SOR-DURU-YORUM

Cevapla
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

SOR-DURU-YORUM

Mesaj gönderen gullale »

Âdem anasız babasız...

İsa babasız...


Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme denildi ki

" anam babam sana fedâ olsun ya Rasulullah..."

RABBİ'L-'ÂLEMÎN dedi ki:

Eûzubillahimineşşeytânirracim

Bismillâhirrahmânirrahim


Kul! Huve ALLAHU ehad
ALLAHU es-samed
Lem yelid - ve lem yûled
Ve lem yekun lehu kufuven ehad...


SadakALLÂHul Azîm...

Ne ANlamalıyım?
Anasız-babasız var olmaktan?
Anam babam fedâ olsun! dan...
Doğurmamış ve doğurulmamış OLmaktan?( ana babası olmamak, üreme için eş olmaması, cinsiyetsiz OLmak)
Evlat sâhibi olmamaktan!
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5156
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »



Güllalem,

Baksana şu sufilere! ..Nasılda anasız-babasız dönmekteler... ADEM MİSALİ!



Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
HAS-AN
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 570
Kayıt: 02 Tem 2009, 02:00

Mesaj gönderen HAS-AN »

Çiftleşmeden üreyen dişi karınca türü keşfedildi

Bilim adamları, Amazonlar'da çiftleşmeden çoğalan ve tamamı dişi olan bir karınca türü keşfettiler.

ABD'nin Arizona Üniversitesinden araştırmacılar, kraliçe karıncaların kendilerini kopyalayarak genetik açıdan benzerlerini ürettiklerini, böylece eşeysiz ürediklerini tespit ederek, bunun hiç çiftleşme olmaksızın bahçe mantarı gibi ürediği görülen ilk böcek türü olduğunu belirttiler.



Karıncaların bu "sekssiz dünyası" ile ilgili bulgularını Proceedings of the Royal Society B. dergisinde yayımlayan Biyolog Anna Himler, "Mycocepurus smithii" türü karıncaların DNA'larının "parmak izini" inceleyerek, tüm karıncaların koloninin kraliçesinin kopyaları olduğunu gördüklerini kaydetti.

Dişi karıncaları parçalayıp incelediklerinde bunların fiziksel olarak doğuramayacak durumda olduklarını ve "midye organı" olarak bilinen üreme sistemlerinin özelliğini yitirmiş olduğunu fark ettiklerini söyleyen araştırmacı, erkeklerin döllenmemiş yumurtadan eşeysiz üremelerinin bazı böcek türleri için normal olduğunu, ancak dişilerin eşeysiz üremelerinin "karıncalarda fazlasıyla ender" olduğunun altını çizdi.

"Karınca toplumunda, değişik tiplerde üreme şekilleri görülüyor, ama bu tür kendi görülmemiş üreme şeklini geliştirmiş" diyen Himler, neden özellikle bu türün tamamen eşeysiz olduğunu ve bu fenomenin ne kadar zaman önce ortaya çıktığını bilmediklerini de sözlerine ekledi
.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/soyres/gullu.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Mesaj gönderen gullale »

