FAYDALI BİLGİLER

 
Konumuza dair birkaç faydalı bilgi verelim.
Şöyle ki :
Yer yüzünde bulunan cümle yaratılmışlar.
Sular da yaşayanlar olanların ancak onda biri sayılır.
Yerde ve sularda yaşayanlar bir arada sayılsa, havadakilerin ancak onda biri olabilir.
Yerde, sularda, havada bulunan varlıklar bir arada sayılsa, birinci kat gökte yaşayan meleklerin ancak onda birini teşkil eder.
Yerde, sularda, havada ve birinci kat gökte yaratılmışlar toplansa; ikinci kat gökte olanların onda birini tutabilir.
Bu kıyas yedinci kat göğe kadar aynı şekilde devam eder.
 
Ve yedi kat yer derinliğinde, yedi kat gökte yaşayan melekler ve mahlukât ancak Kürsî’de olan meleklerin onda bir sayısını tutar. Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
“Onun Kürsî’si yeri gökleri içine aldı.” (2/255)
Kürsî’de, yedi kat yerde, yedi kat gökte ve denizlerde bulunanlar, Arş’ın bir köşesine sığınan meleklerin onda biridir.
 
Ve bu sayılanların cümlesi, Müheymin Melâikenin onda biri olabilir.
Müheymin melâike; yaratıldığı günden bu yana, Hakk cemâlinin hoşluğunu seyirden bir an bile ayrılmamış, o cemâlin seyrinde hayran olmuşlardır.
Ne kendilerini bilirler, ne de başkalarını.
Henüz âlemlerin yaratıldığından ve Âdem peygamberin yaratıldığından haberleri yoktur.
İblisin varlığını da bilmezler; bunlardan asla haberdâr değillerdir.
 
 
RUH  ADLI MELEK
 
Sonra Yüce Hakk’ın ulu bir meleği vardır; başında hesapsız saç bulunur.
Ona nisbetle anlatılan melekler, arş, ferş; bir insanın eline veya saçının teline takılan inci gibidir.
Eğer Hakk Teâlâ, ona bir emir verseydi, cümle varlığı bir lokmada yutar ve boğazından zerre kadar bir şey geçtiğini bilmezdi.
Bunun adı şudur: Ruh..
 
 
İNSAN-I  KÂMİL
 
İşte bahsi geçen cümle şeyler, melek ve felek İnsan-ı Kâmil’in kalbine konsa orada zerre kadar dahi tartı değmez.
Hazret-i Beyazid, bu makama varınca şöyle anlatmıştır:
“Arş ve ondakiler, milyon kere büyüse ve ârifin kalbinde bir köşeye konsa; orada bir şeyin varlığını duymaz.”
O gönül ki, yerlere ve göklere, arşa ve kürsîye sığmayan, Yüce Hakk’ın azamet ve celâlinin, cümle zât ve sıfatının tecellî yeri olmuştur; ona bu kadar büyüklük çok mudur?.
 
Bunu, şu Kudsî Hadis de teyid eder:
“Göklerime, yerlerime sığamam, lâkin mümin kulumun kalbine sığarım.”
Burada müminden murad, İnsan-ı Kâmil’dir.
Kalbe sığmaktan murad ise, o kalbin Hakk Teâlâ cemâline ayna olmasıdır.
İşte şu Hadis-i Şerif bunu anlatır:
“Mümin, müminin aynasıdır.”
Birinci müminden, İnsan-ı Kâmil; ikincisinden de, Yüce Hakk’ın Zâtı kasd edilir.
Açık mânâsı:
“İnsan-ı Kâmil Hakk’ın aynasıdır.” cümlesi olur.
 
Büyük mürşid Muhiddin-i Arabî, Füsus’unda kalb azametini haber verirken; Bayezid Hz.nin beyanına da değinmiş, şöyle demiştir:
“Onun açıkladığı mânâ, ârifin, cisimlere nisbetle büyüklüğüdür.” Burada ben de şöyle derim:
Şu sonu olmadığı anlatılan varlık için; kendisini yaratana bakarak bir son bulunur.
İşbu hâli ile anlatılan varlık, İnsan-ı Kâmilin kalbine konmuş olsaydı, onun ağırlığını duymazdı.
Hazretin anlattığı azamet, sayı ve hesaba gelmeyeceği gibi; vehim ve kıyasa sığar cinsten de değildir.
O, zevke dayanır.
Allah-ü Teâlâ o zevkleri cümlemize nasip eyleye… Hû!.
 
