış ki orada kalsın. Mutlaka tekrar dünyaya gelecek. RABB’imiz celle celelühü onun bu halini bildiği için, Habîbini teselli için buyuruyor ki: “Yâ MuhaMMed, kullarımı dâvet et. Dünyada seni bu huzurda almış olduğun hazdan, zevkten mahrum etmem.” -Tabi’i ki oradaki hazzın aynısı olmaz.- Dünyada namaz kılarken o hazdan bir nebzecik veririm, buyuruyor. İşte namaz halinde iken, orada cereyan eden haller cereyan ediyor. Bilâl-i Habeşî’ye (radiyallahu anhu).: “Ya Bilâl, Erihna bi’s-salâti, yâni namazla bizi rahata kavuştur!.” buyuruyor.

Çünkü,

اﻟﺼﻼة ﻣﻌﺮاج اﳌﺆﻣﻦ
“namaz mü’minin mi’râcıdır.” demesi, namaz halinde o halleri tekrar yaşadığındandır. Namaz, mü’minin mi’râcı olduğu gibi Münâcatü’l- HAKk, yâni HAKka münâcattır, buyuruyor. Zirâ namazda Fâtiha’yı okurken Huzurullah’ta okuyormuşcasına kendinden geçen zâtlar var. Cafer-i Sadık Hz.leri bunlardan biridir. Sa’ka (bayılma) olurdu, lata gibi düşer de uzun süre kendini toparlayamazdı. Öyle mübârek zâtlar var ki Kelâmı, Kelâmullah’ı huzurunda okurcasına…
İşte, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem; Musâ (aleyhisselâm) dedikçe gitti, geldi. Zâten o da ayrılası gelmiyor. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) her defâsında Huzurullah’a çıkmakla aldığı zevkle beraber, her gidişinde Hz. Musâ’ya (aleyhisselâm) kerem ve ihsanını esirgemiyor ve her gelişinde Hz. Musâ’yı başka bir halde görüyor. Musâ’da (aleyhisselâm) mestü hayrandır…
Zirâ hakikatte namaz beş vaki’ttir. Zirâ Ümmet-i MuhaMMed için bir hasene on haseneye muadildir. Beş vaki’t namaz da elli vaki’t namaz muadilidir. Çünkü Cenâb-ı HAK: (En’am/160) buyuruyor. Bu bir haseneye on misli sevâb verilmesi Ümmet-i MuhaMMed’e hastır. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) hayrat ve bereketiyle onun çok şefkat ve merhametli oluşundandır. Bire on verdi yetmedi, bire yediyüz verdi yetmedi, bî gayri hesabı/hesabsızı da vardır. ALLAHu TeÂLÂ’ya şükürler olsun, başka ümmetlerle kıyas mı edilir?. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in başka Rasûller ile kıyası mümkün müdür?.


مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى إِلاَّ مِثْلَهَا وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Resim---“Kim (ALLAH'ın huzuruna) bir hasene ile gelirse, artık onun on misli, onundur. Ve kim bir seyyie ile gelirse, o zaman onun mislinden başkası ile cezalandırılmaz. Ve onlar zulm olunmazlar.” (En’âm 6/160)

Azîz Kardeşlerimiz;
Namaz hususunda Hz. Musâ’nın Habîbullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile her defâsında konuşması ve Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) da Huzurullah’a gidip gelmesi ve böylesine bir gayretkeş olması, Hz. Musâ’nın da Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) görünme ve onunla konuşması ve Rasûlullah’tan (sallallahu aleyhi vesellem) faydalanmasının isbatı şudur: Hakimi Tirmizî, Nevâdirü’l- Usul isimli eserinde Mi’râc’ta Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurduğunu kaydediyor.:
“Ben altıncı semâda Musâ ile görüştüğümde Hz. Musâ’yı geçince o kadar ağladı ki ve kendi kendine şöyle dediğini duydum.: “Heyhat!.. İsrâiloğulları ALLAHu TeÂLÂ’nın yaratmış olduğu mahlûkat arasında benim, Âdemoğulları arasında en ekrem olduğumu iddia ediyorlar, dava ediyorlar. Ama nerde bu ekremlik. MuhaMMed beni ekremlikte çok geçti.” buyuruyor.
Bu mübârekler çok gayretkeştirler, hepsinin de hakkı vardır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem mi’râca kendisiyle konuşup geçerken, Hz. Musâ bunu kendi kendine terennüm etmişti ve ağlamıştı. Güyâ Ben-i İsrail.: “Hz. Musâ’nın (aleyhisselâm) en üstün bir varlık olduğunu, ondan daha üstün bir varlığı ALLAHu zü’L- CeLÂL’in yaratmadığını, Âdemoğlu arasında en mükerrem varlığın kendisi olduğunu” söylüyorlarmış. Hz. Musâ da onların kendisi için böyle söylemelerinin müsbet olmadığını görüyor. Ve en ekrem, en mükerrem varlığın Cenâb-ı Rasûlullah olduğunu söylüyor. Cenâb-ı Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) gidip geldiği yeri de pekâlâ biliyor. Zirâ Hz. Musâ’nın (aleyhisselâm) kendisinin varamadığı bir yerdir. Bunu çok iyi bildiği gibi ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize ne kadar kıymet ve değer verdiğini de pek âlâ farketmiştir. Dolayısıyla bu hadise de pek yerindedir ve bu hadis de isbat ediyor. Şükürler olsun…

Hülâsa kardeşlerimiz;
Mir’âc te’lifleri çok. Tefsirlerde de çok var. Biz muhtasar olarak mi’râcın bedenî olduğunu anlatıyoruz. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem mi’râc’tan döndüğü, teşrif ettiği günün sabahında bu Mi’râc Hadisesini anlatırken, tabi’i ki halka.: “Bütün gök âlemlerine gittim” dese, onu anlayamazlar ki, bilemezler ki, ancak Beytü’l- Makdis’e gittiğini buyuruyor. Rasûlulah sallallahü aleyhi ve sellem’in bir gece içinde Beytü’l- Makdis’e gidip gelmesi, bu günkü gibi imkânlar da olmadığından binlerce km. yolun bir gecede katedilmesi, gidilip-gelinmesi, onların hafsalalarına sığmadı. Bunu iyi bir fırsat bilip, değerlendirmek için, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) bir yanlışını bulup onun önüne geçmek, onu zabtetmek için Beytü’l- Makdis Hakkında mâlûmât istediler. Daha önce de Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) buraya gitmediğini biliyorlar, içlerinden bazıları Beytü’l- Makdise gidip gelmişlerdi, biliyorlardı. Dolayısıyla Beytü’l- Makdis’i vasıflandırmasını istiyorlar. Mi’râca, neden Mescid-i Haramdan değil de Mescid-i Aksa’dan gitmiştir Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem?.
Bunun sebebi.: “Mescid-i Haram’dan göklere gittim” dese hafsalalarına sığmazdı. Ama “Mescid-i Aksa’ya gidip de sonra göklere gittim” deyince daha önce Mescid-i Aksa’ya hiç gitmediğini bildiklerinden.: “Mescid-i Aksa’yı vasıflandır” demişlerdir. Hakikaten Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem da o anda biraz duraklıyor. Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Beytü’l- Makdis’e gidince oranın kaç tane kapı ve penceresi olduğunu sayacak değil ki. Tabi’i ki ALLAHu zü’L- CeLÂL Habîbini (sallallahu aleyhi vesellem) bunların karşısında mahcub edecek değil ya. ALLAHu TeÂLÂ Beytü’l- Makdis’i bir anda Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) karşısına getiriyor. Ne sormuşlarsa, hangi yanını sormuşlarsa, ALLAHu TeÂLÂ o cepheyi karşısına getiriyor. Hatta Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem giderken gördüğü kervandan haber vermiş, abdest aldığı testiyi bile bildirmiş ve bu kervan Güneş doğarken Mekkeye girecek buyurmuş ve öyle de olmuştur…
Kardeşlerim,
Eğer bugünkü teknik olmasaydı, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) bu şekilde çok uzaktaki Beytü’l- Makdis’i görmesi ve anlatması akla biraz uzak olurdu. Bugünkü teknikle bu ve benzer mûcizeleri daha iyi ve kolay anlamak ve kabul etmek lâzım. Onlar sormaya başlıyor. Kapıları kaçtır, pencereleri nedir, falan cephede ne vardır, birer birer soruyorlar. Onların her sorduğunu Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem tam olarak harfiyen cevâplıyor. Onlar da bu cevâplar karşısında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) rİsâletini ve mi’râc mu’cizesini kabul etmeyerek yine inkârlarına devâm ediyorlar. Zirâ hidâyet; Hidayetullahtır. Hidâyet ALLAHu zü’L- CeLÂL’dendir. Bu inkârcılar bu durumdan sonra Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in en çok sevdiği, dayandığı ve yakını olan Hz. Sıddık’a (radiyallahu anhu) koştular. Bu hadiseyi ona anlattılar.: “Senin inandığın, en çok güvendiğin MuhaMMed neler anlatıyor, olur mu böyle şey?” dediler. Hz. Sıddık onlara Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ne dediğini sorar. Onlar da.: “Efendin bu gece Beytü’l- Makdis’e gidip gelmiş, bu olacak şey mi, bu mümkün mü?” Hz. Sıddık (radiyallahu anhu) mübârek ferasetli, onları dinledikten sonra der ki.: “Bu söylediğiniz, anlattığınız şeyleri bizzât kendisi söylüyor mu, ondan duydunuz mu?. Bizâtihi kendisinden mi duydunuz?” Onlar da.: “Evet, bizâtihi kendisi söylüyor” dediler. Mübârek Hz. Sıddık onlara cevâben şöyle buyuruyor.: “Vallahi kendisi söyledikten sonra Beytü’l- Makdis’e değil, göklere çıktım dese dahi zerre kadar şüphe etmem, Ona inanırım ve her buyurduğu da haktır, doğrudur.”
Azîz Kardeşlerim,
İşte bize düşen, kendi enâniyetimizi/benliğimizi ortaya koymadan, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in inâyetine sığınarak, zerre kadar şüphe etmeden mi’râc hadisesinin ruhen ve ceseden olduğunu tasdik etmektir. Zirâ bu ve benzeri Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) mu’cizeleri itikadî meselelerdir. RABB’imiz bizleri hizlâna (İflas etmek) düşürmesin, hepimize şûûr versin, hidâyetini esirgemesin, tevfikatına refik eylesin. İnâyeti daima beraberimizde olsun. Hak olan ne ise onu bizlere müyesser eylesin. Kardeşlerim, bu mi’râc hadisesini burada noktalamak istiyoruz. Çünkü inanan insan için bu yeterlidir. Ârif olana bir işaret bile kâfidir. Âmin!.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

ERVAH ÂLEMİ
Bundan sonra kısaca da olsa RÛH'tan bahsetmek istiyorum. Bu hususta hemen şunu ifâde edeyim ki, bazılarının ruh Hakkındaki görüşleri çok kısırdır. Zirâ ruhların cevelân ettiklerine inanmıyorlar. Kişi öldükten sonra ruhların tasarrufunu, irtibatını, inkâra kalkışıyorlar. Öldükten sonra ruh da bir iş yapamaz diyorlar. Sanki ölmüş olunca bir cifeden/leşten ibâret kalıyor gibi… İşte bundan dolayı bu hususta bir şeyler söylemenin fâideli olacağına inanıyoruz. Daha önceki bölümde de anlattığımız gibi ruhlar Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in cevherinden olan Mâu’l- Hayat, Mâu’l- Hayevân’dan nâsiblerini almışlardır. Bundan dolayı ruhlar hayattır, yaratıldıktan sonuna kadar hiç de ölmezler. Cehenneme giren kimsenin de hayatı devâmlıdır. Cennete giren kimsenin ruhu için, hayatı devâmlıdır. Dolayısıyla Cennet de Cehennem de devâmlıdır. Cennetin ni’metleri nasıl çoğalıyor ve ebedî ise, cehennemin de azâbı bitmez ve azâb üzerine azâb fazlalaşır, devâmlıdır. Zirâ Kur’ÂN-ı Mübin’de ALLAHu TeÂLÂ’nın buyurduğu gibi:

الَّذِينَ كَفَرُواْ وَصَدُّواْ عَن سَبِيلِ اللّهِ زِدْنَاهُمْ عَذَابًا فَوْقَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُواْ يُفْسِدُونَ
Resim---“İnkâr edenlere (kâfirlere) ve ALLAH'ın yolundan men edenlere/çevirmiş olanlara, fesad çıkarmış olduklarından dolayı azâb üstüne azabı arttırdık.” (Nahl 16/88)

Yâni azâb üzerine azâbı ziyâdeleştiririz. Kat be kat ziyâdeleştiririz. Bazılarının dediği gibi “Azâb son bulacak, cehennem de zamanla sona erecek!.” diye bir şey yok, olamaz da… Zirâ ALLAHu zü’L- CeLÂL azâbı azâb üzerine fazlalaştırırız, buyuruyor. Cennetteki ni’metler nasıl ebedî ise ve fazlalaştıkça fazlalaşıyorsa, Cehennemin de azâbı fazlalaşacak ve devâmlı olacak. Bundan dolayı Ervah Âlemi Hakkında biraz malûmat vermeye çalışacağız. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in izni ve inâyetiyle…
Azîz Kardeşlerim,
Daha önceki bölümlerde ervâh Hakkında biraz malûmat vermiştik. Fakat, tahkik erbâblarının buyurduklarına göre mevzu’yu biraz daha açmak lüzumunu hissediyoruz. Tahkik Erbâbı buyuruyorlar ki.: “Ervah Âlemi anlattığımız gibi Âlemü’l- Emr’dendir. Âlemü’l- Halk’tan evvel var olmuşlardır. Fakat, ALLAHu zü’L- CeLÂL Ervah Âlemini yaratmazdan evvel Berzâh Âlemini yaratmıştır. Ervah Âlemini, Âlemü’l- Berzâh’ın içinde muayyen bir yerde yaratmıştır. Berzâh Âlemi dediğimiz âlem, bu yerler ve gök kabzasında, yâni içinde olan âlemdir. Yâni bu yerler ve gökler tamamen bu âlemin içindedir. Yerleri ve gökleri istiab eden/içine alan bu âlemin alt kâdemesi Süfliye gider, üst kademesi Cennete ulaşır. Alt kısmı üst kısmına nazaran biraz dardır. Yukarıya doğru çıktıkça genişler. Zirâ gökler daha geniştir. Velhasıl gökler bittikten sonra, yâni yedinci kat semâdan sonra bir kubbe teşkilâtı vardır. Üzerinde bu kubbenin teşekkülâtı, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ruhuna, onun ruhaniyyetine has bir yer olarak tayin edilmiştir. Bu kubbeye Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ruhaniyyeti tamamen gücünü verse, bu kubbe zâten buna tahammül edemez. Bu kubbede; -tam cennet değil de- cennetin az da olsa bir misâli vardır. Bunların, asıl cennet tabakalarından faydalanır bir durumları vardır, vuslâtları vardır. Bu durum asıl cennete girme değil de, bu Berzâh Âleminin içinde mevcud olan bir hâldir. Bu kubbedeki, asıl cennetin bir misâli durumunda olan cennetlerdir. İşte ruhlar, bu kubbeden cennetle irtibat kurabiliyorlar. Bu kubbe ancak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem için yapılmıştır. Ruhaniyyeti ancak orada istikrar bulabilir. Fakat Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ruhaniyyeti gâyet yaygın bir haldedir. Zirâ Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ruhaniyyeti herhangi bir yerde sakin olamaz. Çünkü bir yerde olsa, oranın Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ruhuna tahammül ve kudreti yoktur, yanar. Çünkü; Envâr-ı İlâhi ve esrâr olunca, O’nun Ruhaniyyetinin, aynı bir yerde olmasına o yer dayanamaz, yanar. Çünkü Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) vücûdunun gayrı, hiçbir yer, O’nun Ruhuna muktedir değildir; ağırlığını çekemez. Cenâb-ı Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ruhaniyyeti o kubbede yaygın bir halde olduğu gibi, mâiyetinde olan bilhassa kendi devresindeki Ezvac-ı tâhirat, Eshab-ı Kiram, Hulefâ-i Raşidin ve diğerlerinin ruhlarının burada makamları vardır. Bahusus hayatta iken Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem) korumak için, Kelime-i Tevhid, vahdaniyet uğruna şehid olmuş, cehd ü cühd etmiş, Bedir, Uhud Eshabı ve benzerlerinin ruhları da oradadır. Zirâ bunlar müstesnâ kişilerdir. Bunlardan başka ruhların, oraya vasıl olabilmesi için o ruhun, Âriflerin Ruhu olması gerekir. Onlara “ÂRİF” deniyor. Bu Ârifler de Gavsiyyet Makamında, Kutbu Medâr ve Kutbu İrşad Makamında olan zâtlardır. Bahusus, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in mirascısı olan, MuhaMMedül Velâyet Makamında olan zevâta da ALLAHu zü’L- CeLÂL bu hakkı tanıyor. Habîbinin yüzü suyu hürmetine bu hakkı tanıyor onlara, ALLAHu zü’L- CeLÂL..
Diğer ruhların, 3. kat semâdan 7. kat semâya kadar olan ruhların nurları gâyet güzel ve parlaktır, oraya varacak kimselerin. Şunu da hemen ifâde edelim ki; bu anlattığımız hâl, durum, berzahî bir durumdur. Bu Berzâh Âleminde muayyen bir makam vardır. Âdeta bir petek gibi bir durum vardır. Henüz seçenek yapılmış değil. Yâni her ruha ait altlı üstlü, petek gözü gibi bir makam vardır. Henüz ruhlar bu iki makamdan birini seçmiş durumda değildir. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ruhu istisnâdır bu halden. Çünkü onun ruhunun mutlaka bir makamı vardır. Fakat anlatmaya çalıştığımız bu Berzah Halinde ilk olarak bütün ruhların bir ictima’, bir araya toplanma halleri vardır. Nasıl ki kıyâmet günü ruhlar dâvet edileceklerinde İsrâfil (aleyhisselâm) tarafından toplanmaları için dâvet ediliyorsa, bunun gibi berzahtaki toplanmalarında da ruhların hiçbir tefrika durumları yoktur. Hepsi aynıdır. Bu hitâba karşı “belâ” cevâbını vermişlerdir. Makamları aynı olduğu gibi işgal ettikleri yer de aynıdır. Ne zaman ki ruhlar ictima’ haline gelince “Elestü BiRABBîküm” hitâbı karşısında, ruhlar hemen iki değişik hal almış, iki kısma ayrılmışlardır. Bu iki kısımdan bir kısmı bu Hitâb-ı İzzet’e karşı mest ü hayran olmuşlar, çok içtenlikle, candan, zevkle “belâ!.” demişler. Diğer kısmı da bu hitâbtan hiç hoşlanmamışlar, (arıların dumandan kaçtıkları gibi misâl verilmiş) bundan nefret ederek kaçışmışlardır. İşte ruhlar arasındaki değişiklik, farklılık o anda olmuştur. Bu hitâbı içtenlikle kabul edenler o anda “bir nur”a sâhib olmuşlardır, zâten elverişlidirler de. Zirâ bu ruhlar lâtif ruhlardır. O nuru almaya kâbil ruhlardır. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Rububîyyetini kabullendiklerinden, o nura sâhib olma kabiliyetleri hasıl olmuştur. Fakat daha önce de anlattığımız gibi Şühûd Hali ise, Tamamen Tevhid Akidesi, İmân Akidesidir. RABB demek; terbiye etmek, beslemek, barındırmaktır. Şühûd Hali ise, “Lâ İlâhe İllâ ALLAH” kelimesini söylemek Şühûd Halidir. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Habîbine (sallallahu aleyhi vesellem) bir Şühûd Tecellîyatı vardır. İşte bu şühûd kısmına gelince rütbeler ayrılıyor. İnananlar arasında dahi rütbeler çok ayrılıyor. Her ne kadar bütün ruhlar istese de istemese de, içtenlikle veya nefretle “belâ!.” demişlerse de tenfiren/efretle “belâ!.” diyenler, kendi mâliyetlerini o zaman ortaya koymuşlardır. Nur Sâhibi olanlar ve Nur Sâhibi olmayanlar ayrılmıştır. İşte inananlar arasındaki farklılık, rütbelerinin değişik olması bu Şühûd Halinden sonra olmuştur. Şühûd kısmında; Elestü Sâhiblerinin de mertebe ve meziyyet değişikliği başlamıştır. Rasûllerin Rasûllüğü, Nebîlerin Nebîliği, Velîlerin Velîliği ve diğerlerinin durumları belirlenmiştir. Her Rasûlün Ümmeti, her Velînin Cemâatı bundan sonra orada ruhen belirlenmiştir. Bu anlattıklarımız tamamen Tâhkik Erbâbının izâh ve beyânlarıdır, yoksa kendi kafamızdan söylemiyoruz. Tahkik Erbâbı, bu Ervah Âleminin ahvâlini bu şekilde anlatıyorlar. İşte bu anlattığımız minvâl üzere ruhlar oradaki kendi makamlarındadır. Ancak ne zaman ki Âdem (aleyhisselâm) ve diğer Âdemoğullarının Ruhaniyyeti bu dünyaya vücûden olarak gelir. Ruh kendisine ait olan vücûdla buluşur ve dünyadaki işlemini yapıp tekrar dönüş yaptığında berzahın makam yerleri dediğimiz 4., 5., 6. semâlardaki yerlerini az çok tesbit edebilirler. Onların makamları nurludur. Kubbedekiler ise ha kezâ yerlerini bilirler. Ancak; bu dünyaya geldikten sonra dönüş yapan ruhların tamamı oradaki eski makamlarının aynısına dönemez, evvelki gibi değil, evvelkisi ile alâkayı kesmiştir. Bu ruh sâhibleri bu dünyada kendilerine bir seçenek yapacaklar. Ruhu “Ulvî/Yüce” midir, yoksa “Süflî/Alçak” midir?. Ulvîsinin çeşit çeşit makamları, rütbeleri de değişik olduğu gibi süflî ruhların da çeşit çeşit azâb ve süflîlikleri vardır..

Azîz Kardeşlerim;
İşte bu harikulâde halleri anlatan, bizlere izâh eden Tahkik ve Keşif Erbâbıdır. Eğer bu zâtlar, bu izâhları yapmamış olsa, durumun bu halde olduğunu nereden bilebilirdik. Ehli Hadis Erbâbı da Âlem-i Berzah’ı anlatmaya çalışmış. Ruhlar Hakkında uzun uzun mütalâalarda bulunmuşlar. Bilhassa ünlü müfessir ve muhaddis CeLÂLEDDİN-i Suyutî vardır, “Kitabu Ruh”. Ve İbni Kayyum ve İbni Mendeh’in bu hususta yazmış oldukları kitablar çok meşhurdur. Fakat Berzâh Âlemini bu şekilde izâh etmek, teşekkülâtını, hadislerini anlatmak için güç ister. Bunun için basîret lâzım, baş basarıyla, gözüyle olmaz. Bir kişi, bir zât vefât edip kabre vardığı zaman, bu kabir dahi görünüşte bir çukurdan ibârettir. Öyle görünür, öyle sanarız. Halbuki Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe olabileceği gibi cehennem çukurlarından bir çukur da olur.” buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Tanıdığın, bildiğin bir mü’minin kabrine vardığında ve yanından geçerken selâm verirseniz selâmınızı alır” buyuruyor.
Bunlar uyanıktır. “Bildiğin, tanıdığın biri olmasa dahi mü’min kardeşimdir diye selâm versen, o da selâmını alır.” buyuruyor.
Buradan da anlaşıldığı gibi beden çürüse de ruh hayattadır, yâni ölmez. Ruh ölmediği gibi insanın uyruk kemiğindeki ve bir tohum mesabesindeki atomu çürümez. Bu vücûdlar içinde eğer bir vücûd, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Zikri ile hallolmuş, bütün mafsallarını, damarlarını ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Zikri ile işletmişse, gıdası tamamen ZİKRULLAH olmuşsa, icâbında bu vücûd çürümez. Çünkü Ârifler alıp verdikleri bir tek soluğunu, nefesini dahi boşa harcamıyor, tek nefeste bile olsa ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Zikrinden gâfil olmuyor. Aslında insana hayatiyyet veren, ALLAHu Lâfza-i CeLÂL’indeki “He” yâni ALLAHu’deki “” dür. Bütün canlı varlıklar her nefeste onu anar, zikreder ve hayat bulurlar. Kâfirler bile bundan hayat bulurlar. Fakat kâfirler bu Ni’met-i Azîmeyi fehmedemedikleri için ve nankör oldukları için bu onların lehine değil, âleyhinedir. ALLAHu TeÂLÂ’ya şükürler olsun, bu Ni’met-i Azîme olan “Hu”yu söylerken, yâni nefes alıp verirken birisi hayat veriyor, birisi de rahat veriyor. Zirâ âyet-i celîlede.:


الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
Resim---“Onlar, iman edenler ve kalbleri, ALLAH'ı zikretmekle mutmâinn olmuştur. Kalbler ancak; ALLAH'ı zikretmekle mutmâinn olur, öyle değil mi?” (Ra’d 13/28)

Mutmâinn.: İtmi'nanlı. İçi rahat ve tatmin olmuş. Müsterih. Şüphesi kalmamış. Emîn..

“Kalbler ancak ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Zikriyle huzur bulur” Âyet-i Şerifi mucibince bu ârifler de ancak ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Zikri ile huzur buluyorlar. İşte bu misilli kişilerin vücûdunda bu Zikrullah âdeta bir kimya durumunda olabiliyor ve o vücûdu çürütmeyebilir, bu mümkündür. Fakat ruhlar Gök Âleminin üstündeki kubbeye kadar gitme kabiliyetine sâhibtir. Ruhlar için bu mümkündür, yürür. Onların hayatiyyet durumları vardır. Ve bu ruhlar kabirleriyle olan alâkayı, irtibatı kesmezler. Yine bu mübârek zâtlar buyuruyor ki.: “Eğer bir kimsenin ruhunun nuru fazla değilse vücûdu çürürse, icâbında ruhu birinci gökte ikinci gökte olabilir. Fakat bu ruhun fazlaca nuru olmayabilir. Böyle olmasına rağmen o ruh hayattadır, ölü değildir. Ama öylesine müstesnâ zâtlar var ki; bu zâtların kabrinden varabilecekleri makama kadar bir nur direği yükselebilir. Binaenaleyh bu ruhlar kabirlerle olan irtibat ve alâkalarını hiçbir şekilde kesmiyorlar. Geleni gideni tanıdığı gibi, bu ruhlar hayrat ve bereketten hali değildirler. Gelen kimseler faydadan hali değildir. Fayda sağlarlar. Çünkü Evliyâullah’ın ALLAHu zü’L- CeLÂL Nezdinde, Habîbullah sallallahu aleyhi ve sellem Nezdinde kıymet ve değerleri vardır. Fakat bazılarının yaptığı bir yanlış var, o da bir velînin ismini anarak.: “Ey falan, bunu ver, ya da yap!.” diye yalvarmalarıdır. Tab’î ki bu yanlış bir şeydir. Doğrusu olan.: “Yâ RABBî SEN AZÎZsin, bu zât da SENin SEVdiğin kullarından bir kuldur. Velâyeti apaçık. O Velî Kulunun yüzü suyu hürmetine…” ALLAHu zü’L- CeLÂL evliyâları sever. “ “Vallahü velîyyül mü’minun ve hüve yetevelle salihun” âyeti celîleleri apaçık.
ALLAHu zü’L- CeLÂL, Sulehaların Mütevellisidir, işlerine yardımcı olur..


إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَاللّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ
Resim---“Doğrusu, insanların İbrahim aleyhisselâm'a en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamber ile iman edenlerdir. ALLAH, mü'minlerin velîsidir..” (Âl-i İmrân 3/68)

إِنَّ وَلِيِّيَ اللّهُ الَّذِي نَزَّلَ الْكِتَابَ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ
Resim---“Muhakkak ki; Kitab'ı (Kur'ân-ı Kerim'i) indiren Allah benim dostumdur. Ve O, salihlere velîlik yapar (dosttur).” (A’râf 7/196)
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

NEFİS ve RÛH..

