Bacak bacak üstüne atmak Allah'a saygısızlık mıdır?

Cevapla
Kullanıcı avatarı
Nida
Üye
Üye
Mesajlar: 24
Kayıt: 22 May 2015, 08:15

Bacak bacak üstüne atmak Allah'a saygısızlık mıdır?

Mesaj gönderen Nida »

Bacak bacak üstüne atmak Allah'a saygısızlık mıdır?

Niyeti Allah'a saygısızlık olmayan kimsenin bacak bacak üstüne atması saygısızlık olmaz. Ama Allah'ın kendini her an gördüğüne inanan bir kimse, onun huzurunda elden geldiği kadar mütevazi bir tavır almalıdır.

Bugün çok yaygın olan bazı tavır ve hareketler vardır ki, dinde bunlar mezmum sayılmış, sevimli bulunmamış ve yerilmiştir. Hatta, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bunlardan bazılarını zikrederek, ellerini kalçaya koyma ve kolları arkaya atıp elleri sırtta birleştirme gibi hareketleri kibir alameti saymıştır.

Bir bacağı diğeri üzerine atmak, bir ayağı öbürünün üstüne koymak da bir kibir işareti olarak kabul edilmiştir. Ayak ayak üstüne atarak oturmak, bizim geleneğimizde ve terbiye sistemimizde hiç yoktur. Başkalarının yanında yatmak, uzun oturmak, ayaklarını uzatmak, bacak bacak üstüne atmak bizim kültürümüze uygun olmadığı gibi, birine karşı yüzdeki ekşime, bakıştaki sertlik, lüzumsuz el kol hareketleri yapmak ve dudak bükmek de bizim edep anlayışımıza çok terstir. Bir mü'min bu tür davranışlarla asla başkalarını hafife almamalı ve o manaya gelebilecek her hareketten sakınmalıdır. Bazıları, biraz dinlenmek için ayak ayak üstüne atıyor olabilirler ama Hak dostları gece yatarken bile öyle yapmamaya çalışırlar. Bazen unutarak bir ayaklarını diğeri üzerine azıcık koyacak olsalar, hemen toparlanır, “Estağfirullah Ya Rabbi, Sen görüyorken benim böyle yapmam ayıptır.” der ve kendilerine çekidüzen verirler.

Fakat, o tür hareketler, bazı insanlarda tabiat haline gelmişse, onlar da bir büyük tarafından ikaz edilmeli; doğrudan söylemek onları rencide edecekse, umumun içinde ve umuma hitap edilerek, dolaylı yoldan onların da nasiplenmesi sağlanmalı.

Ne var ki, bu hususun da istisnaları olabilir. Mesela, bazen bizim devlet büyüklerimizin başka ülkelerin temsilcileriyle görüşürken bacak bacak üzerine attıklarını ve rahat oturduklarını görüyoruz. O şekilde oturmayı kaba bulsam ve tek başımayken dahi öyle oturmasam bile, ne zaman o tabloyu görsem çok hoşuma gider. Zira, mütekebbire karşı gösterilmesi gereken tavır kibir tavrıdır. Onların gurur ve kibir ifade eden hareketleri karşısında bizimkiler de ezilmemeli, bilâkis onlardan da rahat olmalıdırlar. Hem tabiatında tevazu bulunan bir insanın bir mütekebbire karşı o şekilde davranması iradîdir ve genel karakterini yaralayıcı bir durum değildir. Zannediyorum, muhatapları saygılı davransa bizimkiler de tabiatlarının gerçek rengini ortaya koyacak ve yüksek bir edeple mukabele edeceklerdir.

Hâsılı, biz nasıl bir edebin çocuklarıysak, nasıl bir edep ortamında ve nasıl bir edep kültürüyle neş'et etmişsek onu canlandırmalı ve ona göre yaşamalıyız. Bizim kendimize ait kültür kaynaklarımız vardır. O kaynaklara bağlı olarak gelişip olgunlaşmış olan edep anlayışımız da Allah'ı hoşnut edecek, Peygamberimiz'i sevindirecek ve insanlar arasında da rahatsızlığa sebebiyet vermeyecek şekilde düz çizgili bir kültürdür ve saf bir edep telakkisidir. Biz, bir edep toplumunun ve sağlam bir kültürün çocuklarıyız. Öyleyse, tavır ve davranışlarımız bu özümüzü yansıtacak keyfiyette olmalıdır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Bacak bacak üstüne atmak Allah'a saygısızlık mıdır?