Hazret-i Bayezid, bu makamda şu şiiri söylemiştir:
 
Sevgiyi, kadeh, kadeh aldım;
Ne şarap bitti; ne ben kandım..
 
Bu makamda anlatılan sevgi, aynen sevilendir.
Bu şiiriyle Hazret, kalb mertebesinden haber vermiş ve onun genişliğini anlatmıştır; ki bu, ehline malumdur.
Tefsir gerekirse, şöyle denir:
“Kalb aynam, ezelî ve ebedî sevgilinin tecellî ve feyizlerine mazhar oldu, İlâhî feyizler, birbirini takip ederek inip gelmekte ve kalbim onu kabul etmektedir. Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi; tükenecek gibi de değil..”
 
Bunları anlatmaktan gaye, İnsan-ı Kâmil’in azametini ve mertebesini açıklamaktır, dolayısiyle Yüce Hakk’ın yüceliğini..
Bir şiir:
 
İnsan, keyfiyetini, bilemedikten sonra;
Nasıl ezel sahibi Cebbar Allah’ a vara!.
 
Cümle ağaçlar kalem, denizler, mürekkep, insanlar, bu gözle göremediğimiz melekler, cinler de kâtip olsa, İnsan-ı Kâmil’in hâllerini anlatıp bitiremezler.
Zamanları, dünya kuruluşundan, kıyamete kadar uzasa; bu faslın yüzündeki ince zarı dahi atamazlar.
Bu fasla işaret olarak; şu âyet-i kerimeyi zikredelim:
“Söyle; denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa, Rabbımın kelâmı bitmeden tükenir; bir misli daha gelse, yine tükenir.” (18/109)
İnsan-ı Kâmil’in bir adı (Elif-Lam-Mim) dir.
Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’in başında.
“Elif-Lam-Mim şu kitap var ya, onda şüphe yoktur.” (2/1) buyurulur.
 
Bir hadisi şerifte:
“İnsan ve Kur an ikizdir.” buyurulur.
Burada insandan murad, İnsan-ı Kâmil’dir.
Burada ikizden kasd, aynı batında doğan ikiz kardeş mânâsına gelir.
Hâsılı..
Yukarıdan beri ne anlatıldıysa, hepsi birbirinin aynasıdır.
Lahût’un aynası ceberut;
Ceberûtun aynası melekût;
Melekûtun aynası mülktür.
Bunların hepsine ayna, însan-ı Kâmil’dir.
 
İnsan-ı Kâmil, Allah-ü Teâlâ’nın halifesidir.
Ve kendini gösteren bir aynadır.
İlâhî varlığı, kâinatı gösteren bir aynadır.
İnsan-ı Kâmil’in özünde olmayan hiçbir mertebe yoktur.
 
Elde olmayan sebeplerle söz uzadı; sadede gelelim.
Esas mevzu, Muhiddin-i Arabi’nin şu cümlesi üzerineydi:
“İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir itikada bağlanıp kalmazdı.”
İnsanın anlatılan hâle gelmesi, İnsan-ı Kâmil olması sayılır.
Buraya kadar saydığımız şeyler İnsan-ı Kâmil’in binde bir vasfını teşkil eder.
İnsan bu mertebeyi bulduktan sonra, mutlak surette Hakk’ın tecellîgâhı olur; ki, o hangi yönden kendisine tecellî ederse, kabullenir.
Bu mertebeyi bulana:
“İnsan-ı Kâmil” denir.
Hakk Teâlâ, bu mertebeye ermeyi cümlemize ihsan eylesin!
Amin!. Hû!.
 
