MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

TÂVİLA

Tâvila, biliyorsunuz ki, Mübarek Pirimizin dedesinin şöhret olduğu bir beldedir.
Yani, şöhreti ile ilgili Şeyh Osmanı Tâvila denilen bir yerdir.
Dolayısıyla Şeyhimiz, babası Şeyhul Hazin'in ahdini yenilemek kastı ve gayesiyle Tâvila'ya gitmiş.
Tabi mürşid, mürşidi kâmil olunca, insanı, insanı kâmil haline getirir.
Fakat mürşid, nakıs ise, ona teslim olan kişi de yetersiz yetişir.

Bu husus çok önemlidir.
İnsan her duyduğuna “mürşidi kâmil” diye kendisini teslim etmemelidir.
Nasıl ki bir doktor, doktorlukta tam bir ihtisas sahibidir, menfaati, kesin tedavi yöntemleri vardır.
Çok kimselere faydası olmuştur.
(Doktorluğunu her haliyle isbat etmiştir, hekimlik icazeti vardır.)
İşte bu doktor, hastaların tedavisini yapabilir.
Dolayısıyla böyle ehil doktorlara, insan kendisini rahatlıkla teslim eder.
Yoksa doktorlukla yakından uzaktan alâkası olmayan, kulaktan dolma bilgilerle kendisini doktormuş gibi gösteren, bir iki kitab okumakla doktor olduğunu sanan ve cazibesine kapılarak böyle bir yola başvuran kimseler, bedene fayda vermek şöyle dursun, ancak ve ancak zarar verirler.

Mürşidler de böyledir.
Ehil olmayan doktor bedene nasıl zarar verirse, nakıs mürşid de dine zarar verir.
Onun için mürşidlik çok mühimdir.
Maneviyat esasen kişi ile Allahü Zülcelâl arasındaki rabıtadır.
(Öyle hafife alınacak bir olay değildir.)
Nakıs ve ehil olmayan doktor, nasıl ki hastasını perişan ederse, nakıs ve ehil olmayan Şeyh de müridini Allah'a kavuşturmak şöyle dursun çok kötü durumlara düşürür.

Hülâsa, Şeyhimiz Tâvila'ya vardığı zaman, Mübarek Pirimiz çok ferasetli olduğundan, Şeyhimizi diğerleri gibi HÂNİKÂH'a değil, özel olarak Mübarek Seyyid Tâhâ'nın himayesine veriyor.
Âdeta, çok kıymetli bir emânet gibi kıymet ve değerini takdir ederek, Seyyid Tâhâ'ya teslim ediyor.

(Hanikah: Tekke, dergah. Bir şeyhin idaresinde dervişlerin oturduğu, zikir ve ibadet ettikleri yer.)

Seyyid Tâhâ, bildiğiniz gibi Pirimizin hemen hemen her işini yapar, döndürürdü.
Umumi işleri yürütürdü.
Teveccüh olsun, hatmi hacegâh olsun Pirimiz bunlara asla girmezdi.
Bunlara Seyyid Taha girerdi.
Ve umumi işleri hep Seyyid Taha yürütürdü.

Seyyid Tâhâ işte böylesine bir Zât. Şeyhimizin de en çok bahsettiği ve daima takdir ettiği zât Seyyid Tâhâ'dır.
Seyyid Tâhâ'nın dışında öyle herhangi bir kimse üzerinde durmazdı.

Hatta meşhur Şeyh Saidi Meczub ve diğer Cizreli zevatın bazıları hakkında da şöyle buyururdu:
“Bunların bir kazan veya bir havuz gibi fazlayı taşırma durumları vardır. Taşırınca üzerine başka ne koyacak ki... Geleni taşıracak olursa ne koyacak ki? Ama kardeşim Seyyid Tâhâ her geleni zaptediyor. Her geleni yutuyor. En ufak bir taşkınlık ve taşırma yok, derya gibi her geleni içine alır” diyerek Seyyid Tâhâ'ya karşı olan sevgisini izhar ederdi.

İşte Muhammed Ali Hüsameddin, Şeyhimizi bu Seyyid Tâhâ'ya teslim etmişti.
Böyle olmasına rağmen Şeyhimizin aklına şöyle bir düşünce gelir:
“Acaba Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in böylesine yüce oluşu ecdadından, baba ve dedesinden şöhret alarak mıdır? Yoksa kendisinde bir istiklâllik durumu var da bu şöhretinin sahibi bizatihi kendisi midir?”
Şeyhimiz Şeyh Alaaddin bu gibi şeyleri aklından geçirince Seyyid Tâhâ'ya teslim edilmiş bir emânet durumunda olduğu halde hemen emir gelmiş ki ferman Pirimiz Hazretlerinden:
- “Alaaddin musarrahtır, gidebilir” diyor.

Burada Hz. Pir hakkında bir tereddüd, bir şüpheye kapılınca, aklından “acaba” diye geçirince o zaman kendisine serbestlik verilmiştir, gidebilirsin diyor.

İşte, Mübarek Şeyhimiz o anda tarifi imkânsız bir üzüntüye gark olur ve o geceyi sabaha kadar ağlayarak geçirir.
Seyyid Tâhâ her ne kadar teselli etmeye çalışsa da bu tesellisi onu pek etkilemez.
Çünkü, bu durum Şeyh Alaaddin'e çok ağır gelir.
Sabahleyin abdest almaya çıktığında orada bir samralık (gübre) vardır. O samralığa bakarak:
“Keşke bu samranın yerinde ben olsaydım da bu duruma düşen biri olmasaydım diyerek dünyaya geldiğine bin pişman, üzüntüsünden kahrolacak bir halde artık ben neye yararım ki...” diyerek o derin üzüntüsünü izhâr eder.
Mübarek Şeyhimiz keşke o samralık olsaydım dediği anda, Mübarek kendisini o hale indirince o samralık âdeta dalgalanan bir nur gölü haline gelir.
İşte bu hal karşısında tefekkür halinde iken hiç umulmadık bir anda, Hz. Şah karşısında var olur, zuhur eder.
Tabiki o anda ne haller geçirdiğini Allah bilir.
Mübarek, Hz. Şah ile karşı karşıya gelmekten dahi çekinir bir halde duvara yaslanır.
Hz. Pir karşısına gelince Şeyh Alaaddin'in üzerindeki o hali gidermek ve o teslimiyyet ve tefvizi umurinin bu şekilde inmesi karşısında o hali giderecek şekilde Şeyhimizin kesinlikle hoşnut olabileceği bir tarzda:

Resim
“Ey gözümün nuru nasılsın, ne haldesin, halin nicedir?” diye sorar...
(Tefvizi umur: İşleri birine bırakma)

İşte Hacı Hüsnü'nün sorduğu ve Şeyh Alaaddin'in (ks) Pirimiz karşısında verdiği cevabı bu andan itibaren anlatıyor.
Diğer kısımlarını ise anlatmadan saklı tutuyor.
Ancak Şeyhimizin, Pirimiz hakkında “bu Mübarek, bu Mübarek” diyerek anlattığı ve o ana kadar geçirmiş olduğu devreyi âdeta bir film şeridi gibi göz önünden geçirmiş ki artık teslimiyyeti külli durumunda kalmış ve kendisinden de memnun olduğunu görünce, bilhassa bu şekilde taltifini görünce çok daha mestu hayran olmuş ve o anda duvara yaslanarak kendisini zaptedebilmiş ve karşısında verebildiği cevab sadece ve sadece “ELHAMDÜLİLLAH” olmuş.



SEYYİD TÂHÂ İLE ŞEYH ALAADDİN'İN HZ. PİR'E İNTİSAP ŞEKİLLERİ

Şeyhimiz Şeyh Alaaddin'in (ks) Hz. Ali Hüsameddin'e intisabları, Hz. Ebubekri Sıddık'ın (ra) Peygamberimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tasdikine tıpatıp uyuyor.
Seyyid Tâhâ'nın durumu ise Hz. Ömer'in Peygamberimize gelişi ve kabullenişinin aynısı.

Şöyle ki Hz. Peygambere vahiy gelip ve Rasulullah da peygamberliğini ilân ettiğinde onu ilk kabul edenlerden Hz. Ebubekir İslâm'a davet edildiğinde
“Ya Muhammed! Sana karşı olan güvenim, itimadım sonsuzdur. Bunu sende biliyorsun. Yalnız davet ettiğin Risâlete delilin nedir?” diye sordu.
Peygamberimiz de:
“Ya Ebubekir! Şam'da görmüş olduğun rüyadır” diye buyurunca Hz. Ebubekir Peygamberimizi kucaklayıp iki gözünün arasını öptü ve “ben şehadet ederim ki: Sen Allah'ın Rasulüsün!” diyerek risaletini kabul etti ve Müslüman oldu.


Hz. EBUBEKİR'İN RÜYASI

Hz. Ebubekir (ra) Şam'da ticaret yaptığı sırada rüyasında bir ay'ın, Mekke'ye indiğini, sonra Mekke'nin bütün evlerine dağıldığını ve her eve, O'ndan bir parça girdiğini, sonra da kendi evinde toplu bir hâle gelmiş gibi olduğunu görüp, ehli kitap bilginlerinden bazısına, meselâ Rahip Bahira'ya anlatmış.

Rahip Bahira: “Sen nereden geldin, kimlerdensin, ne işle meşgulsün?” diye sordu.
Hz. Ebubekirde Mekke'den geldiğini, ticaretle meşgul olduğunu ve Kureyş kabilesinden olduğunu söyleyince...
Rahip Bahira: “Allah rüyanı doğru çıkarırsa, kavminden bir peygamber gönderecek, sen de sağlığında onun vezir'i, vefatından sonra da halifesi olacaksın!” demişti.

İşte, buna benzer bi şekilde Şeyhimizin de, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin hakkında, onun yüceliği hususunda en ufak bir tereddütleri yok.
Fakat bu yüceliği, böylesine üstün meziyetlere sahip oluşu, akıllara durgunluk verecek kadar müstesna bir şahsiyet oluşu nerden kaynaklanıyor? Bu vasıflara sahip oluşu acaba baba-dedesinden, böylesine bir aileye mensubiyetinden mi ileri geliyor? Yoksa, kendisinde bir istiklâllik durumu var da bu hâl kendisinden mi kaynaklanıyor? diye düşünmesi, böyle bir tereddüt geçirmesi, Hz. Pir'in de Alaaddin gidebilir, demesi; Hz. Peygamberin karşısında Sıddıki Ekber'in kayıtsız şartsız teslimi gibi, Şeyhimizin de bu durumdan sonra teslimiyyeti kül ile bağlanmış ve Hz. Pir'in hali ve durumu hakkında kalbi mutmain olmuştur.

Hz. Seyyid Tâhâ'ya gelince:
Hz. Ömer'in, Cenabı Rasulullaha gelişi Müslüman olmak niyeti ile değil de ona haddini bildirmek için yola çıkmıştır.
Tamamen bir ferman okumadır geliş gayesi.
Fakat Hz. Peygamberle karşılaştıktan sonra Müslüman olmanın, İslâmı kabul etmenin dışında seçeneği kalmamış ve Müslüman olmuştur.
İşte, Seyyid Tâhâ da buna benzer bir şekilde intisap etmek niyetiyle değil de, tamamen kendi ilmine ve şöhretine güvenerek işlerini yapmaktan amcasını alıkoyan bu kişiye, yani Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerine haddini bildirmek için gelir.
Geliş gayesi tamamen bir ferman okumadır.
Fakat Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ile karşı karşıya geldiğinde dünyası tamamen değişir.
Hz. Ömer misali geliş o geliştir.
Bir daha geri dönmez.

HÜLÂSA: Hz., Rasulullah için Sıddıkı Ekber ile Hz. Ömer'in durumları ne ise, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin için de Şeyh Alaaddin ile Seyyid Tâhâ'nın durumları aynı mesabededir.
İşte meşrebimizin SIDDIKİ meşreb oluşu da bundan dolayıdır.

Hülâsa; Hacı Hüsnü ikinci olarak soruyor:
- “Efendim, Hz. Pir'in size karşı sevgisi vardı, çok seviyordu sizi.”
Karşısında Mübareğin verdiği cevab:
- “Biz fakir kimseleriz, aciz, miskin durumumuz vardır. Böyle taşırma hallerimiz yoktur, coşma yoktur. Sakin bir durumumuz vardır. Haddimizi bilen kimseleriz. Dolayısıyla Mübarek Pirimiz böyle kimseleri severdi” buyurdu.

Nitekim Hz. Şahı Nakşibend (ks) şöyle buyuruyor:
“Bu yolun sâliki olan bir kimse bu meskeneti, zilleti, acziyyeti, fakriyyeti -bu yönleri- ele alıp da bu yoldan yürümedikçe asla vuslat bulamaz. Zira bu fakire, bu kapıdan giriş yaptırdılar ve böylece muvaffak olabildi. Başkaları daha başka kapılarda dururken biz iki yüz kişi idik, ne bulduysak bu yöntemlerle bulduk, Allah'a şükürler olsun.” diyor.

İşte, Şeyhimiz de bu yönünü tercih ederdi.
Hatta talebelik devresinde dahi Şeyh Halef Camisinde Şeyh Mahmud'un yanında okurken, zira tahsilini orada yapardı, talebeler arasında hiçbir benzeri yoktu.
Öteden beri çok sakin ve tefekkürlü bir hâli vardı.
Çocukluk devresinde iken bile onların hareketlerinden âri, bari bir durumu vardı.
Sükûnet içerisinde daima tefekkürlü ve müsteğrak bir hali vardı.

Rahmetli babam, Şeyhimizin gençlik ve talebelik devresini böyle anlatırdı.

Hatta Şeyhimiz, ağabeyi Şeyh Fahreddin hakkında bile, Şeyh Halef Camisi'nde va'z ederken Abimin anlattığına göre şöyle buyurmuş:
“Kardeşim Şeyh Fahreddin halk arasında va'z ederdi. Halk sanırdı ki tamamen varlığı, meşguliyeti onlarladır. Fakat, kalbi Hak ile kalıbı halk ile idi.”
Halbuki Mübarek o dönemde talebe idi.

Talebelik devresinde dahi ağabeyinin o hal ve durumunu keşfediyordu.
Keşfiyatı var idi.

Bu acayibliklerine bakınız ki, Şeyhul Hazin'in en büyük evlâtlarından kademe olarak en yüksek olanı ve en büyüğü Şeyh Fahreddin'dir.
Ve Şeyh Mahmud da onun halifesidir.
Yani Şeyhimizin, tedrisat yönünden hocası olan Şeyh Mahmut hakkında da şöyle buyurur:
“Ayağının baş parmağından başına kadar yani tepeden tırnağa bir nur parçası idi” diyor.
Bunun yanında bulunduğu devre ve talebelik devresinde dahi ağabeyinin durumuna keşfiyatı ve vukufu vardı.
Bu minval üzere, Şeyhimizin öteden beri geliş tarzı böyledir.
Vakarlı, istikrarlı, sakin, kendisinin mahviyattan başka bir hali yoktu.
Var, yok içinde...
Hani bir usul vardır.
Tarikati aliyenin sâdatlarının verdiği bir karar vardır; “ölmeden önce ölmek” düsturu varya...
Resim
Yani, “ölmezden evvel ölmek” şöyle ki, bu ölmek vücudan değil, aslında nefsin enaniyetini ve bu gibi nahoş halleri, ahlâkı zemimeleri tamamen yok etmesidir.
Bunu öldürürse, işte o zaman Allahü Zülcelâl kendisine bir hayat verir.

(Enaniyet: Benlik, gurur, kendini beğenme, bencillik
Ahlâk-ı zemime: Ayıplanacak, kötü ahlâk.)


Aziz Kardeşlerim,
Artık fazlaca zihninizi yormak istemiyorum.
Diğer bölümlerde az çok bir işaret verilmiştir.
Ancak, en fazla muğlâk gördüğümüz Mübarek Şeyh Osman (ks), Şeyhul Hazin (ks) ve Hz. Pirimizin (ks) bu tecelliyât yönünden geliş tarzı, yani bu sır hususunda biraz malûmat vermek yerinde olur.

Bilhassa Şeyh Osman (ks) ile alâkalı, kalbinin büzülmesini söylerken, tabi bunun mahiyetini anlatmak faideden hâli değildir.



HZ. ŞEYH OSMAN ETTAVİLİ (K.S.)
Doğumu: 1781 (H. 1195)
Vefatı: 1867 (H. 1283)


Hz. Şeyh Osman (ks) çok dirayetli ve:
Resim
Resim
diye tabir edilen böylesine bir kabadayı...
Rabbımızın yiğitlik meydanındaki zatlardan bir tanesi...
Pirimizin dedesi olup pirimizin geleceğini pek âlâ anlatan bir zattır.
Bunlar birbirlerini çok iyi bilirler.

Nitekim pirimizde dedesinden ayni şekilde diye tabir edilen menakıbler anlatırdı.
Herhangi bir zattan şöyle keşfiyatı vardı, şöyle malumat sahibi idi, şöyle halleri vardı denildiğinde dedesi Şeyh Osman hakkında aynı seviyededir veya daha üstündür diye anlatırdı.
Şeyh Osman Hazretlerinin yanındada herhangi bir zat anılsa “Bizim Ali bunu aşar” buyururdu.

Hülasa bu Şeyh Osman Hz.leri Mevlâna Hâlid (ks) gibi müstesna bir zâtın âyân halifelerinden olup en akdemidir.
Yani akdemul hulefa diye tabir edilen en kıdemli, derece bakımından da en yüce halifesidir.
Mevlâna Hâlid (ks), Şeyh Abdullahi Dehlevi'den gelerek Irak'a teşrif ettiğinde ilk irtibata geçtiği Zât, Şeyh Osman Hz.leridir.

Aslında Mevlâna Hâlid ve Şeyh Osman her ikisi de Irak'lıdır.
Mevlâna Hâlid şehrü'z zûrî'lidir.
Şeyh Osman ise Tâvila'lıdır.
Bu beldelerin ikisi de Irak beldelerindendir.

Bu şekilde mübarek teşrif ederken oldukça Şeyh Osman ile irtibat kurmuştur.
Şeyh Osman'da çok dirayetli bir zattır.
Tabi bunlar birbirlerini iyi anlar, iyi bilirler.
Nitekim Mevlâna Hâlid Hz. Peygamberden intikal eden bu sırrı azizi Şeyh Osman'ın torunu olan Hz. Ali Hüsameddin'in (ks) ruhaniyyetinden almıştır.
Mevlâna Hâlid'in rihlesini okuyan bir çok kimse Şeyh Abdullahi Dehlevi'den dönüşünde Şeyh Abdullahi Dehlevi'nin: (Evlât, falan mahalle varasın, şol yere safiyyetle giresin, oradan hükmünü ve emrini alırsın, diye O emaneti almaya göndermesi.)
İşte, bu konu muğlak kalmış, bunu kimden almış, nasıl almış, bu bilinmiyor.
Bu hususu, Hz. Pir hakkında malûmat verirken inşallah daha geniş izah edeceğiz.



VECD HALİ, KALB ve FÜAD

Şimdi mevzumuz olan Şeyh Osman Hz.lerinegelelim.
Şeyh Osman Hz.leri çok ileri kademeye varmış, Mevlâna Hâlid'in halifeleri arasında en üstün dereceye varan bir Zât idi.
Zira onun hâli Şühûd hâli idi.
Şühûd hali çok acayip bir devreye gelmiş.
Tabiki insan zikri yaparken evvela gafleti gidermek için yapar.
Sonrada gafleti giderip cevarihlerini tamamen istilâ edecek hale getirince de kalbine yerleştirir.
Kalbin ise bir dış kısmı olmakla beraber bir de iç kısmında FÜAD vardır.
Kalbteki muhabbettir.
Füad'da ise aşk vardır.
Yani muhabbet kalb ile alâkalı, aşk ise Füad ile alâkalıdır.
Aşkın daha ötesinde de bir sır vardır.
Sır esasen VECD hali demektir.
VECD ise istediğini, aradığını bulmak demektir.
Bu hâl ise Tecelliyâtı Zât halidir.
Tecelliyâtı Zât aslında her fertte aynı değildir.
Aynı seviyede olmaz.
Çünkü görür-görmez, hicablı-hicabsızdır.
Aynı seviyede değil ve çeşitli yönleri vardır.
Ancak bu hususları daha iyi anlayabilmek ve anlatabilmek için İmamı Rabbani'nin (ks) Mektubât'ına ve benzeri zevatın eserlerine müracaat etmek lâzımdır.
Bu mevzu çok geniş olduğu için buraya sığmaz.

Evet, Şeyh Osman öyle bir hâle gelmişti ki lafza'i celâli zikrederken öylesine yakıcı bir te'sirat hâli var idi ki bu hâlin tarifi imkânsızdır.
Artık ne hal oluyorsa Allah bilir.

Gaye şu: Mevlâna Hâlid devresinde diğer tarikatlara bağlı olanların bunları çekememezlikleri oldu.
Bir de aralarında nahoş haller oluyordu.
Hatta bir defasında Mevlâna Hâlid camiden çıkarken onu dövmek dahi istediler.
Bu arzularını yerine getirmek için toplu bir halde Cami'nin önünde bekliyorlardı.
Mevlâna Hâlid'e karşı çok hasım halleri vardı.
Mevlâna Hâlid Camiden çıktıktan sonra, ki geç çıktığından dolayı, etrafında kimse kalmamıştı.
Mevlâna caminin çıkışında karşısında bu topluluğu o halde görünce ve niyyetlerini anlayınca Mübarek O celalli nazarlarını topluluğa çevirip onlara celalli bir şekilde bakınca, topluluk neye uğradığını şaşırdı.
Çoklarının kendilerine medarları kalmadı elbiselerini yırtıp çöllere çıktılar.
İçlerinde kimileri de Mübarek Mevlâna'nın eline ayağına kapanıp af dilediler.
Hülasa: O nazar karşısında kendilerini zor toparlayabildiler.



HAVF – RECA , KABZ – BAST, ÜNS ve HEYBET HALLERİ

Kardeşlerim; Biz avam sınıfı olarak Allah Zülcelâle karşı Havf-ü Recâ içinde yaşamamız lazım.
Allanın rahmetinden umudumuzu kesmemek lazım.
Daima rahmetini umud ederiz.
Daha üstün kademeli zâtların ise kabz ve bast halleri vardır.
Bast hali beşaşetli ve yaygındır.
Kabz hali ise büzülen, sıkılan ve bir şey yok iken ağırlık hali gelmesidir.
Bunlarında üstünde ise meselâ Şeyh Osman gibi şahsiyetlerde Üns ve Heybet halleri vardır.

Yâni; Şeyh Osman Hz. leri gibi yüce şahsiyyetlerde bu hal ÜNS ve HEYBET halidir.
Heybet Celâlidir.
Üns ise cemâlfdir.

Eğer tecelliyât, celâl yönünden vâki olursa insanı anında bir hiç hükmüne getirir.
Hatta o hal vâki olan zât tamamen şehid olur.

Nitekim İmamı Rabban Hz.lerinin oğlu Şeyh Muhammed Masum (ks) mektubunda şu hadisi Kudsiyi zikrederek der ki:

Resim
“Herhangi bir kimse benim aşkımdan ölürse, onun diyeti ancak cemâlimdir.” buyuruyor.
Onun için şühedâya öldüğünde cennet va'dedilmiştir.
Ama, Allah şehidi olan, Allah aşkıyla şehid olan kimseye Cemaullah va'dedilmiştir.
Karşılığı cemalullahdır.

Şeyh Osman (ks) Hazretleri bu minval üzere bir tarikat imtihan sahnesine girmişler, yani Kadiri tarikatının tezlerinin gereklerini yapmış.
Bu sefer Nakşı tarikatının tezlerini öğrenmek ve görmek istemiş.
İşte o zaman Mevlâna Hâlid'in “Diz çök, rabıta halini al, rabıtaya gir ya Şeyh Osman” emri ile önünde diz çökerek rabıtaya girer ve üç defa üst üste Allah der.
Üçüncü defa Allah deyişinde bütün vücûdu benek benek olarak yanık bir hale gelir.
Bilhassa kalb karşısında vücud büyük bir tesir görür ve o anda kalbi yanık, delinmiş ve büzülmüş br hale geliyor.
O zaman kendinde medarı kalmıyor, tamamen mecalsiz bir halde Mevlâna Hâlid'e: “Lokmanımsın, Hekimimsin” diyerek kendinden geçiyor.

Mevlâna Hâlid (ks) Hazretleri de gereken himmeti yapar ve vücudunun üzerindeki yanık izlerini, benekleri giderir.
Fakat o büzülü olan kalb o halde kalır.

Bu durum karşısında Hızır Aleyhisselâm kendisine: “Sen Allah yolunda gazi oldun ve bu şekilde gazilik unvanını kazandın.” der.
Çünkü, henüz eceli gelmediğinden şehid olma zamanı gelmemiş, amma gazilik unvanını hak etmiş ve bu ünvânı taşımıştır.

İşte bu Şeyh Osman (ks) Hazretlerinin kalbinin büzülmesi halinden Şeyhül Hazin (ks) Hazretleri bahsediyor.
Yani Şeyh Osman (ks) Hazretlerinden icazet aldığı zaman Şeyh Osman'ın “Ya Şeyh Muhammed; bu, Mevlâna Hâlid'in bir hil'atıdır, bir hediyesidir.
O devrede bu hâl vâki' oldu, dolayısıyla bu SIRRI AZİZİ size emânet ediyorum, bu emânet EMANETULLAH'dır.
Siz de buna sahib olun.” buyurup gereğinin yapılmasına itina edilmesi taleb ve temennisinde bulunmuştur.



ŞEYH MUHAMMED-EL-HAZİN (ks)
Doğumu: 1235
Vefatı: 1308


Hazretleri oradan vedalaşarak Siirt'e gelir.
Siirt'te 12-14 km. mesafedeki Fersaf köyüne gelir.
Fakat, Fersaf a geldiğinde kalacak bir evi dahi yoktur.
Bu yola revân olunca ilim arkasından koşarken, bu hale gelinceye kadar dünyalık hiçbir şeye sahib olamamış.
Oraya geldiğinde, kerpiçten mâ'mul, eve benzer birşey yapar.
Ancak burası halkı toplamaya müsait bir yer olmadığından Siirt yolu üzerinde bir çardak yapıp geleni gideni irşada başlar.

Ancak; orayı gören, oraya uğrayan bir daha ayrılmıyor, ayrılamıyor.
Ve Şeyhül Hazin (ks) Hazretlerinin ünü her tarafta çok yaygın bir şekilde duyulur.

Böyle olunca Mübarek Şeyh Alaaddin (ks) Hazretleri Şeyhül Hazin hakkında: “Şahı Nakşıbend kuvvetindedir.” diye buyurmuştur.

Tillo Şeyhleri de aynı Cizreli Şeyhler gibi çok atılgan ve tezgâhtardırlar.
Şeyhül Hazin'in bu durumu yavaş yavaş kendilerine tesir ediyor.
Bazı kimseler oralarda halife olmalarına rağmen: “Gidelim, bu Şeyhi caydıralım. Hatta gerekirse haddini bildirelim.” diyerek gelenler, bir daha geri dönmezler.
Şeyhül Hazinden duydukları harikalıklara hayran-û-mest oluyorlar.

Çünkü, hiç kimseden görmedikleri ve duymadıkları harikalıkları görüyor ve duyuyorlar.
Çünkü Şeyhül Hazin (ks) Hazretlerinin çok cazib bir tezi, görüşü ve nazarı vardır.
Allahü Zülcelâl kendi fazlü kereminden bolca ihsan etmiştir.

Dolayısıyla Şeyhül Hazin (ks) Hazretleri ile alâkalı olan akvâl hafsalaya sığmaz, herkes de bunun fehmine kabil değildir.

Ancak, Şeyhül Hazin'in durumunu, hâlini birazcık olsun fehmedebilmemiz için bazi hâl ve akvâlini nakletmek yerinde olur.

Kendisi şöyle buyuruyor:
Resim
Yani,
“Kendi zamanında ve gününde bütün akranları arasında akranlarının tamamının üstünde olduğunu Kur'an sırrı hakkı için.” diye yeminle ifâde ediyor.
İşte bu da ğavsiyyet makamında olduğunun en açık delilidir.

Başka bir sözünde de şöyle buyuruyor:
Resim
Yâni:
“Cenabı Rasulullaha sevgi ve aşk hususuna gelince, hiçbir âşık ve hiçbir sekir ehlinden benimle teraziye girecek hiç bir fert yoktur. Benimle hiç kimse Rasulullah'a sevgi ve aşk yönünden teraziye konamaz.” diyor.

Hatta bir gün Şeyhül Hazin Hazretleri çok acayib bir kelime harcar ve der ki:

Resim
“Allah'ı zikretmek günahları çoğaltır, basiret ve kalbi hedefinden sapıtır.”
Bu söz karşısında ilim ehli Şeyhül Hazin'e itiraz eder ve:
“Ne demek oluyor bu? Böyle şey olur mu? Allah'ın zikri nasıl olurda zünübü çoğaltır, nasıl olurda kalbi hedefinden saptırır? Ne demek bu!.. Bu söz şeriata muhaliftir. Zira Cenabı Hak Kur'an'da:

Resim
“Kalbler ancak Allah'ı zikirle mutain olur.” buyuruyor” derler.

Şeyhül Hazin bu Ayeti Kerime ve onların tutumları karşısında şu cevabı verir:

Hikem-ûl Ata'da da mevcud olan hadis-i şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
Resim
Yani, “Bir kimse zikrediyorsa, henüz müşahede hali yoktur. (Şühud ehli değildir.) Amma, müşahede hali vaki' olduysa, zikir durur” buyuruyor.
Onun için kendi dönemindeki Ulema buna itiraz ettiler.
Hatta bu itiraz eden âlimlerden biri de sonradan Şeyhül Hazin'in damadı oldu.

Şeyhül Hazinin, Hacı Yasin isminde bir yakını vardı.
Onu buldular ve dediler ki: “Senin Şeyhin bu şekilde bazı kelimeler kullanmış, buna ne dersiniz?” derler.

Hacı Yasinde “olur” demiş.
Bu itiraz edenler birbirlerinden ayrıldıktan sonra, onlardan biri olan Molla Ömeri çağırmış ve “Molla Ömer!” demiş.
O da “Efendim!” demiş.
Tekrar aynı soru ve cevab tekerrür etmiş.
Üçüncü defa Hacı Yasin: “Molla Ömer!” deyince Molla Ömer de:
- “Ha, fehmettim, tamam tamam,” demiş.
Ve bu Molla Ömer sonradan Şeyhül Hazinin damadı olmuştur.
İşte bu hal şühûd halidir.

Anlattığımız gibi insanlar önce esma ile ibret alıyorlar.
Ama Allah'ın gazabından, ama rahmetinden.
Bu hal havf ve reca haldir.
Rica ve havfları vardır.

İkinci kısım keşif ehlidirler ve bunlar da; sıfatın tecelliyâtı, sıfatın cereyanı, hükümler nasıl cereyan ediyor, bunları görürler.
Levhi mahfuzu görürler.
Bunlar da bir an için KABZ halindedirler ve korkar durumları vardır.
Bir an için BAST yani geniş bir tarzda emelleri vardır.
Ne zaman ki tecelliyâtı Zâtiyye vaki olursa.
Zâten tecelliyâtı Zâtiyenin iki vasfı vardır.
Bu da ya celâli, ya da cemâlidir.
Bunun karşısında eğer, hicab nasıl bir hale geliyorsa, ne zaman ki kendisi ile Allah'ı arasında “Hu” dediğinde yani “Allah” derken, Onu anarken, “Hu” diyerek karara bağlayan bu kişi, o anda nasıl zikir etsin?
Bunun zikre mecali kalır mı?
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

EVLİYA MAKAMLARI

Ariflerin buyurduklarına göre; evliya makamları dört kısımdır:
1) Nübüvvet hilafetidir: Yani nübüvvetin mirasçıları: Bunlar ulemâdır.
2) Risaletin mirasçıları: Bunlar ebdâllardır.
3) Ululazim olan hilâfet makamının mirasçıları: Bunlar Evtadlardır.
4) İstifaiyye hilâfetinin mirasçıları: Bunlar da aktablardır.

İşte, ğavsiyyet makamının bu yönden olması bu şartlara haiz ve istiklâl sahibi olması lâzımdır.
İstifa ehli bunlardır.

Kardeşlerim, buraya kadar Şeyhul Hazin'den bir nebzecik olsun anlattık.
Geliş tarzı ve intisabları sırrı aziz-i Şeyh Osman Sıraceddin'den aldığını ve memleketine geldiğinde olan hadiseleri biraz olsun anlatmağa gayret ettik.
Fakat burada bu müstesna şahsiyetlerden olan Şeyhül Hazin (ks) Hazretlerine Allahü Zülcelâlln ikram ve ihsanından biraz daha bahsetmek istiyoruz ve buna gerek de duyuyoruz.

