MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)
Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe
1. DERECE: Velayet nedir? Velî kimdir?
Meşâyih-i Kiram, velayeti şöyle tarif etmişlerdir: "Velayet, kulun, kendi nefsinden fânî olup, Hakk'la kâim olması demektir." Bunun mânâsı Allah u Teâlânın, kulunun bütün işlerine bizatihi tevellî etmesidir. Bir mânâda kulun tasarrufu kalkar, bütün fiillerinde Allah'ın iradesi hâkim olur. Ve kul, vücud-u mevhubesinden (kendisine ihsan edilmiş vücudundan) halâs olur. Hatta Cenâb-ı Hakk onu en üstün makama çıkaracak, muhafazasıyla beraber, beşeriyetten arındırır ve böylece o Allah'ın sevgili kulu, Allah'la beraber bekaya erip bakî olur. Onun için "Velî, Allah'da fena bulup, Allah'la bekaya erendir" diye tarif edilmiştir. Bu sebepledir ki Allah u Teala veli kullarını, göz açıp kapama miktarı bir zamanda bile kendi nefislerine bırakmaz. Şayet bunları göz açıp kapama süresince veya daha az bir zaman miktarınca kendi nefislerine terketse, o zaman onlar tıpkı peygamberimizin "Ey Allahım, Bir an olsun, beni nefsime terketme. Rabbim! Küçük çocuğu nasıl gözetiyorsan beni de öyle gözet" buyurdukları gibi, lisân-ı zâtıyla aynı ricada bulunurlar. Lisan-ı zât, Hakk'ın lisanıdır. Cenab-ı Hak ise bunların velîsidir. Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor: "O öyle Allah'tır ki inananları zulümâttan nûr'a çıkardı..." Yani Allah mü'minlerin her halükârda velisidir. Onun için onları şüphenin karanlığından, yakînin aydınlığına çıkarmıştır. Veya diğer bir mânâyla, nefsin karanlığından, safâ-yı nûr-u rahmana çıkarmıştır. Kesretin karanlığından vahdetin müşahedei nuruna çıkarmıştır. Nitekim bu mânâya münâsip şöyle buyrulmuştur:
Hakk'ı gören göz dosttan başkasını görmez.
O öz âleminden görür, kabuktan değil.
Başkaları kabuktan dolayı hicapta kalmış.
Halbuki o özün kenarına (dışına) bakmakta.
Çünki Velî, Allah'ın isimlerinden bir isimdir. Bu ismin mazharları, hiçbir zaman kesilmez. Ahlâk-ı ilahî ile ahlaklanan ve sıfât-ı Hakk'ta fena bulan bir kimse, bu ismin mazharı olur. Ve o, evliyâullahtandır. Bu vasıftaki kimseler, her devirde bulunur ve asla eksilmez. Nitekim Hz. Mevlânâ şöyle buyurmuştur:
Şu halde her devirde peygamber yerine bir velî vardır.
Bu sınama kıyamete kadar daimîdir.
İşte diri ve faal imam o velîdir.
İster Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan.
Nübüvvetin yanında velayet verilen peygamber, Hz. Muhammed'dir. Zira âyet-i kerimede: "De ki ey Habibim! Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin" buyuruluyor. Bu âyet-i kerimeye göre velîlerin güneşi ve kaynağı Hz. Peygamberdir. Nitekim Gülşen-i Râz sahibi şu beyitleri irad eylemiştir.
Peygamber güneş gibidir, velî ay gibi.
Bunlar "Benim bir zamanım olur ki
o vakit Allah'la beraber kalırım"
makamında birbiriyle karşı karşıya gelirler.
Bu suretle "Allah'ı seviyorsanız" makamından "Bana uyun da Allah da sizi sevsin" makamına yol bulur.
Velî olan kimse, Resûlullah'a ne kadar tâbi olursa, o kadar kemâl bulur. Ve o kadar nûrlanır, aydınlanır. Nitekim Hz. Nebi(sav] mahbûbiyyet makamına erişmiştir. Veli ise Resûlullah Hüsnü mutâbaatta bulunduğu zaman, makâm-ı muhabbetten, mertebe-i mahbûbiyyete yükselir. Tâbi olmak sebebiyle bu makam nebiden velîye sirayet eder. Nitekim bu hususta şu beyitler îrâd edilmiştir:
Muhabbetle o, Hakk'ın mahbûbu olur.
Gerçi tâlib idi ama Hakk'ın matlûbu oldu.
Muhabbetle ateş nûrlanır.
Dev, muhabbetle hûrî olur.
Şimdi önemli bir meseleye parmak basalım. Acaba velî, kendisinin velî olduğunu bilebilir mi? Ve halkın arasında bu hususiyetiyle meşhur olabilir mi! Veya olmaz mı? Hemen ifade edelim ki, meşayihin bu hususta ihtilafı vardır. Ebu-l Hasen Ali bin İsmail el-Eşâri şöyle der: "velînin, velîliğini bilmesi caiz değildir. Çünkü velînin, veli olduğunu bilmesi, âkibetine ait korkunun ondan kalkmasına sebep olur. Ve onun kendisini emin hissetmesini sağlar. Havf ve recâyı izâle eder (ortadan kaldırır). Bu ise ubûdiyyeti gereksiz kıldığı gibi ortadan kaldırır." Bu söz kuvvetli bir delil arzetmez. Her ne kadar makbul bir söz gibi gözükse bile bütün velîlere şâmil değildir. Bilakis doğru olan, Allah'ın ilham ettiği şeyi yapmaktır. Yani bulunduğu mertebenin muktezâsı ne ise onu yapmakla memurdur velî. Ubudiyyetin muktezasını icra kılmakla beraber, velî, velîliğini açığa vurdu diye ona emin olma hali mucip olmaz. Ve ubûdiyyeti de izale etmez. Onun için Ebu Ali Dekkak şöyle der: "Velî'nin velîliğini bilmesi caizdir."