Ey kardeş, insafla düşün!
Hakk Teâlâ bize büyük istidat vermiş.
Biz ise, bunu boşa gideriyoruz; lâyık mı?.
“Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın.” (7/179)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan zümrenin derecesine kendimizi indiriyoruz.
Bize hayıf oluyor; bize yazık oluyor.
İnsan-ı Kâmil olmak kolay değil; ancak kâmil bir zâtı bulup elini tutmakla, ona hizmet etmekle kabil olur.
Yüce Hakk o istidadı herkese vermiştir; ama, insan kendini alt dereceye düşürür; istidadını yitirir.
Kendini bir kâmil mürşide teslim et!
Sen dahi bir insan ol!
Asıl kemâl, insanlığı, belli bir itikada bağlı bilmemektir.
Ama sanılmaya ki: İnsan-ı Kâmil mezhebsiz ve İtikadsız bir kişidir. Zira, onun mezhebi ve itikadı İlâhî dilekte ve İlâhî emrin varlığındandır.
Onların inanışı, mecazî mezheb ve itikad değildir.
Hak erenlerinden bazısına:
“Hangi mezhebtensin?” denince:
“Huda mezhebindenim!” derlerdi.
 
Bir şiir:
 
Bütün mezhepler kaydından beri ol!
Tüm yolcuların başta gideni ol!..
 
Bazı büyüklere şöyle sordular:
“Anlatıldığına göre, irfan sahibi özel bir inanışa bağlı kalmaz; lâkin halka uyar bir şekilde açığa çıkar.
Çünkü:
“İnsanlara, akıl erdirecekleri kadar konuşunuz.” buyurulmuştur.
Eğer kalbindekini açığa vurursa, onu hemen öldürürler.
Durum böyle olunca, o irfan sahibi, münafık olmaz mı?”
 
Cevap şu oldu:
“Olmaz!
Zira münafık ona denir ki, gizli bir itikada sahip olur; bu itikadının aksine amel izhar eder.
Yaptığının yersiz olduğunu kendisi de bilir.
Ârif odur ki, hem izhar ettiği itikad Hak olur; hem de içinde olan itikada dışı zıt görünür; ama değildir.
İrfan sahibinin çerçevesi geniştir.
Onda iki zıt dahi birleşir.
Bu zıtlar zâhirdekilere göre olsa dahi, ona göre zıt olmaz.
En İyi bilen Allah’tır.
 
 
Müheymin : Mü’min. * Hazır. Sâdık. * Hâfız. Hıfz edici. Koruyucu.
 
Arş : Bağ çardağı. * Gölgelik. * Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah’ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.) * Fevkiyyet, ulviyyet. * Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlâs, Felek-i Azâm gibi isimlerle Cenab-ı Hakkın izzet ve saltanatından kinaye olarak söylenir.
 
Ferş : Yer. Yeryüzü. * Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey. * Küçük develer.
 
Feyiz : Feyz. (C.: Füyuz) Bolluk, bereket. * İlim, irfan. Mübareklik. * Şan, şöhret. * İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak. * Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su. * Bir haberi fâş etmek. * İçindeki düşüncesini izhar etmek.
 
Saded : Asıl mevzu, maksad, asıl konuşulan şey, fikir. * Niyet, kasıd. Teşebbüs. * Yakınlık, civar.
 
Tecellîgâh : f. Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer.
 
 
اللّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
“Allahü la ilahe illa hüvel hayyül kayyum, la te’huzühu sinetüv vela nevm, lehu ma fis semavati ve ma fil ard, men zellezi yeşfeu indehu illa bi iznih, ya’lemü ma beyne eydihim ve ma halfehüm, ve al yühiytune bi şey’im min ilmihi illa bi ma şa’, vesia kürsiyyühüs semavati vel ard, ve la yeudühu hifzuhüma, ve hüvel aliyyül aziym : Allah, O’ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.) O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara 2/255)
 
قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
“Kul lev kanel bahru midadel li kelimati rabi le nefidel bahru kable en tenfede kelimatü rabbi ve lev ci’na bi mislihi mededa : De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.” (Kehf 18/109)
 
الم
“Elif lam mim : Elif. Lâm. Mîm.” (Bakara 2/1)
 
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
“Ve le kad zera’na li cehenneme kesiram minel cinni vel insi lehüm kulubül la yefkahune biha ve lehüm a’yünül la yübsirune biha ve lehüm azanül la yesmeune biha ülaike kel en’ami bel hüm edall ülaike hümül ğafilun : Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’raf 7/179)