Şeyhül Hazin (ks), Şeyh Osman (ks)'dan dönüşünde Musul'dan geçerken Hz. Yunus (as)'ın çilesine girmek azmi ve arzusu vardır.
Kırk gün süre ile kendisine günde bir ekmek getirmesi için ücretini vererek bir kimseyi tutar.
O da günde bir ekmek götürmek sureti ile kırk gün sürecek bu çileyi bitirir.

Bu çilenin kırkıncı günü bitiminde Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile bir emel umuyor.
İşte o gün Hz. Yunus (as)'un eli merkadından arkasından çıkarak, Şeyhül Hazin Hazretlerinin sırtını sıvazlayarak:


أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“E la inne evliyaellahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun.” (Yunus /62)
“Uyan! ki Allahın evliyası ne üzerlerine korku vardır ne de onlar mahzun olurlar.”
Ayeti Celilesini okur.

İcazetinin ikinci kısmını da Yunus (as)'dan alır.
Oradan kalkarak memleketine gelir.

Hülasa, Şeyh Osman Hazretleri, Şeyhül Hazin'in memleketine irşad için gönderilirken şu tembihatta bulunur:

“Şeyh Muhammed, seni o muhite irşad için gönderiyoruz. Fakat, giderken geçeceğin yerlerde Şeyh Salihi Subki Hz. var. Oradan geçerken kendisine şu hadiseyi bildir ve oranın irşadı için benim tarafımdan gönderildiğini söyle. Tabiki bir saygı gerekir. Çünkü, bu tarikatın ana temeli edebdir. Senin oraya irşada gönderilmeni hoş görmesini dileriz.” der.

Şeyhül Hazin Hz. oradan geçerken bu zâtı ziyaret eder.
Ve Şeyh Salih'in yanına gelince onu bir sedirin, ranzanın üzerinde oturuyor halde buluyor.
Ve kendisine hâdiseyi anlattığı zaman, Şeyh Salih-i Subki ayaklarını yerden kaldırarak, bastığı yeri gösterip; “Ya Şeyh Muhammed, şu benim bastığım yer de senin hükmün altındadır.” der.

Zira bunların hepsi ipek gibi şahsiyetlerdir.
Böylesine teslimiyet halleri vardır.
“Düstûr senindir” diyerek memnuniyetini izhar eder ve Şeyhül Hazin'i memleketine uğurlar.

Belki bu Hz. Yunus (as) hadisesini hafsalasına sığdıramayanlar olabilir.
Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Enbiyanın cesedini, toprak çürütemez.”
Zira bunların mayaları cennettendir.
Çünkü, bir peygamberin kabrinden ses duyarsanız hem ceseden, hem de ruhendir.
Bu hâl ancak enbiyaya aittir.
Evliya ise böyle değildir.
Evliyadan gelen ses onun ruhundandır.

Buraya kadar Şeyhül Hazin Hz.lerinin memlekete gelişi, irşad durumu hakkında az çok malûmat vermeye çalıştık.
Allahü Zülcelâl kendisine çok kabiliyet ve istidat vermiştir. Akvâli çoktur.
Yani akâid yönünden, münâcaat yönünden bilhassa nimeti tahdis yönünden.

(Tahdis: Söyleme. Peygamber sözünü tekrar etme, görülen iyiliği herkese söylemek.)
Çünkü, Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:


وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
“Ve emma bini'meti rabbike fehaddis.” (Duhâ/11)
“Rabbinin nimetlerinden söyleyebilirsin.”
İşte, bu gibi evliyanın bazılarıda Allahü Zülcelâlin emri ile konuşurlar, asla kendi ihtiyarları ile konuşmazlar.
Bir evliyanın Allahü Zülcelâl karşısında bir ihtiyari yoktur. Hâşâ.

Onun için konuşması emirle olunca söylediğinden sorumlu değildir.
Fakat, bu konuşma emirsiz olunca icabında velayetten dahi silinebilir.
Allahü Zülcelâl bu velayeti istediğine verir.
Ki bu gibi zâtların konuşmaları, gayri ihtiyarîdir ve emrivaki ile söylerler.
Olabilir ki söyledikleri bu gibi sözler bir çoklarının hafsalasına sığmayabilir ve sığmaz da.
Allahü Zülcelâl, öylesine harikalıklar vermiştir ki bu zâtlara.
Amma denilebilir ki niçin böyle konuşurlar, böyle konuşmalarındaki sebeb nedir?
Tabi Allahü Zülcelâl öyle emretmiştir ve o da böyle söylemiştir.
Bu söylediklerini illâ umum kabul edecek ve inanacak diye bir şart yoktur.
Yalnız bu harikaları da akla sığmıyor diyerek ketmetmek gerekmez.
Çünkü, bunun da ehli vardır. Bundan da menfaatlanacak şahsiyetler vardır.
Dolayısıyla Cenabı Rabbül izze celle celâluhu Habibini ilmin bir tanesini tebliğ etmeğe mecbur tutmuş, bir tanesini de tebliğde muhayyerlik vermiştir.
Yani, ehline tebliğden sakınmamak.
Ehli olmayana da illâ öğretmek diye bir şart yoktur.
Buna mecbur da değildir.
İşte, aynen bunun gibi bu Zâtların bazısı bu ilimden fehmedecek, menfaatlanacak şahsiyetler olduğundan dolayı Allahü Zülcelâlin vermiş olduğu ihsan ve keremi yaymaları tahdîs-i ni'met kabilindedir.
Yani şükran lillâhi tealâdır.
Binaenaleyh Şeyhül Hazin'in kendi devresinde dahi bu gibi sözlere aklı ermeyen, bunları hafsalasına sığdıramayan, mantıki kabul etmeyen, bunları anlamaya aklı yetmeyenler, hatta belki karşılaştıklarında inkâra kalkışanlar olur diye bunlar hakkında kendisi şöyle buyuruyor:

“Ey âlimler, ey iman ehli, Allahü Zülcelâl her şeye kadirdir. Allahü Zülcelâl'in kudretine karşı olmayınız. Zira bu iş kişinin kendi elindeki iş değildir. Gayri ihtiyarî olarak söylemektedir. Fakat, kudret Allah'ın kudretidir.”
Allahü Zülcelâl bir kuluna ihsan ve keremini esirgemeden verdi ise ve bu kişi de Allahü Zülcelâlin ihsan ve keremi ile bunları söyledi ise, bunu inkâra kalkışmak onun kendisine değil de, Allahü Zülcelâl'in kudretinedir.
Zira Allahü Zülcelâl'in kudreti tahdidsizdir.
Birşeye “ol” dediğinde olur.
Allahü Zülcelâl için, hâşâ, hiçbir şeyin olmasında zorluk yoktur.

Aziz Kardeşlerim;
Aslında bu hususta söylenecek çok şey var.
Fakat biliyorsunuz ki Allahü Zülcelâl herkesin aklını eşit yaratmamıştır.
Akıl standart değildir.
Kimisinin akıl seviyesi düşük, kimisinin orta veya daha üstündedir.
Kimisinin akıl seviyesi ise sınırsızdır.

Meselâ: Cenabı Rasulullah'ın aklı hiçbir akıl ile mukayese edilemez.
Hatta bütün akıllar bir araya getirilse Rasulullah'ın aklının bir bölümü bile olamaz.

Onun için bunu, Mübarek Şeyhül Hazin yüz küsur sene evvel anlatıyor.
Hele bu günümüzde olmuş olsa, ki bu gün hem tasavvufa karşı olan çoktur, fehmedemediklerinden inkâra kalkışırlar, tasavvufun yokluğundan bahsederler, bazıları da buna gerek duymadıklarını söylerler.

Bazıları da tasavvufu tamamen taklitçiliğe dönüştürürler.
Özünden uzaklaşıp tamamen taklidî yönüne dönüp taklitçi olurlar.
Böyle olunca da fehimlerine, akıllarına, hafsalalarına bu gibi şeyler sığmayabilir.
Çünkü, bunların fehimleri kısırdır.
Tasavvuf tamamen taklitçiliğe indirilerek oyuncak haline getirilirse, bu gibi kimseler bunları nasıl idrak edebilir?

Allahü Zülcelâl bu gibilerin üzerinden ferasetini çekince bunu ne ile idrak edebilecekler?
Çünkü, feraset Allahü Zülcelâl'in nurundan bir nurdur.
Bu nuru alınca hangi nur ile bunu idrak edebilirler?
Dolayısıyla Allahü Zülcelâl bizleri bu gibi hallere düşmekten muhafaza etsin, inkarcılardan eylemesin.
Daima Hakkı Hak bilip Hakka tâbi olanlardan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinab eden kullarından eylesin.

Hülâsa, bu Mübarek zâtın ğavsiyyet makamında olduğu birçok sözlerinde gayet açıktır.
Fakat, üzerinde daha teferruatlı bir şekilde durmuyoruz.
Çünkü, inkâra sebebiyyet verecek bir hal olmasın.
Böyle bir hale gelmesin diye üzerinde daha fazla durmuyoruz.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12889
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


ZEVK 1400

Mal ve Mülk perdeleri zalım! Tekemmüllü Tevhid koğar
Riyâset Sevgisi en son terk eder SIDDIKta kalbi!
“HAKK’tan HAKK’ın alan Esmâ KADIN kapısından doğar!”
Kendinden çıkan ŞEY evlâdı, ona sevgi NEFSe sevgi!..


11.03.1998 14:21 br..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9091
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim

ZEVK 1397

Yükseklerde uçup-taşma! Dâlalet Ehli olursun!
Alçakta kalıp da şaşma! Cehâlet Ehli olursun!
İman-İlim-Amel ile Sırat-ı Müstkîm Yolu
Dost Muhammed İZİn İzle! Kemâlât Ehli olursun!


06.03.1998 15:04 br..
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

HAZİN LAKABI'NIN VERİLMESİ

Kendisine Hazin lakabının verilmesine gelince, hac devresinde Cenab-ı Rasullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ziyaretine giderken, Cenab-ı Rasullullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzuruna varmazdan evvel, o gece orada (Ravza-i Mutahhara'da) delil olan zâtın kendisine Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
“Şu şu misilli, evsaflı bir zât gelirse, merğublardandır. İçeri alınız.”
Bu hadise Hicrî 1300 yıllarında vuku buluyor.

Şeyh Muhammed, Medine'yi Münevvereye teşrif edip de Rasulullah'ı (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ziyaret etmek azminde olunca, zâten içeri alınması hususunda tenbihde olunca içeri alınır.
Fakat, o zaman bile Osmanlı Devletinin başındaki Padişah, bir zâta intisab edeceğinde oradaki delil olan zât tenbihlidir.
Herhangi bir zâta Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından içeri girmeye izin veriliyorsa, o delil olan zât padişaha bunu bildiriyor ve padişah da bu zâta intisab ediyordu.

Çünkü bu misilli zâtlar merğubtur (istenilen, sevilen, beğenilen) ve geçerlidir. İşte bu sebebledir ki Sultan Abdülhamid dahi kendilerinin mensubları idi.

İşte, Şeyhül Hazin (ks) Ravza-i Mutahhara'da Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yanına girince, bu delil olan zât da kulak verir dinler, bakar ki Salavât-ı Şerfe okunuyor.
Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzurunda on iki beyt olan Salavat-ı Şerifeyi okuyor.

Diyebilirim ki bu salavatın tanzimi ve kullanış tarzı, elfaz (sözler) ve adedi bakımından bu Salavata benzer hiçbir Salavat yoktur.
Hatta yetmiş Salavat muadili olduğu da söylenmiştir.

Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzurunda bu Salavatı okuyunca Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve Hulefa-Raşidîn Hazeratının çok hoşuna gider ve kendisinden çok memnun olurlar.
Bundan dolayı bizzat Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından kendilerine bir mükâfaat olarak HAZİN lâkabı verilir.
Cenab-ı Rasulullah bizatihi mükafaat olarak vermiştir.
Bu bir taltiftir.
Hazin Lâkabı başkaları tarafından uydurulan, kendisine lâyık görülen bir lâkab değildir.
Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizzat vermiş olduğu bir künyedir.

Şeyhül Hazin (ks) oradan geldikten sonra bir gün oğlu Şeyh Abdullah sorar ve der ki:

- Baba beraberinde olan kimseler bu hâdiseyi anlattılar ve zaman zaman anlatıyorlar. Fakat, ben bizzat senden duymak ve öğrenmek istiyorum.
(Bu Şeyh Abdullah'ın çok güzel sesi olduğundan babasına müezzinlik yapardı. Çok temiz bir şahsiyet idi. Onunla konuşma yönleri var idi.)
Bundan dolayı diyor ki:


- Rasulullah'ın yanında Rasulullah ile şereflendiğinde acaba görüş tarzın ve duyman baş duyularınla mı oldu, yoksa kalbî duyularınla mı gördün ve duydun?

- Evlâdım, her ikisi ilede müşerref olduk. Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun.

- Peki ikram ve ihsanda bulundular mı?

- Elhamdülillah. Rabbimizin fazlu kereminden buna da müyesser ve muvaffak olduk, nail olduk. Şeref bulduk.

- Peki daha başka ne gibi haller geçti? deyince,

- Evladım Resim “tatmayan bilmez,” diyerek fazla inceliklerden, sırlardan bahsetmeyerek konuyu böylece kapatıyor.

İşte, Şeyhül Hazin (ks) hakkında bu künye ile şöyle buyrulur:
Resim
Yani Şeyhül Hazin (ks) 13. asrın başında o asrın reisi ve bülbülü idi, Mübarek.
O devrede onun seviyesinde, kesinlikle ona eşit olabilecek hiç bir zât yoktur.
Çünkü kasemle ifâde ediyor.

Akranları arasında onun üstünde hiçbir fert yoktur.
Çünkü her ğavs kendi zamanının kaptanı veya zamanının en üst rütbeli kumandanıdır.
Dönemin serdar-ı velisidir.

Zira aynı devirde iki ğavs bulunmaz, ğavs tekdir ve evliyanın en yücesidir.
Çünkü ki baş bir takkeye girmez.
İki baştan ihtilaf doğar.

Onun için ğavsiyyet makamında olan bir zât kesinlikle tek basınadır.
Ferdî bir makam sahibidir.
Onun için Şeyhül Hazin (ks) onüçüncü asrın müceddidir.



ŞEYHÜL HAZİN'İN KASİDESİ

Mübarek Şeyhül Hazin (ks) ile ilgili buyurmuş olduğu şu sözleri de söylemeden geçemiyoruz.
Rabbimiz bizleri affetsin.
Umarız ki bunu da elbette fehmedecek şahsiyetler de vardır.
Şöyle buyuruyor:

Resim

İşte Mübarek; Şeyhül Hazin (ks) bu sözleri bitirdikten sonra son mısralarında (gayet açık olarak) diyor ki:

İster inkâr edin, ister kabul. Kabul edenlere (Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun) Rahatı Rahmandan temenni etmiştir.
Fakat inkâr edenlerin de maalesef hasret ve hüsran içerisinde olacaklarını belirtmiştir.

Allahü Zülcelâl cümlemizi (münkirlerden olmaktan) korusun.
Yani, Mübarek hem söylemiş, hem de sonunda karara bağlamış.

İşte Şeyhül Hazin (ks) böylesine bir zâttır.



HZ. PİR MUHAMMED ALİ HÜSAMEDDİN (KSA)

Aziz Kardeşlerimiz;
Şimdi ise, Azizimiz olan Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin’in babası
Muhammed Bahaeddin, Ceddi de Şeyh Osman Hz. leridir.
Bu minval üzere Ceddi Hicrî 380 küsur senesinde vefat etmiştir.
Hz. Pir Ceddinin vefatında altı yaşında idi.
Babası Muhammed Bahaeddin ise Hicrî 390 küsur senesinde vefat etmiştir.
Aralarında on senelik bir zaman vardır.
O zaman kendisi de bulûğ çağına yaklaşmış, yani o yaşlarda idi.

Şeyhül Hazin (ks) 1308 senesinde vefat edinceye kadar olan devre böylece geçmiştir.
Amcası Şeyh Ömer ile Hz. Pir arasında biraz ihtilâflar vardı.
Şeyh Ömer bir ağabey yerinde, aynı zamanda bir amca olarak sıranın kendisinde olduğunu ve vazifenin kendi hakkı olduğunu söylerdi.

Böyle demesi bir taraftan haklı görülebilir.
Ancak; Muhammed Ali Hüsameddin (ks) herhangi bir kimsenin kabzası, terbiyesi ve hükmü altına girmeyecek bir şahsiyettir.
Çünkü, dedesi öyle buyurmuştur...

Ali Hüsameddin'in hiçbir şeyhe minneti yoktur.
Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendi terbiyesi altında yetişecek bir şahsiyettir.

Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin (ks) feraseti açık ve çok geniş olan bir zâttır.
Rabbimizin verdiğine az veya çok demez.

Üzerinde harika haller mevcuddur.
O devrede bile çok etrafı olmuştur.
Bu etrafındakiler babadan intikalen de olduğu gibi kendisini de seven sayan çok idi ki o dönemdeki halk iki kısım haline gelmişlerdi.

1- Şeyh Ömer taraftarları,
2- Muhammed Ali Hüsameddin taraftarları.

Şeyh Ömer taraftarları az veya çok bazen zarara uğruyorlar, ama, Hz. Ali Hüsameddin taraftarları daima revaçta idi.
İşte, bu hal böylece devam ederken 1308 senesinde Şeyhül Hazin'den emanet-i sırrı aziz kendisine intikal ettikten sonra Şeyh Ömer kendi müşahedesi ile görüyor ki Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzurunda, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ali Hüsameddin'i karşısına alıp emir ve kumandayı kendisine veriyor.

Bu müşahedesinden sonra Ali Hüsameddin'e teslim olmuyorsa da ona karşı gelmemesi için vaktin geldiğini gösteren bir hal olduğunu anlıyor.
Dolayısıyla Şeyh Ömer bu hali görünce hiçbir zaman Ali Hüsameddin'e karşı olmamıştır.

Tabi bunlar tarik ehlidir, edep sahibidirler ki bu şekilde Şeyh Ömer'in kendisinde de bir istiklâliyet hali vardı.
Ve halifeleri de mevcuddu.
Bu hali babadan gelmedir.
Fakat, kendisinde de bir varlık olup, Mübarek bir zâttır.

Hz. Pir ile tezleri ayrıdır.
Şeyh Ömer kendi tezi üzerine yürüyor.
Fakat, Pirimize de karşı değil, yalnız himayesine girmemiş.
Nitekim Şeyh Ömer'in oğlu Şeyh Alaaddin, Pirimizin amcasının oğlu, o da aynı şekilde kendi tezi üzere yürümekte ve aynı halde Pirimize karşı da değil, himayesine de girmiyor.
Şeyh Alaaddin'in oğlu Şeyh Osman da aynı tez üzere gitmektedir.

Hülasa, her ikisinin yolu, tezi ayrı ayrıdır.
Ama hepsi de dededen gelmedir.
Fakat, Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bir istiklâliyet sahibidir.
Bu çok mühim bir meseledir.
Hz. Pir istiklâl sahibi, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan alma bir izin sahibidir.
Zahirde Muhammed Ali Hüsameddin'in hükmüne girmemişler.
Fakat, Muhammed Ali Hüsameddin Hz. Hicrî 1308 senesinden itibaren vefat edinceye (Alman harbinden evvel) kadar hiçbir fert onun hükmü dışında değildir.
Zira, ğavsiyet makamında olan bir zâtın hükmü dışında yaşayan hiçbir veli yoktur.

Ancak, illâ ve illâ hepsi bunu bulacaklar ve buna iltica edecekler diye bir kayıt da yoktur.
Bu hususta böyle bir şart da yoktur.

Herkes kendi varlığı ile var oluyor; o ondan almış, öbürü ötekinden almış vs...

Fakat, manevî olarak ğavsiyet hükmü altında hiçbir ferdin müstakiliyeti yoktur.
Mutlaka bâb-ul Hak olan ğavsdır.
Hakka varan bir dua dahi onun kapısından geçmedikçe hakka ulaşamaz.

Bu ğavsiyet makamı böyledir.
Hattaki; bir gün şöyle sormuşlar:
- Efendim sizde bir ğavsiyyet var mıdır, biz mutlaka böyle inanıyoruz. Cevaben buyurmuş ki:
- “Magribde böyle bir ğavsiyyet makamı görüntüsünde (iddiasında) olan bir kimse vardır. Ancak eğer bu fakir nazarını onun üzerinden kaldırsa olduğu yerde söner,” buyuruyor mübarek Pirimiz.



ĞAVSİYETİN ÇEŞİTLİLİĞİ VE HİLAFET MAKAMI

Denilebilir ki ğavsiyet makamının çeşitliliği mi var?
Evet ğavsiyet makamı çeşitlidir.
Çünkü, Ehl-i istifa' kutbiyyet makâmındadırlar.
Fakat, Ale kademi Musa AS. mı, Ale kadem İsa AS.mı, Ale kademi İbrahim AS.mı, ya da Nuh AS.mı, veyahut herhangi birisinin kademi üzerine midir?
Evet bunlar Ğavs olabilir.

Muhammedül Velâye olan ve Cenabı Rasulullah'ın kademi üzerine yürüyen bir ğavsiyet makamı, bu ğavsiyet makamı üzerinde bir de hilâfet makamı vardır.
Bu hilâfet makamı acayib bir haldir.
Yani, geçmiş enbiyânın ne kadar mucizeleri varsa ve onların bu mucizeleri Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da belirdiği gibi, geçmiş bütün evliyanın kerametleri de Muhammedül Velâye olan bir ğavs da belirir.
Böylesine bir ğavs bu kerametlerin tamamına haiz ve faiktir.
Bu kerametleri göstermesi mümkündür.

Allah'ın izni ve inayeti ile böyle bir zâta halifelik unvanı verilir.
Bu makama da hilâfet makamı denir.

Nitekim Hz. Muhammed Ali Hüsameddini (ks) hatmi hâcegân yapılırken şöyle vasıflandırırlardı.

Resim

İşte Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in künyesi, meziyeti ve rütbesi bununla bağlantılıdır.
Bunu inceden inceye düşündüğümüz zaman kıymet ve değerinin ne derecede olduğunu fehmetmiş oluruz.



KUTBİYYET (KUTUP)

Nitekim, Gavsul Azam Hz.lerine birgün sormuşlar.
“Efendim, sizin kutbiyyet makamında olduğunuza inanıyoruz, buna ne buyuruyorsunuz?”
Mübarek şöyle buyuruyor:
“Kutub, benim muavinim ve hâdimimdir.” bu şekilde beyân eder.
Kutbiyyet makamının evsâfı iki türlüdür:

1- Kutbu İrşad
2- Kutbu Medar

Şeyh Muhiddini Arabi'ye göre: Kutbu Medar esasen ğavsiyet makamında olan şahsiyettir.
İmamı Rabbaniye göre: Kutbul irşad ve kutbul medar, bunlar ğavsın himayesinde olan iki zâttır. Bilhassa Kutbul Medar ğavsın muavinidir.
Yani ğavsın muavini durumundadır.

Kutbul Medar ve Kutbul İrşat makamında olan zâtlar ğavsın yardımcıları mesabesindedir.
Dolayısıyla Gavsul Âzam'ın “kutub benim muâvinimdir” sözü karşısında kutbiyyetin üzerindeki ğavsiyyet makamında mıdır, ğavsiyyeti bu minval üzere midir, yoksa ğavsiyyetin üzerinde olan bir hilafet makamı vardır, hilafet ğavsiyyetinde üzerindedir, üstündedir.
Hilafette bir başkalık var.
Ğavsiyyeti bu minval üzere midir, onu bilemiyorum.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

GAVSİYYETİN DERECELERİ

Bu ğavsiyet makamında olan zâtların bulunmuş oldukları kademde de derece olarak bir farklılık vardır.
Zira hilâfet makamının, ğavsiyetin üstünde bir makam olduğunu söylemiştik.
Onun için umumiyetle Hz. Musa kademi üzere olan bir veli, herhangi bir kadem attı ise de, bu makamda olan zâtların hepsi eşit değildir.
Çünkü, bu makamların da bidayeti var, nihayeti var.

Hz. İsa kademi üzere olan zâtlar da böyledir.

Umumiyetle bidayet ve nihayet olarak Hz. İbrahim kademi üzere olan zât da aynıdır.

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hilâfeti makamında da Alâ kademi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olan bir veli, bu makamların hepsini aşacak da ondan sonra Rasulullah'ın kademi üzerine varacak.
Bu makam bu minval üzeredir.

Bundan dolayı bu hilâfet makamı, makamların en üstünüdür.

Bu makamın da yine aynı şekilde bidayeti var, nihayeti var.
Yani, velayette tahammül edebileceği yere kadar gider, yükselir.



VELAYETİN SINIRI VE VELİNİN TAHAMMÜL GÜCÜ

Hz. Sıddıkda (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in yetiştirdiği bir velidir.
Nebi değildir.
Aradaki fark budur.
Bundan dolayı bu makam yani hilâfet makamı gerçekten ğavsiyetin üstünde bir makamdır.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın vekilliğini ve mirascılığını yapan Ale kademi Rasul olan bir velinin üstünde (Velayet bakımından) başka bir kimse yoktur.
Ancak asırda bir kişi bulunsa dahi o da hâtemül evliyadır.
Böylesine zâtlar çok nâdirattandır.
Ancak bunlar dahi aynı seviyede, aynı mertebede, aynı noktada değildirler.

Bidâye ile nihâye arasında farklı durumları vardır.

Hz. Sıddık (ra) dan daha geriye doğru tahammül nisbetine göre yükselebilecek şahsiyetler vardır.
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bu yönden hilâfet makamında olduğu kesindir.
Bunda hiç şüphe yoktur.
Ğavsiyetin üstünde hilâfet makamında olduğunun isbat ve delili:
Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın izni ve hükmü olmadan yerden bir çöp dahi kaldırmaz oluşunu beyan etmeleri ve her an Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altında oluşudur.
Yani “Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Seilem)'ın hükmü olmadan yerdeki bir çöpün dahi yerini değiştirmem” ifadeleri bunun en güzel isbatıdır.

Hiçbir zaman Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmünün dışına çıkmamıştır.
Her an Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altında yürümekte iken böylesine bir zât acaba Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hilâfet makamında olmayıp hangi makamda olacak?

Bir diğer isbatı da:
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ahlâkı ile muhallak (ahlâklanmış), Sünneti Seniyyelerine riayet, şeriatın, tarikatın ve hakikatin hakikatına hayat veren bir şahsiyet olmasına rağmen ve böylece bir padişahlık seviyesinde güçlü, etrafı ve her şeyi mevcud iken arpa ekmeği ve ayrandan çıkmamıştır.
Bu bile Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın yakınlığının en bariz delilidir.
Çünkü, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hayatı bu şekilde geçtiğinden onun yanında istediği yemeği dahi yiyemiyor.
Arif olanlara bu isbat ve delil yeterlidir.

Daha önceki bölümlerde Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in namazla alâkalı vasıflarını anlatmıştık.
Şimdi bu vasıflarını bir nebzecik olsun açmak istiyoruz.

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mir'aca teşrif ederken ki mi'raç halinin vasfı (hakkıyla izaha) kabil değildir, kimse ne görmüş, ne tadmış, ne de müşahede etmiştir.
Onun için bunu hakkıyla anlatmaya kimsenin gücü yetmez.

Ancak, Rasulullahın Aleyhisselatü vesselam üzerindeki câri' halleri, Rabbimizin ikram ve ihsanı, Rabbimizin Cemâli ile müşerref oluş tarzı, artık nasıl olduysa (Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın) geriye dönmeye arzusu olmuyordu.
O halden ayrılıp tekrar yeryüzüne dönmek istemiyordu.
Fakat Allahü Zülcelâl haliyle habibini orası için yaratmamıştır.
Tabiki yine kullarına gelecek ve hizmet edecek, bu risalet işini yürütecek.
Takdiri İlâhi bu.
Ancak hoşnut olması için habibine müjdeler vermiştir.
Bu dünya halinde, namaz devrelerinde bu zevklerden bir nebzecik bir şeyler tadarsın diye vaad etmiştir.
Onun için Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Namaz, Mü'minin miracı ve münâcâtıdır.”
Namaz halinde iken uruç yani (yükselmek) böyle terakkiyât olur ve münâcâta kadar yükselebilir.
Yani Rabbisiyle münâcât edecek dereceye gelir.
Rasulullahın hali böyle idi. Ve bundan dolayı namazdan çok haz duyardı.
Hatta Hz. Bilâl'e:
“Ezanla bizi rahatlat ya Bilâl.” derdi.
Zira ezan demek, namaza davet demektir.
Namaz hali de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın en çok zevk aldığı hal idi.
En zevkli safha, namaz safhası idi. Fakat, öyle bir hale gelirdi ki, Hz. Aişe'ye namazdan çıkar çıkmaz kendisini meşgul etmesini söylerdi.

Yani, namazdaki teceiliyâttan öylesine haz alırdı ki âdeta kendinden geçerdi.
O halden çıkmak için Hz. Aişe'ye:
“Beni dünya ile ve başka şeylerle meşgul et.” ikazında bulunurdu.

İşte, Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri değil mi ki bu hilâfet makamında bulunuyor, bir nebzecik dahi olsa bundan bir hazzı olacaktır.
Ve böylece aynen kendisi namaz kılarken yine tahammül edemeyecek bir hale gelince, namaz biter bitmez üzerindeki bu halden çıkmak için çareler arardı.

Bir şeyle meşgul olmaya gayret ederdi.

Zira bu halden çıkmak kendisi için büyük bir lütuftur.
Başkaları için gaflet sayarlar da fakat, bu hâle düşen bir zâtın bu halden çıkması lâzım.
Çıkmaz ise kendileri için tehlike arz eder, icabında ruhunu da teslim eder.
Bu gibi halleri ancak bu hal sahihleri anlayabilirler.
Ancak biz aciz olarak anlatmış oluyoruz.



ARİFLERİN NAMAZI

Aziz Kardeşlerimiz;
Namaz bahsi, çok geniş bir bahistir.
Zira Salât aslında Silâ demektir. Yani vuslat aleti demektir.
Allahü Zülcelâl ile kul arasında vuslatı bulduran bir âlettir.
Rabbimiz kerem ve ihsanı ile kullarına namazın kılınmasını emretmiştir.
Ancak, namaz dediğimiz zaman bilindiği üzere Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu namazı kılmıştır.
Saniyen Sıddıkı Ekber ve ondan bu yana Sahabeyi Kiram, Tabiin, tebei tabiin, arifler, alimler ve bütün müslümanlar, günümüze gelinceye kadar bunların tamamı bu namazı kılmışlardır.
Çok çeşitli vasıf, derece ve mertebelerde olan zevat, keşif erbabı, şühûd erbabı bu namazı kıldığı gibi bizim gibi avam sınıfı da bu namazı kılmıştır.
Daha ötesi efdal-ül-halk olan kainatın seyyidi ve ekmeli ve efhâri olan Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da kılmıştır.

Tabi, bu zevatın hepsi aynı namazı kılıyor ve hepimiz aynı namazı kılıyoruz.
“Allahüekber” diyerek aynı tekbiri alıyoruz.
Aynı Fatiha'yı okuyor ve her Fatiha okurken de Rabbimize karşı;

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Âlemin Rabbı olan Allahü Zülcelâl'e hamd ediyoruz.
الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ
diye sena ediyoruz.
مَـلِكِ يَوْمِ الدِّينِ
diyerek de temcid (ta'zim, ululamak) ediyoruz ve böylece
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
diyerek yaptığımız ibadetin, kulluğun kendisine has olduğunu ilân ediyoruz.
Hem de Resim diyerek Resim deyince Resim değil, yani Resim biz ibadet ederiz diyerek (bizden kasıt) bütün cevahirimizle, kalbimizle ve her yanımızla.

Kimi, bedeni ile başbaşa kalıyor heykel gibidir, kimi kalbi ile, kimi de ruhu ile birleşerek, kimisi de sırrı ile birleşerek, kimi de Hafi ve Ahfa durumunda kılabiliyor.

Dolayısiyle bu şekilde

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
yani ariflerin, kendi enaniyetimizle yaparız değilde, Allah'dan inayet isteyerek, O'nun inaniyetine dayanarak, O'ndan güç isteyerek, kolaylaştırmasını isteyerek, fazlu ihsanından esirgememesini isteyerek ve gücü ondan alarak yani
إِيَّاكَ نَعْبُدُ
biz ancak ve ancak hassaten sana ibadet ederiz, başkasına değil.
İbadete lâyık olan sensin ve

وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
yalnız senden inayet diliyoruz.
İnayetine dayanarak söylüyoruz.
Çünkü, Rabbimizin inayeti ve tevfikatı behemahal şarttır.

Rabbimize ibadet yaptığımız zaman, biz yaptık değil; Allahü Zülcelâlin tevfikatı, inayeti bize bunu kılmaya muvaffak kılan ve inayeti yetişip de bize kılmak için güç verip kılma imkanı veren Allah'ımıza karşı minnettarız ve teşekkür ederiz demektir.
Bunu da yaptıktan sonra hemen arkasından:

اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ
Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tutun da bizlere varıncaya kadar hepimiz aynı istekte bulunuyor, aynı duayı okuyor, doğru yola bizi hidayet eyle, diyoruz.