Gönül güzelleri, Gül ve SÜREYYAAKSOY CANlarım, ana-baba konusu uzun zamandır beni meşgul etmekte. Kur'ân-ı Kerîm'imizde değişik konularla alakalı olarak ana baba'dan bahsedilmekte, dünyâ hayatı boşuna değil AKLımızın bir oyunu olsa da... Dünyâ HAYYatının bir parçası OL-AN Kur'ân-ı Kerîm de boşuna değil, geçmişte OLanlarda, OLsun-OLmasınlarda...
AKLımızın hudûdunca neyi ne kadar ANlayabiliyor olsak ta RABBİ'L-'ÂLEMÎN BİZe buradan bu seviyeden her AKL seviyesine göre ip UCları uzatmakta, dağlar ile taşlar ile kuşlar ile mevcûdât ile konuşmakta. Kur'ân-ı Kerîm yedi mana içerir denilmekte YOLun büyükleri tarafından iç-içe... İlk safhadan bedenden, şeriatten bakarak OKUduğumuz dünyâ HAYYatında neyi nasıl yapmamızı açık bir şekilde bildirmekte, muhkem olarak. Kesin açık net hükümler olarak. Yine büyüklerimiz ayağımızın birinin şeriat merkezinde sâbit olarak diğer ayağımızla bir pergel gibi âlemleri seyran etmemizi fısıldamaktalar beden kulaklarımıza. İnşallah önce ve ilk iş olarak şeriat merkezini sağlam tutup açık net ve kesin hükümlere uygun yaşamalıyız. Sonra seyran eeceğiz ya, tarikat yani nefse yönelik ANlamlarla daha bir hassas yaşamalıyız inşallah. Kademe kademe yürüyüşümüzde, bir eve girmek için nasıl ki evin ana giriş kapısından geçmeli eşiğe varmalı evin kapısını çalmalı ve EV SAHİBİnin BİZe kapıyı açmasını beklediğimiz gibi içimiz kıpır kıpır ümit dolu beklemeliyiz. İçeri girdikten sonra OLanlar ise misafirin edeb ve gönül coşkusu ile EV SAHİBİnin gönüllü muHABBEti ve izzet ve ikrâmı ile coş olur inşallah. İşte bu buluşma ve kavuşmadaki gibi şeriat ana kapısından geçtikten sonra eşik önüne "nefse" varıp ümit ile durmalı hânenin kapısını "kalb" tıklamalı ve "ev sâhibinin " ruhun buluşmasını YAŞAmalı inşallah.
Bunları azı ile çoğu ile bilmekteyiz el-hamd u LİLLAH! Yürüyüş, Ümit, reca-havf, vuslat arasında seyirler var. Kur'ân-ı Kerîm ayetlerinde de böyle.
Ana-baba, kardeşler, evlatlar BİZim soyunmamız gereken libaslar gibi, uryan olarak HAKK huzuruna varmamız için diye düşünüyorum.
Vâr olmanın ASLı Murâdullah. Ana baba değil her ana babanın ilk UCu Âdem Aleyhi's-selâm ise ve o topraktan vâr edildiyse, Îsa Aleyhi's-selâm ana rahminde bir nefes ile var edildiyse aradaki bu ana-baba ne ola?
Evlatlarımız için de bizler ana-babayız. Onlar bizden doğdukları için de evlatlarımız. ALLAH Teâlâ doğmaktan ve doğurmaktan münezzeh OLan. Rasûlullah'a bağlılığın, itaatin göstergesi, sunuluşu ise anam-babam sana fedâ olsun yâ Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ki sahâbe-i Kirâm'da bunu ilk aşamada şeriat kademesinde kabul etmeyen, inanmayan ana babalarına sırtlarını dönerek, biat etmişler ya da Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile BİRlikte müşriklere karşı savaşırken arkalarında anam babam ne olacak? evlatlarım ne olacak diye düşünmeden şehitlik mertebesine ermişler.
Bu konu uzun uzun irdelenebilir. Anlatmak istediklerimi özetleyebildiğimidüşündüğüm için buradan ANladığıma ve ANlamak istediğime dokunmak istiyorum.
Acaba, Rasûlullah salllallahu aleyhi ve sellem biat etmenin yolu bu libaslardan soyunmak bunlardan vazgeçmekle mi başlamakta? ALLAH Teâla'yı ANlamanın Ucu bu noktaya mı dayanmakta. Zâhiren de Bâtınen de. Yâni madde ana babamızdan geçmekle evlatlarımızdan geçmekle ASL OLanın idrakine ermekle Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme YOLdaş mı olabileceğiz? Ve bâtınî manada ana baba kavramları "ne ise?" bunlardan soyunup yâni AKLımızın yüklemlerinde en bağlayıcı döl ve süt bağı olan bu bağlardan çıkıp Hablu'l-varîd olan bağa mı bağlanmamız beklenmekte. Ya da şöyle sorayım, Hablu'l-varîd bağına varabilmek tutunabilmek için aradaki bu sebeb olan ASLında OLmayıp ta çok önemli ve çok gerçek gibi görünen ve örümcek yuvası gibi nefesle sönen bağları tutmaktan tutmaya çalışmaktan mı çıkmalıyız?
İnşallah karıştırmadan sorabilmişimdir SORularımı, inşallah bulanmadan DURU olarak görüp YORUMlarız da ANlarız...
Resim
Kullanıcı avatarı
kabe
Üye
Üye
Mesajlar: 28
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen kabe »

Bismillâhirrahmânirrahim

Kul! Huve ALLAHU ehad
ALLAHU es-samed
Lem yelid - ve lem yûled
Ve lem yekun lehu kufuven ehad...

her şey açıkca buyurulmuş..!!!


Allahın Rasulü buyuruyor ki ; "Beni övmeyin,ben ancak bir kulum . O halde bana sadece Allah'ın kul'u ve Rasulü deyin " (Buhari, Enbiya 48 Ebû Davud Rıkak 68


Cenab-ı Hakk cümlemizi Fenâ-fi'r -Rasul ve Fenâ' Fillâh'a ermiş kullarından eylesin


Selâm ve Dua ile
Kullanıcı avatarı
serif
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 12
Kayıt: 21 Ağu 2009, 02:00

Mesaj gönderen serif »

Değerli Kardeşim,
Siz bu konuyu yazınca benim aklıma daha önceden 'Noktanın Sonsuzluğu' kitabında okuduğum bir bahis gelmişti. İnşAllah yararlı olur düşüncesiyle aşagıya ekliyorum.
Muhammedi muhabbetlerle;

• Mucize, " ân 'da mevcûd olan bir vakıanın (olayın) zaman da gösterilmesidir." diye tarif edilebilir. Bunun yaradılışla ilgili en güzel örnekleri : Âdem'in ana ve babasız, Havva'nın ana'sız ve İsa'nın da baba'sız yaradılışlarıdır. Bu yaradılışta, İsa'nın babasının Âdem, Havva'nın annesinin de Meryem oluşu ân'a ait bir keyfiyet olduğu için, zamanda bunlar, anasız ve babasız dünyaya gelmiş gibi görünmektedirler.


Ân: Şah-ı Velâyet'in: “ Ben bâ'nın aldındaki noktayım ” dediği, on sekiz bin âlemi kendinde toplayan noktadır. Bu noktanın açılıp, kapanması zamanı meydana getirir.
Ân bir noktadır. Bu nokta uzatıldığında sonsuza ulaşan bir hat meydana gelir. Bu hat üzerinde bir nokta esas alınır ve o nokta merkez olmak üzere bir daire çizilecek olursa, bu dairenin çapına zaman adı verilir.
Dakikanın altmışta birine saniye, saniyenin altmışta birine de salise denir. Salise insan tarafından hissedilemez. Ancak kronometre dediğimiz aletle tespit edilebilir.
Bunlar zamanın âna en yakın uzaklıklarıdır. Arayı biraz daha daraltırsak zaman kavramı hemen hemen yok olacaktır. Bu küçük zaman parçası çok daha iyi geliştirilmiş modern aletlerle tespit edilebilir, fakat çap sıfırlanıp, pergelin iki ucu birleştirilirse, zaman kavramı ortadan kalkar ve görünmezlik âlemine girilmiş olur. İşte, “Ân” denen, bu merkez noktasıdır ve “Ân-ı daim” diye adlandırılır. Burada: “Zaman-ı daim” değil, “Ân-ı daim” dendiğine dikkat etmek lazımdır. Çünkü ân sabit, zaman ise müteharrik (hareketli)dir.
Zaman: Bir bacağı ânda duran pergelle çizilen dairenin, bu hat üzerinde meydana getirdiği çaptır. Çap ne kadar büyük olursa olsun, daire daima 360 derecedir. Bunun ne ifade ettiğini ileride, sıfat bahsinde göreceğiz.
Ân noktası hem zamanın, hem de dairenin merkezidir. Her şey o merkezde birleşir. O halde ân ve zaman bir pergelin iki bacağı gibidir. Bir ayağı merkezde, yani ânda durur, diğer ayağı ise hareketlidir ve zamanı gösterir. Sema' yapanların bir ayaklarını sabit tutup, diğer bacaklarıyla bu sabit duran ayaklarının etrafında dönmeleri ân-zaman ilişkisini sembolize eder.
Allah ândadır. Öyle olduğu için de verdiği: “ kün ” (Ol) emri ân-ı vahitte gerçekleşiverir. Merkezden uzakta olan kulun da aynı şekilde, “Ol” emri vermesi mümkündür. Bir kulun ev yaptırmak üzere "Kün" dediğini düşünelim: Bu emri verdikten sonra, önce bir mühendise plan yaptırmak, sonra o plan için belediyeden ruhsat çıkartmak, daha sonra da sırasıyla: müteahhit bulup, işi ona vermek, malzemeleri temin etmek, gerekirse işçi ve ustaların çalışmalarını kontrol etmek, ev bittikten sonra oturma ruhsatı almak, suyunu, elektriğini bağlatmak ve nihayet içine taşınmak, o kişinin en az bir yılını alacaktır. Ama aynı “ Kün ” emrini Allah verdiğinde bu süre sadece bir ân olacaktır. O'nun kâinatı yaratması da böyledir. Yaratılış süresi bizim zamanımıza göre milyarlarca yıl sürmüş olabilir, ama bu süre O'nun için sadece bir ândır.
Rüyalarımız ân ile zaman arasındaki farkı bize, bir ilâ iki saniyelik süre içinde bir kaç yıllık serüvenler yaşatarak anlatmaktadır.
Ân ile zaman ilişkisi bizim algılama kabiliyetimizle bağlantılıdır. Ân devamlıdır, zaman ise; o devamlı olan ândan bizim algılayabildiğimiz kadarıdır. Bunu daha iyi anlatabilmek için bizim ışık ve ses algılamalarımızı örnek vermek faydalı olacaktır.
Biz, ışık hüzmelerini bir yere kadar takip edebiliriz. Daha sonra ışık görünmez olur. Ama bizim göremiyor olmamız o ışık hüzmelerinin yok olması demek değildir. Onlar, biz göremesek bile, sonsuzlukta yoluna devam eder.
Aynı durum ses için de geçerlidir. Kulağımızın duyabildiği ses frekansları ve ses şiddeti bellidir. Ses belirli bir frekans aralığının dışına çıkar veya belirli bir şiddetin altına inerse, biz o sesi duyamayız. Ama o ses dalgaları, biz duyamasak bile, yayılmaya devam etmektedir.
Bizim “Kayboldu” dediğimiz ışık hüzmeleri ve ses dalgaları aslında kaybolmamakta, ânda toplanmaktadır. Bizim onlar için “Kayboldu” deyişimiz, onların, zamandaki algılama kapasitemizin dışına çıkmış oluşundandır. Allah'ta ise böyle bir tahdit olmadığı için, bizim “Kayboldu” dediğimiz şeylerin hiç biri O'nda kaybolmaz.
Allah, insanların algılama kapasitesini orta düzeyde kalacak şekilde ayarlamıştır. İnsan ânda yaratılmıştır. Bu nedenle bir ayağı anda, yani nokta-yı kübrada, diğer ayağı ise zamandadır. Allah, Kur'an'da bir yerde: “ O semadan arza doğru her işi tedbir eder sonra o iş O'nun indinde sizin bin yılınıza tekabül eden bir günde çıkar ” <32-5> , bir başka yerde ise: “ Melekler ve ruh O'na müddeti elli bin yıl olan bir günde çıkarlar ” <70-4> demekle aradaki uzaklığın farklı olabileceğine işaret etmiştir.
Keza: “ Görmüyor musun rabbin gölgeyi nasıl uzatmıştır ” <25-45> deyişi de bizi ânda yaratıp, zamana attığını ima etmektedir. Onun için insanda ân da vardır, zaman da...
Ân gönül âlemidir, akıl âlemidir. Zamansa, bu dünya âlemindeki yaşamımızdır. Biz insan olarak zaman açısından kulluğa, ân açısındansa Ulûhiyete bağlanmış durumdayız demektir ki, bu da Allah'la bağlantımızın en güzel ispatıdır. Kaç yaşında olursak olalım, gözümüzü kapattığımız anda tüm hayatımızın gözümüzün önünden geçivermesi, aklımızın ve gönlümüzün ânda oluşunun delilidir. Ayrıca reflekslerimiz de ân ile bağlantımızı gösterir.
Aklın ânda oluşu, Allah'ın “ Ben önce aklı yarattım ” deyişi ile sabittir. Ahirette de zaman değil, ân-ı daim geçerlidir.
Allah, insanın ânla bağlantısını: “ Âdem'e tüm esmaları öğretti ” <2-31> âyetiyle bildirmekte ve bu âyetle bizde hem zaman, hem de ân olduğuna işaret etmektedir. Bunu anlamamızı sağlamak için de haccı farz kılmıştır. Hac'ta Kâbe tavaf edilirken, Kâbe'ye yakın olanların, turlarını kısa sürede, Kâbe'den uzakta olanların, uzaklıklarıyla orantılı olarak daha uzun zamanda tamamlamaları, ân-zaman farkını en iyi anlatacak örneklerden biridir. Kâbe'ye yakın olanlar âna yaklaşmış, diğerleri ise zamanın değişik uzaklıklarında kalmış gibi olurlar. Bu noktada işin içine istidat meselesi girmektedir.
İstidat, âna yakınlıkla çok yakın ilişkilidir. Âna yakın olanların kavrama ve anlama kapasitesi yüksektir. Bir insanın anlama ve kavrama kapasitesi ne kadar kısıtlıysa, o kişi ândan o kadar uzakta demektir.
Zamanda, mazi (geçmiş), hal, ve istikbal (gelecek) adeta birbirinden ayrılıp, ayrı anlamlar kazanmıştır. Ândaysa bunların hepsi bir noktada toplanmıştır. Böyle olduğu için de zamanda yaşayan biz, ancak yaşadığımız süre içinde kalan geçmişle, içinde yaşadığımız hali bilebiliriz. Daha önceki zamanlar hakkındaki bilgimiz ancak bize anlatıldığı kadar olur. Lakin, geleceği bilemeyiz. Ândaysa bizim bilemediklerimizin hepsi var olduğu için, Allah tümünü bilir, yani her şey O'nun ilminde mevcuttur. Bu mevcudiyet tıpkı yumurta içinde tavuk bulunması gibi, yani istidat halindedir. İstidat kademe kademe tenezzül ettikçe biz de görüp, anlayabiliriz.
Biz, zamanda yaşadığımız için, ânda olanları bilemeyiz. Burada çok incelikler vardır. Biz: “Allah yazdıysa bozsun” deriz. Allah yazdığını bozmaz, ama hedef değiştirebilir. Bunu şöyle anlatabiliriz. Bir ok, yaydan çıktıktan sonra bir daha dönüp yaya girmez, mutlaka atıldığı istikamete doğru ilerleyecektir. Ama o okun hedefi vurması istenmiyorsa, hedefi biraz kenara çekmek mümkündür. O zaman, ok atıldığı istikamette gittiği halde hedefe isabet etmemiş olur ki, buna tasavvuf dilinde: “Şahadet âleminden gayb âlemine çekilme” denir.
Şahadet âlemi: elle tutulup, gözle görülür, kısacası beş duyu ile algılanabilir âlem, gayb âlemi ise: beş duyu ile algılanamayan âlemdir. Rüyalar, kendine göre bir görüntüsü olmasına rağmen, gayb âleminin malıdır. Bir olayın şahadet âleminden gayb âlemine kaydırılması hedefin biraz çekilivermesi demektir ki, bunu ilerde bir hikaye ile daha kolay anlaşılır hale getireceğiz.