Mesaj gönderen tahaakb »

Edeb
Resûlü Ekrem Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretlerinin Edeb ve Hayâsı
Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, örtüsüne bürünmüş bakire bir genç kızdan daha edebli idi. Aşırı hayasından, ömrün de hiç bir adamı azarlamamış, yürürken sükunetle yürümüş, hiç bir zaman kahkaha ile gülmemiştir.

O devirde Arabistan'da ve diğer memleketlerde edeb ve hayâya riâyet edilmez, Araplar çırıl çıplak yıkanırlar, hatta Kâbe'yi çırıl çıplak tavaf ederlerdi. Resûlü Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem bu denaetten tiksinirdi. Hatta bu yüzden hamamlardan sakınılmasını emretmişti. Ancak peştemal kullanarak hamamlarda yıkanmağa müsaade etmişler, fakat müsaade kadınlara verilmemiştir.

Allah'ın Resûlü, hayâsından halk içinde, kalabalık yerlerde, çarşı ve pazarlarda yüksek sesle konuşmazdı. Hoşa gitmeyecek sözler söylemezdi. Yine hayâsından hiçbir kimsenin yüzüne dikkatlice bakmazdı. İnsanların görülmesini istemedikleri yerlerine ve kusurlarına bakmaz, görse bile görmezden gelirdi. Hazret-i Âişe radıyallahu anha validemiz Onun edep
yerini asla görmediğini söyler.. (Eş-Şemâilu'1-muhammedi
ye)

Allah'ın Resûlü insanları hayâya teşvik eder, hayânın, imânın bir parçası olduğunu ifade buyurur, onları, harama gitmekten sakındırırdı. Bir gün bir genç geldi ve ondan zinâ etmesine izin vermesini istedi. Huzurda bulunan sahabiler, onu susturmak istedilerse de, O, "bırakın yanıma gelsin" buyurdu.

Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, yanına gelen gence: sırayla " Bu kötülüğün anana, kızına, kız kardeşine, halana, teyzene yapılmasını ister misin?" diye sordu. Genç her defasında "Hayır, istemem" diye cevap veriyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem de: "insanlar böyle bir kötülüğün kendi akrabalarına yapılmasını istemezler" buyurdu. Ve elini gencin göğsü üzerine koyarak" Allah'ım, bunun günahlarını afvet, kalbini ve edeb yerini haramlardan koru" diye dua etti. Bu genç bir daha böyle bir kötülüğe dönüp bakmaz oldu. (İbn Hanbel, 256-257 M. Zekâi Konrapa, Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem)

Kibâr-ı Ehlullah'ın Edebleri ve Hallerinden bazıları

Onları, Allahû teâlâ ve tekaddes hazretleri sevmiş ve kalplerini kendisinin sevgisi ile kuşatmıştır. Bir kalbin sahibi bu şerefe nail olursa onun her hattı hareketi edeb, saygı ve tevâzu çerçevesi içinde olur. Çünkü Mevlâsına sarsılmaz, derin bir sevgi ile teslim olmuş ve kendisi aradan çıkmıştır. Bu sebepledir ki daima huzuru artmıştır. Büyük kederlerin, sıkıntıların farkında bile değildir. Daima Rabbına karşı, boynu büküktür, huşû halindedir. Bütün ibadetlerini derin bir şevk içinde yapar, yorgunluk nedir bilmez, buna rağmen kendisini daimi olarak kusurlu, hatalara batmış görür. Fakat Allahû Teâlânın gaffârlığını bildiği için daimi Onun rahmetine sığınır kat'iyyen ümitsizliğe düşmez.

Resûlü Ekrem'e İttiba

Her hallerinde Resûlü Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimizin ahlâk ve adabıyla mütehallik oldukları için konuşmalarında, ibâdetlerinde, yemelerinde, içmelerinde orta halde bulunurlar, ifrattan, tefridden kaçınırlar. İstikamet ehli oldukları için, her muameleleri noksansızdır. Kendilerini övenle yeren, nazarlarında müsavidir. İktisada, riâyet ederler, israftan kaçınırlar, fakat kat'iyyen hasis değildirler, Allah yolunda deryalar gibi infak ederler.