Acaba Rabbimizden dilediğimiz bu doğru yol nasıl bir yoldur?
Bildiğimiz cadde yolu mu?

Tabi bu yol herkesin kendi derecesi, mertebesine ve çapına göredir.
Yani kendi keşfiyat ve şühûduna göredir. Bu yol, öyle bir yoldur ki:

صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ
Yani, o nimetlerinle müşerref olan kimselerin yolu olsun, böyle bir yol olsun.
Peki Rabbimizin nimetleri nedir ve eşit midir?
Aslında kimin nimeti yemek, içmek, giyinmek ve yaşamak sanıyor.
Keşif ve şühûd halinde olanlar ise; daha ötesini ve daha fevkalâde olanını arıyor.

Keşif ehli görebildiği nisbetine göre nimetini arıyor.
Daha ötesi de şühûduna göre nimet istiyor ve arıyor.
Tabi şühûd ehli, hali ile Allahü Zülcelâl'in cemâlinin dışında herhangi bir şeye talib değillerdir.
Yani, muhakkak nimetleri ile müşerref kıldığı kimselerin davası ve talebi onların arasında şüphesiz böyledir.
Tabi şühûd ehli de eşit değildir.
Şühûd hicablıdır.
Sonradan hicablar kalkar ve neticede herkesin mertebesine, rütbesine göredir şühûd hali.
Ondan sonra:

غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ
Yani, gadabına uğrayan, dalâlete girmiş, düşmüş olan kimselerden olunmamasını Allah'tan taleb eder.
Nitekim Hadisi Kudside bu husus çok açık olarak belirtilmiştir.
Şöyle buyuruyor Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

Resim

Dikkat edilecek olursa, kulun namazını Rabbimiz kendisi ile kulu arasında iki bölüme ayırmıştır.
Bir bölümü benim için, bir bölümü kulum içindir. Ve kulumun dilediğini veririm.
Yani, bir kulum kalkar, tekbir alırken ellerini kaldırır ve elleri ile dünyayı ve dünyalığı arkasına atar ve böylece niyet eder de namaza durursa...
Bu hal öyle bir huzur halidir ki, Ebayezidi Bestami; bu tahrim tekbiri, iftitah tekbiri ile yalnız dünyayı değil, masivayı (Allah'tan başka her şeyi) dahi haram kılar buyuruyor.

Ariflerin namaz kılışlarına göre: Allahü Zülcelâl ile aralarında hicab haline getirebilecek nesne her ne olursa olsun, değil Kabe, cennet dahi olsa bu zâtlar bunu hicab olarak görürler.
Bundan dolayı sehiv secdesi yaparlar.
Onun için bunlar esasen iftitah tekbiri alırken, “Allahüekber” derken mâsivâ Allanın Ekberiyyeti karşısında yok olur.

Eba Yezid “Allahüekber” dediği zaman mafsalları birbirinden ayrılacak derecede titrerdi.

Hz. Şahı Nakşibend buyuruyor ki: “Salât, Salâtı Ekberiyyedir.”
Yani bu namaza Ekberiyye diye tabir ederler.
Şahı Nakşibend (ks) buyurduğuna göre: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) namaz halinde iken Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) EZÎZ sesi gelirdi.
Eziz demek bir kazan kaynamazdan evvel bir sesler çıkarır.
İşte bu sese EZİZ denir.
Allahü Zülcelâl'in huzuruna kalktığında kimbilir nasıl bir halden bir hale geçiyor ki kaynar bir hali, bir dereceye geliyor.
Hülâsa bu gibi incelikleri anlatarak zihninizi yormak istemiyoruz.
Namaz kılan kişi ve

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
bölümünde:
Namaz kılan kişi iftitah tekbirini alıp mâsivâyı yok eder ve sübhanekeyi bazıları da inni veccehtü'yü okuyarak Allahü Zülcelâl'e sena eder.
Bu namaz kılan kişi, o anda öyle bir hale geliyor ki şühûd erbabı Elhamdülillehi Rabbilalemin dediği zaman Allahü Zülcelâl'i sena, hamd ve temcid eder.
Şu üç ayet:

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ۞ الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ ۞ مَـلِكِ يَوْمِ الدِّينِ
yani, “Elhamdülillahi Rabbilalemin ۞ Errahmanirrahim ۞ Maliki yevmiddin.”
Bu üç ayet Allahü Zülcelâl'in kendisine aittir.
Bu üç ayeti kendisine has kılmıştır.
Namazdaki bölümün bir tanesi budur.
Bundan sonraki bölümü

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
kendisi ile kulu arasında olan bölümüdür.
Bu bölüm kul ile Allah (Celle Celaluhu) arasındadır.
Yani kul
“iyyakena'budu - iyyakenestain” gerçeği nedir?
Kalıbı ile midir?
Kalbi ile midir?
Ruhu ile midir?
Sırrı ile midir?
Hafisi mi?
Ahfası mıdır?
Kulun halini Allahü Zülcelâl bilir.
Takdiri de O yapar.
Bu zâtların ve ümmeti Muhammedin bunda müşterek halleri vardır.

“İyye kenabüdü ve iyyeke'nestein” dediğinde bu anda Allahu Teâlanın “Hazâ beyni ve beyne abdi” dediğinde yani bu benimle kulum arasındadır, buyurduğunda o kulun halini Allah bilir.
O anda kulun hali ne derecede ise onu Allah (Celle Celaluhu) kendisi takdir edecek.
Peki o anda bir taraftan
“iyyake na bu ve iyyake nestein” deyip diğer taraftan da dünya meseleleri ile meşgul iseler, o zaman Allahü Zülcelâl ResimResim “Kezebte abdi = Ey kulum yalan söyledin.” buyurur.
Allahü Zülcelâl böyle buyurunca bütün melekler de
Resim “Kezzebte” derler.
Peki ne olacak böyle namaz?
Böyle kılınan namazı, aslında yüce Rabbimizin kalben değil de kalıptan mütevellid olan böyle bir ameli hoş görmez.
Çünkü, Allahü Zülcelâl'den dilerken, kalbten dilememiz lâzımdır.
Zira Allahü Zülcelâl, amelleri yaparken bizim kalıbımıza değil, kalbimize nazar eder.
Bir kimse kalb meselesini ortaya koyarsa, kalbi ile birlikte derse ve yaparsa o kimseye de Allahü Zülcelâl
ResimResim “Sadakte abdi = Doğru söyledin kulum” der ve bütün melekler de Resim “Sadakte” derler.

Ancak bu şekilde hitabı, o hal sahibi olan kimse Allahü Zülcelâl'den değil de meleklerden duyabilir.

Ne zaman ki ruhu ile birlikte söylerse, meleklerden yine aynı şekilde duyabilir.
Ancak Allahü Zülcelâl'den duyabilmesi için behemehal SIR kısmına atlaması lâzımdır.
Çünkü sır ilâhîdir.
Sır yolu ile müşahede olabilir.
Allahü Zülcelâl'den duyabilir.
Yoksa kalb ve ruh, Allahü Zülcelâl'den duyabilmesi için yetersizdir.
Bu haller keşif ehlinin işidir.

Hülâsa;
Sır-Hafi-Ahfa derecesine göre, bunlarla beraber ise, Rabbinin Cemalini (Celle Celaluhu) âdeta müşahede edercesine gerçekten yapılan ibadetin kendisine has kılarak, inaniyetine sığınarak yapmıştır.
Tevfikâtına dayanarak söylemiş ve yapmış ise hep beraber o zaman cevab Allahü Zülcelâl'den gelir ve
“Sadakte ya abdi” der.
Melekler de hep beraber
“Sadakte” derler.
İşte insan ne olacaksa o anda oluyor.
Çok acayib bir şekilde etkileniyor.
Çünkü Rabbülizze'den duyma meselesi vardır.
Şühûd ehlinin hali böyledir.
O zaman Allahü Zülcelâl:

Resim
“İşte bu benimle kulum arasındadır. Eğer kılınan namaz bu minval üzere olursa, kulumun dilediğini veririm” buyuruyor.
“Ne isterse, ne taleb ederse vermeye hazırım” buyuruyor.
Çünkü liyâkat görmüştür.
Yerine getirmiştir.

Artık ikram ve ihsan devresine müstehak olmuştur ki, arkasından o zaman taleb ediyor ve diyor ki:

اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيم ۞ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ
işte, bu daha evvel anlattığımız “Doğru yol ve nimetleri ile mükafatlandırdığın, kerem ve ihsanına muvaffak kıldığın kimselerin nimetlerinden, yani, o yöndeki nimetlerden bizi nimetlendir.” derler.
Tabi bunu kendileri bilirler, kendilerinin taleb durumları vardır.
O anda madem ki
إِيَّاكَ نَعْبُدُ 'daki imtihan güzel geçti ise, o zaman öteki istek ve taleblerini vereceğine dair Allahü Zülcelâl'in vaadi vardır. Ve ondan sonrası kula aittir.
Allahü Zülcelâl kulun talebini karşılayacaktır.

Hülâsa, işte namazda okuduğumuz Fatiha böyle bir Fatihadır, namaz da böyle bir namazdır.

Ariflerin namazı, şühûd hali ne halde cereyan ediyorsa, Allah kelâmını huzurunda müşahede ederek okuyorlarsa, karşılığını da Rabbül İzzeden cevaben alabiliyorlarsa, bu gibi zâtların vücûdu buna nasıl tahammül edebilir?
Bu kimse nasıl kendisinden geçip, düşmesin?
Nasıl namazdan ayrıldığında bu halden çıkmak için birşeyler aramasın?

Hz. Caferi Sadık; Namaz halinde iken, yığılır kalırdı.
Uzun müddet kendini derleyip toparlayamazdı.
Buna benzer halleri olan zevat çoktur.
Hatta bazıları da o halden çıkamadıkları için can vermişlerdir.

Yukarıda da değindiğimiz gibi namazı, bizim gibi avam ile Cenab-ı Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) varıncaya kadar bütün zevat aynı namaz kılmaktadır.

Bundan dolayı herkesin haline, gücüne, keşfiyat ve şühûduna göre (bu namaz bahsi) çok geniş bir bahistir.
Anlatmakla bitmez.
Binaenaleyh bunları anlatmamızın tek sebebi Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) namaz kılışı ile alâkalı bir söz söyledik.
Bunun isbatına gayret ettik.
İnşeallah Rabbimiz fehmimize göre anlamamızı nasib eder.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

HZ. PİR M. ALİ HÜSAMEDDİN'İN BAZI KERAMETLERİ

Buradan sonra ise asıl mevzuumuza geçebiliriz.
Gayemiz Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) bazı kerametlerini bir nebzecik de olsa anlatmaya gayret etmektir.
Velinimetimiz olan Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) devresine denk getiren Rabbimize, tevfikâtıyla ilâhiyeye muvaffak kılıp da aynı an ve aynı zamanda gelişimizden dolayı binlerce şükürler olsun.

Bilhassa bu ahiruzzamanda, her tarafın fitne ile büründüğü bir devrede ve kendisinin bulunduğu ve yaşadığı bir zamanda bulunduk, Elhamdülillah.
O devrede bu yola girdik. Ve ondan sonra da Allah'a şükürler olsun, en âyân halifesinin (Şeyh Alaaddin (ks)) himayesine girdik. Ve bu ana kadar geldik.

Aslında Muhammed Ali Hüsameddin (ks) gibi zâtları bilhassa Ale kademi Rasül ve aynı zamanda hilâfet makamında olan bir zâtı hakkıyla anlatmaktan bizler gerçekten aciziz.

Çünkü bu hilâfet makamının üstünde başka bir makam yoktur.
Ancak bizler bunları anlamakla şereflenmek istiyoruz ve bu bizim için de bir şereftir.
Okuyanlarda faydalanmış olurlar. Zira:
Resim
Yani, “sülehanın anıldığı yere rahmet, yağmur gibi yağar.”

Hatta İmam-ı Şafiî Rahmetullahi Aleyh şöyle buyuruyor:
Resim
“Vallahi Allah'ın salih kullarının sohbeti olmasa ve seher vaktinde Hakka münacaatı olmasa -her ikisinden de zevk duyuyor demek ki, bu şekilde söylüyor- vallahi bu dünyada bekâ (kalmayı) asla taleb etmezdik.”
Rabbimiz cümlemize bu gibi zâtları sevmeyi nâsib ve müyesser eylesin.

Zira Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdukları gibi:
Resim
Yani,
“kişi sevdiği ile beraber olacaktır.”

Bu maiyete girmek için sevgi lâzım.
Bu beraberliği sevgi sayesinde bulabiliriz.
Zira tarikatımızın ana temeli budur.
Yani sevgidir, muhabbettir.
Bizler için bu Hadis-i Şeriften daha üstün bir müjde yoktur. Ve bu Hadis-i Şerifte tevâtüren sabittir.
Abdullah ibni Mes'ud, Enes Bin Malik, Muaz Bin Cebel'in en çok sevindikleri an, bu hadisi duydukları an olmuştur.

Çünkü herkesin rütbesi, makamı, mevkii ve derecesi aynı değil, değişiktir.
Bundan dolayı ahirette birbirlerini bulmalarına imkân yoktur.
Ama, “Kişi sevdiği ile beraber olacaktır.” denildiği zaman bu beraberliği, bu maiyette girebilmenin muhabbete bağlı olduğunu duydukları an, rahatlamış ve sevinmişlerdir.
Bu beraberlik tamamen muhabbete bağlıdır.
Rabbımız (Celle Celaluhu) bu sevgiyi verdiği zamanda Allahü Zülcelâlin inayeti ile onları bulma, onlarla beraber olma imkânı olacaktır.

Zira Hadis-i Kudside de bu husus anlatılırken hem (hakkat), hem (vecebet) kelimeleri vardır.
Yani her iki şekilde de geçmektedir Hadiste. Şöyle ki:
Resim
(Hadis-i Kudsi'nin metninde hakkat kelimesi yerine vecebet diye de geçer.)
Yani
“Benim rızam için, hoşnutluğum için, nurum ve cemâlim için, cemâlime mazhar olmak için, bu gaye ile muhabbet, başka şey için ve değişik isteklerin husuli için olan muhabbet değil.”
Sadece ve sadece safiyane Allah (Celle Celaluhu) için muhabbet.
Böyle bir muhabbet olunca Rabbimiz hiç bir şeyi esirgemez.
Cemâline varıncaya kadar ikram ve ihsanından hiç esirgemez ve bezi eder.
Zira, Allahü Zülcelâl'in buğz ettiği bir nesne ile muhabbeti nasıl celbedilir?
Tasavvur etmek bile abestir.
İki zıttırlar bunlar.

Zira Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

Resim
“Hataların başı dünya muhabbetidir.” buyuruyor.

Hataların başı bu olduğuna göre nasıl olur da dünya muhabbeti sebebi ile Allahü Zülcelâl'in muhabbeti celbedilebilir?
Bu mümkün müdür?
Esasen bu mantıksızlıktır.
Hâşâ Rabbimizin muhabbeti sevmediği bir şey ile birleşemez.
Bu iki zıt, hiçbir zaman hiçbir şekilde cem olmaz.
Zira birinin olduğu yerde diğeri yoktur ve olamaz da.
Sâdâtı Kiram hazeratı Allah yolunu, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yolunun sadatlarının yolunun nasıl bir yol olduğunu ve Allahü Zülcelâlin muhabbetinin nasıl celbedebileceğini bu hadis ile tayin etmiş, teşvik ve terğib etmişlerdir.
Zira bu yola, muhabbetullahın dışında bir muhabbetin karıştırılmasına rıza gösterilmez.
Çünkü, Cenabı Hak kendisi bunu Hadis-i Kudsi ile ilân ediyor ve buyuruyor ki:

Resim
(Ravahuttirmizi an Muaz ibni Cebel Seneduhu ceyyidun ve hasenun ve ravahu ettabarani)

Bu Hadisi Kutside Rabbimiz muhabbetin hangi yönünü taleb ediyor, nasıl olacağını bize bildiriyor. Ve diyor ki:
“Celâlim için taleb eden, birbirlerini severken Celâlim için sevenler. Allanın Cemali için sevenler, rızası için sevenler.” diyerek bunu ilân ediyor.

Rabbimiz (Celle Celaluhu) Gayyürdür.
Onun için çeşitli fırıldaklarla kendi muhabbetinin başka muhabbetlerle karıştırılmasını asla sevmez, karıştırılması aynı zamanda çarpıcı olur, Allah korusun.
Onun için bu nezih ve pâk olan yolu mülevves etmeyelim, kirletmeyelim.
Allahü Zülcelâl cümlemize şuur versin.
Hakkı Hak bilip Hakka tâbi olanlardan, bâtılı bâtıl bilip, bâtıldan içtinap eden kullarından eylesin.
Âmin...

Şimdi bu Hadisi Kudsisinde ne buyurmuş:

Resim
Celâlim için birbirlerini sevenlere ve bu sevgilerine karşılık
Resim
Mahşer âleminde onlar için nurdan minberler vardır.
Resim
Enbiya ve şüheda dahi onlara gıbta ederler.


Zira Kadı Beydâvi ve diğer zevat diyorlar ki: Ümmeti Muhammedin çok değişik ibadetleri vardır.
Her ferdin ibadetinde bir artış, bir fazlalık olabilir.
Bu Muhabbetullah için olunca Allahü Zelcelâl ikram ve ihsanı esirgemez.
Bu ikram ve ihsanı da fazla olur.
Hatta ki Nebiler ve şehidler dahi bu ikram ve ihsan karşısında gıbta edip Meleklere sorarlar:
- Bunlar Nebiler midir?
- Hayır, bunlar Ümmeti Muhammeddir derler.

Allahü Zülcelâl cümlemizi halisane ve sadıkane bir muhabbet sahibi kılıp, bu Hadis-i Kudside zikredilen minber sahihlerinden olmaktan bizleri mahrum etmesin.
Böylesine bir muhabbete muvaffak kılıp fadlen ve keremen bize de müyesser eylesin.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »


Resim

Aziz Kardeşlerim;
Buradan itibaren Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ile alâkalı Şeyhimizden duyduğumuz bazı yönlerini nakletmeyi uygun görüyoruz.
Çünkü bundan daha üstün nakil olmaz.

Mübarek Şeyh Alaaddin'in (ks) kendi şeyhine olan bağlılığını, saygısını, muhabbetini Necib Şeyhimiz diye ifade ederdi.
Gerçekten de necib idi.
O kadar minnettar idi ki evvelâ şöyle buyururdu:
“Allahü Zülcelâl bizi ümmeti Muhammedin mensubu ve iman ehli kılmış, bu nimeti azimeden sonra ikinci nimeti azime olarak şu Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerine denk getiren ve karşılaştıran Allahü Zülcelâle şükürler olsun,” derdi.
Ve imandan sonra en büyük nimet olarak kabul ederdi.
Şeyhimizin tezi böyle idi.
Şeyhine karşı muazzam bir sevgisi ve saygısı vardı.
Onu anarken halden hale girerdi.
Aynı zamanda bulunduğu muhit içinde şöyle buyuyurdu.
Oranın ismi BAĞAKÖK'dür.
Tâvila ve Halepçe değil, müstakil, kendisine ait bir yerdir.
Geniş bir çiftliktir.
Orada bulunan ağaçların çoğunu kendi eliyle dikmiştir.
Şu kadar mesafelidir, diye buyururdu.
Oranın yollarını yapmak, sulamak ve diğer işlerinin görülmesinde müridân ile birlikte uğraşır ve çalışırdı.
Müridleri mâlâyani ile meşgul olmasınlar diye, onlarla beraber olurdu.
Mübareğin tezi böyle idi, derdi.

Hz. Pirin nazarı Kibrit-i Ahmer idi.
Oldukça tesirli idi.
Sanki kimya gibi çok tesirli idi.
Âdeta Şahı Nakşıbend'in buyurduğu gibi:
Resim
“Bizim yolumuz sahabe yoludur.”
Tabi Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) terbiye metodu seyri sülük hususunda öyle uzun uzadıya değildi.
İşte Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın kademi üzere olup ve onun halifesi olunca da bu tezi kullanırdı.

Dolayısıyla Şeyhimiz defalarca buyurdular ki oradaki müridler ve onlardaki varlık âdeta Hacı Yasin gibi idiler.
Hepsi keşif ehli idi ve meşhurdurlar.
Hacı Yasin Şeyhül Hazin (ks)'in yanında kıymetli, değerli ve keşif ehli olan bir şahsiyetti.
Bizim anlayabilmemiz için bu şekilde anlatırdı.
Yani oradakilerin hepsi oldukça keşif ehlidirler, derdi.

Hatta Hacı Bilalin, Allah rahmet eylesin, o kadar keşif halleri vardı ki...
İşte, Hz. Pirin ruhâniyyeti falan kimseye gitti, falana, falana gitti, diye bu şekilde Hz. Şahın Ruhâniyyetininin nereye ve kime gittiğini tamamen keşfederdi.
Hareket durumunu belirlerdi.

Hacı Bilal Şeyhimize “illâ Gavsul Âzamin ziyaretine gidelim” diye teklif edince duyduklarına hayret ettiler.
Şöyle ki:
“Sizin burada bulacağınız şahsiyetleri orada yerinde dahi bulamazsınız,” diye söylerlerdi.
Yani anlattığımız gibi bulunduğu yerde yüzbin Ervah (ruhlar) cem olunca orası o an için tercihli idi.
Yani kendi bulunduğu devre, toplanılan bir mahal haline gelmişti.

Bir harika daha:
Bir gün çalışma sahasında iken bir dinlenme devresinde oradan gariban bir derviş geçer.
Hz. Pir müridlerine der ki: “Bu geçen Hızır (as)'dır. Bir murad ve talebiniz varsa, kendisine başvurunuz,” der.
Buna rağmen hiçbiri Hızır'a başvurmaz.
(O kadar bağlılıkları var ki)
“Efendim bizim Hızırımız da sensin, hazırımızda sensin. Biz muradımızı Allaha şükürler olsun senden buluyoruz. Ona ihtiyacımız yok,” derler.
Müridlerinden bir tanesi dahi Hızırın arkasına düşüp de birşey sorma ihtiyacı duymaz.



ŞEYH ALAADDİN (KS) HZ. PİRİ ANLATIYOR

Aziz Kardeşlerimiz,
Şeyhimiz Hz. lerinden, Hz. Pir Muhammed Ali Hüsameddin ile alâkalı anlatmış olduğu bazı mevzuları ve harikalıkları anlatmaya çalışacağız.
Bu anlattığımız hususlar olan vakıalar, ifrat ve tefrite düşmeden Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile müsbet ne ise onu anlatmaya gayret edeceğiz.

Daha önce anlattığımız gibi Hz. Pir bir toplantı halinde iken oradan geçmekte olan Hızır Aleyhissselâmı göstererek, “Bir muradı olan varsa Hızır'dan dileyebilir” demesine rağmen hiç bir tanesinin Hızır'a iltifat etmediğini söylemiştik.
Dolayısıyla böylesine bir ciddiyet ve sadâkat, insanın şeyhine karşı olan hele bilhassa şeyhi de hakiki bir mürşidi kâmil olduğu takdirde bağlanışı ve sadâkati böyle olmalıdır.
Hedefini saptırmadan, tek bir hedefe yönelmelidir.
Emel ve gayesi bu olmalıdır.

Nitekim Hz. Gavsul Âzam devresinde mübarek, sadakatli bir müridi veya halifesi dergâhı temizliyor, süpürüyor ve bu şekilde meşgul olurken oraya gariban bir derviş gelir.
Kendisi ile selâmlaştıktan sonra sohbet etmek ister, onunla konuşmaya çalışır.
Fakat o mürid der ki: “Efendim beni temizliğimden alıkoyup meşgul etme, benim bu işi yapma sorumluluğum vardır. Beni oyalama.” diyerek münasib bir şekilde söyler.
O derviş bakar ki mürid kendisine hiç iltifat etmiyor ve müride diyor ki: “Sen beni tanımadın mı? Ben Hızır'ım.”
Mürid: “Biliyorum efendim. Allah razı olsun.”
Hızır (as): “Benden talebin yok mu, benimle sohbet etmek istemiyor musun?”
Mürid: “Efendim başım gözüm üstüne geldin, fakat mensub olduğumuz bu zât Elhamdülillah hiçbir ihtiyaç bırakmamıştır. Bizim Hızırımız da o, murad kapımız da o” diyerek Hızırla fazla meşgul olmamış.
Hızır'dır diye kendisine gereken hürmeti gösterip böylece ayrılırlar.

Nitekim buna benzer bir olay da Hz. Şahı Nakşibend'in döneminde oluyor.
Hz. Şahı Nakşıbendin bir müridi vardı.
Bazen onu bir yerlere bazı işleri görmeye gönderirdi.
O mürid de o işi görmeye gittiğinde karşısına birisi gelir, kim olduğunu bilmiyerek o işi ona havale eder, o kişide o işi hemen yapar, yerine getirirdi.
Fakat o mürid çok çabuk gider, çok çabuk da geri gelirdi.
Tabir yerinde ise gitmesi ile gelmesi bir olurdu.
Bu hadise birkaç defa cereyan eder.
Hz. Şahı Nakşibend bir defasında bu müridine: “Evlâdım ben seni bir yere gönderdiğim zaman biraz gayret göstermek sureti ile özenerek, üşenmeden, şeyhinin muradını yerine getirerek başkasına havale etmeyerek, başkasıyla irtibat kurmadan Şeyhinin emrini aynen harfiyyen yerine getirmeni istiyorum. Başkasına havale ederek o işi başkasına havale etmeni asla kabul etmem. Senin karşına çıkan ve o işi kestirmeden hemen götürüp getirenin kim olduğunu biliyor musun?”

- “Hayır efendim.”

- “O Hızır (a.s.) dır. Ona dahi ihtiyaç duyma, kimseye havale etmeden kendin gitmen lâzım. Sen ise her gittiğinde karşına çıkan ve çok çabuk giden ve gelen birine havale ediyor ve ona yaptırtıyorsun. Onun kim olduğunu biliyor musun?” der.

O da: “Hayır efendim” der.

Hazret: “İşte o Hızır Aleyhisselâm'dır” diyor.

Sen kendi göreceğin işi ona havale ediyorsun ben ise bunu kabul etmem diyor.

İşte bu bir denetlemedir.
İnsanın şeyhine karşı olan imtihanıdır.
Şeyhine bağlılığı bu şekilde olacak.
Demek ki bazı hadiseler ve işleri Hızır'a dahi havale etmemek lâzım.
Velev ki Hızır dahi olsa ona bağlanmamak lâzım.
Çünkü, Şeyhinin emrini harfiyyen ve büyük bir itina ile, başkasına havale etmeden, bizzat kendisinin yapması gerekir.
Şeyhinin hedefini saptırmamak lazımdır.
Nitekim, filhakika Hızır (as) yüce bir zâttır.
Bazı rivayetlere göre nebi, bazı rivayetlere göre de velidir.
Bu yönü ihtilaflı olsa da neticede büyük bir zâttır.
Sahih olan kavilde Nebi olduğudur.

Allahü Zülcelâl cümlemizi bu gibi büyük zâtların himmetinden ayırmasın.
Ancak Ümmeti Muhammedin mensublarının başka peygamberlere, Beni İsrail Peygamberlerine ihtiyaç duymaması lâzımdır.
Neden?
Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın gücü yeterlidir.
Müstağnidir, kimseye ihtiyaç duymaz.
Velev ki evliyası olsa.
Çünkü evliya, mensub oldukları nebinin gücüne bağlıdır.

Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) evliyası, başka nebilerin evliyasına benzemez.
Nitekim diğer enbiyânın velilerinin tamamı bir araya gelse Hz. Sıddık'ın (ra) yerini tutamaz.
Nasıl ki diğer nebilerin ümmetleri Ümmeti Muhammedin yerini tutamıyorsa, velileri de Ümmeti Muhammedin velilerinin yerini tutamaz.
Zira bu velilerin böylesine yetişmesi tarzı vardır.
Hülâsa:
“Ümmetimin alimleri enbiya mirasçılarıdır” buyurması bu yöndendir.


HZ. İSA (AS)'NIN MÜCTEHİDLİK DURUMU

Nitekim Hz. İsa (Ale Nebiyyine Aleyhisselâtü vesselam) kıyametin kopması yaklaştığı devrede teşrif ettiğinde âdeta Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ümmetinden bir ümmet durumundadır.
Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yasasını, tezini yürütecektir.
Kur'an'ı azimüşşanı, şeriat ahkâmını, Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sünneti seniyyesini işletecektir.
Hz. İsa (as) kendisinden bir şey getirmeyecek, yani İncil ile veya başka bir şeyle, kendi varlığı ile değil de Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hükmü altında olacak.
Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) getirdiği yasa ne ise, Şeriat-ı Ğarrayı aynen ve harfiyyen tatbik edecek.
Âdeta bir müctehid, hatta müctehidlerin müctehidi olacak.
Çünkü Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) alma kabiliyetleri vardır.
Kendisinde de bir keşfiyat ve şühûd hali vardır.
Bundan dolayı bir müctehidden çok daha isabetli hüküm verir.
Müctehidlerin daha evvel verdikleri hükümler değişmeyecek.
Ancak, aradaki fark, bu hükümlerde en sahih olanını, en müsbet olanını ve doğruluk yönü ağır basanını ve ahsenini işletecek.
Buna kabiliyeti vardır.
Hz. İsa'nın (as) durumu böyle olacak.
Fakat ayrıca Hz. İsa (as) bir rasüldür.
Rasüller arasında dördüncüdür.
Hz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hz. İbrahim (as), Hz. Musa (as) ve dördüncüsü de Hz. İsa'dır (as).
Bu rasüllük yönü ayrı bir mertebedir.
Kendi istiklâl durumu böyledir.
Fakat, bu şekilde gelip Şeriat-ı Ğarrayı işletirken olan mensubiyeti Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir ümmeti durumundadır.
Hatta mahşerde dahi Hz. İsa'nın (as) iki yönü vardır.

1- Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte Ümmeti Muhammed ile yürümek,
2- Kendi ümmeti ile kendisine inanan ve intisab eden Havariyyun ve benzeri ile olan muamelâtıdır.

Bu hususu burada noktalayarak, Mübarek Şeyhimizin Hz. Şahla alâkalı anlattıklarına dönelim.

Hz. Şeyhimizin bir harikalığı daha var.
Şöyle buyuruyor: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) dergâhının adı Hânikâh'dır.
Bu Hânikâh çok geniş ve çok büyüktür.
Bu dergâhta toplantılar olsun, Hatmi Hacegân olsun, Teveccüh olsun burada yapılırdı.
Bu işler genellikle Seyyid Tâhâ tarafından yaptırılırdı.
Fakat bazen Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bulunduğu devrelerde Hânikâh'da olan vakıayı anlatırken Şeyhimiz şöyle buyuruyor:
“Hânikâh pire Kubara ciye ruhe sed Hezara
Yaredi Pek bare meni bi hilâfe me Kâbeye”
Yani Hânikâhı meth ederken Hânika'yı kasd ederek şöyle anlatıyor:
O öyle bir Hânikâh'dır ki, yüzbin Pirani azizanın büyük zatların ervahının cem olduğu bir yerdir.
Yüz bin büyük pirlerin ervahının toplandığı yerdir.
Orası öyle bir yerdir ki bizim için öyle anlar geliyor ki adeta kâbe gibidir diye tabir eder, pirânıazizânın toplandığı bir yerdir.
Hepsi oraya hücum ederler.
Çünkü, Rasulullah Aleyhisselâtü vesselamın Ruhaniyyetine hücumdur bu. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Ruhaniyyeti Hz. Pir ile beraber olunca onun üzerine geliyorlar.
Tabi zamanın da ğavsı.
Hatta bazı gelip geçen yani vefat eden zâtlar kendi mensublarına bazı isteklerde bulunuyorlar.
Tabiki bunlar tasarruf sahibi olan zâtlardır.
İşte Hânikâh böylesine bir zâtın bulunduğu yerin adıdır.
Cenabı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ruhaniyyeti de olunca Hz. Ali Hüsameddin'in (ks) Kalbine karşı zamanın ğavsı ve lideri olarak hatta halifelik unvanını alan ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mirasçısı olan zât ile karşı karşıya gelip kalbten kalbe muvacehe yapılırken burada o andaki füzüyâtı ilâhî ve envarı ilâhî ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ruhaniyyetinden, hayrat ve bereketinden hasıl olan faideler karşısında, Şeyhimizin bu hal çok hoşuna gittiğinden bir kelime ilâvesi yaparak diyor ki: “Bi hilâfe me Kâbeyi = Hilafsız olarak bizim için bir kâbedir,” diyor.
Yani orada o kadar faide görüyor ki, bundan dolayı bizim için âdeta Kâbe mesabesinde hatta,
Kabe'den daha elzem ve daha fâidelidir diyerek dile getiriyor.
Zira bilindiği üzere Sahabeyi Kiram da aynı şekilde muvacehe ile Rasulullah'la (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) karşı karşıya geldiklerinde aldıkları hazzı, fâideleri Kabe'nin karşısında alamazlardı.
Hâşâ, diyeceksiniz ki, O Rasulullah'tı (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), O başkadır.
Evet doğru, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) başka, fakat bu zâtlar da Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mirasçılarıdır.
Ve aynı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sistemini, tezini kullanıyorlar.
Kabiliyet ve istidad olduktan sonra, muvacehe ile karşı karşıya gelince envâri ilâhiye kalbi öyle bir hale getiriyor ki:


بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ
“Bel nakzifü bil hakki alel batili fe yedmeğuhu…” (Enbiyâ/18)

Hak bâtıl ile karşı karşıya gelince, bâtılın eserini bile bırakmaz.
Kalbi saf bir hale getirir.
Hiçbir kir pas bırakmaz, bütün perdeleri kaldırır, yırtar, yok eder.