Zaman ve âna örnek olarak bir saatin yelkovanını göstermek te mümkündür. Yelkovanın bir ucu merkezde olduğu için yerinden hiç kımıldamıyormuş gibidir. Sabit intibaını verir. Diğer ucu ise, yelkovanın büyüklüğüne göre gözle de farkedilebilir bir hızla o merkez etrafında döner. Merkezdeki ucu da hareketlidir ama, hareketli olduğu farkedilmez.
Allah isterse zamanı âna çeviriverir ki, bunun en basit ve anlaşılabilir örneği; bazen insana bir saatin bir gün veya bir günün bir yıl gibi gelmesi ve bir türlü geçmek bilmemesidir. Aynı şekilde, bazen kısa bir mesafe insana yürümekle bitmeyecekmiş gibi gelebilir. Ama, bazen de bunun tam tersi olur. Eski tabirle “Bast-ı zaman” (Zamanın uzamış gibi olması) ve “Tayy-i zaman” (Zamanın kısalmış gibi olması) denen haller bunlardır. Bu durumlar tamamen Allah'ın kontrolünde olduğu için, O, bu süreleri çok kısaltabilir veya çok uzatabilir.
İnsan olarak biz, zamanda ân için yaşıyoruz. Zaman, bu güne gelinceye kadar geçirdiğimiz tüm safhalardır. Zamanda ân ise: şu kadar yıllık ömrümüzde görüp geçirdiklerimizin bir anda gözümüzün önünden geçivermesidir. Bu geçiş bir saniye bile sürmez.
Âna geliş insan noktasıdır. Bu gelişte insan, kâinattaki her şeyi kendinde toplamış ve kendisi ân, kâinat zaman olmuştur. Tasavvuf öğretisinde: “Kâinat insan etrafında döner” denişinin nedeni budur.
Ânda yaşam; kıyametiyle, ahiretiyle ân-ı daimde olmak demektir. Ânda doğmayan, dolanmayan bir güneş vardır. Orada doğmak, doğurmak yoktur. Orası: “ De ki: O Allah bir'dir, Allah sameddir, doğmamış, doğurmamıştır ve O'nun hiç bir eşi de yoktur ” <112-1,2,3,4> dediği yerdir.
İnsan noktasına geldiğimizde (tabii gelebilirsek) bizim vücudumuzdakiler yine kendimizden zahir olacaktır. Herkes sevdiğine ayna olacak, tüm aza ve kuvasının her zerresi birer âlem olarak intişar edecek ve kâinatı oluşturacaktır. Nasıl burada her şey atomlardan oluşmuş ve her atom da, çekirdeği ve ona bağlı partikülleriyle bir bütün teşkil etmişse, biz de onun gibi sonsuz âlemler teşkil edeceğiz. İşte ahiret âlemi dediğimiz âlem, çok özet olarak budur. Bu konuya ilerki bölümlerde geniş olarak temas edeceğiz.
Günümüzdeki teknolojik gelişim zamandan âna doğru bir yakınlaşma içindedir. Mesela: Eskiden sesler plaklara alınıp, saklanırken, bugün daha net ve aslına daha uygun şekilde kasetlere ve kompakt disklere alınmakta, yıllar boyunca da bozulmadan saklanabilmektedir. Belki bir gün gelecek, geliştirilmiş, son derece hassas cihazlarla yıllar önceki sesleri de tespit etmek mümkün olabilecektir. Aynı şeyin görüntü cihazları için gerçekleşemeyeceğini kim iddia edebilir ? Çünkü, bu söylediklerimizin hepsi ânda mevcuttur. Kaybolma zamana has bir keyfiyettir.
“Dem bu demdir” sözü, âfakı enfüse, yahut ânı zamana getirmek demektir. Neşe-i Ulâ bu demdir. Kalû-belâ'da: “ Ben sizin Rabb'iniz değil miyim ” <7-172> sorusuna “ Evet Rabbimiz'sin ” <7-172> diyen ruhların afaktaki o anını bu güne getirmek, “Dem bu demdir”i yaşamak demektir ki, bunun adı da: “El tutmak”tır. El tutmak, ândaki: “Ben sizin Rabb'iniz değil miyim” sorusuna “Evet” cevabını vermek demektir.
O'nu uzakta aramaya gerek yoktur. O devirde evet diyenlerin mümin, demeyenlerin kâfir olduğu söylenir. Eğer Kalû-belâ bugüne getirilirse, o zaman bu kural bu gün ve bu âlemde de geçerli olur.
Âfak ve enfüs, Furkan ve Kur'an gibidir. Furkan fark âleminde görülen, Kur'an ise iç âlemde okunan demektir. Onun için insan, gözünü yumduğunda tahakkuk ederse, kendini kendinde bulmuş olur. Aynı şekilde gözünü yumup âfakı gözünün önüne getirirse, onu kendinde bulmuş olur. Gözünü açıp kâinatı gördüğündeyse, o gördüğü de kendinden gayrı değildir. Bu durumda içindeki dışına çıkmış, içi dış olmuş demektir ki, bu bir mısır tanesinin patlamasına benzer.
Allah'ın gayb âlemindeki varlığını şühud âlemi dediğimiz görünür âleme yansıtması bir ânda, fakat etap etap gerçekleşmiştir. Bu durumu bir periskobu örnek alarak anlatabiliriz.
Periskop, bilindiği gibi, denizaltılarda bulunan ve denizaltı denizin derinliklerindeyken deniz üstünde seyreden diğer gemileri görmeye yarayan, bir seri aynadan yapılmış, boru şeklinde bir alettir. Aletin içindeki aynalar, borunun su üstüne çıkarılabilen üst ucuna yerleştirilmiş mercekteki görüntüyü, denizaltının içinde kalan borunun alt ucundaki merceğe yansıtabilecek şekilde yerleştirilmiştir. Aynaların her birini birer ilâhi mertebe veya tasavvufi tabiriyle, birer âlem olarak kabul edersek, görüntünün ortaya çıkmasıyla en alttaki merceğe yansımasının bir anda oluşunu da anlamamız, yani Allah'ın istediği bir şeyin kâinatta anında meydana çıkmasını idrak etmemiz mümkün olur.
İnsanın, hayale vücut vermeksizin, vücudun Allah'ın olduğunu kavraya-bilmesi için bazı mertebeleri bilmesi ve anlaması şarttır. Bunlar: Hüve, Allah, Rab, Hak ve Halk mertebeleridir. Bunların tümü aynı, tek varlığın değişik mertebelerde aldığı isimlerdir. Bu mertebeleri kavrayıp, yerine oturtmadan Allah'ı öğrenmek mümkün değildir.
Mertebeleri anlayabilmek için bir tarafından çıkılıp, diğer tarafından inilen bir duvarcı merdivenini veya bir piramidi göz önüne getirmek gerekir. Yaratılış denen olay bu merdivenin zirvesinden en alt basamağına inmek (Nüzul), geri dönüş ise, en alt basamağından zirveye tırmanmak (Uruc) tır. Merdivenin basamakları mertebeleri, bu basamaklardaki panaroma ise âlemleri sembolize eder.
İlâhi mertebeleri bir marul veya lahanaya benzetmek te mümkündür. Dıştaki bir yaprağı koparılınca altından bir yaprak daha çıkar. O da kaldırılınca bir daha, o da kaldırılınca bir daha ve böylece en içteki, yahut göbekteki Zat'a kadar gidilir ki, tohumu yapan orasıdır. Onun için sadece ahadiyet demek yetmemekte, onu da: Ahadiyy-ül kesre, ahadiyy-ül ef'al, ahadiyy-üs sıfât, ahadiyy-ül ayn ve ahadiyy-üz zat diye safha safha belirtmek gerekmektedir.
Bu mertebelerin hiç birinde henüz zuhura çıkmış bir şey yoktur. Onun için buralar her şeyin olup, hiç bir şeyin olmadığı yerlerdir. Durumun anlaşılabilmesi için örnek olarak bir çekirdek ele alınabilir. Çekirdek, çekirdek halindeyken içindeki ağaç görünmez. Ağaç meydana çıktığında, o çekirdeğin içinde ağaca ait her şeyin bulunduğu anlaşılır, ama bu kez de çekirdek görünmez olur. Çekirdeğin tekrar oluşabilmesi için ağacın gelişip, meyve vermesi ve o meyvenin de olgunlaşması icabeder.
Meydana çıkış kulluk mertebesidir. Çekirdek halindeyken kulluk yoktur. O mertebede, yani Ahadiyette sadece Allah vardır. Buraya tenzih (görünmezlik) âlemi denir. Çekirdekten ağacın çıkması teşbih (görünürlük) âlemine geçmek demektir. Bundan sonraki görünenlere, yani ağaç, dal, yaprak, çiçek gibi bölümlere çekirdek denemez. Bunlar için ancak: “Hepsi çekirdekten çıkmıştır, yani tenzihten yaratılmıştır” denebilir.
İşte, Allah'ın kâinatı yaratışı, kâinatın Allah'tan çıkışı da böyledir. Böyle olduğu için de Allah tenzihte, kâinat ise teşbihtedir. Hıristiyanların Papa'yı Hazret-i İsa yerine koymalarının, yani Hazret-i İsa'ya teşbih etmelerinin nedeni budur.
Benzer bir durum bizim tasavvufi eğitimimizde de vardır ve bu konu ilerde, yeri geldiğinde çok geniş bir şekilde anlatılacaktır.
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Mesaj gönderen gullale »

Değerli Şerif kardeşim, verdiğiniz cevap için çok teşekkür ediyorum. Bu yazıda ÂN içinde OL-AN'ın zaman boyutundaki zuhûru olarak yapılan açıklamalar kapsamlı ve çok güzel.
Benim SORum tümden gelimden ziyâde tüme varım şeklinde aslında. Yâni, ilk noktanın başlangıcı ve bu noktanın uzaması ile oluşturulan dairenin içeriğinden ziyâde o nokta zuhûruna varmayı ANlamayı murâd etmedeyim. Bunu ANlayabilmem için de elimde kutsal kitabımız Kur'ân-ı Kerîm ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin Hadis-i Şerîfleri, yaşantısına ait bilgiler var.
Âlem denilen var oluşun anası atası dört unsurla ilişkilendirilmekte. Âlemin başındaki elma çekirdeği kıyamete kadar gelecek bütün elma ağaçlarını içinde barındırmakta. Kıyâmete kadar gelecek insan nesli de Âdem aleyhisselamdan başlamakta. Bir damla SU... Âdem aleyhi's-selam anasız babasızdı. Bu bir damla SUyun kıyâmete yürüyüşü ana-baba perdesi ile devam etmekte. ASL olansa Âdeme âit oluşu.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin nûru ilk yaratılan. Nûr-u Mîm... Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize anam-babam sana feda olsun derken aradaki sebeb bağlarının olmadığı bu nûrun cüzü olunduğunun ikrarı mı söylenmekte? Nûr-u Mîm Nûrullah cüz'ü, ve hadis-i şerifte bu Nûrun dörtte birinin dörtte birinde âlem var edilmiş bulunmakta. Âdem aleyhi's-selâm da keza bu nurdan varolan.
SORum; anasız babasız Âdem aleyhisselamın zuhûrundan, Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme hitaptan ve değişik âyetler ile ALLAH Teâlâ'yı anlatıştan ASL olana varmak.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5156
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