Kardeşlerim;
Ruh hakkında biraz malûmat vermeye çalıştık. Bu ruh hakkında bir hayli ihtılaf vardır. Kimisi.: “Nefisle ruh aynı şeydir demişler. Yâni nefis demek ruh demektir, ruh demek de nefis demektir!.” demişlerdir. Kimileri de.: “Ruh başkadır nefis başkadır.” demekle, ikisinin aynı şey olmadığını söylemişlerdir. Biz burada ihtılaflara dalıp mevzu’yu uzâtıp kafanızı karıştırmayacağız. Sadece ahsen olan görüşü muhtasarca anlatmaya çalışacağız.
Nefis ile ruh memzûctur (birbiri içindedir). Misâl vermek gerekirse Gül Yağı ile içinde bulunan gül kokusu gibidir. Eğer o yağın içinde gül kokusu varsa, bu yağın kıymet ve değeri fevkalâdedir. Eğer bu koku olmazsa, o yağdan bu gül kokusu alınırsa, diğer yağlardan bir farkı kalmaz, Tavuk Yağı olur. Peki ruh diye izâh etmeye çalıştığımız bu ruhun cinsiyeti nedir?.
Esâsen ruhun yaratıldığı yer Âlemü’l- Emr’dir. Âlemü’l- Emr, Âlemü’l- Halk’ın üstünde olan bir âlemdir, bunu biliyorsunuz. Aynı zamanda ruh lahutîdir/ Uluhiyyet Âlemine mensubdur, o âlemden olduğu için cinsiyeti de nurdur. Bu ruh ile beraber yaşayabilecek olan, ona yoldaşlık yapabilecek olan ancak melek ve akıldır. Nefse gelince; Nefis Âlemi nasut’tandır (insanlar ve onlarla alâkalı şeyler). Cinsiyeti; Anasır-ı Erbaadan (Ma’î- Havaî- Turabî- Narî/Su-Hava-Toprak-Ateş).. narî (yâni ateş) kısmındandır. Hilkıyyeti (yaratılışı) de turabîdir. Yâni topraktandır. Şehvânat hali oldukça fazladır. Nefse şehvet verilmiştir, enâniyet verilmiştir, atılgandır, yırtıcıdır. Bununla birlikte yaşayacak olan da ancak şehevâtiyle birlikte şeytândır. Şeytânî kısmı vesvesedir. Melekî kısmı ise ilhâmdır. İşte bu ikisi birleştiğinde, bir araya geldiğinde birbiriyle daima mücâdele eder. İnsanoğlunun kalbinde iki kapı vardır. Eğer bu iki kapıdan biri açıksa, diğeri kapalı olur. Her ikisi açık olmadığı gibi her ikisi de kapalı olmaz. Bu iki kapıdan bir tanesi şeytân yoluyla, nefis yoluyla olan Vesvese Kapısıdır. Diğeri de melek yoluyla, akıl tedbiri ile olacak olan İlham Kapısıdır. ALLAHu zü’L- CeLÂL bu aklı en güzel bir mahlûk olarak yaratmıştır. Çok dengeli, gayet uysal, gayet edebiyâtlı… ALLAHu zü’L- CeLÂL öyle yaratmıştır. Çünkü imtihan etmiştir. Git, gel, şöyle böyle, öyle güzel bir kulluk yaptırmıştır ki o kadar olsun… Onun için; ALLAHu zü’L- CeLÂL de akla hitâben.: “İnsanoğlunun kıymet ve değerini seninle ölçeceğim.” buyurmuştur. Eğer (insanda) ruh galib gelirse, nefsi alt ederse, o zaman o kişide hayvanî haller, şehevâni haller gider, melekî durumuna gelir. Zâten bu iki halden sadece biri bulunacak olsa, o zaman ya melek olur ya da hayvan olur. Fakat bizde bu ikisi de mevcuddur. Biri galib olunca diğeri mağlûb duruma düşer. Ama, mağlûb duruma düştü diye tamamen yok olmaz, çıkıp gitmez. İşte insanoğlunun kıymet ve değeri bu yöndendir ve imtihandan geçmektedir. İnsan melek değil ki, melek olmuş olsa, o sadece kendisine emrolunanı yerine getirmekle mükelleftir, emir kuludur. İsyana kabil değildir. Onun için bir imtihan da söz konusu değildir. Melek aynı zamanda nurdan yaratılmıştır. Hayvanî kısma gelince, bu envai çeşit yırtıcı mahlûktur. Aynı zamanda enâniyet sâhibidir. Hepinizin bildiği gibi Firavun’u o hale ileten nefistir, enâniyettir. İşte bu iki halin daima mücâdelesi vardır. Ruh, nefsin istek ve arzularından hoşlanmadığı gibi, nefis de ruhtan ve ruhun isteklerinden hoşlanmaz. Ulemâ bu minvâl üzere karar vermişlerdir. İnsanoğlunun kıymet ve değeri buna bağlıdır, tek taraflı olmaz. Ölçü olarak da bunu koymuşlardır. Onun için ruh hayattır (ölmez), nefis gibi değildir. Yaratıldıktan sonra bir daha ölmez. Cennete de cehenneme de gitse bu hayatiyetini devâm ettirir. Ancak sâhiblerinin ileteceği yere. Bazıları da bu ruh meselesi üzerinde durmamış. Bu hususta fazla mütalâa yapmamışlardır. Bunun sebebi de âyet-i celîlede:


وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً
Resim---“Ve sana ruhtan sorarlar. De ki: “Ruh, RABB’imin emrindendir.” Ve size, (ruha ait) ilimden sadece az bir şey verildi.” (İsrâ 17/85)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e ruh hakkında soruyorlar. Cenâb-ı HAKk da: Sana ruhtan sorarlar, de ki ruh RABB’imin emrindedir. Size ruh hakkında verilen ilim azdır.

Tabi’i sanılır ki; Kur’ÂN’da böyle buyurulunca ALLAHu zü’L- CeLÂL ruh hakkındaki ilmi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e de kısmıştır. Ona da vermemiştir. Habîbullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) da ruh hakkında malûmatı yoktur. Halbuki böyle değil. Bu Yahudilere denilmiştir. Çünkü bunlar Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem) imtihan edercesine ukalâlık yapmışlardır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e ruh hakkında sormuşlar. Cenâb-ı HAKk da onlar hakkında böyle buyuruyor. Yâni burada denilmek istenen şudur.: “Sizin bu ruhu anlamanıza kabiliyet ve imkânınız yoktur. Çünkü ilminiz azdır. Siz bunu fehmedecek kapasitede değilsiniz!.” demek isteniyor. Yoksa “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem da bu hususta pek fazla bir şey bilmiyor.” demek değildir. Keşif Ehli bile Âlem-i Berzahtaki ervâhın durumunu pekâlâ görebiliyor. Bu âyet-i celîlede verilen cevâb ve kasdedilen Yahudilerdir. Hatta Yahudiler bu cevâb karşısında itiraz ediyorlar ve.: “ALLAH bize Tevrat’ı vermiştir. En çok ilim bizdedir!.” diye söylüyorlardı. Cenâb-ı HAK da bunların bu iddialarını çürütüyor. Kehf Sûresinin sonunda da şöyle buyuruyor: “Bütün ağaçlar kâlem olsa, bütün denizler de mürekkep olsa, bu hal tek defâ değil iki defâ olsa da yazılsa da yine Allah’ın ilmi bitmez.”


قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
Resim---“De ki: “Denizler, RABBimin kelimeleri için (kelimelerini yazmak için) mürekkeb olsaydı ve onun bir mislini daha imdada (yardıma) getirmiş olsaydık bile, RABBimin kelimeleri bitmeden, denizler mutlaka tükenirdi.” (Kehf 18/109)

Lokmân Sûresinde de bu durum.: “Yedi defâ olsa yine ALLAH’ın ilmini yazamazlar." buyuruluyor. Yâni bütün ağaçlar yedi defâ kâlem olsa, bütün denizler de yedi defâ mürekkep olsa ALLAH’ın ilmi yazmakla bitmez. Yâni ALLAH, ilminin sonsuz olduğunu, namütenâhi olduğunu beyân buyuruyor. Zirâ ilim ALLAHu TeÂLÂ’nın sıfatıdır, bunun sonu olmaz ki. ALLAHu zü’L- CeLÂL’e ait olan sıfat sonsuzdur.

وَلَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِن شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِن بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ مَّا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Resim---“Ve eğer arzda (yeryüzünde) bulunan ağaçlar kalem olsaydı ve denizler (mürekkeb olsaydı) ve ondan sonra, onun yedi katı daha deniz eklenseydi, ALLAH'ın kelimeleri tükenmezdi. Muhakkak ki Allah; AZÎZ'dir (çok yüce), HAKÎM'dir (hüküm ve hikmet sahibi).” (Lokmân 31/27)

Azîz Kardeşlerim,
Nefis ile Ruhun beraber olduğuna, beraber yaşadığına delîl de şu âyet-i kerimedir:


وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا
Resim---“Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).” (Şems 91/7)

فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا
Resim---“Sonra ona (nefse) fücurunu(sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve takvâsını ilham etti.” (Şems 91/8)

Nefis ile Ruh mezc olunca (karışık olunca) seçenek yapabilecek bir duruma getirilmiştir. Bu seçenek de ister fücur yönünden olsun, ister takvâ yönünden olsun. Fücur yönünü seçecek olan nefistir, şeytândır. Takvâ yönündeki tercihte ise ruh vardır, melek vardır. Zirâ takvâ yönünü seçerse ALLAH korkusuyla beraber yaşar. Akıl kendisi ile beraberdir. Böyle olunca hakimiyyet aklındır, ruhundur. Bu durumda da fısk u fücura düşmez. Fücur ve füsuk nefse aittir. Takvâ ise ruha aittir. Her iki yöne meyletmek de mümkündür. Hangi yöne meyletmiş se o, diğerini peşinden sürükler.

قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا
Resim---“Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse (temizlemişse) felâha (kurtuluşa) ermiştir.” (Şems 91/9)

Kimin ruh kısmı galip gelirse, nefsini alt ederse; ruh, melek ve aklın yanında yer alır da nefsini tezkiye ederse, işte o felâha kavuşur. Onun hali felâh halidir. Öbür kısmı ise:

وَقَدْ خَابَ مَن دَسَّاهَا
Resim---“Ve kim, onun (nefsinin) kusurlarını örtmeye çalıştıysa (nefsini tezkiye etmemiş ise) hüsrana uğramıştır.” (Şems 91/10)

Biliyorsunuz ki nefsin bir çok desiseleri vardır. Onun oyunbazlığı bitmez tükenmez. İşte bu yön galib gelirse; nefis, ruhu ve aklı alt ederse, işte o zaman hüsran durumunda olur. Yâni iflâs durumundadır. ALLAHu zü’L- CeLÂL bizleri bu durumdan korusun. Âmin!.
İşte nefis meselesi budur. Nefsin ağır basması, ruhu mağlûb etmesi insanı hayvanattan daha aşağı beter bir duruma sürükler. Bunu da ALLAHu zü’L- CeLÂL ilân ediyor... Ruh galib gelir de nefsi mağlûb ederse, insan âdeta melek gibi olur. İşte imtihan budur. İyiyi kötüyü, hayrı şerri bilmektir. İşte insanoğluna değer verilmesi, bu tercihi yapabilme yönü olduğundandır.
Kardeşlerim;
Daha önce de izâh ettiğimiz gibi “Elestü BiRABBîküm” hitâb-ı İzze karşısında bütün ruhlar ama isteyerek, ama istemeyerek “Belâ” demiştir. Başka bir RABB olmadığına göre, bütün ruhlar bunu kabul etmiştir, kim besleyecek?. İşte Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Ruhaniyyetini seçmiştir, Ruhaniyyetiyle tecellî etmiştir, o günde Güneş Mesâbesinde/derecesinde olmuştur. Diğer Nebîler de Hidâyet Yıldızları olmuşlardır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ruhu; imânın, hidâyetin Güneşi olmuştur. Tevhid Nuru budur… Her Enbiyânın Ümmeti kendi etrafında toplanmıştır ve kendi Nebîlerinden yansıtma olarak Envâr-ı İlâhi’den müstefid olmuşlardır (istifade eden, fayda gören, faydalanan).. Evliyâlar ise Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) kendi nurundan almışlardır, ancak Evliyâ Aynası başka, Enbiyâ Aynası başka. Bir ümmet Enbiyâ Mirasçısı olduğu zaman; mirasçı olan kimse malın tek tarafından almaz, tümüne vârisdir. Bir dilenci gelse herhangi bir parça verilebilir. Ama miraşçı dediğimiz zaman vefât eden zengin babasının her varlığında payı vardır. Enbiyâ Mirasçıları bu minval üzere Mürşidlik Vazifesini yapabilirler, etraflarına cemâat toplayabilirler. Enbiyâların ümmet topladıkları gibi… Enbiyâların tüm sırlarından pay almaları lâzımdır. Ancak tab’î ki Enbiyâlar gibi olamaz. Böyle olması lâzım ki mürşidlik yapabilsin, mürşidliğe kabiliyyet ve istidadı olabilsin. Bunu anlatmamızın sebebi, şu Ervah Âleminin daha evvelden olduğunu “Âlemü’l- Emr”den olduğunu anlatmaktır. Neden acaba bazı kimseler var ki, hâlâ daha.: “Elestü, Âdem’den (aleyhisselâm) başladı!.” demekteler?. Şimdi şöyle bir misâl verelim: ALLAHu zü’L- CeLÂL Âdem’i (aleyhisselâm) yarattı. En güzel bir sûrette yarattığı Âdem(aleyhisselâm), bir zelleye düştü. Bu da ALLAHu zü’L- CeLÂL’in bir takdiridir. Zirâ Cenâb-ı HAKk onu cennette otursun diye yaratmadı. Daha o yaratılmazdan evvel ALLAHu zü’L- CeLÂL buyuruyor.:


وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Resim---“Ve RABBin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.” dediler. (RABBin de): “Muhakkak ki BEN, sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurdu.” (Bakara 2/30)

Yâni “Onu yeryüzüne halife kılacağını” buyuruyor. Hz. Âdem zelleye düşünce ALLAHu zü’L- CeLÂL’in karşısında mahcub bir durumda iken arşın üzerinde: “Lâ İlâhe İllâ ALLAH MuhaMMedü’r- Rasûlullah” yazılı olduğunu görüyor. Buna, yâni Rasûlullah ile tevessül eder.
Rasûlullah’ı vesile kılarak.: “Yâ RABBî! Beni BU’nun yüzü suyu hürmetine affet!.” diye yalvarıyor.
Cenâb-ı HAKk da.: “Yâ Âdem! MuhaMMed henüz yaratılmış değil. Sen MuhaMMed’i nereden biliyorsun da onu vesile kılıyorsun?” diye buyuruyor.
Âdem (aleyhisselâm) : “Ya RABBî!. Beni en güzel bir şekilde yarattın, sana teşekkür ederim, her yönü ile minnettârım. Fakat; ruh vücûduma girdiğinde gözlerimi açar açmaz arşın üzerinde yazılı olduğunu gördüm ve senin isminle beraber ismini yazdığın, sana bu kadar yakın olan zâttan, senin yanında daha kıymetli birisinin olamayacağına kanaat getirdim ve onu vesile kıldım!” diyor.
Cenâb-ı HAKk da: “Haklısın, doğru söyledin Ya Âdem. Sen veya bir başkası olsun, İzzetim ve CeLÂL’im hakkı için onu vesile kılarsa duâsını reddetmem, kabul ederim!” buyuruyor.

Ulemânın ittifakıyla bu şekilde istiğasede bulunulabiliyor. Eğer bu şekilde tevessülde bulunmak şirk olsaydı Cenâb-ı HAKk; Âdem’e (aleyhisselâm).: "Yâ Âdem! BEN var iken neden MuhaMMed’e başvuruyorsun?.” demez miydi?. Eğer Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) yaptığı yanlış olsaydı, ALLAHu zü’L- CeLÂL onu bundan menetmez miydi, elçi vasıtasıyla istemekten men’etmez miydi?. Dikkat edilecek olursa, ALLAHu zü’L- CeLÂL Hz. Âdem’ı (aleyhisselâm) bundan menetmediği gibi, bu şekilde tevessül edenlerin de duâlarını kabul edeceğini vadediyor. Hatta Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem devresinde dahi; bir kimsenin gözleri kör olmuş, kimsesiz biri de olduğu için Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna gelip halini arzetmiş. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem da ona.: “Ey falan, bu gibi bir hale mübtelâ olan kimseye, ALLAHu zü’L- CeLÂL cenneti vâdediyor.” diye buyuruyor. Hadis-i Kudsîşöyle: “Bir kulumu göz beliyyesiyle mübtelâ kılarsam, sevgilisi olan gözlerini alırsam, bunun karşılığı cennetimdir, başka karşılık yetersizdir” buyuruyor.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem o kişiye böyle buyuruyor.: “Eğer sabredersen karşılığında ALLAHu zü’L- CeLÂL cenneti vadediyor.” diyor. Fakat o kişi.: “Hiç kimsem yok, ben senin cemâatinden de mahrum kalmak istemiyorum, gözlerimin açılması, görmesi için duâda bulun!.” diye ısrar ediyor. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem o zaman ona şöyle buyuruyor.: “Git abdest al, iki rekât şükran lillah (ALLAH’a teşekkür namazı) kıl ve şu duâya başvurarak ALLAH’tan dilediğini iste!.” der. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ona bizzât tâlim ettirdiği duâ şudur.:
Yâni “ALLAHım! Şu hacetimin yerine gelmesi için MuhaMMed’i (sallallahu aleyhi vesellem) vesile kılıyorum.” Burada Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem) vasıta kılıyor. Onu vesile kılarak istiyor. Ona bunu tâlim ettiren de Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) kendisidir. Ona.: “Sen hiçbir şeyi vesile kılma, doğrudan doğruya Cenâb-ı HAKk’tan iste!.” demiyor.
İşte ulemâ ittifakla.: “Bu şekilde istiğase ve ilticâ câizdir.” demişlerdir.
Kardeşlerim, bunu çok görmeyelim.
Çünkü Rasûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem) vasıta kılan, elçi olarak gönderen bizzât Cenâb-ı HAKktır. Elçilerin vasıtalığı ALLAHu zü’L- CeLÂL tarafındandır. Bu Rasûlleri vasıta kılarak ilticâda bulunmak neden şirk olsun. Enbiyâların elçiliği olmasa, ALLAHu zü’L- CeLÂLle biz mi görüşeceğiz?. Hâşâ… Elçiliği vasıta kilân bizzâti ALLAHu zü’L- CeLÂL kendisidir…
Azîz Kardeşlerim;
Bu müşkili; “Nevâdiru’l- Ûsûl” isimli eserin sâhibi olan Hâkimi Tirmizî, bu eserinde.: “Şu dört şey istiğase gerektiren şeylerdendir.” buyuruyor.
Bu dört şeyin.:
1.si =>Sultân,
2. si =>Kur’ÂN-ı Azimüşşan,
3. sü =>İmân Ehli,
4.sü =>Kâbe’dir. Bunların dördüne de istiğase edilir.“ buyuruyor..

1.si =>Sultân’a yapılacak istiğasedeki neden; çünkü Sultân bir Padişahtır. Kişinin başına bir hal gelir, mazlum duruma düşer. Bu zulümden kurtulmak için başvuracağı, yardım isteyeceği kişi elbette Sultândır. Zirâ “Sultân, Padişah, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in yeryüzündeki bir gölgesidir” buyuruyor.
Çünkü ALLAHu zü’L- CeLÂL bizzât gelip hüküm verecek değil. Şuraya dikkat edelim; “Sultân ALLAHu zü’L- CeLÂL’in yeryüzündeki bir gölgesidir.” buyuruyor. Neden gölge?. Çünkü gölge yakıcı bir Güneşe karşı, onun yakıcılığına karşı kendisine sığındığımız bir istiğase değil midir?. Zulme uğradığımız zaman, haksızlığa uğradığımız zaman kime başvuracağız, yardım isteyeceğiz?. Elbette Sultân’a. İşte bu sebebden Sultândan istiğase etmek câizdir, diyor.

2. si =>Kur’ÂN-ı Azimüşşandır. İstiğasenin câiz olduğu dört şeyden ikincisi Kur’ÂN’dır. Malûm olduğu üzere Kur’ÂN hem ahkâm bakımından, hem şifâ yönünden, hem de hidâyet yönünden, velhasıl bütün yönleriyle Kur’ÂN-ı Azimüşşan’a istiğase edilir. Zirâ ALLAHu zü’L- CeLÂL şöyle buyuruyor.: Kur’ÂN mü’minler için hem şifâdır, hem de hidâyet nurudur. Peki buna istiğase etmeyip de, onu rehber edinmeyip de nasıl hidâyeti bulacaksın?. Her ferdin aynı gücü, aynı mârifeti, bilgisi yoktur. Onun için ehl-i imân kalb erbâblarına istigase etmek, öncülük yapmak, hidayet yönünden aracı kılmak doğrudur. İnsan kendi başına bilemez ki..


يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
Resim---“Ey insanlar! Size, RABBinizden öğüt (vaaz) ve göğsünüzde olana (nefsinizin kalbindeki hastalıklara) ŞİFÂ ve mü'minlere HİDÂYET ve RAHMET gelmiştir.” (Yûnus 10/57)

قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
Resim---“Kim Cibril'e düşman oldu ise (ona) de ki.: “Halbuki muhakkak ki o (Cebrâil aleyhisselâm), onların ellerindeki (kitapları) tasdik eden O (Kur'ÂN'ı), ALLAH'ın izniyle, mü'minlere bir HİDÂYET (rehberi) ve müjde olarak senin kalbine indirdi.”(Bakara 2/97)

3. sü =>İmân Ehlidir. İman ehli, imân erbâbı, bilmeyenlere güzel yolu târif ederler. Hidâyet yönlerini en güzel bir şekilde gösterirler. İnsan kendi başına her şeyi tam olarak bilemez ki. İşte bunlardan yardım istemek de câizdir. İnsanın basarla göremediğini onlar basîretle görürler.

4.sü =>Kâbe-i Muazzamadır. Kâbe, mübârek bir mekân olduğu için, BEYTULLAH olduğundan yine bununla ilticâ edersin. Bunlarla ilticâ ediliyorsa, câiz ise Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile niçin câiz olmasın?..
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

HÂKİM-i TİRMİZİ’ye GÖRE RÛH..

Yine Hâkim-i Tirmizî Hazretleri ruh hakkında anlatırken şöyle buyuruyor.: “Ruhlar, Âlemü’l- Eşbâh’tan/ Şahıslar, cisimler, vücudlar Âlem’inden iki bin sene evvel yaratılmışlardır. Fakat ruh öylesine kudsaldır, öylesine bir değeri vardır ki, öylesine hassas yaratılmış, öylesine bir mertebeye sâhibdir ki, yeter ki bu ruh nefse galib gelebilsin. Eğer nefse galip gelebilirse, melek ve akıl ile birlikte olunca, bu ruhun yapamayacağı hiçbir şey yoktur, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in izniyle ve inâyetiyle. Kendisinde büyük imkân ve kabiliyet vardır, yüce makamlara sâhibtir.” buyuruyor.
Kardeşlerim, ne çâre ki, bu basîretimizle ruhun bu hallerini ne görebiliyoruz, ne de fehmedebiliyoruz. Bunu Hâkim-i Tirmizî kendisi de itiraf ediyor. Bunu görebilmek bu basîret ile olmaz. Bunu itiraf ediyoruz. Ehl-i Zâhir bunu bir türlü fehmedemiyorlar, ruh yönünden kat’an/ hiçbir zaman, aslâ, katiyyen.... Bunlar ahd ü misâk olarak; Hz. Âdemin ahd-ü misâk alınan devresini görüyorlar. Bundan ötesini hiç de fehmedemiyorlar. Halbuki Ehl-i Tahkikin dedikleri çok daha hoşumuza gidiyor. Ve ale’l –hak/hak üzere olduklarını da defâlarca müşahede etmişizdir. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in Emmâresini de görmüşüzdür. ALLAHu zü’L- CeLÂL’e şükürler olsun. Ehl-i Zâhire bir sorun.: “Âlemü’l- Berzâh nedir, nasıldır, yaratılışları nedir?. makamları nelerdir, eşkali nasıldır?.” diye… Bunların hiçbir tanesini bilmezler. Hz. Âdem (aleyhisselâm) daha henüz toprak iken, ruh bedeninin yarısında iken “Lâ ilâhe İllâ ALLAH MuhaMMedu’r- Rasûlullah”’ı görmüştür. Bu devre daha ahd ü misâk alınmış devre değil ki. Âdem (aleyhisselâm) daha hayata yeni geliyor. İşte, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bu Risâlet Makamı, birinci imtihan sansürünün eseridir.
Bu hususta insanı en iyi bir şekilde tatmin eden Tahkik Ehlinin, Tasavvuf Erbâbının sözleridir. Buna candan inanıyorum. Ve beni tatmin ederler… İşte Hâkim-i Tirmizî’nin.: “Ruhlar Âlemü’l- Eşbâhtan, Hz. Âdem’den (aleyhisselâm) iki bin sene evvel yaratılmıştır.” demesi de budur. Bunların deyişleri keşfendir, görerek söylüyorlar. Bu Âlemü’l- Berzâh’ı bu şekilde anlatacak, fehmedecek zâtlar çok nâdirattandır. CeLÂLeddin-i Suyutî bile Âlemü’l- Berzâh’tan lâf açar, o konuda konuşur; fakat Ehl-i Tahkikin anlattığının onda biri bile değil bu anlattığı. Elbette ki ruhlar yaratılırken muayyen bir yerin olması lâzım. Öyle her ferd, dünyaya geleceği zaman hemen ruhu da yaratılıyor ve dünyaya geliyor değil. Bu ruh, Hz. Âdemin zerrelerinin içine sokulmuş da değil. “Elestü BiRABBîküm?” hitâbının karşısında Ervah Âlemi’ndeki ruhların halini bilmedikleri gibi, bilhassa Şühûd Hali’nden Zâhir üÜlemânın hiçbirinin bahsettiğini duymadım. Bu hitâbı izze karşısında ruhların durumları ve bu şühûd hâli bir hakikattir. Çünkü “Elestü BiRABBîküm?” hitâbına cevâben bütün ruhlar “belâ” demiştir. Ama Uluhiyyetini ve Rasûlünün Risâletini ilân edecek Kelime-i Tevhid getirip, bu Rasûlü’nün Nurunun Güneş gibi olup diğerlerine ondan yansıttığını, ona olan Tecellîyât-ı Zâtiyyeyi ve bu Şühûd Hali’ni ve buna Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem‘den başka dayanacak hiçbir varlığın olamayacağını ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ayrıcalığının da buradan doğduğunu, bunu bu şekilde izâh ettiklerini, bu Zâhir Ülemâdan hiç ama hiç duymadım. ALLAHu zü’L- CeLÂL bizleri dünyada da âhirette de bu Ehl-i Tahkikten ayırmasın. Ben şahsen, bunları severim, Ehlullahı da severim. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ehlini de severim. Bunlar cedelci değil, Keşif Ehlidirler. Söyledikleri tasavvur değil, keşfendir. Çünkü bu gözlerin gördüğü ile, kalb gözünün gördüğü bir olur mu?. Kalb gözü ile görenle, ruh gözüyle gören bir olur mu?. Sır gözü ile görenlerle diğerleri bir olur mu?. Bunlar ayrı ayrı kâdemede ve derecededirler. Hepsinin görüş kabiliyeti aynı değil, ayrı ayrıdır. Bu muhterem zâtlar bu halleri, âlemleri görüyor ve anlatıyorlar. Diğerleri kendi önlerindeki şeyi bile göremiyorlar ki âlemi berzâhı görebilsinler. Göremedikleri gibi hiç bahsettikleri de yok. Bilmiyorlar ki, bahsetsinler..

Azîz Kardeşlerim;
Bu istiğase bahsini daha fazla uzatmadan bu kadarını kâfi gördüğümüz için burada noktalıyoruz. Faydalı olacağına inandığım bir hususu burada kısaca arz etmek istiyorum.: Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Sizin âmelleriniz Perşembe ve Pazartesi olmak üzere haftada iki gün Cenâb-ı HAKk’a arz edilir. Hafaza Meleklerinin yazdıkları bir araya toplanarak sabah akşam ne yapıldıysa bu iki gün arz edilir. Levh-i Mahfuzda yazılı olanlarla bu meleklerin yazdıkları karşılaştırılır. Levh-i Mahfuzda yazılı olan yazılar senede bir defâ olmak üzere Levhi Ezelî’den intikâl eder. Kadir Gecesinde intikâl eden ve Levhi Mahfuz’a gelen bu nüshaların müddeti bir yıldır. Bu intikâl senede bir defâ olur ve bir yıllığına olur. Kâinâtta bir yılda ne olacaksa, ne işlenecekse orada mahfuzdur.”
Bir de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Haftada bir gündür ki bu Cuma Günüdür. Bu Cuma Günü âmellerin tamamı her ümmetin Nebîsine arz edilir.”
Bu da aslında bir lütûftur. Çünkü mensub olduğumuz Mübârek Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna varacak, arz olunacak âmelin nasıl olması gerektiğini düşünerek, kendimize biraz çeki düzen vermek lâzımdır. Kendimizi başıboş sanmamalıyız. Her hafta Cuma günü Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) arz edilecek, kontrol edilecek âmelimizin sâlih olmasına dikkât etmemiz lâzım. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) kontrolüne sunulacak âmelin, nasıl olması lâzım gerektiğini düşünmemiz ve ona göre yapmamız lâzımdır. Uygun ve lâyık olduğumuz şeyleri himmet edelim ki Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) bizden nahoş bir hali olmasın. Şunu da itiraf edelim ki, mensubu bulunduğumuz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem “âlemlere rahmet” olarak gelmiştir. "Mü’minlere karşı Raûf ve Rahîmdir." Kendisine arz olunan amellerimiz için onun bu yönü bizim için faydalı ve yararlıdır. Nedeni de; Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) kontrolünden geçen bazı amellerimizin affına sebeb olabilir. Kelime-i Tevhid ile yetinmek mümkün olabilir. Bu, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in bir Lütfu, Habîbullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Şefkat ve Merhameti sebebiyledir bunların hepsi. “Mü’minlere Raufu’r-Rahîm” buyuruyor.


لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Resim---“Andolsun ki; size, sizin içinizden azîz bir Resûl geldi. Sizin üzüldüğünüz şey, O'na ağır gelir (O'nu üzer). Size çok düşkün, mü'minlere Raûf/şefkatli ve Rahîm/merhametlidir.”(Tevbe 9/128)

İşte bu avantajımız da var, amellerimiz arz olunduğunda. Bazı işe yaramaz amellerimiz, icâbında pasaları falan yok olur. Perşembe günü ikindi vaktinden Cumartesi Sabahına kadar (36 saat), ruhlar gâyet serbesttir. Serbest bırakılan ruhlara arz olunan amellerimiz iyi olduğu zaman ana- baba ve diğer ruhlar gâyet sürûr duyarlar, ferah duyarlar ve bize hayır duâda bulunurlar, şükrederler. Eğer amellerimiz nahoş olursa; bundan onlar da üzülürler. Onlar bizim bu nahoş hallerimizden dolayı bize bedduâ etmiyorlar.
ALLAHu zü’L- CeLÂL’den, Kerem ve İhsanıyla bizim bu nahoş hallerimizi iyiye çevirmesini diliyorlar. Aynı zamanda bu söylediğimiz 36 saat içinde ruhlar için çok büyük bir serbestlik var. Yeter ki İmân Ehli olsun. Bu ruhlar evine gelir, evini ziyâret eder. Evindeki hal ve durumu görür, ev halkını iyi görürlerse, o ruhlar da bu iyi durumdan memnun olurlar. Eğer o evdeki durumu iyi görmezlerse iyi olması için hayır duâ talebinde bulunurlar. Bu minval üzere bu 36 saat içinde Cuma’nın hayrat ve bereketiyle ruhlar serbesttir. Yeter ki bu ruhlar haps olunmuş ruhlar aksamından olmasın. Hatta Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem hadisinin başında bizleri uyararak şöyle buyuruyor.: “Akraba taallûkatınızı, ebeveyninizi (ruhlarını) üzmeyiniz. Nahoş amellerinizle onları üzmeye sebebiyet vermeyiniz.” diye merhametinden dolayı bizleri bu şekilde uyarıyor.
Hatta Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e soruyorlar.: “Bir kimse kabristana gittiğinde selâm verdiğinde kabirdekiler bu selâmı duyarlar mı, bilirler mi?.” diye.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyuruyorlar ki.: “Kabristana gidildiğinde tanıdığı bir kimseye selâm verildiğinde o da tanıyarak o selâma karşılık cevâbı verir. Eğer tanımadığı bir kimseye selâm verirse o da tanımasa da selâmını alır.” buyuruyor.
İşte bu hadis-i şerifte de açıkça beyân edildiği gibi kabirde bu hal mevcuddur. Kabrin yanına gidildiğinde, orada oturulduğunda dahi onun ruhu bundan haz duyar, çok da memnun olur. Ünsiyyet yapar…


Resim

SEKERAT HALİ ve MELEKü'L-- MEVT

Azîz Kardeşlerim;
Gelelim insanın ölüm anındaki usul nedir?… Melekü’l- Mevt (ölüm meleği), hükmü altındaki meleklerle beraber gelir. Câfer-i Sâdık (radiyallahu anhu) buyurduğu gibi.: Melekü’l- Mevt, ruhu kabzettikten sonra evde bağrış-çağrış olunca kapının halakasını tutar da: - Bana bir bahane bulmayın, ben bir emir kuluyum. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in takdiridir. Benim zûlmüm değil, ne ecelinden ne de rızkından eksiklik yapmadım. Siz sanmayın ki bu ilk ya da son gelişimdir. Nerede bir aile birikintisi var ise 5 namaz vaktinde gelir kontrol ederim. Onun için namaz kılanların ruhunu kabzederken Melekü’l- Mevt şeytânı yaklaştırmaz, bu bir avantajdır. Melekü’l- Mevt için, ruhlarını kabzedecek olduğu tüm insanlar sanki bir sofra gibi gözünün önündedir. Vakti geldiğinde ruhu mıknatıs gibi çeker alır… Evvelâ on tane melek, ruhu ayaklarının baş parmaklarından başlamak suretiyle dizlerine kadar getirir. Diğerlerinden bazıları dizden göbeğe kadar getirir. Diğerleri de gargaraya kadar, yâni boğaza kadar getirirler. İşte kulun tevbesinin kabuliyyeti, ruh bu gargaraya gelinceye kadar geçerlidir. Bu Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ümmetine tanınan bir haktır. Müsebbibi de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizdir. İşte bu ruh gargaraya gelince makamını muâyene eder, makamını görür, yarar veya zarar. Cennet ya da cehennem. İşte can buraya gelinceye kadar yapılan tevbeler geçerlidir. Bundan sonra imân da tevbe de geçersizdir. Ruh çıkarken son nefeslerinde “hır, hır!.” demeye, bu şekilde ses çıkarmaya başlar. İşte o an ruh gargaraya gelmiş demektir. Ruh o hale gelince, alınmaya hazır hale gelmiş demektir. Azrâil (aleyhisselâm) o anda o ruhu kabzeder, alır. Ruh bu gargaraya geldiğinde kendi gideceği makamı, yeri görmeden çıkmaz. Eğer gideceği yer iyi bir yerse sevincinden gözleri sulanır gibi olur. Alnı hafif terler. Simâsı güzel bir hal alır. Sanki arzular gitmeyi. Ama gideceği yer iyi değil de kötü bir yerse; anormal bir hal alır. Renkten renge girer. Gideceği yerin kötülüğünden mütevellid bir sıkıntı ve tedirginlik yaşar, gidesi olmaz sanki. ALLAH hepimizi böyle bir hale düşmekten korusun. Âmin!.
“Azrâil (aleyhisselâm) o ruhu aldığında, bir lâhza dahi onun elinden o ruhu bırakmazlari” böyle buyuruyor Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.
Tab’î Azrâil’in (aleyhisselâm) karşısında iki kısım melekler durur. Bu meleklerden bir kısmının giysileri siyahtır, diğerlerininki ise beyazdır. Tabi’i bu melekler o ruhun hangi kısma verileceğini bilmezler. Eğer son anda imân üzere gitmişse, beyaz giysili melekler o ruhu Azrâil’in (aleyhisselâm) elinden alırlar, kefenlerler. Ve o ruhu yukarıya, gök âlemine doğru çıkarırlar. Fakat bu ruh öyle bir ruhtur ki vardığı yerde misk gibi kokular çıkarır, meydana getirir. Bu ruh çok güzel bir nur ile, bir koku ile gitmektedir. Her gök kapısı açıldığında bundan haz duyarlar. Bâzen de o ruhta fevkalâde bir hal olur ki, böyle olan ruhlar üzerine de o melekler izin alıp cenâze namazı kılarlar. O ruhtan şeref bulmak için. Artık nereye kadar çıkacaksa çıkar. Neticede muayyen bir yere varır. Orada ruhların tesbiti vardır. Bu ruh oraya çıktığında, oradaki ruhlar bu ruha hücum eder. Yâni gelirler. Sanki senelerdir beklenen bir kişi geldiğinde ona karşı nasıl ilgi gösterilirse, bu ruha da öyle ilgi gösterirler. O ruhlar, yeni gelen ruhun yanına gelirler ve çok çeşitli sorular sorarlar. Dünyadakilerin hal ve durumlarını inceden inceye sorarlar. “Falan kişi ne oldu. Falan kadın evlendi mi?.” böylesine kardeşvâridirler… İşte sordukları bir kişiyi, o ruh.: “Bu kimse benden evvel öldü!.” der. O ruhlar bakarlar ki o ölen kimsenin ruhu oraya varmamıştır. Oraya varmayınca o ruhlar.: “Heyhat! “İnna lillahi ve İnna ileyhi raciun.” Yâni.: “Onun anası haviyedir, cehennemdir!.” derler. Ve çok üzülürler. “Ne yazıklar olmuş, ne kerih bir anadır haviye!.” derler. O ruhlar, o yeni gelen ruha daha birçok şeyler sormak istediklerinde, o ruhu götüren melekler.: “Fazla meşgul etmeyiniz, daha bu ruhun işlemi bitmedi!.” derler. O ruhun gideceği yer tesbit edilir. Cenâb-ı HAKk nereye lâyık gördü ise oraya yerleştirilir. Sonra ruhu alır, geri getirir melekler. Bu saydıklarımız, ruhun alınması ile cenâzenin yıkanacağı zaman arasında cereyan eden hadiselerdir. Bu ruh getirilince cesed bir tarafta yıkanmaktadır. Melek de elinde ruh, cenâzenin yanında beklemektedir. O cenâze, o anda kendisini yıkayanı gâyet rahatlıkla tanımaktadır. Konuşulanları duymaktadır, suyun sıcaklığını veya soğukluğunu hissetmektedir. Cenâze defin için götürülürken ruh da naaşın üzerinde gitmektedir. Eğer ruh iyi bir halde ise gideceği yere varmak için sabırsızlanmakta ve.: “Beni çabuk götürün!.” diye yalvarmaktadır. Fakat o ruh iyi bir ruh değilse, o ruhun sâhibinin son anı kötü olmuşsa (ALLAHu zü’L- CeLÂL bizleri korusun!.) gideceği yer çok kötü olduğu için gitmek istemez v.: “Beni nereye götürüyorsunuz?.” der.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

Resim

KABİR ÂLEMİ ve TELKİN.:

Netice olarak; ruh kendisini yıkayanı, tabutunu taşıyanı, kabre indireni de çok iyi bilir. Sanki o da o durumun dışındaymış gibi olur. Ama, onu kabre indirip halk geri dönmeye başladığında, bakar ve görür ki, bu vakı’a esas kendine aittir. O andan itibâren vücûduyla birlikte o ruh da orada kalır. O anda çok ağır bir sorumluluk altındadır. Zirâ Vahdaniyyet ALLAHu zü’L- CeLÂL’e aittir… Tek başına kalmış, kendisiyle alâkalı bütün şeylerden kopmuş, ayrılmıştır. O anda onun çok ünsiyete ihtiyâcı vardır. Hemen kabrin başından ayrılmamak lâzım. Aslında Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem mezârın başında bir hayli oturur, çokça duâda bulunur, mevtâya yardımcı olabilmek için Cenâb-ı HAKk’tan temennide bulunurdu. Sahabeden bazıları da yanına oturur, Âyatel Kürsi, Fâtiha, Âmene’r- Rasûlü okurlardı. Aslında bunları okumak çok iyidir. Fakat Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kabir azâbından kurtulmasına vesile olacak duâları okur, bu yönde duâ ederdi, ayrılmadan önce. Sonra da telkin verilirdi. Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu hususta şöyle buyuruyor.: “Din kardeşlerinizden herhangi biri öldüğü zaman ve kabre konup üzeri toprakla örtüldüğü zaman başında bir kimse bulunsun ve telkin versin.”
(Bunda usul: Telkin veren ile mevtânın yüzü birbirine karşı gelecek, yâni yüz yüze duracak).
Ne diyecek telkinde?. Aslında bu hususta muhtelif hadisler vardır. Bazı hadislerde doğrudan doğruya 3 defâ “Lâ İlâhe İLLâ ALLAH!.” de!.” diye telkin eder.
Fakat şöyle bir hadis-i şerif vardır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki.: “Telkinde karşı karşıya geldiğinizde ilân edeceğiniz şu; anasının ismiyle Ya filân ibni filâne, yâni ey falânenin oğlu falân deyip biraz duraklama yapıp tekrar aynı şekilde telkin edersin, üçüncüde yine aynı hitâbı tekrar edin." buyurmuştur..
(Anası bilinmiyorsa Havva ismine atfedilecektir.)
Bu telkin verilirken; ilk hitâbda, bu sesi duyar fehmetmez ve bir şok geçirir hale gelir. Ne dediğini duyar, ama fark edemez. Ne denmek istendiğini tam idrâk edemez. İkinci hitâbta âdeta oturur durumuna gelir. Gerçi ayakları uzâtılmış haldedir. Ama bu ikinci hitâbta ayaklarını çeker, yarı oturmuş bir vaziyet alır. Bu ikinci hitâbı duyar ve ne dendiğini, ne denmek istendiğini fehmeder. Üçüncü hitâbda kendisini tam olarak toplar. Ve telkin vereni dinler. Onun sesini duyar ve o anda telkin verene şöyle söyler. Yâni.: “Beni irşad et ki, ALLAH’ın rahmetine nail olasın.” Tabi’i o mevtânın bu şekilde söylediğini biz duyamıyoruz. Bu üç hitâbtan sonra bizim o mevtâya söyleyeceğimiz şudur.:

Resim

Telkin.: "Dünyâdan Çıktın de ki.: "Eşhedü en Lâ İLâhe İLLÂ ALLAH ve enne MuhaMMeden Abduhu ve Resûluhu. ve şüphesiz ki sen; ALLAH'ın RABB olduğuna, Dinin İslâm olduğuna, MuhaMMed aleyhissalatü vesselâm'ın Nebî ve Resûl Peygamber olduğuna, Kur'ÂN'ın İmam olduğuna ve Kâbe'nin Kıble olduğuna razı oldun.." denir..
Bunları söyleyeceğiz. İşte bunları üç defâ bu şekilde söylersek, o zaman Münker ile Nekir el ele tutuşur ve.: “Artık bizim burada kalmamıza, oturmamıza gerek yok!” derler. Yâni ALLAHu zü’L- CeLÂL buna hüccetine ilham vermiş ve telkin etmiştir. Demek ki ALLAHu zü’L- CeLÂL bunun lokmasını vermiş. Telkin, ona lokma vermek demektir. Bundan da anlaşılıyor ki, ALLAHu zü’L- CeLÂL dilediğinde kuluna o kabiliyeti veriyor. Çünkü ruh da beraber olduğundan, sanki hayatta imişcesine söyler ve melekler de onun vermiş olduğu cevâbı duyuyorlar. Melekler onun bu haline hayret ederler. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e soruyorlar: “Bu mevtâ kendisini toparlayıp, söylenileni fehmedip, cevâp verebilecek mi?.”
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem da şu âyeti okuyor:


يُثَبِّتُ اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الآخِرَةِ وَيُضِلُّ اللّهُ الظَّالِمِينَ وَيَفْعَلُ اللّهُ مَا يَشَاء
Resim---“ALLAH, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zâlimleri de şaşırtıp saptırır; ALLAH dilediğini yapar.” (İbrahîm 14/27)

Yâni RABB’imiz diledikten sonra dilediği şeyi dünyada da âhirette de sebat durumuna getirir. Bu imkânı verir. Anlattığımız minvâl üzere telkin böyle yapılır. Hepimizin duyduğu ve bildiği gibi bir de kabrin insanı sıkması olayı var. Bunun sebebi şudur: Aslında insanoğlunun tıyneti yâni toprağı nereden alınmışsa o alındığı yere defnedilir. Toprağın alındığı yere iadesi, yeryüzüne iadesi vaad edilmiştir. O toprak bir annenin yavrusunu beklediği gibi, o kişiyi bekler. O kişi kendisine geldiği zaman toprak onu bir anne şefkatiyle sıkıyor, özlemişcesine... Fakat o kimse yeryüzünde hayır diye bir şey işlememişse, şer ve şürur ile gelmişse, işte o zaman o yer, o toprak onu öylesine sıkar ki kemik diye bir şey bırakmaz. Âdeta macun haline getirir. ALLAHu zü’L- CeLÂL hepimizi bu hale düşmekten korusun. Eğer o kimse anası durumunda olan yeryüzünde hayırlı işlerle meşgul olmuşsa, o zaman bir annenin evlâdını şefkatle sıktığı gibi sıkar.
Saad bin Muaz (radiyallahu anhu) çok dirâyetli bir şahsiyettir. Muaz, Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in döneminde vefât etti. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem cenâzesinde bulunmuş; fakat kabrinin üstünde biraz fazlaca durmuş. Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) bu durumuna hayret etmişler. Bu hayret edenlere Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor: “Ne hikmettir ki; Saad bin Muaz’ın ölümü karşısında Arş-ı Âlâ titredi, sallandı, sarsıldı. Cenâzesinde yetmiş bin melek bulundu. Buna rağmen Saad kabrin sıkmasından kurtulamadı.” buyuruyor.. Tabi’i ki orada bulunanlar bu nasıl olur diye hayret ettiler. Ruhunun yüceliği karşısında Arş-ı Âlâ’nın titrediği bu sahabenin, kabrin sıkmasından kurtulamayışını merak ettiklerinden bunun sebebini araştırıyorlar. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:


ﻛﺎن ﻳﻘﺬف ﰱ ﺑﻌﺾ اﻟﻄﻬﻮر ﻣﻦ اﻟﺒﻮل


"Taharette, bevl (sidik, idrar) hususunda kusuru vardı.” diyor.
Hasan Basri (radiyallahu anhu) Saad’ın ruhu arşa vardığında Arş (şeref duydu da) sevincinden sarsıldı buyurmuştur. Câhiliyyet devrinde temizliğe fazla ihtimam edilmezdi, dikeldikleri yerde, rastgele yerde bevl ederlerdi. Oturarak bevledenleri de kadınlara benzetir ve üzerine güler, alay ederlerdi. Taharet yönünden Mescid-i Kubâ Ahalisi hakkında ALLAHu zü’L- CeLÂL şöyle buyuruyor:


لاَ تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَن تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ
Resim---“Ey Rasûlüm, orada (Mescid-i Dırar’da) ebediyyen namaza durma. İlk günden beri temelleri takvâ üzerine kurulan MESCİD (Kuba mescidi) içerisinde namaza durmana daha lâyıktır. Orada, günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever.”(Tevbe 9/108)

İşte bunlar taharete çok ihtimam ettikleri için ALLAH onları sevmiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de bunun dışında Saad’ın bir kusuru yoktu diyor. Bu gibi kimseler böylesine küçük kusurlardan bu hale düşseler de, bu zahmeti çekseler de gelecekte temiz çıkarlar…

Azîz Kardeşlerim;
Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ölüm hakkında şöyle buyuruyor: “Ölümü çok hatırlayın, ölümü anın ki bu sizin kendinize çeki düzen vermenize sebeb olur. Zirâ hiçbir gün yoktur ki yer, toprak, kabir şöyle nidâ etmesin: “Ben sâhibsizlerin ve yalnızların eviyim. Garibanların eviyim. Topraktan mamulüm. İçimde de kurt doludur. Kabre gelen bir kimse eğer mü’min ise kabir kendisini “Merhaba, Merhaba! Hoş geldin” diye karşılar. Ve ona şöyle der: “Öyle bil ki; sen yeryüzündeki insanlar içinde benim en çok sevdiğim kişisin, sen buraya gelmeden önce haddini biliyordun. Şimdi ise benim karnıma girdin, bundan sonra benim mâiyetimdesin. Kendi maharetimi, hünerimi sana göstereceğim!.” der ve kabir genişleyebildiği kadar genişler. Aynı zamanda cennetten de bir pencere, menfez açılır.”

Kardeşlerim, işte bir mü’minin kabir hâli böyledir. Hepimizin bildiği gibi kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur. Cenâb-ı HAKk hepimizi kabirde rahat eden kullarından eylesin. Âmin Yâ Muîn!.

Azîz Kardeşlerim;
Vefât eden kişi ile ilgili konuyu izâh etmeye çalışırken, ölünün ruhu ve durumunu, ölüm anındaki hali, yıkanması ve mezara kadarki durumu, mezara konduğunda okunan telkin mevzûunu kısaca da olsa anlatmaya çalışmıştık.
Aynı mevzûnun bir başka merhalesi de ölünün ruhuna Kur’ÂN okumaktır. Biraz da bu mevzû’yu izâha çalışacağız. Zirâ ölen kişiye karşı yapılması gereken dini vecibeler, sadece onu yıkamak, kefenlemek ve defnetmekle bitmiyor. Zirâ bazılarının dediği gibi insan ölür, kabre konur ve çürür gider. Bu kimsenin ruhuna okunacak Kur’ÂN’ın da bir faydası yoktur, gibi hakikat dışı, ilimden ve irfandan yoksun, İslâm’ın ruhundan uzak bu gibi görüşler karşısında bir şeyler söylemek, Kur’ÂN ve sünnetin ışığında bir şeyler anlatmak mecburiyetimiz vardır. RABB’imizin inâyetiyle…


ÖLÜ HAKKINDA HÜSNÜ ZANDA BULUNMAK..ÖLÜLERİ HAYIRLA YÂD ETMEK..

Bu hususların başında hemen şunu söylememiz gerekir ki vefât eden bir kimse her varlıktan inkıta’a uğramıştır. Sadece muhtaç bir duruma düşmüştür. Dolayısıyla bu kimseye karşı nahoş kelimeler kullanmamalıyız. Zirâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem:


اذﻛﺮوا ﻣﻮﺗﺎﻛﻢ ﺑﺎاﳋﲑ


“Mevtâlarınızı, ölülerinizi hayırla yâd ediniz,” buyuruyor.
Çünkü bu hayırla yad edeceğimiz kimse, hayırla yâd edilmeye lâyık bir kimse değilse, zâten hayırla yâd edilmenin ona bir faydası yoktur. Eğer iyi birisi ise onu hayırla yad etmememiz onu üzer. RABBısı ile başbaşa kalmıştır. Bize düşen görev Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) bu hadisi mucibince ölülerimizi hayırla yâd etmek, hüsnü zânda bulunmak, sorulduğunda iyi biliriz demektir. “Bu mevtâ hakkında nasıl bilirsiniz?” diye sorulduğunda.: “Efendim, onun namaz kıldığını görmedik, onun hakkında iyi bilirdik demekle yalan mı söyleyelim!.” gibi yapılacak itiraz kesinlikle yanlıştır. Cenâze hakkında cemâate sorulan “Mevtâyı nasıl bilirdiniz?” sorusu ve karşılığında “İyi biliriz”, cevâbı, Cenâb-ı HAKk’ın mevtâ için büyük bir lütfûdur. Bu cenâze ve şehâdette bulunan mü’minler, cemâatı için çok büyük bir avantajdır. Bu avantaj, ya o cenâzenin sayesinde Cenâb-ı HAKk hüsnü zânlarından dolayı bu cemâatı affeder, ya da cemâatın sayesinde o mevtâyı affeder. Bu iki durumdan biri mutlaka vardır. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in vefât eden mü’min kuluna karşı ilk ikramı budur. Bu “İyi biliriz”, şeklindeki şehâdetin mutlaka bu şekilde yararı ve faydası vardır. Zirâ o Musâlla Taşına konan ve her şeyden alâkası kesilmiş olan bu kimseye karşı, merhametten gayrı bir şey dilemek, bir mü’min olarak bize yakışmaz. Çünkü bugün o hale düşen o ise, yarın aynı duruma biz düşeceğiz. Eğer biz başkaları hakkında hüsnü zânda bulunursak, bizim hakkımızda da öldüğümüzde hüsnü zânda bulunurlar. Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bu hususta birçok hadisi vardır. “Keşfü’l- Gumme” isimli eserde bu hadisler cem edilmiştir.
(Keşfü’l- Gumme.: Arapça Fıkıh Kitabı.. Ebü’l-Mevâhib (Ebû Abdirrahmân) Abdülvehhâb b. Ahmed b. Alî eş-Şa‘rânî el-Mısrî (ö. 973/1565))
Bu hadislerin bir kısmı eğer cenâze namazında şu kadar saf olursa affedilir, cemâat adet bakımından şu kadar olursa cenâzenin affına sebeb olur, şu kadar kimseler iyi biliriz diye şehâdette bulunursa cenâze affolunur, şeklinde birçok hadis-i şerif vardır. Hatta Hz. Ömer buyuruyor ki: “Rasûlullah bu cenâze mevzûundan bahsederken, cemâatin adedini sordum. Hatta iki kişiye kadar indirdim. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İki kişi de olsa, “iyi biliriz diye şâhidlik ederse”, yine o mevtâyı ALLAH affeder.” buyurdu” diyor.
Yine Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem devresinde bir cenâze vaki’ olmuştur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem cemâate soruyor.: “Bu kimseyi nasıl bilirdiniz?.” diye. Cemâat, o kimsenin nahoş hallerinin olduğunu ileri sürüp onun hakkında iyi olduğuna dair şehâdette bulunmuyorlar. O cemâatın içinde Hz. Ebubekir (radiyallahu anhu); merhameti sebebiyle.: “İyi bilirdim Yâ Rasûlullah” diye şehâdette bulunuyor.
Hz. Ömer diyor ki: “Ben o anda Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) yanında idim. Cebrâil (aleyhisselâm) gelip Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) malûmat verdi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de Cebrâil’in verdiği malûmatı bana anlattı ki o vefât eden kimse hakkında cemâat nahoş sözler sarfetmişler. Evet söyledikleri yalan değil, doğru söylemişler. Fakat Ebubekir (radiyallahu anhu) “iyi bilirim.” dediğinde ALLAHu zü’L- CeLÂL Ebubekir’in (radiyallahu anhu) şehâdetini kabul etti” buyuruyor.
Hz. Ömer (radiyallahu anhu).: “O zaman anladım ki bir kişinin şehâdeti de geçerli oluyormuş.” diyor. Evet, diyeceksiniz ki Ebubekir’in şehâdeti başka… Ama bu da var… Bu izâhattan da anlaşılacağı gibi, Musâlla Taşına konmuş olan cenâze bizlerden bir şeyler bekliyor. Bizim de oraya gelmemizden gâye o cenâzeye şefââtçi olmak içindir. Zirâ cenâze namazındaki niyette ALLAHu zü’L- CeLÂL için namaza, meyyit için duâya, diyoruz. Aslında meyyitin affı için duâ etmeye geliyoruz oraya. Araları iyi olmayan iki kişinin arasını bulmaya gittiğimizde aralarında nahoş haller olan kişileri barıştırmak, aralarında sulhu sağlamak için gittiğimizde elimizden geldiğince, sana karşı şöyle iyi şeyler söyledi gibi, söylemediği şeyleri de söylemiş gibi söyler, anlatırız. İki Müslümanın arasını bulmak için yalan söylemek câizdir. Aradaki buğzu giderip sulhu sağlamak için yalan şâhitlik yapmak, yalan söylemek şer’ân câizdir. Hayattaki kişiler arasında bu câiz oluyorsa, vefât eden bir kimse hakkında niçin câiz olmasın. Hem biz oraya ona merhameten gelmişiz. O mevtâya karşı merhametli olmak durumundayız. Zirâ, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:


ﻣﻦ ﱂ ﻳﺮﺣﻢ ﱂ ﻳﺮﺣﻢ

“Kim ki merhamet etmezse, merhametli olmazsa ALLAHu zü’L- CeLÂL de ona karşı merhamet etmez, merhametli olmaz” buyurdu.
Bu sebebden dolayı afüvkâr olmak lâzım. Daimâ merhametli olup hüsn-ü zân beslememiz lâzım. Dolayısıyla böyle bir cenâzede bulunduğumuz zaman şehâdeti lehine vermek lâzımdır. Aleyhinde şehâdette bulunmamalıyız. Zirâ cenâzeye gelen cemâat ona şefâatçı olmak, elçi olmak için gelmiştir. Binaenâleyh aleyhte şehâdette bulunmak ve nahoş kelimeler kullanmak bir mü’mine yakışmaz. Bu, Cenâb-ı HAKk’ın bir kuluna ilk ihsanı, ilk ikramıdır. İkinci ikramı da şu hadisle sabittir:


ALLAHU zü’L- CELÂL’in MERHAMETİ.:


اﳊﺪﻳﺚ اﻟﺸﺮﻳﻒ ﻋﻦ ﻋﺒﺪاﷲ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس ﻋﻦ رﺳﻮل
اﷲ ﺻﻠﯩﺎﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﻗﺎل
ارﺣﻢ ﻣﺎﻳﻜﻮن اﷲ ﺑﻌﺒﺪﻩ اذاادﺧﻞ ﰱ ﻗﱪﻩ


Ikinci dereceye gelince; El hadisi şerif:
Abdullah İbni Abbas’dan mervî.: ALLAH’ın bir kuluna en çok merhamet ettiği an, o kulun kabre girdiği, kabre konduğu andır. Zirâ o kabre giren kimsenin etrafında bulunanlar, hayatı boyunca kendileri için çalıştığı çoluk çocuğu, akraba-i taallûkatı, bütün ahbabları, onu o anda yapayalnız bırakıp gittikleri an, Cenâb-ı HAKk’ın kuluna en fazla merhamet ettiği, rahmetiyle en ziyâde muamele ettiği andır. Zirâ Vahdaniyet ALLAHu zü’L- CeLÂL’e mahsustur. ALLAHu zü’L- CeLÂL’in kuluna en çok acıdığı an işte o andır. Zirâ o andaki yalnızlık karşısında ALLAHu zü’L- CeLÂL o kuluna merhametinden hiç esirgemiyor. Bu husustaki başka bir hadis de Enes bin Malik’ten rivâyet edilmiştir. Rasûllüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:


ان ارﺣﻢ ﻣﺎ ﻳﻜﻮن اﷲ ﺑﺎاﻟﻌﺒﺪ اذا وﺿﻊ ﰱ ﺣﻔﺮﺗﻪ


“ALLAHu zü’L- CeLÂL’in kuluna en çok merhamet ettiği an, o kulun çukura (kabre - hifretine) konulduğu, yerleştirildiği andır.”
Bir başka rivâyette şöyle buyuruluyor: “Kabre konulan kimseye ilk olarak verilecek müjde şudur: “Senin cenâzene gelen, cenâzene katılan, teşyî eden kimseleri ALLAHu zü’L- CeLÂL merhametinden dolayı affetti” diye müjdeliyorlar ki, o kabre konan kul bundan dolayı sevinsin diye.
Câbir Bin Abdullah’tan (radiyallahu anhu) rivâyet edilen bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: “Mü’mini sevindirmek için senin cenâzene iştirak eden kimselerin tamamını Cenâb-ı HAKk affetti, diye müjde verilir.”
Ferah veriyor… Üns veriyor… Kardeşlerim, Cenâb-ı HAKk’ın merhametine bakın ki kuluna o yalnızlık anında nasıl moral veriyor, nasıl onu rahatlatıyor. Bu husustaki hadisler birçok sahabeden rivâyet edilmiştir. Hepsini ayrı ayrı zikretmeye lüzum yoktur. Arzu edenler, Nevâdirü’l- Usul, Şâbu’l- İman isimli eserlerde, Abdullah bin Abbas, Selman-ı Farisî, Enes bin Mâlik, Ebu Hureyre ve diğer rivâyetlere bakabilirler.
Bu sahabelerden rivâyet edilen hadis-i şeriflerde ALLAHu zü’L- CeLÂL kulunu sevindirmek için bu tür müjdeler vererek onu kabirde sevindirdiğini buyuruyorlar. ALLAHu zü’L- CeLÂL kulunun hatalarını görmemezlikten gelip hatalarını affederken, cenâzesine iştirak eden kullarının şehâdetiyle, hüsnü zânlarıyla kulunu affedip bağışlarken, bizim bir din kardeşimiz hakkında sû-i zanda bulunmamız bizlere yakışır mı?. ALLAHu zü’L- CeLÂL kullarını affetmek için bu gibi şeylere başvururken, ona karşı böylesine merhametli davranırken bizlere ne oluyor da o kardeşlerimiz hakkında gılzâtlı lâflar kullanıyoruz. Bu gün o, Musâlla taşına konmuşsa, günü geldiğinde aynı hal bizim de başımıza gelecek. Şu bir hakikattir ki ALLAHu zü’L- CeLÂL bizleri hüsn-ü zânnımızdan dolayı sorumlu tutmaz. Bir kimseyi, bir saat evvel pek iyi olmayan bir halde görsek, bir saat sonra da bu kimsenin öldüğünü duysak; Fukâhanın, Tâhkik Ehlinin ve Tasavvuf Ehlinin bu kimse hakkında söylememiz gerekenin hüsnü zan olduğunu beyânlarıdır. “İyi biliriz” demek mecburiyetindeyiz... Çünkü ALLAHu zü’L- CeLÂL bizleri hüsn-ü zânnımızdan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat ALLAHu zü’L- CeLÂL sû-i zânnımızdan dolayı bizleri sorumlu tutar. Cenâb-ı HAKk Kur’ÂN-ı Kerim’de biz kullarına sû-i zândan uzak durmamızı emir buyuruyor. Sû-i zânnın günah olduğunu bildiriyor. Eğer biz bir kardeşimiz hakkında hüsn-ü zânda bulunursak, biz ölünce bizim hakkımızda da hüsn-ü zânda bulunmayı Cenâb-ı HAKk onların hatırına getirir. Hatta bu hüsnü zan sadece kulları için değil, ALLAHu zü’L- CeLÂL için de aynı şekilde hüsn-ü zanda bulunmamızı Cenâb-ı HAKk şu hadis-i kutsi’de bildiriyor:


اﻧﺎ ﻋﻨﺪ ﻇﻦ ﻋﺒﺪى ﰉ ﻓﻠﻴﻈﻦ ﰉ ﻣﺎﺷﺎء ﻇﻨﺎﺧﲑا ﻓﺨﲑا
وان ﻇﻦ ﻏﲑ ذاﻟﻚ ﻓﻐﲑ ذاﻟﻚ

“Benim kuluma olan muâmelem, kulumun zannına bağlıdır. Hüsn-ü zân sâhibi ise; kulum beni afüvkâr bilirse, merhametli olduğuma inanır, benim hakkımdaki zannı böyle olursa, ben de ona bu şekilde muâmele ederim. Eğer benim affedici değil de azâb edici olduğuma inanır, hakkımda sû-i zan içinde olursa, ona da o şekilde muamele ederim” buyuruyor. “Bana karşı olan zannı ne ise beni karşısında o zann üzerinde bulur” buyuruyor. Buradan anlaşıldığı gibi Cenâb-ı HAKk’a karşı da daima hüsnü zân beslememiz lâzım. ALLAHu zü’L- CeLÂL hepimize hüsnü zân sâhibi olmayı nâsib etsin. Âmin!.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

VEFAT EDEN KİMSENİN KUL BORCU
Aziz Kardeşlerim, vefât eden kimse hakkında yapılması gereken hususların bazılarını anlatmaya gayret ettik. Fakat mevtâya karşı yapılması gereken bir husus var ki; bu da en önemli olanıdır. Daha evvel anlattıklarımızdan çok daha mühim olmasına rağmen bu hususa pek dikkat edilmiyor, ihtimâm gösterilmiyor. Zira Cenâb-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Vefât eden bir kimse kabre konduğunda bu kimsenin üzerinde kul borcu varsa, bu kimsenin ruhu bu kul borcu ödeninceye kadar mahpus durumdadır. Bu borç ödeninceye kadar bu ruh ne etrafındaki komşularıyla konuşabiliyor, ne de ruhlar için ayrılmış olan makama çıkabiliyor. Zira ruhların birçok makamları vardır. Kabirden berzâh âlemine kadar çıkabilen ruhların kendi kabiliyet ve durumlarına göre çıkabileceği bir makâmı vardır. Eğer o kimse mü’min ise ve üzerinde de kul hakkı, kul borcu bulunuyorsa, işte bu ruh o borca bağlı olarak kabirde hapis durumundadır. Ta ki; o kul borcu ödeninceye kadar. Bu borç ödenmeden o makama çıkamaz. İşte bu ruhu, o rehin durumundan kurtarmak için yapacağımız en mühim iş, onun üzerindeki o kul borcunu ödemektir. Bu çok mühimdir. Buna çok dikkat etmemiz gerekir. Halk bundan habersizdir… Bu husustaki hadislerin bazılarını buraya serdetmek istiyorum. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:


اﳊﺪﻳﺚ اﻟﺸﺮﻳﻒ ﻋﻦ اﺑﯩﻬﺮﻳﺮة رﺿﯩﺎﷲ ﻋﻨﻪ ﻋﻦ رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﯩﺎﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﻗﺎل: ﻧﻔﺲ اﳌﺆﻣﻦ ﻣﻌﻠﻘﺔ ﺑﺪﻳﻨﻪ ﺣﱴ ﻳﻘﻀﻰ ﻋﻨﻪ


Yani, mü’minin ruhu, kul borcu ödeninceye kadar muallâk durumdadır, bağlıdır. Bu hadis-i şerifi Tirmizi, İbni Mâce ve Beyhaki rivâyet ediyor. Hadis çok kuvvetli ve sahihtir. Hadiste geçen muallâk kelimesini âlimler tutsak olarak belirtmişlerdir, kendisine ait olan güzel makamlara çıkamaz, bu makamlara çıkmak için kabirden ayrılamaz, diye açıklıyorlar. Bir başka hadis de şöyledir:

:اﺧﺮج اﻟﻄﱪاﱏ ﻋﻦ اﻧﺲ اﺑﻦ ﻣﺎﻟﻚ رﺿﯩﺎﷲ ﻋﻨﻪ ﻗﺎل
ﻛﻨﺎ ﻋﻨﺪ رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﻰ اﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ واوﺗﻰ
ﺑﺮﺟﻞ ﻳﺼﻠﻰ ﻋﻠﻴﻪ ﻗﺎل ﻫﻞ ﻋﻠﻰ ﺻﺎﺣﺒﻜﻢ دﻳﻦ. ﻗﺎل
ﻧﻌﻢ . ﻗﺎل ﻣﺎ ﻳﻨﻔﻌﻜﻢ ان اﺻﻠﻰ ﻋﻠﻰ رﺟﻞ روﺣﻪ
ﻣﺮﺗﻨﺔ ﰱ ﻗﱪﻩ ﻻ ﻳﺼﻌﺪ روﺣﻪ اﱃ اﻟﺴﻤﺎء ﻓﻠﻮﺿﻢ
رﺟﻞ دﻳﻨﻪ ﻓﻘﻤﺖ ﻓﺼﻠﻴﺖ ﻋﻠﻴﻪ ﻓﺼﻼﺗﻰ ﺗﻨﻔﻌﻪ

Hadis Meâli:
Enes bin Mâlik şöyle buyuruyor: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile birlikte oturuyorduk. Bir cenaze getirdiler. Namazını kılması için Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) teklifte bulundular. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) onlara sordu: Bu kimsenin, üzerinde kul borcu olan var mı? Onlar da: Evet, var! dediler. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: “Benim bu cenaze üzerine namaz kılmam buna bir faide sağlamaz. Zira bunun ruhu, borcu ile rehin durumundadır. Bunun ruhu (bu borcu ödenmeden) semâya çıkamaz. Bu cenaze bu halde iken benim onun üzerine kılacağım namazın ona bir yararı olmaz. Eğer bir kimse bu mevtanın borcunu öderse, o zaman kalkar namazını kılarım, o zaman namazım ona yararlı olur” buyuruyor. Diğer bir hadis-i şerifte de:


اﺧﺮج اﻟﻄﱪاﱏ ﰱ اﻻوﺳﻂ واﻟﺒﻴﻬﻘﻰ واﻻﺳﻔﻬﺎﱏ ﰱ
اﻟﱰﻏﻴﺐ ﻋﻦ ﲰﺮة اﺑﻦ ﺟﻨﺪة ﻗﺎل: ان اﻟﻨﱮ ﺻﻠﻰ اﷲ
ﺗﻌﺎﱃ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﺻﻠﻰ ﺻﻼة اﻟﺼﺒﺢ ﻓﻘﺎل اﻫﻬﻨﺎ
اﺣﺪ ﻣﻦ ﺑﲎ ﻓﻼن ﻓﺎن ﺻﺎﺣﺒﻜﻢ اﺣﺘﺒﺲ ﻋﻨﺪ ﺑﺎب
اﳉﻨﺔ ﺑﺪﻳﻦ ﻋﻠﻴﻪ ﻓﺎن ﺷﺌﺘﻢ ﻓﺎﻓﺪوﻩ وان ﺷﺌﺘﻢ ﻓﺴﻠﻤﻮﻩ
اﱃ ﻋﺬاب اﷲ ﺗﻌﺎﱃ

Hadis Meâli:
Taberâni, Beyhaki ve İsfehanî’den rivâyet edilen bu hadis-i şerifte Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: Semratubni Cünde diyor ki Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Mescidde sabah namazını kıldıktan sonra falan aileden herhangi bir kimse burada var mı? diye sordu. O aileden bir kişi peydah oldu ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) karşısına geldi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ona buyurdu ki: Sizin sahibi olduğunuz kimsenin cennete girmeye hakkı var, buna müstehâk oldu. Fakat ruhu kul borcu sebebiyle mürtehin (rehin) durumunda, yani cennete bu sebebten giremiyor (demek ki cennete girecek kadar güzel bir şahıs, ruhu cennet kapısına varacak kadar güzel bir şahsiyet).
İster bir fedakârlık yapıp onu bu durumdan kurtarıp rahatı rahmana kavuşturun; yok eğer onun bu borcunu ödeyip rahatı rahmana kavuşmasına vesile olmazsanız, onun borcunu ödemezseniz, onu Allahü Zülcelâl’in azabına teslim etmiş olursunuz, buyuruyor. Tâbiî, buradaki azab elbette ki cehennem demek değil; fakat o varacağı yere, makama varamamak, gidememek onun için bir azabtır. Cennetin kapısına kadar gidebilen, fakat bu kul borcundan dolayı cennete giremeyen kişiye bu hal bir azab demektir…
Bir Hadis-i Şerif daha:


اﺧﺮج اﲪﺪ واﻟﺒﻴﻬﻘﻰ ﻋﻦ ﺟﺎﺑﺮ اﺑﻦ ﻋﺒﺪ اﷲ ﻗﺎل ان
رﺟﻼ ﻣﺎت وﻋﻠﻴﻪ دﻳﻦ دﻳﻨﺎرا ﻓﻠﻢ ﻳﺼﻠﻰ ﻋﻠﻴﻪ اﻟﻨﱮ
ﺻﻠﯩﺎﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﻓﺘﺤﻤﻠﻬﺎ اﺑﻮﻗﺘﺎدة ﻓﺼﻠﻰ ﻋﻠﻴﻪ ﰒ
ﻗﺎل ﻟﻪ ﺑﻌﺪ ذاﻟﻚ ﺑﻴﻮم ﻣﺎﻓﻌﻞ دﻳﻨﺎران ﻗﺎل اﳕﺎﻣﺎت ا
ﻣﺴﻰ ﻓﻌﺎداﻟﻴﻪ ﻣﻦ اﻟﻐﺪ ﻓﻘﺎل ﻟﻪ ﻣﺎﻓﻌﻞ دﻳﻨﺎران ﻗﺎل
ﻗﻀﻴﺘﻬﺎ ﻓﻘﺎل اﻷن ﺑﺮدت ﻋﻠﻴﻪ ﺟﻠﺪﺗﻪ


Hadis Meâli:
İmâm-ı Ahmed ve Beyhaki’nin Cabir bin Abdullah’tan rivâyet ettikleri hadiste şöyle buyuruluyor: Cabir bin Abdullah diyor ki: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile birlikte oturuyorduk. Namazının kılınması için bir kişinin cenazesini getirdiler. Bu kişinin, iki dinâr borcu olduğu için Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunun cenaze namazını kılmaktan imtina etti, kılmak istemedi. Fakat Ebu Katade gayretkeşlikte bulunarak bu kişinin üzerinde bulunan iki dinâr borcuna kefil oldu. Ben ödeyeceğim, diye kendi üzerine aldı. O zaman Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) onun namazını kıldı. Bir gün sonra Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Ebu Katade’ye o iki dinar borcu ne yaptın, diye sordu. Katade de: Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)! Daha dün öldü, diye cevâb verdi. Ertesi gün Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Katade’ye hiç mühlet vermeden o borcu ödeyib ödemediğini sordu. Katade de Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şimdi ödedim, dedi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da işte şimdi onun hararetini söndürdün, diye buyurdu.
Bir başka hadiste de şöyle buyuruluyor:


روى اﻟﺒﺰار واﻟﻄﱪاﱏ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس رﺿﯩﺎﷲ ﻋﻨﻬﻤﺎ ان
رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﯩﺎﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﺻﻠﻰ ﺻﻼة اﻟﻐﺪاة ﰒ
ﻗﺎل اﻫﻬﻨﺎ اﺣﺪ ﻣﻦ ﻫﺰﻳﻞ ان ﺻﺎﺣﺒﻜﻢ ﳏﺒﻮﺳﻰ ﻋﻠﻰ
ﺑﺎب اﳉﻨﺔ ﺑﺪﻳﻨﻪ

Hadis Meâli:
Bezzar ve Taberani, Abdullah ibni Abbas’tan rivâyet ediyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir gün (sabah) namazını kıldıktan sonra cemaate dönerek: İçinizde Huzeyl kabilesinden bir kimse var mı? diye sordu. Birisi, ben varım, diye söyledi. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de ona “Sizin sahibi olduğunuz kimsenin ruhu rehin durumdadır. Zira onun üzerinde kul borcu vardır” buyuruyor. Kardeşlerim, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gayretkeşliği sebebiyle bu şekilde araştırma yapardı ve ümmetini o sıkıntılı durumdan kurtarmaya çalışırdı.
Bir hadis-i şerif daha:

روى اﻻﻣﺎم اﻻﲪﺪ ﻋﻦ ﺳﻌﻴﺪ اﺑﻦ أﻃﻮل ﻗﺎل ﻣﺎت
اﺑﻮﻧﺎوﺗﺮك ﺛﻠﺚ ﻣﺄة درﻫﻢ وﻋﻴﺎل ودﻳﻨﺎ ﻓﺄردت ان
اﻧﻔﻖ ﻋﻠﻰ ﻋﻴﺎﻟﻪ ﻓﻘﺎل رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﯩﺎﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ
ان اﺑﺎك ﳏﺒﻮﺳﻰ ﺑﺪﻳﻨﻪ ﻓﻘﺪ ﻋﻨﻪ دﻳﻨﻪ

Hadis Meâli:
İmam-ı Ahmed, Said bin Etvel’den rivâyet ediyor. Said bin Etvel diyor ki: Babam vefât etti ve geriye servet olarak üçyüz dirhem bıraktı. Buna rağmen borcu vardı. Bu geriye bıraktığı dirhemden birazını infâk etmek istediğimde Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) infâk etmeme mani olup, babanın ruhu, üzerindeki borcundan dolayı rehin durumdadır. İnfâktan evvel babanın borcunu öde, dedi, buyuruyor…
Bir hadis daha:

روى اﻟﻄﱪاﱏ ﰱ اﻻوﺳﻂ ﻋﻦ اﻟﱪاء اﺑﻦ ﻋﺎزل ان
رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﯩﺎﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﻗﺎل : ﺻﺎﺣﺐ
اﻟﺪﻳﻦ ﻣﺄﺳﻮر ﺑﺪﻳﻨﻪ ﻳﺸﻚ اﱃ اﷲ اﻟﻮﺣﺪة


Hadis Meâli:
Yani Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Borç sahibi borcundan dolayı esir
durumundadır, hiçbir yere gidemez. Yalnız kaldığı durumdan kurtulmak için de Allahü Zülcelâl’e yalvarıyor.
El Hadis:


ًاﺧﺮج اﺑﻮ اﻟﺸﻴﺦ اﺑﻦ ﺣﺒﺎن ﰱ اﻟﻮﺻﺎﻳﺎ ﻣﺮﻓﻮﻋﺎاﱃ
رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﻓﻘﺎل ﻣﻦ ﱂ ﻳﻮﺻﻰ ﱂ
ﻳﺆذن ﻟﻪ ﰱ اﻟﻜﻼم ﻣﻊ اﳌﻮﺗﻰ ﻗﻴﻞ ﻳﺎرﺳﻮل اﷲ وﻫﻞ
ﺗﺘﻜﻠﻢ اﳌﻮﺗﻰ ﻗﺎل ﻧﻌﻢ وﻳﺘﺰاورون

Hadis Meali:
Ebu Şeyh İbni Hibban rivâyet eder; Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Kim ki ölmeden önce veya ölürken borcu için vâsiyet etmedi ise, bu kimse vardığı yerde kabir komşularıyla konuşamaz, konuşmasına izin verilmez. Soruyorlar: Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), mevtâlar konuşurlar mı? Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da “Evet konuşurlar, hem de birbirlerini ziyâret ederler” buyuruyor.
Aynı hususta bir hadis daha:

روى اﻻﲪﺪ واﳊﺎﻛﻢ ﻋﻦ ﺟﺎﺑﺮ اﺑﻦ ﻋﺒﺪاﷲ ﻣﺮﻓﻮﻋﺎ
ﻋﻦ رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﯩﺎﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ ﻗﺎل: ﻣﻦ ﻣﺎت
ﻋﻠﻰ ﻏﲑ وﺻﻴﺖ ﱂ ﻳﺆذن ﻟﻪ ﰱ اﻟﻜﻼم اﱃ ﻳﻮم اﻟﻘﻴﺎﻣﺔ
ﻗﺎﻟﻮا ﻳﺎرﺳﻮل اﷲ وﻳﻜﻠﻤﻮن ﻳﻮم اﻟﻘﻴﺎﻣﺔ ﻗﺎل ﻧﻌﻢ
ً وﻳﺘﻮازرون ﺑﻌﻀﻬﻢ ﺑﻌﻀﺎ

İmam-ı Ahmed ve Hakim, Cabir bin Abdullah’tan rivâyet ediyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Kim ki öldüğünde borcu için vasiyet etmemişse, kıyâmete kadar bu kimsenin konuşmasına izin verilmez. Ya Rasulallah kıyâmetten evvel konuşurlar mı? diye soruyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: “Evet, hem konuşurlar, hem de birbirlerini ziyâret ederler, çok serbesttir. Ancak alıkoyan sebeb borçdur borç…” buyuruyor. İşte insanı bu hallerden alıkoyan şey, o kişinin kul borcudur.
Aziz Kardeşlerim,
Mevtâ hakkında çok önemli gördüğümüz iki tembihatı ve hususu izah etmeye çalıştık ve bu mevzu’ ile alâkalı birkaç hadis-i şerifi serdetmeye çalıştık. Umarız faydalı olmuşuzdur. Eğer ölen kişi bir dostumuzsa, onu sevdiğimizi iddia ediyorsak, ona faydalı olan, yarar sağlayacak olan ne ise onu yapmaya gayret etmeliyiz. Bu onu sevdiğimizin isbatıdır.
Sevdiğimiz bir kişi vefât ettiğinde yapacağımız ilk iş, musalla taşına konduğunda ona karşı merhâmetli olmak ve hüsnü zânda bulunmaktır. Bu sebeple sanılmasın ki bizim o kişiye karşı merhâmetli davranmamızdan Allahü Zülcelâl hoşlanmayacak. Kesinlikle böyle bir şey düşünmemeliyiz. Kelime-i tevhid getiren herkese karşı bu şekilde hüsnü zân ile davranmalıyız. Fakat bu Kelime-i tevhidi inkâr ediyorsa, bunu kabul etmiyorsa bu müstesnâ. Ama Kelime-i Tevhidi candan söylüyor, bununla mutmâin oluyorsa, bu halinden dolayı onu sever ve hakkında iyi şehadette bulunuruz. Bunu söylediği halde hataları, kusurları varsa, o hallerini de Cenab-ı Hakk’a havale ederiz. Allahü Teâlâ afûvkârdır, dilerse affeder. Zira Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in buyurduğu ve Allahü Zülcelâl’ın en çok hoşuna gittiğini söylediği şu dua bunun isbatıdır. “Allahım! Sen afüvvsün (Affedicisin), affetmeyi seversin,” buyuruyor. Affetmeyi seversin, diyor, intikamı seversin, demiyor. Şunu da söyleyelim ki Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:

اﻟﻠﻬﻢ اﻧﻚ ﻋﻔﻮ ﲢﺐ اﻟﻌﻮف ﻓﺎﻋﻒ ﻋﻨﺎ

Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) yeminle buyuruyor ki:

واﻟﺬى ﻧﻔﺴﻰ ﺑﻴﺪﻩ ﻟﻮﱂ ﺗﻜﻮﻧﻮا ﺗﺬﻧﺒﻮن ﻟﺬﻫﺐ اﷲ
ﺑﻜﻢ وﻷﺗﻰ ﺑﻘﻮم ﻏﲑﻛﻢ ﻓﺎذﻧﺒﻮا واﺳﺘﻐﻔﺮوا ﻟﻐﻔﺮاﷲ ﳍﻢ


“Ruhum yed-i kudretinde bulunan Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, eğer siz bir hata işlememiş olsaydınız, Allahü Zülcelâl sizi yok eder ve başka bir kavim getirirdi. O kavim hata işler ve o hatalarının ardından pişmanlık duyar, Allahü Zülcelâl’e bu hataların affı için yalvarırlar ve Allahü Zülcelâl de onların hatalarını affederdi” buyuruyor. Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı gibi Allahü Zülcelâl affedicidir, affetmeyi sever. İnsan hiç hata işlemeyecek, hiç işlemez demek değildir. Hatasız bir insan hayal etmek doğru değildir. Bunu söylerken hata işleyelim, illâki hata yapalım demek de değildir.
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:


ﻟﻮﱂ ﺗﻜﻮﻧﻮا ﺗﺬﻧﺒﻮن ﳋﺸﻴﺖ ﻋﻠﻴﻜﻢ اﻟﻜﱪ ﻣﻦ ذاﻟﻚ


Siz bir zenb (günah) işlememiş olsaydınız, daha beterine uğramanızdan korkardım. Ya Rasulallah sallallahü aleyhi ve sellem, zenbden daha beteri var mı, olur mu? diye soruyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Var, o da Ûcûb’dur buyuruyor. Kendimizde bir gurur, kibir hali görmek, yaptığınız âmelden dolayı kibir ve gurura kapılmaktır.
Zira ucub,


ان اﻟﻌﺠﻮب ﳛﺒﻂ ﺳﺒﻌﲔ ﺳﻨﺔ ﻣﻦ اﻟﻌﻤﻞ

kişinin yetmiş senelik ibâdetini yok eder. Binaenaleyh bazen hataya düşmemiz; hatamızı bilmemiz için, haddimizi bilmemiz için, Allahü Zülcelâl’e karşı fakriyat ve acziyetimizi idrak etmemiz içindir. Cenab-ı Hakk’ın kapısında affımızı dilenmemiz ve affedilmemiz için Allahü Zülcelâl’e yalvarmak, Allahü Zülcelâl’in kudret ve azametini idrâk edip onun af ve mağfiret kapısından uzaklaşmamak içindir.
Hadis-i kutside de buyurulduğu gibi:


اﻧﲔ اﳌﺬﻧﺒﲔ اﺣﺐ اﱃ ﻣﻦ زﺟﺮ اﳌﺴﺒﺤﲔ

“Günahkâr insanların, hataya düşmüş kimselerin: Ya Rabbi beni affet diye inlemeleri, ahu eninleri, coşkunlukla zikir yapanların sesinden daha hoştur, Allah indinde” buyuruyor Cenab-ı Hakk. Ama denilebilir ki: Olur mu böyle şey, biri günah işlemiş, hataya düşmüş. Bundan ahu enin ediyor. Diğeri de Allahü Zülcelâl’i zikrediyor. Evet, bu sorunun haklılık yönü vardır. Fakat, burada denilmek istenen, bu sesli olarak zikir yapanlar, belki bu şekilde gurura kapılabilirler, etrafına karşı riyakârlığa da düşebilirler. Fakat ahu enin eden hata işlemiş, bu halini Cenab-ı Hakk’a itiraf ediyor. Tamamen Allahü Zülcelâl’in en çok sevdiği ve kulunda görmek istediği fakr ve acziyeti var. Bu halinde Allahü Zülcelâl’in kulunda görmek istemediği ücûb hali yok, Cenab-ı Hakk’dan af dileyen ve kulluğunu idrak eden bir ses, bir yalvarış var. İşte bu ses, bu yalvarış sesi, zikirle ucuplanan kişinin sesinden, Allahü Zülcelâl katında daha makbul, daha hoştur. Asıl olan Allahü Zülcelâl’in huzuruna kul vasfı ile gelmektir. Kibir, ucub ve gururla değil. Benlik ve kibir Allahü Zülcelâl’e yaraşan vasıflardır… Bazıları, kişinin o anki hal ve hareketine bakarak gılzatlı (nahoş) sözler söyleyebilirler. Hatalarından dolayı imânlarının olmadığını bile söyleyebilirler. Çünkü bu gibilerin bakışları, merhametten yoksun olmaları, bir başkası hakkında nahoş sözler sarfetmesine yol açabilir. Bu hususa açıklık getiren şu hadis-i şerife dikkat edelim ve manasını fehmetmeğe çalışalım.
El Hadisi Şerif:

اﳊﺪﻳﺚ اﻟﺸﺮﻳﻒ ﻋﻦ اﻧﺲ اﺑﻦ ﻣﺎﻟﻚ ﻋﻦ رﺳﻮل اﷲ
ﺻﻠﯩﺎﷲ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ: ﺛﻠﺚ ﻣﻦ اﺻﻞ اﻻﳝﺎن اﻟﻜﻒ
ﻋﻤﻦ ﻗﺎل ﻻ اﻟﻪ اﻻاﷲ ﳏﻤﺪ رﺳﻮل اﷲ وﻻﻳﻜﻔ ﺮﻩ
ﺑﺬﻧﺐ وﻻﳜﺮﺟﻪ ﻣﻦ اﻻﺳﻼم ﺑﻌﻤﻞ واﳉﻬﺎدﻣﺎض ﻣﻨﺬ
ﺑﻌﺜﲎ اﷲ اﱃ ان ﻳﻘﺎﺗﻞ اﺧﺮاﻣﱴ اﻟﺪﺟﺎل وﻻﻳﺒﻄﻠﻪ
ﺟﻮر ﺟﺎﺋﺮ وﻻﻋﺪل ﻋﺎدل واﻻﳝﺎن ﺑﺎاﻟﻘﺪر ﺧﲑﻩ وﺷﺮﻩ
ﻣﻦ اﷲ ﺗﻌﺎﱃ

رواﻩ اﺑﻮداود ﰱ ﺳﻨﻨﻪ

Şöyle buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:
Üç nesne vardır ki imânın aslını teşkil eder.
Bu üç nesneden birincisi: “Lâ ilâhe illallah Muhammedür Rasûlüllah” diyen bir kimseye karşı ileri geri konuşmaktan, küfrüne hüküm vermekten dilini sakınmak.
İkincisi: Herhangi bir günahtan dolayı (Kebair de, sagir de olsa) bir kimsenin küfrüne hüküm vermemek. Üçüncüsü: Herhangi bir âmelinden dolayı bir kimseyi İslâm dairesinden çıkarmamak buyuruyor…
Cihad hakkında da şöyle buyuruyor: Cihad, Allahü Zülcelâl’in beni Rasül olarak gönderdiği andan, ümmetimin ahirinin (son zamandaki ümmetim), Deccâli öldürene kadar devam eder. Kişi, küffâr bir kavimle savaş eden sultan fasık ya da facir olsa bile, onun emri altında cihada gitmeye mecburdur, sultan ile cihada gitmeye mecburdur. İsterse bu cihada gideceği Sultan günahkâr olsun, isterse tam adil olmayan biri olsun. Bu gibi halleri olan kişinin bu hallerinden dolayı cihaddan geri kalmaz ve cihada gider. Ancak kendisiyle cihada gideceği Sultan küfrünü ilân ederse, kâfirliği apaçık olursa, dini kabul etmezse, Kur’an’ı kabul etmezse, namazı kabul etmez, ezân okuyanı öldürürse – Bulgaristan’da olduğu gibi- bu gibi küfrünü herkese ilân eden ve dini durdurmaya çalışan bir kimse ile cihada gidilmez. Hatta imam hususunda dahi Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem:


ﺻﻠﻮا ﺧﻠﻒ ﻛﻞ ﺑﺮوﻓﺎﺟﺮ

Yani fısku fücuru (küfre varmayan) kişinin arkasında namaz kılınmaz diye kayıt yok. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem), “Onun fısku fücuru kendisine aittir. Fakat arkasında namaz kılan kimsenin namazı sahihtir” buyuruyor. Onun fısku fücuru arkasında namaz kılana geçmez. Nitekim Enes ibni Malik zalim Haccac’ın arkasında cuma namazı kılardı. Abdullah İbni Mesud da ayyaş olan Kûfe Valisi arkasında namaz kılardı. Ve biz casusluk yapmayız, araştırmayız, ancak gözümüzle görürsek ona göre hüküm veririz. Meselâ bir imam unutup abdestsiz namaz kıldırmış olsa, arkasında namaz kılanların namazı tamamdır. İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye Sahabe dönemindeki ehli sünnet velcemaatin bu husustaki kararı ve itikadı nedir diye soruyorlar da cevaben şöyle buyuruyor:

ان ﺗﻔﻀﻠﻮا اﻟﺸﻴﺨﲔ وﲢﺐ اﳋﺘﺎﻧﲔ وﺗﺮى اﳌﺴﺢ ﻋﻠﻰ
اﳋﻔﲔ وﺗﺼﻠﻰ اﳋﻠﻒ وﺗﺮى اﻟﺼﻼة ﺟﺎﺋﺰة ﺧﻠﻒ ﻛﻞ
ﺑﺮ وﻓﺎﺟﺮ وﲡﺎﻫﺪ ﻣﻊ ﻛﻞ ﺑﺮ وﻓﺎﺟﺮ

Meâli:
Ebu Hanife(r.a), Sahabe dönemindeki ehli sünnet velcemaatın itikadını böyle anlatıyor. Yani Hz. Sıddık (r.a) ile Hz. Ömer’i (r.a) herkesten efdal (faziletli) görmek (Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) müstesna), ikinci olarak Hz. Osman(r.a) ve Hz. Ali’yi (r.a) sevmek, mest üzerine meshi caiz görmek, bunun sünnet-i seniyye olduğuna inanmak; iyi olsun, facir olsun her imâmın arkasında namaz kılmayı caiz görmek, facir fasık olsa dahi başlarındaki idareci ile cihada gitmektir, diyor. İşte ehli sünnet velcemaatın görüşü budur, itikâdı budur. Allahü Zülcelâl hepimizi ehli sünnet velcemaat itikadı üzerine dâim eylesin, hizlâna düşürmesin. Âmin.

Aziz Kardeşlerim,
Tekrar mevzumuza dönelim. Kısaca: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: “Hıfzul lisan selâmatül insan” buyuruyor. İnsan, selâmeti bakımından dilini muhafaza etmesi lâzımdır. Çünkü insan dili hem vezir eder, hem rezil eder. Dilini düzeltmek isteyen mâlâyânî hükümlerden kaçınmalıdır. Zira bilelim ki Allahü Zülcelâl, ana şefkatinden 70 kat daha şefkatlidir. Hele o anda aleyhinde yaramaz şeyler konuşmayı hoş görmez. Allahü Zülcelâl gayyurdur. İcabında o kimseye rahmet eder, yaramaz konuşan da hizlâna düşer. Hizlân dedigimiz rahmetinden uzaklaştırır. İnayeti ona yetişmez bir kerre… Şeytanı ve nefsiyle başbaşa bırakır… Allahü Zülcelâl bu yönden bizlere şuûr versin, alel hak ne ise müyesser eylesin. Âmin… Mevzumuz vefât eden kişi üzerindeki kul hakkı ile ilgili hususları anlatmaktı. Mevtâya karşı yapılması gereken ve üzerinde durulması lâzım gelen hususun kul hakkı olduğunu izah ediyorduk. Bu izahat esnasında vefât eden kişinin üzerinde kul hakkı olunca Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gibi şefkat ve merhametle dolu bir Peygamber dahi onun cenaze namazını kılmıyor. Peki borcu olan bir kimsenin cenaze namazı kılınmaz mı? Bunun üzerine namaz kılmak caiz değil mi? diye bir fikir aklımıza geliyor. Tabii ki Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) böyle bir şekilde davranması, borcu olanın cenaze namazı kılınmaz demek değildir. Bu durumdaki kimselerin cenaze namazını kılmak elbette caizdir. Fakat Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) çok merhametli olduğundan cenaze namazını kılmıyordu. Sebebi, belki gayretkeş birisi çıkar da onun borcuna sahib çıkar ve onu bu borçtan dolayı uğrayacağı sıkıntıdan kurtarır, diye böyle davranıyordu.
Kardeşlerim, ölen bir kimsenin kabre konduğundaki yalnızlığını, herkesten ve herşeyden ilgisinin kesildiğini düşünelim. Kul borcundan dolayı ruhunun rehin durumda olduğunu düşünelim. O andaki sıkıntı durumunu düşünelim de bunun ne anlam ifâde ettiğini idrak edelim. Ölen bir kimseye karşı yapılması gereken bu çok mühim işler varken, buna dikkat edilmeyip, hemen ıskatı salâtmış, yok orucun altmış bir keffaresi varmış gibi hallerle ilgileniyoruz. Evet, bunları nahoş görmüyoruz, hâşâ... Fakat Allahü Zülcelâl’in Rasülü sallallahü aleyhi ve sellem, önüne gelen cenaze için bunun oruç borcu var, namaz borcu var, bu borcundan dolayı onun namazını kılmam demiyor. Böyle bir kayda, bir hadise hiç rastlamadım. Ama kul borcu hakkında birçok hadisleri serdettik. Kul borcu, kişiyi perişân hale düşürür, iflâs durumuna düşürür. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetine olan sevgisinden dolayı bunu söylüyor ve bizlere tâ’lim ediyor. Böyle yapın, böyle yapmanız gerek, diye bize buyuruyor. Yapılması gereken evvelâ kul borcunu ödemektir. Hatta Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hicret devrelerinde henüz cihad işleri başlamazdan evvel, kendi durumu da maddî yönden zayıf olduğundan, kendi elinde verecek bir şey olmadığından, ki kendisinde olmuş olsa, başkasına verdirtmeden kendisi verirdi, ama onda da yok. Böyle olunca etrafında bulunanları buna kefil olmaya, borcunu ödemeye teşvik ediyor. Ödeyecek biri çıkmadığında bu borç ödenmeden onun üzerine kılınacak namaz bir fayda sağlamaz, diyor Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Bu çok mühimdir. Ama ne zaman ki cihad başladı, birçok yerlerden ganimet geldi. Allahü Teâlâ da Habibinin (ömrünün) son devrelerinde bu ganimetlerin beşte birini bir ikram ve ihsan olarak Habibine(Sallallahu Aleyhi Vesellem) tahsis etti. Bu ganimetlerden kendisine kalan pay alınınca, gelen ve namazını kıldıracağı cenazenin kul borcu olup olmadığını sorardı. Eğer borcu çıkarsa, onun kul borcu bana aittir, borcuna ben kefilim der ve o cenazenin borcunu öderdi. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sadece onun borcunu öderdi ve mirası mirasçılarına aittir, derdi. Hatta o ölen kimsenin çoluk çocuğunun da durumları iyi değilse, onlara da sahib çıkar, yardımcı olurdu. Bu tutumu ümmetine olan sevgi ve şefkatindendi.
Böyle bir Peygamberi bizlere nasib ettiği için Allahü Teâlâ’ya şükürler olsun.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

(ZEKÂT-NAMAZ-ORUÇ KEFFARETİ- YEMİN (NEZİR)
BORCU, SADAKA (BUNLAR FAKİRİN HAKKIDIR )

Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in ümmetine karşı tutumunu şu âyet-i celile çok güzel ifâde ediyor:


اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ
(Ahzab/6)

Yani, bu nebi öyle bir nebidir ki, kişinin kendi nefsini düşündüğünden fazla o kişiyi düşünür, o kişinin evlâdı iyalinden, akraba-i taallûkatından daha çok ümmetim diye o kişiyi düşünür. Ona karşı daha merhametli, daha şefkâtlidir. Bu sebepten dolayı O, ümmetini kurtarmak için bu şekilde davranır ve borcuna sahib çıkardı. Bu kul borcu bu kadar mühim olmamış olsa idi, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) o kişiyi namazdan mahrum bırakır mıydı? Bu sebeple Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) zevceleri dahi (bizim annelerimizdir, onlara ruhumuz fedâ olsun), onlar dahi Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sonra borçlu vefât eden Müslümanın borçlarını öderlerdi, bundan büyük tâ’lim olur mu? Kişinin kul borcu dururken, bir de ikinci borç olarak namaz borcu, oruç borcu çıkarıyoruz, ilk önceliği de buna veriyoruz. Kul borcu hiç dikkate alınmazken bu ıskatı salât ve ıskatı savmı hemen gündeme getiriyoruz. Bu hususta fukahanın görüşü, kararı şu yöndedir:
Ölen bir kimsenin ilk olarak ödenmesi gereken borcu şâyet varsa kul borcudur.
İkinci sırada zekât borcu gelir. Eğer zekât verecek durumdaki bir kimse ise geriye bıraktığı maldan daha önce çıkarmadığı zekâtı çıkarmaktır. Zira zekâtta hem fakirin hakkı vardır, hem de Allahü Teâlâ’nın emridir.
Üçüncü sırada namaz, oruç ve benzeri borçlar gelir. Ölen kişinin malı mülkü varsa bu maldan evvelâ kul borcunu, ikinci olarak zekât gibi hem kul hem de Allahü Zülcelâl ile ilgili borçları, üçüncü olarak da imkânı varsa namaz, oruç ve diğer borçları vermek lâzımdır. Fakat, zaten üzgün, perişân bir halde olan cenaze evi ve dul ve yetim sahibleri ihtiyaç içinde iseler, bir de bu ıskat borcunu gündeme getirip onları daha da borçlandırmak akıl ve insaf işi değildir. Bir kimse Allahü Zülcelâl’in rızası için hacca gitse, mütevazi bir şekilde hac farizasını ifâ ederse anasından doğduğu gün gibi günahsız olarak geri döner. Ama kul borcu yine üzerinde kalır. Affa uğramaz. Zira bu borç namaz, oruç gibi hukukullah’a ait bir borç değil ki Allahü Zülcelâl affetsin. Bu borç hukukul ibaddır. Ancak ödemekle veya o kimse ile helalleşmek yoluyla affedilir. Namaz ve oruç gibi borçlar her ne kadar hukukullah’a taallûk etse de nihâyetinde kendi faydamız ve menfaatimiz içindir. Cenab-ı Hakk’ın bizim ibâdetlerimize de ihtiyacı yoktur. Emrini tutup yaptığımızda bizleri mükâfatlandırıyor. Yapmadığımızda ise zararı kendimizedir. Eğer vefât eden kimse fakir değil de zenginse, malı mülkü varsa, evladü iyalı onun geriye bıraktığı maldan mülkten, varsa kul borçlarını öder ve mevtanın ıskatı salât, ıskatı savm, kefareti yemin ve nezir gibi borçlarını öder, yerine getirir. Bunu yaparken, bu kefaret borçlarını verirken muhtaç durumda olan fakir kimselere verir. Mevta çok zengin bir kimse ise, bu borçları tam olarak çıkarılıp fakirlere verilir. Eğer fazla zengin değilse bir din kardeşine karşı merhameten “kabultü ve vehebtü,” der. Bu şekilde alındığında o kendi malı olur. Vehebtü diye tekrar iade ettiğinde ikinci kişiye vermiş olur. Bu kesinlikle hile-yi şeriyye değildir. Bir din kardeşine karşı merhameti ve onu sıkıntıdan kurtarmaya yönelik kardeşçe bir harekettir. Şunu da itiraf etmeliyim ki namaz ve oruç keffaresi, yemin ve nezir keffaresi eğer ödenecekse bilhassa zekât verilecekse, bunlar fakirin hakkıdır, fakire verilmelidir. Bunda zenginin hakkı yoktur. Eğer zengin bir kimse bunu alırsa, bu fakirin hakkına bir tecavüzdür. Fakir kimseye yapılmış bir zulümdür. Çünkü zengin, kendisi zekât verecek durumda olan kimsedir. Hatta zekât verilirken, zekât verilen kimse zenginse, nisaba malikse bu durumunu bildiği halde ona zekât veriyorsa bu zekât sayılmaz, zekât vermiş olmaz. Bir misal vermek gerekirse, adam diyor ki ben zekâtımı devamlı falan hocaefendiye veriyordum, bu hocaefendi şu anda zengin duruma gelmiş olsa da, zekât verecek durumda ise de vermesem olmaz diye bile bile verse, işte bu kesinlikle zekât nev’inden sayılmaz. Zekâtı, almayı âdet haline getirip fakirlikten kurtulan aynı kişiye vermek caiz değildir. Aslında nisaba malik olan kimse kendisi de o zekâtın câiz olmadığını biliyor. Böyle bildiği halde nisâba malik olan kimsenin zekât alması haramdır. Çünkü bu hali fakirin hakkına tecavüzdür. Zekât ve diğer kefaret borcunun karşılığı olan para, mal, mülk her ne ise mutlaka fakire verilmelidir. Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de de buyurduğu:


اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ
(Tevbe/60)

Sadaka, fakir ve miskinlere aittir. Bunlar sadaka aksamındandır.
Peki niçin fakir ve miskinlere veriliyor da zenginlere verilmiyor. Eğer bu zekât zengine verilse, onun kalbine bir sürûr bir sevinç gelmez. Çünkü zengin, bir sıkıntısı yok ki. Fakat bu zekâtı sıkıntısı olan fakru zâruret içinde kıvranan, çoluk çocuğun giyecek, yiyecek ve içeceklerini karşılamakta zorluk içinde olan üzgün, mahzûn bir fakire verirseniz, bu zekâtın onda meydana getireceği sürûru düşünün. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in de buyurduğu gibi:


ادﺧﺎل اﻟﺴﺮور ﻋﻠﻰ ﻗﻠﺐ اﻟﻔﻘﲑ ﻳﻄﻔﺊ ﻏﻀﺐ اﷲ

Bir kimse fakirin kalbine sürûrun idhaline (girmesine) vesile olursa, bir fakirin kalbine sürur ve ferah getirmek Allahü Zülcelâl’in azabını söndürür.
Ölen kimse namına verdiğiniz bu mal, fakirin kalbinde bir ferah getirecekse, bu ferah, ölen kimse için Allahü Zülcelâl’in bir gazabı varsa, bu gazabın sönmesine vesile olur. Hülâsa: Bir yakınımız, bir sevdiğimiz kimse vefât etmişse anlattığımız minvâl üzere bu borçları ödersiniz. Fakirleri sevindirir, kalplerine sürurun idhaline gayret sarfedersiniz. Kabirdeki fitne durumu yedi gün sürer. Cuma günü geldi mi o mevtânın üzerindeki ağırlıklar, zahmetler kalkar. Zira Cuma günü huzur günüdür, bu yedi gün mü’min içindir. Münafık için kırk gün veya daha fazla sürer. Bahusus yedi günde yapılacak dualar ve hayır duada bulunacak kimselerin gönlünü almak, ihtiyaç sahiplerini yedirmek içirmek, giyindirmek, onun ruhunu huzur içinde bırakır. Bu yedi gün içinde her an yapılacak hayır hasenat, onun için çok kıymetli birer hediye mesabesindedir. Zira kalbi kırık olan kimselerin duaları makbuldür.

MÜ’MİNLERE MADDÎ – MANEVÎ YARDIM

Aziz Kardeşlerim;
Vefât eden kimse ister bizden küçük, isterse büyük olsun, bizler ile bir hukuku vardır. Bu hukuktan dolayı onun ardından yapmamız gereken nedir acaba? Eğer bu kimse zengin ise, az çok malı mülkü vardır. Vasiyyeti varsa, bu vasiyetini geriye bıraktığı malın üçte birinden yerine getirmek lâzım. Vasiyyeti yoksa, onun ardından yapılacak hayır hasenat mirasçılarının bileceği ve yapacakları şeylerdir. Eğer, ölen kimse zenginse veya etrafı, akrabaları, çocukları zenginse, onun ardından bir şeyler yapabilecek durumda iseler, bunlar da onun ardından onun adına hayır ve hasenatta bulunabilirler. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem döneminde bazı sahabeler bilhassa Saad ibni Muaz gibi sevdiği şahsiyyetlerin, Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) babam vefât ettiğinde cenazesinde bulunamadım. Vefât eden annem için babam için, Allahü Zülcelâl’in rızasını celbedecek ne yapabilirim? diye sorduklarında, Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) onlara “SU” için, yani halkın istifâdesi için, halkın su ihtiyacını karşılaması için su kuyusu veya benzeri çeşme gibi şeyleri yapmalarını tavsiye ederdi. Yalnız başlarına yapamayacaklarsa, müştereken birkaç kişinin yapabileceklerini söylerdi. Sudan sonra yani su hayrından sonra cami gelir. Zira câmi ve mescidler Allahü Zülcelâl’in evleri mesabesindedir. Bu mâbedlere hizmet etmek, hayır yardımında bulunmak, sevab bakımından su hayrından hemen sonra gelir. Veya halkın gidip gelmesine yardımcı olacak, halkın faydalanabileceği köprü, hastane gibi halka maddî, mânevî yarar sağlayacak yerlere yardımcı olmalıdır. Kur’an kursları, ilim yuvaları gibi hayır yerleri, halka maddî, manevî, dinî ve bedenî ilim olarak insanlara hizmet yerleridir. Buralara yardımda bulunmak, sadaka-i cariye aksamından olduğu için, ölen bir kimsenin hayrına yardımda bulunulacak yerlerdir. Allahü Zülcelâl’in rızasına uygun olan, sadaka-i cariye hükmünde olan yerlere yardımda bulunulursa, Allahü Zülcelâl de bu hayırlar karşısında kerem ve ihsanını esirgemiyor, o kişiyi mükâfatlandırıyor.
Âdeta bir fabrikaya hissedar olan kimsenin kendi hissesine düşeni aldığı gibi, bu kimse de bu hayır yerlere yapılan yardımdan dolayı kendi hissesine düşen sevabı alır. Hayatta olsa âmel defterine yazılır, vefât etmiş de kabirde ise, ona da bir hediye nev’inden olarak ruhuna daima varır. Daha evvel anlattığımız gibi melekler tarafından kendilerine bu hediyeleri iletilir. Ancak şuna da çok dikkat etmek lâzım; vereceğiniz mal; zekât ve fitre gibi fakire taallûk eden, fakir fukaranın hakkı olan mal olmasın. Fakirin hakkı olan bu malı gasbedib de bu hayır kuruluşlarına vermeyiniz. Zira bu fakirin hakkıdır. İster burası cami olsun, isterse başka bir hayır müssesesi olsun, demirbaş olan yerlere kesinlikle zekât gibi, sadaka gibi bir malı buralara yatırmak, fakirin hakkını gasbetmektir. Fakirin hakkını fakire vermeyip gasbederek bir başka tarafa yatırıp da ondan bir hayır beklemek, meded ummak akıl işi değildir. Bu hayır yerlerine vereceğin parayı, malı, mülkü kendine has malından vereceksin ki bir fayda sağlasın. Fakirin hakkı olan zekâtı vermeyip de bir fabrikadan alacağın hisseye yatırmış olsan, bunun kime faydası olacak? Vefât eden akrabana mı, fakire mi, yoksa senin kendine mi? Bunu iyi düşünmek lâzım. Verilen malın, sadaka-i câriye aksamından olması için kendine ait olan maldan, hususi maldan, net gelirinden olması şarttır. Böyle olmazsa hayır yapmış olmaz, bilâkis zulüm işlemiş olur. Bunun başka bir yolu yoktur. Eğer bu zekât ve sadakayı, nisaba malik olan her fert hakkıyla vermiş olsa, bunun da usulüne riâyet etse, ki usulü her ferd kendi etrafından, akraba-i taallûkatından sorumludur, ilk olarak onlara efradına vermesi ve onları doyurması lâzım, onları bırakıp da başka yerlere vermeye cevaz yoktur. Evvelâ onlara, sonra komşularına, köylülerine, daha sonra da kendi memleketinde olanlara verir. Bu şekilde yakından başlayıp uzaktakilere doğru gider. Kendi memleketinde çok muhtaç durumda olanlar varken başka memleketlere gönderilmez bu zekât. Sadece bir zelzele gibi çok acil ve mühim durumlar müstesna. O zaman cevaz verilir. İstisnâî haller dışında tercih yakınlarındır. Hatta çok muhtaç durumda olan akraba-i taallûkatına vermeyip de başka yerlere, uzaktaki kimselere zekât veren kişiyi Allahü Zülcelâl ahirette sorumlu tutar. Akrabaları, kendilerini bırakıp da başka tarafa bu malı veren kişi hakkında davacı olurlar. Bu davacılıkları da Huzurullah’ta geçerlidir. Bu sebepten dolayı bu dünyada muamelemizi düzgün bir şekilde yapmamız lâzım. İşte zengin olanın hali ve ardından yapılması lâzım olan şeyler bunlardır. Yeter ki Allahü Zülcelâl için kendine has olan servetinden yapılsın, o onun ruhuna varır. Fakir hakkını gasbetme ve tevziî ederken adil ol… İkinci olarak bu anlattığımız şekilde sadakai cariye olarak değil de bu maldan fakir fukaraya, zaruret ve sıkıntı içinde kıvranan ihtiyaç sahiplerine vermek, kırık kalbli olanlara, mahzûn olan kimselere verip onların kırık kalblerini tedâvi etmek, o kalblere sürûru dahil etmek, feraha kavuşturmak Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürür. Bu yapılan hayır hasenattan maksad, gaye Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürerek, Allahü Zülcelâl’in rahmetini celbetmektir. Öyle ki turfanda birşeyler çıkar da, fakir fukara çoluk-çocuk görür de alamaz, üzülür. İşte bunlardan alıp verirsiniz onlara. Güzel bir yemekten de ihtiyacı olana verilirse kabirdeki yakınına aynen ikram edilir. Kabir âlemi apayrı bir âlemdir. Orasını bir çukurdan ibaret sanmayalım. Orası berzâh âlemidir. Allahü Zülcelâl sevdiği bir kulunun, son anda güzel bir hal üzere gitmiş olan kulunun kabrini, en azından bir fersah genişletir. Bu berzâh âlemindeki hal, durum bu gözle görülmez. Ancak keşif erbâbı bunu görebilir. O ölünün iyi halini gördükleri gibi, keşif erbâbı onların azab durumlarını da görebilir. Hatta Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem devresinde sahabenin biri gece bir yerde konaklamış. Konakladığı yerde yatarken, yattığı yerden, yerin altından bir sesler gelmiş, bu sese kulak vermiş bir de ne görsün, Mülk Suresini yani Tebâreke sûresini baştan sona kadar okumuş. Ertesi günü Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) gelerek özür dilemiş ve Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem)! Orada kabrin olduğunu -kabrin bulunduğunu- bilmiyordum, o konakladığım ve gece yattığım yerin altından böyle bir ses geldi ve Tebâreke’yi okuyordu dediğinde Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: “O sûre öyle bir sûredir ki, o sûre maniâdır, münciyedir. O, okuyanın başına gelecek felâketleri menetmeye, sahibini korumaya çalışır. Bu surenin herkesin, ümmetimin hafızasında olmasını arzularım.” buyuruyor. Eğer, kişi zengin değil de malı mülkü ancak kendisine yeterli ise, bu durumdaki kimse için de hayır duada bulunmak, istiğfarda bulunmak, mağfiret talep etmek lâzımdır, manevî olarak. Ayrıca, onun ruhuna Kur’an okumalıdır. Fakir fukaraya hayır olarak, sadaka olarak vermek için hiçbir maddiyatı yok. Bu durumda olan kimse için yapacağımız şey, onun ruhuna Kur’an okumaktır. Efendim ben Kur’an okumasını bilmiyorum ki okuyayım, demek de yanlıştır. Zira Fatiha’yı, İhlâs’ı bilmiyor musun, bunu bilmeyen var mı? Elbette ki yoktur, bunu herkes bilir. Çünkü Allahü Zülcelâl bu hususta öylesine teshilat (kolaylık) vermiştir ki sevab bakımından, kıymet ve değer bakımından çok büyük; lâfız olarak da çok kısa ve ezberlenmesi kolay olan bu sûreler, hemen hemen herkesin hafızasındadır. İşte bu sûreleri yâni bir Fatiha’yı, üç İhlâs’ı okuduğunda âdeta bir hatim sevabı veriyor. Hatim sevabı denince Kur’an’ı baştan sona kadar okuyan bir kimseye harf başına verilen sevabın aynısı değil. Her hatim inen kimseye hatmin sonunda Allahü Zülcelâl kerem ve ihsanından bu hatim inen kimseye bir hediye verir. Üç defa İhlâsı okuyana da Allahü Tealâ bir ikramda bulunur. İşte hatim sevabı verilir denmesi bu yöndedir. Yoksa Kur’an’ı baştan sona kadar okuyan ile aynı sevabı alır demek değildir. Tam hatim inen kimsenin harf başına aldığı sevab bundan müstesnadır. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduğu: Kur’an okuyan kimseye Allahü Teâlâ’nın vaadi harf başına on sevabtır. Eğer Kur’an okuyan kimse abdestsiz olarak ezbere okuyorsa, harf başına on sevab alır. Eğer abdestli olup, kıbleye dönüp diz üstü oturmuş olarak okuyorsa, hürmet ve kıymet vererek, buna da harf başına yirmi beş sevab verilir, Namazda okuyorsa, harf başına yüz sevab verilir. Eğer namazı oturarak kılıyorsa, buna harf başına elli sevab verilir. İmamı Ali’nin (r.a) verdiği karar ve hüküm budur. Bunun kaynağı da Rasûlüllah’tır (Sallallahu Aleyhi Vesellem). Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) almamış olsa, böyle bir hüküm ve karar veremez. Bundan dolayı bize düşen görev vefat eden kimse fakir ise manevî olarak yardımcı olmamızdır. Onun ruhuna Kur’an okumamızdır. Bazı bedbaht kişiler vardır, bunlar o kadar cefakârdırlar ki, Kur’an okumak ölüye fayda vermez, Kur’an kabristanda okunmazmış. Okunsa da sevabı ulaşmazmış gibi hezeyanda bulunuyorlar. Bu hususta Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyetiyle biraz malûmat vermeye çalışacağız. Hadisi Şeriflerle ve Mezheb imâmlarının ictihadlarıyla bu hususu izah etmeye çalışacağız.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

ÖLÜNÜN RUHUNA KUR’AN OKUMAK

Aziz Kardeşlerim; Hafız Celaleddin-i Suyuti “Şerhissudur Fi Ahvalil Mevta vel Kubur” isimli eserinde bu mevzu’ ile alâkalı bir fasıl açarak şöyle buyuruyor:


اﺧﺘﻠﻒ وﺻﻮل ﺛﻮاب اﻟﻘﺮاﺋﺔ ﻟﻠﻤﻴﺖ ﻓﺠﻤﻬﻮر
اﻟﺴﻠﻒ واﻷ ﺋﻤﺔ اﻟﺜﻠﺜﺔ ﻋﻠﻰ اﻟﻮﺻﻮل

Yani, meyyit için okunan Kur’an-ın sevabının ona ulaşması veya ulaşmaması hakkında ihtilâf olundu. Cumhuru selef yani seleflerimizin tamamı ittifakla, eimme-i selâse yani İmamı Âzam, İmamı Malik ve İmamı Ahmed okunan Kur’an meyyit’in ruhuna vasıl olur diye hüküm ve karar vermişlerdir. Ancak İmamı Şafîi’ye göre Celaleddin-i Suyyuti de Şafii olduğundan; bizim imamımızın, bu hususta şu âyete istinaden bir tevakkufu bir durgunluğu vardır, diyor:

وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ
(Necm/39)

“Kişi ancak kendi sa’yinin (çalışmasının) karşılığını alır.” buyuruyor. Buna istinaden güya kişi başkasından faydalanmayacaktır. Bu Âyeti Kerime üzerinde biraz duralım. Müfessirlerin görüşlerini kısaca maddeler halinde zikredelim.
a) Bu âyetin mensuh olduğunu söylemişler.
b) Bu âyet Ümmet-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem hakkında değil, geçmiş ümmetler ile alâkalıdır. Bunu nesheden ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmeti hakkındaki âyeti kerime şudur:

أَلْحَقْنَا بِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَا أَلَتْنَاهُم مِّنْ عَمَلِهِم مِّن شَيْءٍ
كُلُّ امْرِئٍ بِمَا كَسَبَ رَهِينٌ

(Tur/21)

c) Bu âyeti kerimeden de açık bir şekilde anlaşıldığı gibi, âkıl-bâliğ olmadan ölmüş olan mü’minlerin çocukları, anne ve babalarının amelleri ile, anne ve babalarının âmellerinin durumuna göre, hangisinin sevabı çoksa, çok sevabı olanın sevabı nisbetinde sevab veriliyor ve hiç çalışmadan cennete girebiliyorlar. Bu çocukları o cennete girdiren âmel, kendi âmelleri değildir. Gayrının sâyi, çalışması ile cennete giriyorlar. Ulemanın dediği şudur: İlâhî adalet mutlaka tecelli eder. Bir kimseye, bir başkasının yaptığı işlediği hatadan, günahtan dolayı azab edilmez. Allahü Zülcelâl bir kimseye, başkasının cezasını ve azabını yüklemez. Bu adalet yönünden böyledir. Fakat Allahü Teâlâ’nın kerem ve ihsanı sonsuzdur. Hele bilhassa ümmeti Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’e karşı ikrâm ve ihsânı hudutsuzdur.
d) Meyyit için verilen sadakanın ona faydası vardır ve azabtan kurtulabilir. Bu icma ve sünnetle de sabittir.
e) Üzerine farz olan hac vazifesi, velisinin onun yerine hac etmesiyle meyyitin üzerinden sakıt olur.
f) Nezredilmiş hac ve nezredilmiş oruç başkasının yapmasıyla meyyitten sakıt olur.
g) Buradaki insan’dan maksat mü’min değil, kâfir olan kişi demektir diye de söylemişler.
h) Bunlar bir hediye kabilinden meyyitin ruhuna ulaşır.
Bunun böyle olduğundan hiç şüphemiz yoktur. Ehli imân olmak şartıyla “kurretul ayn” durumunda olan çocukların, gözleri arkalarında kalmasın diye, ferah duysunlar diye anne ve babalarının amelleri ve sevablarıyla cennete girerler. İşte bu isbatıdır.
Hatta İmamı Nevevi’nin de bu hususta bir hükmü ve kararı vardır. Şöyle buyuruyor:


: ﻗﺎل اﻣﺎم اﻟﻨﻮوى رﲪﻪ اﷲ ﺗﻌﺎﱃ ﰱ ﺷﺮح اﳌﻬﺪب
ﻳﺴﺘﺤﺐ ﻟﺰاﺋﺮ اﻟﻘﺒﻮر ان ﻳﻘﺮؤﻩ ﻣﺎﺗﻴﺴﺮ ﻣﻦ اﻟﻘﺮأن
وﻳﻬﺪﻳﻪ ﳍﻢ ﻋﻘﺒﻪ ﻧﺺ ﻋﻠﻴﻪ اﻟﺸﺎﻓﻌﻰ واﺗﻔﻖ ﻋﻠﻴﻪ
اﻻﺻﺤﺎب وزادوا ﰱ ﻣﻮﺿﻊ آﺧﺮ ان ﺧﺘﻤﻮا اﻟﻘﺮأن
ﻋﻠﻰ ﻗﱪ ﻛﺎن اﻓﻀﻞ

Yani, Kur’an’dan kolay olan (âyet ve sureleri) okuyup (ölülerin) ruhuna hediye etmek, kabirleri ziyâret edenler için müstehabtır.
İmamı Şafiî ve eshâbı (yani Şafiî fakih ve müctehidleri) bu hususta ittifak halindedirler. Hatta kabir başında, kabir üzerinde Kur’an’ı hatim etmenin daha faydalı, daha efdâl olduğunu da söylemişlerdir. İmamı Ahmed bin Hambel’in (r.a), bu hususta önceleri bir teredüdü vardı. Kabrin üzerinde Kur’an okunup okunmayacağı hakkında tereddüd ediyordu. Ne zaman ki Ensâr devresinde kabrin üzerine gidip vefât eden kimsenin ruhuna Kur’an okuduklarını görünce (tam olarak tesbit edince) o da kabir başında, diğer imamlar gibi, okunacağını kabul etmiştir.
Zira bu hususta İmam-ı Şafiî şöyle buyuruyor:


ﻛﺎﻧﺖ اﻻﻧﺼﺎر اذاﻣﺎت ﻢ ﻣﻴﺖاﺧﺘﻠﻔﻮا ا ﻗﻩ
ﻳﻘﺮؤن ﻟﻪ اﻟﻘﺮأن

Yani Ensâr devresinde, onların bir meyyitleri olduğunda (devamlı değiştirmek suretiyle) onun kabrine birisi gider birisi gelir, bu şekilde devamlı Kur’an okurlardı.
Ebu Muhammed -es- Semerkandi İhlâs sûresinin fazileti hakkında yazdığı kitabında şöyle buyuruyor: Hz. Ali’den (r.a) Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu (mer’fu’an) zikrediyor.


ﻣﻦ ﻣﺮﻋﻠﻰ اﳌﻘﺎﺑﺮ وﻗﺮأ ﻗﻞ ﻫﻮاﷲ اﺣﺪ اﺣﺪى وﻋﺸﺮ
ﻣﺮة ﰒ وﻫﺐ أﺟﺮﻩ ﻟﻸﻣﻮات اﻋﻄﻰ ﻣﻦ
اﻻﺟﺮﺑﻌﺪاﻷﻣﻮات

Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurduğuna göre, “Bir kimse bir kabristanlıktan geçerken o anda onbir kere İhlas’ı okuyup bunun sevabını onlara bağışladığı takdirde (o) kabristanlıkta bulunan ölüler adedince kendisine de sevab veriliyor.”
Ebu Hureyre’den (r.a) mervî’ bir hadiste şöyle buyuruyor Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Bir kimse kabristanlığa girdiğinde bir Fatiha, üç İhlâs, bir defa da Elhâkümüttekâsür” surelerini okuyup, Ya Rabbi okuduğum bu sûrelerden hasıl olan sevabı bu mevtaların ruhlarına hediye ediyorum dese, -tabii ki bu ölülerin mü’min olması şartıyla- o kabristandakiler ona şefaatçi olurlar. Onun yararı ve faydası için Allahü Zülcelâl’e yalvarırlar ve taleb ederler.
Kişi, Kur’an’dan okuduğu âyetleri sureleri ruhlarına bağışlayacağı kişileri ayrı ayrı saymasa da, imânlı giden kardeşlerimin ruhlarına bağışladım dese dahi yine tamamdır, onların ruhlarına varır.

Bir Hadisi Şerif daha:


اﺧﺮج ﻋﺒﺪاﻟﻌﺰﻳﺰ ﺻﺎﺣﺐ اﳋﻼل ﺴﻨﺪﻩ ﻋﻦ اﻧﺴﻰ
رﺿﯩﺎﷲ ﻋﻨﻪ ﻋﻦ رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﯩﺎﷲ ﺗﻌﺎ ﻋﻠﻴﻪ وﺳﻠﻢ
ﻗﺎل ﻣﻦ دﺧﻞ اﳌﻘﺎﺑﺮ ﻓﻘﺮأ ﺳﻮرة ﺑﺒﺲ ﺧﻔﻒ اﷲ ﻋﻨﻬﻢ
وﻛﺎن ﻟﻪ ﺑﻌﺪد ﻣﻦ ﻓﻴﻬﺎ ﺣﺴﻨﺎت

Enes ibni Malik (r.a) Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’den:
Yani “Kim kabristanlığa girdiğinde Yâsin Suresini okursa Allahü Teâlâ o ehl-i iman mevtaların tamamına bir tahfifat verir ve o Yasin’i okuyan da o kabristanlıktaki mevta adedince sevab alır.” Bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruluyor:

وﻗﺎل اﻟﻄﱪى ﰱ ﺣﺪﻳﺚ ﺻﺤﻴﺢ: اﻗﺮأ ﻋﻠﻰ ﻣﻮﺗﺎﻛﻢ
ﻳﺲ ﻫﺬاﳛﺘﻤﻞ ان ﺗﻜﻮن ﻫﺬﻩ اﻟﻘﺮاءة ﻋﻨﺪاﳌﻴﺖ
ﺣﺎل ﻣﻮﺗﻪ وﳛﺘﻤﻞ ان ﺗﻜﻮن ﻋﻨﺪ ﻗﻩ

İmâmı Taberi sahih bir Hadisi Şerif’te:

اﻗﺮؤا ﻋﻠﻰ ﻣﻮﺗﺎﻛﻢ ﻳﺲ

Yani: “Mevtaların üzerine Yasin’i okuyunuz.” Hadisini izah ederken, “Sekerat halinde olan kişiye okunduğu gibi kabri başında da okunur” buyuruyor. Zira sekerat halindeki kimse üzerine okunursa o kimseye –o zor anında- hafiflik verir -o andaki sıkıntısı hafifler-.
İmamı Ahmed bin Hanbel ve diğer büyük zatların dediği gibi: “Yasin’in okunduğu yere ister sekerat halinde olsun, ister mevtânın kabri üzerinden okunsun, o mevtâya bir hafiflik verir, rahmet yağmur gibi yağar… Bu hadisi şerifte her ne şekilde okunursa okunsun, Yasin’in hayrat ve bereketiyle Allahü Teâlâ bir tahfifat (bir kolaylık) veriyor.

ﻗﺎل ﻋﺒﺪاﳊﻖ ﻋﻦ اﲪﺪ اﺑﻦ ﺣﻨﺒﻞ ﻗﺎل اذا دﺧﻠﺘﻢ
اﳌﻘﺎﺑﺮ ﻓﺎﻗﺮؤا ﻓﺎﲢﺔ اﻟﻜﺘﺎب
واﳌﻌﺎوذﺗﲔ وﻗﻞ ﻫﻮاﷲ اﺣﺪ واﺟﻌﻠﻮا ذاﻟﻚ ﻷﻫﻞ
اﳌﻘﺎﺑﺮ ﻓﺎﻧﻪ ﻳﺼﻞ اﻟﻴﻬﻢ

Abdulhak; İmam-ı Ahmed ibni Hanbel’den mervî olarak şöyle buyuruyor: “Bir kabristanlığa girdiğinizde Fatiha’yı, Muavvizeteyni (Felak-Nas) ve İhlâs suresini okuyun, sevabını o kabir ehline bağışlayın. Çünkü bunların sevabı onların ruhlarına vasıl olur.”
İmamı Kurtubi de şöyle buyuruyor: Kur’an okunduğu zaman okuyan nasıl sevab alırsa, bunu dinleyen de sevab alır. Buradaki dinleyenler nasıl sevab alırsa, kabir ehli de bu sevabtan dinleme nasibini alır. Âyeti Celile’de şöyle buyuruluyor:

وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
(A’raf/204)

Yani “Kur’an’ı okuyan da, ona kulak veren dinleyen de Allahü Zülcelâl’in rahmetine nail olur.” Bazıları; Efendim sevabı vasıl olmaz, ölünün ruhuna gitmez, diyenler bile bu Âyet-i Celile karşısında inkâr fikirlerini açık açık diyemiyorlar. Bunu tam olarak inkâr edemiyorlar. Kur’an’ı okuyana on sevab varsa, dinleyene beş sevab vardır. Velev ki bu misilli olsa dahi onlara duyduklarından dolayı beş sevab veriliyor.
Yine İmamı Kurtubi’den rivâyetle şöyle denilmiştir: “Bazı cemaatlarda derler ki: Allahü Zülcelâlin kereminden esirgemeyin, Allahü Zülcelâl o kadar kerem sahibidir ki, okuyana verdiği sevabı dinleyene de verir, bunu çok görmeyiniz.”
Fetevay-ı Kadıhan isimli eserin sahibi, bunun müellifi İmam-ı Azam’ın mezhebinden yüksek kademeli bir fakihtir. Bir âlim, bir müctehiddir. Şöyle buyuruyor: Bir kabristana girdiğinizde, orada kabri bulunan kabir sahibi ile bir ünsiyet olsun diye oturur Kur’an okursanız, bu şekilde olması tercihlidir, böyle olması halinde bunun bambaşka bir hayrı ve sevabı vardır. Şâyet böyle değil de okuyup sadece bir sevab olarak gönderecekse, nerede olursa olsun, okuduğu Kur’an’ın sevabı mevtânın ruhuna gider, mesafenin uzak olması yakın olması fark etmez buyuruyor.
İmamı Kurtubi ve diğer âlim ve zatlar, ölülerin ruhuna Kur’an okunmaz, okunsa da sevabı gitmez diyenlere karşı şöyle buyuruyorlar: Şunu hepimiz biliyoruz ki, Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem; azab çekmekte olan iki kabrin başına kurumamış, yeşilliğini kaybetmemiş iki çubuk, iki fidan dikiyor. Çünkü o yeşilliğini kaybetmemiş fidan, bu halini korudukça tesbih getirirler, bazı kabirlerin ehli olanlarda yeşilliklerinden faydalanırlar ve azabları azalır buyuruyor. Kabir azabı da umumiyetle şu üç sebepten ileri gelir:
I) Nemime (Nemmamcılık),
2) Gıybet,
3) İstincaya dikkat etmemek. Yani küçük abdeste dikkat etmemek. İşte Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu iki kabirdeki mevtaların azab çektiğini görünce bu yeşilliği alıp kesmiş ve o kabirlerin başına dikmiş. Bunların bu yeşillikten faydalanacaklarını, bu yeşilliğin tesbihi sayesinde azablarının hafifleyeceğini ilân etmiştir. Peki Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu tutumu gâyet açık bir şekilde ortada iken, bir çubuğun bir yeşilliğin tesbihi mevtaya fayda veriyorsa, nasıl olur da kabri başında okunan Kur’an, Kelamullah fayda vermez? Allahü Zülcelâl izân ve şûûr versin... Bu hadisi şerifi hiç kimse inkâr etmiyor. Müteaddid yerlerde geçiyor. Çok sağlıklı, sıhhatli bir hadistir. Bu hadisi şerife dayanarak bir çok kimseler kabirlerine yeşillik dikilmesini vasiyet bile etmişlerdir.
Aziz Kardeşlerim, bu mevzû’ hakkında ehli sünnet vel-cemaatin görüşleri budur. Anlamak isteyene bu âyetler ve hadisler yeter de artar. Ama enaniyyet sahibi olan, belirli davalar peşinde koşan ve bu mevzûu kendi istek ve arzularına göre yorumlamak isteyenlere bir diyeceğimiz yok. Onları kendi enaniyyetleri ile baş başa bırakıyoruz. Bu âyet ve hadisleri dikkati nazara almıyorlarsa geçersiz sayıyorlarsa, “bunları Allahü Zülcelâl ıslah etsin” den başka diyecek bir şey bulamıyoruz. Allahü Zülcelâl cümlemize şûûrlu birer Müslüman olmayı nasib etsin. Hakkı Hak bilib Hakka tabi olanlardan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan içtinab eden kullarından eylesin. Âmin...
Aziz kardeşlerim; bu mevzûu çok geniş bir mevzûudur. Bu hususta yazılmış kitapların te’lifatlarının sayısı bir hayli fazladır. Bütün teferruatıyla anlatmaya kalksak buna ömür yetmez. Kişi kabre girdiği zaman âmel durumuna göre muhtelif halleri alacaktır. Rabbimiz hepimizi kabirde rahat eden hayırlı âmel sahiblerinden eylesin. Âmin...
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

KABİR HALLERİ

Bu husustaki şu hadisi şerif muhtelif rivâyetlerle sabittir. Biz aşağıya Cabir ibni Abdullah’tan
(r.a) rivâyetini sizlere zikretmek istiyoruz.


عن جابر ابن عبداالله (ر.ع) قال:قال رسول االله
صلىاالله عليه وسلم حسنوا أكفان موتاكم فام
يتباهون ويتوازرون فيهم. وكذالك اخرج المسلم فى
صحيحه عن رسول االله صلىاالله عليه وسلم: قال
اذاوفى احدكم اخاه فاليحسن كفنه

Hadis Meâli:
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem,
mevtâlarınızın kefenlerini güzelleştirin, buyuruyor.
Yani, temiz ve güzel olmasını tavsiye ediyor. Ki
bundan anlaşılan, kefenlerin hem maddî yönden,
hem de manevî yönden temiz olmasıdır. Yani o
kefende necâset olmaması ve o kefenin haram
para ile de alınmış olmamasıdır. Eğer bu minvâl
üzere olması gerekmemiş olsaydı Hz. Sıddık(r.a)
ile Hz. Ömer(r.a) kefenlerinin temiz olması hususunda tenbihatta bulunmazlardı. “Bizi kefenleyin,
ahım şahım olmasına gerek yok, eğer Allah’ın salih
kullarından isek, Allahü Teâlâ o kefeni bizim üzerimizden derhal değiştirir. Eğer salih kullarından
değil isek, daha beterine uğrarız”, buyuruyorlar.
Allahü Zülcelâl hepimizi korusun. Âmin.


حديث آخر اخرج الترمذى وابن ماجه وابن ابى
الدنياوالبيهقى فىالشعب الايمان عن ابى قتادة قال
قال. رسول االله صلىاالله تعالى عليه وسلم اذاوفى
احدكم اخاه فاليحسن كفنه فام يتزاورون فيهم

Hadis Meali:
İmamı Tirmizi, İbni Mâce, İbni Ebüd-Dünya,
Beyhaki, Şûabul İman isimli kitapta Ebu Katade’den şu hadisi rivâyet ediyorlar: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Kefeniniz
düzgün ve güzel olsun, zira kefenli olarak kabirde
birbirinizi ziyâret edersiniz.”
Kabirdeki başka bir hal: Bir kimse bu dünyada iken heveslenerek Kur’an tâlimine başlarsa,
ister bu tâlim hafızlık için olsun, ister sırf okumak,
öğrenmek için olsun, bu kimse bu tâlimi bitirmeden
ölürse, Allahü Zülcelâl bir melek gönderir ve kendisine o Kur’an’ı tâlim eder. Kabrinden kalktığı zaman Kur’an’ı okuyan veya ezberlemiş biri olarak
kalkar.
Bu hususta da değişik rivâyetlerle birçok
hadisi şerif var. Meselâ:


عن ابى سعيد الخدرى عن رسول االله صلىاالله تعالى
عليه وسلم قال: من قرءالقرأن ثم مات ولم يستظهره
اتاه ملك يعلمه فى قبره فينق االله فقد استظهره


Hadisin meali:
Bir kimse bu dünyada iken Kur’an’a başlamış fakat bitirememiş ve bu minval üzere ölmüş.
Allahü Zülcelâl bu kimsenin kabrine bir melek gönderir, buna Kur’an’ı tâlim ettirir. Bu kimse Huzurullah’a çıkarken Kur’an’ı tâlim etmiş olarak çıkar.
Bir başka rivâyette de hafızlık yönünde şöyle buyuruluyor:


ان العبدالمؤمن اذامات ولم يحفظ القرأن امر حفظته
ان يعلمه القرأن فى قبره حتى يبعثه االله تعالى يوم
القيامة مع اهله

Hadis Meâli :
“Bir mü’min (Kur’an’ı ezberlerken, ezberlemeye başlamış, bitirmeden) vefât etmişse, Allahü
Teâlâ onun hayattayken beraberinde olan hafaza –
muhafaza- meleklerine ona Kur’an’ı ezberletmek
için emir verir. Hatta ki bu kimse kıyâmette kalktığı
zaman Kur’an ehliyle yani hafızlarla beraber haşredilir.” buyuruyor.
Diğer bir rivâyette de Rasûlüllah sallallahü
aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:


ان المؤمن اذامات وقدبقى عليه شيئ من القرأن لم
يتعلمه بعث االله له
ملئكة يحفظونه مابقى عليه منه حتى يبعث من قبره


Hadis Meâli:
Bir mü’min Kur’an ezberlerken bitirememiş,
üzerinde kalmışsa, melekler ona kalan bölümünü öğretir, ezberletirler. O kimse mahşer günü
haşredilirken yine Kur’an ehliyle beraber haşredilir.
Kefenin güzel olmasına gelince, Hz. Sıddık’ın (r.a) istediği kefenin pahalı, debdebeli, pırıl
pırıl parlaması değil, onun maddî ve manevî pisliklerden arınmış olması, temiz olmasıdır. Zira o kefen öyle fazlaca üzerimizde kalmaz, onu değiştirirler. (Onun hali, nasıl olacağı, âmelimiz ve Allahü
Teâlâ’nın takdirine kalmıştır.)
Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem)
ashabından “Seyfiyul Ğaffari” vefat edeceğinde
şöyle buyuruyor: “Benim kefenimi üzerimdeki gömleğimi yapın, kefen olarak bununla yetinin.” diye
emir buyuruyor. Kızı Aliye bu mevzuda babası
hakkında şöyle anlatıyor: “Babamızı defnettik, ertesi gün kabrine gittiğimizde onun kefenini (giydirdiğimiz gömlek) kabrin dışında gördük. Zira biz
babamızı uzun gömleğiyle gömmek istemedik,
güzel bir kefenle gömmek istemiştik, babamız bu
şekilde gömülmesini vasiyet ettiğinden böyle
gömmüştük.” diyor.
Mü’mine verilecek kabir nîmetlerinden biri
daha:
Tefsir ve hadis erbâbı ki İbni Cerir, İbni Ebi
Hatim, Hafızul Münzeri ve Hafız Ebu Naim Elİsfehâni, bunların dördü de şu âyeti celile hakkında
şöyle buyuruyorlar:


فَلِأَنفُسِهِمْ يَمْهَدُونَ
(Rum/44)

“Kendi nefislerinden yani âmellerinden mütevellid
kendilerine bir yatak gelecektir” diye buyuruyorlar.
İmamı Mücahid de bu âyete şöyle mana veriyor: (Kabirde âmeli salih olanların rahatı için) bunlara bir yatak, bir sergi serilecektir. Bazı müfessirler
de; o yatağı düzeltecekler, düzgün bir hale getirecekler, diye buyuruyorlar. Hatta İbni Ebüd-Dünya
ile İmamı Beyhaki Ebu Hureyre’den rivâyetle
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu söylerler:


يقال للمؤمن فى قبره ارقدرقدة العروض

Hadis Meâli:
Yani Mü’min olan bir kimse (kabirde) o yatak düzeltilip hazırlandıktan sonra: “Bir gelinin yatağına yattığı gibi, yatağına yat.” diye söylerler.
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

KABİR ÂLEMİ VE RUHLARIN MAKAMLARI

Ruhlar âlemine gelince, sorulan sorulara göre verilmiş değişik cevablar vardır. Kimileri ruhlar kabirdedir diyorlar. Kimisi arşın altında, kimisi cennette, kimisi cennet dışında, kimisi anasır-ı erba’ada, kimileri de daha aşağılardadır diye buyurmuşlar. Tabiî ki bunları söylerken Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hadislerine dayanarak söylemişler. Bunların tamamını burada zikretmek mümkün değil.
Biz burada en güzel ve veciz bir halde bu mevzuyu beyan eden İMAM-I NESEFİ’nin (r.a) görüşlerini alacağız. Bahrul Kelâm sahibi İmamı Nesefi toplu bir halde gâyet güzel bir şekilde bu mevzuuda hüküm ve karar vermiştir. Zaten kendisi
de çok meşhur Hanefi ulemâsından bir zattır. Aynı zamanda usul sahibidir (Şerif-i Cürcani de benzeridir). Bahrul Kelâm isimli eserinde şöyle buyuruyor:Ervah yani ruhların (hali) beş vecih üzerinedir.
Mü’minlerin ruhları ise dört vecih’dir. Yani Mü’minler için dört vecih ayırmıştır.

İMAM-I NESEFİ’YE GÖRE RUHLARIN DURUMLARI.:

BİRİNCİ VECİH:
Enbiya ruhlarıdır. Enbiya ruhları kabirlerinden arşa çıkarılırlar. Yani cennete varırlar. Allahü Teâlâ bunlara yepyeni bir vücûd, ki bu vücûd miskten ve kâfurdandır, böyle bir vücûd verir. Eski vücûdlarına denk olacak derecededir bu vücûd. Bu vücûdları ruhaniyyetleri ile birlikte cennete girerler, cennetteki bütün nîmetlerden istifâde edebilirler, yiyip içebilirler. Gündüzleri bu minvâl üzerinedir. Geceleri ise; arşın altında kandilleri vardır. Bu kandiller âdeta bir yuva durumundadır. Geceleri de buralarda barınırlar ve bu şekilde geçinir giderler.

İKİNCİ VECİH:
Sıddîkin ve şüheda ruhlarıdır. Bu şehit ruhları, yeşil veya beyaz bir kuşun içinde, hafsalasında olarak bu kuşlar ile cennete girerler. Böylece bu ruhlar da cennetteki nîmetlerden faydalanırlar, yemede içmede olurlar. Onlar da daha alt kâdemedeki kandillerin içine, âdeta yuvaya girercesine girer ve oralarda barınırlar. Sıddîkin seviyesindeki şühedâ, Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) devresindeki şehitllerdir. Diğer devirlerin şehitlerinin ruhları da kendi derecelerine göre muhtelif makam alırlar.

ÜÇÜNCÜ VECİH:
Müttakîn ruhlarıdır, 3. gökten 7. göğe kadar çıkabilirler (yani müttakî mü’minlerin ruhlarıdır). Bunların ruhları herhangi birkuşun hafsalasına veya içine girmez. Sadece ruh olarak kendi makamına çıkarlar. Oradan sadece cennet nîmetlerini, cennetin güzelliklerini seyrederler. Cennetin nîmetlerini yeme içme bu ruhlar için söz konusu değil. Bunlar, o nîmetlerden önceki ruhlar gibi faydalanamazlar, sadece seyredebilirler.
Böyle olmasının sebebi: Enbiyanın mayaları tıynetleri cennettendir. Masum durumları vardır, isyanları söz konusu değildir. Zira böyle olmasa vücûden cennete giremez. Gerek Peygamberimiz sallallahüaleyhi ve sellem, gerekse diğer rasuller ve nebiler bu anlattığımız vücut şekli ile ruh birleşir, bu şekilde cennete girer. Zira ruh tek başına cennete girip
oradaki nîmetlerden faydalanamaz. Zira ruh lâhutidir, âlemi emirdendir. Tek başına yemesi ve içmesi yoktur. Bu ruh mutlaka bir vücudun içine girmesi lâzım ki, o vücûdun yiyip içtiğinden lezzet alsın.
İşte Enbiya ruhları bu minvâl üzere âdeta bir vücûd görüntüsü ile cennete girerler, orada yer içer ve o nîmetlerden faydalanırlar. Fakat bu vücûdlar yiyip içtikleri şeyleri ifrazât yapmazlar.
Şüheda ruhlarının kuş karnına, kuşun içine girip o şekilde cennete girmelerinin sebebi, kuşlar yiyip içerler de onlar da lezzeti bu yönden (bu yoldan) aldıklarındandır. Çünkü ruh tek başına kalsa lezzet alamaz.
Üçüncü derecede yalnız ruh olarak duruyor.
Bir kuşa veya vücuda girmiyor. Bu sebepten bu ruhlar sadece bakmakla ve seyretmekle yetiniyor, alacakları lezzeti bu yönden alıyorlar.

DÖRDÜNCÜ VECİH.:
Bu ruhlar birinci gökten 3. göğe kadar çıkabilen ruhlardır. Kendi kâdemelerine göre kendi mertebesi nerede ise oraya kadar çıkabilen ruhlardır. Fakat çok âsi olan ruhlar 1. göğe kadar bile çıkamazlar. Yani anasır-ı erbaanın üstünde göğün altındadırlar. Vakitlerini burada bu minvâl üzere geçirirler.
Peki ruhların kâbirleri ile bir alâkaları yok mu? Hepsi kendi makamına yükselince kabir ile irtibatı tamamen kesiliyor mu?
Hayır, bu itirazlara cevabımız:
Evet, bu zatların söylediklerinin hepsi doğrudur, ruhlar kendilerine ait yerlere makamlara çıktı diye kabirlerinden irtibatı kesmiyorlar, ister ruh azab çeksin, isterse nîmetler içinde, zevkü sefâda olsun. Misâl olarak şunu verebiliriz: Cenabı
Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: “Bir mü’min yatacağı zaman abdest alsın, imkânı olduğu müddetçe abdestsiz yatmasın. Zira ruh, kişi uykuda iken burun yolundan çıkar. Yaz aylarında bile kişi uyurken bir üşüme hissi duyar.
Âdeta vücutta bir boşalma hali olur. Ruhun uzama hali elâstikiyyet hali vardır. (Bundan dolayı bazıları ruhun mahlûk olmadığını söylerler. Tabiî ki bu yanlıştır.) Yedinci göğe kadar hatta arşa kadar çıkar.
Ruhun esas makamı arşîdir, yani o âlemden gelmiştir. Uykuda iken fırsat bulursa buralara kadar çıkar. Arşa kadar çıkınca bu ruha secde etmesi emredilir. Eğer abdestli ise secde etmek nasib olur.
Bu husustaki Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in tavsiyesi şudur: “Nasıl ki uyuyan bir kimseyi uyandırmak istediğimizde âcilen ve sert bir şekilde değil de yavaş yavaş uyarmak suretiyle uyandırın.”
Şuna dikkat ediniz ki arş nerede, o uyuyan kişi nerede. Ruh arşa çıkmış orada secde ediyor, ama o kişi yatağında yatıyor. Kalk dediğimizde hemen toparlanıp kalkıyor. İşte ruhu Allahü Zülcelâl böylesine kabiliyetli yaratmış. Ruhun çok acayip, yaygın, geniş hali vardır. Bu makamlara çıktığında, ruh kabirle olan alâkasını kesmiyor.
Cennetteki nîmetlerden yiyip içtiklerinde kabirde de bundan haz duyuyor. Çürümedi ise bu haz vücûden de duyulur. Eğer çürüdü ise, çürüdüğü halde, toprak olduğu halde, toprakta da bu hazzı duyar.
Gayr-ı müslimler ve onların ruhlarının durumları ise, onların ruhları yerin üstüne çıkamaz.
cehenneme kadar varabilmeleri için siyah kuşların içerisinde olarak cehenneme gider ve cehennem azabını bu şekilde tadarlar ve azab görürler. Bunların azab çekmeleri de bu minvâl Fir’avun ve avanesidir. Diğerleri cehennemin dışında olsalar da azab görürler. Cennetlikler durumlarına göre mükâfatlandırılıyor ve cennetten faydalanıyorlarsa, bu gayr-ı müslimler de durumlarına göre tabaka tabaka olan cehennem ve onun azabıyla azab görürler. Kur’an’da “İlliyyun” diye adlandırılan yüceler, yedi göğün üzerindedir. “Siccîn” dediği de yedi yer tabakasının altındadır. Gayri müslim, âlel küfr ruhlar ise yerden bir karış bile yükselemezler. Onlar da yerin alt tabakalarında yerlerini alırlar. İndikçe azab şiddeti artar ki cehenneme kadar.
Firavun ve avanesi siyah kuşların hafsalasında cehenneme girerler. Hadramuttaki Berhud kuyusu bunların aşağı iniş kapılarıdır. İşte bu minval üzere nîmetlenir veya azab görürler.
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Mirac’a teşrif ederken Musa(a.s)’ı kabrinde görmüş. Kabrinde kendi vücûdu ile namaz kılıyor. Her ne kadar vücûdu çürümemiş olsa da bu hal, Âlemül Berzâh ve Âlemül Misâl durumundadır. Çünkü bu âlemden çıkmıştır artık. Bu âlemden çıktıktan sonra, Âlemül Berzahda yeme içme durumu yoktur, buna ihtiyaç duyulmaz. Eğer yeme içme durumu olsa dahi o andaki vücut yediği ve içtiği şeyleri ifrazat haline getirmez. Yeme ve içme tamamen zevktendir. Bununla yetinirler, açlıktan susuzluktan dolayı yiyip içme ve onu ifrazat haline getirme yoktur. Çünkü bunlar bu âlemle ilgili şeylerdir. Bu Âlemül Berzah’taki hal ve durumları, ancak maneviyâtı basireti açık olanlar görebilir ve durumlarını müşahede ederler. İşte kabirle ruhun irtibatı kesilmediği için bu şekilde nîmetlenir veya azab çeker. Bazıları bir lâmbanın fitilini misal vermiş; fitil lambanın gazından çıktığında söndüğü gibi ruh da vücûddan çıkarsa ölür. O sebeble kabrinden de irtibatı kesmez. Bazıları da Güneşi ve onun ziyâsını misâl veriyorlar. Güneşin şuası, ışını nasıl ki merkeziyle olan irtibatını kesmeden yeryüzüne geliyorsa ruh da kabriyle irtibatını kesmeden gideceği yere gider.
Bazıları da bizim de anlatmaya çalıştığımız gibi ruh’un çok muazzam bir uzama genişleme hali vardır diyorlar. (Cenab-ı Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nerede olduğunu soruyorlar da cevaben, Refiki Âlâda diye cevap veriyorlar. Zaten Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) da son anında şöyle dua etmiştir.


اللهم الحقنى باالرفيق الاعلى

Buradaki “â’lâ illiyin”in en yüce makamıdır.
Yine Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), Allahü Teâlâ benim ruhuma öylesine bir güç vermiştir ki, günlük olarak ne kadar selâm verirlerse versinler, ben bunların hepsine karşılık veriyorum, buyuruyor.
Diğer ümmetlerin mensubları ve yüksek makam sahibi olan sâlihin, sıddıkin, şûheda ve benzeri zatlar, kendi durumlarına göre, bir nebzecik Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nurundan faydalanırlar. Bu mevzuyu daha önce anlatmıştık, onların istifâdeleri yansıtma yönündendir.
(Kendi rasul ve nebilerinin mirascıları olduğundan Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yansıtma olarak bir nur sahibidirler.) Binaenaleyh evliyanın da kabirlerinde az çok bir nur vardır. Sadece selâm vermek ve almakla kalmaz, bunların yardımlaşma ve himmet etme durumları da vardır.
Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in irtihalinden sonra, günümüze gelinceye kadar hayatta olmasalar da çok zor, sıkıntılı anlarda, büyük âfet ve zelzele gibi durumlarda birçok evliyaullah’ın nasıl yardıma koştuklarını inkâr etmek mümkün değildir, seferberlikte de görülmüştür. Bazılarının, her şeye gözlerini kapatarak kendi körlüklerinden dolayı böyle şey olmaz demelerini anlamak mümkün değildir. Şuurlu ve inançlı olanlar, bu evliyaullah’ın, yardım ve himmetlerini hiçbir şekilde inkâr edemez.
Çünkü, günümüze kadar büyük evliyaullah’ın, aksi kimselere zararı da görülmüş, iyi kimseler için yardım ve faydaları da görülmüştür. Hatta Hadisi Kutside de şöyle buyuruluyor.:


من عادلوليا فقد بارزنىباالحرب

Hadis Meâli:
Kim ki benim veli kılmış olduğum kullarıma karşı düşmanlıkta veya nâhoş harekette bulunursa benimle harb ilân etmiş demektir, buyuruyor.
Başka bir Hadisi Kutside de: “Ben onu muharebeye davet ederim.” buyuruyor. İşte bundan dolayı Allahü zülcelâl’in veli
kullarını inkâra kalkışmayalım. Bu velilerin ruhları, diğer avam sınıfının ruhları gibi değil, bunlar arşın altında barınıyor, cennet nîmetlerinden yeşil, beyaz kuşların hafsalasında yiyip içiyorlar. Cennetin dışında olanlar da vardır.
Hülâsa ervah âlemi bu minvâl üzerinedir.
Âlemül Berzahın dışına çıkamazlar. Gökte olsalar da yerde olsalar da Âlemül Berzâh’ın içindedirler. Keşif erbabı bunları görebildikleri, makam ve mevkilerini bildikleri gibi nurlarını da seçebiliyorlar.
Hatta Şeyh Abdulazizi Debbağ Hz. leri diyor ki: Fers şehrinin kabristanlığına bakardım, bazı kabirlerden bir direk misali nurların güçlerine göre yükselip makamlarına kadar gittiğini görürdüm.
Bazen de halk nazarında büyük bir evliya diye tanınanların mezarına bakardım da nur diye bir şey göremezdim, buyuruyor.
Aziz Kardeşlerim; ervah âlemi çok acayib bir âlemdir. Aynı zamanda bu âlemin dışındadır.
Hem şekil verir, hem misâl verir, hem de berzâh…
Bu ruhlar, keşif erbabının ifâdelerine göre; geldikleri yerde iz bırakırlar. Bu iz ruhun haline ve gücüne göredir. Kalın veya ince nurlu yani beyaz veya siyah, bu şekilde bırakmış olduğu izleri dahi anlatıyorlar. Giyimleri de aynı şekilde beyaz veya siyahtır, yani imân ehlinin beyaz, diğerlerininki de siyahtır. Bu ruhları taşıyan kuşların da siyah veya beyaz ya da yeşil olduğunu anlatmıştık.
Abdullah İbni Abbas(r.a) şöyle buyuruyor:
Ne hikmettir ki münazara, her yerde ve her şey arasında vardır. Hatta vücûd ile ruh da mahşer günü münazara eder. Vücûd der ki, ben bir kalıptan ibaretim, benim hiç hatam yok. Ruh da: Benim yeme içme ile alâkam yok, diye (kabahati bedene bulmaya, vücûda mal etmeye çalışır.) Allahü Teâlâ, bir melek gönderip her ikisine de hatada payı olduğunu gösterir. Misal olarak, bir oturak kişi ile âmâ bir kimseyi gösterir. Oturak iyi şeyleri görüyor, âmâ
kişi ise yapmak için gidemez. Âmâ da görmüyor ama hareket ediyor. Faideli bir şey yapmak için her ikisinin de bir araya gelmesi gerekiyor. Beden ile ruh ikisi bir araya gelince bir işlem yapabiliyor, ama zarar ama yarar. Bu sebepten her ikisi de sorumlu tutuluyor.
Allahü Zülcelâl cümlemize ale'l- Hak nâsib eylesin… Âmin…
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

KUL BORCU

Aziz Kardeşlerim; kul borcu hakkında daha
önceki bölümlerde malûmat vermeye çalıştık.
Ehemmiyetine binâen ve bazı kısımlarını biraz daha açmak, izâh etmek lüzumu hasıl olduğundan tekrar bu mevzu’ya değinmek istiyorum. Daha önce de anlatmaya çalıştığımız gibi Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), üzerinde kul borcu olan kimsenin cenâze namazını kılmazdı. O kadar merhametli olmasına rağmen, borcu olan kimsenin cenâze namazını kılmaktan imtina ederdi.
Bunun sebebi: Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir defasında bir kişinin cenâze namazını kılmak için cenâzenin yanına yaklaşmış, tam niyetleneceği zaman niyet almayarak geri çekilmiş ve bu kimsenin borcunun olup olmadığını sormuş.
Borcu var dediklerinde namazını kılmayarak geri durmuş. Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e niçin böyle yaptığını soruyorlar. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Cebrail(a.s) beni bunun namazını kılmaktan nehyediyor, diye buyuruyor. Zira Habibullah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bunun namazını kılmış olsa, Allahü Zülcelâlin bu kimseyi affetmesi lâzımdı. Bu kimsenin üzerindeki hak, kul hakkıdır. Bu hakkın illâ ve illâ alınması, ödenmesi lâzımdır. Bundan dolayı bu gibi üzerinde kul hakkı olan kimselerin namazını kılmaktan imtina eder, o borç ödeninceye kadar onun namazını kılmazdı. Ne zaman ki biri öder veya onun borcunu üstlenir, ödeyeceğine dair kefil olur, o zaman o kimsenin namazını kılardı.
Yine aynen buna benzer bir hâdise şöylecereyan etmiştir. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) döneminde Hz. Ali’nin (r.a) tanıdığı bir kimse vefât ediyor. Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu kimsenin cenaze namazını kılmak için cenâzeye yaklaşıyor. Fakat namazını kılmayıp hemen geri çekiliyor ve bu kimsenin borcu var mı? diye soruyor. Evet, Ya Rasulallah! Bunun iki dinâr borcu var, diyorlar. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) da kendisi kıldırmayıp cemaate, o zaman siz bu kardeşinizin namazını kılın, diyerek geri çekilmek istediğinde İmamı Ali (r.a):
Yâ Rasûlallah! Onun o iki dinâr borcunu ben üstleniyorum, şu andan itibâren o iki dinâr onun değil, benim borcumdur. Onun borcunu ödemek için ben kefil oluyorum dediğinde, Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) tekrar cenâzeye yaklaştı ve namazını kıldı. Bu tutumundan dolayı Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem), İmamı Ali’ye (r.a) hayır duada bulunarak:
Ya Ali! Sen bu dünyada bu kimseyi böylesine büyük bir sıkıntıdan kurtardın, bunun zincirlerini çözdün, bu kimseyi esâretten kurtarıp âzad ettin, Allahü Zülcelâl seni de kıyâmet gününde herhangi sıkıntılı bir hal karşısında kalırsan, senin bu kimseyi kurtardığın gibi, Allah da seni kurtarsın, buyurdu. Orada bulunan Sahabe-i Kiram soruyor: Ya Rasulallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem)! Bu dua sadece Ali’ye mi hastır? diye. Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem): Hayır, yalnız Ali’ye (r.a) has değil: Herhangi bir kimse, bir Müslüman kardeşine karşı aynı şekilde davranır, onu sıkıntıdan, kul borcundan kurtarır, ona kefil olursa, bu hal üzere olan herkes için bu duam geçerlidir, yeter ki Müslümân olsun, buyurdu.
Yine Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) bir defasında bir cenaze namazında, kılıp kılmama hakkında, biraz duraklayarak, “çok şiddetli çok şiddetli”, diye buyuruyor. O andaki üzüntüsünden, kendisine bir şey soramıyorlar. Ertesi günü bir yolunu bulup Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’e niye böyle dediğini ve niçin bu kadar üzüldüğünü sormuşlar. Şöyle buyurmuş, Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Borç, borç” diyor. Sonra da “Hatalarınız az olsun ki, ölüm anınız kolay olsun. Borcunuz da az olsun ki, dışarı çıkarken hür olarak yaşayın. Şöyle buyuruyor:


لاتخيفوا انفسكم بعدأمنها قالوا وماذالك يارسول االله
قال الدين


“Emin durumda iken nefislerinizi korkutmayın.” Emin durumda iken nefislerimizi korkutmak nasıl olur Ya Rasulallah? diye sorduklarında,
Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): “Borç borç” diye buyuruyor.


الحديث الشريف عن ابى سعيد الخدرى رضىاالله عنه
قال سمعت رسول االله صلىاالله تعالى عليه وسلم يقول
اعوذبااالله من الكفر والدين قال له رجل يارسول االله
أتعدل الكفر باالدين قال نعم

Hadis Meâli:
Eba Said-el-Hudri şöyle buyuruyor: Rasûlüllah’tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle dediğini
duydum: “Küfürden ve borçtan sana sığınırım Ya Rabbi.”
Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) öyle buyurunca (oradakilerden) birisi; Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) borcu küfürle yan yana mı koydunuz? diye soruyor. Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da: Evet, diye cevap veriyor.
Eshâbı Kirâm şöyle buyuruyorlar: Bir gün Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cenâzelerin konulduğu yerde oturuyordu. Bir ara göğe (semâya) doğru baktı ve ellerini başına koyarak öylesine müteessir oldu ki... Sonra: “Subhanallah, subhanallah maenzele minetteşdid” “ne şiddetler geliyor, ne şiddetler iniyor” diye buyurdu. O gün Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) üzüntüsünden dolayı böyle buyurmasının sebebini soramadık. Ertesi günü bunun sebebini sorduk. Ya Rasulallah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nedir bu teşdid, niçin böyle buyurdunuz?
Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):
“Borç, borç” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:


والذى نفسى بيده لوان رجلا قتل فى سبيل االله ثم
عاش ثم قتل ثم عاش ثم قتل وعليه دين لايدخل
الجنة الاان يقضى عنه دينه
(رواه النسئ والطبرانى والحاكم بسندصحيح)

Hadis Meâli:
Yani: “Ruhum yed-i kudretinde olan Allahü Zülcelâl’e yemin ederim ki üzerinde borç olan (borcu bulunan) bir kimse, Allahü Zülcelâl yolunda cihâd’a gitse ve şehid olsa, (bu kimse) tekrar hayat bulsa tekrar şehid olsa, tekrar hayat bulsa tekrar şehid olsa, (yani üç defa Allahü Zülcelâl hayat verir tekrar şehid olsa) bu kimse üzerinde borç bulundukça asla cennete giremez. Ta ki üzerindeki o borç ödeninceye kadar” Yâni o borçtan kurtulursa o borç ödenirse, ancak o zaman cennete girer.
Nitekim Sad İbni Ebi Vakkas’ın bir kimseden alacağı vardır. Bu alacağını istemeye gitmiş. O kimsenin cihada gittiğini söylemişler. O zaman şöyle buyurmuş: Vallahi ben Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’den duydum ki, “Bir kimse cihâda giderse ve şehid olursa üzerindeki borcu ödenmediği takdirde cennete giremez.” diyerek yukarda geçen Hadisi Şerifi zikretmiştir.

Aziz Kardeşlerim; yukarıda zikrettiğimiz
Hadisi Şeriflerden anlaşılan, kişi şehid olsa dahi kul borcu affedilmiyor. Mutlaka bu borcun ödenmesi lâzım. Eğer kişinin borcu kul hakkı değil de Hukukullah’a aitse, bu hak bilindiği gibi kişi hacca gitmiş ve haccı da kabul olmuş ise kişi hac dönüşünde anasından doğduğu gibi tertemiz, affedilmiş olarak döner. Bu affı ilâhî bazen de umumi olur ki Hukukullah’a müteallik olan hakların tamamını affedebilir. Ama kul hakkı ihmalkâr davranmaya gelmez…

Aziz kardeşlerim; mevzûyu kul hakkından açmışken, bunu biraz genişletmek ve bu kul hakkını ödemek hususunda yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için biraz durmak ve izahat vermek istiyorum. Çünkü borçlar da değişiktir. Bir Hadiste şöyle buyuruluyor:


الحديث الشريف عن ثوبان عن رسول االله صلىاالله
عليه وسلم من فارقت روحه الجسد وهوبريئ من
ثلاث دخل الجنة الغلول والدين والكبر

Hadis Meâli:
Yani bir kimsenin ruhu cesedden mufarakat (ayrılmak) ettikten sonra, (bu kimsenin) üç nesneden beri’(kurtulmuş; temiz, hiçbir işe karışmamış)durumu var ise, bu kimse cennete girer. Bu üç nesneden birincisi, kişi galul (zekât toplamak için gönderilen ve topladığı zekâttan kendisine kırpıntı yapan kimse) değilse, yani emin durumda olan bir kimse bu gibi bir göreve gönderilmişse; ikincisi, borçtan beri ise, yani üzerinde kul borcu yoksa; üçüncüsü de kibir sahibi değilse; bu kimse cennete girer, buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem.
Bu Hadisi Şerif sened bakımından ve sıhhat bakımından çok sağlam ve sıhhatli bir hadistir.
Bir Hadis daha:


عن ابى هريرة عن رسول االله صلى االله تعالى عليه
وسلم من أخذ اموال الناسى يريدادائها اده االله عنه
ومن اخذاموال الناسى يريد إتلافها اتلفه االله

Hadis’in meali:
Bir kimse ihtiyaç karşısında insanlardan bir borç almış ve samimi olarak o borcu ödemek azminde ve gayesindedir. Allahü Zülcelâl bu niyetle borç almış kimseye ödemesi için kolaylık ihsan eder ve o borcu ödettirir. Fakat o borcu alırken ödemek niyetiyle değil de ödememek niyetiyle almış, telef etmek niyetiyle almışsa, ödemek niyetinde değilse, Allahü Zülcelâl onu telef etsin. (telef ettirir.)
Yani bir kimse insanlardan bir mal alırken eğer emâneten almış ve onu ödemek azminde ise Allahü Zülcelâl onun işini rast getirir ve ödettirir. Yine bir kimse bu borcu, bu malı alırken onu ödemek niyetiyle değil de âdeta savurganlık için, telef etmek için almışsa, bu niyette ise o da o maldan hayır görmez. Bu hadis de sahihtir. İmam-ı Buhari ve diğerleri rivâyet etmiştir.
Hz. Aişe validemizden mervi bir hadiste de şöyle buyuruluyor:


سمعت رسول االله صلىاالله تعالى عليه وسلم يقول
مامن عبد كانت له نية فى اداء دينه الاكان له من االله
عونا رواه امام احمد,صحيح ً

Hadis Meâli:
Yani bir kimse aldığı borcu ödeme azmi ve niyetinde ise, Allahü Zülcelâl ona borcunu ödemekte mutlaka yardımcı olur. Ona o borcunu ödemekte Allahü Teâlâ yardımını gönderir, onun işlerini rast getirir.
Bir Hadisi Şerif daha:


عن عائشة رضىاالله تعالى عنها قالت:قال رسول االله
صلىاالله تعالى عليه وسلم: من حمل من امتى دينا
جهد فى قضائه ثم مات قبل ان يقضيه فأناوليه
(رواه امام احمد باسنادجيد وابو يعلى والطبرانى فى الاوسط صحيح)

Hadis meâli: Ümmetimden herhangi birisi gayretkeşlik yapıp bir başkasını borçtan kurtarmak için onun borcuna kefil olursa, niyeti de bu borcu ödemek ise, bu durumdaki bir kimse eceli gelip bu borcu ödeyemeden ölürse, bu kimsenin velisi benim, diyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem; gayretkeşlik yaptığına ve kefaletinde sadikâne olduğuna ve ödemek nasib olmadığına göre ben ona veli ve kefil olurum buyuruyor.
Bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruluyor:


الحديث الشريف قال رسول االله صلىاالله تعالى عليه
وسلم:
الدين دينان فمن مات وهو ينوى قضائه فأناوليه
ومن مات وهولاينوى قضائه فذالك الذى يؤخذمن
حسناته ليس يؤمئذ دينار ولادرهم
(حديث صحيح)

Hadis Meâli:
Yani: Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem
borç iki nev’idir. (ikiye ayrılır) Birincisi; zarurî ihtiyacı için almış olduğu borcu ödemek azmi ve niyetinde olan kimsenin borcu, ki bu borcu ödeyemeden ölen kimsenin velisi benim, ben öderim diyor, Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem). Eğer, bu borcu olan kimse ödemek niyetinde değil ve ödemeden ölmüşse, dinar ve dirhemin olmadığı geçmediği kıyâmet gününde onun hasenelerinden alınır, buyuruyor.
Bir Hadis meâli daha:
“Bir kimse evlenirken üzerine nikâhı kıyılmış olan mihri müecceli (az veya çok belirtilen miktar ne ise) vermeyip (hanımını) kandırıyorsa, bu kimse bu hal üzere ölürse, Allahü Zülcelâl bu kimseyi huzuruna alırken, o kimse hayatı boyunca zinâ işlemiş gibi alır huzuruna. Zinâ yapmış gibi bu minval üzere karşılık verir, cezalandırır.
Bir Hadiste de meâlen: Bir kimse ödememek kaydıyla borç almış ve bu hal üzere ölmüşse, bu kimse de Huzurullah’a çıkarken o kimseden çalmış yani hırsız olarak çıkar, buyuruluyor. Meâl olarak verdiğimiz bu iki hadis de sahihtir.
Bu mevzu ile alâkalı bir Hadiste şöyle buyuruluyor:


الحديث الشريف عن عبدالرحمن ابن ابىبكر الصديق
رضىاالله تعالى عنهما ان رسول االله صلىاالله تعالى عليه
وسلم قال يدع االله بصاحب الدين يوم القيامة حتى
يوقب بين يديه فيقال يا ابن آدم فيما اخذت
هذاالدين وفيما ضيعت حقوق الناس فيقول يا ربى
انك تعلم انى اخذته فلم اءكل ولم اشرب ولم ألبس
ولم اضيع فيقول االله تعالى صدق عبدى انا احق من
قضى عنك فيدع االله شيئ فيضعه فى كفت ميزانه
فيرجح حسناته على سيئاته فيدخل الجنة بفضل االله
ورحمته
(رواه الاحمد والطبرانى وابو نعيم )

Hadis Meâli:
Yani: Ebubekiri-es-Sıddık (r.a.)’ın oğlu Abdurrahman (r.a.), Rasûlüllah’tan sallallahü aleyhi
ve sellem şöyle rivâyet ediyor: Allahü Zülcelâl,borçlu olan kimseyi kıyâmet günü huzuruna dâvet eder, ve o kuluna şöyle der: Neden borç aldın da vermedin, neden, insanların hakkını zâyi’ ettin, insanlardan aldığın bu borcu, onların hakkını nerede zâyi’ ettin? Bu kimse der ki: Ya Rabbi, ben bir
kimsenin hakkını (malını) zâyi’ etmek telef etmek niyetinde değildim, fakat ne çâre ki almış olduğum mal üzerime tasallut olundu. Bu mal gâh çalındı, gâh yandı, bazısı kayboldu. İstemiyerek bu şekilde bu malı batırdım. Bu aldığım malı bu sebeblerden dolayı ne yedim, ne içtim ne de giydim. Düçâr olduğum musibetlerden dolayı bu mal telef oldu. Bunda benim hatam yok, der. Allahü Zülcelâl (kulunun) bu durumu karşısında benim kulum doğru söyledi, başına bir hal geldiğinden dolayı ödeyemediği borcunu ödemek benim üzerime haktır. Çünkü bu gibi belâ ve musibetleri veren benim, buyuruyor, Allahü Zülcelâl. Bu kulun mizânında haseneleri seyyieler üzerine ağır basar, seyyieleri hafifletir ve böylece Allahü Zülcelâl’in fazlı rahmetiyle bu kimse cennete girer. Hadisi Şerif sahihtir.

Aziz Kardeşlerim, dikkat edilirse zikrettiğimiz Hadisi Şeriflerden de anlaşılacağı gibi borcun ödenmesi, bu borçtan kurtulabilmenin yolları değişiktir. Borcu olanın niyeti de çok önemlidir. Borcu olan kişi niyyetine göre muamele görür. Eğer hakikaten bir ihtiyaç karşılığında almış, niyeti de ödemek ise fakat eceli gelip ödeyemeden ölmüş ise, bu durumda olan kimsenin kefili Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’dir ve bu kişi bu borçtan mahşer günü kurtuluyor. Diğer Hadisi Şerifte de borcu olan kimsenin niyyeti halisane, o aldığı borç ile bir şeyler yapmak istiyor, ama buna muvaffak olamamış, aldığı borç ama yanmış ama çalınmış, elinde olmayarak bir musibete uğramış ve elindeki malı yemeden içmeden telef olmuş. Alîm ve Habîr olan Allahü Zülcelâl, kulunun bu durumunu bildiği için, bu kulunun borcunu kendi uhdesine alıyor ve o kulunun mizanına bir şey koyuyor da hasenelerinden her ne kadar verse dahi yine de ağır getirip cennete girmesine vesile oluyor. Onun bu iyi niyeti onun kurtulmasına vesile oluyor.
Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem):


انما الاعمال باالنيات وانما لكل امرءمانوى

buyurması bundan dolayıdır. Yani bir felâket gelmiş de o borcu ödeyememiş ise, buna Allahü Zülcelâl rahmet ve fazlıyla muamele ederek kurtarıyor.
Zira Allahü Zülcelâl hiçbir kuluna zulmetmez, hâşâ. Allahü Zülcelâl’in teshilat yolları çoktur. Yeter ki kişi
su-î niyyet sahibi olmasın. Habibini (Sallallahu Aleyhi Vesellem) âlemlere rahmet olarak gönderdiği gibi Rabbimiz de:


اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ
(Bakara/143- Hac/65)

İnsanlara karşı rauf ve rahimdir. Böylesine bir nîmeti azîmeye sahib olduğumuz için Allahü Zülcelâle şükürler olsun. Çok mühim bir mevzu’ya işaret eden şu hadiste Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:


الحديث الشريف قال رسول االله صلىاالله تعالى عليه
وسلم
ان االله مع الداء حتى يقضى دينه مالم يكن فيما
يكرهه االله تعالى
(رواه ابن ماجه والحاكم بسند صحيح)


Hadis meâli: “Allahü Zülcelâl borçlu olan kimsenin (borcunu ödemesi için) daima onun yardımcısıdır. (Ne zamana kadar, nasıl bir borç olursa yardımcısı olur?) Allahü Zülcelâlin kerih kıldığı şeyler için almışsa veya bu yolda harcıyacaksa bu müstesna. Ona yardımcı olmaz. Yani bir ihtiyaçtan dolayı almış ve o aldığı borcu meşrû’ bir yolda harcayacaksa, Allahü Zülcelâl bu kimsenin daima mûini (yardımcısı) dır. Ta ki o borcunu ödeyinceye kadar.

Aziz Kardeşlerim; bu mevzûdaki hadisler bir
hayli çoktur. Hepsini bir bir zikretmeye, bu hadislerin tamamını buraya almaya lüzûm görmüyorum.
Çünkü hülâsa bakımından şunu da zikredelim:
Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Allahü Zülcelâl bir kimsenin hakkını bir başkasının üzerinde bırakmaz. Mutlaka ve mutlaka bu hakkı alır. Kadiri mutlak olan Allahü Zülcelâl dilerse, alacaklı olan kulunu memnun eder, yeter ki borçlu olan kimsenin niyeti halisâne olsun, borcu meşrû’ bir tarzda almış olsun. Bu gibi kimselerin Allahü Zülcelâl yardımcısıdır. Hatta öyle anlar gelir ki, mizan önünde borçlu tamamen iflâs durumuna düşer ve cehenneme gitme durumu karşısında kalır. O anda bir köşk peydah olunur ve bu köşkün satılık olduğu söylenir. O anda alacaklı olan kimseye bu köşkü almaz mısın? denir. O da burada dirhem dinar yok ki nasıl satın alayım der. Ona denir ki, eğer sen o kardeşini affedersen, bunun karşılığında Allahü Zülcelâl bu köşkü sana ikram olarak verecek. O zaman o kimse de o kardeşini affeder ve böylelikle borcundan dolayı cehenneme gidecek olan kişi bundan kurtulur. O an melekler, o köşke giden kimseye der ki, şu halde bu kardeşinin de elinden tut, el ele tutuşarak beraberce o cennete gidin. Borcun ödenmesi ikram ve ihsanı, ilâhî olarak bu şekilde de olacak. Yeter ki niyet halisâne olsun ve kişi o borcu ödemek azminde olsun. İşte bundan da anlaşılacağı gibi, bu kul hakkı kendiliğinden hemen af olunmaz. Hak haktır, mutlaka alınacaktır. Hiç kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek.


وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ اَحَداً۟
(Kehf/49)

“Allahü Zülcelâl hiç kimseye zerre kadar zulmetmez.” Zulmetmediği gibi kimsenin hakkını da kimseye bırakmaz. İcabında haseneleri alınır da iflâs durumunda kalır, böylelikle de hak alınmış olur.
Bazı borçların değişik halleri vardır. Bunu da Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem birkaç hadisinde belirtiyor. Öyle ki, borç mutlaka ve mutlaka ödenecektir. Ancak üç türlü borç müstesna, buyuruyor.
Bu borçlardan birincisi, kişinin cihatta üst başı elbiseleri yırtılmış, bu durumda avret mahallinin açılmaması için borç aldığı elbise ile düşmanları karşısında kendisini müdafaa ederken kırılan silâhı, kılıcı yerine ödünç aldığı silâh, kılıç gibi şeyleri ödünç alıp da ödememiş veya geri iade etmemişse, Allahü Zülcelâl kulunun bu borcuna kefildir.
İkincisi, evine bir misafir gelmiş ve bu misafir evinde vefât etmiş ise, bunun cenaze techizâtı
gibi ihtiyaçları yapmak için borç almış ve ödeyememişse, bu kimsenin de borcuna Allahü Zülcelâl
kefildir. Misâfir olduğu için teçhiz tekfin işi ev sahibinin üzerine kalıyor. İşte bu kimsenin teçhiz tekfini için borç almış ve gücü yetmediği için ödeyememiş. İşte bu borcun da kefili Allahü Zülcelâl’dir.
Üçüncüsü, bekâr bir kimse evlenmek istiyor. Zira nefsine uyup günahkâr hallere düşmemek için evlenmek istiyor. Fakat maddî durumu evlenmek için yeterli olmadığından borç almış ve evlenmiş. Bu kimse, bu borcunu ödeyemeden ölmüşse,bu kimseye de Allahü Zülcelâl yardımcı olur. Bu borcundan dolayı kıyâmette hiçbir kimseye onun yakasından tutturmaz.
İşte borçlar ve ödenip ödenmediğinde kişinin göreceği ceza bu minval üzerinedir…
Kullanıcı avatarı
ahmet
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 281
Kayıt: 26 Şub 2007, 02:00

Re: Ilk Halkediliş ve Ruh Muhammed Sıddık Hekim Ks.

Mesaj gönderen ahmet »

Aziz Kardeşlerim;
Bizler beşeriz. Beşer olmamız hasebiyle bir birimize muhtaç olur, birbirimize mutlaka ihtiyaç
duyarız. Burası dünya olduğu için, buradaki hayatta bu ihtiyaçtan müstağni değiliz. Dünya hayatında
bu ihtiyaç olur. Zira burası cennet değil ki bu ihtiyaç olmasın. Rabbimiz bu dünyada herkesi eşit yaratmamıştır. Bu yarattıkları arasında zayıfı var, güçlüsü var. Fakiri olduğu gibi zengini de var. Cömerti var, aynı zamanda cimri olanı da var. Doğrular olduğu gibi yalancı olanlar da var. Hülâsa her şeyin bir zıddı var. Dolayısıyla bu dünyada Rabbimiz her şeyi eşit olarak yaratmamış. Bundan dolayı mutlaka birbirimize ihtiyaç duyarız. Bu kul borcunda da bu ihtiyaç vardır. Bu borcun ödenmesi ve borçlunun bu borçtan kurtulması için ne yapılması gerektiği hakkında mümkün olduğunca bahsettik.
Hepinizin çok iyi bildiği gibi, Allahü Zülcelâl kuluna bir varlık verdi ise, mutlaka şükrünü edâ
etmesi lâzım. O varlığı verdiğinden dolayı mutlaka Allahü Zülcelâl’e şükretmesi lâzımdır. Çünkü şükür
o nîmetin devamında bir sigorta durumundadır.
Âyeti Kerimede:


لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ
(İbrahim/7)

yani: Eğer (verdiğim nîmetlere) şükrederseniz, (o nîmeti) çoğaltırım, buyuruyor. Ama kişinin başına
bir hal gelmiş ve dara düşmüşse, fakir bir duruma düşmüşse, bu kimsenin de bu durumda sabırlı olması, bu duruma sabır göstermesi lâzımdır. Böyle bir durumdaki kimsenin herhangi bir ihtiyacından
dolayı borç alması gâyet normal ve tabiidir. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan bir kimseye ihtiyaç
duyulduğu için borç vermemiz ve ihtiyacını karşılaması için yardımcı olmamız bizlerin görevidir.
Bizler beşeriz. Birbirimize muhtacız. Dünya böyle kurulmuş, böyle devam etmektedir. Eğer kişi dara
düşmüşse bir sıkıntı içinde ise, çok darda ise bu halinden dolayı borç almak için bizlere baş vuruyorsa, bunu reddetmemek lâzım. Behemahâl merhamet etmek lâzım. Bizim burada kastettiğimiz
borç verme işi, faizcilik, dolandırıcılık yapan, gayr-i meşru yollarda iş yapan ve bu malı gayr-i meşru
yollarda kullanan kimselere borç vermek, bunlara yardımcı olmak manasında değil. Bu gibi yollara
sapan, bu yollarda çalışan ve uğraşanlarla bizim ilgimiz yoktur. Bizim kastettiğimiz tamamen kardeşvâri, inanan, imân eden kardeşlerimiz için geçerlidir.
Alınan borç ve ödenmesi hususunda yeterli ve gerekli malûmatı vermeye çalıştık. Eğer borç alan kimsenin niyyeti, gayesi, hakikaten dara düşmüş, azmi ve niyeti de o borcu ödemek ise, Allahü
Zülcelâl ona o borcu ödemesi için muîn olur ve onu o borcu ödemeye muvaffak kılar. Mutlaka ona yardımcı olur. Eğer hakikaten ödemek için almışsa ona teshilat verir. Şâyet ödemek niyeti ile değil de
milletin malını telef etmek için almışsa, o kişi kendisi de telef olmaya mahkûmdur. Çünkü bu gibi
kimseler için Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in bedduası vardır.: “Eğer o malı telef etmek
için almışsa, Allahü Zülcelâl de onu telef etsin.”
buyurmuştur.
Diğer kimse de borcu almış, niyeti de ödemek idi, ama başına bir musibet gelmiş, bundan
dolayı o borç almış olduğu maldan hiçbir şekilde yararlanamamış, aynı zamanda zarar ve ziyan
etmiş. Bu kimsenin halini Allahü Zülcelâl bildiği için, bu gibi musibetler benim kaderim olarak cereyan etmiştir buyurarak, bu gibi borçlu kullarına sahib çıkıyor. Hak sahibini ikram ve ihsanıyla memnun ederek onu helâlleştirir.
Yine bir diğer kimse de aldığı borcu ödemek niyetinde idi. Azmi ve gayreti o borcu ödemekti, fakat ecel gelip öldüğünden o borcu ödeyecek zaman ve fırsatı bulamadı ise, bu gibi kimselere de Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) sahib çıkıyor. “Onun velisi benim.” buyuruyor.
Diğer bir borçlu da, aldığı borcu ödemek niyetinde ve azminde değil. İşte bu gibi kimseleri
Allahü Zülcelâl huzura alır ve bunlara der ki: Kullarıma zulmederek aldığınız, onları kandırarak elde
ettiğiniz malların hesabı sorulmayacak ve onların hukuku sorulmayacak mı sandınız? denir. Ve haseneleri alınarak bunlar tamamen iflâs etmiş duruma düşerler.
Yukarda zikredilen Hadisi Şeriften de anlaşılacağı gibi “Bir kimse Allahü Zülcelâl yolunda
cihada gider ve Allahü Zülcelâl yolunda şehid olur da dirilir, tekrar şehid olup dirilse, üç defa bu hal
tekrar etse yine de kul borcundan kurtulamaz. Bu hak yine kendisinden talep edilir ve alınır.”
Denizde şehid olanlar hakkında bir şeyler söylemiştik. Biraz daha malûmat verelim. Zira Cenabı Rasûlüllah’a(Sallallahu Aleyhi Vesellem) sormuşlar: Ya Rasûlallah(Sallallahu Aleyhi Vesellem),
bir kimsenin hacca gitmesi mi daha efdal, yoksa cihada gitmesi mi? Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi
Vesellem) da: Eğer hac kendisine hakikaten farz olmuşsa ve gitme sorumluluğu varsa, bu kimse için
on defa cihada gitmektense hacca gitmesi efdal ve hayırlıdır. Yok eğer hac farizasını yerine getirmişse, sünnet olarak hacca gitmek istiyorsa, bu sünnet olarak on defa hacca gitmektense bir defa cihada gitmesi onun için hayırlı ve efdaldir.
Fakat deniz şehidi hususuna gelince; Cenabı Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: “Deniz şehidlerini müşahede ettim. Âdeta bir mülûk durumunda idiler. Tahtlar üzerinde oturmaktadırlar, onların mertebeleri yücedir. Aynı zamanda bunlar denizdeki dalgaları kat’ederlerken âdeta cehennem vadilerini kat’etmiş olurlar, bu deniz şehidleri bir daha cehennem vadilerini görmezler.” buyuruyor.
Karadaki cihatla denizdeki cihad arasındaki fark (fazilet) bakımından on derece olunca, denizdeki cihadda hayatını kaybeden borçlunun borcunu ödemeyi Cenabı Hak kendi uhdesine alıyor. Hâşâ, Cenab-ı Hakk kimseye zulmetmez, zulmetmediği gibi fazlasıyla verir.
Daha önceki bölümlerde anlattığımız gibi İmamı Ali (r.a.) bir Müslüman kardeşini borçtan
kurtarıp onun borcunu üstlendiği zaman Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem İmamı Ali’ye
(r.a) bu davranışından dolayı ne kadar hayır duada bulunmuştu. Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) böylesine hayırlı duasına nail olmak istersek bizim de bu şekilde davranmamız lâzımdır. Bir kardeşimize karşı yardımcı olmamız lâzım. Meşrû’ olarak alınan, meşrû’ yolda kullanmak ve sarfetmek için alınan borç ve bu şekildeki borçlunun vefâtı anında ona yardımcı olmalıyız. Bu borç kul borcudur. Fakat Allahü Zülcelâl’e karşı olan borç, yani Hukukullah’a ait borç, Allahü Zülcelâl ile kulu arasındadır. Buna biz karışamayız.
Çünkü Cenabı Hak kullarına karşı çok merhametlidir.
Zira Âyette:


اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ
(Hac/65)

Yani Cenabı Hak insanlara karşı hem rauf hem rahimdir. Bir annenin evlâdına karşı olan şefkat ve
merhametinden, yetmiş kat daha kullarına şefkât ve merhametlidir. Allahü Zülcelâl’in kullarına olan
merhameti bizim merhametimize benzemez. Bunun için Allahü Teâlâ’nın hukukuna aracı olmaya
başvurmayalım. Allahü Teâlâ’nın hukukunu affettirmek için değil de kul hakkını affettirmek için çalışalım. Yapılması gereken budur. Kul hakkından kurtulmazsa kişi müflis durumuna düşer. En güzeli,
kişiyi bu hale düşmekten kurtarmaktır. Bunu yaparak onu bağlı bir durumdan kurtarıp hür bir hale
getirmek en güzelidir. Bu kardeşimize karşı gayretkeşliğimiz bu yönden olsun. Bizler beşer olduğumuz için birbirimize muhtacız. Zira Allahü Zücelâl bizleri eşit olarak yaratmamış. Zenginimiz olduğu
gibi fakir olanımız da var, sağlıklılarımız olduğu gibi hasta olanlarımız da var. Bu hallerimizden dolayı
birbirimize karşı ihtiyaç doğar. Bundan dolayı kardeşvâri olarak birbirimize yardımcı olmamız gerekir.


MÜSLÜMAN’IN KALBİNE SÜRUR KOYMANIN FAZİLETİ
Bu husustaki Hadisi Şerifleri serdetmek, zikretmek istiyoruz.
Bu hadislerden bir tanesi şöyledir:


الحديث الشريف:قال رسول االله صلىاالله تعالى عليه
وسلم:
المسلم أخ المسلم لايظلمه ولايؤلمه من كان فى حاجة
اخيه كان االله فى حاجته
من فرج عن مسلم كربة فرج االله عنه هبا كربة
ً ستره االله يوم
من كرب يوم القيامة ومن ستر مسلما
القيامة
(رواه البخار والمسلم وسنن ابى داور بسند صحيح)


Hadis Meâli:
Cenab-ı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmesin ve onu üzmesin. Ona elem vermesin. Yani Allahü Zülcelâl’in vermiş olduğu
nîmetlerden onu mahrum etmesin, imkânı olduğu halde ona yardımcı olmayıp, onun üzüntülü halini
seyretmesin. Zira Rasûlüllah’a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) göre bu zulüm sayılıyor. Aynı zamanda
ona elem vermiş olur. Yine bir kimse Müslüman kardeşinin hacetini görmeye koşarsa, kıyâmet günü Allahü Zülcelâl de onun hacetini görür. Yine bir kimse, sıkıntı içinde bulunan bir kimsenin sıkıntısını giderir de feraha kavuşturursa, Allahü Zülcelâl de kıyâmet günü onun sıkıntılarını giderir, ferah ve sürûr içinde bırakır onu. Yine bir kimse; Müslümanbir kardeşinin perişân duruma düşmesini önlemek için (icra gelir vs.) Müslüman kardeşine yardımcı olursa (onu setrederse), Allahü Zülcelâl de kıyâmet günü onu fecî durumlara düşürecek hallerini setreder. Ona karşı Allahü Zülcelâl’in “Settar” ismi tecelli eder, onu perişân etmez, hiçbir kimseye karşı da onu rezil ve rüsvây etmez.
Bu, Allahü Zülcelâlin kullarına bir nîmeti azîmesidir. Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve
sellem de ümmetine bir teşvik babından olarak bunları bildiriyor ki merhamete gelip kurtarmaya
sebeb olsunlar, birbirlerine yardımcı olsunlar diye.
Diğer bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruluyor:


حديث آخر: عن رسول االله صلىاالله تعالى عليه
وسلم قال:
من نفس عن مسلم كربة من كرب الدنيا نفس االله
عنه كربة من كرب يوم القيامة.
ومن يسرعلى معسر فىالدينا يسراالله عليه فى الدنيا
والآخرة.
ومن سترعلى مسلم فى الدنيا ستراالله عليه فى الدنيا
والآخرة واالله فىعون العبدماكان العبد فى عون اخيه.
(رو اه المسلم وابو داور فى سننه و ابن ماجه والحاكم والترمزى بسند
صحيح)


Hadis Meâli:
Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor: “Bir kimse, bir derde, hüzünlü bir hale, sıkıntılı bir duruma yardımcı olur da bu halini feraha çevirirse, yardımcı olur da onu o halden kurtarırsa, Allahü Zülcelâl de hem dünyada hem de ahirette onun sıkıntı ve kederlerini giderir.
Yine bir kimse bir zorlukta, sıkıntıda olan kardeşinin durumunu feraha döndürmek için teshilata (kolaylık) döndürecek olursa, Allahü Zülcelâl de hem dünyada, hem ahirette (onun) zorluklarını kolaylaştırır. Bir de bir kimse Müslüman bir kardeşinin, halk karşısında perişân bir duruma düşmemesi için bir ayıbını hatasını veya herhangi bir halini açığa vurmayıp, örterse, Allahü Zülcelâl da hem dünyada hem de âhirette (onun hatalarını, ayıplarını) örter. Onu perişân rezil bir duruma düşürmez. Hadisi Şerifin sonunda da: Müslüman bir kardeşinin yardımcısı olduğu müddetçe, Allahü Zülcelâl de o kimsenin yardımcısı olur, buyruluyor. Allahü Zülcelâl bu hususda hepimize gayretler versin.
Âmin…
Bir Hadiste de şöyle buyuruyor Rasûlüllah
sallallahü aleyhi ve sellem:


الحديث الشريف عن رسول االله صلىاالله تعالى عليه
وسلم قال:
ً خلقهم لحوائج الناسى يفزع الناسى
ان الله خلقا
اليهم فى حوائجهم اولئك هم الأمنون من عذاب
النار
(رواه الطبرانى وابن حبان وابن ابى الدنيا حديث حسن)


Yani Allahü Zülcelâlin öylesine özel kulları vardır ki, bu kullarına gayretkeşlik vermiştir, heves ederler, koşarlar, yaparlar, aynı zamanda imkân da vermiştir. Allahü Zülcelâl bunları, ihtiyaçlarının karşılanmasında kendilerine başvurulduğunda, müracaat edildiğinde, bu kullarının ihtiyaçlarını karşılamak, ya da aracılık etmek için yaratmıştır. İşte bunların emin durumları vardır, bunlar cehennemden berîdirler, cehennemden kurtulmuş kimselerdir.
Bu mevzuda bir hadis daha


الحديث الشريف: قال رسول االله صلىاالله عليه
وسلم:
ً اختصهم بالنعم لمنافع العباد يقرهم فيها
ان الله اقواما
مابذلوها
فاذامنعوها نزعهامنهم فحولها الى غيرهم
(رواه ابن ابى الدنيا والطبرانى فى الكبير والاوسط وقيل سنده حسن)


Yani: Allahü Zülcelâlin bazı kulları vardır. Allahü
Zülcelâl bu kullarına nîmetlerinden bolca vermiştir.
Tabiî bu nîmetleri onlara vermesi, bir imtihan içindir
ve bunlara Allah’ın bu nîmetleri vermesi devamlıdır. Bu nîmetlerin devamının şartı vardır. O şart da
Allahü Zülcelâl’in verdiği nîmetleri, Allahü Zülcelâl’in kullarına, başvurduklarında vermeleridir.
Esirgemeyip onlara vermeleridir. Böyle olursa nîmet devam eder. Fakat menedecek olurlarsa,
gelene yok diye yardımcı olmazlarsa, Allahü Zülcelâl onlardan o nîmeti alır, başkalarına verir.
Bu nîmet verilen kimseler bilmelidirler ki, bu nîmet Allahü Zülcelâl’indir, aynı zamanda bir emanettir ve bununla bir imtihandır. Aksi takdirde niçin hepimiz aynı değiliz? Böyle olmamış olsa, niçin Allahü Zülcelâl kimimize veriyor da kimimize vermiyor? Burası bir imtihan diyârıdır. Yoksa adaletsizlik olurdu. İnsanoğlu için sabır da lâzım, şükür de lâzım. Her ikisi de imânın yarısıdır. Kişinin imânının, imânı kâmil olması için her ikisine desahib olması lâzım. Allahü Zülcelâl eğer nîmetlerini bol vermişse, bu nîmetlere şükretmesini bilmesi lâzım. Eğer Allahü Zülcelâl vermediyse, buna da sabretmesini bilmesi lâzım. Eğer kişinin bedeni sağlıklı sıhhatli ise buna şükretmesi ve ödemesi lâzım, namaz vs. gibi. Eğer hasta ise bedenî bir
rahatsızlığı varsa, buna da sabretmesi lâzım.
İşte Allahü Zülcelâl’in verdiği nîmetlerin devam etmesinin şartı sigortası, kendisine ihtiyaç
anında başvuranlara yardımcı olmasıdır. İşte bu minval üzere “Eğer şükrederseniz nîmetimi çoğaltırım.” buyuruyor Allahü Zülcelâl.
Hadisi Kutside de şöyle buyuruluyor:


انفق انفق عليك

Yani: “Ey kulum, sen ver ki ben de sana vereyim.”
Ayeti Kerimede de:


وَمَٓا اَنْفَقْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُۚ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِق۪ينَ
(Sebe/39)

Hiçbir şey infak etmezsiniz ki illâ, mutlaka fazlasıyla veririm. Çünkü ben rızık verenlerin en hayırlısıyım.
Hatta Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellemşöyle buyuruyor:


مانقصت مال من صدقة

Yemin etsem yeminim kalmaz ki; tasaddukta bulunmak, malı noksanlaştırmaz. Sadaka vermekle
mal eksilmez. İster sadaka yönünden olsun, isterse bir Müslüman’ın ihtiyacını görmesi için verilen yardım olsun, bunlar malı eksiltmediği gibi tam aksine artırır. Nîmetlerin artmasına vesile olur.
Bir Hadiste de Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:


الحديث الشريف عن رسول االله صلىاالله تعالى عليه
وسلم قال:
ان من موجبات المغفرة ادخالك السرور على اخيك
المسلم
(رواه الطبرانى فىالاوسط بسند حسن)


Hadis Meâli:
Allahü Zülcelâl’in mağfiretini celbetmeye sebeb, Müslüman bir kardeşinin kalbine sürûr ithal etmendir. Yani kalbinde bir sıkıntısı üzüntüsü olan mü’minin kalbine (amma maddî, amma manevî) her ne yaptın ise bu yaptığınla onun kalbine ferah ve huzur koydunsa, bu davranışın Allahü Zülcelâlin seni mağfiret etmesine mucib olur.
Nitekim daha önceki bölümlerde de zikrettiğimiz gibi:


ادخال السرور على قلب الفقير يطفئ غضب الرب

Fakirin kalbine bir sürûr bir ferah getirmek, Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürür, buyurmuştur
Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem).
Fakat yukarda zikrettiğimiz Hadisi Şerifte ise Allahü Zülcelâl’in mağfiretini garantilemiş oluyor. Bu haldeki kimseyi mağfiret etmeyi Allahü Zülcelâl kendine vacip hükmünde kılıyor.
Hz. Ömer (R.A)’dan rivâyet edilen bir Hadisi Şerifte Rasûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem):


الحديث الشريف: افضل الاعمال ادخال السرور
على المؤمن كسوة عورته اواشبعت جوعته اوقضيت
له حاجة
(رواه الطبرانى فى الاوسط بسند حسن)


Hadis Meâli:
Yâni, Cenabı Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Âmellerin en faziletlisi
Müslüman bir kardeşinin kalbine sürûr koymak, idhal etmek, getirmektir. (Bu sürûr ne ile olursa)
giyecek ihtiyacı olanı giydirmekle veya yiyecek ihtiyacı olanı yani aç olanı doyurmakla veya mühim
bir hacetini (ihtiyacını) sağlamakla, bir hacetini görmekle Müslümân kalbine ferah getirmek, âmellerin en faziletlisidir.
Bir Hadis daha:


قال رسول االله صلىاالله تعالى عليه وسلم:
احب الاعمال الىاالله عزوجل سرور تدخله على
مسلم اوتكشف عنه
ً اوتقضى عنه دينا
كربة اوتطرد عنه جزعا


Hadis meâli: Cenabı Rasûlüllah(Sallallahu
Aleyhi Vesellem) şöyle buyuruyor:
“Âmeller arasında Allahü Zülcelâlin en çok sevdiği âmel şudur: Dara düşmüş, kalbi kederli bir
kimsenin kederini gidermekle veya korktuğu bir şeyden onu selâmet haline getirmekle veya o kimsenin borcunu ödemekle o Müslümanın kalbine sürûr koymaktır. İşte Allahü Zülcelâl nezdinde en çok sevilen amel budur.
Bir başka rivâyette de şöyle buyuruyor Rasûlüllah(Sallallahu Aleyhi Vesellem):


قال رسول االله صلىاالله تعالى عليه وسلم:
من ادخل على اهل بيت من المسلمين سروراً لم
يرضى له ثواباًدون الجنة
(رواه الطبرانى بسند حسن)


Hadis meâli: Herhangi bir Müslüman, kederli Müslüman bir ailenin kederini sürûra çevirirse,
bunun karşılığında ona vereceğim sevab cennetimdir, buyuruyor Allahü Zülcelâl. (Yani bu amelinin
karşılığı olarak) Allahü Zülcelâl ona cenneti verir, buyuruyor Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem.
Bunun dışında bir sevabı yetersiz görüyor Allah Celle ve Âlâ.
Hülâsa:
Aziz Kardeşlerim; fakir fukaranın kalbine sürûr ferah koymanın, idhal etmenin Allahü Zülcelâl nezdinde ne kadar faziletli ve makbul bir âmel
olduğunu, hadisi şerifleri birbir zikretmekle izâh etmeye çalıştık. Zenginim diye fakirleri hor görmekten, onları aşağılamaktan vazgeçelim. Efendim niye vereyim, benimle beraber mi kazandı gibi Müslüman’a yakışmayan tutum ve davranışlardan uzak duralım. Bir Müslüman’a yakışan, fakir fukarayı sevindirmektir. Eğer mevtalara karşı bir hayır hasenat yapılacaksa, yine o mevtaların adına yapın, ama fakir fukaraya yapın. Sadakanızı yardımlarınızı mutlaka fakirlere yapın ki bu ameliniz karşılığında Allahü Teâlâ size cenneti versin, bu ameliniz Allahü Zülcelâl’in gazabını söndürsün, bu amelinizden dolayı Allahü Zülcelâl’in mağfireti sizlere vacib olsun.
Olur olmaz yerlere ve kişilere yardım yapacağımıza, Allahü Zülcelâl’in ve Rasûlüllah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hoşnud olacağı, verin diye buyurduğu kimselere, yani ihtiyaç sahibi muhtaç durumda olan fakirlere verelim. Bunun faydasını hadislerde zikrettik. İhtiyacı olmayan zengin kimselere yapacak olsan, bu âmelin ona ne sürûr getirecek ki. Yedirsen ne olur, giydirsen ne olur? Onun için fakire karşı çok merhametli olun. Sadakanızı, zekâtınızı, fitrenizi oldukça fakirlere vermeye çalışın. Tek kelime ile fakiri sevindirmeye bakın.


اللهم اصلح امة سيدنا محمد اللهم فرج عن امة
سيدنا محمد اللهم ارحم عن امة سيدنا محمد
يا ربنا هيئ لنا من امرنا رشدا واجعل
معاونتك العظمىلنا مددا ولاتكلنا الى تدبير
انفسنا فان عبادك الفقراء العاجزين عن اصلاح مافسدا
اللهم وفقنالما فيه الخير والرضاء آمين يا معين
سبحان ربك رب العزة عما يصفون وسلام
على المرسلين والحمدالله رب العالمين
اللهم انا نسئلك بك ان تصلى
على سيدنا ومولانا محمد و على
سائر الانبياء والمرسلين وعلى آلهم وصحبهم اجمعين
و ان تغفرلنا مامضى وتحفظنا فيمايقى آمين

اعوذ بااالله من الشيطان الرجيم
بسم االله الرحمن الرحي
الحمدالله رب العالمين و به نستعين والصلاة والسلام على خيرخلقه
محمد و على اله و صحبه اجمعين
ً يوافى نعمه ويكافى مزيده .
الحمدالله رب العالمين حمدا
اللهم ما انعمت علينا من نعمة اوعلى
احدمن خلقك فمنك وحدك لاشريك لك
فلك الحمد ولك الشكر على ذالك
اللهم انا نسئلك بجلال الهوية  و جمال الحضرة القدسية  والانوار
المحمدية  والاسرار الاحمدية  والخلافة القطبانية  والمظاهر الصدقية
 والشموس العرفانية  والاقمار الاء يمانية  والنجوم العلمية 
والاكوان العملية  بمابطن فى الأزل  وبماظهر فى الأبد من نبين ورسول
وعالم وعامل وولى ووارث وجامع  ان تجمع لنا خصائص القرب ونفحات
الحب  ورقائق العلم  ودقائق الفهم  ولطائف العرفان  وحضرات
الاحسان  ومشاهدة الشهود  والتصريف فى الوجود بالسرالذى خضع له
كل شيئ  وبالاسم الذى لايضرمعه شيئ  وبالذكر الذى طرد كل شيطان
مارد  وقمع كل باغ حاسد وقهر كل ظالم  واعز كل متواضع عالم 
وجذب كل محب صادق  واصطفى كل خليل مصادق  االله االله تباركت
ً  ياحنان يا منان
ً كبيرا
ربنا وتعاليت عمايقول الظالمون  والجاحدون علوا
 ياعظيم السلطان  ياقديم الاحسان  يادائم النعم  ياكثير الخير
ياباسط الرزق  ياواسع العطاء  يادافع البلاء  ياغافر الخطاء 
ياحاضر الليس بغائب ياموجود عند الشدائد  ياخفى اللطف  يا لطيف
الصنع  ياجميل الستر ياعظيم الذكر  ياحليم لايعجل 
يااالله بك تحصنا وبعبدك ورسولك سيدنا ومولانا محمد صلىاالله تعالى عليه وسلم
استجرنااللهم انا نسئلك يارحمن يارحيم بأسمائك العظام وملائكتك الكرام
ِ م
رسلك عليهم افضل الصلاة واتم السلام انت المحنا بلمحت اهل بدر ولمحاهت
ِ م بحقهم عليك يا رب سبحان ربك رب العزة عما يصفون
تنفحنا بنفحاهت
وسلام على المرسلين والحمدالله رب العالمين تمت بعون االله الملك العلام
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön