4- Muhammedî Hakikat

 

MUHAMMEDÎ HAKİKAT

 

  Allah, sana sevdiği ve hoşlandığı işlerde başarı ihsan eylesin.

Söylediklerimi belle ve anla…

Allahu Teala, cemâli nurundan ilk defa MUHAMMED’in (s.a.v.) nurunu yarattı. Bunu Allahu Teala bir Kudsî Hadisinde şöyle açıklar:

“MUHAMMED’in (s.a.v.) ruhunu yüzümün nurundan yarattım.”

Bu durumu, Peygamber Efendimiz de şöyle beyan etmektedir:

“Allah, önce ruhumu yarattı. Allah, önce nurumu yarattı. Allah, önce kalemi yarattı. Allah, önce aklı yarattı.”

Bunların hepsinden bir tek şey murad edilmektedir: HAKİKAT-I MUHAMMEDİYE… Yani Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gerçek yönü… Hal böyle iken O’na bazı adlar takıldı.

NUR dendi. Çünkü O, Celal sıfatı altında saklı zulümattan yana saftır. Bunu Hak Teala haber verdi:

“Allah tarafından size NUR, her şeyi açık anlatan Kitab geldi,”(Yunus, 57).

AKIL dendi. Çünkü her şeyi idrak ederdi.

KALEM dendi. Çünkü ilim O’nunla yayıldı. Sonra ilmi, hurufat âlemine dökmeye de âmil olmuştur.

RUH-U MUHAMMEDÎ, olanların özü, kâinatın evveli ve aslıdır. Buna işareten Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurur:

“Ben Allah’tan; müminler de Ben’den…”

Allahu Teala, lâhut âleminde ve hakiki Ahsen-i Takvîm’de; bütün ruhları O’nun ruhundan yarattı.

O, yukarıda bahsedilen âlemde, bütün insanlığın adıdır. O, vatan-ı aslîdir.

Bu yaratılıştan dört bin yıl sonra, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) göz nurundan arşı yarattı. Kâinatın kalan kısmını da arştan yarattı. Ondan da kâinatı…

Sonra.. yaratılan ruhları, kâinatın en aşağı derekesine indirdi. Yani bu cesetler âlemine demek istiyorum.

“Sonra, onu aşağıların en aşağısına gönderdik…” (Tîn, 5).

Yani, o nuru; ilk önce Lâhût âleminden ceberût âlemine gönderdi. O nurdan olan ruhlara, iki harem arasında ceberût nurundan kisveler giydirdi. Buna Sultanî Ruh tabir edilir. Sonra bu kisve melekût âlemine saldı. Orada da melekût nurundan kisve giydirdi; buna da Ruhanî Ruh tabir edilir.

Sonra mülk âlemine gönderdi. Mülk kisvesine bürüdü; buna da Cismanî Ruh tabir edilir.

Sonra.. bundan cesetleri yarattı. Bu değişik halleri şu Âyet-i Kerime haber verir:

“Sizi O’ndan yarattık, O’na iade edeceğiz; ikinci bir sefer yine O’ndan çıkaracağız,” (Taha, 55).

Bu hallerden sonra; Allahu Teala o ruhlara, bu cisme girmeleri için emir verdi; onlar da Allah’ın emriyle girdiler. Bunu da şu Âyet-i Kerime haber vermektedir:

“Ona ruhumdan üfledim,” (Sad, 72).

Zaman oldu; o ruhlar bu cesetle ilgisini artırdı. Bu yüzden, ahdi unuttular. Halbuki, Allahu Teala onları yarattığında:

“Sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Onlar da:

“Evet..” cevabını verdiler… İşte bu sözü unuttular. Aslî vatana dönemediler.

Fakat.. Rahman, yani varlığın yardım kaynağı, onlara acıdı. Bu sebeple semavî kitaplar saldı. Bunlarla aslî vatanı hatırlatmak istedi. Bu manaya da şu Âyet-i Kerîme işaret eder:

“Onlara Allah’ın günlerini hatırlat,” (İbrahim, 5). Yani: Ruhlarla geçen, o visal günlerini hatırlat.

***

Bu âleme pek çok enbiya geldi ve devresini tamamlayıp göçüp gitti. Hepsinin gayesi bu durumu anlatmak ve halkı ayıktırmaktı. Fakat O’nu anan, O’na yönelen, o âleme iştiyak duyan ve o âleme vasıl olan zamanla azaldı.

Nübüvvet; BÜYÜK MUHAMMEDÎ RUH’a varıncaya kadar devam etti. O, risaletin sonuncusu idi.

Allahu Teala basiretlerini açmak için O’nu bu gafil insanlara gönderdi. Gaye, onları gaflet uykusundan uyarmak; visaline, ezelî cemaline ermeye, yani Allah’ın Zat’ına davet idi.

Peygamber (s.a.v.) Efendimizin yolunu tayin için bildirilen şu Âyet-i Kerime bu duruma işaret eder:

“Söyle: Yolum basiret üzerinedir. Ben ve bana uyanları, aynı yola davet ederiz,” (Yusuf, 108).

Peygamber (s.a.v.) Efendimizin de şu Hadis-i Şerifi, aynı şekilde bizi asıl gayeyi anlatır:

“Ashabım gökteki yıldızlara benzer, hangisine uyarsanız, doğruyu bulursunuz…”

Basiret, ruh gözesinden gelir. Evliya için FUAD makamından açılır. Elde ediliş tarzına gelince, zahiri bilgi ile olmaz. Ötelerden, batından coşup gelen ilim lâzım… Şu Âyet-i Kerime bizi, işin özüne iletir:

“O’na canibimizden -ötelerden- ilim vermiştik,” (Kehf, 65).

İnsana gereken, basiret sahiplerini bularak, telkin yolu ile onlardan birşeyler almaktır.. O telkini yapan zat, velî, mürşid ve lâhut âleminden haber veren olmalı…

***

Kardeşler!.. Ayılınız. Tövbe yolu ile Rabbinizden marifet talebinde bulununuz. Bunun için koşunuz. Bunu Allahu Teala şu Âyet-i Kerime ile haber verir:

“Rabbinizden gelen bağış için; keza, arzı, yer gök arası kadar olan cennet için de konuşunuz… Ki O, ittikâ sahiplerine hazırlandı…” (Âl-i İmran, 133).

Yola giriniz. Şu ruhanî kafilelerle Rabbinize dönünüz. Yakında yol kesilecek.. O âleme gidiş için arkadaş bulunmayacak.. Biz, bu harap dünyaya, oturmaya gelmedik. Yemek, içmek ve nefsin ihtiyaçlarını tatmin için de gönderilmedik…

Peygamberimiz (s.a.v.) sizi gözetmekte ve halinize bakıp üzülmektedir.. Ki bunu şu Hadis-i Şerif bize anlatıyor:

“Üzüntüm, âhir zamanda gelecek ümmetim içindir.”

Bize gelen iki şekil üzeredir: Zâhir ve Bâtın… Yani, şeriat yolu ve marifet.

Allahu Teala, şeriatla dış âlemimizin düzenini, marifetle de iç âlemimizin düzenini emreder. Her ikisinin birleşiminden ise hakikat peyda olur. Bu sözümüze, ağaçla yaprağı misal getirebiliriz; bundan sonra, meyve hasıl olur. Şu Âyet-i Kerime, anlatmak istediğimiz manaya işaret eder:

“İki deniz yürür, karşılaşır; hatta mahcuplara göre birleşir, fakat aralarında berzah -İnsan-ı Kâmil- vardır, şaşmazlar,” (Rahman, 20).

Her iki mana birden alınmalı. Aksi halde, yani yalnız zahirî bilgi ile hakikat elde edilemez. Esas gayeye varılamaz. İbadetin tam olması için, biri değil; ikisi lâzımdır. Yani şeriat ve marifet. Allahu Teala bu manayı şu Âyet-i Kerime ile işaret eder:

“Ben, cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım,” (Zâriyat, 56).

Yani, Zat’ıma karşı irfan sahibi olalar diye… Her kim ki, O’na karşı irfan duygusuna sahip olmaz; nice ibadet edebilir?

Marifet, nefsin kara perdesini kalp aynasından açmak ve onu temizlemekle hasıl olur. O zaman Cemâl-i İlâhî’nin gizli hazinesi gözükmeye başlar. Ki bu, kalp sırrının özünde gözükür. Allahu Teala bir Kudsî Hadis’de şöyle buyurur:

“Gizli bir hazine idim. Zat’ıma irfan duygusu taşınmasını istedim. Halkı bunun için yarattım.”

Bundan anlaşılıyor ki, Allahu Teala insanı marifeti için yarattı. Marifet, yani irfan sahibi olmak, iki şekilde anlatılır: Biri Allah’ın Zat’ına; öbürü de sıfatına karşı irfan duygusuna sahip olmak…

Allahu Teala’nın sıfatına karşı ârif olmakta, dünya ve ahirette cismin alacağı tad vardır. Ama O’nun Zat’ına karşı irfan duygusunda, öbür âlemde mukaddes ruhun alacağı haz vardır. Bir Âyet-i Kerimede şöyle buyuruldu:

“Biz onu kudsî ruhla teyid ettik,” (Bakara, 87).

Allahu Teala’nın Zat’ına karşı irfan duygusu taşıyanlar, kudsî ruhla kuvvet bulmuşlardır. Anlatılan bu iki marifet, ancak iki yönlü ilimle meydana gelir; zahirî ilim, bir de batınî ilim. Anlattığımız işlerin olması bu iki ilme bağlıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu iki ilmi anlatırken şöyle buyurdu:

“İlim, ikiye ayrılır: Biri dilde olur ki, bu Allah’ın kulları üzerindeki hüccetidir; bir de kalbte olan ilim var ki; gayelere varmak için faydalı olan da budur.”

***

İnsan, önce şer’î bilgilere muhtaçtır. Bu ilimle, sıfatlar âleminde Hak Teala’nın Zat’ına ait bilgiler tahsil edilir. Bundan sonradır ki, batın ilmine sıra gelir. Bu ilimle de marifet âleminde Hakka irfanın tam kendisi elde edilir.

Buna erebilmek için, dinin emirlerine uymayan işleri bırakmak gerekir. Hatta, tarikat âdâbına uymayan hataları da bırakmak icab eder. Bu anlatılan halin oluşması için de, nefse ve ruha ağır ve güç gelen vazifeleri yaptırmalı. Bunlar yapılırken yalnız Hakk’ın rızası gözetilmeli. Görsünler veya işitsinler için iş yapılmamalı. Allahu Teala anlattığımız hale şu Âyet-i Kerime ile işaret eder:

“Her kim, yaratanına kavuşmayı diliyorsa yarar iş görsün; yaratanına yaptığı ibadete, kimseyi ortak etmesin,” (Kehf, 110).

Marifet âlemi şeklinde tabir edilen âlem, LÂHUT âlemidir. Orası ise, aslî vatandır, ki yukarda anlatılan kudsî ruhun yaratıldığı âlemdir. Hakiki insanlık oradadır, ki o hakikat kalbin özüne emanet olarak kondu. Onun varlığı tövbe ve telkinle meydana çıkar. Ve “LÂ İLÂHE İLLALLAH” Kelime-i Tevhîdine devamla kendini açığa vurur.

Kelime-i tevhide önce dille devam edilir. Kalb hayatı bulununca da, kalb ile söylenir.

Tasavvuf ehli, kudsî mana hallerine, TIFL -çocuk- adını taktılar. Ona TIFL denmesi, bazı sebeplerden ileri gelmiştir. Şöyle ki:

  1. O hal kalbden doğar ve orada terbiye görür, büyür. Aynen, annenin yavrusunu doğurması, büyütmesi gibi.
  2. İlim tahsili, çok kere yavrulara hastır. Marifet ilmi ise, o kalbin yavrusuna talim edilir.
  3. Çocuk, zahirdeki günah kirlerinden temizdir. O kalbin yavrusu ise, şirk, gaflet ve cismanî hatalardan uzaktır.
  4. Bahsedilen temiz suret, çocuklarda daha çok görülür. Bundandır ki, çok kere mana âlemlerine dair temiz hal, melâike suretinde görülür.
  5. Yapılan amellerden sonra, cennete girilir, sonra onları Allahu Teala TIFL’larla, yani yavrularla mükâfata erdireceğini anlatır.

İşte.. bu manaya işaret eden iki Âyet-i Kerime:

“Onların çevresinde daima yavrular döner,” (Vâkıa, 17).

“Onlar için hazır bekleyen gılmanlar -çocuklar-, hazineler de saklı inciler gibidir,” (Tur, 24).

  1. TIFL -çocuk- isminin ona takılmasındaki bir başka sebep ise, letafet ve nezafet halidir.
  2. Sonra, ona verilen bu isim mecaz yolu iledir. Çünkü o, bedenle ilgilidir.Beşer suretine bürünmüştür. Çünkü onunla alakası vardır. Sonra, onun melâheti de bu ismi almasına sebep olmuştur. Sonra o, beşerin rengini de değiştirmiştir. Onun bidayetine nazar edilirse, bu hal daha iyi sezilir. Çünkü o, hakiki insandır. Çünkü Hak Teala’ya nisbeti vardır.

O insanlığın hakiki yönü, öyle bir şeydir ki, ona göre ne cisim, ne cismanî olmak var..

O’nun varlığı, Hakk’ın Zat’ına karşı bir mahrem teşkil etmez. Bunu Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in şu Hadis-i Şerifi anlatır:

“Allah ile öyle bir zamanım olur ki; o anda araya ne Melek-ül Mukarreb -Hakk’a yakın Melek-, ne de Nebî Mürsel -bir peygamber- girebilir.”

Hadis-i Şerifte bahsi geçen mürsel peygamber, Efendimizin (s.a.v.) beşerî yönüdür. Yakın Melek -Mukarreb Melek- ise, ceberût nurundan yaratılan Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ruhanî durumudur ki; oraya melek için giriş yoktur. Lâhut nuru da oraya giremez. O âlemi anlatırken Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:

“Allah’ın bir cenneti vardır; orada köşkler olmaz. Bal lafı edilmez. Süt bulunmaz. Orada yalnız ilahî yüze nazar kılınır.”

Bu durumu şu Âyet-i Kerime teyid eder:

“Yüzler vardır, tazedir, parlar o günde…” (Kıyamet, 22).

Bir Hadis-i Şerif de, bu hali başka yönden teyid eder:

“Rabbinizi seyre dalacak, mehtaba bakar gibi bakacaksınız.”

O öyle bir âlemdir ki, oraya melek veya cismiyet uğrayacak olsa derhal yanar. Burada bir Kudsî Hadis bu konuyu şöyle izah etmektedir:

“Şayet, Celâl yüzümden perdeyi aralayacak olsaydım, gözümün aldığı her yer yanardı.”

Keza, Cibril’in de bu hususta peygamberimize bir sözü vardı; onu da zikredelim:

“Bir karınca boyu öteye geçecek olursam derhal yanarım.”