gullale yazdı:
Benim SORum tümden gelimden ziyâde tüme varım şeklinde aslında. Yâni, ilk noktanın başlangıcı ve bu noktanın uzaması ile oluşturulan dairenin içeriğinden ziyâde o nokta zuhûruna varmayı ANlamayı murâd etmedeyim.
.......................
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin nûru ilk yaratılan. Nûr-u Mîm... Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize anam-babam sana feda olsun derken aradaki sebeb bağlarının olmadığı bu nûrun cüzü olunduğunun ikrarı mı söylenmekte? Nûr-u Mîm Nûrullah cüz'ü, ve hadis-i şerifte bu Nûrun dörtte birinin dörtte birinde âlem var edilmiş bulunmakta. Âdem aleyhi's-selâm da keza bu nurdan varolan.
SORum; anasız babasız Âdem aleyhisselamın zuhûrundan, Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme hitaptan ve değişik âyetler ile ALLAH Teâlâ'yı anlatıştan ASL olana varmak.
Sevgili güllale tam olarak ne demek istediğinizi anlayamadım. Sizin deneyimleriniz ve bilgi birikimleriniz çok güzel , bu konu hakkında anladığım kadarıyla birşeyler yazmak istiyorum ancak sizin sorularınıza cevap olur mu bilmiyorum.

Hocamız bir yazısında şöyle bir şema çizmiş;

AkılResim Nur-u Muhammed Resim Nurullah’tır.


http://www.muhammedinur.com/modules.php ... ge&pid=974

Bu akışı arapça okuyor gibi okuduğumuzda doğal olarak oklarda yön değiştirecek ve şu hali alacak:

Nurullah Resim Nur-u Muhammed Resim Akıl

Dolayısıyla;
Akıl Resim Nur-u MuhammedResim Nurullah (Tüm’e varım)

NurullahResim Nur-u Muhammed Resim Akıl (Tüm’den gelim)

Buarada çok ilgimi çeken bir şey oldu; bu iki akışı birleştirdiğimizde tüme varım ya da tümden gelim kalkıyor sadece TÜM kalıyor. Şöyle ki;

Akıl ResimNur-u Muhammed Resim NurullahResim Nur-u Muhammed Resim Akıl (1.TÜM )

NurullahResim Nur-u Muhammed Resim AkılResim Nur-u Muhammed Resim Nurullah (2.TÜM)

Şerif kardeşimize demişsiniz ya,

gullale yazdı:
Benim SORum tümden gelimden ziyâde tüme varım şeklinde aslında.
Bu durumda şöyle demek geliyor içimden; aslında ne tüme varıyormuşuz ne de tümden geliyormuşuz. Ancak TÜM’den TÜM’e...İlerde belki 2 tane TÜMün biri gider sadece TÜM kalır..Bilemiyorum.

İnsanın yaradılışı:

"Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki biz sizi topraktan, sonra nutfeden (sperm), sonra alâkadan (aşılanmış yumurtadan) , sonra uzuvları (önce) belirsiz sonra (belirlenmiş) canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim.Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahîmlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız, sonra güçlü çağınıza uluşmanız için (sizi büyütürüz) içinizden kimi vefât eder; yine içinizden kimi de ömrünün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hâle gelsin. Sen yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde, o kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verilir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O, ölüleri diriltir yine O herşeye hakkıyla kadîrdir." (Hac 22/5-6)

O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. (Secde 32/8)

"Andolsun biz insanı; çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık." (Mü'minun 23/12)

Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir. (Secde 32/8)

Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik.. (Mü'minun 23/13)

"Sonra nütfeyi alâka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden alâkayı bir parçacık et hâline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik, bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir." (Mü'minun 23/14)

"Sonra onu düzenli bir şekle sokup, içine kendi ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler, kalbler, yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" (Secde 32/9)

"RABB'in meleklere demişti ki Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman derhâl ona secdeye kapanın! Bütün melekler toptan secde ettiler yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu." (Sad 98/71-74)

Abdullah b. Mes’ud (r.a)’dan şöyle demiştir: “Rasulullah (s.a.v) bize konuşma yaptı, bilgiler verdi.-Kendisi doğru(sadık) ve doğrulanmıştır.(meduk)-Şöyle buyurdu: “Şüphesiz sizden birinizin anne karnındaki yaradılılışı kırk günde derlenip toparlanır. Sonra bir o kadar (süre içerisinde) alaka olur. Sonra bir o kadar (süre içerisinde) bir et parçası olur. Sonra da Allah bir melek gönderir ve dört kelimeyi (yazması) emrolunur. Ona:”Amelini, rızkını,ecelini,şaki(günahkar kimse) veya said(iyi kimse) olacağını” yaz denilir. Sonra da içerisine ruh üflenir şüphesiz, sizden bir kimse çalışıp amel işler sonunda kendisi ile cennet arasında bir kulaç kalır, ama yazısı gelip onu geçer, bu sefer cehenneliklerin amelini işler, Yine sizden bir kimse çalışıp amel işler sonunda kendisi ile cehennem arasında bir kulaç kalır ama yazı gelip onu geçer, bu sefer cennetliklerin amelini işler”. (Kütüb-i Sitte Serisi:1, Hadis no: 1355, Sahih-i Buhari)

Bu okuduğum ayetler ve hadisi şeriften anladığım kadarıyla önce cesedin oluşum aşamaları anlatılıyor sonra ruhun cesede üflendiği anlaşılıyor. Ancak hocamızın şu şemasında ise;

Ruh Resim damla (nutfe) Resim alâka (döllenmiş yumurta) Resim mudga (bölünmeye, çoğalmaya başlamış bir çiğnem et) Resim iskelet ve et giydirilişi mükemmel ve optimum (mükemmel ve mükerrem makine) organizma oluşumu olan insan.

'ruh' en başta yer alıyor. Şimdi buradan şunu anlıyorum .Ruh bir yana, beden(cesed) bir yana. Böyle olunca da sevgili gülllale, anasız-babasız ya da analı babalı kavramıda, tümden gelim ve tüme varım gibi gidiyor sadece ruh kalıyor..

Elimizde 2 kavram kaldı.

1- TÜM

2- RUH


Anladığım kadarı ile yaradılışı anlamak için ruhu anlamaya çalışmak gerekli.

Yine hocamızın eserlerinden anladığım kadarı ile;

Ruh: Mutmain olmuş nefsin yeridir. Mutmain olmuş nefs ne demektir? ‘La ilahe illa Allah’’ı ilim-irade-idrak ve iştirakle yaşayandır. Yani El Hayy olan Allah (c.c)’ın sözüdür.

Hemen burada aklıma şu ayeti kerime geldi.

Ey Kitab ehli! Dininizde sınırları aşmayın ve Allah hakkında ancak hakkı söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve peygamberlerine iman edin, “(Allah) üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan uzaktır. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.(Nisa 4/171)

İsa (a.s); La ilahe illa Allah’ı bilip, bulup, olup yaşayan bir SÖZ müdür?.

Sevgili anka kuşunun anlattığı 4 katlı apartmanın 4. katının 4 kapısını da açmış olup Resulullah (s.a.v)’in geleceğini haber veren bir söz müdür? . Yani ruh; aklın nakle bağlandığı nokta mıdır? Ruh; aklın temizlenip, paklanıp,saaflaşıp saf zekaya katıldığı yer midir? İsa (a.s) Nur-u Muhammedi bilmiş, bulmuş,olmuş ve yaşamış ve 16 bin alemin kendisiyle tamamlandığını ancak 18 bin aleme tamamlanması için yani dinin kemal bulması için kendisinden sonra bir peygamber geleceğini anlamıştır ki bu haberi bize müjdelemiştir..


Resim

Yani aklın saflaşıp, paklanıp temizlenip 16 bin alemi yaşaması gerekir ki tek kemal sahibi tek kamil insan olan Resulullah (s.a.v)'e katılsın ve hocamızın “Akıl, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in tevhid trafosundan geçti mi ezelî, kâmilî, ihsânî voltaja ulaşır ki artık adı AŞK tır..." sözü anladığım kadarıyla "La huve illâ huve: O'ndan başka O yok” noktasıdır ki burası da naklini bulmuş olan aklın bayram yeridir. Bu bayram yerini hocamız bir cümleyle ne güzel anlatmış.

“ AŞKın FASLı, ASLın ANlamaktır

fasl: tafsilattır açıklamasıdır”

Sevgili güllale anladığım kadarıyla aslında bütün iş nefs mertebelerini 4 ‘lü sistem yolunda (sıratı-müstakim üzere)çok iyi kavramak gerektiği.

NUR OL İNŞAALLAH

Teşekkür ediyorum...

ALLAH(c.c) RAZI OLSUN SEN'DEN
Resim
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön