ALLAH, GÖKLERİN ve YERİN NURUDUR...

Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

ALLAH'ın Sana Nasıl Baktığını Görmüyor musun?

Mesaj gönderen halimkok »

Allah her yönüyle sınırsızdır.
En büyük sayı kaçtır?
Düşündüğünüz sayı kaç olursa olsun… bilin ki ona “BİR” eklendiğinizde yeni bir hal alır.
Ve aslında en büyük sayı “BİR” dir. Çünkü diğer bütün sayılar O’ nun katlanarak yeni bir hal almasından başka bir şey değildir.
Bu yaklaşım Muhyiddin Arabi’ nindir.

“Budur “ diyerek durduğunuzda sizin için odur. Sonrasını aklı hayali almayınca insan bunu yapabilir.
Ama Resulü gibi O’na susuz olanların duracağı bir makam yoktur. Daima üstüne BİR eklenebilir.

Kul, O’na doğru giden yolda ne kadar ilerleyebilirse kurtuluşa o kadar yakındır.

Allah ne tam olarak bilinebilir ne de tam olarak anlatılabilir.
Şems’ in bulmak için canını feda ettiği Mevlana aşkı soranlara;
“Ben ol da bil” der.
Dile getirebilme imkanı yoktur çünkü… yaşamak, tatmak gerekir.
Ama dilimizin söyleyemediğini yüreğimiz bilir. Çünkü akıl nefsin elindedir amma yürek O’ nun dilidir.
Yüreğin tercümanı ise ancak gözlerdir.

Geçenlerde izlediğim bir dizide, kadın… ne yaparsa yapsın aşkına inandıramadığı adama şöyle diyordu;
“Neden benden kaçıyorsun Cemal?... sana nasıl baktığımı görmüyor musun?”
İnsanın sorası geliyor;

“Allah’ ın sana nasıl baktığını görmüyor musun ey insan?” diye.

O Allah ki seni “Alak” tan… YARATTI.
“YARATTI” kelimesi… “YAR ETTİ” yi çağrıştırmıyor mu sana?

Fussilet Suresi’nde buyurur ki Allah;
“Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, "İsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. İkisi de, "İsteyerek geldik" dediler.”

Neden isteyerek O’ na yar olmak var iken istememeyi seçersin? Neden yeryüzü ve gökyüzü gibi olup ta;
“İsteyerek, aşkınla yana yana geliyorum Allah’ım” demezsin?”
O isteseydi zorla da istediğini yaptıramaz mıydı sana? Cabbar değil midir O?.

Bunu anlatabilmek için bazen vaazlarda ve hutbelerde insana korku verilir, cehennem anlatılır. Evet Allah’ tan korkmak ta gerekir şüphesiz. Ancak imanın esası bu olmamalıdır diye inanıyorum.
Çünkü ismim “HALİM”.

Cuma namazında imam Kuran okumaya başlayınca gözlerim kendiliğinden boşalıverdi.
Ne güzel okuyordu… O kelamın gerçek sahibi nasıl bir sevgi besliyor olmalıydı ki kuluna,
Ona hitap ederken böylesine sözlerin en güzelini seçmişti? Allah nasıl bir sevgi besliyordu ki kuluna
Yaratılanların en üstününü gönderiyordu O’ nu anlatması ve kulunun kendisini anlaması için?

Kendisine böyle bakanı nasıl sevmez insan, nasıl kul köle olmaz O’na?
Bilmez mi ki gözünün önünde olan yarini de kendisine sevdiren O’dur.
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »


Çok güzel ve mânâ yüklü yazınızı zevkle ve duyarak okudum.
Muhammedi melâmet neşemize hilmiyet katmanız bizleri mutlu kıldı.
Halim selim sevdanızın Muhammedî meyveler vermesi dualarımızdadır.
Gönlünüz ve ömrünüz Nur-u Mimle dolsun..
Benliklerimiz, Senliklerimz, "BİZ" de yok olsun..
Allah cc Yardımcımız olsun !
Resûlullah (sav) Yârimiz olsun!
İnşâllah..

Muhammedinur içindeki Hakk dostlara katılışınıza teberrüken,
Havf ve Recâ : Korku ve Umut arakesiti olan saygı durağında duran Halim isminizin aslını bilgiye sunmak isterim:


Hilm (sabırlı ve temkinli, akıllı ve ağırbaşlı, yumuşak olmak) masdarından sıfat fiil.

El Halîm, Kur'ân-ı Kerîm'de 15 âyette geçmiş olup;
11 âyette ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL'e nisbet edilmiştir ( 6 âyette Gafûr, 3 âyette Alîm, 1 âyette Ganî, 1 âyette Şekûr ).
2 âyette İbrahîm (aleyhisselâm)'a,
1 âyette Şuayib (aleyhisselâm)'a,
1 âyette ise İsmâil (aleyhisselâm)'a nisbet edilmiştir.

El Halîmü isminde "kudreti yettiği hâlde cezâlandırmama ve tamamen affetmeyip fırsat tanıyıp erteleme" mânâları da vardır.
Zâlimin zûlmüne ve mâzlumun ahına anında karşılıklarının verilmemesi, kulluk imtihanında kulun tercih ve cüz'i irade davranışlarını sergilemesine imkan tanıma cilveleridir.
El Halîmü ismiyle; El Afvvü, El Gaffâru, El Gafûru, Et Tevvâbü, EL Habîru, El Muhsî, El Vâsiu, El Kadîru, El Kaviyyü, El Metînü, El Muktediru ve Es Sabûru isimleri arasında anlam tamlamaları vardır.

El Halîmü : Kullarının hata ve suçlarına karşılık, iradesiyle yumuşaklık gösterip acele ve öfkeyle hareket etmeyen.
Merhameten ve muhabbeten halkedip kulluk imtihanına saldığı kullarına karşı sabırlı, temkinli, acele ve öfkeli muâmele etmeyip yumuşak davranan ve gelecekte fırsatlar tanıyan ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL.


Halume : Kişi yavaş ve ağır başlı olmak.
Halleme : Birini halîm, uslu kılmak.
Hilm : Hilim, sabır, yavaşlık. Akıl.
Ehlâm : Akıllar.
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Allah razı olsun

Mesaj gönderen halimkok »

Bildiğim kadarını gönüllerle paylaşma gayretindeyim Hocam..
Aranıza katılmış olmaktan mutluyum... Allah inşallah doğruları bulmam için beni buraya gönderdi.
İnşallah siz ve sizin gbi gönül gözüyle gören Allah dostlarının gönülden paylaştığınız ilim ve muhabbetiniz benim gönül gözümün de açılmasına vesile olur

Bu vesileyle kandilimizin hepimize hayırlar getirmesini diliyorum.
Selam ve saygılarımla
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

AH BİLEBİLSEM

Mesaj gönderen halimkok »

Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır.
Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor.
Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir.
Bunların her biri belli bir zamana kadar akıp gitmektedir.
İyi bilin ki, o mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır. (Zümer Suresi 5.ayet)


Gündüzler sevinç ve mutluluğumuz ise geceler dert ve kederlerimizdir.
Sevinçlerimizin üzerini kederler örtmüştür, kederlerimizde örtülü sevinçlerimiz gizlidir.
Biri diğerinin varlık nedenidir. Öyle ise sevinçler kadar dertler hüzünler de gereklidir.
Gereklidir diyorum ama ZAT’ en gereksiz bir şey de yoktur ki.
O’nun nazarında her şey olması gerektiği gibidir.
O noksan sıfatlardan eksikliklerden münezzehtir.

Eksiklik ve noksanlık O’nun hikmetlerini göremeyen kulundadır.
Kul O’ndan uzaklaştıkça ancak kendi bulunduğu yerden görüleni görür… O’nun gördüğünü göremez.
O zaman da sanır ki olanlar kendi istemesiyle olmaktadır.
Bizim sandığımız her işimiz O’nundur ve O’nun hükmü, OL demesi iledir.
Yapan ve yaptıran O’dur… FAİL-i MUTLAK O’dur.

ZATen O kimdir biz kimizdir ki?
“Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” Ayetinde:
“Kulum, faili olmadığın şeyi yap. Yaptığın işin faili benim.
Ben de ancak seninle yaparım.
Çünkü onu kendi kendime yapamam,
onu yapmak için sen lazımsın. Senin yapman için de ben lazımım”.
“Böylece işler bana ve Ona bağlı oldu.
Ben de hayret ettim, hayret de şaştı. Hayret içinde hayret oldu.”

Der Muhyiddin İbnu’l-Arabi ve şöyle devam eder:
“Nice zamanlar olmuş ki şöyle demişimdir:
“Rab Haktır, kul Haktır, ah bilseydim, mükellef kimdir?
Kuldur dersen o yoktur, Rabdır dersen o nasıl mükellef olur ?”

“Nice zaman da şöyle demişimdir:
Kendisinin yaptığı bir şeyi bana teklif etmesinde hayret ettim.
Benim yaptığım bir iş yok (bende o iş hep) O’(nun yaptığı) nı görüyorum.
Ah bilseydim mükellef kim oluyor? Her yerde ancak Allah var, Ondan başkası yok.”
“Böyle söylemekle beraber bana denildi ki yap”.


“Cümle yerde Hak nazır , göz gerektir göresi”
Görecek göz, işitecek kulak, bilecek akıl, hisseden bir yürek varsa OL-AN O’ndan gayrı değildir.
“Ben gizli bir hazine idim... Bilmekliğimi istedim Alem’i yarattım.
Bilinmekliğimi istedim Adem’i yarattım”

Buyurur.

O bilinmekliğini istemiştir. Bilmek için o zaman önce bilmiyor olmak gereklidir.
Bilmeyerek doğarız, bilmeyerek yaşarız.
Kısmetimizde varsa O dilemişse günü geldiğinde biliriz.

O zaman anlarız ki O bizi sevgiden yarattı…
O’nu sevince O’nun her yarattığını da sever oluruz.
O’nun yarattığını sevmek bu anlamda O’nu sevmektir.
“Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü”

O zaman geceleri de severiz gündüzler kadar, dertlerimizi de severiz sevinçlerimiz kadar.

Gündüzün ardından geceler gelir.
Gökteki yıldıza sırdaş olurum.
Aklıma Yunus’tan heceler gelir.
Kuzuya kurda kardeş olurum.


Kendimle baş edemediğimde, kendime kızdığımda bunlar gelir aklıma,
kızdığım kimdir,
affetmediğim kimdir,
affeden kimdir.
Seven kimdir sevilen kimdir.

Ah bir bilebilsem kim olduğumu… zaten benim aradığım da O derim....
Ben hayalim O asıl... Ben Aslımı severim, Aslım da beni sever.
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

HİLKAT

Mesaj gönderen halimkok »

H İ L K A T

Hakk makam-ı Gayb'dayken bilinemez Gerçek'di;
Tenzîhden de münezzeh, lâfa gelmez Bir Tek'di.

Kenz-î Mahfî denilen bu hâli bilmek muhâl;
Bu varlık düzeyinde Hakk her şeyden müteal.

Bilinmek murâd edip, yarattı avâlimi,
Habîbi seçerekden, esrârını âlimi.

Taayyünle muttasıf olarakdan ezelde,
Akl-ı Evvel, böylece, zâhir oldu tez elde.

Bu ilk tecellîydi ki Gerçeği Muhammedin,
Vâhid ismine muzaf sırrındandır Hikmet'in.

O Habîb-i Ekrem'in aşkına, etti südur
Bunca eşyâ ve mânâ'. Anla ki Hilkat budur!

Gayb'da bilkuvve mevcûd eşyâ böyle halk oldu;
Bilcümle avâlim de tekmil sûretle doldu.

Sana örnek vereyim, fehmet Hilkat sırrını,
Ve "lâmevcûd eşyâ"nın Amâ'da makarrını.

Kilden bir kitleye hiç nüfûz eder mi nazar?
Oysa bu koca kitle nice sûrete mezar!

Çömlekçinin çömleği daha bulmadan vücûd,
Fehmet ki o, kitlenin hâlâ içinde mevcûd!

Kil kitlesi, gaybında, nice çömleği gizler;
Çömleğin zuhûruysa bir tasavvuru izler.

İşte böyle halk olur bir günde bunca çömlek,
Nasıl halk edilmişse bunca arz, bunca felek.

Çömlekçi de ilmini böyle ederek izhâr,
Bilmeden oluverir Hâlik ismine mazhar.

Eğer onda bu idrâk olsaydı her an zinde,
Fâsılasız kalırdı Peygamber'in izinde!



Bu nefeste geçen bazı deyim, kavram ve kelimelerin kısa açıklamaları:

Hakk: Gerçekte yegâne var olan. Mutlak Gerçek. "Bizâtihî Allah" yani Hüviyetinin gerektirdiği gibi hiçbir suretle kavranamayan ve yanına da yaklaşılamayan Allah. Bu mânâda Hakk, beşer zekâsının kavrayabileceği her türlü sıfat ve bağlardan münezzeh ve müteâl olduğundan, bize tümüyle meçhûl kalır. Beşer, önceden bâzı sıfatlarla nitelendirmeksizin ve şu ya da bu suretle kayıtlandırmaksızın herhangi bir şeyi ne düşünebilir ve ne de onun hakkında konuşabilir. Bu itibarla, kayıtsız şartsız münezzeh olması ve aslî tecrîdi bakımından Hakk, beşerin bilgisine ve idrâkine konu olamaz.

Makam-ı Gayb: Bilinmezlik mertebesidir. Bu makamda Hakk, "Bilinmeyen ve Bilinmeyecek olan"dır. O, Gayb-ı Mutlak denilen sırdır. Çünkü bizlere mahiyeti hakkında bir ipucu olabilecek ne bir sıfat ve ne de bir bağıntıyla ifâde edilebilir.

Tenzîh: Allah’ı cismânî sıfatlarden soyutlama, berî tutma. Tenzîh, Hakk’ın temel iki vechesinin ancak biridir. Diğer yarısı ise teşbîh’tir. Teşbîh, Allah'ın lafza sığamayan faaliyetlerini beşerin fehmedebilmesine yardımcı olmak üzere cismânî benzetimlere başvurmaktır. Yalnızca tenzîhe ağırlık veren Allah'ı fehmedemez. Yalnızca teşbîhe meyledense O'nu cismânî bir Varlık gibi idrâk eder. Şu hâlde Allah'ı olabildiğince fehm edebilmek için tenzîh ile teşbîhin tevhîd'i gereklidir.

Münezzeh: Bir şeye ihtiyaç duymayan, söz konusu şeyden arınmış.

Kenz-î Mahfî: Arapça’da gizli hazîne demektir. Mutlak Gayb'da gizlenmiş bulunan Ahadiyyet mertebesindeki Cenâb-ı Hakk’ın hâlini ifâde etmek için kullanılır.
Bu, bilinmesi mümkün olmayan gizlilerin gizlisi, başka bir deyişle "bilinmeyenlerin en bilinmeyeni"dir. "Gizli bir hazîne idim. Bilinmek istedim..." kudsî hadîsi ile, bu hususa işâret vardır. Bizâtihî Varlık asla dinî îmânın konusu olamaz ve lâtaayyün (belirsizlik) mertebesindeki Hakk beşerin lisânına asla sığmaz. Zât-ı İlâhî’nin kendisi ebediyyen "gizli bir hazîne" olarak kalacaktır.

Muhâl: Mümkün ve kabil olmayan.
Müteâl: Erişilmez, aşkın.
Avâlim: Âlemler, dünyâlar.
Esrâr: Sırlar, Gizlenilen ve bilinmeyen şeyler, aklın eremeyeceği işler.
Taayyün: Belirli kılınma.
Muttasıf: Bir vasfı, sıfatı, niteliği olan.
Ezel: Başlangıcı olmayan geçmiş zaman.

Akl-ı Evvel: İlk akıl. "Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır" hadîsi ile bu akla işâret edilmiştir. Akl-ı Evvel Mutlak Varlık’tan ilk zuhûr eden şeydir. Cenâb-ı Hakk önce O'nu, sonra O'nun aracılığı ile tüm diğer şeyleri yaratmıştır. Buna ilâhî ilmin ilk zuhûru adı da verilir. İlâhî ilim ayrıntısızdır; taayyün mertebelerinden aşağıya doğru inerken ayrıntılı hâle gelir:
a) İlâhî ilme, Ümmü’l- Kitab;
b) Akl-ı Evvel’e, İmâm-ı Mübîn;
3) Levh'e, Kitâb-ı Mübîn adı da verilmiştir.
Bunlara sırasıyla Nûn, Kalem ve Levh de denir.

Akl-ı Evvel: Hakîkat-ı Muhammediye, Nûr-i Muhammed, Rûh-i A’zam, Dürre-i Beyzâ isimleriyle de anılır.
Zâhir: Görünen, zuhûrda olan. Ez-Zâhir: "Kendini kullarının idrâkine tecellîleri aracılığıyla gösteren."
Tecellî: (1) Görünme, açığa çıkma, bir yerde yansıma; (2) İlâhî sırların açığa çıkması. Hakk’ın kendi kendini ifşâ ve izhâr etme faaliyeti. Bir perdenin ardındaki gizli bir şeyi fâş etme. İster mânevî ister maddî, ister bâtınî ister zahirî olsun her şey Hakk’ın bir tecellisi olup bundan ancak Gayb-ı Mutlak müstesnâdır. Bu da zâten, bütün tecellîlerin gerçek kaynağıdır. Tecellî, Hakk’ın görüş açısını temsil etmez. Çünkü Hakk'ın mükevvenât hakkındaki görüş açısı yalnızca halkettiği a'yân-ı sâbitelerde meknûzdur. Tecellînin tecellî olarak idrâki ise eşyâ hakkında yüksek bir bilince ulaşmış olan insana has ve de Hakk'ın insana lûtfettiği bir görüş açısıdır.
Vâhid: Arapça, bir demektir. Vâhid, âlemdeki sonsuz sayıda çeşitli ve zıt eşyânın Hakk olan Tek Bir Varlığın çeşitli kevnî sûretlerinden başka bir şey olmadıkları keyfiyetinden ortaya çıkmaktadır. Vâhid’in eşyânın kesretinde zâhir olduğu, ve kesret hâlindeki eşyânın da en sonunda Vâhid’e yâni Hakk’ın "Bir Olduğu"na ircâ olunabileceği temel keyfiyetinin bünyesi matematikte bütün sayıların asıl kaynağı olan "bir" ile sayılar arasındaki karşılıklı bağıntıların yapısıyla özdeştir. Matematikte
"bir" (Vâhid), bütün sayıların kaynağı olup sayılar da, temellerindeki "bir"in mükerreren tecellî ettiği tecellîgâhlarıdır.
Muzâf:
(1) İzâfe olunmuş, katılmış, bağlanmış, bağlı;
(2) İsim takımlarında belirtilen, başka bir isme katılmış ve onu tamamlamış olan isim.
Sudûr: Sâdır olma, meydana çıkma, vuku' bulma, zâhir olma.
Hilkat: Yaratılma, yaratılış.
Tekmil: Tamamı, bütün, hep.
Fehâmet: Bir meseleyi hemen kavrama yeteneği.
Lâmevcûd: Var olmayan.
Amâ': Ahadiyyet mertebesinde "belirlenmemişlerin en belirlenmemişi" veyâ "meçhûllerin en meçhûlü" olan Hakk’ın bu konumunu ifâde etmek için kullanılan sembolik bir isimdir. Başka bir deyişle söylersek; "Esmâ" mertebesinde tecellî etmeden önce Ahadiyyet makamındaki Zât-ı İlâhî Amâ' da bir anlamda dipsiz karanlıkta bulunmaktadır. Bir rivâyete göre, sahâbe-i kiramdan, Zeynü’l- Ukayli, Resûlullah (SAV)’e: "Rabbimiz mahlûkatı yaratmazdan önce nerede idi?" diye sorar. O da şu cevabı verir: "Altı ve üstünde hava olmayan amâ'da idi".

Makarr: Karar edilen, durulan yer, konum.
Zuhûr: Görünme, meydana çıkma, başgösterme, ortaya çıkma.
Tasavvur: (1) Zihinde şekillendirme, kurma; (2) Göz önüne getirme.
İzhâr: (zuhûr’dan) Zuhûra getirme, ortaya koyma, gösterme.
Hâlik: Yaratan, yoktan var eden, yaratıcı, Allah.
Mazhar: (1) Bir şeyin göründüğü, ortaya çıktığı, tecellî ettiği, zuhur ettiği mahâl; (2) Kavuşma, elde etme, şereflenme.
İdrâk: Algılama.
Zinde: Diri, yaşayan, canlı,
Fâsıla: Aralık, ara. (Fâsılasız: Ara vermeden, sürekli)



I. DERSİN YORUMU

İlk iki beyit:

Hakk makam-ı Gayb'dayken bilinemez Gerçek'di;
Tenzîhden de münezzeh, lâfa gelmez Bir Tek'di.

Kenz-î Mahfî denilen bu hâli bilmek muhâl;
Bu varlık düzeyinde Hakk her şeyden müteal.


Çocukluğumuzdan beri dinlediğimiz masalların başında tekrarlanan bir girizgâh cümle vardır:
"Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellâl iken...." diye devam eder.
İşte insanoğlunun da bu bilinen, görünen âleme geliş masalı "Bir varmış" ile başlıyor.
Ama buradaki "Bir", "kesretin bir bütünü" demek olan "Bir" anlamında değil, Hakk’ın, beşerin bilgisine ve idrâkine konu olamayan yönüne işâret eden "Ahad" yâni "Tek" anlamındadır.

Ahadiyyet mertebesinde, "belirlenmemişlerin en belirlenmemişi" olan ve hiçbir sıfatı ve kendi Zât’ının yanında hiçbir bağıntısı olmayan varlığa, bu özel vechesinden dolayı "Hakk" adı verilir.
Bu mertebede "tecellî" olmadığından "lâtaayyün/belirsizlik" hâlinde bulunan Hakk’ın (teşbîhi olmadığı gibi) tenzîhi de olmaz.
Çünkü, bir varlığı tenzîh edebilmek için o varlığı nisbet ettirecek/benzetecek başka bir varlığa da ihtiyaç vardır.
Bu, insân idrâkinin aşılması mümkün olmayan kaderidir. İnsân nesne üzerinde bir fikri olmaksızın, o nesneye yakıştıracak ya da onunla mukayese edecek bir imkânı olmaksızın herhangi bir şeyi bilmekten, onun üzerine konuşmaktan ve ona vukuf kesbetmekten âcizdir.

İşte Ganiyy-i Muhtefî bu ilk iki beyitinde Hakk’ın Makam-ı Gayb’daki bilinememezlik yönüne dikkat çekiyor ve "Gizli Hazîne" denilen bu hâli idrâk etmenin, lâfa dökmenin mümkün olmadığını açık bir şekilde ifâde ediyor.
Özetle, Hakk ancak "tecellîlerinin büründüğü sûretlerde" fehmedilir, istidlâl edilir ve ancak bu kayıtlarla bilinebilir.
Bu nedenle Zât-ı İlâhî’nin kendisi ebediyyen "gizli bir hazîne" olarak kalacaktır.

3-7. Beyitler:

Bilinmek murâd edip, yarattı avâlimi,
Habîbi seçerekden, esrârını âlimi.

Taayyünle muttasıf olarakdan ezelde,
Akl-ı Evvel, böylece, zâhir oldu tez elde.

Bu ilk tecellîydi ki Gerçeği Muhammedin,
Vâhid ismine muzaf sırrındandır Hikmet'in.

O Habîb-i Ekrem'in aşkına, etti südur
Bunca eşyâ ve mânâ'. Anla ki Hilkat budur!

Gayb'da bilkuvve mevcûd eşyâ böyle halk oldu;
Bilcümle avâlim de tekmil sûretle doldu.


Gizli bir hazîne olarak Ahadiyyet mertebesinde bulunan Hakk’ın bu mertebedeki hâli ebedî bir süreklilik, ebedî bir sükûndur.
Burada en küçük bir hareket, en küçük bir tecellî yoktur.
Hakk, bu varlık derecesinde "lâtaayyün" ile de "taayyün" ile de kayıtlanmış değildir; çünkü O, bizâtihî herhangi bir sıfat ya da isimle nitelendirilmeyecek kadar mukaddestir.
O, ne bir vasfa sâhiptir ve ne de bir kayıtla bağlıdır; O’nda kesretin bir gölgesi dahî bulunmaz.
İbn Arabî bu yönünden dolayı Hakk’ı bâzen "Ganiyy" diye isimlendirmektedir.
Sözlük anlamıyla bu kelime "zengin" ve özel anlamıyla da "mutlak olarak kendi kendine yeten" demektir.
Bütün zıddîyetten ve kıyastan münezzeh olan ve bunların etkisi altında da kalmayan Zât’ın, herhangi başka bir şeye ihtiyaç göstermeyen "Ganiyy" olarak düşünülmesi isâbetli bir tesbittir.
Kudsî bir hadîste kendini "Gizli Hazîne" olarak nitelendiren Hakk, aynı hadîsin devamında "bilinmeyi arzuladığını" ve bu nedenle de varlığı yarattığını söyler.
Bu bilinme arzusu sonucu Ahadiyyet mertebesinden ilk tecellî gerçekleşir. Bu tecellî mertebesi de teolojik olarak Esmâ' ve Sıfatlar mertebesidir. Hakk’ın, mutlaklığından "nüzûl edip"de daha reel ve daha somut düzeylerde tecellî etmesi âlemi ortaya çıkartır.
Böylece Hakk, "Bilinmeyen-Bilinmez" yönünden kendini izhâr ederek insanın fehminde ve idrâkinde sudûr eden "Bilinen-Bilinebilir" bir tecellîye dönüşür.
Varlık âlemi maddî nesnelerden (cisimlerden) ve maddî olmayan ya da rûhanî varlıklardan ibârettir.
Bu her iki nevi de Hakk’ın büründüğü tecellî sûretleridir.
Bu anlamda her şey, ister maddî isterse rûhanî olsun, kendine mahsûs bir tarzda bu tecellîlerin ardındaki Hakk’ı (en uç Gerçeği, nihaî Hakîkatı) ifşâ eder.
Zaten tecellî de sözlük anlamı itibariyle "bir perdenin ardındaki gizli bir şeyi fâş etme"dir.

Ganiyy-i Muhtefî, Hakk olarak isimlendirilen Mutlak Varlık’tan ilk zuhûr eden şeyin Akl-ı Evvel olduğunu söylemekte ve bunun da Muhammedin Gerçeği (Hakîkat-ı Muhammediyye) olduğunu ilâve etmektedir.
Akl-ı Evvel’e; "Allah’ın ilk yaratmış olduğu şey benim Nûr’umdu" hadîsine dayanarak Nûr-i Muhammedî adı da verilir.
Anlaşılan odur ki; Akl-ı Evvel yâni "İlâhî bilinç" Hakk’ın kendini izhâr etmesinin ilk sûretidir ve bu kevnî ölçekte Hz. Muhammed’e tekabül etmektedir.
Ama buradaki Hz. Muhammed’in, Allah’ın elçisi olarak gönderilen bir peygamber olmasından çok önce kevnî (kozmik) bir varlık olduğu unutulmamalıdır.
Bu gerçek bir hadîste Hz. Peygamber tarafından şöyle dile getirilir:
"Âdem daha henüz balçıkla su arasındayken bile ben peygamberdim."

Ahadiyyet makamından "Kesrette Vahdet" anlamına gelen Vâhidiyyet
(Bir’lik) mertebesine gerçekleşen ilk tecellî ile birlikte İlâhî Bilinç’de bilkuvve yâni potansiyel olarak varolan ve eşyânın ezelî sûretlerinden oluşan A’yân-ı Sâbiteler ilâhî isimler olarak bilfiil ortaya çıkmıştır.
Bu tecellî de âlem-i şehâdet’i veyâ başka bir deyişle hislere hitap eden varlık âlemini ortaya çıkarmıştır.
Böylece Habîb-i Ekrem’in aşkına yaratılan bu âlem, aynı zamanda Hakîkat-ı Muhammediyye’nin de bir tafsili/açılımı olarak gözler önüne serilmiştir.

Beyitlerde işâret edilen bir başka gerçeklik de şudur:
Hakk, kendinden kendine ilk tecellîsinde Allah ismini almaktadır.
Hakk, ancak tecellîlerinin büründüğü sûretlerde bilinebilir.
Aynı keyfiyet, biraz değişik bir biçimde, insanın Hakk’ı ancak O, "Allah" mertebesine nüzûl ettiği vakit idrâk edebilmesinin mümkün olmaya başladığını söylemekle de ifâde edilebilir.
Öz olarak söylemek gerekirse; İlâhî tecellînin eriştiği nesneler ya da odak noktaları (teknik deyimiyle tecelligâh’lar) olarak bizler de böylece "Hakk’ı Allah kılmış oluruz".

8-14. Beyitler:

Sana örnek vereyim, fehmet Hilkat sırrını,
Ve "lâmevcûd eşyâ"nın Amâ'da makarrını.

Kilden bir kitleye hiç nüfûz eder mi nazar?
Oysa bu koca kitle nice sûrete mezar!

Çömlekçinin çömleği daha bulmadan vücûd,
Fehmet ki o, kitlenin hâlâ içinde mevcûd!

Kil kitlesi, gaybında, nice çömleği gizler;
Çömleğin zuhûruysa bir tasavvuru izler.

İşte böyle halk olur bir günde bunca çömlek,
Nasıl halk edilmişse bunca arz, bunca felek.
__________ ___________________________________
Çömlekçi de ilmini böyle ederek izhâr,
Bilmeden oluverir Hâlik ismine mazhar.

Eğr onda bu idrâk olsaydı her an zinde,
Fâsılasız kalırdı Peygamber'in izinde!


Ganiyy-i Muhtefî bu beyitlerinde "Hilkat Sırrı"nı daha iyi fehm edebilmek ve henüz zâhirî varlık hâline ulaşamış olan eşyânın Amâ' daki gerçeğinin nasıl olabileceğinin idrâkine erişebilmek üzere kil örneğini veriyor.
Kil yumuşak ve şekil verilebilen bir toprak çeşididir; çömlek, testi, vazo vs. gibi ev eşyâlarının yapımında kullanılır.
Kil, çömlekçi ustasının elinde önce bir kitle/hamur hâlindedir.
Ve bu hâli ile içinde nice çömleği gizlese, potansiyel olarak tutsa /saklasa da hiçbir anlamı yoktur.
Çünkü dışarıdan/zâhirden bakan göz kilin içerisini/bâtınını göremez.
Ne zaman ki çömlekçi hayâlinde, aklında, ilminde canlandırdığı çömlek şekillerini yapmaya başlar ve onları kalıba döker; işte o anda kilin bâtınında var olan nesneler açığa çıkarak görülür.
Çömlekçinin bu fiili Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemi nasıl yarattığı konusunda insana, benzetim yoluyla, kaba bir fikir verebilir.

Hâlik ismi Cenâb-ı Hakk’ın sayısız güzel isimlerinden (Esmâ’ü-l Hüsnâ) birisidir ve mânâ olarak "takdîrine uygun olarak yaratan" demektir.
Bu da bize şunu göstermektedir ki; varlık sahnesinde gerçekleşen her olay çeşitli İlâhî isimlerin birer tecellîsidir. Ve bu İlâhî isimler, Hakk’ın iç yapısının bir gereği olarak rastgele değil aksine belirli bir takım doğrultularda daha ezelde tesbit edilmiş "A’yân-ı Sâbiteler" den kaynaklanır.
Tıpkı çömlekçinin ilminde çömleğin şekli nasıl sâbitse ve kesinleşmiş, kararlaştırılmışsa "A’yân- Sâbite" de Gayb Âlemi’nde ezelden beri mevcûd olan gerçeklerdir (Hakkaik’dir) ve kevnî âlemde izhâr edilen her şey ilk tecellî tarafından üretilmiş olan ezelî gerçeklere uygun olarak vuku bulur.

İşte Ganiyy-i Muhtefî, son iki beytinde de bu gerçekliğe dikkat çekiyor ve bu yaratılış idrâkinin her ân zinde olmasının kişiyi Peygamber’in izinde, bir anlamda O’nun getirdiği vizyonda sürekli tutacağını söylüyor.
Ama ne var ki; çoğu insân yaptığı tüm işlerde "bilmeden" Allah’ın bir çok isminin mazharı olmasına rağmen bu idrâki yakalayamıyor ve gaflet içerisinde yaşamaya devam ediyor.


1. Dersin Kıssadan Hissesi:

Bu 1. Ders'den idrâk edilmesi gereken en önemli husus, çömlekçinin işlediği kil kitlesi misâlinden de anlaşıldığı gibi: tanık olduğumuz zâhir'in bilfiil ortaya koymakta, idrâkimize sunmakta olduğu olguların ötesinde yâni zâhirin bâtın'ında bilkuvve mevcûd olan başka olguların da bulunduğudur.
Bunların idrâki ve bu idrâkin zinde tutulması bizi Cenâb-ı Peygamber Efendimiz'in izinden ayırmayacaktır.

Ganiyy-i Muhtefi'nin "Meratib-i Tevhid Risalesi"
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

UÇAN BALONLAR

Mesaj gönderen halimkok »

UÇAN BALONLAR

Uçan balonları görmüşsünüzdür…
Görülen uçan balondur ama uçan… Balon değildir.
Balonu uçuran içindeki havadır, nefestir.
Balon sadece o nefese örtüdür.
Tıpkı ; “Ben insanın sırrıyım, insan da benim sırrım” buyurana örtü olan insan bedeni gibi.
“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı.” (Enfal Suresi 22/17)
Âyeti ile Allah bunu açıkça iletir kuluna.

İnsan Allah’ın can nefesi ile uçan bir balondur ve yarış halindedir…
"O, sizi yeryüzünde halifeler (oraya hakim kimseler) yapan, size verdiği nimetler konusunda sizi sınamak için bazınızı bazınıza derece derece üstün kılandır." (En'âm 20/ 165)
En yükseğe ben çıkayım, en büyük ben olayım, en renkli ben olayım derdindedir insan…
Buna kendini öylesine kaptırır ki insan gözü hiçbir şeyi görmez olur.
O zaman;
“Ey örtünüp bürünen… Kalk da uyar…” (Müddesir 74/1-2)

Uyaran kimdir?..

"Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Nisa 82/165)

Uyaran Allah’tır…
Uyarıyı dillendiren ise peygamberlerdir.
Bir görünen var ve bir de görünen ile kendini örten.

Örtünün ötesini göremeyenler peygamberler ile alay eder;
"Kavminin inkâr eden ileri gelenleri, "Biz, senin ancak bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz (Hud 38/27)

Zaten sizin gibi insandır onlar da aksini iddia etmiyorlar ki,
"De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir insanım, (Ne var ki) bana, “Sizin ilah'ınız ancak bir tek ilâhtır" diye vahyolunuyor" (Kehf 54/110)

“Ben de sizin misliniz olan bir beşerim” buyurur SAV.

Görüntüde kendileri gibi bir insan görenler o insanın söylediklerinin Allah’tan olduğunu kabul etmezler.
Çünkü kendilerine ulaşmıyorsa kendileri gibi olanlara da ulaşmayacaktır
Allah’ın vahyi.
İnkâr edenler Allah’ı değil…
Kendilerinin Allah ile olan bağını inkâr etmektedirler.

"Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız." Kaf 50/16)

O dönemin inkâr edenlerinin gördüklerinden başka bir delilleri yoktur inanmak için…
ve görmeye ilişkin bir bilgileri olmayabilir günümüz insanları gibi.
Bu nedenle de iman etmek için görebilecekleri mucizeler isterler peygamberlerden;

"Bilmeyenler, "Allah bizimle konuşsa, ya da bize bir mucize gelse ya!" derler." (Bakara 2/118)

Onlar sadece gördükleriyle kayıtlanmışlardır.
Oysa günümüz insanları her şeyin bilimsel olarak açıklanışına tanık oluyor.
O zaman bilmeli ki her şey görülenden ibaret olmadığı gibi görülen de gördüğümüzden ibaret değil;

“…ışık ve gölgeler, gözünüzün retina tabakasına ulaştıktan sonra, artık tamamen elektriksel sinyallere dönüştürülerek, hiç bir şekilde ışığın ulaşmadığı, kafatası içinde tam bir karanlık içinde bulunan beyin bölgeleriniz tarafından “görüntü” olarak tanınıyor.
Yani beyninize ulaşan sinyal sadece bir seri elektrik akımı olduğu halde, siz “görebiliyorsunuz”

http://www.sinancanan.net/dusunce/gerce ... matrix.htm


O elektrik sinyallerini oluşturan sen misin ey âdemoğlu?
Hangi hücrenin ne iş yaptığını biliyor ve sen mi söylüyorsun ona bunu böyle yapmasını?
Hangisi üzerinde egemenliğin var…
Tek bir hücren kansere dönüştüğünde neden onu engelleyemiyorsun?

“İlim ilim bilmektir…
İlim kendin bilmektir…”
der Yunus Emre…

Yunus Emre böyle der de insanların anladığı “kendini bilmek” yerine “KENDİNİN BİLMEK” oluyor… yani SAHİPLENMEK oluyor yalnızca.
Bu da Cehennemin varlık nedenidir o insanlar için.

“Cehennem dedim de aklıma geldi.
Sahi neydi şu cehennem kapısını tutan meleğin adı?
MÂLİK değil mi?
Ne demek Mâlik? Arapça sözlükten okuyalım:
Mâlik =Sahip! Sahip adlı melek; Cehennem Bekçisi!
Dikkat! Mâlik sizde tasarruf ettiğinde Cehenneme giriyor, lânete uğruyorsunuz!
İblis de BEN demişti değil mi?
Ben ateşten yaratıldım, O topraktan demiş, Ben diyerek sahiplendiği sıfatları-unvanları olduğu için secde edememişti!”
http://sufizmveinsan.com/sohbet/malik.html


Demek ki kendini bile sahiplenemez insan. Yunus’ un “kendini bilmek” dediği aslında kendin zannettiğinin kendin olmadığını bilmektir.

“Beni bende demen, bende değilem…
Bir ben vardır bende benden içeri…”
der

“Ete kemiğe büründüm,
Yunus diye göründüm”
der.

“Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisinde dile getirilen şey de yine aynıdır.
Peki, nefsini nasıl bilmek gerekir.

“Allah sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini de ondan var edendir." (A'raf 9/189)

Bir kere bilenecek olan nefs tek bir nefstir.
Bilenecek olan herkesin kendi nefsi değildir.
Aksine herkesi kendi nefsi gibi bilmektir.

“Hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mü’min olamaz’’.

Hayat sınavımız budur zaten..
Bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen
İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın (Kenan Rıfai)


“nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir." (Şems 93/9)

Neyden arındırmalı nefsi peki… sahiplenmekten elbette… neyi sahiplenmekten? Neyi senin sanıyorsan onu…

İslam’ daki ibadetler, emir ve yasaklar hep bunun için değil midir…
Tuttuğun oruç… zekat… fakire, yetime yardım… infak… kurban kesmek… vs.

Nefsini arındıramayana ise hesap soracak olan o kendisinin sandığı nefis’ten başkası değildir.
"Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter" denilecektir." (İsra 46/14)

Ama o hesap sorulduğunda iş işten geçmiş olacaktır.
"Ateşin karşısında durdurulup da, "Ah, keşke dünyaya geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve mü'minlerden olsak" dedikleri vakit (hallerini) bir görsen!" (En'âm 20/27)

Dünyâ diyerek geçme sakın, burdadır her şey
Mîzân ü sırât’ı mutlaka orda mı sandın (Kenan Rıfai)


Ölmeden önce ölünüz hadisi ile de anlatılmak istenen budur insana.

Niye yazıyorum bunları… günümüz insanın bilmediği duymadığı şey değil ki bunlar.
Arayana her türlü bilgi var günümüzde.
Buna rağmen insanlar sanki hepsinden habersiz gibiler.
Kendi kendime bakıyorum, düşünüyorum, çıkamıyorum işin içinden.

Aşık Mahsuni söyler ya bir türküsünde;
“Bilmem söylesem mi, söylemesem mi…”
Benim ki de o hesap işte…

Gazeteyi açıyorsun; Dünya’ da her sekiz dakikada bir, bir çocuk ölüyormuş susuzluktan
Haberlerde farklı değil durum…
Çok değil yirmi sene önce kendi kendimize yeten ülkelerin başında geliyorduk… şimdi buğdayı dışarıdan ithal ediyoruz.

Geçenlerde Alsancak’ta bir duvarda şu yazıyı gördüm;
“Ne din ne devlet… şükretme… isyân et”

Arkasından öğrencilerin içinde;
“Ben Arapça bilmiyorum… o yüzden Türkçe meâlini okuyayım dedim, baktım onda da bir şey bulamadım…” diyen bir öğretmenin sözleri geldi kulağıma.

Öğretmen böyle düşünür ve üstelik bu düşündüğünü de gençlerin içinde hiç önünü ardını düşünmeden söylerse ne olur o gençlerin hali…
17-18 yaşlarında gençler intihar ediyorlar çevremizde.
Çünkü hayatın bir anlamı kalmıyor onlar için…
O zaman baksalar, görseler de, ne nasıl gördüklerini düşünüyorlar ne de gördüklerinin ne anlattığını anlıyorlar.
Oysaki kâinat kitabı ne çok şey anlatır anlayana…

Gölgeler indi suya
Kuşlar vardı uykuya.
Gurbeti duya duya,
Bugün de akşam oldu.


Diyen şarkı ve nice şarkılardan sonra insan dalar gider gecelere, gündüzlere…

Oysa artık kimsenin ne suya…
Ne suya inen gölgelere… ne de olan akşamlara dönüp baktığı var.
Günler geçiyor akşam oluyor da artık insanlar kendilerini gurbette değil de sanki sürekli kalacakları anavatanlarında sanıyorlar.

Arapça bilmediği için Türkçe Meâlini okuyan ve bir şey bulamadığını söyleyen kişi… acaba şu ayetleri nasıl okudu da geçti?

"Geceyle gündüzü, öğüt almak isteyenlerle şükretmek isteyenler için, birbirini izler hale getiren O'dur." (Furkan 29/62)

Bundan yaklaşık 100 yıl kadar önce bilim adamları gökyüzünün gündüz neden mavi olduğunu buldular.
Ancak, bundan çok daha basitmiş gibi görünen “ Gökyüzü gece neden karanlık ? ” sorusunun yanıtı, 20. yüzyılın ortalarına kadar gizemli kaldı.
Artık bildiğimiz bu yanıtın ortaya çıkarılmasının uzunca bir öyküsü var.
Daha çok bir çocuğun aklına gelebilecek böyle bir soruyla karşılaştığınızda hemen “ Güneş gökyüzünde olmadığı için” gibi bir yanıt aklınıza gelebilir.
Ancak, biraz daha ayrıntıya indiğinizde bu sorunun yanıtı vermenin hiç de o kadar kolay olmadığı ortaya çıkıyor.
Uyarlayan: Erkan YÜCEL (Ali Kuşçu Astronomi Topluluğu)
Bilim ve Teknik Dergisi, şubat 2002 (sayı 411 )’ deki
Alp Akoğlu’ nun makalesinden aktarılmıştır.
http://www.akat.org/sizin_icin/gece_neden_karanlik.html


"O'dur sizin için geceyi elbise, uykuyu dinlence yapan. Gündüzü, dağılıp yayılma zamanı yapan da O'dur." (Furkan 29/47)

Gece neden elbise ile tanımlanmıştır?
Elbise ne işe yarar… Örtülmesi gerekeni sarıp sarmalamak, örtmek için değil midir?

"Görmedin mi Rabbini, nasıl uzatmıştır gölgeyi? Eğer dileseydi, onu elbette hareketsiz kılardı. Sonra nasıl Güneş'i ona delil yapmışız!" (Furkan 29/47)

Gölge uzatılmış ve sonra ona delil yapılan Güneş…
Hiç mi dikkatini çekmedi bu ve bunlar gibi nice ayetler?

Ama deseler ki yarın Dolar şu kadar olacak, Euro şu kadar olacak… bu hemen dikkatinizi çeker…
Para değerlidir değil mi… niye değerlidir ki para?
İnsanın olmadığı yerde özünde hiçbir kıymeti kalmayan para sonuçta bir kâğıt parçasıdır.
Asıl değerli olan o kâğıt parçasının elde edildiği ağaçtır.

"Kıyâmet koparken sizden birinizin elinde bir hurma dalı bulunur da bunu Kıyâmet kopmadan dikmeye gücü yeterse, mutlaka onu diksin, bırakmasın."
(Tecrid-i Sarîh Trc.,VII, 124)


Değerli olan para olsaydı Allah Resulü kıyamet kopsa bile paranıza sahip çıkın derdi herhalde…
Zaten günümüz insanının sorunu budur.
Gerçekten değerli olanı unutmuşuz ve kendi yarattığımız değerlerden başka bir şey bilmez olmuşuz.

ASL-olandan gafil olan,
Gafletini asıl sanır.
Bu da ASLIN takdiri,
Başka türlü nasıl sanır!

Görür geceyi, gündüzü,
Dağı, taşı ve denizi,
Ve de aynadaki yüzü,
Kendiliğinden hâsıl sanır.

Mâliki var bu OKUL’UN.
Arayın da O’nu bulun.
Varlık nedeni bu kulun.
Desek bile fasıl sanır.

İçimizdeki CAN NEFESİ çekildiğinde balonumuz sönecektir ve varacağımız yer topraktır… ne kadar yüksekte olursak olalım…
O zaman anlayacak insan neyin değerli neyin değersiz olduğunu…
Allah sonumuzu hayır etsin…
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
senim
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 106
Kayıt: 21 Şub 2008, 02:00

Mesaj gönderen senim »

Uçamayan bir balonum var güzel yazınızla dile geldi...
…

Utanıyorum ki ben ALLAH KELAMINI ANLAMIYORUM!

Bugün Türkiye de DİN ile işaret edilenden “bir haber” dahi olsa nüfus kâğıdında “Müslüman” yazan her İNSAN adayının evinde bir MUSHAF vardır tahminim. Bizim evde de vardı nitekim!

ALLAH KELÂMI!!! Var mı ötesi var mı berisi var mı açıklaması var mı riyâsı var mı DAHASI!?

ALLAH KELÂMI!!! LÜTFETMİŞ İNSANA BİR KELÂM ETMİŞ VAR MI ÖTESİ!!!

YA RABBİ!!! Düşününce siz de titremiyor musunuz? Onun bulunduğu odada ayağımızı uzatıp nasıl uyuyoruz?! ALLAH KELÂMI!!! OKUmuyoruz!!!

Hadi bir soralım bakalım cevabını kaç kişi biliyor;

Dizilerin son bölümleri ve dahi gelecek bölümlerini bilen o liseli kardeşlerimize soralım mı KURAN’da kaç âyet var? - Benim de lisedeyken haberim yoktu - Üniversitede de darağacında üç fidan ve bitmeyen kavga gibi dava kitapları hoşuma giderdi- Suç Kimin?

Soralım mı kardeşlerimize biz 1.5 metre KAFA BEZİNİN tartışmasını yaparken aynı tarihte Afganistanda 926 kişinin DONARAK ÖLDÜĞÜNÜ!? Suç Kimin?

ATTIĞIN VAKİT SEN ATMADIN LAKİN ATAN ALLAH!...

Bu dünya oyun ve eğlenceden ibarettir diyen KİTAB-I ÂLEM’i duymadan daha iyi YİYİP daha iyi GİYİNİP daha iyi - karşı cins peşinden koşup- UYAN diye haykıran ALLAH DOSTLARINI çıkarcılıkla suçlayan bir toplu iletişim ağlar bütünü kuran sistemde SUÇ KİMİN?

Kimi suçlayalım, suçlamakla tartışmakla nerelere varalım?! Sonra “49. Onların beklediği tek bir sayhadır ki, onları birbirleriyle çekişirken götürüverir!..” demezler mi adama…

Akıl SIR almıyorlar kardeşlerim nasıl oldu biz nasıl bu hale geldik kim unutturdu ne oldu demiyorum ama nasıl anlatılır bu insanlara? Bir yol bir çare yok mudur?

Tutsak insanları omuzlarından söyle bir sarssak, desek bir bak, bir uyan ALLAH AŞKINA!



İNSANLIĞIN burada…
VARLIĞIN ŞEREFİN var Onda
Bir damla SU iç
EY KUL UYAN ALLAH AŞKINA…


Ne yaparız nasıl anlatırız İNSAN olmak için dünyaya gönderilmiş olanlara
Bu KUR'ÂN sensin
Cennetini ellerinle -kurmak- için gönderildin demek mi gerek tek tek insansılara
Halim beyin SIR dolu zevkindeki gibi?


Canlar ben bir garip yolcuyum
Valizim yok dünyadan soyundum
Sordum nasıl senin olurum
Senim dedi, seni ancak ben okurum…


ALLAH KELÂMI evinde duruyor zâhiren
Özünde yaşıyor batınen

Ve biz OKUmuyoruz onu
Hayır hayır ALLAH KONUŞUYOR BİZ DİNLEMİYORUZ
UYARIYOR, MÜJDELİYOR, KORKUTUYOR
Hiç ORALI olmuyoruz…


Bunca haramdandır günahtandır belki OKUduğumuzu anlamıyoruz!
Bu nedenle kardeşlerim UTANIYORUM!

ÂLEMLERİN RABBİ OLAN ALLAH KELÂMI nı OKU madan DUYmadan anlamadan!

Bir sistem bir SÜNNETULLAH var ise, isyan etmek YOK efendim! Sistemi anlamak gereğini yerine getirmek var. HALİFETULLAH olarak hidayete erdirmek mümkün değil bizim işimiz tebliğdir.

Bin kapında kovulsak bin duvara boğulsak da görev budur. Velev ki 2008 de yaşadığımızı unutmayalım zebani ve hurilerle genç beyinleri uyuşturmaya çalışmayalım. Her gelecek olan neslin etkileşimde bulunduğu ortamı göz önüne alalım.

Dünya yaşlandıkça KUR-AN gençleşir ( Said Nursi) GERÇEĞİNİN altını çizerek bilimle teknikle ilimle ve AŞKa sararak MÜJDELEYECEK kapasiteye gelelim bizden sonrakilere BİİZNİLLAH…

Belki Âlemlerin Rahmetinin Şefaatine ( İLMİNE) SAV nail olanlardan oluruz bunun yüzü suyu hürmetine…

ALLAH KELÂMINI ANLAMAK İÇİN…

Saygıyla… Duayla…
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/senim.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen halimkok »

Ne güzel söylemiş M.Akif;

“Ya açar bakarız, nazm-ı celîlin yaprağına,
Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir Kur’an, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne fal bakmak için.”


Evet, hepimizin evinde vardır birer Kur'an-ı Kerim… yükseklerde bir yerde asılıdır. Alır, üç kere öper alnımıza götürür ve yerine asarız tekrar.

Çocukken sık sık duyardık yemeğe veya bir işe başlarken ya anamız, ya babamız; “Besmele çektin mi ?” diye sorarlardı.
Genelde Besmele çekmiş olurduk… ama unuttuğumuz da olurdu.

Ama neydi besmele... ne biz sorardık ne de anlatan olurdu.
Anlatamazlardı çünkü onlar da bilmiyorlardı ki… tek bildiğimiz öyle yapmamız gerektiği idi.

Oysaki kısmet olsa da bakabilseydik… Sadece Besmele ile bize ne çok şey anlatılıyor ve nice sorularımızın cevaplarının veriliyor olduğunu görürdük.

Elmalılı Hamdi Yazır’ın Tefsirinden bir bölüm

BESMELE'NİN YÜCE TEFSİRİ:
Anladık ki besmeledeki kelimelerin sıralanışında en fazla etkili olan nokta baştaki " = " harfidir. "Ba" harfi sayesinde biz Allah'ın ismine ulaşırız. Bütün varlıkların ve varlıkların gelişmesinin ilk başlangıç noktası ve tek isteği olan "Allah-i rahmân-ı rahîm"in ismini; kalbimizde niyet ettiğimiz ve henüz meydana gelmesini görmediğimiz, yapmayı kasdettiğimiz işimize bağlayarak kelimeleri kısa, mânâsı dünyayı kaplayan bir özlü söz söyleyebilmemize vesile olan ancak bu " = bâ"dır.

İşimizde istediğimizi yapmakta ne kadar serbest olursak olalım, yaptığımız şeylerin tam sebebi olmadığımız bir gerçektir.

Çünkü bizim isteklerimiz, varlık zincirinin kesin bir ilk sınırı değildir, onun akışı içinde bir değişme anıdır. Ve bunun için biz bütün iradelerimizin istek ve dileklerimizin aksamadan ve sıkıntısız meydana geldiğini görmüyoruz. Demek ki başarılarımız, her şeyin ilk sebebi ile isteklerimiz arasındaki münasebetin bereketine bağlıdır ki, bu bereket başlangıçta Rahmân'a ait, sonunda Rahim'e aittir.

Biz ister bilelim, ister bilmeyelim kâinatta bu oran, bu ciddiyet, bu ilişki, bu bağlantı bütünlük arzeden genel bir kanundur ve eşyanın var olması, bu kanunun meydana çıkmasıdır. İ

İşte besmele " =bâ"sı ile bizde bu kanunu anlaşılır hale getiren bir sözlü etkendir. Bu his parıltısından kastedilen en son hedef bu var oluş noktasıdır. Bu açıdan besmelenin tefsirinde odak noktası " = bâ"dır ve bundan dolayı besmelenin mânâsı " = bâ"dadır. Bâ'nın sırrı da noktasındadır denilir. Bu hikmete ve bu kanuna işaret etmek içindir ki, Türk şairlerinin övünç kaynağı olan Hâkânî Hilyesi'nde:

"Eğer besmele yazılışında uzatılmasaydı hiç eşya cinsi meydana gelir miydi?" demiştir.

En büyük müfessirler diyorlar ki: " = bâ"nın buradaki bitiştirme mânâsı ya sığınma ve beraberlik veya yardım dilemektir.

Yani hafızamızda meydana gelen ilişki "Allah-i Rahmân-i Rahîm" ismine bir sığınma ve beraberlik hissi veyahut isminin ve (Rahman, Rahim) sıfatları ile isimlendirilen ve delalet ettikleri mânâya göre Allah'ın rahmetinden medet ve yardım isteme hissidir ki, birincisinde besmele ibaresi gramer açısından "hal" , diğerinde dolaylı tümleç olur.

Merhum Şeyh Muhammed Abduh Fâtiha sûresinin tefsirinde zikretmeye değer bir mânâ daha yazmış ve şöyle demiştir:

"Bütün milletlerde ve bu cümleden Arap milletinde de bilindiği gibi birisi bir reis veya büyük bir zat hesabına -ve kendi şahsından bahsetmeden- yalnız onun için bir iş yapmak istediği zaman "falanın adına" der. . Bunun en açık örneğini devlet mahkemelerinde görürüz. Hakimler gerek Ve o zatın ismini söyler ki "O ve onun emri olmasaydı ben bu işi yapmazdım ve yapamazdım." demek olur

sözlü hükümlerinin ve gerek ilâmlarının başında "falan hükümdar adına veya falan reis adına" başlığını söylerler. İşte bunlar gibi bir Müslüman da "şu işe başlıyorum" derken "Ben bu işi kendim için değil, Allah adına, onun emri ile ve ancak onun için yapıyorum." demiş olur.
Bu yoruma göre besmelenin meâli "Rahman Rahim Allah adına" demek oluyor ki, bunun da " = bâ"daki sığınma mânâsıyla ilgisi bulunur. Fakat bunun kısacası başkası adına yapmayı itiraf etmektir. Bir işe başlarken "falan adına" demek "Ben bunu ona isnad ederek, onun yerine, onu temsil ederek, onun bir aleti olarak yapıyorum, bu iş gerçekten benim veya başkasının değil, ancak onundur." demek olur. Bu da vahdet-i vücud düşüncesi ile ilgili bir (fenâ Fillah) durumudur ki, ancak peygamberlik, velilik, hakîm olma ve tasarruf sahibi olma gibi özel manevi makamlarla ilgilidir. Ve bundan dolayı yalnız sûre başlarında bulunmasından dolayı besmelenin bir mânâsı olarak gösterilebilirse de İslâm hukukunun genel olan ve kişinin şahsiyet payını yok etmeye değil, canlandırmaya yönelik bulunan faydalanma ve istifade etme makamlarına tatbik olunamaz.

Mesela yemeğe başlarken besmele çekmek sünnettir. Hâlbuki "Allah adına yemek yiyorum." demek pek hoş değildir. Bunda yalnız "Allah'ın ihsan ettiği yemeği yiyorum." mânâsı anlaşılabilseydi doğru ve uygun olurdu. Fakat yedirmekte değil, yemekte Allah'a vekillik yapmak anlamsız ve edebe aykırı bir söz olur. Hatta "Allah adına ibadet ediyorum." demek de doğru değildir. Çünkü ibadet Allah'a yapılırsa da Allah adına, O'nun yerine değil, kulun kendi vekilliğini kuvvetlendirmek için kendi adına bizzat kendisi tarafından yapılır.

Halbuki "Falancanın adına istiyorum." diyen bir vekilin, bir elçinin veya "Falancanın adına hükmediyorum." diyen bir hakimin makamı böyle değildir. Orada kendi şahsiyetinden tecerrüd ederek istekte bulunmasında veya karar vermesinde bir tek vücud gibi olduğunu meydana çıkarır. Mesela o hâkim, bağlı olduğu hükümet başkanının şahsiyeti içinde kendi şahsiyetini eritmekle yetki aldığı kaynağın asıl olduğunu ve onunla bir vücud gibi olduğunu ilan etmiş olur. Bu da peygamberlik, velilik, hikmet sahibi olmak ve manevi güce sahip olmak gibi özel manevi makamlardan birinde bulunan müslümanın çekeceği besmeleye uygun olabilirse de besmele çekilmesi uygun ve müstehab olan her yerde uygulanması mümkün değildir ve bundan dolayı, besmelenin genel bir mânâsı olamaz.

Hâlbuki yukarıda açıklandığı üzere "Bismillahirrahmanirrahim, her kitabın anahtarıdır." "Bismillah ile başlanmayan önemli işlerde başarıya ulaşılmaz." gibi hadis-i şerifler bize besmelenin İslam'a uygun olan her işimizin başında anahtar olabilecek bir genel anlamını hatırlatmaktadır. Bu da tefsir âlimlerinin açıkladıkları iki mânâdan biri olabilir.
***

Canlar ben bir garip yolcuyum
Valizim yok dünyadan soyundum
Sordum nasıl senin olurum
Senim dedi, seni ancak ben okurum…


Evet değerli kardeşim... hepimiz garip birer yolcuyuz.
Bu yolumuzun bir yerlerinde karşımıza çıkar ve perdeleri biraz aralarsa Rabbimiz şaşkınlık içinde kalıp böyle niye daha önce göremedim diye hayıflanıyoruz... Ama madem ki son nefesi vermeden farkına vardık... şükürler olsun... Hem bu şükrün gereği hem de kendimiz için istedğimizi mümin kardeşimiz için de istemek imanımızın gereği olduğundan bildiğimiz anladığımız kadarını duyurmaya gayret ediyoruz... Herkes duysun anlasın inşallah...

Hakk ve hayırlar diliyorum...
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Dışım NEY'se içim O'dur

Mesaj gönderen halimkok »



Dışım NEY'se içim O'dur

İnsanlara niye deli derler?
Ve akıllı olduğuna şartlanmış insanlar niye korkarlar, başkalarının kendilerine deli demesinden.
Başkalarının ne dediği neden bu denli belirleyicidir ki bizde, “Bir insana kırk gün deli dersen, deli olur…”
Sözüne "YALAN” demeyiz.

İçimizdeki “Deliriyor muyum yoksa?” sorusu neden geçer arada bir aklımızdan.
Henüz deli olmadan ve deli olmanın ne demek olduğunu bilmeden, neden bilmediğimiz bir şeyden korkarız.
Ölümü bilmeden ölümden korkmak gibi… Ve neden korkarız da… Korkumuzun nedenini bilmeyiz…

Bu ve buna benzer nice sorular kafamızın içinde sürekli varlıklarını korurken,
Sıkı sıkı sahip çıktığımız AKLIM-ız buna bir çözüm bulamaz da neden hâl⠓AKILLI” yız. sanarız.

Bunlar benim aklımdan geçenler… Şimdi sizlerle paylaşıyorum… Dileyen deli diyebilir… Dileyen veli…

Biraz sonra olan olayı bilecek olmak ve bilenin kendin olmadığını bilmek…
Bunu bilirken “BİLEN” in kim olduğunu bilmemek… Bilememek… Çok zor…

Kendimi bildim bileli!!!...
Kendimi bilmeye çalışıyorum. Kendimi bilmeye çalışırken… Kendimi bilmediğimi nereden ve
Nasıl bildiğimi ve neden bilmeye çalışmam gerektiğini ise bilmiyorum. Bilmek anlamak istiyorum…
Ama ; “KENDİMİ ANLAYABİLİR MİYİM?” diye sorduğumda ise “EVET ANLAYABİLİRSİN” veya “HAYIR ANLAYAMAZSIN”
cevaplarından birisine ulaşmak şöyle dursun… Cevaplayamadığım bir sürü yeni soru sormama neden oluyor bu soru…

- Kendimi anlayabilir miyim? Kim anlayacak? ; Ben
- Kimi anlayacak? ; Beni
- Anlamak isteyen ben ile anlaşılması gerektiğini düşündüğüm ben… Ben iki ayrı ben miyim?
- Anlamaya çalışan ben, anlamadığımı nasıl biliyorum ki anlamam gerektiğini düşünüyorum. Eksiği bilmek için TAM’ı biliyor olmak gerekir. Benlerden BİR’i TAM’ı biliyor olmalı ki ondan farklı olan EKSİK olanı bilebilsin… Mantığım bunu söylüyor veya aklım… Ve aynı aklım diyor ki;

Hem “TAM” olan hem de “EKSİK” olan sende ise… Sen bunlardan hangisisin? Birisi mi… diğeri mi… her ikisi mi… yoksa her ikisi aynı iken, sen… BİR’i iki mi görmektesin…

Damla DENİZ’den ayrı mı?
Hem “VAR” hem O’ndan gayrı mı?
Bu, NEFS’inde YOL ayrımı,
Hikâye, MASAL misali…



“…karşıdaki tepenin yamacından bir motosiklet hızla gidiyordu.
Hani yanına ek takıyorlar ya römork mu deniyor… Bir kişi römorkta bir kişi de motorun üzerinde…
Yollar asfalt değil maalesef... Sesi de yankı yapıyor dağlardan… Gözümü dikip bakmıştım ama
Ne çıkardığı ses… Ne de kaldırdığı toz toprak değildi bakmamın nedeni.

Motorun varmak üzere olduğu ileride bir noktaya takılı kalmıştı gözüm.
Çünkü biliyordum ki motosiklet oraya geldiğinde devrilecekti…”


http://www.muhammedinur.com/modules.php ... e&pid=3100

İşte bu dönem kendimi bilmeye başladığım dönemdi… O günden sonra buna benzer birçok olay daha yaşadım… Ama aynı zamanda şunu da yaşadım ki; Bu bilişler benim istememle, beklememle gelen şeyler değildi… Çünkü geldiği andaki hisleri yaşarken zaten kendim olmadığını hisseden benim…

Peki, ama o arada gelen kimdi? Neye göre geliyor neye göre gelmiyordu…
Gelmese de sürekli bir yerlerden beni izlediği hissini hep hissettim…
Bu öylesine inkâr edilemez bir şeydi ki benim için aksine, yani beni izleyen kimse olmadığına kendimi inandırmak için bakkaldan şeker çaldım… Yeri geldi belediye otobüsüne bilet atmadan bindim… Vs

İşte dedim… Yapabiliyorum… Bununla rahatlayacağımı. Gözlendiğim duygusundan kurtulabileceğimi sandım…
Engel olmamıştı yapmama fakat… Sonradan yaşadıklarım bana hep gösterdi ki;
Belki engel olmuyor, sana dilediğini yapma imkânını veriyor ama öyle bir hâle sokuyor ki sonradan…
Bırak yapmayı… Hiç düşünmemiş olmayı tercih ederdim… Otobüse bilet atmadan bindiğimde cebimdeki on tane bilet çamaşır yıkanırken hamur haline geliyordu… Biletlere üzüldüğümden değil… Yenilmişlik duygusu…
Veya bakkaldan ikinci kere şeker çalmaya kalktığımda suçüstü yakalanıyordum… Bakkal amca keşke bir tokat vursaydı da gönderseydi; Ayıp değil mi çocuğum, günah değil mi… hem senin gibi bir çocuğa yakışıyor mu bu yaptığın… Diyordu. Sanki beni gözleyenin bana söylediği şeylerdi bunlar… Zaten hep içimde duyduğum şeylerdi… Ne zaman yanlış yapsam… Günah neydi? Niye bana yakışmıyordu? Günah diye duyduğumuz birçok şey hiç te içime sinmezken gerçekten de bu yaptığımın günah olduğuna beni inandıran o suçluluk duygusu nasıl oluşuyordu içimde…


Buna benzer olayları yaşayarak görünce O’na rağmen bir şey yapamayacağımı ağır bir mağlubiyet duygusu ile kabullenmek zorunda kaldım… Bu mağlubiyet ve mahcubiyet ile bir dönem düşünmemeyi… Sanki hiçbir şey yokmuş… Hiç öyle bir şeyler başımdan geçmemiş gibi davranma yolunu seçtim… Unutma, unutturma gayretlerine girdim… Ama ben unuttum desem de, düşünmesem de O hatırlatıyordu…

Bir gece anam beni uyandırdı telaşla… Yaz günüydü… Ramazan ayları…
Ortaokul yıllarımdı… Oruç tutmuyor, namaz kılmıyordum… Yeni başlayan ergenlik yıllarım, içimdeki fırtınalara yeni fırtınalar eklemişti… Asabileşmiştim iyice…

Anam beni telaşla uyandırınca sinirlendim… “Ne var ana yaaa… n’oluyor “… dedim…
Anam;
—Oğlum sahura kalkamamışım, uyuyakalmışım… Ama birisi yüzüme su serpti… dedi
—Kim serpti suyu ana… dedim…
—Ne bileyim oğlum… İşte ben de onu soruyorum… Dedi
— Ana boş ver… Rüya görmüşsün… dedim
—Oğlum yookkk… Vallahi de billahi de. .bak yüzüme, ıslak daha…
—Terlemişsin ana… dedim…
—Ah oğlum ahh… dedi anam… Anlatamamış ve beni inandıramamış olmanın üzüntüsüyle…

Oysaki ben anlamamış değildim. Anlamak, düşünmek istemiyordum sadece… Anam daha uyandırdığında anlamıştım ne olduğunu ama… İşte içinden çıkamadığım o hâle… Unutmaya çalıştığım şeyin yeniden hatırlatılmış olmasına kızdığım için… Yani kaçamayacağımı anladığım için… Yani yine mağlup olduğum için…

Geçiştirmiştim anamı… Ben teklik içinde yaşamak istiyordum…
"Dışım NEY'se içim O'dur" demek istiyordum...
Anlayamamak beni sıkıyordu… Anlaşılmak istiyordum… Yapamadığım için unutmayı seçiyordum ama unutmama da izin verilmiyordu.

“…İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.” Kıyame Suresi - 36

Kalabalık bir ailemiz vardı… En başta babam yanındaydı… Anam onca kişiden niye beni seçti uyandırmak ve yaşadığı olayı anlatmak için… Hem biliyordum, hem bilmiyordum…

Kapana sıkışmışım gibi… Neden en basit şey bile istediğim gibi olmuyordu… Niye gönlüme göre değildi…
Ya da gönlüme göre olsa bile neden gönlümdeki şeyi o kadar da istemediğimi düşünüyordum sonradan.
Sanki bir meydan okuma vardı; dilediğini iste… Bedelini göze alabiliyorsan sorun yok…

Çünkü bazı istediğim şeyler olduğunda sanki aşağılandığımı hissettim… Al işte bunun için miydi bu yaygara… Değdi mi bari der gibi hissettim… Ve daha da önemlisi değmediğini hissettim…

Bunu bilmek acizliğimi, mahkûmiyetimi hatırlatırken bana… Özgür ve cesur olduğumu göstermek isteği yakıyordu içimi bir yandan da… Kanımın damarımda deli aktığı zamanlardı. Hayat vardı dışarıda ben kendi içime mahkûmken…

Uzaktan baktım hayata… Görünce içimi yakan güzele…
Seviyorum diyemedim… Demeyi istediğim halde… İstemekten korktum…

Buruk gönül…
Yine niye kırık gönül,
Sevdalarda gözün kaldı,
Sanki, sevmeye yüzün kaldı.
Sevgiler hep çürük gönül.

Vazgeçtim isteklerimden… Hepsinin boş olduğuna inandırmaya çalıştım kendimi… Çünkü ne yapsam kesin doğru olan yolu seçtiğim inancını taşıyamadım bir türlü… Akıntıya bıraktım kendimi… Ne olacaksa olsun dedim… Hiç olmazsa cebelleşmekten iyidir…

Cebelleşmeyi bıraktım hayata baktım sadece… Evin penceresinden dışarıda neşe içinde oynayan çocukları izler gibi uzaktan izledim. Ama ben de bir çocuktum işte. .tıpkı oynarken her şeyi unutan o çocuklar gibi belki de her şeyi unutabilirim diye aralarına katılayım istedim… Başım cama çarptı. Katılamayacağımı anladım… Zaman geçip gidiyordu…

Yollar mı, zaman mı akan, yoksa GÖNÜL mü akmakta,
Yüreğimde bana bakan, mahzun çocuk ağlamakta,
Buğulanmış gönül gözüm, gördüğünü YAR sanıyor,
Özlem ateş dolu pınar, içtikçe özüm dağlamakta.

Biraz durunca, düşününce… Ya da düşünmeyi bıraktığın anda…
Bazı şeylerin sanki kendiliğinden olmaya başladığını görüyor insan…
İşte böyle bir dönemdi… İlk defa kendimle daha sakin ve serinkanlı yüzleşmeye başlıyordum.
Hayata bakarken kendi hayatımın farkını da gördüm… Ve neden bu fark diye sormaya başladım

Durumu tespit edince insan… Bu durumda ne yapılabilir sorusunu soruyor haliyle…
İki arada bir derede geçen dönemin sonuna doğru artık kaçmak yerine aramaya başladım…
Çünkü geçen zamanın farkına vardım… İlkokul, ortaokul derken liseye gelmiştim artık… Oysa ben hep aynı olduğum gibiyim sanıyordum… Büyüdüğümü fark etmemiştim bile…

Hayatı izlediğim pencereden içeriye bakanları görünce anladım bunu… Birileri benim varlığımı fark etmişti. Onca eğlenceli oyunun arasından… Nasıl bakmıştı da görmüştü ki beni… Sıkıntıdan başka paylaşacak bir şeyi olmayan ben… Ne anlamım olabilirdi ki böylesine eğlenceli hayatı olan birisi için…

Ama anladım ki kimsenin hayatı da dışarıdan görüldüğü kadar eğlenceli değilmiş…
Onlar da bir nevi kaçış kurtuluş yolu olarak bunu seçmişler… En azından böyle olan insanlar tanıdım…
O insanlarla konuştukça fark ettim ki bazı soruların cevabını hep kendi içimde saklanarak bulamayacağım…
Niye kendi içime saklanıyordum… Çünkü yaşadıklarımı kendim anlamlandıramıyordum ki başkalarının anlamlandırması mümkün olsun… Deli mi diyecekler bana… Ve temelli yalnız kalacağım belki de…

Bu yüzden ben ikilikten kaçarken diğer yandan kendimi ikiliğe mahkûm ediyor olduğumu fark ettim.
Diğer insanların beni anlamayacağını düşünerek, dışımda onlardanmışım gibi davranıyordum…
Bu iki yüzlülük değil miydi? Oysaki ben ikiyüzlü değildim… Biliyordum… Nasıl anlatabilirdim ki…
Ya da onlardan nasıl anlamalarını bekleyebilirdim ki… Kendim anlamazken…

O zaman önce kendim anlamalıydım… Şöyle veya böyle… Neydi meselem… Kaçmak yerine artık yüzleşmek ve bir şekle sokmak zamanı gelmişti… Sorularım vardı cevap bekleyen… Madem insanlarla paylaşamıyorum o zaman paylaşan insanlar vardır diyerek kitaplara, okumaya sarıldım…


“ … Düşünerek, okuyarak, konuşarak günden güne bazı cevaplar bulurken,
Bir yandan da yeni sorular gelirdi önüme…”


"Kim getiriyor bunları aklıma."
Diye düşündüğümde;
Cevap kolaydı... Allah derdim...

"Neden." diye sorduğumda ise;
Bunun cevabını o kadar kolay veremezdim.

Ama Allah tüm soruların cevabını biliyordu. Biliyordu da O'nu nasıl bulmalı da cevapları almalıydı.

Gökyüzünde bulutların arkasında hayal ederdim Allah’ı... veya gökyüzünün de ardında.
Ama sonuçta oralarda bir yerlerdeydi işte... Beni görüyordu ama ben O'nu görmüyordum.
Kim bilir ne düşünüyor benim hakkımda derdim. Acaba ben mutsuzken bana nasıl bakıyordu,
Belki de bulunduğu yerden için için gülüyordu bana... Eğleniyordu benimle... Bunun için mi yaratmıştı beni.”

http://www.muhammedinur.com/modules.php ... e&pid=3147


Sorular vardı ama tüm soruların kökeninde Allah’ı arayış vardı… Bilerek veya bilmeyerek
Tüm kitaplar TEK BİR kitabı anlatıyordu aslında; KUR’AN-I KERİM’i
O’nu kim anlatmıştı bize… Allah’ın Resulü… Hz. Muhammed Mustafa SAV…

Peki, bunca zaman… Soruların içinde debelenip dururken niye hiç sormamıştım kendime?
- Allah’ın Resulü niye girmişti de rüyama… Neler anlatmak istemişti bana yıllar önce…

Tüm bunları niye anlatıyorum şimdi… Çünkü anladım ki hayat bir şekilde bizi aramaya itiyor… Ve bu arayış içinde neredeyse kaybolmak tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor insan… Hele de genç iken… İşte istiyorum ki o gençler yalnız olmadıklarını bilsinler… Kendileri gibi olan birileri olduğunu bilsinler… Ne deli ne veli olmak değil mesele… Ne olduğunu bilmek… Kendini bilen Rabbini bilir buyurulmuş… İnşallah bilenlerden olalım… En azından yalnız değil hep BİR’lik ve BİZ’lik içinde arayanlardan olalım…

Bugün 20.05.2008… Aşağı yukarı 3 saattir bunları yazıyorum… Aynı arayışlarımın içinde… Arayanlara da ulaşmak duası ve isteği ile… İçimden geldiği gibi…

İnşallah hayırlara vesile olur… İnşallah yine içimden gelirse devam eder inşallah…

Selam, sevgi ve muhabbetlerimi gönderiyorum arayanlara, bulanlara, olanlara…
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
anlamak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 546
Kayıt: 12 May 2008, 02:00

Mesaj gönderen anlamak »

ahhh ki ne ahhh
anlaşılıyorsunuz ama anlatamıyoruz...tıpkı sizin dediğiniz gibi var bir şeyler ama nasıl ve ne şekil anlatmalı ki su yolunu bulsun...bu sessizlik beni bitiriyor...ağlamak istiyorum ta ki kalbimin acısının bu gözyaşlarının dindireceğine inanana dek...
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/anlamak.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen halimkok »

İşte o genç kardeşlerimden birisi sensin Engin kardeşim...

Ben senin içindekileri içimde duyuyorum... Kıvranışlarını hissediyorum...
Ağlamaktan korkma güzel kardeşim... ağlamak O'na halini arzetmek gibidir... sevgi ve şefkat talebidir gönlümüzün...

O gönülden çıkan hiç bir sese kayıtsız kalmaz Engin Canım...

Birimizin anlayamadığını belki birimiz anlarız, anlatırız...
Ve o birimiz de belki başka birine anlatır ya da bana anlatır anlayamadıklarımı...

Ben gönüllerden dökülenlere hasretim Engin Can... çünkü her gönülde benden bir şeyler var... sen anlattığında aynı şeyi sen de yaşarsın...
Görürsün ki senin gibi, senden bir çok şeyler taşımakta gönüller...

Burada BİR'lik ve BİZ'lik içindeyiz Allah'ımızın lütfuyla, ihsanıyla...


"Yûsuf dedi ki: "Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir. " Yusuf Suresi -92

Burada kimseye kınama yok kardeşim...
Allah yolumuzu açık etsin inşallah ve açık etmiştir de zaten... yoksa bugün burada ve bu halde olmazdık...

Sevgi ve muhabbetle
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
senim
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 106
Kayıt: 21 Şub 2008, 02:00

deli diyorlar sana

Mesaj gönderen senim »

Deli olmaktan korkulur mu…

Yoksa deli olunmaz DELİ DOĞULUR MU…
AŞK dediN verilmekte… İlim dediN dökülmekte… Deli diyorlar sana hiç DELİ den zeval sorulur mu…

İçimin yanışı nedendir… Kimden üzüntüm kime isyanım neye HASRETİM… Deli diyorlar sana hiç delinin AŞKı yüzüne vurulur mu…

O na da dediler DELİ diye büyülenmiş diye… Hiç DELİ ye RESULLUK sunulur mu… O ancak AŞKIN DELİli…Az olmasın 39 defa daha de DELİ diye… İnsan-ı Kamil olmak yolunda delirmek gerek ise…

And olsun ki içinin daraldığını biliyoruz…

…

EDEP YA HU…
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/senim.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen halimkok »

Sen sen misin SENİM... yoksa ben misin...
Yoka beni gözleyen misin..Nİye ağlatıyorsun O'nun gibi şimdi beni.
Ellerim titriyor yazamıyorum...

Allah razı olsun...
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
senim
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 106
Kayıt: 21 Şub 2008, 02:00

...

Mesaj gönderen senim »

O hazineler aktığında NUR-U AYNADA HOCAM
DUA et de kavuşalım AŞKIYLA YANDIĞIMIZA...

ALLAH sizden SİZ ALLAH tan razı olun inşaALLAH Hocam...
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/senim.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
katre-iNur
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 272
Kayıt: 13 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen katre-iNur »

Dünya ve ahiret

Bu dünyada bulunan bütün şeyler öbür dünyanın (ahiret) birer örneğidir. Yani bu dünyada görülen her şey ahirette de böyledir.

Mesela, zahmet çekmeden bir dünya işi müyesser olmadığı gibi ahiret işi de müyesser olmaz. Bunun için: "Dünya ahiretin tarlasıdır" denilmiştir. İnsan burada ne ekerse, orada onun semeresini toplar.

Bu dünyada aranılıp, kavuşulan huzur, tıpkı bir şimşek gibidir; çabuk gelir geçer. Dünya zevkleri misk kokusuna benzer, koku da (araz) geçici bir belirti olduğundan kalmaz. Kokuyla yetinmiyerek miski arayan kimse doğru bir iş yapmış olur. Dünya altın kaplı kalp para gibidir; yani değersiz ve bir köpük parçası gibi olan bu dünya kalptır. Ve bu dünya o mutlak visale göre birer yük, azap ve zahmettir. Bu dünya sükun ve huzurunun dayanağı gaflettir.

kalp: Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.

Mevlana
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen halimkok »

Sevgili KUL kardeşim eline, emeğine sağlık...

Allah'ın nice dostları hep söylemişler anlatmışlar, lâkin anladığımı sandığım şeyleri anlamadığımı sonradan fark ediyorum...

Diyorum ya Yunus'un bir ben vardır bende benden içeri... sözünü ben yıllar sonra anlayabildim...

Anladım da ne oldu... bu sefer de o benden içeri olan "BEN" in peşine düştüm... Bu arayış ne zaman biter... herhalde ancak ölünce...
TEVHİD'e ulaşsak bile ondan öteye de yol bitmiyor ki...

YOL uzun, yol çetin... hele de yalnızken...
BİZ'lik içinde inşallah... BİR'lik içinde...
Selamlar...
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen halimkok »

İşte o gençlerden birisi daha...

"İçim öyle bir sıkılıyor ki. Tansiyonum fırladı sanırım. Yere düşecek gibiyim. Sıcak mı çarptı, nazar mı değdi, sınav stresi mi yoksa sevda belası mıdır mi anlamadım.

Belki hepsi belki de hiçbiri.
Ben de bilmiyorum derdimi.


Halim ben Allah’a mektuplar yazmaya başladım...
Hani demiştin ya Allah kıskanç bir sevgili gibidir diye...
Ben de öyle kabul ediyorum ve avuntu ve sevgi mektupları karalıyorum.

Ve bu mektupları da kimseye okutmamaya karar verdim... Sadece bizim özelimiz kalsın diye.

İçim bu aralar çok sıkılıyor... Allah yüreğimi sıkıyor kendini unutturmamak için adeta.

Kütüphanedeyim şu an, biraz önce yanımdan bir kız geçti, uzaktan tanıdığım biri. Psikolojisi bozulmuş sürekli etrafa gülümseyerek dolaşıyor.

Küçükken…
...
Ne acı Allahım...

Ya sabır derken bir yandan da elhamdülillah demeye çabalıyorum.

Halim sanki, hayat benim için özel bir şey hazırlıyor gibime geliyor, daha doğrusu Allah... Nerelerden nerelere evrildim ve hala evriliyorum.
Ve maşallah Allah bozmasın sabrımın katsayısının, geçmişimde yaşadığımız bazı sıkıntılar yüzünden o kadar genişlediğini fark ettim ki.
…
Gürültünü, patırtının, kaba gücün hiç bir işe yaramadığını yaşayarak sindirdiğim için, şu an arkadaş çevremde karşımda çocuk gibi davranan insanlara cevabım susmak oluyor...

Ama içimden sabır diyorum...
Öyle zor ki haklı olarak sırf birinin kalbini incitmeyeyim diye susmak... Sırf Allah için...
O'nun yarattığı bir kul olduğu için. Kâbe yıkmamak için.

Mevlana hazretlerinin şu sözü hatırıma geliyor da dayanıyorum belki de;
"Ey Müslüman! Sen bizzat edep iste. Edep her edepsize sabretmektir ancak...
Falan kişinin kötü karakteri ve huyu vardır diye şikâyet eden kişi, bil ki kötü huylu olduğu için kötü huyluyu kötüler.
Güzel huylu, kötü huylulara sessiz kalan kötü karakterlilere tahammül edendir.


Ev arkadaşlarım çok kızdırıyor... Bırakmıyorlar ki günahlarımı kendi gözyaşlarımla temizleyeyim... Vardır her işte sevgili Allah'ımın bir bildiği.

Az kaldı şu finalleri hayırlısıyla vereyim eve gideceğim inşallah... Bana dua et... Sınavlarım için...


***(Hepimiz dua edelim inşallah... HER SINAVDAN YÜZ AKIYLA ÇIKMAN ve ÇIKMAMIZ İÇİN) ***

Bana gelecek bu sürpriz ne olacak bilmiyorum ama tatlı olma ihtimali gibi acı bir sürprizde olabilir... Ama sabır, bu bulmacanın bir parçası. Ve rüyalarım, yıldızlar… [b]Allah yazan yıldızlar...[/b]
Ve sadece bana kendini gösteren sonra silinen yıldızlar…

Ne olacak acaba… Hayır, olsun inşallah.
Sınav notlarım parlasın, ömrümüz imanımız edebimiz ilmimiz parlasın inşallah.

Sözü çok uzattım keseyim artık... Kendine iyi bak.

Senin kalbi güzel âşık can arkadaşlarını bu adresime eklemeye karar verdim.
*** (Bizleri Can ve derdine derman bilen birisi... BİZ'den olmaya geliyor...İnşallah kucaklayalım gönlümüzle...) ***

Sen bana adreslerini izinlerini alarak yolla. Ya da direk eklesinler beni.

***(DUYURULUR kardeşlerim... Bu KIZKARDEŞİMİZLE, BİR ve BİZ olmak isteyenler lütfen bildirsinler ve izin versinler ki adresinizi verebileyim)***
...

Allaha emanetsin can… hoşçakal."
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

"YOK", YOK mudur, VAR mıdır?

Mesaj gönderen halimkok »

YOK, YOK MUDUR?- VAR MIDIR?

Aslında iki ayrı seçenek var gibi görünüyor; Yazı ya da tura gibi…
Ama biraz düşününce… “YOK YOKTUR” demek ile”YOK VARDIR” demek aynı sonucu veriyor.

“YOK YOKTUR” denildiğinde, “YOKTUR” diyerek “YOK” un varlığı reddedilmiş olunuyor.
Ancak YOK’ u reddederken kişi iddiasını reddettiği şeye dayandırıyor ve kendi iddiasını geçersiz kılıyor. “YOKTUR” un geçerli bir iddia olması ancak “YOK” un kabulü ile mümkün olur. Öyle olunca da YOKTUR diyerek reddettiğini aynı zamanda kabul etmiş olur kişi.

Bu bir yerde şuna benzer; “Ben daima yalan söylerim” diyen bir kimsenin bu sözü doğru ise en azından bu defa doğru söylediği için DAİMA yalan söylemesi geçerli bir iddia olmaz.

Bu sözü doğru değil yalan ise o zaman da DAİMA yalan söylüyor değildir ve yine sonuç değişmez.
Bu sözü söyleyen kişi hiçbir durumda DAİMA yalan söylüyor olamaz.

Öyleyse olmayan bir şeyle hüküm veremezsin. YOK’un reddini başka şekilde… YOK’a dayanmadan yapman lazım.

“YOK VARDIR” denildiğinde ise insan diyebilir ki;”VAR dediğin şey nasıl YOK olur?”


Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde YOK;
1-Olmayan, bulunmayan şey
2- sıfat Bulunmayan, mevcut olmayan (nesne, kimse vb.), var karşıtı.
Olarak tanımlanıyor.

YOK’tan kasıt… ŞEY’in vücut bulmamış olması ise;
Biliyoruz ki VÜCUD bulan ŞEY’ler Allah cc’un “OL” demesiyle olmuş ve vücud bulmuştur.
Allah cc’u “VAR” ettiği her “ŞEY” i İLMİNDEN var etmiştir.
VAR etmedikleri ise O’nun murad etmemiş olmasındandır. İlminde bulunmuyor değildir haşa.
Çünkü O her yönüyle sınırsızdır ve elbette ki O’nun İlmi de sınırsızdır
Öyleyse bir ŞEY’e vücud vermemiş olması o ŞEY’in var olmadığı anlamına gelmez.
Çünkü o ŞEY, O’nun ilminde mevcuttur.

Bir ŞEY’e “YOK” diyebilmek için haşa Allah cc’un bilmediği, ilminde olmayan bir şeyi biliyor olmak gerekir ki bu da mümkün değildir.

Öyleyse gerçek ve mutlak anlamda YOK’tan bahsedemeyiz.
Ancak “VAR” dan bahsedebiliriz. Varlığını bilmediğimiz şey için ise YOK diyemeyiz. Hüküm vermek için BİLMEK gerek. Oysa ki insanın bilgisi OL-AN’ı bile anlamak için kâfi değildir.


Bakara Suresi – 255: Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar.

Ölünce YOK olacağını ZAN-nedenler biraz YOK- luk üzerinde düşünseler diyeceğim ama VAR-lık üzerinde düşünseler daha kolay anlayacaklar İNSANIN VARLIĞININ EBEDİ OLDUĞUNU. Çünkü VAR’lığın VAR edilişindeki murad zaten insanın düşünmesi, anlaması, bakması, görmesi, akıl etmesi, ibret alması vs. sık sık hatırlatılır Kur’an- ı Kerim’de. Hâl böyle iken “YOK” luk anlayışımız bizim zannımız olarak kalır. Diğer bir çok zannımız gibi…

Oysa ki Allah cc. buyurur ki;


Enam Suresi – 116: Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak ZANna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.


Yunus Suresi – 36: Onların çoğu ancak ZANnın ardından gider. Oysa ZAN, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz.

Yunus Suresi – 66: Şüphesiz onlar ancak ZANna uyuyorlar ve sadece yalan söylüyorlar.

Casiye Suresi – 24: Dediler ki: "Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder." Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece ZANda bulunuyorlar.

Hucurat Suresi – 12: Ey iman edenler! ZANnın bir çoğundan sakının. Çünkü ZANnın bir kısmı günahtır.

Necm Suresi – 28: Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece ZANna uyuyorlar. Şüphesiz ZAN, hakikat namına hiçbir şey ifade etmez.



Üzerinde çok fazla düşünmeden beynimizin kabul ettiği bir çok şey, sanki doğrularmış gibi kalır aklımızda, zihnimizde…
Allah cc’ ya şükrederken bazen şöyle denir; Bizleri YOKTAN VAR EDEN ALLAH’a şükürler olsun.
Allah cc’ ya elbette ki şükürler olsun, lâkin şükrümüz ZAN-nımıza dayanmasın ki makbul bir şükür olsun diye düşünüyorum.

Hazır düşünmüşken bir de şu düşündüğümü de paylaşayım istedim.


Resim

Yukarıdaki resimde Allah cc’un adı baştaki Elif’i ayırdığımızda kalan gövde aynen üzerindeki ŞEDDE’ ye benzer. Arapça’da Şedde biliyorsunuz İKİ HARFİ TEK HARF YAPAR. AMA İKİ DEFA OKUNUR.
ŞEKİLDE; İKİ, BİR OLUR… SESTE İSE ; BİR, İKİ OLUR.


Şedde: [1] Arapçada birisi cezimli, diğeri harekeli iki harf yanyana geldiğinde tek harf olarak yazılır ve harfin üzerine ters m şeklindeki şedde işareti konur. Örneğin اِنْ نَ, iki tane nun yanyana gelmiş birincisi cezimli ikincisi harekeli, şimdi iki harfi tek harf olarak yazıp üstüne şedde işareti konur ve vurgu yaparak okunur: اِنَّ gibi. Türkçe olarak, birincisi (in—ne) ikincisi ise (innnne) diye birleştirip vurgu yaparak okunur.


Elbetteki en doğrusunu Allah cc. bilir.
En son halimkok tarafından 22 Tem 2008, 22:41 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Sevgili Halim Can bu bana mantık derslerindeki önerme çesitlerini hatırlattı.
Sagolun ALLAH razı olsun kardeşim Kur'an ile guzel bir bagdaştırma yapmışsınız.
Cenabı ALLAH herşeyin varından yaratmıştır degil mi?
“Yoktan yaratmıştır” diyenlere şu fıkrayı örnek verelim kardeşim:

İki adam bir dava üzerine mahkemede kadının karşısına çıkarlar. Kadı sorar sizin sorununuz nedir?
Efendim der, bu adam benden "hiç bir şey" istiyor, benim bir türlü yakamı bırakmıyor tutturmuş "bana hiç bir şey vereceksin" diyor. Kadı soruyor oğlum sen ne istiyorsun bu beyefendiden?
Efendim ben "hiç bir şey" istiyorum. Bana "hiç bir şey" versin, vermiyor ki bu adamdan davacıyım ben diyor.
Kadı aşağı yukarı adamı süzüyor, peki anlaşıldı diyor.
Bak evladım diyor, şurda salonun ortasındaki kilimi görüyormusun?
“Evet efendim” diyor.
Git tut ucundan onu, tuttunmu diyor?
“Evet efendim” diyor.
Kaldır bakıyım ucunu, kaldırdınmı?
“Evet efendim.”
Bak bakıyım altına, ne görüyorsun altında?
“Hiç bir şey efendim!”
Haa o zaman al o hiç bir şeyi de git evladım...

Selam sevgi ve muhabbetle
Gariban
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

sevgili kardeşlerim,
İslam Dinimizin temeline oturtulan câhilce bir yanlışı ne güzel ifâde ettiniz.
Hani eskiden küçük çocuklara bir kardeş daha gelince :
"Bu kardeşini leylek getirdi!" derlerdi.

Zâtullahı anlayamamış olmaktan kaynaklanmakta bu yanlış.

Hiç bir "
ŞEY" yaratılmadan önce ki tek doğru söz :
"Vâcibü'l-Vücûd olan Allahu zü'l-Celâl VAR!" idi.
Söz bitti.
Başka VAR veya YOK ne demek?
"
Allah cc yoktan var etti!" derken hâşâ Allah cc ile birlikte bir yokluk mu vardı ki oradan yaratsın!

Allahu zü'l-Celâl Kaza-Kader, İrade ve Meşiyyeti ( Dilemesi) ile "
Kûn! OL!" buyurur ve Kef, Nuna varmadan : "Feyekûn : OLuverir!"

El Âlim ve EL Alîm olan Allahu zü'l-Celâl e hamd ü senâlar olsun ki
sizler gibi kemâlâtta yol alan can yoldaşlarımız var..

Allahu zü'l-Celâl Yardımcımız olup korusun!
Resûlullah sav YÂRimiz olsun yanımızda olsun dâima!
Muhammedi Muhabbetle...



ZEVK 834

“Kün! Fe yekun” tecellîsi, küredeki fitne-felah
Zerrenin zuhur zevkidir, şehâdeti Şe’en-i Şah
Sohbetle soyup sûretin zikirle arıt özünü!
Lâ Fâila – Lâ Mevsufa, ilâhe ilâ ALLAH!..

28.04.1991 02:04 Shr.

Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9091
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

VAR…

İki kapılı şu Handa
Uyan Âşık, Cânân Canda
“Destur!” dile bu meydanda
Zincir kıran deliler VAR!..


Saça-sakala bürünen
Aslından ayrı görünen
Ten kefenine sarınan
Uyur gezer ölüler VAR!..


Subhân Sînesinde yatan
Her nefeste doğup-batan
Işığı Arşı aydınlatan
Şah’ın Şemsi Velîler VAR!..


Gönül bağın sökenlere
Gözün yaşın dökenlere

Dergâha diz çökenlere
Umut ufku ulular VAR!..


Dinle İhvâni Kıtmiri
Yıkasın özünden kiri
Ehl-i Beyt ebedi diri
Sırr sebili Aliler VAR!..


16.12.1990 22:29
Resim
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen halimkok »

YOK, “YOKTUR” diyor iken “YOK”a VAR-lık veriyorsun,
İsmi varsa kendi de var, YOK’u nasıl görüyorsun.
ŞART'a BAĞLI VAR” dır "YOK"-luk, “OL” dediği olur O’nun,
“YOK” dediğin İLMİ’nde VAR , O SINIRSIZ, biliyorsun.


Kuran-ı Kerim'de bir çok ayette geçer; Allah cc'ya inanmayanlar mucizeler ister Allah'ın Dini'ni tebliğ eden Nebi ve Resullerinden... Görmekdikleri, dokunamadıkları bir şeye inanamayacaklarını söyleyerek GÖREBİLECEKLERİ VE DOKUNABİLECEKLERİ TAŞLARI, PUTLARI İLAH EDİNİRLER. Ama aynı zihniyete sahip insanlar göremedikleri, dokunamadıkları, bilemedikleri YOK'a inanırlar.

İnandıkları şeyi de tarif edemezler, edebilmeleri de mümkün değildir.
Kendinde olmayanı veremezsin, kendinde olan ise zaten VAR-dır.

Senin için benim rüyalarım var mıdır yok mudur?
Benim için benim rüyalarım var mıdır yok mudur?

Elbetteki VAR-dır... görüyoruz desek gören göz değil, duyuyoruz desek duyan kulak değil.... dokunmak hiç mümkün değil... böyle olduğu halde VAR-dır benim rüyalarım hem senin için hem benim için VAR-dır.

Gece bir kardeşimle sohbette geçti bu YOK konusu... Yazsan ya Halim bunları... dedi.

Ben de baktım sabah namazına az bir şey kalmış... haydi dedim unutmadan yazayım. Yazdıklarınızı okuyunca iyi ki de öyle olmuş ta yazmışım dedim.

Allah razı olsun BİZ-lerden
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Mesaj gönderen gullale »

Var dediğimiz, varlıktan haberdar olmayı, akıl ile duyular ile algılamayı ifade ediyor.
Yok dediğimiz varlık sahasında mevcut olmayanı değil mevcut olduğu halde hali hazırda orada olmayanı, duyularımız dışında kalanı tanımlayan bir ifade oluyor.
Zira varlığından öyle ya da böyle haberimizin olduğu şeye yok diyebiliriz. Yok oluşu da var olmamasından değil o hal o şart o zaman o mekan o birim halinde yer almayışındandır. Var olduğunu bilmediğimiz bir şey'e yok diyemeyiz.
Önce varlık sahasında oluşundan haberdar olacağız ki eseri vücut bulmadığı noktada yokluğunu konuşabilelim.
Bu yok ile bu var işi de tam burada akılları karıştırıyor.
Aklımızın külle ulaşmamasına arız olan bir durum. ALLAHTAN başka bir boşluk olmayacağına ALLAHın dışında bir mekan zaman güç bilgi irade olmayacağına göre varlık ve yokluk için koyduğumuz kaydı her şart ve duruma aksettirirsek yani kıyas yaparsak ALLAHA rağmen, ALLAHA karşı diye bir durumun asla ve kata olamayacağını da idrak ederiz.
Yüceler Yücesinin zatından gayrı bir oluşum yeri şekli olması ONUN dışında ONDAN gayrı olan bir mekan tanımını ve oluşu ifade eder ki ZATın dışındaki ZATı kavrayan içine alan bir durumdan bahsetmek gerekir bu da mümkün değildir.
Bunun idraki de ZÂTının ilim, kudret ve yapışlarının bu aklımız ile fehmeyleyemeyeceğimiz bir varediş ile hasıl oluşudur.
Dünya aleminde Varlık aleminde Sebepler aleminde algılanan varılan verilerle bu var ve yok oluşun izah edilemeyeceğinin göstergesidir.
Var olan bir şeyin hali hazırda olmayışı yokluğun ifadesi olup var dediğimiz şey ise aklımızın duyularımızın algıladıkları olduğuna göre algılamadıklarına yok denilemez bilinmediği için, varlığı söz konusu bile olmadığı şeyi tanımlayıp olmaması durumunu izah edemeyeceğimizden, ki hayal, fehm, fikir, düşünce gibi algılarımıza giren ne ise var dır yok denilemez. ALLAH vardır, ilah yoktur.
Bu şeriat ile öğretilen bir cümledir.
Var denilen ile yok denilen nedir?
ALLAH var ise ONDAN başka YOKTUR. ALLAHTAN gayrı yoktur..!
Varlık ONUNLAdır ve ONUN kadardır.
ONUN künhünü bilmediğimizden sınırını da bilmemiz mümkün değildir, bu akıl ve idrak ile...ve's-selam...
Sürçü lisan ettik ise affola...
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

çok harika görüşler sunulmakta ve gelişim gösterilmekte yüreklerimizde şükür.
bendenizin Tâlim-Terbiye Okulu genellikle dağlarda bağlarda gezen Hak Dostlarının sadrları olmuştur.
Beni tanıyan ve birlikte yaşayanlar canlı şahidimdir.
satırlardan da öğrendik ama daima bir ucu açıkta fişe takılı bir elektirik kablosuna yaklaşır gibi yaklaşmamız emredildi..

Derbentli derdi ya: "bilmediğina aş, ya karın ağrıdır ya baş!."

güllalenin güzel yazısında bizim yakinen tanıdığımız bir insandan alıntı bir söz vardır ki bilerek söylenmesi açıkça küfürdür!


"ALLAH vardır, ilah yoktur. "

İslam dininde şartsız şart olan Tevhid: "Lâ ilâhe illâ Allah" sözüdür.

Bunun mânâsı ise çok açık ve nettir : " Allah'tan başka İlah yoktur."

Bu o kadar sakıncalı bir küfür oyunudur ki zemzem bardağında zehir gibidir.

Harf-i târifli El İlâh Kur'ân-ı Kerîmde Esmâullahtır.
Yok olanlar uydurma ve Allaha iftira edilen ilahlardır..
İnanılması farzdır, keyfî değil..

Hadis İmamımız İbni Hacerü'l- Heytemî ve diğerleri Kur'ân-ı Kerîmdeki esmaları tesbit etmişlerdir..
http://www.muhammedinur.com/modules.php ... e&pid=1232

bu konu sanırım değerli kardeşim halim canımızın BİZe katıldığı ilk günlerde de incelendi.

Güllale, gerçekten yüce yürekli bir canımız olup çok güzel ve açılımlı fikirler sunmaktadır.
bu yanlışı iyi niyetle doğru sanmaktadır.

ama ağır sonuçları olan sözlerde; uyarmak, varsa savunucusu cevaplamak vs Kervan Kırmirliğimizin görevi ve gereğidir.

Muhammedi Muhabbetle..
En son kulihvani tarafından 22 Tem 2008, 16:33 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen halimkok »

Hakkınızı helal edin… Belki çok fazla kendimden bahsediyorum. Hani “GINA GETİRMEK” denen bir tabir vardır ya öyle olsun istemem. Kendimden bahsedişim aslında O’nu arayışımın doğal bir sonucu. Çünkü “Kendini bilen Rabbini bilir” hadisi uyarınca soruların kaynağı önce kendisi oluyor insanın.

İlk önce “Ben nasıl dünyaya geldim?” sorusunu sorarız çocukken ve klasik cevap “Leylekler getirdi…” denir.
Sonra Leylekleri görürüz… Hiç biri gagasında bebek taşımıyordur. Merak başlar… Benden bir şeyler gizleniyor hissi ile söylenilenlerle yetinmemeye ve kendi kendine cevaplar aramaya başlar insan. Aradıkça, buldukça “BİLDİM” zanneder… Bildikçe bilmediğini anlar…

O zaman niye yanıldığını düşünmeye başlar… Kendine kızar… Eksiği noksanı nedir… Niye yanlış bir sonuca varmıştır kişi… Bu ve buna benzer düşünceler insanın içinde iken insan kendini merak eden, anlamaya çalışan bir hale duruma gelir… Zaten anlar ki her şey kendindedir… Hani Ömer Hayyam der ya;


Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.




Hata yapmaya en müsait olduğumuz dönemler ergenlik dediğimiz sorunlu yıllardır.
O dönemlerde SAV Efendimizi rüyamda görmüştüm. Haliyle bir sorumluluk binmişti üzerime.
Namaz kılmaya başlamam gerektiğine karar verdim kendi kendime… Çünkü aileme ya da arkadaşlarıma bahsetmedim o yüzden kendi kendime diyorum…
Namaz surelerini okulda ezberlemiştik zaten… Namazın nasıl kılınması gerektiğine dair bir kitap edindim. Başladım gizli gizli namaz kılmaya… Giriyorum odaya kapıyı da kilitliyorum… Sanki ders çalışıyormuşum gibi… Ha sanki gizli kılmasam bir şey diyen mi var… Yooo tam tersine anam da babam da mutlu olur canı gönülden. Hani ibadetin gizlisi makbuldür diye bir söz vardır onu biliyor da bu yüzden böyle yapıyor da değildim.

Şunu düşünüyordum ki; Çevrem özgürlüğümü kısıtlar… Bir yanlışım olsa o zaman diyecekler ki; Ayıp ayıp bir de namaz kılıyorsun… İşte bu yüzden… Namaz kılan bir insanda olması gerektiğine inandığım hallerin ben de olmayışı nedeniyle gizli kılıyordum namazlarımı… Hatta mahalledeki camiye bile gitmezdim ki bir tanıdıkla karşılaşırım belki diye…

Geçen hafta bir toplulukta birisi dedi ki; Sigarayı bıraktım… Altı aydır içmiyorum… Bir an aklımdan çıkmıyor fakat direniyorum… NEFSİME ZULMEDİYORUM… SİGARA İÇMİYORUM…

Dedim ki; Asıl sigara içerseniz nefsinize zulmetmiş olursunuz…
—Olur mu öyle şey… Dedi o kişi… Nefsim istiyor ve ben ona hayır diyerek zulmediyorum…

Gülümsedim ben o kişiye… Dedim ki; Doğrusu benim dediğimdir siz bunu bir düşünün…
- Bana göre de benim dediğim doğru… Dedi o kişi…


Onun dediği kendine ne kadar doğru görünüyor benim için anlamak zor değil… Çünkü işte o namaz kıldığım yıllarda ben de aynı şekilde düşünmüştüm…

Ben namaz kılmaktan utanıyor değildim… O halimle kendimi namaza yakıştıramadığım için kendimden utanıyordum… Çünkü aklım başka yerlerdeydi… Özellikle okula gidince arkadaşlarımı gördüğümde… Onların yaptıklarına, yaşadıklarına baktıklarımda… İçlerinden ayrılıp geliyordum ama içimdeki arzular, hisler sustuğu için değil… Öyle yapmak zorunda olduğumu düşündüğüm inandığım için… Bu halim ise beni çok zorluyordu… Bir gün Kuran’ı Kerim Mealinde ;” Nefislerinize zulmetmeyin… “ ayetini okudum… Sonradan; “Allah affedicidir, Halîm’dir, Gafur’dur…”

Bu ayeti okuduğumda kendimi tutamamış ağlamıştım uzun süre…
Allahım ne kadar merhametli… Demek ki çektiğim sıkıntıları biliyor… Öyleyse nefsime zulmetmeyeyim diyerek namazı bırakmıştım…

Böyle bir yanlış yapmış olmam sonradan gösterdi ki bana insan Allah ile aldatılabilinirmiş…


Şimdi Lâ ilahe İlla Allah dediğimizde şu şekilde çevrilirse;


Kelime'yi tevhid dediğimiz "Lâ ilahe İlla Allah " 'ın Lâ ilahe kısmı inkâr... İllâ Allah kısmı ise ikrardır... Bunu ayrı ayrı olarak aldığımız ve oradan açıklamaya giriştiğimizde o zaman İNKÂR kısmını tek başına anlamlı hale getirmiş oluruz... Oysaki bütünlük içinde anlamlıdır... Ve Kuran'da da birçok ayette ilah olarak Allah zikredilmektedir

İlah yoktur diyemeyiz... İlah vardır ve ancak Allah'tır...

Hani “Lâ mevcuda İllâ Hüda” diyenler de vardır… “Lâ Hüve, İllâ Hüve”

Şimdi bunlarda da Lâ mevcuda… Mevcut yoktur diyebilir miyiz? Allah mevcuddur, Vacib-il Vücud’dur…

Değerli Hocam’ın da belirttiği gibi Muhammedinur Ailesine katıldığım dönemde aynı konuyu işlemiştik hocamla… —Tanrı yoktur (ilah yoktur)... Ancak Allah...
İzahı bana da doğru görünmekte idi… Ancak ben daha önce bana doğru görünen şeylerin ne kadar da yanlış olduğuna şahit olduğumdan hatamda ısrar etmeme imkânım oldu…

Bu vesileyle kardeşlerimize bir hatırlatma olması anlamında gençlik yıllarımdaki Nefsine zulmetmek konusunda nasıl bir yanlışa düştüğümü anlatayım istedim…

Allah bizlere daima HAKK’ı HAK bilip uymayı, BATIL’ı batıl bilip kaçınmayı nasip eylesin inşallah…

Selamlar, sevgiler
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Cevapla

“Serbest Kürsü” sayfasına dön