Ancak halk içinde velîliğiyle şöhret bulma hususunu ifâde edecek olursak, bu şöhretin ve bilhassa kerametin açıkça halka izhâr edilmesi, kâmil bir velînin yapacağı bir şey değildir ve çok çirkin görülmekle beraber asla caiz görülmemiştir, imam Muhammed bin Ali şöyle buyuruyor:
"Kim ki velî olduğunu iddia ediyorsa, bu sadece bir iddiadan ibarettir. Eğer iddia ettiği gibi keramet izhar ediyorsa, o zaman onun iddiası doğru olup, onun velî olduğunu kabul etmek lazımdır."
Bir kimsenin velî olduğunu açığa vurması kendisi için tehlikelidir. Zira bu kişinin velayetini izhâr etmesi, halk arasında şöhret bulacağı için bu şöhret, Hak ve kendisinin arasında bir perde olacaktır. Ancak, velîliğin kendiliğinden ilan edilmeden zuhur etmesinde korkulacak bir tehlike yoktur. Zira bunda maslahata binaen hikmet vardır. Ve Cenâb-ı Hak onu her türlü şekk ve şüpheden muhafaza buyurur. Mevlânâ hazretleri bu mevzua münâsip şöyle buyurdular:
Şeyh "Yarabbi, hikmetini sen bilirsin.
Ben gizliyorum, sen aşikar ediyorsun" dedi.
Ona şöyle ilham geldi:
"Birkaç kişi senin elinin keskin olmasını kınadı, sana münkir oldular.
O her hâlde yolda yalancıydıydı ki
Allah onu bu taife arasında rüsva etti" dediler. Ben onların kâfir olmasını, bu azgınlıkla, bu sapıklıkla, bu kötü şüpheyle geçip gitmelerini istemem.
Ben de şu kerameti aşikâr ettim.
İş işlediğin vakit sana iki el ihsan ettiğimi gösterdim.
Ki o biçareler hakkında kötü bir şüpheye düşüp de huzurumdan merdûd olmasınlar.
Muhakkikler ve bu tarikin kâmillerine göre, velîliğin izhârı asla caiz değildir. Ancak bu açığa vurma fiili velî olduğunu isbat edecek doğruluktaysa ona söylenecek söz yoktur. Zira Nebîler bile, peygamberlik iddiasında bulunduklarında bunu isbat için mucizeler gösterirler.
Ve onlara lazım olan da budur.
Vilayetin, velîde örtülü kalması gerekir.
Ancak peygamberler bunu aşikar ederler.
Şeyh hazretleri Fütûhat'ında şöyle buyurdular:
"Muhakkiklere göre, kerametin setri (gizlenmesi) vaciptir. Peygamberlerde ise mucizelerin açığa vurulması farzdır. Bunun böyle olmasının sebebi, hem velînin hem de Peygamberlerin, halk arasında rezil rüsvâ durumuna düşmemeleri içindir."
Çünkü peygamberler Hak olan dâvalarını, mucizelerle beraber halka tebliğ etmeye çalışırlar. Oysa velilikte bu nevi bir tebliğ yoktur. Sadece normal vaaz ve nasihatla Hak yoluna devet vardır. Zira ulemâ, velîliği ulvî bir mânevîlik olarak görmüşler, fakat âhirete ait meselelerde korkutma veya ümit verme vesilesi olarak görmemişlerdir. Zira, velâyet-i surî (gösterişteki velîlik) her zaman istidrâca açıktır. Bu da halkın şer yolunda kandırılmasında ve uyutulmasında önemli bir tehlike kapısının aralanması demektir, işte buna binaen Şeyh hazretleri kerameti iki kısma ayırarak şöyle buyurmuştur: "Esasen keramet iki kısma ayrılır. Birincisi, halk arasındaki tarifiyle, su üzerinde yürümek, gözden kaybolmak, istediği zamanda istediği mekâna erişebilmek v.s. gibi birtakım ameliyelerdir. Halbuki asıl kerametin tarifi bu değildir. Bizce asıl keramet, Allah'ın çizmiş olduğu şeriat dairesinden dışarı çıkmamak ve Muhammedî ahlakla ahlaklanmaktır Kötülüklerden kaçınmaktır. Hayırda yarışmak ve farz ve vacip olan ibâdetleri zamanında edâ etmektir. Kalbi mâsivâdan temizlemektir. Allah'ın çizdiği sınırlar doğrultusunda haddi aşmamaktır". İşte Allah'ın ve Resulü'nün öngördüğü asıl keramet budur. Diğer yapılan şeyler ise, istidrac ve göz boyamacılığından başka birşey değildir. İlim talep etmek ve ilmiyle Hak yolunda amel etmek en büyük keramettir.
Allah herşeyin en iyisini bilir.
Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)