Bu Allah dostlarının duâlarını, yalvarışlarını Hak celle hazretleri red etmez, kabul eder. Çünkü onlar duâlarını kendilerinden ziyâde ümmeti müslimînin selâmetine hasrederler. Bir de Hak teâlânın övgüsünü teşkil eden âyet-i kerimelere devam ederler.

Kadere rıza

Kader bahsini tamamen benimsemişlerdir, ne zuhur ederse kalplerine en ufak bir tereddüt gelmeden, hemen kabullenirler. Bir insan ki kader bahsine ne kadar vukufu, bilgisi mevcud ise dünyada o kadar mes'uddur, kaygısızdır, kedersizdir.

Şöhretten kaçınırlar iltifattan hoşlanmazlar. Kendisini daimi kusurlu gören kimse nasıl olur da böyle şeylerden hazzeder?

İnsanlara güzel muamele

Tenhaları severler, mecburen hizmet ve irşad maksadıyla halkın arasına karışırlar. Allahû teâlânın kullarını ve mahlûkatını sevdikleri için, onlardan gelen sıkıntı ve eziyetlere katlanır, hoş karşılarlar. Herkese karşı tatlı dille konuşurlar, muameleleri yumuşak mülâyimdir, bu güzel haller kendilerinde olduğu için herkes tarafından sevilirler, hürmet görürler. En korktukları, bir mü'minin kalbini incitmektir. Çünkü mü'min kalbinin nazargâh-ı ilâhî olduğunu bilirler. Her ne kadar geniş ilme vukûfiyetleri var ise de, kendilerini adeta ümmî, bilgisiz gösterirler ve nitekim halkın kısmı azâmı onları öyle bilir. Kendileri ile münakaşa etmek isteyenler olursa onları yumuşak, teskin edici kelâmlarla iknâ ederler. Bilâistisna çocuk olsun, yaşlı olsun, dini bütün olsun, dini zayıf olsun herkesle geçimlidirler. Nasıl geçimli olmasınlar ki, kendilerini toprak bilmişler yani insanların en zavallısı, çâresizi görmüşlerdir.

Bid'attan uzaklaşma

Sağlam temel üzerine oturdukları için bid'at nedir bilmezler. Çünkü her hareketleri Kur'ân-ı Kerim ahkâmına ve sünnet-i seniye âdâbına uygundur. Müstakimdirler, dürüsttürler, insanların tesiri altında kalmazlar, hatır için hakikatten ve doğru sözlülükten ve adaletten ayrılmazlar.

Temkin üzeredirler

Temkin makamını bulmuşlardır. Şeytanın sıfatlarından olan, acelecilik, dünya hırsı, hasedcilik, büyüklenme gibi kötü haller bu Allah dostlarında kat'iyyen görülmez. Mütevâzidirler, merhametlidirler, sehavetlidirler. Bütün mahlûkata karşı derin şefkat beslerler. (Müseccel Allah ve Din düşmanları müstesna) herkesi severler ve darda kalanların maddî- mânevî yardımına koşarlar. Uykuları pek azdır, mahdud bir rıza ile rızıklanırlar kelâmları az ve müfid, sükûtları uzundur. Sözlerinden, sükutlarından muhatapları kabiliyet ve niyetlerine göre istifade ederler. Bunlarla mülakât yapanlar içinde kuvvetli ihlâs ve teslimiyet gösterenler olursa, pek kısa zamanda mânen büyük derecelere yükseltir, fakat böyleleri nadirattan olur.

Allah sevgisi ve korkusu

Bu büyük zatların kalblerinde yalnız Allah sevgisi ve darıltma korkusu yer etmiştir. Evlâd, ıyâl, mal mülk hepsi gönüllerinin dışında kalmıştır. Bu bakımdan ibâdetlerini, taatlarını diğer âilevi ve beşerî münasebetlerini büyük bir şevk ve gönül hoşluğu içinde yürütürler. Bütün olan hadiseleri hoş karşılarlar. Çünkü onlarda keder, sıkıntı diye bir şey kalmamıştır. Onların hepsini kabullenirler. Üzücü hadiseler karşısında fazla üzülmezler, sevindirici haberlere fazla sevinmezler. Her hattı hareketleri nizamlı ve ölçülüdür. Mütvâzidirler, zillete düşmezler, bu bakımdan daima vakardırlar. Dinin ve insanlığın şerefini daima korurlar. Boyunları eğiktir. Her hallerinde huşû hâli görülür, abdest alışlarında, namazlarında görüldüğü gibi yemeklerini büyük bir huşû halinde yerler, hülâsa bilâ istisna her hareketlerinde Allahü Teâlâ vet tekaddes hazretlerinin mürâkabesinde, huzurlarında olduklarını bildikleri için, kulluk vazifelerinde en ufak bir lâkaydîlik görülmez. Edeb, edeb gene edeb onları kuşatmıştır. Her nefeslerini Allah'ın zikri ile değerlendirmesini bilirler. Böyle bir baha biçilmez hazîneye sahip olanlar, nasıl vakitlerini edeb üzere değerlendirmezler. Yürüyüşlerinde İslâmî bir vakar, oturuşlarında İslâmî bir edeb sezilir. Daima önlerine edeb üzere nazar ederler, gelişi güzel sağa sola göz atmazlar, yüksek sesle gülmezler, tebessüm ile iktifa ederler. Allahü Teâlâ'nın ledünnî ilmiyle süslenmişlerdir. Gecelerini namaz, istiğfar, duâ zikrullah ve Kurân okumakla geçirdikleri gibi gündüzlerinde de halka yardım nasihat ederler, cenâzelerde bulunurlar. Sülehâyı, zuâfayı ziyareti ihmal etmezler, yetimlerle, ihtiyaç sahipleri ile alâkadar olurlar, ellerinden geldiği kadar yardım ederler. Paraya kıymet verirler fakat kalblerine koymazlar. Onu nefsi için değil, ümmeti müsliminin ve mahlûkatın ihtiyaçları yolunda harcarlar. Kendilerini her hangi bir müessedeki veznedâr telakki ederler ve parayı sayan, alan, veren veznedâr olduğu halde, hakikatte para müesseseye aittir. Mal ve para da elinde bulunan değil, hakikatte Hak celle alâ hazretlerinin bir emanetidir.Bunu bildikleri için Allah'ın yolunda harcarlar.

Onların bulunduğu yer Cenâb-ı hakkın izniyle her türlü semâvî, arazî felâketlerden muhafaza edilir.Zamanın fitnelerinden korunur, oranın halkı da diğer semtlerden daha mâneviyatlı, daha hamdedici ve daha mütevekkil olur. Kısmı azamının zâhiri ilimleri yoktur, fakat Kur'ân-ı Kerim'i kolaylıkla tefsir edebilirler, har şeyi bililer, en ince mânâları çözebilirler, buna rağmen tecâhüldü arifânede bulunurlar, yani bildiklerini suhûletle gizlerler.

Keşf ve keramet edebi

Keşf ve kerametle böbürlenmezler, bunun Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine bir ikrâmı olduğunu bilirler. Fakat bunlar, kulluk vazifelerini gevşetmez bilâkis kuvvetlendirir, şevklerinin âşklarının tezâyüdüne vesile olur. Nezâket, nezâfet, nezâhet, haya, haya, edeb onların mümeyyiz sıfatlarındandır. Terbiyelerinde bulunanların da bu güzel sıfatlarla muttasıf olduklarını arzu ederler. Var kuvvetleri ile yetiştirmek için itina gösterirler. Diama bu sıfatlar üzere bulunurlar. Âilelerine nezâketle muamele ederler. Bu tertipleri değişmez. İster zamanın başbakanı olsun, ister bahçıvan ve hizmetkârı olsun aynı muâmeleye tâbi tutulurlar. Şöhretlilere, lüzumundan fazla itibar etmedikleri gibi, şöhretsizleri de horlamazlar.Çünkü şöhreti verenin de, alanın da Allahü Teâlâ ve tekaddes Hazretleri olduğunu bilirler.

Vakitlerini en değerli, şeylere hasreder, virdlerini muayyen saatlerde yaparlar. İbâdetleri az gibi görünse de, devamlı yaptıkları için yekûn tutar. Kimseden bir şey istemek âdetleri değildir. Muhterem Üstazımız hazretleri en sıcak günlerde muhataplarından soğuk bir su, şerbet veya ayran istemediği gibi soğuk günlerde de ıhlamur, çay gibi ısıtıcı şeyler istemezdi. Hizmetkârı anlayış gösterip kendiliğinden lüzumlu şeyi ikram ederse, teşekkür eder ve içerdi.

Affedicilik

Bu büyük zâtlar kimsenin aleyhinde konuşmazlar, kimsenin kusurunu ve hatasını ifşâ etmezler, kendilerine karşı kötü harekette bulunanları dahî affederler, Kur'-an ahkâmına, Resûlü Ekrem Efendimize ve Allah'ın evliya kullarına dil uzatan küstahlar olursa, onlara lâzım gelen muameleyi icra ederler, gadablanırlar, şiddetli cevaplarla susturmasını bilirler.

Korku ve üzüntü

Sözlerinde dururlar, kaypaklık bilmezler. Randevunun bir emanet olduğunu bildikleri için, söz verilen mahalde tam vaktinde bulunurlar.

Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de buyurmuştur ki;

- Allah'ın velileri ne korkar ne hüzün duyarlar. (Yûnus sûresi: 62)

Çünkü onlar geçmişi ve geleceği unutmuşlardır. Korku ancak istikbale yani geleceğe alttır. Kişinin isteklerinin yerine gelemeyeceğinden, telâşesinden ileri gelir. Hüzünde geçmişe aittir, isteklerinin yerine gelmeyişinden dolayı üzülür, veyahut isteklerinin tahakkukundan dolayı pişmanlık duyar. Bu bakımdan üzüntüsü eksik olmaz. Halbuki Allah'ın yüksek dereceli dostları vaktin, zamanın, halinin kıymetini bilen kimselerdir. Bu ölçüden onlar nefeslerinin zâyî olmasına razı olamazlar. Her anları Rablarıyla beraberdir. Onlar ne geçmişi bilirler, ne de geleceğe zihin yorarlar. Bu sebepledir ki onlarda ne hüzün ne de keder kalır ne de her hangi bir korku.

Söz ve duâ edebi

Sözlerini uzatmazlar ne denilmesi 1âzımsa onu söylerler, kısaltma ve ilâveler yapmazlar. Belağat ve fesahate ehemmiyet vermezler. Şeytanın onlarla alâkası kesildiği için esnemek nedir bilmezler. Kelâmları dinleyenlerin üzerinde derin iz bırakır. Tesirinden yıllar geçse bile kurtulamazlar. Bağırmak, çağırmak, nefsanî öfkeler, çekişmeler gibi avamî hallerden onlarda en ufağına dahi tesadüf edilmez. Sümkürmek de işitilmez. Gözleri yaşlıdır. Azamet-i ilâhiyyeyi düşünürler, ağlarlar. Cenâb-ı Hakkın settarlığını, gaffarlığını düşünürler ağlarlar. Mahlûkatın, kulların dünyevî ve uhrevî hallerine bakarlar gene ağlarlar. Açlık ve gözyaşı onların gıdaları haline gelmiştir. Bu hengâmede kendileri için ağlamaya fırsat bulamazlar.

Bilhassa Muhterem Üstazım Sâmî Ramazanoğlu Hazretlerinin hac zamanlarında, Mekke-i Mükerreme yolundaki o ay ışığı altındaki gecelerde, vasıta içindeki refiklerinin uyudukları sıralarda, gözlerinden o inci taneleri halinde kesiksiz olarak dökülen göz yaşlarını tarif etmek imkânsızdır. Bu hali düşündükçe hüzünlenirim. O eski kıymetini bilemediğimiz demler için.

Bilhassa, yüksek dereceli muhammedi
yyül meşreb olan mümtaz velilerin bütün istekleri, bütün günahkâr, âsî olan kullarının dahî ateş azâbından halas olmaları ve afvedilmeleridir.