İşte Şahı Nakşıbend'in (ks): “Yolumuz Eshab yoludur” demesi bundan dolayıdır.
Tabiki Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yetiştirdiği sahabedir.
Şu bir gerçektir ki sahabenin derece bakımından en ednâ olanı, tabiin en hayırlısı olan Üveysül Karani'nin derecesinin üstündedir.
Yani Üveysin mertebesinin zirvesi, mertebesi en düşük olan sahâbinin derecesinin bidayeti bile değildir.
Daha aşağısıdır.
Sahabe ile kıyası kabil değildir.
Buna böylece inanıyor ve itiraf ediyoruz.

Ancak zamanın Kutbu ve Ferdi (bir tanesi) olan zâtın tezi aynı bu şekildedir.
Bilhassa Nakşibendiyye tarikatının esas üslûbu ve tezi budur.
Terbiye tezi Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tezinin metodunun aynısıdır.
Kalb müvacehesidir.
Onun için kalb kalbe karşı gelince yetiştirecek olan zât karşısındakini yetiştirir.
Eğer, o kabiliyet var ise, hakiki bir mürşidi kâmil kabiliyetine sahibse, karşısındaki talib de aynı şekilde kabiliyetli ise, inanın ki Kâbede bulamadığı fevkâledeliği kat be kat burada bulur.
İşte Mübarek Şeyhimiz buna dayanarak böyle söylüyor.
İşte, Ebul Abbasil Mursi Hz. leh de bundan dolayı diyor ki: “Şeriata muhalif olmasaydı kutba karşı muvacehe kılmayı, Kâbeye muvacehe kılmaktan üstün olduğunu söylerdim.”
Fayda ve yarar bakımından.
Yine, “namaz kılarken Esselâmü Aleyke Eyyühennebiyyü dediğinizde ne duyarsınız?” diye sorduğunda,
“bir şey duymuyoruz efendim” dediklerinde:
“Vallahi “Esselâmü Aleyke Eyyühennebiyyü” dediğim zaman selâmın karşısında cevabını alamaz isem, kendimi insan sınıfından saymam” diyor.

Pirimiz Hz. Muhammed Ali Hüsameddin de (ks), Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ruhaniyyeti her an kendisi ile beraber olduğundan “Esselâmü Aleyke Eyyühennebiyyü” dediğinde hiç şüphesiz selâmın karşılığını Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) alırdı.
Ayrıca kalb muvacehesi esnasında, tabi Mübarek şühûd ehlidir.
Şühûd ehli olan bir zâtın üzerinde olan tecelliyât, Tecelliyât-ı Zâtiyyedir.

Böylesine tecelliyâtı ilâhiyyeye mazhar olan, kalbinde envârı ilâhiyyeyi taşıyan bir zât ile karşı karşıya gelen bir kimse, o andaki feyzi, zevki Kabe'de bile alamaz, bulamaz. Çünkü Kabe'deki tecelliyât, tecelliyâtı sıfatiyyedir. Zâti tecelli yok orada. Kabe, zâti tecelliyeye kabil değildir. Kabe şöyle dursun, hatta arşu âlâ dahi tecelliyâtı sıfatiyyenin merkezidir. Onun için Allahü Zülcelâl'in insan oğluna vermiş olduğu cihazlar, hiç bir nesne de yoktur.

Kardeşlerim,
Şeyhimizin kullanmış olduğu bu tâbirin, bu cümlenin isbatına gerek duymuyoruz.
Zira kendimiz ve mensubu olanlar, Şeyhimizin hiç bir şekilde ifrat ve tefritinin olmadığını yakından bilirler.
Ve kendisinin daima gizli bir sır sahibi olup, böyle şeyleri anlatmayan bir şahsiyet olduğunu da bilirler.
Fakat, Şeyhine karşı olan aşkı ve muhabbetinden dolayı böyle bir cümle kullanılmıştır.
Şeyhimizin bu tabirini, onu tanımayanlar okur da bunu çok görür ve yerinde olmadığına kanaat getirir diye, bu ifadesinin üzerinde durmak ve izah getmek gereğini duyuyoruz.

Kardeşlerim, Kâbei Muazzama, Allahü Zülcelâl'in yaratmış olduğu kul vasfı ile mevsuf olan kimselerin tamamen kendisine bu nimeti azimler karşısında ilâhımızdır diye secdeye varmak için kulun ilâhi, Hâliki ve Rabbi karşısında secde etme ihtiyacından dolayı yaptırmış olduğu bir mahaldir.
Tezellül bakımından bu gereklidir ve bir vazifedir.

Nitekim Melekler dahi aynı şekil üzeredirler.
Tabi bu bir cephe tayinidir.
Secde yapılabilmesi için bir cepheye ihtiyaç vardır.
Hâşâ, Allahü Zülcelâl cepheden münezzehtir.
Onun için beytim diyerek secde edebilmesi için bir cephe, yani Kâbeyi Muazzamayı tayin etmiştir.
Beytullahtan kasıt budur.
Şer'an hepimiz bunu kabul etmişiz ve farz olarak görmüşüzdür.
Fakat, biz Kâbeye karşı döndüğümüzde sadece cephe tayin ediyoruz.
Amma Kâbeyi müşahede edemiyoruz.
Fakat, bazı daha üst kademede, derecede olan zevat yani kalb erbabı Kâbeyi müşahede eder, görür.
Hatta daha ötesini de görür.
Şeyhimizin âşıklarından meczûb Sûfî Numan Kâbeyi anlatırken her zaman Beytül Mamuru vasıflandırırdı.

Hülâsa; beşeriyetin kademe ve terakkiyâtına göre görüntü başkadır.
Kimi önünde bir duvar görür, kimi daha ötesini ve öteleri görür.
Çünkü, Kabe ile Arş arasında göklerde de Kâbeler vardır.
Sefer tasları gibi.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

BEYTUL İZZE VE BEYTUL MAMUR

Kabe ile Arş arasındaki Kâbeler, meselâ: Beytül İzze ve Beytül Ma'mur ve daha ötesi de Kurs ve Arşdır.
Arşa kadar kalbimizle ve ruhumuzla alâkalı, bu minval üzere arşa kadar bu işlemler yapılır.

Herkes kendi istidad ve kabiliyetine göre görür ve bilir.
Kimi doğrudan doğruya Kabe değil de Arşi Âlâyı müşahede ederek namazını kılar.
Zira Arş, Tecelliyâtı Sıfatiyyenîn bir merkezidir.
Esasen Kabe üst üste aynı merkezden alarak ve böylece envârı İlâhiye, Tecelliyâtı Sıfatiyye merkezinden Kâbeye, bu şekilde anında gelir.
Bu hal her ferdin gücüne göre ve kabiliyetine göredir.
Amma bu Tecelliyâtı Sıfatiyye ile daha ötesine geçmiş olan bir zât, tabi bu zâtların ruhun üzerine SIR-HAFİ-AHFA durumları vardır.
Bunlar arşa falan razı olmazlar.
Arşın arada bulunması dahi onlar için bir mâsivâdır, bir haildir.
Mania ve engeldir.
Bu sebeble bu zâtlar, Âlemül Emr yani arşın ötesindeki Âleme müteveccih olarak namaz kılarlar.
Âlemül Emr; arşın daha üstünde ve ötesinde olan bir âlemdir.
Bu âlem Âlemül Halktır.
Bu âlemin ötesi Âlemül Emr'dir.
Arşa kadar olan âlem, Âlemül Asğar'dır.
Arştan ötesi Âlemül Ekber'dir.

Hülâsa:
Âlemül Ekber'i aşan zâtlar nereye bakıyor?
Kıblesi kim ve neresidir?
Nasıldır?..
Bunu anlamakta ve anlatmakta aciz kalıyoruz.
Nasıl anlatalım ki?..

Onun için Tecelliyâtı Zâtiyye sahibi olan zevat meselâ Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ve benzerleri.
Bunlar çok aciyib zâtlardır.
Dereceleri çok yüksektir.
Bu zevat Allahü Zülcelâl ile aralarında hiç bir perdeyi, masivâyı kabul etmezler.
Buna mutmain olmazlar.



BEYTULLAH VE ABDULLAH

Kardeşlerimiz;
Bu tecelliyât merkezlerinden birisi Beytullah diğerisi de Abdullah'tır.
Hangisinin daha üstün ve istidatlı olduğuna gelince: Abdullah İbni Ömer'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

Resim
Mü'min Allah indinde (katında) Kâbe'den daha azizdir.
Onun için biri Abdullah biri de beytullahdır.
Aslında Beytullah Abdullah'a müştak ve âşıktır.
Nitekim İmam-ı Rabbani'nin oğlu Muhammed Masum Hz. leri şöyle buyuruyor:

Resim
“Kâbeyi Muazzamanın tam bir iştiyakla beni öptüğünü ve muanaka (birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma) yaptığını gördüm,” diyor.
Gavsul Azam Hazetleri ise, “bazı kutubları görüyorum ki Kâbenin etrafında yedi dönerken, Kâbe benim hiyamımın (çadırlarımın) etrafında tavaf eder” buyuruyor.
Bunun gibi bir çok zâtlar meselâ İbrahimi Metbuli, hatta İmam-ı Rabbani Hz. lerinin bu yönde öylesine harika sözleri vardır ki bu sözler karşısında insanın aklı durur.
Amma bu gibi zâtlara bunu çok görmeyelim.

Binaenaleyh ABDULLAH, BEYTULLAHTAN üstündür.
Çünkü, bilindiği üzere Allahü Zülcelâl'in kendisine hilâfetlik yapan (Yeryüzünün halifesi) ABDULLAH'tır.
Allahü Zülcelâl'in elçisi olarak gönderdiği yine ABDULLAH'tır.
Abdullah'ın gördüğü işleri ve vazifeleri hiçbir nesne göremez ve yapamaz.
Onun için Allahü Zülcelâl insan oğluna öylesine harika kalb cihazları vermiştir ki, bunun karşısında idrakten akıl aciz kalır.

Nitekim İmam-ı Ali'nin (ra) buyurduğu gibi:

Resim
“Ey insan, senin cürmün ufak bir cürümdür. Ama o ufak cirminde Âlemi Ekber mündemiçtir, mündericdir, (bir şeyin içinde bulunan, içine konulmuş, sıkıştırılmış)” buyuruyor.


ALEMİ EKBER VE ALEMİ ASĞAR

Âlemi Asğar ve Âlemi Ekber'den kasdedilen: Bu dünya ve ahiret âlemi ittifaken ÂLEMİ ASGAR'dır.
Yani Arşu Âlâya kadar olan âleme, Âlemi Asğar denir.
Bu âleme aynı zamanda ÂLEMÜN NÂSUT (insanlık âlemi) ve ÂLEMÜL MELEKÜT (Melekler Âlemi) diye de tabir edilir.
Bunun her ikisine ÂLEMÜL HALK tabiri ile küçük âlem yani Âlemi Asğar denilir.
Şu yaşadığımız âlem âlem-ün-nasut gökte de âlem-ül-meleküt.
Bu her ikisi birleşerek âlem-ül halk.
Bu âlem-ül halka Arş ve Kursî de dahildir.
Alemi asgâr budur.
Âlem-i ekbere göre küçük bir âlemdir.
Hz. Ali (kv)'nin buyurduğu; Gözümüzün basarıyla nereye kadar görebiliyoruz.
Ancak kalb basireti ile gökleri bile rahatlıkla seyredebiliyoruz.
Bunun da ötesinde Ruh basireti vardır ki bununla kursîyi de, Arşı da görebiliyor, istiab edebiliyoruz.
İşte Arşdan ötesi alem-i emr veya âlem-i ekber başlamıştır.
Alem-i Halk bitmiştir.
İşte, kalbin terakkiyatı buraya kadardır.
Bundan sonra ruh kısmına, SIR-HAFİ-AHFA kısmına geçerse, bunların hepsinin terakkiyatı ÂLEMİ EKBER'dedir.
Âlemül Ekber denilen âlemin yanında Âlemi Asğar bir damla mesabesindedir.
Arşu Âla'dan ötesi Âlemi Ekber'dir.
Dikkat edilecek olursa Âlemi Ekbere bakın ki Allahü Zülcelâlin insan oğluna vermiş olduğu bu harika cihazlarla ve terakkiyât yoluyla o âlemi dahi kat ediyor.
Böyle olunca kâmil bir Abdullahın kabiliyet ve istidadına, bir de Kâbenin kabiliyetini düşünün.
Kâbeyi muazzama esasen arşdan feyz alır. Ve tecelliyât Tecelliyâtı Sıfâtiyyedir, tecelliyatı zat'a kabil değildir.
Hatta arş bileTecelliyâtı Zâtiyyeye kabil değildir.
Onun için insan oğlunun yaradılış bakımından bir harikaiığı vardır.
Hiçbir nesneye benzemez ve kıyas da kabil değildir.
Allahü Teâlânın insan oğluna vermiş olduğu bu cihazların yaptığı görevi idrakten akıl aciz kalır.
Alemül Ekber dürülüp bükülüp insanoğlunun içine dere edilmiştir.
Hülasa bunu ehillerine bırakmak lazım.
Fehmedemediğimiz şeyler karşısında muteriz olmayalım.
Çünkü muteriz olmamız zarardan gayri bir şey getirmez.
Muteriz olmamız durumunda bu Mübareklerin hayrat ve bereketlerinden faydalanamayız.
Peki, Kâbede bu meziyetler ne arasın?
Bu mümkün müdür?
Muhammed Masum Hz. lerine Kabe muanaka etti demek taş kalkıp gitmiş sarılmış demek değildir.
Bunlar mâniyat halleridir.
Kabenin maneviyatı Muhammed Masunun maneviyatının hayranıdır.
Zira Kabe tecelliyatı sıfatiyedir.
Arşdan bu yana bu işlem vardır.
Fakat Arşdan ötesi Alemül Ekber olup orada tecelliyat-ı zâtiyyedir.
Bakınız insanoğlunun kalbinde neler vardır.
Onun için kâbe bu misilli Abdullaha böylesi zâtlara aşıktır ve müştaktır.
Ayeti celilesinde Allahü Zülcelâl buyuruyor ki; Âdemoğlunu mükerrem kıldık.
Bu sebeble onu karada ve denizde taşıyacak birçok şeyler halkettik.
Erzak yönünden de sayılmayacak nice nice ni'metler vermişizdir.
Ni'metleri saymaya kalksanız sayamazsınız. Ve oldukça da insanoğlu içindir.
Melekler yiyip içmezler.
On sekiz bin âlemdeki mahlukat arasında efdal kılınmıştır insanoğlu...

Kardeşlerimiz;
Bilindiği gibi Kâbe-i Muazzama'nın üzerine günde yüzyirmi rahmet iner.
Bu rahmetin: Altmışı Tavaf edenlere, Kırkı Kâbede namaz kılanlara, Yirmisi de Kâbenin karşısında oturup Kâbeyi seyredenlere'dir.



GÜNLÜK ABDULLAH ÜZERİNE İNEN RAHMETİN TAKSİMİ

Peki, Abdullah Beytullah gibi midir?

Şahı Nakşibend Hz. leri mensub ve mahsublarını uyararak buyuruyor ki: Kalbinizi temizleyin, dürüst olun, kalbinizi Tarikatı Aliyyeye uygun hale getirin ve kendinizi de bu âli tarikata yakışır bir hale getirin.
(Eğer bu hale gelirseniz) vallahi sabah akşam ve her zaman keremi ilâhiyyeden gelen feyizlerden sizin de nasibiniz olacaktır.
Hatta bir arif şarkta veya garpta bulunursa, kendisine Allahü Zülcelâlin kerem ve ihsanından vermiş olduğu füyüzâtı ilâhiyyeden vallahi nasibini hemen alır.

Bu Mübarek sadece Kabe ve Kâbenin etrafından faydalanıyor değil bu ve bunun gibi muhterem zevat dünyânın tamamına (kendilerine mensub ve tabi olanlar ayrı) kendilerine mensub olmayan fakat böylesine zâtlara saygıları ve sevgileri olan, sade bir Müslüman olanlar da nasiblerini alırlar.
Yeter ki inkarcı olmasınlar.
Bunların da bu feyizinden olan payları ayrı ayrı verilir.

Kâbede nasıl ki böyle bir taksimat varsa Beytullahta olan bu taksimat Abdullahda da aynen vardır.

Zira hakiki Abdullah yeryüzünde FÜYÜZATI İLAHİ'nin dağıtım merkezidir.
Dağıtılacak olan kendisidir.
İşte ABDULLAH ile BEYTULLAH arasındaki farkı böylece anlatmış oluyoruz.

Beytullah'ta Mescid-i Haramın dahilindedir.
Bu rahmetlerin hududu bu kadardır.
Ancak Abdullah öyle değildir.
Allahü Zülcelâl'in diğer kullarına tamamen bir imdâd merkezidir.
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) nasıl ki âleme rahmet ise, bu dahi bir nebzecik umumadır.
Dünyaya tamamen şâmildir.
Bundan dolayı Şah-ı Nakşibend (ks) şöyle buyuruyor:
“El arifü fi hazihid dünya ma huve linefsihi bel hüvelli gayrihi = Arif, bu dünyada kendi nefsine hizmet etmiyor, diğerlerine hizmet ediyor, tüm ümmeti Muhammed'e.”

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in gayretkeşliği devam etmektedir.
O'nun füyüzatının bu dünyada merkezi kendisidir.
Allahü Zülcelâl'in zat ve sıfat tecelliyatına bir merkez durumundadır.
Ondan ötesine artık yaygın hale gelir.
Nasıl ki kâbeyi “beytimdir” diye merkez ittihaz ettiyse, “Abdimdir, Abdullahdır” diye Onu da merkez ittihaz etmiştir.
İşte Abdullah ile kabe arasındaki farkı böylece anlamış oluyoruz.
Beytullah Halil yapısı Abdullah Celil (Celle Celaluhu) yapısıdır.


*****

Gavsül Azama gelince şöyle bir sözü vardır.
Rahmetullahi aleyhi ve radyallahu anh.

Resim

Her kutup kâbenin etrafında yedi şavt tavaf ederken, kâbe benim hiyamım (yani çadırım) etrafında tavaf eder.
Kâbenin tavaf etmesi kişiye yâni sadece Gavsul Azam has değil.
Muhammed Ma'sum İmam-ı Rabbani'nin oğluna ve Seyyid Aliyyil Havvas'ın şeyhi, İbrahim-i Metbuli içinde vâki olmuştur aynı hal.
Velhasılı bu birçok zâtlar içinde vâki olmuştur.
Çünkü Kâbenin üzerindeki tecelliyat, tecelliyatı sıfatîyedir. Zâtiye değildir.
Yâni kabe mü'min gibi zati tecelliye kabil ve imkân sahibi değildir.
Kâmil bir mü'minin üzerine olan tecelliyatı, tecelliyatı zâtiyedir.
İnanın ki arş dahi tecelliyatı sıfatiyenin merkezidir.
Yani arş dahi buna kabil değildir.
Onun için Cenab-ı Rasulullah'ın bulunduğu yer kendisi değil, kendisine temas eden toprak dahi arşdan efdaldir Allah nezdinde.

Netekim Ebu'l Abbasi'l Mursî Hazretleri şöyle buyuruyor: Namaz kılarken “Essalamü aleyke eyyühennebiyyü” dediğinizde ne duyarsınız?
Bir şey duymuyoruz efendim dediklerinde, Vallahi bu fakir eğer selamın karşılığını alamazsa kendini insan diye addetmez.
Onun için Rasulullah'ın selama karşılık verdiği apaçıktır.
Zira o kadar yakin ki; Pirimizin de Rasulullahın ruhaniyeti daima beraber olunca, “esselamü aleyke eyyühennebüyyû” dediği zamanda mutlaka karşılığını cevabını Rasulullah'dan alırdı.
Bu inancımız kesindir.
Bu haa... İşte hem tecelliyat yönünden hem salavat yönünden yani Rasulullah'a bir yakınlığı ve tecelliyatı zâtiye şuhud ehlinin oluşu mutlaka tabi haliyle hakikaten karşı karşıya gelmek Kâbeden üstün fezâil bakımından feraid bakımından yâni faydalanma bakımından, çünkü Kâbede evet Kâbe Rabbımızın umuma şâmil olan bir evi artık koymuş oraya yönelir, ordan yapın, velâkin tabi bu gibi zevatlar müstesnadır.
Gene ayni şeriata dayanarak Kâbeyi de hoşgörürler güzel görürler.
O yönlerden onların alışları başka çeşit alma bizimki hiç olmazsa Beytullah'a gidiyoruz.
Beytine kast edince Rabbımızın mükafatını ihsanını emel ediyoruz.
Bu kesindir.
Bu hepimizin bize düşen vazife budur.
Allahu Zülcelâl mahrum etmesin.

Kardeşlerim;
Biliyorsunuz ki hepimizce ma'lum melaike dahi ademoğluna secde etmiştir ve ademoğlu Allahu Zülcelâl'in bir hâlifesidir.
Halife olması mümkündür.
Halife olması mümkün olan bir şahsiyet, bir beşer, insan-ı kâmildir.

Kâmil bir insan yeryüzünün hâlifesidir.
Peki Kâbenin böyle bir vasfı var mı?
Nasıl hilafet yapıyor acaba?
Kabe'nin hilâfetliği var mıdır?
Ademoğlunun ıslahını bu ana kadar irşadını, tevhidini bildiren anlatan insanoğlu değil midir?
İnsanın vasıtalığıyla değil midir?

Kardaşlarım; insanoğlu kıymetlidir. Çok kıymetlidir.
Allahü Zülcelâl'in verdiğinde inanın ki insanın kıymeti üstünde bir kıymet yoktur.
Şöyle anlatayım: İmam-ı Ali (ra) bir gün şöyle bir coşkunluğu devresinde Abdullah İbn-i Abbas'a diyor ki: Amucaoğlu sana öyle ilimler söyleye bilirim ki, Cebrail ve Mikail'in dahi bu ilimlerden haberi yok.
Aman, amucaoğlu sen ne diyorsun?
Cebrail'in, Mikail'in bilemediği ilimden nasıl söylersin?
Cebrail (as) Rasulullah'la Mirac'a giderken bir makama geldide: “kıf ya Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)” demedi mi?
Dur burda ya Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem) ben burdan ötesine bir adım dahi atamam, yanarım diyor.
Bu hal mevcud değil midir?
Evet sonra Rasulullah uruc etmedi mi?
Evet.
Allahü Zülcelâl'le arasında cari hadiseler ve vakıa'lardan Cebrail ve Mikail'in haberi var mı?
Bunları biliyor mu?
Malumatı var mıdır?
Ben bu gibi ilimden bahsedeceğim diyor.
Eğer erbabı ve ehli ise fehmedebilecekse anlatılır, zira ilimlerin haddi hududu yoktur.
İmam-ı Ali (k.s.) hazretleri daha Cibril ve Mikail'in bilemediği ilimleri anlatacağım diyor.
Bu ilimler acaba Kabe de var mı kardeşlerim?
Onun için insanın meziyeti çok yücedir, çok yüksektir.
Allahu Zülcelâl müstesna bir kabiliyet ve istidad vermiştir.
Öyle kalb vermiş ki yeryüzünde Allah'ın kabları mesabesindedir.
Kalb pâk olduğu takdirde Allahü Zülcelâl'in envâr-ı ilahisi o kablara girer.
Ama diyeceksiniz ki Muhammed Ma'sum ile Kabe hadisesi belki fikrinize gelirse yahu Kabe yerinden nasıl kalktıda müanaka etti bunu böyle sanmayın.
Bu bir mâneviyet yönüdür bir meziyet yönüdür.
Birbirinin meziyetleri maneviyatları nurları tecelliyatları birbirine müanaka eder.
Çünkü Muhammed Mas'sum şûhûd ehlidir. Kabe ise bu seviyeye yetişmediği için buna aşıktır.
Doğru. Bu şekilde kabul edelim, öyle taşlar güya yıkılacak kalkacak değil.

Bu hal maneviyat ve keşfiyat yoluyla cereyan eder.
Bunu bu şekilde anlayacağız, bu şekilde kabul edeceğiz, inancımız bu.

Şeyhimiz asla boşa bir kelime söylemez, hatta ki daimi sırrı gizleyen kerametini hiç ifşa etmeyen bu yönde hiç öyle görüntüsü yoktur.
Buna rağmen şeyhine karşı olan bu vasfı belirtmiştir, ilan etmiştir.
Canla başla kabul etmiştir.
Bizde aynen kabullendik.
Ayeti celile de teberrüken:
Resim
Rabbımızın ademoğluna ikramını, karada ve denizde musahhar kıldığı, nice nimetlere sahib olduğunu, yaratmış olduğu bir çok mahlukatından üstün olduğunu ilan eder.
Bu Allahu Zülcelâl'in lütfü ve keremidir.
Netekim biraz evvel anlattığımız gibi Rasulullah İmam-ı Ali'ye anlatmış olduğu ilmi Cebrail ve Mikail'in dahi bunlardan malûmatı yoktur.
Onun için bu sır var ya sır Hazreti Sıddık yoluyla olsun Hazreti İmam-ı Ali yoluyla gelen olsun bu ilmi ledünnü olan Rasulullah'ın nezdinde olan ilmi, gizli tutmaya sorumlu olan ancak ehli bulduğunda verecek olduğu ilim işte bu nevi ilimlerdir.
Bunlar umuma şamil değil yayılmaya da mümkün değildir.
Çünkü hafsalaya sığmaz.

Şahı Nakşibend Hz. leride şöyle buyuruyor:
Resim
Diyor ki Mürşidin sorumluluğunu gerektiren hal şudur.
Müridle karşı karşıya geldiklerinde bu müridin halini üç yönünden bilmesi, vukufu olması lazım.
Geçmişi geleceği ve o andaki hali bilmesi, bunu keşten bilmesi lazım.
Eğer bilmiyorsa o zaman nasıl terbiye edecek.
Bunları bilecek ki hattaki terbiyesine geçebilsin.
Çünkü yöntem, kullanma tarzını bilmesine bağlıdır.
Bir hastanın mahiyetini öğrenmeden anlamadan eğer teşhis edemezsen, hangi tedaviyi kullanacaksın.
Onun için diyeceksiniz ki ezeli nasıl bilsin?
Evet ezelden biliyor.
Esas ervah âleminde kendisine amma ümmet seçimi, amma böyle mürşidin hükmü altına girecek olan muridan seçimi, ezelde yapmıştır.
Çünkü orada ayni ruhaniyetler fedakârlık yapmıştır.
Sehli't Tusteri Hz.leri şöyle buyuruyor: Vallahi ezelden beri bana bağlanacak olan kimseleri müridanlarımı seçmiş bulunuyorum.
Bunların terbiyesine o andan beri devam etmekteyim.
İster baba sulbünde ister ana rahminde olsun.
Çünkü terbiye ruh yönündendir.
Ruh üzerinde yürümektedir terbiye.
Mürşidin terbiyesi ruh üzerindedir.
Onun için ruh terbiyesi ezelden başlıyor ve her zaman hayattır.
Onun için ruh üzerine böyle olmazsa, bir çocuk daha henüz bir işlem yapmadan nasıl oruç tutabiliyor, nasıl çok harikalıklar görebiliyor, nasıl erkenden Kur'an-ı hatmede biliyor?
Bunlar esasan ruhun gördüğü terbiyeye bağlıdır.
Bu şekilde bunu yapabiliyor.
Tamam bulûğ çağına gelmemiş ki hatta fehm de etmiyor icabında.
Ama ruh temiz hale gelmiştir.
Bazen mürşidi çok kuvvetlidir o gün ruhen terbiye etmiştir, bazı da mürşid yeterli değilse o anda Rasulullah'ın (sallalahü aleyhi ve sellem) ruhaniyeti ile terbiye görmüştür.
Hele böyle mürşid onlar fevkalâdeliktir.

Hülasa bu minval üzerinedir. Zira Şah-ı Nakşıbende diyorlar ki: Efendim nasıl görebilsin, neyle görebilecek acaba bu hali?
Şöyle buyuruyor.
İsbatu bu hadis iledir:

Resim
Kâmil bir mü'minin ferasetinden hazer ediniz.
Zira Allahü Zülcelâl'in nuruyla nazar eder.

Allahü Zülcelâl'in nuru ile nazar eden kimse görmez mi?
Tabi bu keşif bu yöndendir.
Kalb yönüyle kalb nazarıyladır.
Kalb nazarı öyle kapalı değil ki kapalı olsa zaten mürşidliğe elverişli değildir.
Netekim yine Şah-ı Nakşibend Hazretleri:
“Bir mürşidin gelen bir müridin hallerine vukufu yoksa tasarruf yetkisi yoktur” diyor.

Düşünün kardaşlarım bir mürşid eğer gelen bir müridin istidad durumunu bilmiyorsa, geçmişini geleceğini ne mal olacağını bilmiyorsa, rastgele bir tedavi yöntemi kullansa bir doktorun yaptığı gibi inanın ki zararı menfaatinden fazla olabilir.
Onun için mevcud olan müridin istidad durumunu bilmesi lazım.
Seyr-i sülük yoluyla mı?
Cezbe yoluyla...
Nasıl bir yöntem kullanacaksa ona göre bilecek ki terbiyesine girebilsin.
Zira İmam-ı Rabbani Hz. şöyle buyurur:
Resim
Yani bir talebe, bir mürid, noksan bir şeyhin eline düşüp tam olarak yetişmediğinde bunda tarikatın hatası nedir, bu müridin hatası ve günahı nedir?
Zira müridi yetiştiren mürşiddir.
Mürşit esasen noksan olursa, zavallı bu müridin hatası nedir?


****

Mübarek Şeyh Alaaddin kendi şeyhi ile alâkalı bir harikalığı daha vardır.
Kendim dinledim. Şöyle buyurdu:
Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) küçüklüğü devresinde emeli, HASANÜL ATTAR'ın tezinin aynısı idi. Bunun tezini arzuluyordu. Hz. Hasanül Attar, Alaaddini Attarın (ks) oğludur. Ve Şahı Nakşibend'in de torunudur.
Hasanül Attar hârika bir hal sahibidir. Bir müride nazar ettiği zaman, re'sen bir nazar ile FENA FİL EF'AL durumuna getirirdi. Halbuki bir müridin Fenafil Efal durumuna gelebilmesi, başka tarikatlarda ne kadar zaman süreceğini Allahü Zülcelâl bilir. Müridin tamamen kabiliyet ve istidadına göredir.

Fena üçtür:
1- Fena fil efal
2- Fena fissıfat
3- Fena fizzât

Mübarek Hasanül Attar Hz. leri bu birinci kademeyi bir nazarda hallederdi. Hz. Şahı Nakşibend, torunu olan Hasanül Attar hakkında: “Melikler dahi torunum Hasan'ın atının özengisini tutar ve izinde yürür,” buyurmuşlar.
Zamanla bu hal cereyan etmiştir.
Emir Mirza, Mübarek atına binerken atı yürüyor, Emir Mirza'da üzengisini tutarak onunla beraber yürür.
Bu halden sonra Hz. Hasanül Attar bineğinden inerek Buhara'ya müvaceheten dedesi Şahı Nakşıbend'e saygı olarak dedesinin bu kerametini Emir Mirza'ye belirtmiştir.
İşte Hasanül Attar (ks) böylesine bir zâttır.

Babasına gelince: Şeyh Alaaddini Attar Hz. leri ki, irşad babından çok cazib bir zâttır.
Hz. Şahı Nakşibend'in vefatından sonra bütün hulefa ve müridan kendisine kayıtsız şartsız teslim oldular ve bu irşad makamında da kendisinde bir İMÂMİYET MAKAMI durumu vardır.
Hz. İmam-ı Rabbani (ks) Alâiyye tarikatından yani bu kola mensubtur.
Şeyh Alaaddinil Attar Hz. lerinin Alâiyye Tarikatının (kolunun) imamı olduğunu söylemiştik.
Bunu kendi oğlu da beyan ediyor.
Aynı zamanda Imam-ı Rabbani de “Kutbul İrşad yollarının baş tutarı olan Muhammed Alaaddinil Attar Hz. lerinin bir imamiyet vasfı vardır,” diyor.
Ve bu Alâiyye tarikatının da irşad yönünden, cezb yönünden acayib bir hali vardır.
İmamı Rabbani Hz. leh dahi bunu çok meth eder.