Sertâcü'l-enbiyâ, mefhar-ı mevcûdat, Seyyidü'l-beşer Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Ashab-ı Kirâm ve onlara tâbî olan Hak dostları hörmetine, Rabbımız teâlâ ve tekaddes hazretleri, cümle ümmet-i müslimîni günahkârlar ve âsîler dahil olduğu halde, rahmetine gark eder. İnşaallah.

Evvelce bilhassa mübtedî salihlerde, göz yaşına çok tesadüf edilirdi. Halbuki bugün pek azında görünmektedir. Göz yaşı kalbin hassaslığına rakikliğine alâmettir. Her halde alınan gıdaların şüpheli şeyler olduğuna alâmet olsa gerek.

NUR KALBE GİRİNCE

İsa aleyhisselâm'a:

- Halktan senin gibi olan var mı? diye sorulunca, o da cevaben:

- Bakışı ibret, susması fikret ve kelâmı zikir olan kimse benim gibidir, dedi. Kul kendisini daima Cenâb-ı Hakkın gördüğünü ve duyduğunu bilmelidir. Dolayısıyla Allah'ın kendisine bakışını ve her şeyden haberdâr oluşunu basite almamalıdır. Allah'dan gizlemediğini başkalarından gizleyip, saklayan insan, Allah'ın bakışını basit, değersiz görmüş demektir. Allah'ın mürâkabesinde olduğunu bilmek, imanın üç meyvesinden birisidir. Zira Allah'ın kendisini gördüğünü bildiği halde günah işleyen kişi ne kadar cesur ne kadar hüsrana uğramıştır. Görmediğini zannederek günah işleyen ise ne kadar nankördür.

Allah'dan hakkıyla korkmak ve böylece ehl-i takva derecesine vuslat, ancak mâsivâyı (Allah'dan başkasını) terk etmek ve onlara iltifat etmemekle elde edilir. Zira Hâlıka vuslat, mahlûktan kalben ayrılıp, uzaklaşma ölçüsündedir. Allah'a takarrub, yaklaşmak, mâsivâdan uzaklaşmakla mümkündür.

Kulun mahlükata (dünyaya) değer verip, iltifat etmesi, ancak mahlükatın, iç yüzünü ortaya koyacak nurdan mahrum oluşu sebebiyledir. Yoksa ahiretin dünyadan daha hayırlı, Allah'ın yanında bulunan nimetlerin daha güzel ve devamlı olduğunu kendisine gösterecek bir nur, yakîni bir iman gönlünü aydınlatsa, işte o zaman dünyanın hemen göç edilip, bırakılacak bir yer olduğunu ve insanı aldatıcı o güzelliklerinin de derhal fani olacağını görebilir. Çünkü kesin olarak gelecek olan, şu anda mevcut gibidir. Özellikle dünyanın değişen ahvali, servet ve sahiplerinin durmadan el değiştirmesi bunu ne kadar açık bir şekilde göstermektedir.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

- Şüphesiz nur kalbe girince, kalb genişler ve ferahlar.

- Ey Allah'ın Resulü! Bunun belli bir alameti var mı? diye sorulunca Efendimiz

sallallahu aleyhi ve sellem:

- İnsanın, aldatıcı dünyadan uzaklaşıp, ebedîlik alemine yönelmesi ve ölüm gelmeden, onun için hazırlık yapmasıdır, buyurmuşlardır.

Allah'ım bizi, sana vuslat ve kavuşmak için iyice hazırlanan kullarından eyle! Amin. (Mahmud Samî Ramazanoğlu kuddise sirruhu'nun Bakara Süresi Tefsiri'nden sahife 288-289'dan.)

MÜEDDİBÜ'L-EVLİYA

Meşhur evliyadan biri de Ebû Bekir Verrak Tirmizî hazretleridir. Ebû Bekir Verrak hazretleri aslında Tirmiz'den olup hayatı daha ziyade Belh'de geçmiştir. Müsned sahibi meşhur Ebû İsa Tirmizî'nin dayısıdır. Tirmizî'nin Müsned'i hadis ilminde çok meşhur ve muteber bir kitaptır ve bu kitap bazı hadis alimlerince kütübü sitteden sayılmaktadır.

Ebû Bekir Verrak hazretleri, talebelerini sefer yapmaktan çok sıkı bir şekilde men ederdi ve "Bütün bereketlerin anahtarı talebeliğe başladığın yerde sabretmektir" derdi. Sefer mevzuunda sık sık şeyhülislam Abdullah-ı Ensarî hazretlerinin şu sözünü tekrar ederlerdi. Abdullah-ı Ensarî diyor ki:

- Bu zamanda bir kimsenin seferde namazı ve diğer ibadetleri tam yapması çok zordur. Tam yapmayınca salih kimselerin dışında kalır. Ebû Bekir Verrak hazretlerinin vera ve takvası tam, tecrid ve tefridi mükemmel olup kendisi ibadet ve edebde emsalsizdi. Bu sebeple de büyükler kendisine "Müeddib-ül Evliya" yani "velilerin terbiyecisi" derlerdi.

Ebû Bekir Verrak hazretleri, Hızır aleyhisselamla tanışmayı çok arzu ederdi. Ve bu maksadına kavuşmak için, her gün kabristana gider, gelir ve gidip gelirken de yolda bir cüz Kur'an-ı Kerim okurdu. Bir gün yine Hızır aleyhisselamla buluşmak gayesiyle evinden çıkarken, nüranî yüzlü bir ihtiyarla karşılaştı. İhtiyar selam verdi. Pîr, Verrak hazretlerine, "Benim ile sohbet etmek ister misin?" deyince; "isterim" cevabını verdi. Ve mezarlığa doğru yola koyuldular. Mezarlığa gidişte ve gelişte bol bol sohbet ettiler, ihtiyar ayrılmak istediği zaman ona dedi ki:

- Ömür boyu görmek istediğin ve görmeye çalıştığın Hızır benim. Bugün benim ile sohbet ettin ama, bir cüz Kur'an-ı Kerim okumaktan mahrum kaldın.

Hızır ile sohbet etmenin neticesi böylesine kıymetli bir ibadetten mahrum kalmak olunca, başkaları ile sohbet etmenin neticesinin ne olduğunu düşünmelidir.

KURTULUŞ RASULULLAH'IN BOYASI İLE BOYANMAKTA

Muhammed Celaleddin Rumî kuddise sirruh buyurur ki:

- Her kim Allah'tan korkarsa o (her türlü felaket ve azabdan) emin kılınır.

Netice olarak şu hususu iyice bilmeliyiz ki: Bizim kurtuluşumuz selamet ve seadetimiz; her hal ü karda yani, her nefeste, her adımda her türlü hal ve hareketlerimizde Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine tam olarak uymak, onun boyasına boyanmak, onun ahlakı ile ahlaklanmak, onun sünneti muhammedi
yesinden kat'iyyen ayrılmamağa çalışmakla mümkündür.

Allahü teala ve tekaddes hazretleri, hatemül enbiya sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi rehber olarak göndermiş ve onun yolundan ayrılmamayı emrederek:

"Resûlullah, size neyi getirdiyse onu tutun ve neden sizi yasakladı ise ondan kaçınınız" buyurmuştur. (Haşr süresi: 7)

Abdülkadir Geylanî kuddise sirruh hazretlerinin kıymetli kelamları ile mevzumuzu kapatıyoruz. Buyuruyorlar ki:

- Ey benim sohbetim de bulunmak ve benden istifade etmek isteyen kişi! Ben öyle bir hal içindeyim ve öyle bir alemde yaşıyorum ki, onda ne fanî insanlar vardır, ne dünya vardır ne de ahiret. Benim içinde bulunduğum bu alemde, Allah'dan başka hiç bir şeye, gönüllerde yer yoktur. Kim ki, benim söylediğim gibi tevbe eder, benim sohbetimde bulunur, benim sözlerime hüsnü zan besler ve benim dediklerimle amel ederse, inşallah o da benim içinde bulunduğum bu aleme girer ve oradaki insanlar gibi olur.
Alıntı: Altınoluk dergisi Sâdık Dânâ
1989 - Eylul, Sayı: 043, Sayfa: 024 alınmıştır.
Resim
Cevapla

“Serbest Kürsü” sayfasına dön