Hülasa, Ubeydullah Ahrar Hz. leri şöyle buyurur:
Hz. Şahı Nakşibend ahirete intikal ettikten sonra halifelerinin tamamı Alaaddin'e teslim oldular. Çünkü ondaki kabiliyet ve istidadın acayibliğini görüyorlardı.

Nitekim MUHAMMED FÂRİSE Hz. leri rabıta ve murakabe devresinde daima ğaybe düşerdi.
Kendisini bilemez bir hali olurdu.
Ama Alaaddinil Attar Hz. leri hiç bir zaman ğaybe düşmez, çok istikrarlı ve daima Sahv (ayıklık, aklı başında uyanık olma) hali vardı.
İşte böylesine istiklâl ve irşada elverişli ve kabiliyet sahibi idi.

Ubeydullahil Ahrar (ks) tarafından söylenip Hz. Muhammed Fârise'nin kendi hattı, kendi el yazısı ile yazdığı ve anlattığı Alaaddinil Attar'ın şu cümlesi, onun nasıl yüce ve mübarek bir şahsiyet olduğunun ispatıdır.
Vefat edeceği devresinde sekerat halinde şöyle söylediğini duydum:

Resim
“Allahü Zülcelâl'in inayeti ile Şahı Nakşibend Hz.lerinin bereketi ile eğer tüm mahlûkata karşı muvacehe kılsak, tamamen vâsılîn (hakka erenler) durumuna getiririz.”

Öteden beri anlattığımız bu mevzuyu burada noktalıyoruz. Ve bunun ispatı için de bunun yeterli olduğuna inanıyoruz.

İşte, bu şekilde Allahü Zülcelâl'in lütfü ve inayeti ile ve Sâdat-ı Kiramın bereketi ile Muhammed Alaaddini Attar (ks) Hz.lerinin vermiş olduğu bu kararı, muvacehe yönünden ne kadar güçlü ve ne kadar tesirli olduğunu, Kâbeye karşı muvacehe ile böyle bir zâta karşı muvacehe arasındaki farkı daha güzel anlamış oluyoruz.
Mübarek Şeyhimiz de keşfiyâtı ve müşahedesi ile bu meyanda bu gerçeği söylemiştir.
Zira Kâbeye de gitti, -Elhamdülillah yedi-sekiz seferi vardır- ama, denilebilir ki bu hal Alaaddini Attara mahsustur.
Hz. Ali Hüsameddin (ks) bu hal sahibi değildir.
Cevaben deriz ki: Hayır, kesinlikle. Nasıl ki güneşin varlığından ve ziyasından zerre kadar şüphe etmediğimiz gibi Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) gücü ve kuvveti aynı zamanda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile irtibat durumu ve şühûd ehli oluşu, şühûd hali ile Alaaddini Attar'dan (ks) fazlalığı, üstünlüğü var, noksanlığı yoktur.
Allah şahittir. Hz. Alaaddini Attarı çok severim.
Hassaten kullandığı bu cümlenin etkisinden senelerdir kurtulamıyorum.
Aslında bu mevzuu' Mübarek Şeyhimizle alâkalıdır.
İnşeallah ilerde Şeyhimizin hal tercümesini anlatırken, bu senelerce etkisinden kurtulamıyorum dememin sebeb ve gayesini tafsilâtlı olarak anlatırız.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

KEŞİF VE MÜŞAHEDE EHLİ ZATLARIN HZ. PİR ALİ HÜSAMEDDİN HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ

Kardeşlerimiz;
Yeri gelmişken Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) etrafında olan zevat, bilhassa Hânikah ehlinin çoğunun, keşif ehli olduğunu beyan etmiştik.
Şeyhimizin buyurduğuna göre, bu keşif ehli olan zevatın Hz. Şah ile ilgili -amma keşfen, amma müşahedeten veya ayanen- görmüş oldukları bazı harikaları bir kaç kelime ile nazım halinde cümlelemişler.
Şöyle buyuruyor ve tanzim etmişler.
Resim
Hülâsa: Beyit halinde Hz. Şahı tavsif etmeleri uzun uzadıya gidiyor. Biz bir bölümünü buraya aldık. Kısaca sonunda şöyle söylerler:
Resim

İşte bu Mübarek zevat, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) kerametlerini ve bazı vakıalarını bu şekilde dile getirmişlerdir.
Ve Muhammed Ali Hüsameddin (ks) hakkında şöyle buyururlar:

Tarikata intisab etmek isteyenlere tergıben ve teşviken davet ederler.
Zira kendisinde aranan tarikatla alâkalı bütün vasıfları haiz olduğunu buyururlar.
Ve Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) bir nimeti azimeden olduğunu söylerler.
Sebebine gelince, zira, Allahü Zülcelâl kendisini aziz kılmıştır.
Allahü Zülcelâl aziz kılınca bütün nesneler, bahusus dağlardaki en vahşi hayvanat dahi aslan gibi ejderha gibi hayvanat kendisine karşı tamamen zilletli bir halde, tevazu göstererek kendisini ziyarete gelmişlerdir.
Hatta kendisini ziyarete gelen bir ejderhanın başının üstüne ayağını koyduğunu resimlemişler.
Bunu dahi gördük.
Hz. Pirin diğer meziyetleri ve sahib olduğu o hali ki kim ziyaretine geldi ise, hayrat ve bereketinden faydalanarak ve nimetlerinden -amma Veli, amma Evtad, Ebdal ne olacaksa meziyetlerine göre, istidad ve kabiliyetlerine göre- boş dönmezdi.
Bu şekilde Allahü Zülcelâl, Ezel Âleminden kendisine halk üzerinde bir gölge mesabesindedir, diye tabir etmişlerdir.
Yani, bu dünyaya gelişinde insan yakıcı bir güneş altında olunca bir gölge insana nasıl ki rahat ve huzur veriyorsa ve bu gölgenin nasıl bir nimet olma özelliği varsa, Hz. Pir için de aynı misali vermişlerdir.
Çünkü, ezelden beri Allahü Zülcelâl kendisini bu meziyete sahib kılmıştır.
Bu dünyaya gelişinde halk üzerinde âdeta bir gölge mesabesinde olduğunu belirtmişlerdir.
Velhasıl O'nun hakkında şöyle buyururlar:

Kim ki (O'nu) inkâra kalktı ise kesinlikle ziyan etmiştir.
Münkirleri tamamen ziyandadır.
Neden?
Zira (Mübareğin gelişi) Allahü Zülcelâl'in ihtiyarı iledir.
Dededen, babadan miras olarak gelmemiştir.
Kendiliğinden de olmamıştır.
Zira Allahü Zülcelâl kendisine bu liyakati vermiş, tazim etmiştir.
Aziz kılmıştır.
Dolayısıyla ziyaretine gelen kimseler karşı çıkınca hayır görmüyorlar, ama irtibat kuranlar da büyük nimetlere nail oluyorlar.
Tabi Rabbimizin ihtiyarı da olunca Allahü Zülcelâl'in izni ve keremiyle elde etmek istediklerine kavuşuyorlar.
Çünkü bir emanet, bir vazife mutlaka ehline verilir.
Ehli olmayan birine bu emanet verilez.
Zira Cenabı Hak (Celle Celaluhu) buyuruyor ki:

إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّواْ الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا
“İnnellahe ye'müruküm en tüeddül emanati ila ehliha…” (Nisa / 58)
Allahü Zülcelâl emaneti ehline vermeyi emreder.
Dolayısiyle emanet ehli olmayanın elinde olunca bundan nasıl faydalanılabilir?

Çünkü, Allahü Zülcelâlin emri yok, tasvibi yok, Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve diğer muhterem zevatın tasvibi yok.
Böyle olunca ondan kimseye bir hayır gelmez ve ona yardımcı da olmazlar.
Çünkü bu artık saf dışı olmuş durumundadır.
Kendi zincirlerinin dahilinde değil, binaenaleyh buna karşı herhangi bir sorumluluk duymazlar.
Bu tipte olanlar tamamen kendi başlarınadır.
Yani babasını belirtmeyen, babası belli olmayan evlât gibidir.
Bu gibilerine sahib çıkan olmaz.
Onun için Hânikah'daki bu Mübarek zevat bu sebepten dolayı Onun hakkında böyle söylüyorlar.
Yani ihtiyarı Allahü Zülcelâl'in ihtiyarı ile gelince bu gelen bir azizdir.
Aziz de olunca Rabbimiz esirgemiyor.
Kim iltica ederse, muhakkak istidadına göre faydalanır ve arzusuna kavuşur.
Zira Muhammed Ali Hüsameddin (ks) öyle bir şahsiyettir ki; Rabbimiz cinleri kendisine musahhar kılmıştır.
Ve onu gören nice putperestler putperestliği bırakmış, müslüman olmuşlar.
İlmiyle gururlanan nice âlimler, bu gururlarıyla karşısına dikildiklerinde ilimleri tamamen yok olmuş, cahil ve perişan bir hale düşmüşlerdir.
Nice Yahudi ve Nasara onun karşısında dayanamaz, hemen hal olur ve İslâm dinine mensub olurlardı.
Nitekim Onun hakkında şöyle buyururlar:
O öyle bir zâttır ki Allahü Zülcelâl onu hayrat ve bereketiyle, himmetiyle vefat eden, kefen içerisinde olan bir ölüyü Allanın izni ve inayeti ile hayat haline dahi getirmiştir.
Şöyle buyururlar:
Resim

Kefenlenmiş bir ölüye hayat vermiştir.
Allahü Zülcelâl'in inayeti ile ve bu mübarek zâtın hayrat ve himmeti ile.
Ayrıca ne kadar müzmin inkarcı varsa karşısında mutlaka hal olurdu.
Karşısında hiç kimse duramazdı.
Galib duruma gelemezdi.
Çok acayib bir etki sahibi idi.
Mutlaka karşısındaki kişiyi etkilerdi.
Nazarı çok etkili olduğundan tamamen karşısındakini hallederdi.

Hülâsa: Onun kerametlerinden bahsedilirken derler ki: Mübareğin kerametleri ne sayıya, ne de adede girer.
Saymakla bitmek tükenmek bilmezdi.
İnsanoğlunun aklı onun hal ve durumunu idrakten âcizdi.
Onun için kerametleri sayı ve adede vurulamazdı.
Şimdi bu anlatmış olduğumuz cinlere teshir babından Şeyhimizden duyduğumuz: Ğavsul Azam Hz.leri şu kadar hasta cinleri faideli olmuştur.
Hz. Ali Hüsameddin (ks) ise daha fazlasıyla ilişki halinde olup ve daha fazla cinlere faideli olmuştur.
Bunu Şeyhimizden duydum.
Hâşâ böyle bir zât yalan söylemez.
Çünkü bu halin içinde yaşamışlardır.
Dolayısiyle ölü, yani kefenlenmiş birini ihya etmesi hadisesinde artık tafsilatlı bir şekilde izah etme sorumluluğumuz vardır.
Bu hususu biraz açmak ve anlatmak gereğini duyuyoruz.
Mübarek Şahı Nakşibend'in tarikatı üzerine kendisine taltif edilmiş ve ikramda bulunulmuş.
Allahü Zülcelâl'in emri ile Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve Saadatın tasvibi ile gelmiş, bu sâdâtı Nakşibendiyenin himmetleriyle büyük bir rağbet görmüş, Irak muhitini tamamen etkisi altına almıştır.
Kendi zamanında Nakşibendiye tarikatı çok revaçtadır.
Diğer tarikatlar o denemde biraz zafiyete düşmüş.
Bahusus Tarikatı Kadiriyye orada çok meşhur olmasına rağmen o da zafiyete düşmüştür.
O zaman Ğavsul Azam Hz. leh kendisi, Cenabı Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) iltica eder ve istirham ederek der ki; “Ya Rasulullah Muhammed Ali Hüsameddin'e emir buyur da benim tarikatı da ele alsın” der ve Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın emri ile Kadiri tarikatını da yürütmeye karar verilir.
Ve bu emirle Kadiri tarikatını da yürütmeye devam eder.



TARİKATLARIN MENŞEİ

Aziz Kardeşlerim;
Tarikatı Kadiriyye, İmamı Ali (ra)'den gelmektedir.
Nakşi Tarikatı da Hz. Sıddık (ra)'dan gelmektedir.
Birçok zevatın bu tarikatlara intisabları vardır.
Aynı zamanda her iki tarikattan da icazetlidirler.
Meselâ: CAFERİ SADIK HZ. lerinin ZÜLCENAHAYN durumu vardır.
İmamlar yolu ile İmamı Aliye hem de Hz. Kasımdan itibaren Nakşibendiyyeye intisabları vardır.
Birçok zevatın, her iki tarikata intisabları olduğu gibi Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Çeştî, Kübrevî gibi üç beş tarikata intisabları vardır. Ve bu tarikatlardan icazelidirler.
Teberrüken bir çok tarikatların mensubudurlar.
Ancak Nakşî tarikatının sâdâtları illâ ve illâ Nakşî tarikatının hem kestirme yönünden, hem harikalığı ve hem de üstünlük yönünden, sadelik bakımından, taklitçiliğe imkânı olmamasından, yani Rabbısı ile kendisi arasında oluşundan, hepsi bundan ve böyle olmasından çok haz duyup buna devam ettirmişlerdir.
Zira Nakşîlikte Zikri Hafi esastır.
Rabbi ile kendi arasında olduğundan riya ve taklitçiliğe fırsat vermez. Ve bu yolda istikamet aranır.
Dışa vurmadan tamamen iç âleme yöneliktir.
Allahü Zülcelâl ile başbaşa olduğundan taklitçiliğe mahal yoktur.
Bundan dolayı sâdâtların çoğu ekseriyetle tarikatı yürütme yönünden Nakşî tarikatı üzerinde dururlar.

Meselâ: İmam-ı Rabbani'nin iki oğlundan biri olan Muhammed Masum Hazretleri Nakşî Tarikatını yürütmekle, diğer oğlu Muhammed Said de Kadri tarikatını yürütmekle me'murdurlar.
Bu şekilde silsile olarak Şeyh Abdullahi Dehlevi Hz.lerine gelinceye kadar.
Daha evvel anlatmış olduğumuz Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) itibaren Sıddıkı Ekber vasıtası ile intikal eden o sırrı aziz, intikal ederken onu üstlenebilecek derecede yetişmiş bir zât olmadığı için bu sırrı azizi emânette kalmıştır.
Nitekim Eba Yezid ile Caferi Sadık birbirlerini görmemişlerdir.
Eba Yezid ile Ebul Hasan Elharkani de birbirlerini görmemişlerdir.
Aralarında bir hayli zaman farkı vardır.
Abdul Haliki Gücdüvani ile Şahı Nakşibend de birbirlerini görmedikleri gibi aralarında beş zât vardır.
Bunlarda bu sır ruhani yönüyle intikal etmiştir.
Ne zaman ki o sırrı aziz'i üstlenebilecek zât meydana geldi ise o emanet kendisine verilmiştir.
Hatta Şeyh Abdullahi Dehlevi Hz.leri Kadirî ve diğer tarikatları babasından ve diğer zâtlardan almış ise de Nakşî Tarikatını Habibullah Canı Cânânı Mazhar'dan alınca bundan çok büyük haz almıştır. Ve bu nakşi Tarikatına fazlaca devam etmiş ve bununla daha fazla meşgul olmuştur.

Şeyh Abdullah Dehlevi (ks) şöyle buyuruyor:
“Bir gece rüyamda Hz. Gavsul Azam ile Şahı Nakşibend Hz. leri, bu Mübarek zâtların her ikisi de, karşımda bulunuyorlardı.
Ben Şahı Nakşibendin yanına gitmek arzuluyordum.
İçimdeki istek bu idi.
Fakat Ğavsul Azam Hz.lerine karşı da çok derin saygım ve sevgim vardı.
Ona karşı hürmetim sonsuzdu.
Ben bunu düşünürken Gavsul Azam Hz.leri bana bakarak şöyle dedi:

"- Evladım
القصد ھو الله Tarikattan kasıt Allahü Zülcelâldir. Bizimkisi
sen-ben, o-bu davası değil, gaye Allaha varacak yol ve gaye Allanın Rızasını celb etmektir."

O böyle deyince, ben rahatladım ve serbest bir halde Şahı Nakşibend'in yanına gittim,” diyor.
Velhasıl Nakşibendi tarikatı her zaman ve her devirde diğer tarikatlardan daha üstün olmuş ve revaçta olma durumunu korumuştur.
Diğer tarikatlar pek o kadar yürütülmemiş, çoğu kere emirle yürütülmüştür.
Nitekim Mevlâna Hâlid, Şeyh Osman, Şeyhül Hazin ve Hz. Muhammed Ali Hüsaeddin'e gelinceye kadar en üst kademede Nakşî tarikatını yürütmüşlerdir.
İcazetli oldukları halde diğer tarikatları yürütmemişlerdir.
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'e gelince; o dönemde Nakşî tarikatının tam revaç durumu vardı.
Irak muhitinde tamamen Nakşilik yaygın hale gelir ve Kadiri tarikatı biraz zafiyet durumuna düşer.
Böyle olunca Hz. Geylani Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) başvurur ve Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) kendi tarikatını da yürütmesini söyler. Ve Rasulullah'da (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir emir ile Muhammed Ali Hüsameddinin Kadirî Tarikatına da el atmasını emir buyurur. Ve bu emir ile Kadirî Tarikatını da yürütmekle emrolunur.
Böylelikle Tarikatı Kadirîyyeyi yürütürken (Tabi Kadiri Tarikatında bir coşkunluk hali vardır.
Zikirler cehridir ve toplu haldedir) bir gün Kadirî zikri yapılırken, bir damda halka durumunda bu zikri yapmaktadırlar.
Zikir esnasında coşkulu bir halleri vardır.
O esnada cezbe durumunda iken halkadakilerden birisi damdan aşağı düşer. Ve boynu kırılarak vefat eder.
Vefatından sonra yıkanır, kefenlenir ve başında da Pirimizin oğlu Muhammed Bahaeddin bulunur.
Son anında defin edileceği zaman Hz. Şaha bildirirler, bir emrinin olup olmadığını sorarlar.
Mübarek Şah cenazenin başına gelir, cenazeye bir nazar edip, cenazeyi baştan başa sıvazlar. Ve “biiznillahi Teâl┠deyince, o anda kefenlenmiş olan kişi kefeninde kıpırdamaya başlar ve kalkar.
Hz. Şah o zaman şöyle buyurur: “Bunun kalbi durmuştu, yoksa tamamen ölmüş değildi. Onun kalbi durunca siz öldü sandınız” der.
O zaman oğlu Muhammed Bahaeddin der ki: “Baba, vallahi ben bu kişinin başında idim. Canlı olduğuna dair en ufak bir alâmet yoktu. Ayrıca senden duyduğum şu cümleyi anlayamadım. Siz: "Ben bu şekilde kabul etmem." dediniz. Sizin "Ben bu şekilde kabul etmem" dediğiniz ne idi? Neyi kabul etmiyorsunuz acaba?” diyerek bunu bizzat kendisine sorar ve ısrar eder.
Hz. Şah şöyle buyurur:

“Evlâdım, ben bu Tarikatı Kadiriyyeyi Aliyyeyi kendiliğimden almadım. Cenabı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) emri ile aldım. Fakat bu coşkulu zikir esnasında meydana gelen vakıa ve onun bu şekilde vefat edişi karşısında halk iftiraya kalkar ve yanlış tevil eder. "Bu Ğavsul Azamın bir darbesidir. Çünkü kendisi Kadirî Tarikatını izinsiz ve emirsiz aldığından bu ona Ğavsul Azamın bir darbesi idi" derler diye (bu şekilde ölmesini kabul etmedim)” diyor.
“Onun için ben bu Tarikatı kendiliğimden değil, emir ile aldım. Bundan dolayı ben bu kişinin bu şekilde, bu minval üzere gitmesini ve halkın bu şekilde yanlış tevil etmelerini (ve bundan dolayı bu Tarikata zarar gelmesini) kabul edemem ve buna razı olmam,” diyor.
“Dolayısiyie Allahü Zülcelâl'in izni ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hayrat ve bereketiyle hayata geldi. Ben bu işi kendiliğimden yapmadım. Mesele bu idi” der.

Hz. Şah bir gün hastalığı sebebiyle bir Yahudi doktorunun çağrılmasını emreder.
Yahudi olduğunu bildiği halde, etrafındakiler bunda bir hikmet ve bir sebeb vardır diyerek o Yahudi doktoru çağırırlar.
Yahudi doktor gelip Hz. Piri kontrolden geçirirken o Mübarek ve etkili, âdeta Kibrit-i Ahmer olan nazarı doktor üzerinde vâki' olur.
Allahü Zülcelâl'in ihsan etmiş olduğu hidayet vakti de gelmiş olduğundan bu Yahudi doktor hemen Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'nin ayaklarına kapanır ve öper.
Ve der ki:
- “Efendim, sizde bedenî bir hastalık yok. Sizdeki hastalık başka bir hastalıktır. Sizin mesti hayran bir durumunuz vardır. Sizi bu hale getiren bedenî hastalık değil, maneviyattır” der.
Sonradan Müslüman olur ve şöyle der:
“Hastaya doktor davet edilir, meğer doktor kendisi hasta, hasta olan esasen doktordur. Hekimimsin efendim.” diyerek hemen iltica ederek müslüman olur.
Rabbül İzze (Celle Celaluhu) her şeye kadirdir.
Bu doktor Hz. Pir'in himayesi altında bir müddet durduktan sonra onun nazarları ile öyle bir hale gelir ki halifelik icâzesi verilir.
Hem doktorluk yapar, hem de irşad ile vazifelendirilir.
Her ikisini de yürütür.


***

İşte Hz. Pir Muhammed Ali Hüsameddin ile karşılaşan ve yanında bulunanlarda öylesine vasıflar hasıl olurdu ve böylesi hallerde cereyan ederdi.
Bir gün Hz. Pir ve etrafındakiler otururlarken o güne kadar pek görülmemiş bir çekirge gelir ve Mübareğin dizine konar.
Orada oturanların hepsi bu çekirgenin gelişini ve dizine konduğunu görürler.
Biraz durduktan sonra tekrar o çekirge uçar gider.
Oturanlar sorarlar:
- “Efendim bu çekirge ne idi? Biz bu güne kadar böyle bir çekirge görmedik, bunun hikmeti nedir? Hz. Şah bu çekirge bir çekirge sürüsünün başı, reisi ve elçisi olarak gelmişti. Bir çekirge sürüsü buralarda konaklayacak ve nasiblenecekler. Dolasıyla “nerede konaklayalım, barınalım?” diye bizden izin istediler. Ben de bunları misafir olarak kabul ettim. Ve benim kendi arazilerimde yayılmalarını emrettim” der.
Hakikaten çekirgeler her tarafı kapladılar, hiç kimsenin tarlasına zarar vermeden Mübareğin kendi tarlalarından rızklarını aldılar ve gittiler.
Yani hayvanlar dahi ondan izinsiz ve emirsiz bir yere girmezlerdi.


***

Bir gün o beldede katırı ile odun çeken biri vardı.
Devamlı katırı ile odun çekerdi.
Onun işi bu idi.
Zamanla katır ihtiyarlıyor.
Böyle olmasına rağmen sahibi onun yükünde hafifletme yapmayarak yükün ağırlığını aynen devam ettiriyor.
Bir gün o katır Hz. Şah'ın kapısına varır, kafası ile kendi hal lisanı ile işaret verir, gerekeni söyler ve Hz. Şah'a şikayette bulunur.

“Efendim, bu kapıda hizmet etmek çok hoştur ve bir şereftir. Amma ben evvelki güçte değilim, benim takatimden fazla yüklüyor” diyerek sahibini şikayet ediyor.
Hz. Pir, katırın şikayetini dinler ve sahibini çağırarak uyarır, “bundan böyle bu hayvana yükü az yükle, bu hayvancağızın yükünü hafiflet” diyerek ikaz eder.


***

Mübarek Azizan devamlı nikablı (yüz örtüsü, peçe, yamak) olarak gezerdi.
Yüzüne cemaline nurdan bakılamazdı.
Böylesine cazib durumu vardı.
Nitekim Seyyit Ahmet Bedevi Hz.leri de devamlı nikablı gezerdi.
Abdülmecid isimli bir halifesi; “efendim artık dayanamıyorum, cemalinizi bir defa olsun görmek istiyorum” der.
O da “evlâdım cemali görmek cana bedeldir” diyor.
Halifesi de efendim bir değil bin can feda olsun, der. Ve Seyyid Ahmet Bedevi Hz.leri riıkabını açınca halifesi gerçekten can verir, ruhunu teslim eder.
Onun için Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin yüzünü bütün açıklığı ile göremezlerdi.
Örtüsünü daima biraz fazlaca aşağı indirirdi.
Çünkü, karşı karşıya gelindiğinde karşısındakiler her hangi bir hale düşmesinler diye bu halde olurdu.
Tabi bu durum bizim fehmedemediğimiz bir tarzda cereyan ederdi.
Zira:
Resim
“Mü'min mü'minin aynasıdır.”
Karşı karşıya gelen kimsenin kendi kabiliyet nisbetine göre bir görünüşü vardır.
O sebele nikab az da olsa hicabtır.
Hz. Pir'in yüzünü tam açıklığı ile göremezlerdi.
Daima örtülü ve örtüsünü de daima aşağı doğru indirirdi ki her rast gelen karşı karşıya gelipte herhangi bir hale düşmesin.
Zira Allahü Zülcelâl'in onun üzerindeki hal durumu nasıldır?
Celalli midir, Cemâlli midir bilinemediğinden bakanlara zarar gelebiliyordu..
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

EVLİYADA BULUNAN İKİ NUR

Filhakika Evliyanın iki nuru vardır.
Bu nurlardan birisi hoş olmayan şeyleri uzaklaştırıcıdır.
İkinci nur ise cezbedicidir.
Onun için seven ve saygı duyan, aşkı ve muhabbeti olan kimseler, bunlar celb yönüne mütealliktir.
Tabi tahammül edemeyecekleri bir yönde karşılaşılarsa telef olurlar.
Başkalarına bir zarar dokunmasın diye bu nikab bir hicap durumundadır.
Aynı zamanda bir rahmettir.

Allahü Zülcelâl cümlemizi bu zâtların hayrat ve bereketinden faydalandırsın.
Âmin...
Resim
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

Âmin...
_________________
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »


Aziz Kardeşlerimiz;
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ile alâkalı mevzuları ve kerametleri anlatmaya devam ediyoruz.
Bu kerametleri anlatmamızın sebebi aslında onu medih etmek değil, esasen bunlar vuku bulan hadiselerdir.
Allahü Zülcelâl şahittir ki, bunda zerre kadar ifrat ve tefrit yoktur.
İfrat ve tefridi de sevmiyoruz.
Dolayısıyla duyduğumuz ve kendisini gören zâtlardan duyduklarımızı müşahadeten veya keşfen nasıl oldu ise naklen anlatıyoruz.
Çünkü biz, Hz. Pir hayatta iken bu yolun yolcusu idik. Aynı devrede yaşadık. Allaha şükürler olsun.
Onun için Hz. Pir'den sadır olan birçok keramet ve meydana gelen hadiseler bize nakleden, ulaştıran ve anlatan bizzat Şeyhimiz Şeyh Alaaddin (ks) Hz.leridir.
Biz Mübarek Şeyhimizden duyduğumuz şeyleri anlatıyoruz.
Şeyhimiz de zaten bu gibi şeylerden çok uzak idi.
Bir şeyi abartmayı alevlendirmeyi sevmez, ifrat ve tefritten de çok uzak dururdu.
Kendisini daima gizlerdi.
Ancak bu gibi hususları anlatması sadece ve sadece Şeyhine karşı olan saygısı ve sevgisi, aşk ve muhabbetinden dolayı idi.
Evet, muhabbetten...
Biliyorsunuz ki hepimiz beşeriz.
Biraz gaflet, biraz da ihmalkârlığımız vardır.
Olabilir, ancak bu gibi zâtları andıkça bu gaflet ve ihmalkârlık kalkar ve muhabbetimiz artar.
Onlara karşı aşkımız ve şevkimiz fazlalaşır.
Zaten tarikatımızın ana temeli de muhabbettir.
Daha önce de söylediğimiz gibi, muhabbet çok ama çok önemlidir.
Zira muhabbet sayesinde birbirimizi bulacağız.

Resim
Hadis-i Şerifine teberrüken
“Kişi sevdikleri ile beraber olacaktır” diye buyurulunca en büyük avantajımız budur, yani muhabbettir.

Hülâsa; işte bu saydığımız mübarek zâtların, nazım haline getirip Hz. Pir hakkında söylediklerinden bir tanesi de şudur:
Resim
Yani,
Âlimlerin ilminin selbine kadirdirler. (İlmine güvenip gururlanan alimleri) sıfır haline getirirler.
Nitekim Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (ks)'de Şeyh Abdullahi Dehlevî Hz.lerinin dergâhına gittiğinde sokakları temizler, tuvaletleri temizler, kendisini hiç belli etmez, âdeta bir ümmî gibi bir hali var idi.
Hiçbir şey bilmez gibi görünürdü.
Bir gün bir ilim meclisinde bir mesele ortaya konmuş, oradaki âlimler bir türlü çözemiyorlar.
O esnada Mevlânâ Hâlid de kapının arkasında oturuyor.
Onlar o meseleyi çözemeyince Mübarek, o meseleyi çözmeye mecbur kalıyor. Ve meselenin nasıl olduğunu, çözümü için fikrini belirtir.
Mevlâna Hâlid (ks) meselenin hal şeklini belirtince oradaki âlimlerin çok acayibine gider.
Hiç ummadıkları bu kişinin böylesine bir ilme sahib olması ve bu meseleyi çözmesi için çok derin bir ilme sahib olması lâzımdır, diye hayretlerini ifade ederler.

Velhasıl Şeyh Abdullahil Dehlevîye bu durumu iletirler ve “Efendim hiç ummadığımız, buralarda çalışan, temizlik yapan bu gariban kişinin böylesine bir ilme sahib olduğunu bilmiyorduk. Çok âlim birisi imiş” derler.

Şeyh Abdullah Dehlevî Hz.leri de bu hal karşısında, “Öyle mi, peki tamam” der.
Mevlâna Hâlid Hz.lerine bu ilminden dolayı çevresindekilerden saygı duyulup kıymet verilince bir gün Şeyh Abdullah Dehlevî Hz.leri akşam namazında, “Hâlid imamete geç, namazı kıldır” der.
Ve Hâlid imamlığa geçer, “Allahü Ekber” diye tekbir alır, fakat arkasını getiremez. Yani Elhamdülillah'ı bile söyleyemez. Fatiha'yı dahi okuyamaz.
O anda sıfır durumuna düşer.
Tamamen âcziyet içerisinde, âdeta eriyecek bir hale gelir.
Mübarek Şeyh Abdullah arkasından “Elhamdülillahi Rabbil Alemin” diyerek uyarır. Ve Mevlâna Hâlid ondan sonra avdet eder ve Fatiha'yı okumaya başlar.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

KİLİSEYE YARDIMI VE MOLLA SALİHİN İTİRAZI

İşte bu Mübarek zâtlar böylesine kabiliyet sahibidirler.
Bilhassa, Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Şeyh Abdullahdan kat be kat üstündür.
Bundan hiç şüphemiz yoktur.
Bu meseleyi de şöyle izah edelim: Bir gün Halepçe'de bir kilise yapılıyordu.
Yapılmakta olan bu kilisenin çatısı çok geniş olduğundan büyük ve uzun selvi ağacı lâzım olur.
O civarda bulunamayınca bazıları der ki: “Olsa olsa böyle bir selvi ağacı Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) çiftliğinde olur. Ancak orada bulunabilir” derler ve gelip kendisinden isterler.

Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bizzat kendisine başvurduklarında onlara bu selvi ağacını verir.
Kilisenin yapımında kullanılması için bu selvi ağaçlarını verdiğinde o dönemdeki âlimlerin tamamı bu hadiseye karşı çıkarlar. Feveran ederler.
Tabi kendisi çok değerli, muhterem bir şahsiyet olduğundan onun bu davranışını bir türlü kabul edemezler ve “Bu kadarı da olmaz, tasavvuf derken bu gibi şeriata muhalif işler yapması da hiç uygun değildir. Nasıl olur da kilisenin yapımına yardımcı olur” diyerek tepkilerini dile getirirler.
Dolayısıyla bu hadise her tarafa yayılır.
Bir taraftan da ulema haklıdır bu itirazlarında. Ve bu durumu su üstüne çıkarmak, aynı zamanda bu olayın mahiyetini öğrenmek isterler.
Fakat, hiçbir âlim gelip bu hususta bir şey sormaya cesaret edemez.
Karşısına çıkmaya cüret edemezler.

Zira Allahü Zülcelâl'in onun üzerinde böyle bir celaliyeti vardı.
Netice olarak Molla Salih isminde bir âlim Suriye ve Irak muhitinde ilmiyle şöhret bulmuş, o muhitteki ender âlimlerden birisidir.
Kendisi Kamışlılıdır.
Bu hadise Molla Salih'in kulağına kadar gelir, o da bunu duyar.

“Böylesine Mübarek bir zât, böylesine muhterem bir Şeyh, kilisenin yapımına yardımcı olmuş” diye ona da söylerler.

Molla Salih böyle bir yardımın şeriata uygun olduğunu hiç bir kitabda bulamaz.
Fıkıh kitablarında böyle bir fetva bulamayınca kitablarını bir çantaya koyarak Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin yanına gelir.
Kitabları ile geliyor ki, bu işin şeriata muhalif olduğunu isbat etsin, bu gaye ile geliyor.
Molla Salih çok cesur, atılgan ve ilmine güvenen birisidir ve Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) huzuruna çıkar, bu hadiseyi açar.
Kitablardan okur anlatır, kendince isbata çalışır.
Şeriat ahkâmına göre bunun uygun olmadığını izah eder.
Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin der ki:

“Bana başvurdular, istediler, biz de uygun gördük red etmedik ve verdik.”
Molla Salih: “Ama efendim, istediler de uygun gördük ve verdik... Böyle şey olmaz ki. Şu fıkıh hükümlerinde bu gibi şeylerin olmayacağı hususunda birçok deliller vardır,” diye saymaya başlar...
Ayettir, hadisdir anlatır...
Hz. muhammed Ali Hüsameddin bakar ki Molla Salih işi büyütüp, genişletiyor, o zaman Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin şöyle buyuruyor:

“Salih, Salih (Mollayı söylemeyerek) senin kitabında verme diyorsa, benim kitabımda ver, ver diye buyruluyor” der.
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin Mollayı bırakıp da Salih, Salih dediği zaman Molla Salihde Mollalıktan eser kalmaz.
İlimden mücerred bir hale gelir.
Âdeta cahil durumuna düşer.
İlim namına hiç bir şey yok, ne ilim kalır, ne de kitabına baktığında okumaya gücü.
Tamamen sıfır bir hale gelir.

Salih bu hal karşısında acaba aklıma enaniyet gibi bir şey mi geldi, bana ne oldu böyle diyerek, ilminden bir eser kalmadığını görüp böyle düşünürken, -tabi Salih cahil değil, âlim bir kişidir- perişan bir hale düştüğü bu durum karşısında elbette ki kendisinde arız olan bu hali, bu durumu inkâr etmesi mümkün değildir.
Eğer o durumda kalırsa, eski şöhret şöyle dursun halk nazarında hiç bir değeri de kalmayacak bir hale gelir.
Bu kendi halini göz önüne getirip, düşünürken Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin karşısında ona karşı yaptığı hatayı anlar ve kendisine sahib olamıyarak Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in ayaklarına kapanarak:

“Efendim, ben bilmeden bir hata ettim, böyle bir şeye cesaret ettim, cüretkârlıkta bulundum. Fakat siz yapmayın, beni affetmenizi istirham ediyorum” diye yalvarır.
“Ve şu anda sizden beni affetmenizi istemekten öteye bir şey bilmiyorum” der.
İşte o zaman Mübarek Hz. Şah bunun acziyeti karşısında böylesine bir teslimiyet de olunca
“Molla Salih, Molla Salih! Lâzım oldu ve uygun görüldü de verdik..” diyor.
Bunun üzerine Hz. Pir “Molla Salih” dediğinde Salih kendi üzerinde tekrar o eski varlığını hisseder ve kendisinden alınan o eski hali tekrar geri verilir.
Ancak bu durumdan sonra gerçekten Molla Salihin teslimiyyeti, sadakati, aşkı ve muhabbeti artar ve Hz. Pir'e karşı çok sadık bir hale gelir.
Tabi bu hale gelince Hz. Pir de onu başıboş bırakmaz.
Onu daha fazla ikna etmek için, inancını sarsılmaz bir hale getirmek için merhamet eyleyerek daha müsbet bir hale getirmeye çalışır.
Çünkü, Molla Salih ilim sahibi bir insandır. İlmine yazıktır.
Hz. Pir şöyle buyurmuştur:
“Molla Salih, Mevlâna Hâlid'in Abdullah Dehlevî'ye gidiş ve gelişini anlatan, o hususta yazılan kitabı okudun mu?”
Molla Salih: “Evet, okudum efendim” der.
Hz. Pir:
“Mevlânâ Hâlid'in oradan dönüşünde Abdullahı Dehlevî'nin kendisine neler söylediğini, kendisinin de ne gibi haller cereyan ettiğini de okudun mu?” der ve Mübarek Hz. Pir kendisi anlatmaya başlar:
Şeyh Abdullahi Dehlevi kendisine
“Hâlid ben de sana emzirilecek bir şey kalmadı, sen bunu tamamen kuruttun. Ancak sende kabiliyet ve istidad var, daha fazlası için bundan sonra benden değil, şu mevkiye, falan yere varacaksın. Sana gerekli olan emir ve hükümleri oradan alacaksın, burdan öteye benim seninle olan işim bitti” der.
İşte o zaman Mevlânâ Hâlid Hz.leri Şeyhinin emri üzerine nereye gitmesini emrettiyse, nereye gitmesi gerekiyorsa oraya gider...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

SIRRI AZİZİN MEVLANA HALİD LERİNE İNTİKALİ

Mevlânâ Hâlid Hz.leri Şeyhinin dediği yere yaklaşır.
O yere tam varmasına biraz mesafe kaldığında, üzerine çok büyük bir ağırlık basmış ve o yere yaklaşması da güçleşmiş. Bir türlü yaklaşamıyor.
O anda Şeyhine istimdad etmiş ve bu istimdadtan güç alarak o yere biraz daha yaklaşır.
Bu sefer daha fazla sıkıntı ve ağırlık basar.
Böyle olunca tekrar istimdad ederek biraz daha güç alır.
Fakat bu hal daha da fazlalaşır.
Bu sefer Hz. Şahı Nakşibend'ten (ks) istimdad eder ve bu sayede o yere biraz daha yaklaşabilmiştir.
Netice olarak bu hali, bu durumu yakacak hale gelince Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) istimdat eder.
Rasulullah’a istimdad edince karşı karşıya getirmiş ve o gücü vermiş.
Tam oraya gelir gelmez; “Geldin mi Hâlid?” buyurur.
Mübarek zâtın bulunduğu yer, bir çimenliktir.
Ama bu Mübarek zâtın bulunduğu yer yanık durumundadır.

Mevlânâ Hâlid bu Mübarek zâtın kim olduğunu, ne olduğunu bilemez, ancak “Hâlid geldin mi?” diye sorar.
O da, “geldim efendim” der.
Kendisine verilmesi gereken emir ve hükmü orada verir.

İşte Hz. Pir bunu Molla Salih'e soruyor:
“Mevlâna Hâlid ile o yerde karşı karşıya gelen kişi kimdir? Ve ona verdiği şey nedir?..”
Burası meçhul. Hiç kimse bunu bilmiyor.
İşte o zaman Muhammed Ali Hüsameddin (ks) şöyle buyuruyor:

“İşte o Mevlânâ Hâlid ile karşı karşıya gelen şahsiyyet bu fakirin ruhanniyeti idi. O sır emâneti, bu fakirde mahfuz idi. Ancak Mevlânâ Hâlid bu emanete lâyık olunca, ona istihkak kesb edince bu sır emâneti bir emir ile kendisine aktarıldı. Bu emanetullah yerine verilmek üzere bu şekilde kendisine verildi” der.
Bu durum karşısında Molla Salih teslimiyeti kül ile teslim olur.
Böyle bir zât ile karşılaştıran Allahü Zülcelâl'e şükreder.
Ve bunun kendisine Allahü Zülcelâl'in bir nimeti azimesi olduğunu kabul eder ve bu durumdan sonra Molla Salih oradan ayrılmaz.
Ve Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Seyri sülûkundan sonra kendisine hilafet icazeti verir.

Ağabeyim (Hacı Alaaddin Efendi), Şeyhimiz ve yanlarında iki-üç kişi olduğu halde Hz. Muhammed Hüsameddin'in vefatından sonra ziyeretinden gelirken bu Şeyh Salih'e misafir oldular.
Ağabeyim bu hadiseyi bizzat kendisi Şeyh Salih'in ağzından duymuş, biz de ondan naklediyoruz.
Bu, tarih olmuş bir olay değil. Bizzat duyanların, harfiyyen ve noksansız olarak bize naklettiği bir hadisedir.
Şeyh salih'e gelinceye kadar vaktiyle bunu okumuştuk, fakat bu şekilde malûmat veren hiç olmamıştı.
Bu sır emâneti, Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in ruhaniyyetinde mahfuz idi.
Dolayısıyla, bu husus hakkında ileride malûmat vereceğimiz dediğimiz, bu yönden idi.
Bu sır, Muhammed Ali Hüsameddin (ks)'den Mevlânâ Hâlid'e ruhaniyyet yoluyla, ondan Şeyh Osman'a aktarılmış, o da Şeyhül Hazin'e tekrar Muhammed Ali Hüsameddin Hz.'lerine yani asıl sahibine gelmiştir.
Bu emânet sırrı aziz olan Hz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan intikalen Hz. Sıddık (ra) ve ondan sonra da böylece peyder pey gelmektedir.
Bazı devrelerde ehli olmayınca bu sır emânette idi.
Tabi bu sırra sahib olacak şahsiyyetin şühûd halinin çok acayiblerden olması lâzım ki buna sahib olabilsin.
Tecelliyâtı zâtın, tabiki celalli ve cemâlli durumu vardır.
Bu her fertte aynı seviyede olmaz, yani şühûd dahi aynı seviyede olmaz.
Bunu her zaman söylüyoruz.
Onun için bu Sırrı Aziz bazı zâtlara gelir, bazı zâtlara gelmez.
Nitekim Caferi Sadık ile Eba Yezid ve Ebul Hasenil Harkani birbirlerini görmemişlerdir.
Aralarında uzun seneler vardır.
Şahı Nakşibend Hz.lerine gelince; aralarında beş kişi olmasına rağmen bu Sırrı Aziz'i Hz. Abdulhalık Gücdüvanî'den almaktadır.
Böylece devam edegelmiş, İmamı Rabbani ve benzerleri Şeyh Abdullahi Dehlevî'ye dahi gelişinde bu sır kendisinde olmayıp, emânette olduğu, burada biraz olsun açıklığa kavuşturulmuştur.
İşte, daha önce bu mevzuu ile alâkalı izahatı ileride beyan edeceğiz demiştik.
Umarız ki İnşeallahüteâlâ bu sözümüzü yerine getirmiş olduk.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

SEYYİD TAHA

Kardeşlerimiz;
Mübarek Seyyid Tâhâ'ya gelince: Seyyid Tâhâ Hz.lerinin bir kadılık görevi rütbesi vardı, çok âlim, Irak muhitinin en büyük zâtlarından ve âlimlerinden bir şahsiyet idi.
İlmî yönden ender şahsiyetlerden biri idi.
Ayrıca çok mal mülk sahibi, aynı zamanda da çok cömert ve cesaretli.
Hem bedenen, hem ilmen güçlü bir şahsiyet.
Emrinde çalışanları, hizmet edenleri çok idi.
Bahusus amcası kâhyaları üzerinde kontrolcu idi. İşinin kontrolü amcasına ait idi.
Bununla uğraşır, çalışırdı. Ancak amcası arasıra kaybolur ortalıkta görünmez, birkaç gün sonra çıkar gelirdi.
Bu sebeple Seyyid Tâhâ bir gün amcasına:

“Amca işleri olduğu gibi bırakıp gidiyorsun, nereye gittiğini bilemiyoruz. Yoksa bir Şeyhe falan mı gidiyorsun?” diye amcasına takıldı. Ve bu şekilde takıldığı olurdu zaman zaman...
Amcası da bir defasında,
“Evet yeğenim, benim de bir Şeyhim var. Şeyhime gidiyorum” der.
Seyyid Tâhâ da:

“Amca ben bu Şeyhlerin birçoklarıyla karşı karşıya geldim. Bunların birçokları arkalarına düşülecek, peşlerinden gidilecek şahsiyetler değiller. Bu şeklide işinden kaydından kalıp da böylelerinin arkasına düşme. Kendi işine bak” der. Fakat amcası dayanamayarak:
“Yeğenim benim gittiğim şeyh senin anlattığın bu şeyhlerin hiç birisine benzemiyor. Benim gittiğim Şeyh harikulade bir şahsiyettir.”
Seyyid Tâhâ da:
“Amca, bu harikulade Şeyhe bir gün bende gideyim de bakalım bu kadar methettiğin Şeyhin durumu nedir, nasıldır, ben de bir göreyim...”

Amcasının devamlı gidip geldiği şeyhi görmek için günün birinde ona gitmeye karar verir.
Seyyid Tâhâ'nın gayesi, amcasının tamamen oradan alâkasını ve ilgisini kesmek ve kendi işine candan yönelmesini sağlamak.
Bu meyanda da bu şeyhini çok meth ediyor, bu kadar da meth ettiği bu kişiyi de görmek istiyor.
Gitmek için harekete geçer.
Gittiği yolda Hz. Pir'imizin amcası Şeyh Ömer ile karşılaşırlar.
Şeyh Ömer, Seyyid Tâhâ'yı kendisine maletmeye çalışır.
Tabi bu bir avlama meselesidir, bunu arzuluyor.
Şeyh Ömer ile karşı karşıya otururlarken Seyyid Tâhâ tesadüfen bir kayanın üzerinde oturuyor.
Mübarek Şeyh Ömer kayaya bir nazar eder, kaya peynir gibi bölüm bölüm haline gelerek, parça parça olur.
Buna rağmen Seyyid Tâhâ cesaretli ve selabetli bir şahsiyettir.
“Ben bunları yeterli görmüyorum. Bu gibi şeyler bana tesir etmez.” der.
Netice olarak Şeyh Ömer'e bağlanmayarak yoluna devam eder. Ve Muhammed Ali Hüsameddin'in yanına gelir.
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin, Seyyid Tâhâ'yı karşısına alır.
Birinci gün sohbet şu yönde olur.
Sadece Emevi ve Abbasîler ile alâkalı câri hadiseleri, tarihî yönleriyle bir şeyler anlatıyor.
Sohbet bu yönden geçer.
Ayrıldıktan sonra Seyyid Tâhâ hayretler içerisinde:

“Fesübhanallah ben ne için geldim? Neler duymak istiyorum? Fakat bu, tarihten yani Emevi ve Abbasi'den bahsetmeye ne gerek var? neden bundan bahsediliyor acaba?” diyor.
Ertesi gün tekrar karşı karşıya geldiklerinde bu defa Selçuklu ve Osmanlı tarihini anlatır. Çünkü Seyyid Tâhâ Osmanlı devresinde gelmiştir.
Bu devreye gelinceye kadar yine tarihten konuşur. Yine ayrılırlar.
Seyyid Tâhâ yine hayretler içinde, kendisini bir türlü bir kefeye, bir teraziye koyamıyor.
“Nedir bir türlü anlaşılmayan dava? Biz Şeyh denince başka şeyler umuyoruz. Bu ise tarihten bahsediyor. Neden acaba” der.
Üçüncü gün karşı karşıya geldiklerinde öylesine bir nazar eder ki o nazarı azizi, nasıl nazar ediyorsa, insanı ne hale getiriyorsa, artık bunu Allahü Zülcelâl bilir.
Bu nazar karşısında Seyyid Tâhâ halden hale geçiyor.
Onu, hârika bir halden öte, keşif ehli haline getiriyor.
Gök âlemlerini âdeti seyran eder, gözünün önüne getirir.
Yani, öyle bir hale getiriyor ki: Seyyid Tâhâ'nın kendisinde hiçbir güç kalmıyor.
Kendine medarı yok.
Kâh ulvilere gidiyor, kendisi sanki düşecek hale geliyor.
Ellerini yerlere yapıştırıyor, halsiz istikrarsız bir halde.
Kâh Süflilere gidiyor.
Ulviden Süfli, Süfliden ulviye. Seyyid Tâhâ'yı öyle bir hale getiriyor ki, artık maliyetini kendisi dahi seçemiyor.
Amma öyle harikalar göz önüne getiriyor ki Cennet ile değişilecek şeyler değil.
Bu durum karşısında Seyyid Tâhâ tabi bu halinden korkunca ağlamaya başlar.
Çünkü maliyeti ne olacak bilemiyor.
Kendinde hiçbir medar kalmıyor.
Güçsüz bir halde ve tamamen sıfır bir hale getirmiş ve halden hale dönüştürüyor.
Acaba aklımda bir zayiat mı olur diyerek ağlamaya başlar.
Öylesine candan ağlıyor ki Mübarek Muhammed Ali hüsameddin (ks) Onun bu haline dayanamıyor ve diyor ki:
“Seyyid Tâhâ korkma. Seyyid Tâhâ korkma” dediği zaman Seyyid Tâhâ o anda artık o eski hallerine değil de yeni ve öyle bir hal üzerine geliyor ki sanki “Mikatı Yolu”yla Keennehü (sanki, güya) Emevî-Abbasî, Selçuklu- Osmanlı gelip, geçiyor...
O günden bu güne geldiler de ne oldu acaba?
Ne oldu ki... Bu dünyanın hali bu değil midir?
Âkibet, esasen halinin en güzeli bu yöndendir.
Yani, Dünyaya geldiğindeki en güzel hal Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı... gibi saltanat sürme hali değilde o anda içinde bulunduğu haldir.
Çünkü, içinde bulunduğu hal Cennetle bile değişilecek hal değildir.
Öylesine harikulade hallere getirmiş ki, kendisini mestü hayran etmiş.
Ve Seyyid Tâhâ ağlayarak Muhammed Ali Hüsameddin'in ayaklarına kapanmış:

“Efendim, efendim! Her yönüyle teslim ve her yönüyle sadakat ve halisane bir hal ile kabul edeceksen, ben bu işlerden tamamen feragat ettim ve bu yolun yolcusu olarak teslim oldum” diyerek kayıtsız şartsız teslim olur.

O andan itibaren o varlıkları, gözünde zerre hükmüne iner.
Artık o malı mülkü, onun yanında bir hiçtir.
Amcası gider, oraları, o malı mülkü neye satabilirse, dergâha ait olmak üzere satar.
Çoluk çocuğu celbeder, bir daha geri dönmez.
Artık geliş o geliştir.

Mübarek HÂNIKA'nın sahibi olan Pirimiz, HÂNIKAnın idareciliğini sadece Seyyid Tâhâ'ya vermişti.
Seyyid Tâhâ bir acayiblerdendi, çok acayib bir zâttı. Şeyhimizin de en çok benimsediği ve kardeşim dediği Seyyid Tâhâ idi.
HÂNIKA'nın idare yöntemleri yani hatmi hacegân ve teveccüh yönleri tamamen Seyyid Tâhâ yaptırırdı.
Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin teveccüh ve hatme gibi şeylere girmezdi.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Aziz Kardeşlerim,
Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in bulunduğu devrede seferberlikte İngilizler Irak'ı istilâ ettiler.
Bilindiği gibi İngilizler çok haşindirler.
Önce Irak halkının iyiliği için Irak'ı aldıklarını ve Irak halkına hiçbir kötülükte bulunmayacakları intibaı vermek isteseler de sonradan vergiler, tarhlar alıyorlar.
Çok ğılzatlı bir hükümleri var. fakat hayat müddetince Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in bulunduğu o muhitte ne bir kimseden bir kuruş alabilmişler, ne de herhangi bir emir ve hükümleri yürütebilmişler.
Allahü Zülcelâl'in ihsan etmiş olduğu bir acâyiblik ve heybet vardır onda.
Zaten Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ında bir hadisi vardır.
Resim
Yani;
“Kim ki sadece Allahü Zülcelâl'dan korkarsa her nesne kendisinden korkar, korkusu Allahü Zülcelâl'dan başkasına olursa her nesneden korkar.”

İşte, Havfı İlâhi üzerinde olan bir Muhammed Ali Hüsameddin Hz. leri, o tecelliyat, o celâli, o cemâli olunca İngilizler değil Allahü Zülcelâl'tan gayrı hiçbir kimse bunun üzerinde tahakküm edememiştir.

Dolayısıyla Bağdad valisine bildiriliyor:

“Bizim bu bölgede hiçbir istikrarımız yok. Hiç kimse bize boyun eğmiyor. Hükümlerimizi yürütmedikleri gibi kabul de etmiyorlar. Bu şahsiyyet burada bulundukça biz huzur içinde olamayız. Çünkü, arzuladığımız şeyi yapamıyoruz, alacağımızı alamıyoruz. Halkın üzerinde hiçbir etkimiz yok. Temerküz edemiyoruz. Hiçbir şekilde menfaatlanamıyoruz,” diyerek üst makamlara bildirirler.
Buna karşılık üst makamlardan gelen emir:

“Evet, halkın bir kısmı telef olur, ama korkutmak ve boyun eğdirmek için bir te'dib harekâtına karar verilir. Ancak, o zaman Irak kendi hükümleri altına girebilir.”

Tabi onlar gayri müslimdir. Vicdanı yok, merhameti yok, insafı yok.
Kendi çıkar ve menfaatlerini düşünürler.
Her zulmü yapar, başka bir şey düşünmezler. Olacağı budur...
Bunun üzerine o zamanki uçaklarla Bağdad'dan harekete geçerler ve orayı bombalamak için emir alırlar.
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ertesi günü sabahı hiç kimsenin evinden çıkmaması için emir verir.
Bu emrin mahiyetini kimse bilmiyor.
Sabah erkenden başlayan bombardıman her tarafı tozu dumana boğar.
Bombaladıktan sonra bu iş tamam diyerek geri dönerler.
Uçaklar bombaları bırakır ve bombalamaya son vererek döner giderler.

Ertesi sabah, halka evlerinden çıkmaları için emir verir.
Çıktıklarında atılan bombaların patlamadığını görürler.
Bombaları atanlar, her taraf tarumar olmuştur düşüncesi ile dönmüşlerdir.
Ancak, Allahü Zülcelâl'in inayeti ile hiçbir bombanın patlamadığını ve hiç bir zarar vermediğini görürler.

Halk, bu atılıp da patlamayan bombaların hepsini bir araya toplayıp develere yükleyerek Bağdad'a gönderir ve Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Bağdad valisine şöyle buyurur:

“Bu bombalar bize tesir etmez. Eğer bir daha böyle bir şey olursa gözlerinizi oyar, size haddinizi bildiririz” der.

Bu durum karşısında Bağdad Valisi bir şey diyemez.
İşte bu olaydan sonra İngilizler için Bağdad'da ve Irak'ta bir istikrar olmaz.
İstikrar bulamayınca da istilâya son verir ve Irak'tan çıkarlar.
Irak'tan çıkışları bu sebepledir.
Başkaları belki bunu bilemeyebilirler. Ama gerçek budur.

İngilizler Irak'tan çıktıktan sonra işte esasen kerametin harikalığı burada anlatılacak:
Halepçe'de yapılmış olan kilise ve o kiliseye verilmiş olan selvi ağaçlan hadisesine gelince; bu Halepçe'de yapılmış olan kilise, bir tek gün dahi kiliselik görevini yapmamıştır, kilise olarak kullanılamamıştır.
Onlar çekildikten sonra bu yapılan kiliseye vermiş olduğu selvi ağaçlarının hayrı ve bereketi ile camiye dönüştürülmüş ve cami olarak kullanılmıştır.

İşte Hz. Pir selvi ağaçlarını oranın yapımı için verdiğinde Mübareğe yapılan itirazlar nasıl?
Ve neticesinde “uygun gördük ve verdik” denmesindeki sırrı nasıl?
“Senin kitabın öyle eliyor ama benim kitabım ver diyor” denmesindeki hikmet ve Sır nasıl ortaya çıkıyor.
Bakınız, istikbalin nasıl olacağını, akabinde kiliseye değil camiye hizmet edileceğini daha önceden nasıl biliyor.
Hâşâ bu Mübarek tasavvuf ehli, keşif ve şühûd ehli kalkıp da böyle yanlış şeye mi girerler. Asla ve kat'a!
Bu gibi haller mutlaka bir hikmete mebnidir.
İşte böylesi haller, bu gibi zevata mahsustur.
Bunlara itiraz mümkün olamaz.

Nitekim bu gibi vakıalar karşısında Pirimiz hakkında, manzumede şöyle söylüyorlar:
Resim
Yani,
“Putperestler, Yahudi ve Nasara çok defa Mübareğin hayrat ve bereketiyle İslâm dini ile şeref buldular.”

Bu Mübarek şeyhimizin kendi şeyhine olan sevgi saygı ve muhabbetindendir.
Keşfen onun halini, durumunu da şöyle anlatırdı:
Mübarek öyle bir kalb sahibi idi ki Üveys ile eşit, aynı kalb sahibi idi.
Üveys Hz.leri ile muhammed Ali Hüsameddin'in kalbi, şehadet parmaklarını yan yana getirerek parmakları ile göstererek, eşit idi derdi.
Diyeceksiz ki acaba bunun ispatı var mı?
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

MEŞREBİ ÜVEYSİ


Kardeşlerim, Cenabı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ruhanî yoluyla terbiye ettiği gözle görülen Üveys Hz.leridir.
Hayatta olmasına rağmen karşı karşıya gelmemiş, ruhanî yoldan terbiye edilmiştir.
Aynı şekilde Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri de ruhanî yoluyla terbiye olunmuştur, terbiyesi bu yöndendir.

Ayrıca diyeceksiniz ki, Hz. Üveys Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında olmasına rağmen gelemedi.
Gelemeyişinin sebebi ilk başlangıçta annesi az çok engelliyordu.
Annesini bırakıp, gidip gelemiyordu.
Ama öyle bir hale geldi ki Üveys Hz.leri annesinin vefatından sonra Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşı karşıya gelecek güç kalmamış, gelse dayanamayacak, belki de can verecekti.
Aslında cana bedeldi.
Evet ilk devrelerinde Rasulullah Sahabe ile beraber yaşadılar ve onları öyle bir hale getirdiki, ama onları o hale getirişi alıştıra alıştıradır.
Bu bir ilâhi takdirdir. Çünkü kaderde henüz eceli gelmemiş.
Zira her fert bir ecele bağlıdır.
Bu konuda İmamı Rabbani Hz.lerinin bir sözü var.
Şöyle buyuruyor:

“Mübarek Üveys Hazretleri Sahâbelik vasfını ve meziyetini biraz düşünseydi, cana bedel olsa dahi gelirdi.”
Tabi Sahâbelik seviyesinin müstesna bir özelliği vardır.
Zaten Şeyhimiz de böyle buyuruyor.
Üveys ile Şah aynı kalb sahibidir.
Ancak Üveysin şu meziyeti var ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresinde ve zamanında yakınlığından dolayı bir değişiklik, farklılık vardır.
Yoksa kalb aynı kalbdir.
İşte Mübarek İmamı Rabbani Hz. leri de Üveysin o devrede gelmeyişi, kaderin bu şekilde cereyanıdır.
Yoksa sahâbelik meziyetini göz önüne alsa cana bedel olsa dahi gelirdi, gelmekten imtina etmezdi.
Vahşi sahabenin, mertebe bakımından en edna mertebelisi olmasına rağmen Üveys, Ehli Sünnet vel Cemaata göre tabiînin en hayırlısıdır.
Buna rağmen Vahşi'nin (ra) ayağı Üveysin başının üzerindedir.
Çünkü sahabe seviyesine hiçbir kimse ulaşmaz.
Sahabe Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşılaşma şerefine nail olan ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın yetiştirdiği kimselerdir.
Envârı nübüvvet üzerlerine tecelli etmiştir.
Tabi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın, kalb muvacehesi yaparken artık nasıl bir muvacehedir?
Nasıl bir envar (nurlar) ile müvecehe kılıyor ki, başka bir şeyh onun zerresi bile olamıyor.
Onun için sahabenin yetişme tarzı böyledir.

Nitekim biliyorsunuz ki Hz. Sıddık'ın (ra) Hicretin 7. Senesinden sonra 3 sene asla bir artış ve terâkkiyatı olmadı.
Neden? Çünkü, velayetin son demine gelmiş.
Artık ondan sonrası Nübüvvet makamı.
O makama geçmesi lâzım. Ama tahammülü yok.
Ona Allahü Zülcelâl bu kadar tahammül vermiş.
Velayetin son mertebesi ne ise oraya kadar getirmiş.
Hatta Mübarek, seher devresinde haps-i nefes yapardı.
Sonunda soluk alıp vermeye başlarken nefesi, ciğerlerinden gelen kebab kokusu gibi kokardı.
Nasıl yanıyor, nasıl oluyorsa?
Tabi daha ötesi cana bedeldir. Yani yok olur.
Dolayısıyla Rasulullah Aleyhisselâm irtihaline üç sene kala hiç artış yapmadı.
Son hale getirmiş, yaşayabilecek hal, tahammül ne ise o hale getirmiştir.
Bunun içindir ki Üveys hazretleri de aynı bu meselede olduğu gibi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşı karşıya gelebilecek güçte olmadığı için gelemedi.
Çünkü kader böyleydi.
Üveys Hz. leh Sıffin harbine kadar vardı, o harbde şehit olduğu sahih bir kavildir.
Zira, Ebu Naim-el- Esfehâni “Hayatül Evliya” da beyan etmiştir.

Gelelim Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin'e...
Evet, kalb aynı kalb.
Üveys Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın asrında yaşamış.
Bu asır
“hayrul kuruni karni” yani, asırların en hayırlısı benim yaşadığım asırdır, buyurmuş Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem).
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hayat devresidir.
Hz. Üveys Sahabeler ile şereflenmiş bir asırdır.
Hz. Ömer, İmamı Ali ve benzerleri gibi...
Üveys Hz.leri ile Pirimiz arasındaki bundan dolayı değişiklik yalnız bundandır.
Mübarek Hz. Pirimiz de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ruhaniyyeti ile mest-ü-hayran bir halde.
Gerçekten Ravzai Mutahhara ile karşı karşıya gelecek güce erişememiş, bu güçte olmamıştır.
Nitekim bir çok kimseler, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a olan aşkı şevki sebebi ile “Kubbetülhadra (Yeşil Kubbe) göründü” dediklerinde bir bakışta can vermişlerdir.
Bazıları da Ravzai Mutahhare'nin önünde söylene söylene can vermişlerdir.
Bu gibi hadiseler çoktur.
Bu sebeble Hz. Ali Hüsameddin evlâdını validesi ile beraber Hacca göndermiştir.
Evlâdı Şeyh Osman'dır.
Babasından evvel vefat etmiştir.
Onun için Hacca kendisi gidemedi.
İşte hikmeti sebebi. Mübarek Şeyhimizin buyurduğu aynı kalb aynı yöntem.
İşte bunun isbatı budur.
Nitekim Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın terbiyesi altında, daima Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altında oluşu, hiçbir zaman ayran ve arpa ekmeğinden çıkmayışı da bunun yakınen isbatıdır.

Aziz Kardeşlerim;
Şeyhimizden defalarca duyduğumuz harfiyyen, noksansız ve ziyadesiz şöyle buyurmuşlardır:
Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in hulefasının adedi 124 bin küsurdur. Ve hiçbirine Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın izni olmadan hilâfet verilmemiştir.
Çünkü, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a böylesine yakın olunca onun izni ve emri olmadan hiçbir şey yapmıyordu.
Bu, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ruhaniyyeti ile ve Ale Kademi Rasul olduğunun isbatıdır.
Ayrıca sadece müridan hakkında da Mübareğin on binlerce müridi vardı ki onun etkisinden bir an bile çıkmıyorlardı.
Meczub durumları vardı.
Fena fiş-şeyh durumları vardı, işte Mübarek böyle bir hal sahibi idi.

(Fena fiş-şeyh: Tasavvuf talebesinin veli olan hocasının arzu ve isteklerine tâbi olması, istekleri onun eline bırakması.)
Öylesine ciddi bir çalışma vardı ki Tahhan isminde biri senelerce el değirmenini ile çalıştırmış, durmadan sabah-akşam çalışır, dergâha un yetiştirirdi.
Oradaki hizmeti bu idi.
Günün birinde kendisinde herhangi bir varlık görmüyor, oraya gelenlerde bir değişikliğin olduğunu görüyordu.
Fakat kendisinde hiçbir şey hissetmiyor.
Bu haline üzülüyor.

“Benim burada bu dergâha yük olmaktan başka bir yararım olmuyor, en iyisi ben buradan gideyim. Bunca verdiğim külfet yeter. Senelerdir buradayım, adam olamadıktan sonra neye yarar. Demek ki bizde kabiliyet ve istidat yoktur” diyerek oradan bezgince ayrılmaya karar verir.

Kendisini oraya lâyık görmüyor, oradan uzaklaşıyor, kayboluyor.
Böyle olunca değirmen de çalışmaz olur.
Oradan uzaklaşınca tabi Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in kontrolünden çıkmaz ki.
Yolda giderken haliyle akşam olur.
Karşısına iki kişi peydah olur.
Selâm kelâmdan sonra
“yiyecek birşey yok mu?” diye birbirlerine sorarlar.
Hiçbirisinde yiyecek birşey yoktur.
Bunun üzerine
“hiç olmazsa dua edelim de Allahü Zülcelâl bir kapı açar,” derler.
Değirmenci
“ben dua filan bilmem, duadan da hiçbir umudum yok. Çünkü benim kendime bile hayrım yok ki duam kabul olsun. Eğer sizin kendinize böyle bir güveniniz varsa siz dua edin” der.
Onlardan biri dua eder.
Allahü Zülcelâl rızıklarını verir, yer içerler.
Ertesi gün yine böylece devam ederler, yine birbirlerine
“hadi Rabbimize dua edelim de Rabbimiz rızkımızı versin,” derler.
Değirmenci kendisinde yine hiç bir varlık görmez, ummaz,
“bende bir şey yok” der.
Bu sefer diğeri dua eder.
Allah Cellecelelühü rızıklarını verir.
Üçüncü gün gelir, arkadaşları der ki:

“Evet kardeşim hadi bakalım, sıra sendedir. Eğer senin duandan birşey gelirse yeriz. Yoksa aç kalacağız,” derler.
O da
“kardeşlerim Vallahi benden umudu kesin, benim kendimden umudum yok. Ancak madem ki İsrar ediyorsunuz, bana söyleyin de sizin dua ettiğiniz gibi dua edeyim de Rabbimiz belki bu sayede verir,” der.
Onlar da Vallahi kardeşim bizim ettiğimiz dua şudur:

“Allahım Hz. Pir'in Tahhanı (Değirmencisi) yüzü suyu hürmetine rızkımızı ver” dedik,” derler.
Kendisi de aynı kelimeyi kullanır.
Bu sefer onlara gelen rızkın miktarının iki üç katı geliyor.
Bunu bu şekilde görünce hemen onlar uyur uyumaz, o değirmenin başına başkası benim yerime geçmesin diye gece gündüz demeden koşarak geri gelir, samimi bir şekilde değirmeninin başına oturur. Kulpuna yapışır.

İşte Mübarek Pirimiz benimsedi mi kendi keyfine de bırakmıyor.
Bakınız nasıl bir fen kullanıyor, orasını siz düşünün.
Pirimizin velayet fenni çok acayibtir.
Hülâsa böyle ciddiyet ve sadâkat olduğunda bu hal olur.
Ancak öteden beri söylüyoruz, Mübarek, müridin üzerinde hiçbir şey bırakmıyor, Zimam-ı umur ve bütün tasarruflar kendindedir.
Oldukça coşmak, azdırmak gibi haller olmaz. Sükûnet ve istikran oldukça tercih eder.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

HZ. PİR ALİ HÜSAMEDDİN'İN HULEFA VE MÜRİDLERİNİN DURUMLARI

Aziz Kardeşlerim,
Pirimizin yetiştirdiği hulefanın hârikalıklarının başkalarına benzemediklerini, bir fevkalâde hal sahibi olduklarını Seyyid Tâhâ Hz.lerinden aktaralım ve anlamaya çalışalım.
Seyyid Tâhâ Hz.leri bir gün mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerinin durumunu seyrederken kendinden geçer ve der ki,
“Ey Azizim, Allahü Zülcelâl'e karşı gerçeği söylüyorum. Geçmiş zevatın içerisinde belki senin benzerin nadirattandır. Hepsinden üstünlüğünüz vardır, noksanlığınız yoktur. Fakat etrafınızdaki kimseler, bizim gibi zavallı, senin hal ve durumunu bilmeyen kimseler, yani bizler, sizin etrafınızdakiler size lâyık olamıyoruz” der.
Mübarek cevaben şöyle buyuruyor:
“Evlâdım Seyyid Tâhâ kendini bu şekilde görme. Vallahi geçmiş zevatın ne halifeleri, ne de müridleri ile hulefa ve müridlerimi değişmem. Onların zamanı başka, benim zamanım başka. Ben başkaları gibi coşturup da geçmiş zamanlarda olduğu gibi öyle başıboş bırakmıyorum. Yani çobanlığı, idareyi elimden bırakmıyorum. Çilbir ve zimam-ı umur elimdedir.”
Mensublarının hali böyle olduğundan Mübarek Seyyid Tâhâ kendinde bir varlık hissedemiyor.
Onun için diyor ki
“Vallahi Seyyid Tâhâ benim sicilim Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzuruna arz edilir de kaydı kuyudu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisi münasib gördüğü tarzda yazar, ben kendim bunda dahi tasarruf etmiyorum.”

Nitekim Muhammed Halil kendisi dahi Seyyid olduğunu dahi bilmiyor.
Bu Muhammed Halil kendisi otuz küsur sene dergâhta çalışmıştır.
Sonunda kendisinde öyle bir hal görüyor ki âdeta sıfır.
Tamamen müflis bir hal,
“buraya gelen herkes adam oldu, bense otuz senedir buradayım hiçbir şey olamadım. Ben niye fuzuli olarak buradakilere külfet olayım. Hemen buradan kalkıp gideyim ve yok olayım diyor. İnsan olmadıktan sonra burada kalamam neye yarar” diye bu şekilde düşünürken biranda karşısına Muhammed Ali Hüsameddin çıkar ve “nasılsın Seyyid Muhammed Halil” diyerek hal hatırını sorar.
Bu, Muhammed Halil'in çok acayibine gider.
Ben Seyyid olmadığım halde Mübarek bana Seyyid diye sesleniyor.
Kendisi tereddüd içindedir. Çünkü kendisi Seyyid olduğunu bilmiyor.
O anda Mübarek şöyle buyuruyor:
“Evlâdım senin ceddin buyuruyor.”
Böylece onun Seyyid'liğini ilân eder.
Kendisinin bu boşluğu geçiş tarzı hakkında şöyle buyuruyor:

“Benim zamanım geçmiş zamanlar gibi değil, ben herkesi kendi başına bırakıp da başkaları gibi çırpınıp coşturmam. Zimam-ül umur benim tasarrufumdadır. Böyle coşkulu bir hal olamaz. İstikâmet ve sükûnet içinde gelip geçmektedir. Vallahi Mahşer âleminde benim mensub ve Mahsublarım damgalıdır,” diyor.
Bunu kendisi söylüyor.
Damgalıdırlar, bu dünyada pek fazla görünmeseler de, fakat uhrevî âlemde benim mensublarım damgalıdır.
Herkes tarafından bilinen şahsiyetlerdir.
Allahü Zülcelâl'ın izni ve inayeti ile.

Bir gün Mübarek Şeyhimiz şöyle buyurdu: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks)
“Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın nezdinde büyük bir iltifata hâs bir iltifata mazhar olacaktır.” buyurunca, sordular:
“Efendim bu hâs iltifat nasıl olacak?” Buyurdu ki:
“Mahşer günü sâdâtlar oldukça livail hamd sancağı altında, Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın etrafında olurlar. Herkesin bu dünyadaki ferasetine, hizmetine, Ümmetine karşı yapılan cehdü cühûduna karşılık Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın nazarını ve hoşnutluğunu celbederler.”
Onun için o Mahşer gününde Hz. Şah Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın nezdinde çoklarından çok muazzam kıymet ve değere sahihtir.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hâs bir iltifatına mazhar olacaktır.
Çünkü onun hizmeti diğerlerine benzemiyor.
Zaman, onun zamanı idi.
Diğer zamanlar, onun zamanına benzemiyor.
Bu Ahiruzzaman.
Nitekim Hadiste de:
“Öyle bir gün gelecek ki o zaman işlenen bir sevab Sahabenin işlediği sevabın yetmiş muadilidir.”
Sahabe sorar: “Ya Rasulullah bizim sevabımız mı, yoksa onların sevabı mı çok olacak?”
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), “onların sevabı sizin sevabınızın yetmiş katı olacak” buyuruyor.

Zira zaman Ahiruzzamandır.
Bu zamanda ümmete yapılan hizmet başka zamanlarda yapılan hizmete benzemiyor. Ve coşkulu hallere pek ihtimam etmiyor.
Mensublarım kendi başlarına bırakmıyor.
Onun için tasarrufu daima elinde.
Esasen kendisi idare etmektedir.
Zimam-ül umur elindedir.
Her hangi birisine başvursa, kendisini müflis kabul eder.
Çünkü fazla bir şey bırakmıyor ellerinde.
Bu esasen Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerinin tezidir.
İşte aynı zamanda Seyyid Tâhâ da bunun gibi coşkunluğu tasvib etmezdi.
Hatta bir gün Cizreli Şeyh Said vardı, meczub Şeyh Said değil de bu, onun yakınlarında olan bir Şeyh Said.
Bir gün böyle coşkulu bir anında tokat dahi atmıştır.
Ama Şeyhimiz, Seyyid Tâhâ, Muhammed Halil'in yöntemleri ise kendilerini aciz, müflis, daima hiç yok hükmünde görürlerdi.

Hülâsa: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'i bütün yönleriyle anlatmak kabil değildir.
Kısadan gitme, anlatma sorumluluğumuz vardır.
Zaten en acayib olan yanı, yani insana ibret verecek, en büyük mahiyeti yüzlerce defa dahi duymuşumdur ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın emri ve izni olmadıkça yerden bir çöp dahi kaldırmazdı.
Daima Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Ruhaniyyeti beraberinde idi.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın izni olmadıkça ne bir halifeye icazet vermiş, ne de herhangi bir emri yürütmüştür.
Tamamen Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Ruhaniyyeti altında yürümekte idi.
Tabi bu herkese nasib olmaz.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ŞEYH ABDÜLAZİZ'İ DEBBAĞ (K.S.)'A GÖRE ĞAVSIN GÜCÜ

İşte, Şeyh Abdülaziz Seyyid'i Şerif ğavsiyet ile alakalı makamı, ğavsiyetlik meziyetini anlatırken, öyle bir hale gelir ki, mükevvenatı tamamen nazarı altına alır.
Öyle bir güç sahibidir ki Vallahi ğavsın haberi olmadan bir kedi bir fareye tasallut edemez.
Bir yaprağın düşmesi dahi bilgisi dahilindedir. Ondan bile haberdardır.
Bu hale gelince de kendinden her hangi hal değişikliği olmaması için Allahü Zülcelâl perdesini kaldırınca bakar ki her şey Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altındadır.
Tasarruf Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a aittir.
Emir ve kumanda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ındır.
Kendisi de onun hükmü altında âdeta bir maşadan ibarettir.
Alet edavattan ibarettir.
O zaman kendisini öylesine küçültüyor ki, bir hiç hükmüne giriyor.
Fakat Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de Allahü Zülcelâl'in azameti ve celâleti karşısında o da aynı hükme girer.
Çünkü tüm hakimiyet Allahü Zülcelâl'indir.
Allahü Zülcelâl'in karşısında olan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Rasulullah'ın karşısında da ğavsiyet makamında olan şahsiyettir o makam ona veriliyor.
O da sadece emir ve kumandaya bağlıdır ki nasıl bir icraat yaparsa yapsın kumanda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ındır.
Onun için böyle bir ğavsiyet makamında olan bir zât, o anda gördüğü harikalar vesaire karşısında kendisini o kadar basit bir halde görüyor ki, bu kurbağa kadar kendisini güçlü hissetmiyor.
Kendisinde hiç bir varlık görmüyor.
Sebebi ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hakimiyyeti altındadır.
Bunda kendisinin hiç bir esamesi yoktur.
Şeyhimizde şöyle buyururdu:

“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi Allahü Zülcelâl'in azameti karşısında, kainat onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmasına rağmen, Rabbimiz de ona o kadar değer vermesine rağmen, O'da Allahü Zülcelâl'in hükmü karşısında âdeta titrer bir haldedir. Nasıl ki bir sigara kâğıdı en ufak bir esinti karşısında titrerse, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da Allahü Zülcelâl'in hükmü karşısında böyledir.”

Hülâsa: İşte bu gibi hakimiyetler karşısında, hangi güçle acaba kendine “ben şuyum buyum” diyebilir.
Hele bilhassa şühûd hali varsa, ancak bu anlatılan meseleler, eğer bir kimse coşkunluğu varsa, sekir halinde ise bazı şeyleri konuşuyorsa, o terakkiyat halindedir.
İstikrarlı bir duruma gelmiş değildir.
Sekir halinde ise sorumlu değildir. Sahv (Ayıklık. Aklı başında olmak) halinde ise sorumludur.
Yalnız Allahü Zülcelâl tarafından emrivaki ile olursa, “bu nimetlerden söyleyebilirsiniz” diye bir emir ile olursa caizdir.
Yoksa bu gibi şeylerden hazer ederler.
Zira sırrı ifşa etmek evliya için tehlikelidir.
Aslında sırrı ifşa ettikten sonra ona ilâve yoktur.
Sır verilmez.
Nitekim devlet sırrını bile ifşa eden kimseye bir daha sır verilir mi?
Asla.
Mübarek Şeyhimizin buyurduğu gibi bizim tezimiz, bizim meşrebimiz başka, onların tezi ve meşrebi başkadır.
Mübareğin kasd ettiği tez ve meşreb, meşreb-i Sıdıkıyyedir.
Sırrı ketmedebilmektir.
Sükûnet ve istikrar içinde olabilmektir.

Nitekim Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Kim ki yürüyen cenazeyi görmek isterse Ebubekir Sıddıka baksın.”
Zira Hz. Sıddık (ra) var-yok içinde, mahfiyyet içinde oluyordu.
Sırrı daima muhafaza etmekte idi.
Öylesine muhafaza etti ki, hatta dayanamayacak hale geldi ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) artık üzerinden artışı kesti, gücü nisbetine göre verdi.
Nefes alıp verirken ciğerlerinden yanık kokusu duyulabilecek duruma geldi.
İşte Şeyhimizin dediği hakikî meşreb budur.
Bunun üstünde hiçbir meşreb yok.
Hatta Gavsul Âzam hemen hemen her şeyi konuştuğu, Allahü Zülcelâl'ın bülbülü diye buyrulduğu halde, Mübarek vefat edeceği zaman o lâtif yanaklarını toprağa koyarak diyor ki: “İşte kemâliyet bundadır.”
Evet kemâliyet gerçekten budur.

İmamı Rabbani'nin buyurduğu gibi:

“Eynet tûrab ve eynerabbül erbab.”
Rabbül Erbab karşısında topraktan mâ'mül olan bir nesne kendisinde bir varlık mı hisseder acaba?
Bir kıymet ve değer mi biçer kendisine?
Asla, gerçek bu.
Onun için her hangi bir evliya fazlaca yaygın keramet gösterdi ise, sırları ifşa etti ise, mutlaka vefat edeceğinde, sekarat halinde pişmanlık duyar.
En huzurlu halde giden kimse Sır sahibi olan, sabır ve tahammülü olan kimsedir.

Nitekim Ebu Hasan'ı Şazeli Hz.leri, “Sabır üç nevidir. Dördüncü ve en şiddetli olan Evliya sırrına sabırdır.” buyuruyor.
Neye sabredecek?
Elbetteki Sır karşısında sabır ve tahammül edecek, sırrı ifşa etmeyecektir.

Aziz Kardeşlerim,
Muhammed Ali hüsameddin ile alâkalı ne söylesek, ne kadar anlatsak yine de azdır.
Zira, kerametlerinin sayı ve adede sığmıyacağını ve aklın dahi idrakten aciz kaldığını beyan etmişlerdir.
Çünkü, ciltlerle te'lif edilmiş kerametleri vardır. Mecmua halindedir.
Çok muazzam, çeşitli harikalar vardır.
Tabi inanan, saygısı ve sevgisi olan bir kimse, böylesine zâtları kerametleri sebebiyle sevmez, ama, kerametler de insana biraz haz verir, biraz güç takviye eder, durgunluğu giderir, aşk ve hevesini arttırır.
Bu sebeble bazen de keramet zaruri görülmüştür.

Böylece, bundan sonra, Allahü Zülcelâl nâsib ederse, İnşallahü Teâlâ Rabbimizden inayet dileyerek, inayetine sığınarak, tevfikatına dayanarak, bizi Mübarek zâtların tasvib ettikleri ne ise, bu gibi yöntemlerini kullanmaya nasib ve müyesser eylesin.
Zira, Allahü Zülcelâl Celle ve sübhânehü doğruyu sever, yalandan da hoşlanmaz.
Çünkü cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
Resim
Yâni,
“iki haslet bir mü'minde cem olmaz.”
Birisi yalancılıkla hiyanet, birisi de yalancılıkla hasislik, yani bahillik.
Bundan dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın tasvib etmediği bir şeyin, bu Mübarek zâtlardan sâdır olmasını hiçbir şekilde düşünemediğimiz gibi, onlara böyle bir isnad etmeye de her halde bize müsaade etmezler, söyletmezler, engel olurlar.
Bunu da umut ederiz.
Onun için, bu zâtların çok hassas olduklarına inanıyoruz.
İnşallah sağlıklı, sıhhatli ve doğru olan ne ise, onu söylemeye çalışacağız.
Allahü Zülcelâl'ın izni ve inâyetiyle.
Zira kardeşlerim, Mübarek Hz. Şâhı Nakşibend şöyle buyurur:

“Herhangi bir kimse, herhangi bir veli, kendisinde olmayan bir rütbe, bir derece, bir makamın varlığı iddiasında bulunursa, varlığını dava ederse, bu derece ve rütbeye de sahib değilse, bu davası kuru bir dava ise, Allahü Zülcelâl ona o rütbeyi hayatı boyunca kendisine haram kılar.”
Mübareklerin verdikleri başka bir karar ise; “bir kimse, veli olmadığı halde, keramet sahibi olmadığı halde, kerameti var, veliliği varmış gibi tavırlarla, böyle bir görüntüde bulunuyorsa, onun bu hali en şiddetli su-i hatimesine sebeb ve mucib olacağını kesinlikle bilsin.”
Neden?
Çünkü âyet-i Celile'de buyruluyor ki:


Haülai kavmünettehazu min dunihi aliheh lev la ye'tune aleyhim bi sültanim beyyin fe men azlemü mimmeniftera alellahi keziba : Şunlar, bizim kavmimiz, tuttular O'ndan başka tanrılar edindiler; onların tanrı olduğuna açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a bir yalanı uydurandan daha zalim kim olabilir?»
(Kehf/15)

Yani; velayet, keramet Allahü Zülcelâl tarafından verilen, Allahü Zülcelâlin bir ihsanı ve keremidir.
Kendisine verilmediği halde verilmiş ve kendisinde varmış görüntüsü, Allahü Zülcelâl'a iftiradır.
Dolayısıyla,
“Allahü Zülcelâl'a iftira edenden daha zâlim kim olabilir.” var mıdır? diyerek, bu şekilde âyeti Celilede ondan daha yalancı ve daha zâlim bir kimsenin olamıyacağı beyân buyuruluyor.

Onun için bu anlatacağımız hususları, Allahü Zülcelâl'ın izni ve inâyetiyle kesin olarak bilelim ki, ifrat ve tefrite zerre düşmeden, esasen Şeyhimizi methetmek de değil, bu Mübarek zâtları da hakkıyla methedemiyoruz.
Mensub olduğumuz zevat hakkında bunları söylerken bunu medh bile saymıyoruz.
Aslında bunlar, bu övgülerin çok daha üzerinde olan, çok daha fazlasını hak eden şahsiyetlerdir, inancımız budur.
Bu anda Allahü Zülcelâl'e karşı inancımız budur.
Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ruhâniyyetine karşı da bu şekilde inanıyoruz.
Mahşer âleminde de bu yöndeki sorumluluğumuza razıyız.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ŞEYH ALAADDİN (K.S.) HAZRETLERİ

Kardeşlerimiz;
Şimdi de Şeyhimiz Hazretleri ile alâkalı olarak bildiğimizi anlatmak, onun halini biraz izah etmek istiyoruz.
Zira mensub olduğumuz Şeyhimiz, her zaman Şeyhimiz diyoruz, Şeyhimizi öğrenmek, anlamak için biraz gayret edeceğiz.
Şeyhimizin ismi Şeyh ALÂADDİN Hz.leridir.
Şeyh ALAADDİN, Şeyhül HAZİN'in oğludur.
Şeyhül Hazin hakkında az çok malûmat verildi, biliyorsunuz.
Şeyhül Hazin, Hazreti Gavsul Âzamin oğlu Şeyh Abdurrezzak'ın torunlarındandır.
Şeyh Abdurrezzak'ın ise üç evladı vardır.
Bunlar Siirt'e gelmişlerdir.
Bu üç evlâdından biri Şeyh Halef, biri Şeyh Ahmed, Birisi de Şeyh Şereftir.
Şeyh Halef Hazretleri ki zaten, onun adına binaen yapılmış camisi var, çok meşhurdur.
Hatta kendileri Siirt'e geldiklerinde, Şeyhul Hazin olsun, Şeyh Fahreddin olsun, Şeyh Salih olsun, hangisi gelirse gelsin, oradan geçinirler, orada o camide Hatmi Hâcegân, teveccüh, ilim, vâazu nasihat, hepsi de orada olurdu, ki bunların esasen nisbetleri Şeyh Şeref Hz.lerine dayanır ve Şeyh Abdurrazzak ve GAVSUL AZAMA dayanırlar.
Hülâsa, Şeyhül Hazinin de on iki oğlu var.
Hz. ĞAVSUL AZAM'ın da on iki oğlu vardı.
ĞAVSUL AZAM'ın evlâtlarının isimleri şöyledir:

Şeyh Abdulvahhab, Şeyh Abdurrezzak, Şeyh Abdulcebbar, Şeyh Abdulaziz, Şeyh Abdulgafur, Şeyh Abdulgani.; Bu altısının ismi Abdul diye başlar.
Diğer altı evlâdı da: Şeyh Muhammed, Şeyh Salih, Şeyh İbrahim, Şeyh Musa, Şeyh İsâ, Şeyh Yahya'dır.
Yahya en küçükleridir.
Bunlar da enbiyâ isimleridir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ŞEYHÜL HAZİN (k.s.)

ŞEYHÜL HAZİN'e gelince:
Onun evlâtlarından bir tanesi Şeyh Abdullah'tır.
Diğerlerinin isimleri de “...din” ile bitmektedir.
Onlar da Şeyh Muhyiddin, Şeyh Kutbeddin, Şeyh Necmeddin, Şeyh Fahreddin, Şeyh Kemâleddin, Şeyh Sâdeddin, Şeyh Nureddin, Şeyh Vefâ-eddin, Şeyh Şerafeddin, ŞEYH ALAADDİN, Şeyh Ziyâuddin.
Allahü Zülcelâl bu zâtların bahusus Şeyhimiz Hazretlerinin hayrat ve bereketlerini üzerimizde daim eylesin.
Amin...

Kardeşlerim;
Şeyhimizi öteden beri anlatırken, tarif ederken oldukça kerametten uzak duran bir şahsiyet olduğunu söylemiştik.
Bu yöne fazlaca hevesi yoktu, isteği de yoktu. Gizlilik taraftarı idi.
Fakat biz bildiğimizi, duyduğumuzu söylemekle sorumluyuz; gerçek olan da budur.
Onun için şöyle anlatayım.
Altmış küsur sene evvel babamla birlikte bir yere gittik.
Bulunduğumuz evde çok yaşlı bir şahsiyet vardı. İsmi de Sûfî Muhammed idi, böyle tabir ederlerdi.
Bu kişiyi Şeyhül Hazin tarlasında çalıştırırdı. Salatalık ve benzeri şeyler eker, onlarla meşgul olurdu.
Bulunduğu yerde de ufak bir havuz vardı. Ve bu hadiseyi de bizzat kendisi anlattı, ondan kendim duydum.
Birgün Şeyhul Hazin gelmiş ve havuzun başında oturuyor.
O anda turfanda olarak salatalık vardı. Bir tanesini aldım, yıkadım ve Şeyhül Hazin'e verdim.
Mübarek, salatalık elinde havuz başında dururken, bir el göründü ve salatalığı onun elinden aldı.
Ben hayret ettim ve kendi kendime, “ben böyle bir Şeyh tanıyorum ki, onun elindeki salatalığı öyle cebren alacak bir yiğit göremiyorum, öyle birinin varlığına inanamıyorum.”

Mübarek biraz durduktan sonra, bakalım ne diyecek diye bekledim. Çünkü yemedi, elinden alındı.
Bana dedi ki: “Sûfî Muhammed başka yok mu?”
Ben de “evet, var ama, bu salatalığın senin elinden alındığını gördüm ve çok acayibime gitti. Onu senden almaya cür'et edebilen babayiğit kimdir?” dedim.
O da, “oğlum Muhammed böyle şeylerle kendi zihninizi yormayınız, bu gibi şeylerle meşgul olmayınız, bunlar olan şeylerdir” dedi.
Ve ben İsrar ettim. Bu ısrarım amma ümmî oluşumdan veya naz edişimden ileri geliyordu, her ne ise...
“Efendim, ne olursunuz bu beni huzursuz edeceği gibi uykumu da kaçırır, onu da kaybederim. Çünkü, senin elinden onu o şekilde alacak gücü tanımak isterim, bilmek isterim. Eğer, benim burada huzur içinde olmamı istiyorsanız onu bana söyleyiniz ne olursunuz efendim” diye ısrarlı bir şekilde yalvardım.
Mübarek o anda, “evlâdım Alaaddin idi” dedi, böyle buyurdu.
O anda da evlâtları arasında Alaaddin diye birisi yoktu.
“Efendim, Mübarekler arasında Alaaddin isminde hiçbir kimse yoktur” dedim.
Buyurdu ki, “gelecek olan evlâdımdır. Validesi hâmiledir. O salatalık, bu sebeble alındı” diyor.
Şeyhul Hazin'in acayibliğine bakın ki, dünyaya gelecek olan evlâdından söz ediyor ve isminin Alaaddin olduğunu söylüyor. Ve bu Alaaddin'in de henüz ruhaniyyet olarak çalışabildiği hassasiyetini gösterdiği apaçık.
Neden; çünkü, ruhaniyeten, her zaman söylerim, ezelden beri ruhaniyetleri kendi âlemlerinde görevlerini icra etmektedirler.
Ancak, bu icra etme kabadayılıklarına göredir.
Hassasiyetlerine göredir.
Meselâ, Sehli Tüsterî Hz. leri: “Ben mürîdanlarımın terbiyesinde ezelden beri başlamış bulunuyorum” diyor.
Nitekim Gavsul Azamın da böyle bir hadisesi vardır.
Ruhanî olarak yani, henüz dünyaya gelmezden evvel, çok zevatın böyle durumları vardır.
Tabi bu durumları kendi güçleri nisbetindedir.
Onun için, Şeyhül Hazin'in evlâdları arasında Şeyh Alaaddin'in de ruhanî olarak, henüz dünyaya teşrîf etmezden evvel bu gibi faaliyetleri olmuştur, hüneri vardır.

İkincisi; Mübarek Şeyhul Hazîn Hz.leri, Şeyh Alaaddini küçüklüğünden beri severdi.
Onlar tanırlar birbirlerini.
Çok severdi, bir yere gidecek olursa, omuzuna alır, onu da beraberinde götürürdü.
Bir defasında büyük bir taş ayarlamışlar, o taşı dibek haline getirmişler de Fersaf a getirilecek.
Birkaç kişi gitmişler, yalnız büyük ve ağır olduğu için kaldıramamışlar.
Bir iskele yapalım, üzerine koyalım, öyle götürelim diye konuşulmuş.
Mübarek Şeyhul Hazîn şöyle buyuruyor: “Alaaddin'i koyun bakalım o dibeğin içerisine, Alaaddin küçüktür, oturtun içerisine bakalım,” buyurur.
Alaaddin'i oturttuklarında, Allahü Zülcelâl'ın izni ve inayetiyle o taş sanki kendiliğinden hafiflemiş ve gayet rahatlıkla ve kolaylıkla götürecekleri yere kadar götürmüşler.
O zaman Şeyhül Hazîn, “işte bu benim Alaaddin, henüz bu yaşta hünerlerini göstermeye başlamıştır” diyor.

Nitekim, Şeyhul Hazîn Hazretleri, kendisini çok sever, kendisine çok büyük iltifatlar eder, çok hayır duada bulunurdu, küçük olduğu için.
Şeyhül Hazîn'in vefatı Hicrî: 1308'dir.
Fakat, şeyhimiz ise Hicrî 1300'de doğmuştur.
Yani babasının vefatında kendisi yedi veya sekiz yaşlarında idi.
Nasıl ki Muhammed Ali Hüsameddin dedesinin vefatında kaç yaşlarında ise, takriben, Şeyhimiz de babasının vefatında hemen hemen o yaşlarda idi.
Bu sebeble Mübareğin çok istisnai bir hayır duaları vardı.
Babasının vefatından sonra kendisi, bir çocuk halinde ağabeylerinin arasında, tabi ağabeyleri de yetişkindiler.
Meselâ Şeyh Fahreddin Hazretleri baba yerine nasbedilmiş.
Ama, Şeyh Fahreddin'in Şeyh Alaaddin'e karşı büyük bir saygısı vardı.
Çünkü, geleceğini biliyor, görüyor.
Nasıl ki Şeyhimiz daha talebelik devresinde, Şeyh Fahreddin vaaz ederken, “kardeşim Fahreddin'in kalbi Hak ile, kalıbı halk iledir” diye buyurarak -Şeyhimiz daha talebe iken- onun durumunu biliyor.
Şeyh Fahreddin de Şeyhimizin geleceğini biliyor.
Onun için Şeyh Fahreddin hayatta bulundukça Şeyh Alaaddin'e karşı koruma yönünden çok ihtimam gösterirdi.
Şeyhimiz bir gün şöyle buyurdu: Şeyh Fahreddin başka bir köyde oturuyordu.
Baba ziyaretine geleceği malûmatı verilmiş, dolayısıyla karşılamaya çıktılar.
Tabi, ağabeylerinin hepsi de, kimi binekli olarak, kimi yaya olarak gittiler.
Bize de böyle bir şeyi söyleyen olmadı.
Ben de halk arasına karışıp gittim.
Karşılanacağı yere vardık.
Ben, orada bulunan bir çalının arkasına oturdum.
Geldiğimden belki hoşlanmaz, niye geldin der diye, o çalının arkasına gizlenmiş gibi oturdum.
Kardeşim Şeyh Fahreddin geldiğinde karşıladılar.
Şeyh Fahreddin oraya gelir gelmez onlara şöyle bir baktı, aralarında beni göremeyince “Alaaddin nerede” diye sordu.
Onlar da ihtimamlı bir şekilde beni sorduğu için biraz mahcub oldular.
Ben, o zaman çalının arkasından kalktım ve kendisine doğru yürüdüm.
Mübarek hemen bineğinden indiği gibi bana doğru gelerek beni kucakladı ve beraberinde beni de bindirerek Fersaf'a geldik.
Dikkat edelim ki, Şeyh Fahreddin Hz.leri de Şeyhimizin geleceğini ne nazarla bakıp görüyorsa, o nisbette de hürmet ve kıymeti vardı.
Şeyhimiz böyle devam etmekte olsun.
Şeyhimizin daima inceden inceye rabıta, inceden inceye tefekkür ve böyle istiğrak hali vardı.
Talebeler arasında bu hali mevcuddu, diğer talebelere benzemezdi.
Zamanla tahsilini tamamladı.
Mübarek Şeyh Fahreddin de vefat edince yerine Şeyh Saadettin geçti.
Tabi Mübarek Şeyhimizin yalnızlık bir durumu vardı.
Biraz geliştikten sonra memleket hududları dışında bazı yerlere barınmak ve geçimini temin etmek için ve halk arasına kaybolmak, kendisini tanıyan olmasın diye, çıkar giderdi.
Zira, Mübarek garibanlık yönünü tercih ederdi.
Baba gölgesinde değil de kendisi bir arayış içinde daha istidadlı ve kabiliyetli bir zât aramaktadır.
Bundan dolayı Siirt'in dışında, Mardin hududlarına yakın Şems isimli bir köye gidiyor.
Bu köyde imametlik vazifesinde bulunur.
Bu imametlik karşısında herhangi bir ücret pazarlığı yapmıyor.
Verip vermemeleri halka bağlı.
Mübarek bu hususta hiç bir şey taleb etmiyor.
Ektikleri ekinlerden ne gelirse, ne verirlerse onu alıyor.
Onu da getirdiklerinde, oralarda bir yere koyun, diyor.
O gelenlere ne baktığı var, ne de ihtimam ediyor.
Ancak, günün birinde birisi gelip kendisinden bir fetva istemiş, fetvasını vermiş.
Meğer, o muhitin en âlim kişisi o adama bir fetva' vermemiş.
Bu adam da gider, o âlime der ki, “ah hocam hiç umulmadık Şems köyünün hocası bize fetva verdi, sen ise veremedin.”
O âlim de; “O imam kim oluyor da sana fetva veriyor.” diye çok ağır sözler söylemiş.
Onu hor görerek, küçümseyerek, “Şems köyünün hocası ne bilir ki fetva versin” der.
Bu molla, bunu söyledikten sonra fazla sürmedi, ağzı yüzü değişti.
Yani, çarpılmış vaziyette, ağzı yüzü eğri bir hal aldı.
Böyle olunca hayret içinde kaldılar çok feci duruma düştü.
Netice olarak her nasılsa akıllarına geldi.
Acaba, bu kendisine ihtimam etmediğimiz, kendisine saygı duymayıp, rast gele hakkında konuşup küçümsediğimiz kimse, yoksa saygıya, hürmete lâyık bir şahsiyet midir? diyerek araştırmaya başlamışlar.
Bu araştırma sırasında anlamışlar ki, bu hakkında ileri geri konuştukları, hafife aldıkları bu zât Şeyhül Hazîn'in oğludur.
Bunu anladıklarında o Hoca kalkıp gelir, elini öper, özür diler, saygı ve hürmetlerini belirtip durumunu arzeder.
Zaten halinden de bellidir.
Mübarek o zaman ayakkabısını çıkarıp, ağzına bir iki defa ayakkabısıyla çarpar ve o hocanın ağzı yüzü eski haline döner.
Fakat, bu hal oldu diye, Şeyhimiz mevcud olan, stok olan ne varsa yiyecek, içecek hiçbirini ellemeden ve yanına almadan oradan ayrılır ve izini kaybettirir.

Nitekim, Hz. Musa Zevri Hz.leri Mardin muhitinde Sultan Musa namı ile meşhurdur.
Bu zâtın oğlu, (buna da aynen bunun gibi Mübarek Şeyh... diye tabir ederler.) Siirt hududlarında bir yere gelmiş, orada da bir ağanın himayesinde çobanlık yapıyordu.
Çok kere vahşi hayvanlar kurtlar, ayılar, koyunlara koruyucu durumunda idiler.
Ondan sonra araştırmışlar, anlamışlar ki Şeyh Musa'nın oğludur.
Aynen bu halin benzeri Şeyhimizde de mevcud idi.
Bu hal gizlilik yönündendir.
Yoksa, babasının gölgesinde değildir.
Kendisinde istiklâl arayan bir zâttır, böyle bir şahsiyettir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Hülâsa, bu şekilde işler devam ederken askerlik çağı geldi ve Kuvayi Milliye devresi başladı.
Ermeniler, bilhassa Ruslar Siirt'e çok yaklaştılar.
Geceleri silâh sesleri bile duyuluyordu, o kadar yaklaşmışlardı.
O zaman Şeyh Saadeddin Hz.leri Şeyhül Hazîn'in baba kılıcını kuşandı, Şeyh Osman'ın vermiş olduğu tacını da başına koydu ve cihadı ilân etti.
Böyle olunca ne kadar eşkiya, yol kesici varsa onlar da bütün halkla beraber onun emri altında toplandılar.
Tabi bu meyanda kardeşleri Şeyh Şerafeddin, Şeyh Alaaddin ve benzeri, bilhassa Şeyh Şerafeddin'e bir binbaşı rütbesi verildi.
Çok kabadayi çok silahşordu.
Tabiki Şeyhimiz de mülazimler arasında olunca ona da yüzbaşılık rütbesi verilmiştir.
Böylece harekete geçtiler.
Tâ Bitlis'e kadar, oradan düşmanı çıkarıncaya kadar.
O dağlar arasında aşırı derecede cesaret ve güçle hücum ederek, Bitlis'ten çıkarıncaya kadar düşmanı takib etmişler.

İşte, Mübarek Şeyhimiz bir gün bu hadiseyi anlatırken buyurdu ki: “Bazen gelip sorarlardı, karavanayı verelim mi?” diye.
Ben de “acıktılarsa verin” derdim.
Sonra, bir gün, bir mülâzim bir kelime kullandı, ben de bir tokat attım, o tokattan sonra o mülâzımı hiç durdurmadılar, oradan uzaklaştırdılar.
Devlet onu oradan hemen aldı.
Bunun üzerine orada oturan cemaatın içerisinde bulunan Hacı Sıtkı (Allah Rahmet eylesin.): “Kurban olduğum, hangi elle tokat attın, sende öyle tokat atacak bir el görünmüyor ki.” dediği zaman: Aynen Şeyhimizle beraber koşan ve arkasında asker olan kimseler dediler ki:
“Sen onu o gün bir görecektin, biz Mübareğin arkasından koşarken yetişemezdik. Kendisini korumak için hiç bir siperin arkasına oturmazdı. Devamlı ayakta ve hücum halinde idi. Ara sıra durup elbisesini silkerdi, elbisesinden tıpır tıpır mermiler düşerdi. Bizim katiyetle gördüğümüz bu idi. Vallahi biz arkasından yetişemezdik.”

Hülâsa: O dağlardan o derelerden geçerek Bitlis'e varmışlar ve düşmanı çıkarmışlar.
Çıkardıktan sonra dinlenmeyi hak etmişler.
Şeyh Saadeddin ile beraber sabah namazını kıldılar.
Güneş doğuncaya kadar ezkâr yapılmış.
Güneş doğunca da harekete geçmişler.
Bu meseleyi Şeyhimiz bizzat anlatıyor.
Hareket haline gelince, bineğe bindi ve heybeyi altına koydular.
Tabi Bitlis iki tepe arasındadır.
Oradan bir çay geçer, bir taraftan öbür tarafa bir köprüden geçilir.
Arap Köprüsü derler, köprüden, Şeyh Saadeddin atına binmiş olduğu halde geçerken, bir yaylım ateşine maruz kaldı.
Tabi Bitlis iki tepe arasında olduğundan, evler kayalık üzerinde ve üst üstedir, yani pek düzgün yeri yok.
O gece biz orada durduğumuzdan onlar, Ermeni fedaileri geri gelmişler ve saklanmışlar.
Saklandıkları yerden yaylım ateşi esnasında kardeşim bineğinden düştü, diyor Mübarek.
Tabi bu durum karşısında biz de dağıldık, kendimizi koruyabileceğimiz yerlere, sipere yattık.
Millet darmadağın bir hale geldi.
Ancak, kardeşim Şeyh Saadeddin milleti bozguna uğratmamak için toplayıp morallerini düzeltmek inandırmak için çareler arıyor.
Ve o zaman cübbesini çıkardı, oradaki bazı kimselere verdi.
Kuvayı Milliyeye bağlı kuvvetleri, kumandanlarını, kardeşlerini veya kimi bulabilirseniz bu cübbeyi kendilerine gösterin, diyor.
Cübbeyi gezdirirken ben de baktım ki, kumaşın üzerinde çok mermi izleri var.
Fakat astarın içine bir tane bile girmemiş.
O zaman anladık ki Şeyh Saadettin hayattadır.
Çünkü, mermiler cübbesinin astarını delip içeri geçememiş.

Onun için Mübarek Şeyh Saadeddin de bu hal sahibi idi.
Böylece Kuvayı Milliye ile beraber tâ Van'a kadar düşmanı kovmuşlar.
Hatta, kardeşleri Şeyh Necmeddin evde, ailenin yanında kalırdı.
Evde olduğu halde seyisler atma baktıkları zaman, akşamleyin evde durmadığı ve cihada katıldığı, cihattan mahrum kalmadığı ve geceleri cihada katıldığı, atının üzerindeki izlerden anlaşılıyordu, diyorlar.

Kardeşlerimiz,
Şeyhimiz bazen oturur, mübarek geçmiş hadiseleri anlatırdı.
Babaları vefat etmiş, kardeşleri de kendi kendilerine bakıyor.
Geçimlerini sağlıyor.
Mübarek herhangi bir mirasa sahib olmamış, böyle bir şeye ihtimam etmemiş.
Eli boş gelmiş ve geçmiş.
Netice olarak bu seferberlik bitdikten sonra, Şeyhimize artık hayran olan Erzurum'lu yüksek rütbeli bir subay kendisine damat olunmak üzere ağabeyi Şeyh Şerafeddin'e başvurmuş:
“Benim bir kızım var, ben bu kızımı Alaaddin'e vermeyi vadettim, böyle bir kimseyi damat edinmek istiyorum.”
Artık onda ne gördüyse görmüş.
Bunun üzerine Şeyh Şerafeddin Erzurum'a gitti ve böylece o subay, çok güzel Acem halıları, sedirlere konan çok değerli yastıklar, halılar, vs. çeyiz olarak yapmış.
O zamanda geçerli olan şeyleri kendisine hiçbir külfet vermeden vermiştir. Ve böylece bir miktar gittikten sonra, o ailesi olan validemiz vefat etmiş.
Mübarek zaten dünya telâşı ve çilesi içerisinde gelmiş.
Validemiz, vefat edince, Mübarek yine tek başına kalınca da evinde olan dünyalık varlığı, evvelden de zaten bir şeye sahib olmadığı gibi, kalan varlığı da kardeşleri arasında taksim etmiş.
Kendisi, o mal varlığını olduğu gibi bırakıp kayıplara karışmış, kaybolmuş.
Hatta küçük kardeşi için çok ağlardı diye söylüyor.
Çok gariban durumda kaldık.
İkimiz de ailenin en küçükleri idik.
Bu duruma küçük kardeşim çok üzülür ve ağlardı.
Ben kendisine destek olurdum:
“Kardeşim neden ağlıyorsun? Hiçbir oğlak kelepirin altında kalmış mıdır? Elbet birgün gelir, üzerimizdeki bu haller geçer, durumumuz iyi olur,” derdim.
Kardeşim çok ağlardı, ama, ben ağlamasını bilmezdim, diye anlatırdı.
Onun için ilk devrede elleri boş, son devrede bile anlattığına göre bırakmış olduğu kendi varlıkları, çeyizler, ev mefruşatı vesaire ben gelinceye kadar hiç bir şey bırakmamışlar.
Ortalıktan bir müddet kayboluyor, döndüğünde baksa ki hiç bir şey kalmamış.
Önceleri devamlı ağlayan küçük kardeşim bile birşey bırakmamış.
Zaten biz de bu gibi şeylere ihtimam etmiyoruz.
Netice olarak Mübarek köye gitti, babasının bir köyü vardı.
Cemkürek isimli köydü.
Mübarek Şeyhül Hazîn çok acayib, hatta bazı nimetlerden tâhâddüs babından orada konuşmuştur.
Bu köydeki halihazır mirası bölüşme durumu vardı.
Herkes kendisine düşeni almış.
Şeyhimiz de kendisine düşen bir yerde kerpiçten mamul bir ev yapmış.
Burada barınıyordu.
Sonra tekrar yine teavün (birbirine yardım etme, yardımlaşma) etmiş. Ve hayatı böyle geçmiş.
Bir oğlu oldu da oğlundan sonra hanımı vefat etti.
O vefat eden ailenin kız kardeşini almak istedi ki, bırakmış olduğu evladın başına teyze olarak daha şefûk olur diye.
Fakat, bu teyze geldiğinde ben böyle bir maişetle burada dayanamam ve yapamam diyerek vaz geçti.
Sonra tekrar bir hanım validemizi daha aldı.
Bu en son almış olduğu seyyid idi.
İşte Mübarek iki tane evlâdı ve kızı olarak da bu validemizden var olmuş.
Meselâ Şeyh Esireddin ve Şeyh Bedreddin, bunlar ana tarafından da Seyyid idi.

Hülâsa, Mübarek Şeyhimizin başından böyle çeşit çeşit haller geçti, dünya zindan mı zindan, büyük ekseriyetle böyle geçmiş.
Köy devresindeki hayatı, halk arasında ve diğer kardeşleri arasında hiçbir görüntüsü yok, bilinmiyor.
Şeyh Şerafeddin artık köyden memlekete Siirt'e geldi, yerler yapıldı, gayet revaçtadır, sayılan sevilen bir şahsiyettir.
Çünkü, babası Şeyh Saadeddin'in vefatından sonra, yerine Şeyh Şerafeddin geçti.
Şeyh Şerafeddin'in çok âlim, çok atılgan, çok cesur bir kişiliği vardı.
Yani, memlekette herhangi bir hadise olsa, mahkemeye hiç mahal koymadan kendisi mutlaka hallederdi.
Huzurunda her hangi bir kimse karşı gelecek gücü kendisinde bulamazdı.
Hocalar ve âlimler de yanlış bir fetva vermekten kendisinden çok çekinirlerdi, korkarlardı. Bu durum Cumhuriyetten sonra idi.

Mübarek Şeyhimiz artık Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ile ne devirler geldi geçti ise, netice olarak Siirt'e gelmeye karar verdi.
Siirt'e gelişinde, Sûfî Süleyman isminde birisinden bir arsa satın alıp, barınacağı bir ev yapmak istedi.
Geldiği mahalle de Siirt'in mahalleleri arasında ümmilerin çok olduğu bir mahalledir.
Yani Siirt'in en ümmi mahallesidir.
İşleri genellikle taş ocaklarında çalışmak, taş taşımak, taş kesmek ve getirmekti.
Eker, diker, yani çiftçilik, kervancılık, katırcılık ve benzeri işlerle uğraşır, geçimlerini bu yollardan sağlarlardı.
Çok cefakâr durumları vardı, çünkü, ilmî yönleri fazla olmadığı için, ticari sahalara fazlaca girmedikleri için böyle meşakkatli işlerde çalışırlardı.
İşte böyle bir mahalle idi.
Mübarek işte böyle bir mahalleye geldi ve oturdu.
Barınması güç olan bir yerde, bu gibi şeylerden fehmetmediklerini bildiği halde, arsa kendisine verildikten sonra Mübarek onlarla beraber taş ocaklarına taşa gittiler.
Onlar da baktılar ki, o kendileriyle beraber olunca işleri daha kolaylaşıyor, teshilatçıdır, beraber gidip geldiklerinden Mübârek'in kendisine de bulabildikleri, getirebildikleri kadar taş getirdiler.
Böylece bu evi de bu minval üzere yaptı.

İnanın ki bir hücresi vardı.
Oturmak için yapılmıştı, hücre diye tabir ediliyordu.
O hücre de alelade yapılmış, içerden dışarısı görülüyordu.
Amma itiraf edelim ki Mübarek her hangi bir dergâh açtı ise, mutlaka Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ziyareti olmuştur ve tasvib etmiştir, hayrat ve bereketiyle nurlandırmıştır.
Tabi Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerini de bulunca artık geldiği memleket çapında bir şeyler söylemesi gerekiyor, bundan sorumlu.
Halbuki Şeyhül Hazin'in adı ve ünü çok yaygın.
Bahusus, Şeyh Şerafeddin çok cesur, çok atılgan, kardeşleri dahi karşısında bir söz söyleyemiyorlar.
Böylesine sert yapılı bir zât.
Buna rağmen şimdi bunun karşısında babasının tarikat tezini bırakıp da Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerinin tarikat ve tezini yayması çok çetin bir mesele idi.
Bu hususu Mübarek kendisi anlattı.
Muhammed Ali Hüsameddin tarafından kendisine bu düstur verildikten sonra, tabi aklıma geldi ki acaba bu nasıl olacak, ağabeyimin karşısında bunu nasıl sağlayabilirim diye.
Mübarek bunu da şöyle anlattı:
“Keennehü elinden her şey alınsa, elindeki her şey gitse dahi, bu sahada bir taş üzerinde otursan kalsan dahi, bu işi yürüteceksin” diye, bize bu minval üzere bir görüntü göründü.
O zaman artık, cesaret aldık ve Muhammed Ali Hüsameddin'in tezini yürütmeye başladık.” buyurdular.

Biz de ilk devrelerde bu şekilde karşı karşıya geldiğimiz, karşılaştığımız zaman ilk defa Hz. Muhammed Ali hüsameddin'i ondan duyduk.
Tabi, mübareğin büyük tesiratı vardı, çünkü, anlatışı insanı hallediyor.
Böylelikle öyle hale geldi ki, pazardan pazara etraflardan millet gelmeye başladı.
Mübareğin ufak bir demliği vardı.
Üst katta ufak bir demlik çay yapar ve bardakları da gömleğinin eteğine toplardı.
Tabi o zaman tabak, sini gibi bir şeyi yoktu.
Öylece getirir, bırakırdı.
Kendisi de geyik derisinden bir postu vardı, onun üzerine otururdu.
Diğerlerinin altında da hasır olurdu.
Bazen de hasırsız da otururduk.
Mübarek böylece gelir, oturur, başlardı çay vermeye.
Tabi biri yardımcı, bazen ağabeyim, bazen de başkaları yardımcı olurdu.
O ufak demlikten çayı hepimiz doyasıya içerdik.
Ama nasıl çay, Vallahi inanın ki öyle bir çayı hiçbir yerde ne içebildik, ne de bulabildik.
Bu çayı dünyada bulamıyoruz.
Artık öbür âlemde Allahü Zülcelâl nâsib etsin.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerim,
Öylesine bir acayiblik vardı ki, öyle debdebe ve tantanalı değildi.
Mübareğin üzerinde bir don, uzun bir gömlek, bir de hırkası vardı; o hırkasının da dışından pamukları görünürdü.
Başına sardığı şey de eski ve yırtık idi. Buna rağmen onu başına sarardı.
İşte bu minval üzere idi.
Orada bir Şeyh Davud Camii vardı, evden çıkıp oraya giderken bile bu haliyle giderdi.
Halbuki o zaman bir arapça kelime konuşmanın cezası beş lira idi.
Kur'an, kitab gibi şeylere ve böyle kıyafete asla izin verilmezdi.
Bu şekilde giyinip geçmek çok zor idi.
Her babayiğidin kârı değildi.
Bugün meydanlarda yiğitlik taslayanlar, o zaman gizlenecek ve barınacak delik ararlardı.
Fakat, Mübarek yiğitliği hiç bir zaman elden bırakmadı.
Bu minval üzere çıkar camiye giderdi.
Gittiği zaman da imametliğe geçerdi.
Tabi sonra bazı caddeler açıldı ve o yeni caddeler çok işlekti.
Caddelerden hâkimler ve yüksek rütbeli subaylar geçerlerdi.
Bazılarının gözünden kaçmazdı.
Onu o kıyafetle gördüklerinde tepki göstererek: “Bu ne? Bu ne biçim bir kıyafet?” dediklerinde, karşılarına mutlaka biri çıkar, “sakın bu zâta lâf atmayın, bu zât çok çarpıcıdır” derlerdi.
Ne hikmettir ki bir heybeti vardı, kendisi ne kadar yokluk ve zillet içerisinde olsa da halk üzerinde çok muazzam bir azizlik durumu var idi.
Hiç kimse asla onun üzerine bir şey söylemezdi.

Kardeşlerim,
İşte Şeyhimizin başlangıcı bu minval üzeredir.
Hatta kardeşiyle ve ağabeyiyle arasında bir acayiblikler geçti, birbirleriyle konuşmaz oldular.
“Bu da ne oluyor, bu da necidir ki” diye, bir şeyler getirmiş, birşeyler yürütüyor diye karşısında oldular.
Fakat, onları hiç mühimsemedi.
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'i herkesin üstünde tuttu.
Hatta bir gün huzurunda idik.
Birisi dedi ki: “Kurban, (Muhammed Ali hüsameddin'e nazaran) Şeyh Şerafeddin nasıldır?” dedi.
O kimse Şeyh Şerafeddin dediği zaman Mübarek:
“Sus be ahmak, ne Şeyh Şerafeddin'i, Şeyh Şerafedin'in babasından da üstündür,” dedi.
Halbuki kendi babası, buna rağmen böyle bir ciddiyet, böyle bir kabadayılık hali vardı, bu şekilde o devrelerde gittik, geldik.
Şeyh Davud Camisinin bir imamı vardı.
Bu imam biraz mutaassıb idi.
Tasavvufa, Şeyhliğe karşı pek ilgisi yoktu.
Mübarek Şerhimiz, o camiye vannca halk Şeyhimize yöneliyordu.
Böyle olunca o, imametliği bıraktı.
Artık Şeyhimiz imametliğe devam etti.
Yani, imametlik derken karşılığında bir maaş alıyor değil.
Hülâsa, biz Şeyh Davud Camisinin damına çıkardık, geceleri yatsı namazını damda kılardık.
Yol kenarı olduğundan halk, polis, subay, herkes oradan gelir, geçer, damın etrafında hail yok, tamamen açık.
Yani, herkesin gözü önünde, orada yatsı namazını kılardık.
Namazdan sonra Tebareke okuruz.
Salavatı Şeyhül Hazin'i okuruz.
Arkasından da bazılarına “gitmek mi istiyorsunuz?” derdi.

Tabi bazıları gitmek isterlerdi, esnaf olan ve benzerleri giderlerdi.
Orada kalanları halka haline getirir ve bize Hatmi Hâcegân yapardı.
Bütün milletin gözü önünde, o zaman ezan bile Türkçe okunuyordu.
Buna rağmen inanın ki, kasideler dahi söylerdik.
Hatta, çift kişi olarak söylerdik, benimle beraber bir kişi daha söylerdi ve daha hoş ve güzel olurdu.
Sesimizin çıktığınca, pervasızca sesli söylerdik bunları.
Cesaret, cüret dedikleri budur işte.
Bu zamanlarda Siirt'e bir vali geldi, bir çoklarının sakallarını kestirdi.
Türbelerin üzerindeki kubbe şeklindeki kısımları yıktırdı.
Şeyhül Hazin'in türbesi hariç Tillo Şeyhlerinin türbelerinin bir çoğunu yıktırdı.
Hz. Üveys'in türbesini dahi yıkmak istediler de bu yönde bir yüzbaşıya emretmişler; gitti geldi ve en sonunda üniformasını çıkardı: “Ben bunları burada bırakırım, ama, ben bu işe girişemem.” dedi.
Çünkü, ne gördü ise görmüş, ondan sonra da vazgeçtiler.
Ebul Vafâ Hz.lerinin kabrini ve etrafındaki kabirleri tamamen yok ettiler.
Tac ül Arifin Ebul Vefanın...

Hülâsa, işte o devrede, böyle bir zamanda Mübarek Şeyhimiz Hatmi Hâcegân yapardı.
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in tezini yürütmeye çalışıyordu.
Öyle harika sohbetler olurdu ki, Vallahi bunun zevkini, hazzını anlatmak, tarif etmek kabil değildir.
Rabbimiz (Celle Celaluhu)'ye şükürler olsun.
Bir gün böyle hatmi hâcegân yapılırken tabi bize müezzinlik emrederdi.
Hafız oluşumuz sebebiyle, tabi arkasında bulunurduk.
Müezzinlik bitip de halka haline gelince yüzümüz kıbleye ve kendisine karşı olurdu.
Bu minval üzere hatmi hâcegân yapıldığı zaman İmam-ı Rabbani buyurduğunda; İmam-ı Rabbaninin ruhaniyetinin kıble cephesinden öyle bir gelişi vardı ki, âdeta sabah yıldızı gibi, parlak ve alaim-üs semâ gibi rengârenk, hatta daha da üstün bir şekilde geldi ve Şeyhimizin üstünde durdu.

Kardeşlerim,
İşte hatmi hâcegân bu minval üzere yapılır.
Eğer kabiliyet ve istidadın varsa, bu ruhaniyetleri celbedecek gücün varsa hatmi hâcegân yaparsın.
İşte, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin devresinde, Mübarek şeyhimiz bu şekilde devam ederdi.
Ne Ağabeyini ve ne de kardeşini, hiç kimseyi tanımıyordu ve Muhammed Ali Hüsameddin'in üstünde bir güç görmüyordu.
Mübarek, Muhammed Ali Hüsameddin'in tezini o muhitte bu şekilde yaydı.
Hepimiz de mestü hayran olduk.
Görüntüsünde ne kadar mahfiyyet varsa, o nisbette de kabadayılık vardı, çok acayibti, halk bundan çok hazer ederlerdi.
Hakkında kötü söz söylemekten çekinirlerdi.
Zira bu sûfî Süleyman, Şeyhimize arsayı satan kimse.
Orada bir yol açılınca yol değişti ve caddeye çıkmak çok kolaylaştı.
Ama, cadde ile kendi arsası arasında kardeşinin bir arsası var, oradan geçirmiyor. Ve Şeyhimize “sen hem Şeyhlik yapıyorsun, hem de başkasının hakkına tecavüz ediyorsun, senin burada yol hakkın yoktur” diye itiraz ediyordu.
Şeyhimiz Mübarek, ne kadar para teklif etti ise de, onun hakkını vermek istediyse de, imkânı olmadı, inadına devam ederdi.
Bu da katırcılık yapıyordu. Tuz taşıyordu.
Günün birinde Beytüşşebab'a gidiyordu.
Beytüşşebab'a giderken, bir dere içerisinde, yük biraz meylettiğinden, düzeltmek için yükün altına giriyor.
O esnada o yük üzerine düşüp yükle beraber dereye yuvarlandı ve feci bir şekilde can verdi.
İnanın ki hiç kimse cenazesini yıkamaya yanaşmadı.
Çok kerih kokularla, bu hale düştü.
Allahü Zülcelâl hepimizi bu gibi durumlardan korusun.

Şeyh Davud Camisinin imamının da bir çardağı vardı, orada acur ve benzeri şeyler ekerdi.
Biz de Caminin damında hatmi hâcegân yapar, kaside söyler, Şeyhul Hazin'in salâvâtını okur ve yatsı namazını kılardık.
O imam da bize hiç iştirak etmezdi.
O da günün birinde tuvalette iken bir kuyruklu (akrep) soktu, o da öyle öldü.
Çünkü, o da bazen çok ağır sözler konuşurdu, Şeyhimizin aleyhinde idi.

Aynı mahallenin biraz azgın olanları da vardı, bunlar bir gün bir cip içerisinde giderken, ciple beraber yuvarlandı ve öldüler.
Onun için halk bunu pek âlâ biliyordu ki, Mübarek âdeta Şâhı Nakşibend'in buyurduğu gibi: “Bizim kılıncımız, çekiktir, ama, kimseye vurmuyoruz, kendileri yok ederler. Kendileri gelir çarparlarsa, işte o zaman keskindir, parçalar, yoksa biz kimseye bir şey söylemiyoruz.”

Kardeşlerim,
Şahı nakşibend Hz. lerinin tezi budur.
İşte, bu Mübarek zâta da kim ki nahoş bir harekette bulundu ise, çarpıcılık hali bu minval üzere geldi, geçtiler.
Bir gün köyden gelirken, köye hudud bir köy daha var, bu köyün sahibi de merkezde gedikli çavuş olarak bilinen bir kimsedir.
Tabi o devirler Cumhuriyet'in en çileli yıllarıdır.
Bu kimse Şeyhimizi görünce dil uzatıyor. Ve diyor ki: “Siz hem Şeyhlik taslıyorsunuz ve hem de hudud tanımıyorsunuz.” şeklinde birşeyler söylemiş.
Mübarek Şeyhimizde ona, “Şükrü Çavuş biz hududa tecavüz etmeyiz, haddimizi biliriz” derse de Şükrü Çavuş: “Yok, yok siz haddinizi bilin” diye karşılık verir.
Bu çavuş köye vardığında arkadaşlarıyla beraber köy ziyafeti, keyfi yapacaklar. Ve o ziyafette içmişler, o anda tabancasıyla oynarken kendi kendini vurmuş, artık isteyerek veya istemeyerek.
Velhasıl can verdi, o da öyle öyle gitti.

Bir tane de bekçi başı vardı, çok ziyankâr bir şahsiyetti.
Bu gibi şeyler karşısında çok inatçı bir kimsedir.
Şeyh Davud Camisinin avlusunda bulunurken, tabi mahsublar vardır.
Aralarında bir alavere şeyler vardır.
Bunu biraz sıkıştırmışlar.
Kendisini kurtarmak için bunları korkutmak istemiş, sizin yaptığınızı biliyorum, görüyorum, sizi şikayet edeceğim dediği zamanda, hatta onların içinden bir tanesi bekçi başını oradaki bir kuyuya dahi atmaya teşebbüs eder.
Böyle söylemesi karşısında dayanamıyor, her ne ise bu baş belâsını bırakıyor.
Gidişi güya onları şikayet etmek kastıyladır.
Gidinceye kadar bir bakıyor ki, oğlu kuyuya düşmüş.
Fikrindeki şeyi tamamen unutuyor.
Kuyudan çıkarırlar ve biraz oyalanırlar.
Tekrar bu unuttuğu şeyi hatırlıyor.
Çünkü, orada Hatmi Hâcegân yapıldığını biliyor.
Tekrar şikayet azminde bulununca, karısı öyle bir belâya uğradı ki, Muhammed Ali Hüsameddin hakkında dediğimiz gibi:

Resim
“Sahharal cinnü lehü alenen.”
Allahü Zülcelâl, alenen cinleri muassar kılmıştı.
Her ne oldu ise, o bekçi başının karısı öyle bir hale düştü ki, ağzından çuvaldızlar çıkarılıyordu.
Nasıl olmuş, nasıl girmişse, hayatta böyle bir bağırışı, böyle bir çağırışı hiç kimseden duymadım.

Yazları Siirt'te damlarda yatardık, onun sesine tahammül edilecek gibi değildi, hatta kulaklarımızı tıkardık.
İşte öylesine bağırırdı. Ve hiç bir çare de bulamadılar.
Ne zaman ki bu yönden olduğunu fehmettiler, geldiler, yalvardılar, özür dilediler.
Şeyhimizden kendimiz bu hali duyduk.
Mübarek de, “Muhammed Ali Hüsameddin'e havale ettim” dedi.
Vallahi ondan sonra hiç bir şekilde bir ses duymadık, tamamen kesildi.
O da haddini bildi, bu şekilde geçti.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

HATMİ HACEGÂN

Hz. Muhammed Ali Hüsameddin hayatta iken, Şeyhimiz, hatmi hâcegân yapardı.
Fakat, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin bu dünyayı terk ettikten sonra, Şeyhimiz bir daha hatmi hâcegân yapmadı.
Bunun sebebi şu, çok yalvardılarsa da yapmadı.
Neden?
Çünkü, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin hayatta iken onun emri ile yapıyordu. Ve yaptığı zaman, hatmi hâcegân esnasında evliyanın ruhaniyyetlerinden istimdad durumundadır.
Ruhlarından istimdad edilen evliya da eğer, kabadayı durumunda iseler, gayretkeşlik yaparlar ve gelirler.
Hatmi hâcegânda isimleri anıldığı zaman hemen onların ruhaniyetleri oraya hücum eder.
Öyle bir hayrat ve bereket olurdu ki, bu ancak o kadar olur.
Amma Mübarek Pirimiz dünyadan göç ettikten sonra, inancımız şu ki, bir istiklâllik durumu olunca artık hatmi hâcegân yapmaz oldu.
Çünkü, evliya ile irtibat kurmak gerekmedi.
Kendisi daha ileri kademede olunca ve Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile irtibat kurunca, artık bu gibi hallerden haz duymaz oldu.
Sonra emir de kalmadı, sâdâtların ruhaniyyetlerinden istimdadı artık yeterli görmüyor.
Zaten haliyle her an onlarla beraberdir.
Ondan sonra hatmi hâcegân aracılığı ile istimdâtı lüzumlu görmedi.
Hem de filhakika o günden günümüze kadar ki zamanda en güzel ve geçerli olan tezdir.
Hatta, ağabeyim bir gün bana dedi ki,
“hiç hatmi hâcegân yapmıyormusun. Mübarek, emir vermedi mi?”
“Hayır,” dedim.
“O zaman ben söyleyeyim de emir versin. Çünkü hayrat ve bereketi boldur. Sâdâtları anmak iyidir,” diye söyledi.
Ben de
“kardeşim,” dedim, “Mübarek senin söyleyişin ile mi olur. Eğer, gerektirmiş olsaydı, yapın diye emrederdi. Bu iş böyle söylemekle olur mu?” dedim.
Netice olarak bir gün aynı gece oradayız.
Mübarek Şeyhimizin yeğeni Şeyh Celaleddin, yani Şeyhül Hazin'in torunları arasında en yaşlıları idi.
Şeyhimizin de mensubu idi.
Sohbet esnasında dedi ki,
“amca, etrafımızdaki cemaatler hatmi hâcegân yapıyorlar, halk da bunu biraz arzuluyor, yapmak istiyorlar. Fakat, bize bir emir vermediğiniz için yapmıyoruz. Eğer, emir buyurursanız Elhamdülillah onlardan çok daha iyi yaparız” dedi.
Mübarek şöyle buyurdu:

“Celaleddin, halk yapıyor diye, bu kasd ile yaparız şeklindeki fikrinizi bertaraf ediniz. İnsan bir şey yaparsa, Allahü Zülcelâl için yapmalı. Dolayısıyla böyle bir şeye teşebbüs gerekmiyor, lâzım değil,” diye söyledi.
Onun için işte o zaman ağabeyime, çıktığımızda dedim ki,
“nasıl gördün mü? Eğer gerektirseydi emretmez miydi?”
Demek ki gerektirmediği apaçık belli oldu.
Nasıl söyleyecektin o zaman.
Rabbımız bu Mübarek zâtların hayrat ve berekâtından bizleri mahrum etmesin.
Âmin ya Muin.
Resim
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön