ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK-Bawa Muhyiddin ks.

Muhammed Rahim Bawa Muhyiddin (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK-Bawa Muhyiddin ks.

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ


Orijinal Adı:
To Die Before Death: The Sufi Way of Life




Resim



MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen



Resim


Tercüme: Mehmet Demirkaya


Kapak Deseni:

Denise Sati Barnett’nın “Ruhların Ağacı” adlı çalışması.
Cennette bulunan bu ağaç üzerindeki her nûr, dünyadaki bir ruhu temsil eder.
Ağaçtaki herhangi bir nûr parıldamayıp sönmeye başladığında onun için hayat sona eriyor demektir.
Ruhları almakla görevli Melek gidip o ruhu geri almalıdır.




GİRİŞ


Resim


Bir Sufi : “O Gün”de kıyıya vurmuş istiridyeler olur; O hangisinin inci büyüttüğünü bulmak için her birinin içini açar” demiştir.

Bize sonsuz sevgisini, rahmetini ve merhametini dâima lütfeden Allah’ın adıyla, bu kitabı okuyan herkes huzur bulmuş (mutmain olmuş) kalbin irfanıyla şereflensin.
Öyle bir kalb ki Allah’ın iyiliği bilgisinde huzura erer.
İrfanın verdiği ferahlık ölçülemez, onun meyvesi saf iman, hizmet, lütuf ve yumuşaklıktır.
Bu kitabın yazarı hayatının her hareketinde, her anında bu sıfatlara, bu ahlâka örnek olmuştur.
Hatta O’nun öğrettikleri ve anlattıkları samimi olarak irfan arayanlarda, irfan peşinde olanlarda bu ahlâkı uyandırmaya hâlâ devam eder.

Ölümün ani acısı hayatın oyunlarını pırıltılarından soyarak apaçık, çırılçıplak ortaya koyar.
Tek gerçek teselli sonsuz rahmet ve sevgisi olan BİR (Ahad)’i, Allah diye çağırdığımız BİR TEK (AHAD) olan Kudret’i bilen irfandadır.
Bu kitabı oluşturan gönül sohbetleri aklının ve arzusunun esirinden kurtulmuş, cehaleti tamamen fethetmiş bir insandan çıkmıştır.
O’nun öğrettiklerindeki bu mânâlar hakikati bilme irfanını uyandıran rehberliği sağlayabilir.
Her birimiz Allah’ın varlığını bilen irfanla şereflenelim, kendi ölümümüze ait tüm korkularımızı yenelim.
Bilelim ki bizden önce gidenler Rahmân’ın ellerindedir.
Bunun bir lütuf olduğunu her an takdir ederek yaşayalım.
Kalblerimiz sevgiyle dolu ve tüm canlılara bu sevgiyle muamele etme cesaretimiz olsun.
Bu kitabın yazarı, insanın Allah’la bir olma hâline erebileceğini ve kendi nefsini unutup Allah’ın ilâhî sıfatlarını dâima sergileyebileceğini gösterir.
Her birimiz Allah’ın rahmetinin ve nimetinin büyüklüğünü anlayabilelim ve gerçek insan olmanın mu’cizesini gerçekleştirelim.

M. R. Bawa Muhaiyaddeen (Radıyallahu anh), Allah’ın sonsuz sevgi ve rahmeti dâima üzerine olsun, 8 Aralık 1986’da bu dünyada zâhiri bedeniyle verdiği hizmetini sona erdirdi.
Kâmil bir insan olarak anlattıkları şeyleri yaşadı.
Herkesi, tüm canlıları kendi canı gibi gördü, onlara öyle muamele etti;
O’nun hayatı, insanın Allah’ta pekala yok olabileceği hakikatini ispatlamaktadır.
Bizim bildiğimiz kadarıyla kırk yıldan fazla bir süre Sri Lanka’da yaşadı.
Burada, Kataragama ormanlarında hacılar O’nu keşfettikten sonra, Hakk ile olan yakınlığından doğan irfanla, hiçbir ayırım gözetmeden her ırktan, sınıftan ve dinden insana hizmet etti.
Bir keresinde Caffna’daki evinde (ashram) O şarkı söylerken, bir geyiğin gözlerinden yaşların aktığına şahid oldum.
O’nun hizmet ettiği hayatlar o kadar çok ki bir sınır koyamam.

Güney Asya’nın eski Dravidian dili olan Tamil dilini konuşuyordu.
Tamil halkı O’na gnani, yani ilâhî nûr irfanına ulaşan bilge, ârif olarak çağırırdı;
Müslümanlar O’nu Sufi olarak çağırırdı. (1)
Ama O her türlü addan uzak, o adların ötesinde tüm hayatlara bir baba ve tüm insanların en mütevazısı, en alçakgönüllüsü idi.
Çoğu kez kendisine “Küçük Karınca Adam” derdi. (2)

Harikulâde işler yaptı.
Örneğin, balta girmemiş ormandan 8 hektar araziyi tek başına açtı ve burayı bir tarla, bir çiftlik haline getirdi.
Böylece çok fakir olan köylülere nasıl başarılı olunabileceğini gösterdi.
Daha sonra bu çiftliği orada çalışanlara verdi.

1971’de gerçek insanın (İnsân-ı Kâmil) makamının yeniden hatırlanması için Amerika’ya geldi:
“İnsan Allah’la yaşar, Allah da insanla yaşar. (3)
Allah insanın sırrıdır, insan da Allah’ın sırrıdır.
Allah insanın hazinesidir, insan da Allah’ın hazinesidir.”
Sonsuz sevgi ve mutlak aşk olan Allah’la
(4) bu bir olma hâlinin sağlanması hayatımızın gayesidir.

İnsan olma imkanımız, O’nun deyimiyle gerçek insan (İnsân-ı Kâmil) olma imkanımız sonsuzdur, suretsizdir, cinsiyeti yoktur, ırk, cemaat, felsefe ve her türlü kavramdan uzaktır.
Tanıma sığmayan kemale ermiş iyiliktir, hayırdır.
İdrak nûrunun, farkına varmanın ta kendisidir.
İnsanın bu nûrlu, harikulâde hazineyi kendinde keşfetmesi demek cenneti bulması demektir.
“Cennetin sende varolduğunu görürsün. Seni değiştiren, kemâle erdiren ikinci doğumun da sendedir. Bu öyle bir bilgidir ki onu bulmak ve anlamak için mücadele etmelisin, bu sana farzdır!”
(M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Wisdom of the Divine, Cilt II, sayfa: 65.)

Bawa Muhaiyaddeen (Radıyallahu anh)’in bizleri çağırdığı bu derin deneyimleri yaşamak için önceden gerekli olan bir takım şartlar vardır.
Örneğin, bunlardan ilki olan tüm âlemi kuşatan sevgi hakkında Bawa şöyle der: “Bir kimse insanları sevmeden önce Allah sevgisine asla ulaşamaz!” (5)

Peki niçin ölüm üzerine bir kitap?
Ölüm çok önemli etkisi olan bir sırdır.
Ölüm hayatımızda yaptığımız şeylerin anlamını açıklamamıza yardım eder.
Ölümün kesin oluşu niyetlerimizi, gayelerimizi, düşüncelerimizi ve işlerimizi yerli yerine koyar.
Ölümü adamakıllı düşündüğümüzde her anın önemini bilmeye başlarız.
Sığ, yüzeysel bir hayatı seçebiliriz ya da samimi bir ihlâsla dopdolu, derin bir hayatı.
Aklımıza ve nefsimize uymayı seçebiliriz ya da merhamet, sevgi, iyilik, sabır ve doğrulukla Allah’ın varlığını kabul etmeyi.
Her anın o büyük değeri ölçüldüğünde, tüm varlığımızda Allah’ın bize verdiği hediyeyi kabul ederek, hayata “Evet!” deriz.
Böyle bir şükür ile dolu kalb sır perdelerini delip geçen irfanı alabilir.

Sevdiğimiz birisi öldüğünde, o kişinin hayatının, BİR (Ahad) olan Hakim tarafından nasıl muhasebe edileceğini, nasıl sorgulanacağını düşünürüz.
Eğer biraz aklımız varsa hayatımızın nasıl muhasebe edileceğini düşünelim; bu muhasebeyi şimdi yapmaya başlayalım.
Kendi ölümümüzü aklımıza getirebilir ya da hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam edebiliriz.
Bu kitap korkmadan, perdesiz ve vehimsiz görmek isteyenler içindir.
Allah’ın nimetini kabul edip, şükreden kalble yaşamak isteyenler içindir.
Bu kitap tamamen uyanmak ve Rabb’lerini bilmek isteyenler içindir.

Hakikati yaşamanın bir boyutu da bağlandığımız her şeyin değiştiğini ve öldüğünü, Allah aşkında kaybolduğunu kabul etmektir.
İlk olarak BİR (Ahad) olan kim bunun tespitini yapalım.
Sonra da geçici hayatlara, her şeye, bir gün öleceklere olan tutunmalarımızı bırakalım. (6)
Böylece hayatımızın hiç bozulmayan, hiç yok olmayan yönünü açığa çıkaralım, bu yön kitaplarda, sanatta ve yaratılmışlarda (halk) görülen her türlü sözün ve sembolün ötesinde bir güzelliktedir. (7)
Cennet bizdedir, içimizdedir; Allah’ın peygamberlerinin getirdiği “müjdelerden” birisi de budur.

İnsan kıyaslanamaz, karşı konulamaz ve çok çekici olan bu hazineyi bulduğunda, kalbin göz alıcı, parlak güzelliği (aham) Allah’ın şanının görkemli, ihtişamlı yüzüyle (muham) (cemâl) bir olur. (8)
Bu bir olma makamı Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) olarak anlaşılabilir. (9)
Bu makamda sır dilinin derin mânâları zuhur eder, görünür.

İlâhî kitaplarda, İncil, Zebur ve Kur’ân’daki (10) zâhiri hidayetin bir yönü olan Allah’ın rahmetinin, ibadet ve hac yerlerinin değerini asla küçümsemeden ve hiçbir şekilde azaltmadan, hayatın sonsuz iç (bâtınî) boyutlarını uyandırmak için Sufiler dili eşsiz ve derin bir uslüpla kullanırlar.
Aklın ve nefsin sınırlamalarının verdiği uykudan bizleri uyandırmak ve daha üst seviyelere varmamız için sözler keskin bir dürtme olarak kullanılır.
Aşağıda bu kitapta geçen anahtar kavramlar için yazarın daha önceki yaptığı açıklamaları bulacaksınız:


Sufizm:

“Ben” öldüğünde Sufizm gerçekleşir (11) ...
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın zamanından önce Âdem (Aleyhisselâm) zamanında da Sufiler vardı.
Ben kaybolduğunda, akıl ve nefs (arzular) silindiğinde, ben unutulduğunda, Hakk bir kimsenin hayatı ve bedeni olduğunda; o kimsenin hareketleri, davranışları, ahlâkı ve sıfatları Hakk’ın sıfatları olduğunda buna Sufi denir.
Bu hâl derece derece gelir, azar azar, tedricen gelişir...
Sufi sadece irfanın mükemmelliklerini görür.
O aynadır. (12)
Kalbi ayna olur.
Kendini görmez.
O sadece irfanı görür.”
(Ses Kaseti: M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Sufizm Nedir?, 13 Kasım 1983.) (13)


İslâm:

“İslâm ismini İman için kullanırız, başka bir şey için değil.
Allah’ın her yerde hazır BİR olduğuna,
Mutlak Yaratan olduğuna,
Her şeyi Bilen olduğuna,
Ebedî (Sonsuz) olduğuna,
Hiçbir şeye muhtaç olmadığına,
Bir eşi ya da yardımcısının olmadığına,
Tüm yaratılmışların Sahibi olduğuna,
O’nun Rabbimiz olduğuna kesin bir imanla inanırız.
Sadece O vardır.
Sadece O’nu gören, kalb gözüyle sadece O’nu gören,
O’ndan başka her şeye gözleri kapalı olan,
O’ndan başkasına kulakları kapalı olan,
Bu iman nûru ve kararlılığıyla güçlenmiş olana İslâm deriz... Hangi dine ait olursa olsun, kim olursa olsun içinde böyle bir iman kökleşmiş kalbe sahip kimse İslâm’dır.
İslâm kavramı bu özel hâl için kullanılır, direkt kalbe ait bir hâldir...
Özünde Safların Safıdır– bir atom parçası kir dahi taşımayan cilalanmış bir kristal gibi– imanın saf Nûr’unda O’nu görmenin yanında Ebedî Güzelliklerinde Sonlu ve Sonsuz’u da görebiliriz. Bu hâle İslâm denir.”
(M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Wisdom of the Divine, Cilt 1, sayfa: 72.)

“İman ve İslâm kişinin başkalarının hayatına zarar vermediği, başkalarını incitmediği, başkasını öldürmediği hâli işaret eder.
Başkalarının ne kalbi ne de hayatlarının zarar görmediği bir hâldir.
”
(Wisdom of the Divine, Cilt 3, sayfa: 54.)

“Ve akla gelebilecek her çeşit hayat türü bu aslî Saflığın en üstün bir ifadesidir; başka isimlerle anılsa da aslında İslâm’ın üstün bir ifadesidir çünkü İslâm olmasaydı hiçbir şekilde hayat zuhur etmezdi, görünmezdi.” (Bu anlamıyla İslâm sadece belli bir dini, grubu veya cemaati temsil etmez.)
(M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Wisdom of the Divine, Cilt 2, sayfa: 9.)


Resim


Kur’ân:

“Kur’ân Zât’ın Nûru'na inmiştir;
“Muhammed” (Sallallahu aleyhi ve sellem) adı verilen Zât’ın Nûruna inen Nûr’dur.
( M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Wisdom of the Divine, Cilt 3, sayfa: 57.)
Kur’ân Allah’la bir olma, O’nunla konuşma makamıdır.
(Bakınız: M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Wisdom of the Divine, Cilt 3, sayfa: 58. Ayrıca bkz. Golden Words of a Sufi Sheikh, sayfa: 17.)


Kâbe:

“Allahu Teâlâ’nın asıl Kâbe’si insanın kalbidir.”
(M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Wisdom of the Divine, Cilt 2, sayfa: 10.)

“Kalbimiz içteki Kâbe’dir, Allah’ın bulunduğu Makam ya da Arş’tır.
Buna göre içteki Kâbe Allah’ın Evi’dir.
Bu en mükemmel mekânda ilâhî sırlarla, ilâhî sıfatlarla, cemâlle, rızayla, zevk ve dertle, cennet ve cehennemle, hayır ve şerle, karanlık ve aydınlıkla, vehim ve Hakk’ın nûruyla birlikte...
18.000 âlemin sırlarıyla birlikte Mükemmel Varlık bulunur...
” (Bawa Muhaiyaddeen, Wisdom of the Divine, Cilt 1, sayfa: 46.)

“İçteki Kâbe, kalbteki Kâbe budur, harç ve tuğladan yapılmış Kâbe’ye benzemez, hatta insanın yaptığı cami, kilise ya da tapınakların hiç birine benzemez.”
(Bawa Muhaiyaddeen, Wisdom of the Divine, Cilt 1, sayfa: 48.)


Ölmeden Önce Ölmek:

“Hiçbir yükü, hiçbir derdi olmayan kimse hiçtir, hürdür; çünkü o kimsenin ‘ben’i dünyaya ait istekleriyle (nefs) birlikte ölmüştür.
Böyle bir kimse dünyaya gelmiş, dersini yapmış ve
“sadece O vardır”ın sırrına varmıştır.
Bu kimse gitme zamanı geldiğinde beraberinde hiçbir şey götüremeyeceğini fark ettiği için hiçbir şey taşımaz, o hiçtir.
Yarışa başlangıç noktasında başlamış ve bitiş noktasına gelmiş bir yarış atı gibidir.
Yarışın bittiğini bilerek, yarışı kazandığı için ödülünü bekleyen bir yarış atı.
O Allah’ı görme makamındadır.
Yüklü bir at hızlı ve emin adımlarla koşamadığı için yarışı kazanamaz.
İşte fark buradadır, Hayat ile Ölüm (Mevt) arasındaki fark. Kendi yarışımızı bu şekilde yaparsak, yeryüzündeki hayatımızda
“Ben” faktörünü yok edersek kesin olarak kazandığımızı, “ölmeden önce öldüğümüzü” söyleyebiliriz.”
(M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Wisdom of the Divine, Cilt 1, sayfa: 40-41.)

Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ini fark etmiş,
Bu Kâbe’ye girmiş,
Bu Kur’ân’ı okumuş ve
Ölmeden önce ölmüş bir insanı bu dünyada veya âhirette kim hesaba çeker?
Böyle insanların varlığına ne olur?
Allah’a şükürleri ve hamdleri nasıldır?

Bawa Muhaiyaddeen (Radıyallahu anh) Allah’ı fark eden birisi için yapılacak tek şeyin kendini ve menfaatini düşünmeden hizmet etmek olduğunu göstermiştir.
Bu yüzden Allah’ın bir kölesi olarak, tüm hayatları kendi canı gibi görüp onlara hizmet ederek yaşamıştır.
İlâhî sıfatlarla tüm hayatlara hizmet etme makamında bir sır vardır.
“Allah sultana Sultan’dır, kudretli olana en Kudretli’dir, kullarına Kul, kölelerine Köle’dir.”


Resim


Bawa Muhaiyaddeen (Radıyallahu anh) yine de kendisine hep öğrenci derdi ve çevresinde bulunanlara da her zaman bir öğrenci olarak kalmalarını tembih ederdi.
Bir ikindi vakti :
“Allah’la bir olmuşsunuz, irfan nûrunu almışsınız, yine de kendinize öğrenci diyorsunuz. Bu nasıl olur?” diye sordum.
“Durgun bir havuza bir taş atarsan, taşın çıkardığı su dalgacıkları dışarıya doğru yayılır!” diye cevap verdi.
“İnsan da kalbini tamamen Hakk’ın kalbine atarsa, Allah’ın rahmetinden yayılan dalgalarla o kalb titreşir ve öğrenme gerçekleşir!” dedi.

O anda içimde Allah’ı arayan Rehber’in genişliğini hissettim.
İşte irfan sözlerinin gücü böyledir.
Anladım ki tüm hayatlar O’nunla bir olmanın peşinde.
İşte her kalb ve ruhtaki bu derin arayış Hakk’ın câzibesine yol açar. (14)
Doğumumuzun gayesi, yaratılışımızın gayesi bu arayışın tamamlanması içindir.

“Kendimizi bilmek” demek Allah’ın gayesini yerine getirmek demektir.
Bununla ilgili olarak iki hadisi şerif önemlidir:
“Nefsini bilen Rabbını bilir!” ve
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim [Arapçası “hubb”, “sevdim”]. Halkı bilinmem için yarattım.”
İnsan oluşumuzun bütün yönlerini doğru olarak anlamak için Allah’ın muhabbetindeki gayeyi yerine getirmek gerekir.


Resim --- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu : Kim nefsini bilirse kesinlikle Rabb’ini de bilir. ” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)

Resim --- Hadîs-i Kudsi: “Küntü kenzen mahfîyyen fe ahbebtü in u'refe ve hallaktü'l-halke li yu'ref : Ben gizli bir hazineydim, sevgimden tanınmayı istedim, bundan ötürü halkı halkettim.” buyurulmuştur.

Nefsini bilmenin Rehber’i iyilik (hayır) sıfatlarından doğan Nûr’dur.
Bu Rehber’e Nûr-u Muhammedi adı verilir. (15)
Diğer bir deyişle, uyanıklık halinde mânâları, harikulâdelikleri ve hayretleri açıklayan Kutb’dur.
Nefsini bilme; aşkın, sevginin kendisiyle gelişir.
Cehâlet ve bilgisizlik rüyasından uyandıkça Bilme Nûru parıldar.
İrfanımız arttıkça bu nûr kalblerimizde parıldamaya başlar.
Kendi kendini bizle bilir.
Bu nûr ve hayatımızın bu ekseni Allah’ın sesidir.
Allah Allah’ı arar; Allah’ı Allah bilmeye başlar.

Kendini bilmeye başlayan her ruhta O kendi Zât’ını bilir.
Bu kitabın amacı da budur, hayatlarımızın en önemli bölümünü bilmede yardımcı olmak, gerçekte kim olduğumuzu, varlığımızın özünü, bize şah damarımızdan daha yakın olan ve bizi besleyen tek Kudret’i, BİR TEK (Ahad) olan Ebedî, Sonsuz Nefs’i bilmede yardımcı olmak.
Hiçbir şeyle ölçülemez huzur Allah ile olan bölünemez yakınlığımızın bilinmesidir.
Sınırsız ve sonsuz Aşk olan BİR (Ahad)’i tanıyan kimse huzuru hiç bilmez olur mu?
Bu hâl vahiyle bildirilen şu nimeti bilmektir:
“Ey huzura ermiş nefs! O senden sen de O’ndan hoşnut olarak Rabbine dön! İyi kullarımın arasına gir! Cennetime gir!” (Kur’ân Fecr 89:27-30)

Anlattığımız şekildeki bilmeye rehber olan Kutb ölmez, yok olmaz; O’nun beden olarak yanımızda hazır olması da bu rehberliği alacağımız anlamına gelmez.
Bunun için sadece tüm hayatları kendi canıymış gibi gören, onların dertleriyle dertlenen bir kalb gereklidir.
Kutb kalbteki en yakın öğrencidir.
Kendini arayan O’dur.
Bilinmekliğini isteyen, bilinmekliğine muhabbeti isteyen Bilen O’dur.
Sonsuz bir Nûr olarak bilinir.
İşte o zaman ölmeyeceğini bilirsin.
Peygamberlerden, Kutb’dan, Kutb Muhaiyaddeen’den, nefsinden, bu kitabın yazarından söz ettiğimizde ne demek istediğimizi de anlarsın.
O zaman her şeyin Allah’la olan ilişkisini (nispet), mükemmel sonsuz aşk ilişkisini, affediciliği, merhameti, iyiliği, teslimiyeti ve târifin ötesindeki nimeti bilirsin.
Bazıları bunu biliyor olabilir.
Hepimiz, bizi yaratan ve nimet veren BİR’in rahmetiyle, kalblerimizin atışıyla bizi nimetlendirenin ve bir sonraki nefes nimetini veren BİR’in rahmetiyle, bizi yaratan, besleyen ve hayatlarımızı alan Allah bize saflığı, hür hayatları, bilen hayatları ve herkese huzur getiren, kendi menfaatini düşünmeden hizmet etmeyi lütfetsin!
Âmin!

O’nun engin merhametinin lütfuyla, üzerine küçücük bir damla rahmet erişen ve O’nun bu iyiliğine sonsuza dek şükreden biri tarafından saygıyla kaleme alınmıştır.

Ahamed Muhaiyaddeen
Ahmed Muhyiddin




NOTLAR :

(1) “Sufi, eşi benzeri olmayan tek kelimedir...
Belli bir cemaate, gruba ya da mezhebe ait olamaz.
Tüm insanlığa aittir.
Sufi derece derece, ağır ağır süzgeçten geçmiş ve taa derinlerde berraklaşmış, temiz, saf Zât’tır.
Sessizlik hâlinin ötesine, hatta içteki sessiz guru (ârif) makamının ötesine geçmiştir.
İrfana ait Saf Açıklık Nûr’unun kendi en yüksek Tamamlık ve Mükemmelliği’nde boğulmasından doğan sükuna varmış Durgunluk (Sessizlik) hâlidir...
Herhangi bir cemaate, mezhebe, gruba ait bir şey değildir.
Dört büyük dinden irfan ile süzülüp gelen Zât’tır...
Tüm yaratılmışlara Sevgi, İyilik, Rahmet ve Merhamet ihsan etmek demektir...
Irk, din farklılığını ya da herhangi bir ayrılığı kabul etmez. Sadece Allah’ı, O’nun 3.000 Lâtif Sıfatlarını ve İslâm Mükemmelliği’ni kabul eder.
Bu hâle ulaşan kimse Sufidir...
ilâhe [O’ndan başkası ilâh yok] illâ Allah [Sadece Sen Allah’sın] hâlini bilen ve fark eden kimse.
(Bu Tevhid Sözü getiren ve Allah Teâlânın görevli elçisi olan Resûlullahı: Muhammed er- Resûlullah bilen, Allah ve Resûlüne;
Teslim olan,
İman eden,
Tâbi olan,
İtâat eden İlâhî ve Muhammedî bir Sufidir.
)
Sufi budur...
Kendini “Hiç”likte kaybeden, yani “Ben”in yok olduğu hâle ulaşan kimse;
Sadece Sâmed olan Allah’ın kaldığı makamı bilen kimse.
İşte Sufi kelimesinin açıklaması budur.”

(Bawa Muhaiyaddeen Vakfı’nın bastırdığı “SUFİ” başlıklı broşürden alınmıştır. Bu broşür Bawa Muhaiyaddeen Vakfı’ndan temin edilebilir.)


(2) “Allah’ın yarattıklarının tümü içinde ben, çok, çok ama çok küçük bir insanım... Küçük, ufacık bir karınca adam.”

(31 Temmuz 1973 tarihine ait metni yayımlanmamış ses kaseti; “Karınca Adam” adlı bu kaset Bawa Muhaiyaddeen Vakfı’ndan temin edilebilir. Ayrıca Bawa Muhaiyaddeen’in mânevî tuzaklara düşmemek için arayanlara dâima mütevazı, alçakgönüllü ve küçük kalmalarını tavsiye ettiği 2 Kasım 1975 tarihine ait “Karıncalar ve Sufizm” adlı ses kaseti tavsiye edilir.)


(3) Bawa Muhaiyaddeen bu özlü sözü o kadar önemli görür ki, bu cümle Philadelphia, PA’da kurduğu Bawa Muhaiyaddeen Vakfı’nın tüzüğünün ilk maddesi olarak vakfın kuruluş gayesini yansıtır.
Amerika’ya gelişinin 15. Yılı’nda yaptığı konuşmada şöyle der:
“Allah insandadır, insan Allah’ta.
Hayatın sırrı budur.
İnsan hayatının anlamı demek bu sırrın anlaşılması demektir.
Allah’a gerçek bağlılık budur.
Karanlığı dağıtan, insanı nûrlandıran şey budur.
İnsan bu sırrı bir kez anlasa, artık farklılıklar, ayrılıklar kalmaz.
Tüm insan soyunun bir tek olduğunu ve Allah’ın
BİR TEK (AHAD) olduğunu fark eder. Âmin! ”

(4) İlâhî Mükemmellikler Allah’ın Güzel İsimleri’dir (Esma’ül Hüsna).
Kur’ân’ın söylediği gibi :

“En güzel isimler Allah’ındır.” (A’raf 7/180)

“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. En güzel isimler O’nundur.” (TâHâ 20/8)

“De ki: İster Allah deyin, ister Rahmân deyin. Hangisini derseniz deyin; en güzel isimler O’nun içindir.” (İsrâ 17/110)

(5) Barış Üniversitesi Rektörü ve Birleşmiş Milletler Eski Genel Sekreter Yardımcısı olan Robert Muller ile 20 Ağustos 1984 tarihinde yapılan görüşmeden alınmıştır (Bu görüşmenin ses kaseti temin edilebilir).
Bawa Muhaiyaddeen (Radıyallahu anh) burada hiçbir mezhebe ait olmayan, tüm âlemi kuşatan âlemşümul sevgiyi kastederek dini ayırımların, farklılıkların ve önyargıların sona erdirilmesini ifade eder:
“Din adına cinayetler, savaşlar, kötülükler, farklılıklar ve ayırımlar yapılmaktadır.
Keşke insan akledip de dese ki din herkesin malıdır, herkese aittir.
Dört büyük din aynı ağaçtan gelir, bizden istenen tek şey meyvenin tadıdır.
Hangi isimle çağırdığımız önemli değil.
Eğer insan bu hakikati fark ederse ne savaş olur ne de acı.
Kardeşim, bu gün dünyanın karşı karşıya geldiği en büyük problem budur.
Irk ve din kavgalarında boş yere kaç kişi öldürüldü, kaç savaş oldu, kaç hayat kayboldu?
”
Ayrıca gerçek imanın ön şartı olarak Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in şu hadisi şerifine dikkat ediniz:
“Kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe hiç biriniz iman etmiş olamazsınız.”
Bawa Muhaiyaddeen (Radıyallahu anh) göre tüm gerçek aşklar Allah aşkına götürür.
“Aşka baktığımızda sadece O’nun aşkını görürüz.”
(M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Book of God’s Love, sayfa: 18.)


(6) “O’nun yüzünden (vech-i ilâhî) başka her şey helâk olacaktır.” Kur’ân (Kasas 28/88)

“Yer üzerinde bulunan her şey yok olacaktır. Yalnız Rabbinin celâl ve ikrâm sahibi yüzü bakî kalacaktır.” Kur’ân (Rahmân 55:26-27)


(7) İrfan yönünden bakılırsa her şey ibret alınacak bir derstir, bir mecazdır, bir örnektir; tek hakikat Allah’tır.
Beden ve yaratılmışların tümü Allah’ın bilinmesi için O’nun mu’cizelerini taşıyan ve sergileyen sembolik, büyük bir hikayedir.
Bawa Muhaiyaddeen (Radıyallahu anh) insan sûretinin, her biri ilâhî sırrın bir ifadesi olan 28 sembolle (Arap alfabesindeki 28 harf) temsil edilebileceğini söyler.
Ayrıca Bawa Muhaiyaddeen (Radıyallahu anh) anatomik olarak kalbin sağ tarafında, ciğerin hemen yanı başında Bismin kai adı verilen yumru şeklinde bir et parçası olduğunu söyler. Ölümlü’deki Ölümsüz’ü temsil eden tasavvufî bir kavram olarak da anlaşılabilir; imanın güçlendiği, zikrin, Allah’ı anmanın sağlandığı yok edilemez “yer”i temsil eder.
Sembolik olarak büyük melekler bedenin bir organını temsil eder.
Batınî anlamıyla burası Cebrail (Aleyhisselâm)’in makamıdır.
Onda bir nokta vardır; bir kudret, nûrun bulunduğu bir yer.
Burası Allah’ın irfanını, elifi, kutbiyyeti (Hakk’ı açıklayan altıncı uyanıklık düzeyi), her şeyi koyduğu Allah’ın evidir.
Mahşer Günü’nde de bu nokta yoluyla diriltileceğiz.
Açıkçası bu kavramda derin bir sır vardır.


(8) “Nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü oradadır.” Kur’ân (Bakara 2/115)

Allah’ın her yerde mevcut olması yine Kur’ân 50:16 ayetinde şöyle ifade edilir: “Biz ona [insana] şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)


(9) Bkz. (M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Wisdom of the Divine, Cilt 3, sayfa: 53, 55, 59 ve M. R. Bawa Muhaiyaddeen, The Guidebook to the True Secret of the Heart, Cilt 1, sayfa: 221.) Bu anlamıyla Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) ismi bir irfan hâlini temsil eder.
Yazarın zaman zaman bu ismi hakikatin gerçekleştirilmesi anlamında kullanır.


(10) “Tüm bu kutsal kitaplar Allah’ın peygamberlerine verdiği rahmet sözlerini içerir.
Bu rahmet nûrdur.
Bunlara zâhiri olarak bakacak olursan sadece kitap görürsün, başka bir şey değil.
Kapağını açıp içine baktığında sayfaları, harfleri, kelimeleri, cümleleri ve anlatılan hikayeleri bulursun.
Ama daha da derine, taa içe baktığında Allah’ı bulursun, Allah’ın sözlerini bulursun, peygamberlerin vazifelerini bulursun, emirleri bulursun, kudreti ve nûru bulursun.
”
(M. R. Bawa Muhaiyaddeen, Islâm and World Peace, sayfa: 38.)


(11) Nuh :
“Ey serkeşler, Ben, ben değilim,
Ben canımdan öldüm, varlığımı terk ettim.
Allah ile diriyim.
İnsanlık duygularımı değiştirdiğim için,
O bana duyuş, anlayış, görüş oldu.
İnsanın duyularındaki ‘ben’ öldüğünde,
Konuşan, işiten, bilen Allah’tır.
Çünkü ben, ben değilim.
Bu nefes O’ndandır.
Bu sözün karşısında söz söyleyen,
İnkarda bulunan kafirdir!
” dedi.
(Mevlâna Celaleddin Rumi, Mesnevi I)

[İncil’de] (Genesis 5:24) de İdris Peygamber :
“Tanrıyla yürüdü, o yoktu, çünkü onu Tanrı aldı” denir.
Sufi ifadelerin çoğunda çeşitli fenâ (yok olma) basamaklarından söz edilir.
Genellikle şöyle denir:
Bir kimse yok olduktan (fenâ) sonra, Allah onu kendi Zât’ında kalıcı (bekâ) kılar, yani bir anlamda o kimse Allah’la yürür.
Okyanusa atılan bir süngerin suyu emerek suyla dolması ile okyanusa atılan bir bardak suyun okyanusla bir olması arasındaki fark şeklinde de anlaşılabilir.
Kanaatimce Bawa Muhaiyaddeen (Radıyallahu anh)’in fenâ derken kastettiği şey ikincisidir, çünkü O’nun hayatında bizim gördüğümüz şey birbirinden ayrılamaz, gark olma hâlidir.
Bawa Muhaiyaddeen (Radıyallahu anh) bu yüce hâlin hakikatini bizlere gösterdi.


(12) Böyle bir ayna olmuş kimseyle olan ilişkinin eşi benzeri yoktur.
Çok muazzam bir aşk, bağlılık ve hasret doğar.
Ama aynanın kendisinden ya da o kimseden değil Allah’ın cemâlinden dolayı tefekküre dalarlar.
Gerçek irfan ehli dikkatimizi Allah’a hayatlarımızdaki o bir tek olan Hayat’a yöneltmeye pekala muktedirler.


(13) Bu kaset “The Bawa Muhaiyaddeen Fellow-ship, Audio Department, 5820 Overbrook Avenue, Philadelphia, PA 19131” adresinden istenebilir.
Bu kitaptaki sohbetlerin çoğunu içerir.
Bunun dışında yazara ait yüzlerce ses ve video kaseti vardır.


(14) Hakikat nûruna olan bu câzibe Muhammedi (Sallallahu aleyhi ve sellem) olmanın mânâlarından biridir.
Allah’a saf bir imanla yaşamını sürdürmek İbrahim (Aleyhisselâm)’in soyundan olmak şeklinde anlaşılabilir.
Tüm insanlık ailesinin bir anne ve bir babadan gelen bir tek aile olduğunu bilmek Âdem (Aleyhisselâm) ile Havva (Aleyhisselâm)’daki ortak mirasımızı anlamak demektir.

(15) Bkz.: (Questions of Life—Answers of Wisdom, sayfa: 289)
En son kulihvani tarafından 17 Şub 2008, 01:25 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen




BİRİNCİ BÖLÜM :
Ölmeden Önce Ölmek



SON ÇAĞRI


Resim


Bir göz açıp kapamasından önce,
Bir göz kırpmasında,
Evet bir göz kırpmasıyla
Geri çağırılacağız
Hakk’ın merhametli ayaklarına.
Zerredeki zerre, atomdaki atom gibi,
En latif yolla bizi geri çağırır O.
Nasıl anlatılabilir O’nun lâtif yolları, en son çağırışı!
Nasıl anlatılabilir O’nun o mu’cizesi
En son çağrısını gönderdiği!

Besledi bizi tüm hayatımızda ve büyüttü.
Günler geçtikçe, artarda birikti takvim yaprakları,
Yaşayıp durduk bu hayatta hiçbir iyilik yapmadan,
Hep böyle sona kadar,
Acı ve kederle sırılsıklam olmuşsuz,
Kahkaha ve mutlulukla.
Hayatımızdaki dert ve keder,
Kan bağlarıyla gelen iyi ve kötüler,
Buradaki doğumumuzla gelen tüm dertler,
Bizde toplanan tüm dert ve kederler,
İşte hayatımız dert ve keder hayatı
gözyaşları, ağlama ve gülüşlerle.

Heyhat! Bu yaşayışla,
Artık dayanamayacağımız o sonda,
Yani ölüm bizi çağırdığında,
“Hadi Gel” diye seslendiğinde,
Bir an da alır bizi yanına,
Bu çağrı yapıldığında,
Çok latif, çok keskin, çok âni,
Yine de anlamayız!
Kanarız bu dünyanın çok büyük olduğuna,
Kanarız akla gelmez hayallerle,
Bu dünyanın bizim olduğuna,
Bu dünyanın hazine olduğuna.

Bırakalım topladığımız ne varsa,
Atıp her şeyi caddelere, sokaklara,
Gözyaşlarıyla, dertlerimizle ve acizliğimizle,
Bu ağızlarımızla seslenelim Ruhların Sahibine,
Ayaklarına kapanalım,
Ve gidelim O’na.
İşte çağırır o zaman bizi.
Unutup her şeyi, hep O’nu hatırlayalım
Hep O’nu analım, hep O’na yönelelim.
Kaybolur tüm dertlerimiz o günde,
İşte mutluluk ve rahmet,
İşte O’nun aşkı gelir ve kuşatır bizi,
Getirir huzur ve rahatı bize.
Gelir ve kucaklar bizi o günde, aşk ve huzur,
İşte gerçek huzur.
Tüm hâller o güne kadar yaşadığımız ne varsa
Toplayıp biriktirdiğimiz, kullandığımız her şey
Günah yığını sadece, yani hiçbir şey.
Topladıklarımız sadece kötülük ve günah.
Cehâlet ve bilgisizce toplayıp durduğumuz her şey,
Sadece kötülük çuvalları, sadece kötülük yığını.

Atabilirsek cehâlet ve bilgisizlik çuvallarını,
O toplayıp durduklarımızı,
Silebilirsek o tüm kötülüklerimizi,
Arayabilirsek Hakk’ın o ilâhî ayaklarını,
Arayalım O Bir olan Allah’ı,
O Bir olan Sevgi’yi,
O’na inanır ve O’na güveniriz,
Kapanabilirsek O’nun ayaklarına,
Teslim olalım O’na ve itâat edelim,
İşte buluruz huzur ve rahatı o zaman.
Budur adalet ve hak.
O’na iman ve O’na ibadet,
Hâlimiz olduğunda bizim,
İşte o zaman teslim oluruz,
O Kadri Mutlak’a, şah damarımızdan yakın Olan’a,
Hâlimiz huzur olur, huzur dağıtırız
Teselli dağıtırız tüm hayatlara.

İmanla sürdürelim hayatımızı
O Bir olan Allah’a.
Yavrucuğum!
Hep bu imanla yaşayalım sonsuza dek.
Meyve veren ağaçlar gibi
Meyvelerini herkese dağıtan ağaçlar gibi,
Paylaşalım biz de meyvelerimizi.
Topladığımız her şeyi,
Kazandığımız tüm ni’metleri bu hayatta,
Paylaşmalı bu kalb herkesle,
Meyvelerini dağıtan bir ağaç gibi.
İşte buluruz huzuru,
İşte buluruz rahatı o zaman.
Meyvelerini dağıttığında ağaç, bilir huzuru.
Bu akıl da terk ettiğinde her şeyini,
Anlar o zaman huzuru.
Bulalım hadi bu eşitliği.
Budur hayatımız için en iyi olan.
Budur bizim için en iyisi.
Âmin!. Âmin!.
Sevgim sizlerle olsun!..


24 Eylül 1985
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen




BİRİNCİ BÖLÜM :
Ölmeden Önce Ölmek



1. KADER



Euzibillahimineşşeytanirraciym.

Allah’ım bizleri kovulmuş şeytana ait sıfatlardan koru!
Bizleri kovulmuş şeytandan koru!
Allah’ım! Ya Rahmân! Ya Rahîm!
Ya Rab-bûl Âlemin!


Resim

Bu âlemde ve ruhlar âleminde her şeyi yöneten, her şeyin hakimi Ya Rahmân! her şeyin Sahibi, Meliki, her şeyi besleyen Evvellin Evveli, her şeyi var eden Rabb!
Sen her şeyi rahmetin ve zenginliğinle yarattın.
Senin yarattıkların basit şeyler değildir, çok karmaşık ve girifttirler.
Sen en üstün özelliklere sahip şeyler yarattın.
Senin yaptığın bu işi hiç kimse yapamazdı.
Senin yarattığın her şey bir yenilik, harikulâde bir araştırma eseridir.
Sen akımları, manyetik güçleri ve atomlarına kadar diğer tüm güçleri araştırdın.
Bu araştırmayı yapan ve her şeyi yaratan Bir Sensin.
Sen Rabbimizsin.
Neyin nerede yetişebileceğini, neyin neyi yakabileceğini ve neyin neyi kontrol edebileceğini Sen bilirsin.
Sen Allah’ımızsın, sırrına erişilemez, ölçüsüz rahmetin ve kıyaslanamaz sevginin sahibisin, bitmeyen rahmetinin zenginliğini lütfeden Bir’sin.
Sen Âlemlerin Rabb’isisin.
İşte bunun için Sana şükrederiz.

Yaratma, yapma, yok etme ve koruma kudreti ve cömertliği, bağışı Sendedir.
Neyi koruyacağını, neyi kuşatacağını ve neyi yok edeceğini Sen bilirsin.
Tertemiz, saf Bir Sensin.
Saf, temiz olan her şeyi korursun.
Seninle bir olmayan, kirli her şeyi de yok edersin.
Kıymetli olan ne varsa alır, değersizi atarsın.
En başta gelen kudret ve yücelik Sensin Ya Rabbûl Âlemin!
İşte bunun için tüm hayatlar Sana ibadet eder.
Sen her şeyi yaparsın.
Bunda şüphemiz olmaz.

Buna iman ettik.

İrfanı olan, imanı ve kararlılığı olan, Sana güvenen, küçücük bir hissi, hatta küçücük bir uyanıklığı olan kimse Seni unutmaz. Sadece kendini dünyanın büyüsüne, kendini dünyaya kaptırmış kimse Seni unutur.
Dünyanın büyüsü ve şeytanın sıfatları bir insana Seni unutturur. Şeytana ait olan o kibir bir kimsede varsa, işte o zaman Seni unutur.
Başka türlü insan asla Seni unutmaz.

Böyle bir kibir insanı hükmü altına alır ve onu değiştirir.
Allah’ım! Böyle insanları düzelt, onlara Senin merhametini göster!
Onların kalblerini yumuşat, kibirlerini, gururlarını öldür, onlara huzur ve tatmin olmuşluk sıfatlarını ver!
Onlardaki : “Ben” diyen sıfatı öldür, yerine : “BİZ” diyen sıfatı ver!
“Benim!” diyen sıfatı öldür ve : “Herkesin” diyen sıfatı ver!
Öfkelerini bırakmalarını sağla, onlara sabrı ver!
Hep : “Ben, ben, ben!” diyen sıfatı bırakmalarını sağla ve onlara “Biz, biz, biz!” diyen barış sıfatını ver!
“Benim malım, benim toprağım, benim ülkem” düşüncesini bırakmalarını ve burasının Allah’ın âlemi olduğunu fark etmelerini lütfet!

Her şey Allah’a aittir.
Nefslerimiz, hayatlarımız, bedenlerimiz, her şey O’na aittir.
Biz O’na ait olduğumuza göre nasıl bir şeye sahip olabiliriz ki!
Bu nasıl olabilir?
Bize ait olan Allah’tır.
Tek zenginliğimizin Sen olduğunu anlamamızı sağlayacak irfanı, bu açıklığı bize lütfet Allah’ım!
Biz insanoğullarına bu açıklığı lütfet, diğer canlılara da onlara uyan sıfatları ve irfanı lütfet!
Allah’ım bizleri koru böylece Seni anlayabilelim.

Allah’ım! Senin büyüklüğünü tam olarak kim anlatabilir ki!
Sen en büyük mühendis, en büyük alimsin.
Yanlış bilgileri, cehâleti, bilimi gördün ve gerçek hikmeti, gerçek irfanı gösterdin.
Bunu bizlerin elde etmesini mümkün kıldın.
Tüm güçleri araştırdın, onları bildin.
Hangi gücün hangi gücü yok edebileceğini, hangisinin hangisine hükmedebileceğini, hangi gücün bir şey yaratmada kullanılabileceğini bilirsin.
Bu çekimlerin, mıknatısların ve güçlerin hepsini Sen yarattın.
Senin kudretine benzer başka bir kudret yoktur, Senin hikmetine benzer başka bir hikmet yoktur, hiçbir sıfat Senin sıfatlarına benzemez, hiçbir kelime, iş, davranış ve ahlâk Senin kelimelerine, işlerine ve ahlâkına benzemez.
Senin merhametine hiçbir merhamet benzemez.
Senin benzerin yoktur.
Tüm yaratılmışların Senden başka güvenecek hiç kimseleri yoktur.
Bu yüzden Seni kabul etmelidirler.
Senin sıfatlarını kabul edenler huzuru, barışı almış ve tatmin (mutmain) olmuşlardır.
Senin sıfatlarınla, sözlerinle ve işlerinle hareket edenler mutmainliğe ererler ve daha bu hayatlarındayken cennetti bulurlar.
Ey Âlemlerin Rabbi, bu hâli var eden Bir Sensin.
Her şey Sana hamd eder, şükreder; yer, gök, güneş, ay, tüm varlıklar, toprak, su, hava ve boşlukta (esîr) yaşayanlar, hepsi Sana şükreder.
Ey Kudret Sahibi Olan, Senden başka, Senin gibi bir Rabb yoktur.
Böyle bir kudrete sahip olan Bir’e Allah deriz.

Senden gayrı her kuvvet, her virüs, her mikrop sadece bir hücredir. (1)

(1) Bu sohbet boyunca Bawa Muhaiyaddeen İngilizce ‘cell’ (hücre) kelimesini kullanır.
Ancak bu kelimeye yüklediği anlam kelimenin tipik anlamlarından farklıdır.
The Guide to the True Secret of the Heart adlı kitabının birinci cildinde iki bölüm bu konuya ayrılmıştır.
“Allah elif’ten (Bir, Allah’ı temsil eder) bir hücre (cell), bir nokta aldı. On sekiz bin âlemi, on beş semayı, suretleri, cenneti, cehennemi, her şeyi bu bir hücrenin içine koydu.... Allah her şeyi bu bir tek hücreden yarattı.”

Her hücreden farklı şeyler çıkar ve bunların hepsi : “Ben” der.
Ama bir hücre başka bir hücre tarafından yok edilebilir.
Ateş toprağı yakabilir, su ateşi öldürebilir, hava suyu hareket ettirebilir, dağlar ve ağaçlar hava akımına, rüzgara engel olabilir.
Bunun gibi, herhangi bir şey başka bir şeye hükmeder, onu kontrol altına alır.
Güneşin ve ayın güçleri bulutlar tarafından zapt edilebilir.
Yeryüzü ile gökyüzü arasındaki bağlantı bulutlar tarafından kesilebilir.
Bulutlar ve sis her tarafı kapladığında gökyüzünden dünya görülemez ne de yeryüzünden bir kimse gökyüzünü görebilir.
Bu böyledir.

Sevgim size, gözlerimin nûrları, kız kardeşlerim, erkek kardeşlerim, kızlarım, evlatlarım ve torunlarım.
Allah’ın sırrını anlamamız, o sırrı fark etmemiz de buna benzer. Yeryüzünün gökle, gökyüzünün de yeryüzüyle olan bağını sis ve bulutların kapaması gibi, aklımızın ve isteklerimizin (nefs) bulutları da bizim hem bu dünyada hem de âhirette Allah’la olan bağımızı görmemizi engeller.
Bu bulutlar Allah ile bizim aramızda varolan bağı görmemize perde olurlar.
Böylece hayat bağımızı görmede başarısız oluruz.
Bu bulutlar aklımızın ürünü olan dört yüz trilyon on bin sayıda olan düşüncelerimizdir.
Bu virüsler, bu hücreler, bu bulutlar gelir ve geleceğimizle olan bağımızı örterler.
Bu düşünceler Allah’la olan bağımızı gizlerler.
Irklar, felsefeler, istekler, bağlılıklar, kan bağları, renk ayrımları, milyonlarca düşünce, ‘sen’ ve ‘ben’ düşüncesi, mal, mülk, hayvanlar, zenginlik, toprağa, kadına ve altına olan düşkünlük, hırs, benim evim, benim malım, benim zenginliğim düşünceleri işte bunlar aklın ürünü olan sayısız bulutlardır.
Bulutların yeryüzünü gökyüzünden sakladığı gibi, aklın bulutları da Allah’la olan, âhiretle olan bağımızı örterler.
Huzur ile olan apaçık, temiz bağımızı örterler, hayatın nûrunu örterler.
Böyle yaparak Allah’ın kudretini, O’na olan bağımızı, âhirete olan bağımızı görmemizi önlerler.

Tüm bunların olmasına akıl yol açar.
Eğer aklı aşarsak, o zaman Allah hayatımızdan hiç de uzak olmaz. İnsan ve Allah birbirine çok yakındır.
Birbirlerine bakıp dururlar, ikisi de aynı yerdedir.
Allah ve insan aynı yerdedir.
Hepimizin içinde Allah’ın bulunduğu bir yer vardır.
O Hakk’ın olduğu yerdedir.
İrfanımızı, sözlerimizi, hareketlerimizi O’nun sıfatlarıyla, O’nun ahlâkıyla ahlâklanarak beslediğimiz o içimizdeki yerde Allah bulunur.
O’nun sıfatları, fiilleri ve üç bin latif sıfatları küçücük bir et parçasındadır.
Biz farkına varmasak da, kalbin özel bir bölgesinde varolurlar. Nefse ait istekler bedenin geri kalan kısmını idare ederler, ama kalbdeki bu ilâhî mülküne Allah hükmeder.
Bedenin geri kalan kısmı hücreler, virüsler, vehim (maya), karanlık ve büyülenmeler tarafından idare edilir.
Her bir hücre ya da virüs diğerini yakalar, yer ve yutar.
Her biri diğeri tarafından yok edilirken : “Allah’ım!” diye bağırır.
Ama onu yok etmekte olan hücre şöyle sorar : “Allah kim?”
İşte iki hücre arasında farklılıklar, aykırılıklar ortaya çıktığında olan şey budur.

Bunlara neden olan şey aklın bulutlarıdır.
Aklını aşan insan yeryüzünü ve gökyüzünü bir olarak görür. Bunlar arasındaki bağı bilir.
Bulutlar olmadığında gökyüzünün görünmesi gibi, akıl ortadan kalktığında da Allah’la insan arasındaki bağ açıkça görülür.
İnsan aklın ve nefsin düşüncelerini aştığında ya da kontrol altına aldığında ya da bunlara hükmettiğinde, görüşünü örten hayat bulutları kaybolur.
Bulutlar temizlendiğinde yeryüzü ve gökyüzü apaçık görülür, öyle değil mi?
Bunun gibi Allah, âhiret, bu dünya ve Hakk insan tarafından bu dünyada görülür.
İnsan bu hakikati görebilir ve anlayabilir!

Resim

Gözlerimin nûrları, sevgim sizinle.
Her çocuk bunu düşünmelidir.
Allah’ın işlerini yürüttüğü belli yollar vardır ve O’nun yaptıklarının hak olmasının bir sebebi vardır.
O her şeyi yerli yerine koyar, her şeyi kendine yaraşır yerine koyar.
Allah suyu alır ve suya geri koyar; su su olarak kalır, bir farklılık, değişiklik olmaz.
Ateşi alır, ateşe geri koyar, bir değişiklik olmaz.
Seksen dört tür havayı ve gazları alır, havaya geri koyar, bir değişiklik yoktur.
Toprağı alır, toprağa geri koyar, toprak toprak olur, bir değişiklik olmaz.
Suyu alır, suya koyar.
Güneşin ışığını alır, ışığa koyar.
Ay’ın soğuk renklerini alır, aya geri koyar.
Karanlıkta parlayan şeyi alır, karanlıkta parlayan şeylere geri koyar.
Bulutlarda parlak, ışıklı şeyler olur, karanlık çöktüğünde bunlar parlamaya başlar.
Ay’ın da buna benzer bir yaradılışı vardır.
Gökyüzünden ışıklar ay’ın ve bulutların üzerine düştüğünde parıldarlar.
Ama bu ışık soğuktur.
Hem ay hem de güneş ışık verir, ama güneşin ışığı sıcaktır, ısıya ve terlemeye yol açar; ay’ın ışığı ise soğuktur.

Ay güneşe atılacak olsa kendi gücünü kaybeder.
Güneş göründüğünde ay kendi gücünü kaybeder.
Güneş karanlıkları dağıttığında ay gücünü kaybeder, çünkü ay’ın gücü sadece karanlıkta varolur.
Allah’ın bir insana irfan vermesi de bunun gibidir.
Bir insana irfanın mükemmel olan saf sıfatları geldiğinde dünya gücünü kaybeder.
Vehim (maya) gücünü kaybeder, akıl gücünü kaybeder, bağlılıklar gücünü kaybeder, benlik gücünü kaybeder.

Allah’ın sıfatları, fiilleri, sözü ve ahlâkı bize geldiğinde dünya güçsüz, çaresiz bir şeye dönüşür.
Tüm bağlılıklar gücünü kaybeder.
Bir olan Rahmân üç bin lâtif sıfatıyla rahmetini gösterir, tüm canlılar, her şeye insana kendi canıymış gibi görünür.
Tüm dertleri kendi derdi görür, tüm sıkıntılar kendi sıkıntısı gibi olur.
Hakk’a bağlılık böyle olur, bu hâldeyken insanın yaptığını Allah yapar.
Hakk olur, bu yok edilemez.
Allah’ın sözleri insanın sözleri olduğunda yok edilemezler, bu sözler korunur.
Hiçbir güç bunu yok edemez.
İnsan Allah’ın fiillerini alıp bunlara göre hareket ettiğinde, yaptıkları yok edilemez.
İnsan görüşünü Allah’ın görüşü, düşüncelerini Allah’ın düşüncesi yaptığında, düşüncesi O olduğunda, sabrın, şükrün, O’na güvenin ve O’na hamd etmenin(2) güzel sıfatlarıyla ahlâklandığında, insanın bütün hücrelerinin özellikleri değişir.
Bu sıfatlar karşısında dört yüz trilyon on bin çeşit güç zayıflar, güçlerini kaybeder, aklın bulutları güçlerini kaybeder.

(2) Yani; sabır, şükür, tevekkül ve elhamdülillah.

Allah suyu alıp tekrar suya geri koyduğunda hiçbir ayrılık, farklılık görülemez.
Ateşi ateşe, havayı havaya ve toprağı toprağa koyduğunda hiçbir ayrılık, farklılık görülmez.
Toprak sürüldüğünde, bir çapayla çapalandığında, toprak toprağa karışır ve bir olur.
Bulutlar çırpılıp süpürüldüğünde, diğer bulutlarla birleşir ve sürüklenip giderler.
Akıl da bu şekilde terk edilebilir.
Hayatımızda şimdiye kadar ne kadar günah topladıysak toplayalım fark etmez, Hakk ile hak olduğumuzda hiçbir farklılık, ayrılık görülmez.
İrfan İrfan’la birleştiğinde hiçbir farklılık, ayrılık olmaz.
Allah’ın sıfatları insanın sıfatlarıyla birleştiğinde hiçbir fark görülmez.
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklandığımızda, bu ahlâkla hareket ettiğimizde hiçbir ayrılık kalmaz.
Allah’ın sabrı ve şükrüyle hareket ettiğimizde, tevekkülle, Allah’a şükürle ve O’nun sıfatlarıyla hareket ettiğimizde farklılık, ayrılık kalmaz.
O zaman huzur ve sükûn (mutmain) hayatımıza girer, ruhumuz hür olur.
Allah’ın sıfatları bize gelir, Allah’ın nûru ve kalbi bize gelir, O’nun saf, pak nûru bize gelir.
O zaman Allah’ın ve insanın aynı yerde olduğunu fark ederiz. Bulutlar dağılır, karanlık yok edilir, her şey değişir.
Akıl ve nefs küçülür, değişir; aklın ve nefsin ürünü olan düşünceler durdurulur, huzur, sükûn ve Allah’ın âlemi bizde gerçekleşebilir.

İçimizde Allah’ın bu âlemi bilinmeye başladığında, Allah’ın bizde yaşadığı hakikatini fark ederiz.
Hakk budur, ama sadece farklılıkların, ayrılıkların görülmediği yerde fark edilir. Her şeyde ve her yerde O vardır.
Allah kötü olanı alır ve onu kötülüğe (şer) koyar; iyi olanı alır, onu da iyiliğe (hayır) koyar.
Bu yolla kötü olan şey, kötülükteki kötü şeyleri, hücreleri yok eder.
Kötü hücrelerden her biri diğerine zarar verir, yok eder.
Ama hakikat hiçbir şeyi ya da kimseyi yok etmez.
Hakikat Hakk olandadır; iyi sıfatlar iyi sıfatların yanına konmalıdır.
Bunlar başka şeylerin büyümesine, yetişmesine neden olur; öte yandan, kötü şeyler sadece zarar verir, yok eder.

Allah dünyayı yarattı, dünya yoluyla dünyayı yok eder.
Allah ateşi yarattı, ateşi ateşle yok eder.
Havayı yarattı, havayı havayla öldürür.
Suyu yarattı, suyu suyla yok eder.
Toprağı toprakla yok eder.
Gökyüzünü gökyüzüyle yıkar, yok eder.
Her hücre başka bir hücreyi yok edebilir.
Ama Hakk hak olan neyse onu korur, onun büyümesine neden olur.
Bunun gibi bizdeki her sıfat başka bir sıfatımızı yok eder ve bize acı verir, stres yapar.
Bize zorluğu, sıkıntıya sebep olan şey düşüncelerimizdir.
Bize eziyet veren, sıkıntı veren şey bizim kendi niyetlerimiz, düşüncelerimiz ve yaptıklarımızdır.
Her düşüncemiz bizi yaralar, acı verir.
Her bağlılığımız bize eziyet eder, azap verir.
Her bencil kan bağı bizi sürekli yaralar durur, sanki ameliyat masasına yatmışsız gibi bizi hep keser durur.

Bunun gibi ıstıraba, derde, zorluğa, acıya ve gözyaşlarına neden olan şey kendi düşüncelerimizdir.
Cehâletimizde ve irfan eksikliğimizde bu şeyleri biz toplarız. Allah’la olan bağımızı zedeleyen bulutlar bunlardır.
Allah’ın hakikati ile aramızdaki bağ çok yakın bir bağdır.
Allah bize kendi hayatımızdan daha yakındır, ama aklımız ve nefs bu bağı örter, saklar.
Düşüncelerimiz, niyetlerimiz ve bağlılıklarımız Allah’la olan bu bağımızı örter.
Bunları bir kenara attığımızda Allah ile aramızdaki bağ ne kadar kolay fark edilebilir!
Dünya kaybolur, âhiret açılır.
Allah’ın nûru parıldar, kalbimiz O’nu kucaklar, işte rahmet budur. İşte huzur budur!

Hayatımızda huzur ve sükûna (mutmain) ulaşabiliriz.
Bunu düşünmeliyiz.
Bu hâle ulaşmadıkça bize engel olan şey bizim kötülüğümüz olur.
Bize zorluk ve sıkıntı getiren şeyler kendimizin besleyip büyüttüğü virüsler ve hücrelerdir.
Bu yıkıcı, zararlı hücreler kendi hayatımızı yıkar, zarar verirler. Hakikat Hakk’ta bulunduğunda huzur getirir.
Allah iyi olan şeyi alır ve iyiliğin içine koyar, bir farklılık, ayrılık olmaz.
Kötü olan şeyi kötünün içine koyar ve kötü olanlar sürekli birbirini yok eder.

Bölünmeler, ayrılıklar ve gruplaşmalar yıkıma neden olur.
Bunlar dünyanın yıkımına neden olan şeylerdir.
Her insanın taşıdığı kendi ateşi başka şeyi yakar ve yok eder.
Her insanın yaptığı bombalar başka bölgeleri yok eder.
İnsanın sıfatları kendi hayatını yok ettiği gibi başkalarının hayatlarını da yok eder.
İnsandaki beş unsur ve ‘hücreler’ olan dört yüz trilyon on bin sayıdaki sıfatları dünyayı yok eder.
Bu hücreler, virüsler ve mikroplar insandadır.
Bunlar mıknatısı, manyetik güç ya da elektrik akımına benzerler.
‘Ben’ ve ‘sen’e ait bu sıfatlar insanda birleştiğinde yıkıma neden olurlar. Bunu düşünmeliyiz.
Bunu tefekkür etmeliyiz.
En son kulihvani tarafından 02 Şub 2008, 11:45 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Gözlerimin nûrları, sevgim size!
Kendinizi, nefsinizi tanımaya çalışın.
Kendinizi, içinizdekini anlayın, bu araştırmayı yapın.
Allah ile aramızdaki bağ çok yakın bir bağdır.
O kadar yakın ki, ama aklın o kocaman dağı bu bağı görmemize engel olur.
Kibir dağını yıkın, ‘ben’i yıkın ve rahmet dağını büyütün.
Rahmet dağı o kadar yumuşaktır ki aynen bir mum gibi.
Bu dağı öyle büyütün ki alçakgönüllülükle, yumuşaklıkla, aşkla hep veren olsun.
Allah’ın bu sıfatları geliştirilmelidir.
Bulutlar, fırtınalar, akıl ve nefs virüsleri ve düşünceler kontrol altına alınmalı ve yok edilmelidir.
Kibir dağı yıkılmalıdır : “Bu benim, bu benim” deyip duran nefs susturulmalı ve kaldırılmalıdır.
Bunların yerine, Allah’ın sabır ve şükür sıfatları, Allah’a tevekkül, Allah’a şükür ve “Allah büyüktür!” (3) sözü konmalıdır.

Resim

(3) sabır, şükür, tevekkül, elhamdülillah,ve Allahu Ekber .

Buraya huzur makamı konmalıdır.
Buraya Allah’ın rahmeti ve O’nun sıfatları konmalı ve korunmalıdır.
O zaman Allah olarak bilinen Bir’in, En Yüksek ve Üstün Hazine’nin sesi ve nûru duyulur, görülür.
Bu dünyanın ve âhiretin sekiz cenneti, ilâhî varlıklar, peygamberler, Allah’ın nûrları, açıklayanlar, Allah dostları, irfan ehli (4), açıklık ehli, birlik (tevhid) ehli ve Allah’ın sıfatları, hepsi görülür.

(4) Nebiler, oli (tahkiki imana ulaşan ve O’nun nûrunda kalıcı olanlar), kutuplar, evliyâlar, gnani (âifler).

İrfanımız arttıkça, açıldıkça ve görünmeye başladıkça, gözün göremediği bu küçücük yer on sekiz bin âlemden daha büyük olur.
Burası Allah’ın gizli yeridir.
Burası huzur yeridir, huzurlu bir cennettir.
Bu sırlı yeri görebiliriz, ah bu güzel yerde huzura ulaşırsak ne kadar büyük bir mutluluk olur.

Sevgim size!
Cennet ve cehennem, iyi ve kötü başka bir yerde değil.
Kendi sıfatlarımız bizim cennetimizdir.
Yaptığımız şeyler, fiillerimiz tayin edilmiş nasibimizi (kaza ve kader) meydana getirir.
Kalem bizim ellerimizde, hakkımızda verilecek en son hükmümüzde dikkate alınacak delili biz yazarız.
En son karar bu yazıya bağlıdır.
Allah buna bakarak şöyle buyurur: “Bu senin nasibin (kaza ve kader). Bunu senin nasibin, kaderin yaparız.”

Bazı durumlarda bir şeyi uzaklaştırmak için çok çaba harcarız, ama bu şeyi uzaklaştırmak gücümüzün ötesinde olduğunda : “Bu bizim nasibimiz, kaderimiz” deriz.
Hasta olan birisini iyileştirmek için tüm ilaçları ve devaları deneriz, ama bunlar fayda vermediğinde : “Onun nasibi, kaderi bu olmalı!” deriz.
Aynı şekilde Allah da : “Bu onun nasibi, kaderi” diyerek hakkımızda en son kararı verir.
Allah bize her şeyi verdi.
Doksan dokuz sıfatını verdi, sadece birini kendi Zât’ına sakladı.
Allah : “İnsana bütün zenginliğimi verdim, ama insan bunu anlamaz ve Bana cehennem yükünü taşıyarak gelir.
O nedenle, bunu insanın nasibi yaparım
” buyurur.
Allah şöyle buyurur: “Bana getirdiğin şeylerin aynısıyla Bana geri dönebilirsin.”
Böylece Allah : “Bu senin hakkındır” diyerek imzasını atar.

Kendi cehennemimizi ve cennetimizi kendimiz hazırlarız.
Hangi yönümüzü geliştirirsek o yön bizim olur; bu yönümüzün doğurduğu zarar ya da kârları kendimiz hazırlamış oluruz.
Peki o zaman cehennem kısmını alıp onu yok etmeye çalışalım, olmaz mı? Hayır, olmaz.
Cehennemi bir kenara bırakıp, ilerlemeye, yola devam edelim. Cehennemi yok etmeye gerek yok, sadece yola devam et.
Eğer bir köpek peşimizden koşarak bizi ısırmaya gelirse, sadece yolumuza devam ederiz.
Köpeğe karşılık vermek için durup onu ısırmaya çalışmayız.
Bunun gibi, kötülük ve günah peşimize düştüğünde, ona gitmesini söyleyip yolumuza devam edelim.
Onunla vakit harcamayalım.
Bir süre bağırıp duracak, sonra da bizi terk edecektir.
Bunun gibi, dünya etrafımızda dönerek bize gelir, ama dönüp bakmazsak gider.
Günahlar da bizi bir süre takip eder, ama biz geri dönmezsek giderler.
“Bu yer bize göre değil!” derler ve giderler. Bir çok şey bizi böyle, bir süre takip eder.
Eğer dönüp bakar ve onlara yayvanca gülümsersek, onlardan dolayı mutlu olursak, o zaman bizi alt ederler.
Ama onlara bakmazsak, “Bu olmadı. Bu insan beni ayaklarının altında çiğner. Ben ona giremem!” diyerek çekip gider.

Şuh bir kadının dans ederek bir adamı yakalaması gibi bu virüsler ve bu dünya bizi yakalar.
Böyle bir kadın gibi, makyajla kendilerini süsler, dans eder, rol yapar ve bizi yakalarlar.
Her hücre bunu yapar.
Dört yüz trilyon on bin sayıdaki sıfatların tümü bizi yakalamak için bunu yapar.
Ama dönüp onlara bakmazsak, Bir Allah’a imanımız ve kararlılığımız varsa, yola devam edersek bizim yakınımıza bile gelemezler.
Bizden uzak dururlar.
Bir süre bizi takip eder, sonra da bizi bırakıp giderler.

Bu tür şeyler sadece aklımızı ve sıfatlarımızı yakalamak için gelirler.
Eğer bunlar sıfatlarımızı elde etmeye çalıştıkları anda, onları arkaya atar ve yolumuza devam edersek, bizi etkileyemezler.
Bize şan, şöhret, altın, gümüş, kadın, saraylar ve şehirler vaat ederler, bunlarla bizi kandırırlar.
“Şuna bir bak. Buna bir bak. Bu senin olabilir!” diyerek yaygara koparırlar.
Ama dönüp bakmazsanız : “Bu insana bir şey yapamıyoruz!” derler ve giderler.

Dört yüz trilyon on bin sayıdaki düşünceler bu şekilde gelirler.
Eğer onlara doğru yönelirsek, gülerek onları kucaklarsak, bundan mutlu olursak, o zaman bizi yakalarlar.
Ama onları bir yana itersek, bizi bırakırlar.
Bir köpek bizi ısırmaya çalıştığında, yolumuza devam ederiz.
Durup köpeği ısırmaya çalışmayız, o zaman bizi o ısırır.
Bu nedenle, olduğumuz yerde durur ve : “Ey köpek, niye peşimden geliyorsun? Git. Ben sana bir zarar vermedim. Git ve işine bak!” deriz.
O zaman köpek gider, biz de yolumuza devam ederiz.
Bizi yakalamaya gelen her şeye bu aynı şeyi yapmalıyız.
“Hayır, ben seninle gelmiyorum. Beni takip etmene, peşimden gelmene gerek yok!” der ve yolumuza devam ederiz.

Niçin nefsin köpekleri ve aklın maymunları gelir ve etrafımızda sürü halinde toplanırlar?
Bizi yakalamak, tutmak için gelirler.
Ama korkulacak bir şey yok.
Korkusuzca onlara bakıp : “Yoluna git maymun!” dediğimizde giderler.
Nefsin köpeği hırlayarak, homurdanarak, kuyruğunu sallayarak etrafımızda dolaşır.
Sadece kovalayın onu, o zaman gücünü kaybeder.
Böylece akıl ‘ben’in gücünü kaybeder; kibir gücünü kaybeder.
O zaman yakalanabilir ve mutfağın arkasına bağlanabilir.
Akıl maymunu ve nefs köpeği yakalanabilir ve bağlanabilir; böylece biz de kendi işimizi yapabiliriz.

Her düşüncemize dikkat etmeliyiz.
Dört yüz trilyon on bin sayıda akli enerji birbirlerini öldürmeye, yutmaya ve yok etmeye çalışır.
Bundan hiçbir iyilik, hayır çıkmaz.
Bir düşünce büyür ve ötekini öldürmeye çalışır; ardından başka bir düşünce doğar, bu da onu öldürmeye çalışır.
Bu böyle sürüp gider.
Gruplaşmalar, bölünmeler, kibir, karma ve ‘sen’ ve ‘ben’ diyen renk ayrımları bu düşüncelerin durumuna çok benzer.
Bunların hepsi birbirini yok eden güçlerdir.
Ama Allah’ın sıfatları ve fiilleri, yani Hakk her şeyi besler, her şeyin büyümesini sağlar.
İşte Allah’ın kudreti böyledir.
O’ndan gayrı her şey bir hücre veya virüstür.
Başka şeyleri birer birer tutup çeken mıknatıslara benzerler.
Bunların manyetik, çekici güçleri vardır, ama Allah’ın sıfatları ve fiilleri bir kudrettir ve Hakk ile bağları vardır.
O’ndan başka her şey bu manyetik güçlere bağlıdır.

Örneğin böyle bir güç demirde bulunur.
Mıknatıs demiri çeker, demiri topraktan ayırır.
Bunun gibi, insanda vehim, nefs ve arzuların mıknatısı vardır.
Eğer bu mıknatıs aklın yakınına yaklaşırsa çekim gücünü aklın üzerine yoğunlaştırır.
Dört yüz trilyon on bin çeşit enerji akılda varoldukça, vehim mıknatısına kapılırlar ve ona yapışırlar.
Bu arzuların (nefs) ve duyuların bağlılıklarını kendine doğru çeken bir mıknatıstır.
Vehim aklı çeker ve bizi Allah’ın sıfatlarından ayırır.

Şeytanın gücü budur.
Kibir, karma ve vehim (maya); vehmin üç çocuğu olan şehvete ait kuvvetler; arzu, öfke, cimrilik, hırs, bağnazlık ve kıskançlık; alkol kullanımı, hırsızlık, cinayet ve yalancılık olan beş çirkin günah– işte bu on yedi güç ya da enerji insan aklındaki karanlıklardır.
Bu mıknatıslar insandaki dört yüz trilyon on bin çeşit düşünceyi çekerler.
Sonra da : “Gel, işte burada, işte orada!” diyerek insanı kendilerine çeker ve farklı farklı görüşler ve sahneler gösterirler.

Bu güçlere son verecek tek şey Allah’ın sıfatları, O’nun hakikati ve kudretidir.
Bu güçler genellikle mıknatısın savurduğu ağa tutulurlar.
Bu sıfatları sadece Hakk değiştirip dönüştürebilir.
Bunların arasına Hakk’ı koymalıyız.
O zaman huzur ve sükûna (mutmain) ulaşabiliriz, Allah’ın bizdeki âlemini görebiliriz. Allah’ı ve Allah’ın bizdeki âlemini görürüz. Allah olarak bilinen Nûr’u görürüz.
O’nun olan iyi, güzel ahlâkı, sevgiyi ve aşkı görürüz.
O’nu görür, O’nun hâlini biliriz.
Allah’ın değerini ve insanın gerçek değerini görürüz.

İnsan dış suret, beden değildir.
Bu bedende bir insan var, bu insan nûrlu ruhtur.
Ruhun parlak nûruna erişen kimse insandır.
Böyle bir insan Allah’a bağlıdır.
Altı tür hayat arasında Allah’a bağlı olan insandır.
Toprak olmadığında toprak hayatı ölür.
Ateş hayatı ateş olmazsa ölür.
Su hayatı su olmazsa ölür.
Hava hayatı hava olmazsa ölür.
Vehmin manyetik, çekici güçlerinden ve pırıltılı gösterişlerinden etkilenen boşluk (esîr) hayatı esîr olmazsa ölür.
O’nun hayatı, Nûr, insanın hayatı, Allah’ın ruhu O olmazsa ölür.
Ruh O’na olan bağıyla yaşar.
Altı tür hayat bunlardır.
Bunu düşünmeliyiz.

Altı tür hayattan her biri başka başka yerlerde yaşar.
Eğer kendilerine özel bu yerlerle herhangi bir bağları kalmazsa, bu hayatlar ölür.
Altı tür hayat vardır ve insanın altı bilinç düzeyiyle bunları araştırması gerekir.
Böyle yaparak hangi hayatın Allah’ın hayatı olduğunu bulabilirsek huzura ulaşırız.
Şayet kim olduğumuzu araştırırsak, sorarsak, Allah’la bağımızın olduğunu buluruz; ruhumuzun O’nun kudretine ve her şeyi idare eden doksan dokuz sıfatına (vilayet) bağlı olduğunu buluruz.
İnsanın dışındaki tüm yaratılmışlarda otuz altı sıfat (tattwa) vardır.
İnsanda doksan altı sıfat vardır.
Hakk, iman ve ilâhî ilimle birlikte insanın sıfatı doksan dokuz eder.
Yüzüncü kudret Allah’tır.

İnsan bu doksan dokuz sıfatı kendinde geliştirirse, onlarla ahlâklanırsa, yüzüncüsü, yani Allah’ın nûru, Nûr o insanda parıldar.
O zaman insanın huzuru olur.
Cennet ve cennet bahçesi budur.
Bunu anlamalıyız.
Allah olarak bilinen Zât budur.
Allah budur.
Bu hâli doğru olarak geliştirip kuramazsak, o zaman hayatımız kendi ellerimizle hazırladığımız bir cehenneme dönüşür.

Çocuklarım.
Kendimize cenneti veya cehennemi hazırlayan biziz.
Nasibimiz, kaderimiz kendi ellerimizle yazılır ve Allah’a sunulur.
Kararı Allah verir.
İyilik (hayır) ve kötülük (şer) Allah’ın hükmündedir; zât ve sıfat insan tarafından geliştirilir.
Allah bizi yarattı ve bize kaderimizi yaratılmış bir varlık olarak tayin etti. Allah :
“Bu senin kaderindir.
Git ve bununla yapman gerekeni yap, tamamla ve geri gel.
Eğer iyi şeyler toplarsan cennete girersin.
Ama kötü şeyler toplarsan cehennemi elde edersin.
Geri getirdiğin şey senin en son hükmündür, yargındır.
O şeyi senin nasibin, kaderin olarak sonuçlandırırım.
Kendi nasibine, kaderine (kaza ve kader) ait kararı senin ellerine veriyorum.
Git ve sonuçlandır, sonra da gel.
Elde ettiğin sonuç ne olursa olsun bu senin nasibindir (kaza ve kader)
” diyerek doksan dokuz sıfatı (tattwa) bize verdi.

Eğer bunu gerçekleştirmez, fark etmez ve kendimize cehennemi hazırlarsak Allah da bize cenneti vermez.
Allah : “Sana ne verdiysem o senin kaderindir!” demedi.
Allah senin niyetine göre kaderini değiştirir.
Ne zaman bağışlanma ve affedicilik istersen, o an Allah seni affeder.
Tevbe ettikçe, pişman oldukça, nefsini anlayışın arttıkça, Allah seni affeder.
O’nu isteğin arttıkça, Sana ni’metlerini verir.
Şayet Allah kaderini zaten yazmış olsaydı, sana bu şeyleri lütfetmezdi.
O sana tevbe etme, pişman olma istidadını, yeteneğini vermiştir ve gerçekten Allah sana bağışlanmayı, mağfireti vermiştir.
Allah sana hem hataları hem de bunlara çaresini verdiğine göre, sen istediğinde O sana bağışlanmayı, affediciliği lütfeder.

Bundan başka, eğer Allah zaten kaderini yazmış olsaydı, o zaman ibadete ve duaya hiç gerek kalmazdı.
İbadet ve dua sana ayrılmıştır, bu nedenle önceden tayin edilmiş diye bir şey yoktur.
İnsan için Allah tövbeyi, gayret etmeyi, çabalamayı ve Kendi affediciliğini vermiştir.
Bunlar sayesinde zaferi kazanırsın.
“Zaten yazılmış, yapacak bir şey yok!” dememelisin.
Çaba sarf etmelisin.
Bu çabanda sana doksan dokuz sıfatı vermiştir.
Sen iste, O affeder.
O’nu iste. Kendini verir.
İste, gayen O olsun; Allah verir ve affeder.
Kapıyı çalarsan açılır. İste, verilir. O verir.

Uyanık ol, insanların her söylediği şeye üzülme.
İrfanını kullan, daha derin bak.
Allah : “Ben affediciyim. Affedilme, bağışlanma dileyin.
Benden isteyin ki istediğiniz şeyi vereyim
” buyurur.
Eğer Allah senin kaderini yazmayı zaten bitirmiş olsaydı, o zaman bunu söylemezdi.

Allah sen mezara konuluncaya kadar bekler.
Mahşer Günü’ne kadar bekler, işte o zaman geldiğinde soruları soracak Bir O’dur.
İyiyi ve kötüyü getiren sensin.
Eğer Allah sonucu zaten yazmış olsaydı, senin iyi ya da kötüyü toplamana hiç gerek kalmazdı.
Orada hüküm vermesi için zaten kaderini çoktan yazmış Bir’e de gerek kalmazdı.
Ama O’nun hüküm vermesi için gereken bir şey var ki O da ne getirdiğini görmek için bekliyor.
Eğer Allah senin payına zaten cehennemi yazmış olsaydı, yaptıklarını yazan iki meleği niçin görevlendirsin ki?
Eğer hâlâ yazılacak bir şey varsa, o zaman değişmeye ve affediciliğe de bir yer vardır.
Yaptığın iyiliğe göre cennet var; yaptığın kötülüğü göre cehennem.
İrfanını kullan.

Hz. Muhammed, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) inananlara Kur’ân’ı bıraktı ve şöyle dedi:
“Bu Kur’ân’ı anlamak için ilim Çin’de de olsa gidin!”
Kur’ân’daki bir tek kelimenin binlerce anlamı vardır.
Sadece bir tek anlama bağlanıp kalmayın.
Daha derin bakın başka bir anlam görürsünüz.
Daha derinde de başka bir anlam, onun da ötesinde başka bir anlam.
Anlamları tek tek açtığında, en sonunda Allah’ı görürsün.
Her şeyin ötesine gidersen, oradan bakarsan Allah’ı bulursun.
Melekler de oradadır.
Bunların ötesine git ve bak, her şeyi geç ve bak, o zaman cenneti görürsün.
Cenneti isteme.
Cennet için dua etme.
Onun da ötesine git ve bak.
Allah oradadır.

Bunu düşünmeliyiz.
Her birimiz bunu düşünmeli ve bağışlanma ve affedicilik istemeliyiz.
Sadece : “Ah, ben bir hata işledim, bir yanlış yaptım!” diye düşünüp durma.
Bunu diyeceğine, hata yaptıysan bil ki Allah seni affedecek olan Gafur’dur.
O’ndan bağışlanma ve affedicilik iste, sana affediciliğini lütfeder.
O’na dua et.
O’na ibadet et.
Bağışlayan, affeden Bir Allah’tır.
İstediğin şeyi sana veren Bir O’dur.
Yazılanı değiştirebilecek Bir O’dur.
O şeyi sana veren de Allah olmasına rağmen, senin için onu değiştirecek olan da Allah’tır.
O şeyi öyle söyleyen Bir O olsa da, onu değiştirecek kudret O’ndadır.
Her biriniz bunu düşünmelidir.

Hayatımızda hep faydalı olanı toplamalıyız.
Bunu yapmak için de Allahu Teâlâ’ya kesin bir imanla iman etmeliyiz.
Hayatımızı bu imanla sürdürmeliyiz, sözlerimiz, fiillerimiz, ahlâkımız bir olmalıdır.
O’nun rahmetini almak için bu şekilde yaşamalı ve yetişmeliyiz, yani kalbimizde hakikati toplayarak yaşamalıyız.
Kalblerimiz Allah’ın hazinesi olmalı, kalbimizdeki hayat Allah olmalıdır.
Eğer bu hayatı, bu hazineyi ve O’nun sıfatlarını kalbimize koyar, sonra da davranışlarımızı, hareketlerimizi bunlara göre yaparsak, o zaman hayatımızda huzur ve cennet olur.

Gözlerimin nûrları, her çocuk bunu düşünmelidir.
Bu ni’meti almak için, mutlak imanı olan çocuklar gibi, irfanı olan çocuklar gibi yaşaya çalışın.
Bu yolda Allah yardımcınız olsun.
Sonsuz rahmet olan Bir, kıyaslanamaz sevgi olan Bir sizlere rahmetini lütfetsin.

Allah’ım! Daha önce cehâletimizle bilerek ya da bilmeyerek yaptıklarımız için bizleri affet.
Bilmeyerek yaptığımız hatalarımızı affet ve bizi rahmetine eriştir. Gözlerimiz olmasına rağmen bizler körüz.
Ağzımız olmasına rağmen, Seninle konuşmak elimizden gelmez, sessiz kalırız.
Dilimiz olmasına rağmen, Seninle konuşacak dilden mahrumuz.
Ellerimiz olmasına rağmen, Senin iyiliğini, cömertliğini nasıl alacağımızı bilmeyiz.
Bizlere verdiğin ayaklarımız olmasına rağmen, Sana yürümekten aciziz.
Bizlere Ahamad nûrunun olgunluğuyla dolu kalb verdin, bizse Senden bağışlanma ve affedicilik dilemek için bu kalbi kullanmaktan aciziz, nasıl kullanacağımızı bilmeyiz.
Ahamad Arapça Ahmed kelimesinin Tamil dilindeki değişik bir biçimi olup yüzde görünen kalbin güzelliği anlamında gelir. Kitabın sonundaki “Küçük Sözlük” bölümüne bakınız.

Hatta bize verdiğin irfanla hâlâ Seninle konuşmak, Sana yalvarmaktan aciziz, nasıl yapacağımızı bilmeyiz.
Bizler aciziz.
Bizi yarattın ve yirmi sekiz harfi bize verdin, ama biz bu harflerle Seninle nasıl konuşacağımızı ve Senden nasıl bağışlanma ve af dileyeceğimizi bilmeyiz.
Yirmi sekiz harf Arap Alfabesi’ndeki yirmi sekiz harftir.
Kabirde sorguya çekilecek olan insan suretinin her bir kısmı bu harflerden biriyle temsil edilir.
İnsan kendini temizlediğinde, bu harfler nur suretini alır ve Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e vahyedilen Kur’ân’ın ebedî ve ezeli kaynağı (Ümmül-Kur’ân) olarak görünür.

Resim


Bismillâhirrahmânirrahîm.
(Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla).
Başlatan da sona erdiren de Senin, ne varsa hepsi Senin ellerindedir.
Sen Rabbimizsin.
Sen Rahmân’sın.
Sen Rahîm’sin.
Seni bilmeden yaşayamayız.
Bizi besleyen, su ve yiyecek veren Bir Sensin.
Bu o kadar açık ki onun için Sana iman ederiz.
Allah’ım bize iman lütfet!
Ya Rabbim, Ya Rahmân, şu ana kadar yapmış olduğumuz hatalardan dolayı bizleri affet!
Benim ve çocuklarımın yapmış olduğu hatalardan dolayı bizleri affet, bu andan itibaren bizlere irfan açıklığını ve imanı lütfet!
Bizlere güzel sıfatları ve güzel ahlâkı ver, doğru yoldan ayırma!
Bu dünyada bizlere yüce bir hayatı, yani Seninle yaşamak, Sana gelmek hayatını, bizleri Sende bir araya getirdiğin hayatı lütfet!
Bunu bize muzaffer kıl ve rahmetini ver!

Allah’ım! Tüm günahlarımızı affet!
Cehâletimizde bilmeyerek yaptık onları.
Affet bizi! Affet bizi! Lütfen affet bizi!
Âmin!. Âmin!. Âmin!.
Ya Rabbûl Âlemin!

30 Haziran 1984
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen




BİRİNCİ BÖLÜM :
Ölmeden Önce Ölmek



2. ÖLÜM MELEĞİ ve İNSANIN YARATILIŞI


Allah insanı yaratmak için on sekiz bin âlemin tam merkezi olan Kerbelâ’nın (1) dört bir yönünden toprak getirilmesini emretti.
O’na sadece bir avuç toprak getirilecekti, sonra da bu bir avuç toprak Kerbelâ’ya konacaktı.

Resim


(1) Kerbelâ insanın kalbindeki savaş alanını temsil eder. Aynı zamanda, Irak’ta tarih boyunca anlaşmazlıkların ve çatışmaların merkezi olan bir şehirdir.

Dört büyük melekten Cebrail (Aleyhisselâm) Allah’ın buyruğunu yerine getirmek için bu merkezi yere geldi.
Kerbelâ’nın dört yönünden bir avuç toprak almaya çalışırken, toprak Cebrail (Aleyhisselâm)’e :
“Benden toprak alacak kimse sen değilsin. Allah’ın adına and içerim ki alamazsın!” dedi.
Ardından suyun idarecisi olan Mikail (Aleyhisselâm) ve sonra da havanın idarecisi olan İsrafil (Aleyhisselâm) bu işi tamamlamak için gönderildi.
Toprak her ikisine de aynı cevabı verdi.
Böylece onlar da bu işi tamamlayamadı.

O zaman Allah dördüncü meleği, Azrail (Aleyhisselâm)’i gönderdi. Azrail (Aleyhisselâm)’in dört başı ve dört çehresi vardı.
Birinci yüzü siyah ve çok karanlıktı,
İkincisi ateş yüzüydü,
Üçüncüsü süt gibiydi,
Sonuncusu da hep Allah’a dönük olan nûrlu güzel yüzüydü.
Allah Azrail (Aleyhisselâm)’e : “Oraya in ve Bana bir avuç toprak getir!” dedi.
Toprak, meleklerden Cebrail, Mikail ve İsrafil (Aleyhisselâm) verdiği cevabın aynısını Azrail (Aleyhisselâm) de verdi :
“Allah’ın and olsun ki sen benden toprak alacak kimse değilsin!”

Ama Azrail (Aleyhisselâm) :
“Bu Allah’ın emridir! Ben sadece O’nun bana yapmamı söylediği şeyi yapıyorum.
Senin ismi üzerine and verdiğin O aynı BİR (AHAD), bana bu toprağı almamı söyledi.
Bu nedenle senin ve benim birbirimize söyleyecek bir şeyimiz yok.
O’nunla konuşmalısın.
Ben sadece O’nun emirlerini yerine getiriyorum.
Eğer bu toprağı bana vermek istemiyorsan, O’nunla konuş!
” diyerek ısrar etti.
Azrail (Aleyhisselâm) bunları söyledi ve dört yönden bir avuç toprak aldı;
Sonra da bu bir avuç toprağı Kerbelâ’ya koydu.
Dört köşeden toplanan bu toprak vehimdir (maya).
Toprak, Ateş, Su ve Hava unsurlarını içerir.
Allah bu dört unsuru, dört dini, dört basamağı, dört değişik ibâdeti ve bunlardaki tüm güçleri aldı ve bir avuç toprakta sıkıştırdı, yoğurdu.
İnsanı yaratmak ve insanın gücünü sergilemek için bu bir avuç toprak Kerbelâ adı verilen on sekiz bin âlemin merkezine kondu.
Nedir bu yer?
Bu yer insan bedenidir.
On sekiz bin âlemin ana savaş alanı insanın kalbidir.
Bir avuç toprak budur.
İnsanlar Toprak, Ateş, Su ve Havave Boşluğa (Esîr) ait beş harfi kalblerinde taşırlar.
İnsan A-L-H-M-D’ı içerir.

A-L-H-M-D: Arap alfabesindeki beş harf elif, lam, mim, ha ve dal harfleri kalbi meydana getirir.
Gerçek insanın (insân-ı kâmil) kalbinde al-hamd’a, yani Allah’a şükre dönüşür.
A-L-H-M-D (A) Arap alfabesindeki elif, lam, mim, ha, dal harfleri olup kalbi, yani elhmd ya da elhamd hâline bürünmüş gerçek insanın (insân-ı kâmil) kalbini işaret eder. Burada elif Bir olan Allah’ı, lam Nûr’u, mim Allah’ın Ebedî Peygamberi Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i, ha fiziksel bedeni ve dal dünyayı temsil eder.


Bu kalbi elinde tutmaya çalışırsan, avucunun içine sığar.
On sekiz bin âlemin bütün savaşı bu merkezde, kalbde olur.
Hayal, dünya, vehim (maya), her şey burada, bu bir avuç topraktadır.
Atom bombalarının hepsi buradadır.
Tüm yaratılmışların savaştığı muharebe alanı burasıdır.
Yıkımın olduğu, kârların kazanıldığı, yaratılmışların hayatlarını yaşadıkları ve öldükleri yerdir.
İnsanın O’ndan gayrısını öldürdüğü yerdir.
Tüm hayatların, yaratılmışların ve tüm insanlığın merkezidir.
Bunu yarattıktan sonra Allah her şeyi – Kendi sırları ve rahmetinin yanında şeytanı ve cehâleti, nûru ve cenneti, karanlığı ve cehennemi– bütünlüğünde içine koydu.
Başka bir yerde savaş yok.
Tüm savaşların olduğu yer burasıdır.
Her hayat, her yaratılmış, her insan bu yerde savaşmalıdır.
Bu beden bir köpeğinki gibi arzuyla, istekle büyür.
Bir köpeğin pislik yiyerek büyümesi gibi, beden de iğrenç şeylerle büyür.
Aynı zamanda bilge bir kimse olan bir yılan oynatıcısı bir zamanlar şu şarkıyı (ilâhî) söylemişti:

Kir çukurundan toprağı alarak,
Rahîmde kanla karıştırarak onu,
Usta Çömlekçi’nin yaptığı bu beden
Kırık bir çömleğin parçasından daha az
faydalıdır.
Öyleyse dans et ey yılan!
Öyleyse oyna ey yılan!
Efendi Siva’nın
(2) süsü olarak,
Dansa devam et ey yılan!
Bilge insan akla, beş duyuya şarkı söyler,
Hangi şeyden yaratıldı tüm bunlar? Söyle:
Kir çukurundan gelir, doğum yerinden,
rahîmden,
Bu yer kirlidir,
Hayız ve döl yatağı geçer buradan.
O’dur bu rahîm çantasına bu toprağı koyan,
Ve kanla karıştırarak,
Embriyoyu yapan.
Usta Çömlekçi’nin yaptığı bu beden
Kırık bir çömleğin parçasından daha az
faydalıdır.
Öyleyse dans et ey yılan!


(2) Siva yada Shiva: Hindu dininde en büyük üç mabuttan biri.

Rahîmde kanla birleşip gelen kirli sıvıdan yaratılmış bu sûret, bu beden, bu oyuncak Usta Çömlekçi, yani Allah tarafından yaratılmıştır ve kırık bir çömleğin parçasından daha az faydalıdır.
Kırık bir çömleğin parçası bile bir işe yarayabilir, bir şeyi ısıtmak ya da karıştırmak için kullanabilirsiniz, ama bu bedenin bunun kadar bir faydası da yoktur.
“Öyleyse dans et ey yılan! Bu bedenin bir yararı yok!”
Bir zamanlar o bilgenin söylediği şarkı işte bu anlama gelir.
Allah’ın bütün kudretlerini, rahmetini, zenginliğini, adaletini ve Hakk’ı koyduğu bu merkezi yerin dışında her şey faydasızdır.
Ama hayaletler, şeytanlar, cinler, vehim, koklamalar, arzular, karanlık ve ışıklar da bu yere gelir.
Köpekler, tilkiler, kediler, fareler, aslanlar, kaplanlar, gergedanlar, ayılar ve diğer hayvanlar da buraya gelir.
Savaş alanı budur.
Size geldiklerinde irfan ve rahmet ile, iman ve kararlılıkla bunlarla savaşmalısınız.
Hakk ile Hakk olarak bunlara karşı savaşın.
Allah on sekiz bin âlemin yanında Kendi sırlarını ve hikmetlerini de bu merkezi yere koymuştur.
Bir avuç topraktan yaratıp insana verdiği büyük değerden sonra, Allah onu Kendi hazinesi yaptı.
Eğer araştırırsan, sonsuz bir sır olduğunu keşfedersin; ondan almaya gidersen Allah’ın sonsuz hazinesi, hazinelerin hazinesi olduğunu görürsün.
İşte bunun için Allah insanı yaratmıştır.
Usta Çömlekçi’nin yarattığı bedenin bir faydası yok, ama bu merkezi yer çok büyük bir sırdır.
Birisi [beden] seni yok ederken öteki [kalb] seni besler.

Azrail (Aleyhisselâm) bu bir avuç toprağı getirdiğinde Allah O’na :
“Diğer üç meleğin getirmeyi başaramadığı toprağı sen getirdin.
Bu nedenle sana bir şeref ihsan edeceğim, bu şerefi kabul etmelisin.
Bundan böyle senin vazifen Ölüm Meleği olacaktır.
Bana getirdiğini süsleyip, bezeyip dünyaya geri göndereceğim.
Bütün sırlarımı, kudretlerimi ve on sekiz bin âlemi onun içine koyacağım.
Yaratılışın tüm yönlerini ve tüm güzelliklerini de koyacağım.
Bu sırrın içine, bu toprağın kudretine Nûr’umu, Kendi kudretimin ışıklarını, Ruh’u koyacağım.
Herkese vereceğim ve emânet ettiğim hazine budur.
Bu ruhtur.
Ruhu bir avuç toprağa koyacağım ve dünyaya göndereceğim.
Sen de oraya gitmelisin, bu hazineyi yerine koyup, yaptıklarına, doğasına ve eceline bakmalısın,
Sonra da emânet ettiğim hazinemi tekrar Bana geri getireceksin.
Toprağı Bana getiren sensin,
Benim hazinemi Bana geri getirmen için seni bir defa daha dünyaya gönderiyorum.
Toprağı toprağa geri götür ve Bana ait olanı geri getir!
Senin adını Yaman Azrail, Ölüm Meleği koydum!
”
Azrail (Aleyhisselâm) : “Allah’ım!” diye ağladı :
“Bu görevi istemiyorum. Herkes beni azarlayacak, bana kızacak. Bu görevi istemiyorum!”
Allah : “Niçin seni azarlayıp, sana kızacaklarmış?” diye sordu.
Azrail (Aleyhisselâm) :
“Çünkü annesini alıp çocuğunu geride bırakacağım,
Kocasını alıp eşini geride bırakacağım,
Kardeşini alıp ağabeyini geride bırakacağım.
Eğer senin emirlerine uyarsam herkes bana beddua edecek, lânet okuyacak.

“Yaman ne kötü kimse, o niçin ölmüyor? Görecek gözleri yok mu?” diyecekler.
Dünyadaki herkes bana beddua edecek.
Günaha ve küfre yol açacağım.
Hem iyi insanlar hem de kötüleri beni kötülük yapan biri olarak görecek.
Acı ve kedere sebep olacağım.
Allah’ım!
Bu görevi istemiyorum.
Lütfen, bu görevi başka birine ver!
” dedi.
O zaman Allah şöyle cevap verdi:
“Ey Azrail, bunu biliyorum!
Ama kimse seni suçlayamaz.
Söylediklerimi iyi dinle!
Yarattıklarımın hepsine 4448 çeşit hastalık koydum.
Kaderlerine göre her parça, her nokta onlara konulmuştur.
Yapacaklarını yazdım ve onlara koydum.
Her şey insanda.
İnsanı öldürecek hastalığı onunla birlikte gönderiyorum.
İnsanı öldürecek ilaç da kendinde, kurtaracak ilaç da kendinde.
Kurtuluş çaresi de insandadır.
İnsan tüm bunları bilir.
Bu hazine yarattığım her şeyde vardır.
İnsanı besleyen, rızık veren su veren Benim.
Tüm bunları veren Rezzak Benim.
Oraya gitmelisin, insanın kalbine bakıp orada ne olduğunu anlamalısın.
Hastalığının ve ölüm nedeninin ne olduğunu göreceksin.
Aradığı şey insanın ölüm sebebi olur.
”

“Eğer insanı bir yılanın ısırması gerekiyorsa, o zaman sen de bir yılan sûretini alırsın.
Bir boğanın boynuzlarıyla ölecekse, sen de bir boğa sûretini alırsın.
Tepesine bir dağ düşmesi gerekiyorsa, sen de dağ sûretini alırsın.
Yüksek ateşten ölmesi gerekiyorsa, sen de ateş sûretini alırsın.
Tansiyondan ölmesi gerekiyorsa, sen de tansiyon sûretini alırsın. Hangi sûret gerekiyorsa o sûreti almalısın.
Gazla boğularak ölecekse, sen de gaz sûretini alırsın.
Düşen bir kayadan ölmesi gerekiyorsa, sen de kaya sûretini alırsın.
Bu sadece bir rüyadır.
Beden için bu olaylar sanki bir rüya gibi gelir.
Yaratılış zamanında (evvel) insanın dünyada aradığı şeyle birlikte ölümü hakkında da ne yazıldıysa bunlar insanın ölümüne sebep olur.
”

“Hiç kimse ölümüme Azrail sebep oldu diyemez.
Onun yerine hastalıktan, kazadan, çığdan, trafik kazasından, ağaçtan düşerek, bir kayanın çarpmasıyla, derin bir kuyuya düşerek, kırık bir koldan ya da ayaktan ya da başka bir yaralanmadan öldüğünü söyleyecekler.
Söyleyecekleri şey budur.
Seni suçlayamazlar.
Bunun için üzülme.
Yaptığın işte kimse sana engel olamaz ya da karşı gelemez.
Bu işi yapmayı Kıyamet’e, Hesap Günü’ne kadar sürdüreceksin, en sonunda seni geri çağıracağım.
Eğer adaletten tereddüt edersen, yarattıklarıma muamelende Benim emirlerimden sapacak olursan, sonunda bununla Ben ilgileneceğim.
Sen Ölüm Meleğisin.
Yarattıklarımın hayatlarını Bana geri getirdikten sonra, senin hayatını da Ben senle alacağım.
Diğerlerinin hayatlarını almak kolay, ama kendi hayatını Bana geri getirmenin ne kadar zor olacağını bir düşün.
Bu, sırların en incesidir.
”

Allah Azrail (Aleyhisselâm) ile böyle konuştu.
Bizler böyle yaratıldık.
Ölümümüzün nedeni hazırlayan kendimizden başkası değildir.
Kendi yaptıklarımızla onu ararız.
Cenneti ve cehennemi arayanlar biziz.
Toprağı, nûru, yanlışı, cehâleti veya vehmi (maya) arayan biziz. Bunların hiçbiri Allah’ın suçu değildir.
Beslediğimiz şey ya bizi kurtarır ya da kendi ölümümüzü getirir.
Bu plan bize konmuştur.
Eğer bunu anlamazsak, o zaman hayatımızda aradığımız şeylerin ta kendisi ölümümüze neden olur.
Eğer bir insan süt vererek bir yılan büyütüyorsa, yılanı nasıl iyi besleyip büyüttüğü fark etmez, bir gün aynı yılan o insanın ölümüne neden olur.
Bir insan hayatında ata binme hırsına kapılmışsa, bir gün attan düşer ve ölür.
İnsan hayatında boğaya binmekten hoşlanıyorsa, bir gün o boğanın boynuzlarıyla ölür.
İnsan sürekli alkol içiyorsa, bir gün alkol ölümüne neden olur.
Bu gün bir yılanı dans ettiren yılan dansçısı bir gün o yılan yüzünden ölür.
Bu gün bir file iş yaptıran kimse, bir gün o fil tarafından öldürülür.
Cinlere tapan kimse o cinler tarafından öldürülür.
Şeytana tapan kimse şeytan tarafından öldürülür.
Büyücülük yapan kimse yaptığı büyüler yüzünden ölür.
İnsan neyi kullanırsa, neyi yaparsa, yaptığı sûret neyse, o şey insanın yıkımına ve ölümüne neden olur.

Tutunduğumuz, dayandığımız her şey değişir.
Değişmeyen ve yok edilemeyen tek kudret Allah’tır.
Bu Hazine kimseye zarar vermez.
Her şeyi ihsan eder, ama kendisine asla bir şey istemez.
Ne gölgesi vardır ne de sûreti, ne eşi vardır ne de doğmuştur, ne karanlığı vardır ne de uyuşukluğu, ne kızgınlığı vardır ne de susaması, acıkması, ne kıskançlığı vardır ne de intikamı, ne ‘ben’i vardır ne de ‘sen’i.
Bu Hazine’nin ne kibri, ne aceleciği, ne de ‘benim’ ve ‘senin’ ayırımları vardır.
Kendisi için bir şey kazanmaz.
Asla vicdanının aksine davranmayan Bir O’dur.
Adalet hazinesidir, adalet arayan ve dağıtan Bir O’dur.
Bu Allah’ın mükemmelliğidir.
Sadece hep verir, asla almaz.

İnsanın yaptığı veya büyüttüğü her şey farklı farklı hareket eder.
Eğer bir insan aslan besliyorsa, etle beslemesi gerekir ya da bir gün o aslan insanı yutar.
Bir fil besliyorsa, meyvelerle beslemesi gerekir, yoksa bir gün o fil insanı ayaklarının altında ezer.
Bir kaplan besliyorsa, et vermesi gerekir.
Vermezse bir gün insanı öldürür.
Yılan büyütüyorsa, yumurtayla, sütle veya fareyle beslemesi gerekir, ama yine de yılan onu öldürür.
Bir kedi besliyorsa, fareyle, balıkla veya etle beslemesi gerekir, ama o insanın ölümüne kedinin soluğu, tüyleri ya da salyası neden olabilir.
İnsanın hastalanmasına neden olur.
Bunun gibi, eğer insan kötülük yapıyorsa, onu besleyip büyütüyorsa, aynı şey bir gün gelir ve insanı öldürür.
İnsan ne yaparsa, o aynı şey kendi ölümüne neden olur.
Kendimizin büyütüp beslediği bir şeydir, ama ona karşı gelmek istediğimizde büyük bir savaş başlar.
Allah Bir’dir, ama dünya ‘çokluk’tur.
Allah Bir tek olan Kudret’tir, ama şeytanlar çoktur.
Allah Bir’dir, ama vehim tohumları çoktur.
Kötülükler çok bencildir ve ‘ben’in kibrini taşırlar.
Bunlar kendilerinden başkalarını yok etme gücüne sahiptir.
Yapmak istedikleri şey Allah’ın yarattıklarının tümünü bir şekilde yakalamak ve yutmaktır.
Kan emmeyi, bedenin salgılarını emmeyi severler, hatta bir ölüden çıkan kötü kokulu salgıları bile emerler.
Yaşayanların kanını emerler.
Bazıları insandan çıkan kanı emerler.
Bazıları kanın ve tükürüğün kokusuna kapılırlar ve bunu alırlar.
Bir köpek besliyorsunuz meselâ, ne tür yiyecek verirseniz verin ona dokunduğunuzda ya da kucağınıza aldığınızda ne yapar biliyor musunuz?
İştahla hemen ağzınızı yalar.
Neden başka bir yerinizi değil de dilini ağzınıza koyar, orayı yalar?
Çünkü tükürüğünüzde mikroplar vardır, bu mikropların kötü kokusu, kan kokusu vardır.
Ayrıca bütün yediklerinizin özü tükürüğünüzde bulunur.
İşte bu kokular köpeğin hassas burnunu cezbeder.
Köpek ağzınızı koklar koklamaz, orayı yalamaya, tükürüğünüzü yalamaya çalışır.

Bunun gibi, aklınızda şeytana ait ne taşırsanız, eğer ‘benim’ ve ‘senin’, benim zenginliğim, senin zenginliğin, ‘ben’ ve ‘sen’, benim evim, senin evin, benim ırkım, senin ırkın ayırımlarının kanlı kokusunu taşıyorsanız, eğer aklınız kandan, bağlılıklardan veya kokulardan oluşmuş bir şey taşıyorsa, şeytan bu kokuyu duyar.
Bu niyetleri, bu sıfatları ve bu kan bağlarını görür.
Dünyayı görür, bu arzuları görür.
Bu şeyleri gördüğünde de : “Bunlar benim malım!” der ve gelir, sizi iştahla yalar.
Köpeğin kokuyu duyduğunda ağzınızı koklaması gibi, şeytan da bu kokuyu sizde fark ederse size gelir.
Sizde eğer herhangi bir öfke, günah, yalan, intikam, bencillik varsa, ‘benim’ ve ‘senin’, benim çocuğum, senin çocuğun düşünceleri veya kan bağlarına ait bağlılıklar varsa, şeytan gelir ve sizi yalar.
Dünyayı terk etsek bile, eğer bu şeyler aklımızda varsa, şeytan gelir ve bizi yalar.
Anlamamız gereken açıklama budur.

Allah böyle değildir.
O her yerde ve her şeydedir.
Allah kimin kul olduğunu bilir, ama sadece kulun kendini bilmeye başlaması ve O’na gitmesiyle Allah onu ‘kul’ olarak çağırır.
Allah bu unvanı ona ihsan eder.
Ama kul kendini fark etmezse, o zaman Allah ne yapsın?
İşte burası önemlidir.
Allah bu işi yapması için Ölüm Meleği’ni yarattı.
Ölüm Meleği’ni davet eden biziz.
Ölümümüze neden olan hastalık bizden kaynaklanır, kaderimize ait anlaşmayı yapan biziz.
Ölmeden önce ölmek için neyin fark edilmesi gerektiğini anlamaya çalışmalıyız.
Azrail (Aley-hisselâm)’in gelişi için bir işaret vardır.
Bu işaret ya da payımıza düşen anlaşma toprak, ateş, su, hava ve esîre (boşluk) aittir.
Dünya budur.
Akıl, doğum, kibir, karma, vehim (maya), nefs ve aklın görüşleri dünyamızı oluşturur.
Bunlardan birisi varsa, o zaman Azrail (Aleyhisselâm) gelir.
Ama akıl ölürse, o zaman nefs de ölür, nefs ölürse hayali zevkler de ölür, bu hayali zevkler ölürse, vehim ölür, vehim ölürse, karma da ölür, karma ölürse, dünya ölür, dünya ölürse, bu anlaşma da hükümsüz olur.
Ne nefs kalır, ne kan bağları, ne farklılıklar ne de öfke.
Daha önce sahip olduğumuz her şey bizi terk eder.
Hiçbir şey kalmaz.
O zaman bizim için ölüm olmaz.
Bu hâlde olduğumuz zaman Ölüm Meleği bize gelmez.
Orada sadece nûr olur.

Resim

Ölmeden önce ölmenin yolu budur.
Bu dünyaya bunu anlamak için geldik.
Bu Kudret’i fark etmemiz gerekir.
Bismin kai’de yaşayan Cebrail (Aleyhisselâm)’dir;
Sağ taraftaki Nûr, yani Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’dir,
Kalbdeki Bir ise Rahmân’dır, Hakk’tır, Allah’tır.
İki melek Münker ve Nekir kabirde sorgular.
Yaptığımız iyilikleri ve kötülükleri kaydeden iki melek Rakib ve Atid omuzlardadır.
Kalbin sağ tarafında, ciğerin hemen yanı başında Bismin kai adı verilen yumru şeklinde bir et parçası vardır. İmanın güçlendiği ve Allah’ı anmanın (zikr) kurulduğu yer Bismin kai’dir. Bakınız “Küçük Sözlük”.

Bismin kai (A, T) kalbin sağında, akciğerlere yakın dış yüzeyinde bir et parçası. Bu et parçasında bir nokta vardır ki nûr oradadır. Orası Allah’ın evidir. Allah oraya irfanı, elif’i ve kutbiyetti (Allah’ın hakikatini açıklayan altıncı bilinç düzeyi) koymuştur. Orada her şeyin açıklaması vardır.
Bismin kai asla yok edilemez. Hiçbir şey ona zarar vermez. Kıyamet Günü’nde bu noktadan diriltileceğiz. Yaptığımız bütün iyilikler ve kötülükler bu noktadır. Burası hesap verecektir. Allah’ı anmanın (zikr) olduğu, anmanın kaldığı yer burasıdır. Buraya gitmek ve burada ibâdet gerçek ibâdettir.



Sol omuzdaki melek kötülükleri, sağdaki melek de iyilikleri yazar. Allah bu şahidleri tam burada bize koymuştur.
Bu nedenle kaçamayız.
Aldığımız her nefes kaydedilir.
Öldüğümüzde yanımıza şahid almamıza gerek yok.
Zaten her şey kaydediliyor, bu teyp orada çalınacaktır.
Aşırı hız yapan arabanın resmini alan bir radara benzer.
Oraya gittiğinizde yalan söyleyemezsiniz.
Bu resimler ve sorgu kayıttadır.
İşte böyle olur.
Her şey içimize konmuştur.
Bunu anlamalıyız.

21 Temmuz 1973
Resim
786

MUHAMMAD RAHEEM BAWA MUHAIYADDEEN HZLERI

Mesaj gönderen 786 »

ES SELÂMÜN ALEYKÜM,
GERÇEKTEN MUHAMMAD RAHEEM BAWA MUHAIYADDEEN HZ.LERİNİ BURADA ESERLERİ İLE TANITMANIZDAN ÇOK MEMNUN OLDUGUMU ÖNCELİKLE SÖYLEMEK İSTERİM.
ALLAH CC GANİ GANİ RAZI OLSUN SİZLERDEN.
AMERİKA'DA PHİLADELPHİA'DA OVERBROOK'TA FELLOWSHİP DENİLEN ÇOK GÜZEL BİR CAMİLERİ VARDIR.
ÖZELLİKLE BİRÇOK BEYAZ AMERİKA'LILARIN MÜSLÜMAN OLMALARINA SEBEP OLMUŞTUR.
KENDİLERİ İLE TANIŞMAK NASİP OLMADI AMA HZ.LERİNİ ÇOK YAKINDAN TANIYANLARLA TANIŞTIM.
13 YILI AŞKINDIR KENDİLERİNİ TANIRIM VE DİYEBİLİRİM Kİ İSLAM'I ÇOK GÜZEL ŞEKİLDE YAŞARLAR.
ZİKİRLERİ, EVLİLİK İÇİN NİKAH TÖRENLERİ, TOPLANTILARI VE KISACA HERŞEYLERİ İLE.
ANKARA'YA HER YIL GRUP GRUP ZİYARETEDE GELİRLER.
BİR ARA ÇEKTİGİM FOTOLARI BURAYA EKLERİM İNŞAALLAH, İMAMLARI ABDÜRREZZAK (AMERİKALIDIR) VE ZÂTIN KENDİ YATTIGI ODASI VE DİGERLERİ İLE.
ALLAH'A EMÂNET OLUN.
EN GÜZEL DUALARLA...
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Ve Aleykümmeselam Sevgili Can Kardeşim 786,
Sitemizde Hak yolunda hizmet üzere elimizden geldiğince Bawa Muhyiddin hazretleri gibi bütün hak dostlarını tanıtmakta ve yazılarına yer vermeye devam etmekteyiz.

Böyle bir velinin keşfi ve söylediklerinin değeri, Türkiye'deki can kardeşlerimiz için de çok büyüktür.
Ben bir kaç yıldır kitaplarını okumaktayım ve eserlerinden bazılarını okuyunca hakiki bir veli olduğu hissiyle bir takım girişimlerde bulunduk.
İlim sahibi velilerin sözleri insanlara adeta işler ve onun sözleri de yüreklerimize işledi.

Fellowship'te Aydın isminde bir Türk arkadaşımız mevcuttur. Orada gönüllü hizmet vermekte, sade onu biliriz.
Fotoğrafları eklerseniz çok seviniriz.
Allah hizmetleriniz için sizden razı olsun.
Sitemizde sağ alt kösede Bawa Muhyiddin(ks)'in diğer yazılarına ulaşmak mümkündür ve bu köşe zamanla sürekli olarak ekleme yaparak genişletmeye çalıştığımız bir köşedir.

Selam Sevgi ve Muhammedi Muhabbetle
Gariban
Basildon-UK
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen




BİRİNCİ BÖLÜM :
Ölmeden Önce Ölmek



3. ÂDEM’İN ÇOCUKLARI




Allah bizleri kovulmuş şeytandan korusun.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Bütün hamdler ve övgü, sınırsız rahmet ve kıyaslanamaz sevgi olan, bizlere sonsuz rahmetinin zenginliğini veren Allah’a olsun.!
Allah bizlere rahmetini ve ni’metini ihsan etsin!
Âmin!.


En değerli hazine O’dur.
Rahmetin ve ni’metinle bizleri koru Allah’ım.
Tüm hayatımız boyunca Senin yardımına muhtacız.
Ölüm de bile Senin yardımına muhtacız.
Sonsuz hayata ulaşmada Senin yardımına muhtacız.
Âhirette Senin yardımına muhtacız, bu dünyada Senin yardımına muhtacız.
Sen Allah’ımızsın, Ruhlarımızın Sahibi, bizi koruyan, besleyen, yaratan, ni’met veren Sensin.
Rahmetini bizlere veren, sonsuz zenginlik olan Bir Sensin.
Ruhumuzun nûrunu böyle güzel yaratan ve bizi koruyan Sensin.
Her yerde Senin yardımına muhtacız.
Allah’ım bizleri koru.
Âmin!. Âmin!.


Resim

Benim sevgili kardeşlerim, kızlarım ve torunlarım!
Allah’ın yarattıkları çok çeşitlidir.
Bizler Âdem (Aleyhisselâm)’in çocuklarıyız.
Hepimiz bir annenin ve bir babanın çocuklarıyız.
Allah Âdem (Aleyhisselâm)’i çamurdan, annesiz ve babasız olarak yarattı.
Sonra Allah Âdem (Aleyhisselâm)’den bir kaburga kemiği aldı ve Havva (Aleyhisselâm)’yı yarattı.
Allah böylece Havva Anamızı da babasız yarattı.
Aynı şekilde Allah İsa (Aleyhisselâm)’yı da babasız yarattı.
Bu yüzden Âdem, Havva ve İsa (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun), bu üç insan babasız yaratıldı.

Allah’a iman eden ve O’na tevekkül eden Âdem (Aleyhisselâm)’in tüm çocukları İbrahim (Aleyhisse-lâm)’in ailesindendir; imanlarını kaybedenlerse şeytana aittir, şeytanın ailesindendir.
İmanlarını kaybederek değiştikleri için hayatları kaybolmuştur.
İmanı olan, sabrı olan herkes İbrahim (Aleyhisselâm)’in soyuna aittir ve onları Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in takipçileri yapan bu hâldir.
Onlar aynı soydandır, aynı gruptur, aynı Hakk ile tüm kardeşler tek bir ailedir.

Bir aileyi, bir soyu oluşturan şey birliktir.
Bu birliğin üç yönü vardır.
Hepimiz aynı anneden ve aynı babadan, Âdem ve Havva(Aleyhisselâm)’dan gelen bir tek aileyiz.
Hepimizin atası birdir, İbrahim (Aleyhisselâm)’in soyuna aittiz.
Ve hepimiz Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in takipçileriyiz; yani bir tek Allah’a aşık, O’na güvenir ve O’na inanırız.

Resim

Kur’ân’da yirmi beş peygamberden söz edilir.
Allah birbirlerinin peşi sıra gönderdiği bu peygamberlerinin hepsine aynı öğretiyi verdi.
Bu yirmi beş peygamber Allah’ın gönderdiği 124.000 peygamberin arasındadır.
Bu peygamberler Allah’la konuştular.
Allah onlarla gönülleriyle konuştu.
Bazen Allah onlarla Cebrail (Aleyhisselâm)’i şâhid tutarak, Cebrail (Aleyhisselâm) yoluyla konuştu.
Başka zamanlarda âriflerin, Allah dostlarının, peygamberlerin, irfanı açıklayanların, nûr olmuşların gönlünden bir rahmet kaynağı olarak konuşan O oldu.

Güzelliğimiz bizdedir, içimizdedir, cennetimiz içimizdedir.
Cennet bizdedir.
Her insanın arayışı, cenneti, güzelliği, nûru ve saflığı içindedir, başka yerlerde ya da başkalarında değil.
Bu nedenle ne ararsak arayalım aradığımız şey bizdedir.
Gönlümüzdedir.
Oradan çıkar gelir.
Yüzümüzde açıkça görünür; yüzümüzde açığa vurulur.
Çıkardığımız seslerden ve hareketlerimizden görünür.
Sıfatlarımızda ve konuşmamızda kendini gösterir.
Ahlâkımızda belli olur, açığa çıkar.
Allah’ın güzelliği işte böyle görünür, açığa çıkar.
O’nun sıfatları bu şekilde, kullarından açığa çıkarken görülebilir.
Allah her kulunun hâlini bilir.
Nehir kıyısında bir anne görürsen, çocuğunun neye benzediğini görmek için ta o annenin evine kadar gitmene gerek kalmaz, çünkü annenin güzelliği ve sıfatları çocukta akseder, çocuğa yansır.
Eğer annenin sıfatları kötüyse, çocuk da kötü sıfatlara sahip olur.
Anne çok kötüyse, çocuk da çok kötü olur.
Öte yandan, eğer anne hem görünüşte hem de sıfatlarında güzelse, çocuk da öyle olur.

Sahibimiz, mükemmel güzelliktir, en güzel O’dur,
O Samed’dir, yani illallah, sadece O vardır.
Sayısız ruhu ve yaratılmışlara, 8.400.000 sayıdaki farklı hayatlara, hareket eden ve etmeyen şeylere, konuşan ve konuşmayan şeylere, yerde sürünen ve sürünmeyen şeylere, her akıma ve her enerjiye hükmeden Bir O’dur.
Kayaları büyüten sebep O’dur.
Tohumları yeşerten ve büyüten sebep O’dur.
Embriyoyu büyüten, atomları yetiştiren sebep O’dur.
Eğer O olmasaydı bir tek atom bile hareket edemezdi.

Böyle bir Yaratan’ın, böyle bir Yüce Zât’ın sıfatları, fiilleri ve güzelliği bizlere geçmiştir çünkü bizleri Yaratan O’dur.
Allah saf nûrdur, en güzel O’dur, O Allah’tır, Yaratan’dır.
Bizi Yaratan kendi ahlâkını, sıfatlarını ve fiillerini bize vermiştir.
Âdem ile Havva (Aleyhisselâm)’yı yaratan kim? Allah’tır.
Âdem (Aleyhisselâm)’i O yaratmıştır.
Eğer biz de arınıp, temizlenirsek, bizim Yaratanımızın, Sahibimizin O olduğunu görürüz.
Sonsuz hayata ulaştığımızda O’nu görürüz.
O zaman tek Sahibimizin O olduğunu görürüz.
İşte bu hâldeyken O’nun güzelliğini, Nûr’unu, hitabını, sıfatlarını, üç bin latif sıfatlarını ve doksan dokuz esmasını (vilayet) bilebiliriz.

Resim

Allah’ın farklılık, ayrılık, bölücülük sıfatı yoktur.
O’nun sıfatları koruma, besleme, maddi ve mânevî ni’met verme, kabul etme sıfatlarındandır.
Sultan O’dur.
Bütün âlemlerin koruyucusu O’dur.
Azîz olan O’dur.
Her şey O’ndadır, O her yerdedir.
Ya Rabbül Âlemin, Ya Rahmân, Ya Allah!
Her şey O’ndan alır, ama O’nda hiçbir şey eksilmez.
O’nun sıfatları ve güzelliği bizlere geldiğinde O’nun sesi, hitabı duyulur.
Ruhların Sahibi O’dur.
Bu güzellik ve bu sıfatlar bizde olduğunda Allah bizi sevgili kulları olarak kabul eder.
Bundan başka bir kabul edilişe ihtiyacımız var mı?
Bundan başka bir razılığa ihtiyacımız var mı?

Tüm hayvanlar âlemi bu kokuyu, O’nun kokusunu bilirler.
Bu kokuyu aldıklarında tüm hayatlar O’na ibâdet eder.
İnekler, keçiler, tavuklar, leylekler, tüm hayvanlar secde ederler.
Şeytanlar ve kötülükler için bu koku yakıcı bir ateştir.
Bu koku onları yakar.
Bu kokudan kaçarlar.
Ama diğer tüm hayatlar için bu koku güzel bir kokudur.
Allah’ın huzurudur.
Kötülük (şer) bu kokudan kaçar, iyilik (hayır) onu kucaklar.
İyi olan her şey gelir ve Hakk’la BİR olur.
Kötü olan her şey yanacaktır.
İşte bu Allah’ın sıfatlarının sonsuz kudretidir.

Bu güzelliği aldığımızda bunlar hareketlerimizde görünür.
Başka kanıta gerek duyulmaz güzellik bizde görünür, aşikar olur.
Bu güzellik her kulda görünür.
Yaratan’ın güzelliği kulda parıldar.
O sonsuz Yaratan’ın güzelliği oradadır.
O’nun sesi oradadır.
O’nun sıfatları kullarına gelir.
O’nun sabrı kullarına gelir.
O’nun yüceliği kullarında görülür.
Bundan dolayı O’nun kulları çok saygı görürler.
Yaşlarına rağmen gençleşirler, yaşlı bir adam ya da kadın gibi görünmezler.
Yüzlerinde hiçbir kırışıklık yoktur, yüzleri bir süt güzelliğinde pırıl pırıl parıldar.
Yaratanımızın güzelliği, sesi, konuşması, fiilleri ve ahlâkı böyledir işte.
Ve bu güzelliği aldığımızda kendi nefsimizi biliriz.
Tüm hayatların saygıyla secde ettikleri hâli biliriz.
Söylediğimiz her şeye saygı duyulur.
Dilimize gelen her şey tatlı olur.
İrfan sahiplerine daha da tatlı gelir.
Ama irfanı olmayanlar bunu biraz acı bulurlar.

Bedene güç vermek, bedenin hastalıklarını iyileştirmek, tedavi etmek için çeşitli bitkilerden ve ilaçlardan oluşan karışımlar verilir.
Bunun gibi Allah’ın sözleri ve ilâhî ilim okyanusu ruhun özgürlüğü, güzelliği ve nûru için verilir.
Bu ilmin tadı çok değişik yollarla, konuşmayla, nefesle ve eylemlerle verilir.
Bu ilim ruhun kafesini besler.
Ruhu gençleştirir, güzelleştirir ve ruhun kaldığı evi süsler.
Bu güzellik o ilimden gelir ve insanın sıfatlarında, fiillerinde görülür.
Her kulda bunun kanıtını görebiliriz.
Kendimizde ve etrafımızdaki insanlarda görebiliriz.

Benim sevgili çocuklarım!
Bu sözlerin saflığını kendinizde fark edip, kendinizdeki o büyük değeri görürsünüz.
Bu büyüklük ve güzellik, bu sûret ve bu sıfatlar sizde, nefsinizde görünür.
Yaratan’ınızın tüm sözleri size geldiğinde, sizde parıldamaya başladığında O’nun sözlerinin, fiillerinin ve ahlâkının güzelliği de size gelir.
Sabır, şükür, rıza, tevekkül ve el-hamdülillah size gelir, içinize girer.

Allah büyüktür.
O hepimizin Yaratan’ıdır.
Sonsuz rahmet olan
Bir O değil midir?
O rahmet verir.
Ni’metini veren Bir O’dur.
Ni’metini tüm hayatlara veren O’dur.
İyilik için sekiz cennetini, kötülük için yedi cehennem (tamu) kapısını açan O’dur.
Her insanın gideceği yeri, o insanın bu dünyada arağı şey belirler.

Öldüğümüz zaman yaptığımız iyilik ve kötülükten başka hiçbir şey bizimle gelmez.
Ne ırkımız, ne dinimiz ne de sosyal sınıfımız bizimle gelir.
Hangi ırktan, hangi dinden ya da hangi sınıftan olduğumuza dair sorgu olmayacaktır.
Tek şey kesindir, kadın mı erkek mi olduğumuz.
Hepsi bu.

Ölüm geldiğinde sûretimiz değişir.
Bu değişen sûretimiz sahip olduğumuz sıfatlara göre olur.
Eğer sıfatlarımız insanın dışında bir mahlukun, hayvanın sıfatlarına benziyorsa o şeyin sûretini alırız.
Bu dünyadaki sıfatlarımızla belirlenen bu sûret toprağın malı olacaktır.
Sıfatlarımıza ait sûret toprağın hakkın olacaktır.
Bu sûretlerden sorgulama olacaktır.
“Kün! (Ol!) Diril!” emri geldiğinde işte bu cesetler diriltilir.
Diriltildiklerinde göreceğiniz sûretler bunlardır.
Böylece herkesin alacağı sûret aradıkları şeye göre belirlenecektir; malın, mülkün, paranın, niyetlerin sûreti olacaktır.

Hesap Günü geldiğinde size hangi sınıftan olduğunuzu sormazlar. Sorulacak sorular :
“Rabbin kim?
Kimlerdensin?
Hangi ailedensin?
” olacaktır.

“Âdem (Aleyhisselâm)’in çocuğuyum. Ben iyilerdenim, İbrahim (Aleyhisselâm)’in ailesindenim ve Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e uyanlardanım.”
İşte sorulacak sorular bunlardır.

İki meleği, Münker ve Nekir meleklerini görür görmez onlara sevgiyle selam ver :
“Esselamü aleyküm. Hoş geldiniz!” de.
Böyle dersen kızgın yüzleri ve şiddetli bakışları değişir, yumuşarlar.
O zaman sorular birer birer sorulur ve sen cevap vermelisin.
Orada ırka, şu dine ya da bu dine yer yoktur.
Sorulacak sorular bizi Yaratan Bir ile yaratılan Âdem, yani insan hakkında olacaktır.
Sorulacak şey budur.
Buna cevap vermeliyiz.
Biz şu gruba ya da bu gruba aittiz diyemeyiz.

Allah herkes için cennette Âdem’i, Nuh’u, İbrahim’i, Musa’yı, Davud’u, İsa’yı ve en sonunda seçilmiş bir Resul olarak Hz. Muhammed Mustafa (Sallallahu aleyhi ve sellem)’yı koymuştur.
Allah İdris’i, İshak’ı, Yusuf’u, Yunus’u, Eyüb’ü, Yakub’u, Salih’i ve Süleyman’ı göndermiştir.
Hepsi BİR (AHAD) olan Allah tarafından gönderildi ve bu bir olan Allah hepsine kendi makamlarını verdi.
Hepimiz bir tek soydanız; hepimiz insanız.
Renginiz siyah ya da beyaz ya da sarı olabilir, farklı ırklardan olabiliriz, ama hepimiz bir tek soyuz, hepimiz insanız.

Resim

Doğu’da insanlar ne yapıyorsa aynısını Batı’daki insanlar da yapar.
Aynı şekilde öpüşürler, aynı şekilde kucaklaşırlar, aynı şekilde çocuk doğar.
Tamamen aynı şeyleri yaparlar.
Ülkelerindeki yetişen besinlere göre çeşitli yiyecekleri olsa da aynı şekilde yemek yerler.
Burada bir bebek nasıl ağlıyorsa oradaki bebek de aynı şekilde ağlar.
Doğu’da olsun Batı’da olsun fark etmez bebek aynı sesleri çıkarır.
Orada da çocuklar uyur, uyanır ve ağlar.
Burada da aynı şeyleri yaparlar.
Hangi ırka, hangi dine ait oldukları fark etmez hepsi aynı şekilde ağlarlar.
Başka başka mı ağlarlar?
Hayır.
Konuşmaya başladıkları zaman da aynı sesleri çıkarırlar.
Aynı şekilde otururlar.
Aynı şekilde emeklerler.
Aynı şekilde ayağa kalkmaya başlarlar.
Aynı şekilde yere düşerler.
İşte insan soyu budur.

Bebekler bu dünyaya geldiklerinde o ilk fıtratlarıyla gelirler.
O öğretilen ilk şeyle gelirler.
Sonra bizler okullarda ve başka yerlerde onlara ırklar ve dinler arasındaki geçici farklılıkları öğretmeye başlarız.
Bundan önce hepsi birlik içindeydi.
Hepsi birdi.
Eğer onlara “Rabbin kim? Kimlerdensin? Hangi ailedensin?” diye sorabilseydik ve onlar da cevap verebilselerdi hepsi aynı cevabı verirlerdi:
“Biz Âdem’in çocuklarıyız, İbrahim’in ailesindeniz, Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in takipçileriyiz.”
İşte verilecek üç cevap budur.
Bu cevapta tüm peygamberler vardır.
Hepsini içine alır.
Münker ve Nekir meleklerinin sorduğu sorulara verilecek cevaplar bunlardır.

Mahşer Günü’nde yeniden diriltildiğimizde, bu dünyadaki sıfatlarımıza, ahlâkımıza uygun sûrette diriltiliriz.
Bize “Yaz!” derler.

Biz de “Nasıl yazayım ne kalem var ne de mürekkep?” deriz.
O zaman “Parmağını tükürüğüne dokundur” derler.
“Ama yazacak kağıt yok ki?” deriz.
“Kefenine yaz. Parmağını tükürüğüne dokundur ve yaz. İşte sana mürekkep. Yaptığın her şeyi kefenine yaz!” derler.
Yarın yeniden diriltildiğinde ahlâkına uygun sûrete bürünürsün ve hesap verme başlar.

Allah’ım bizleri koru!
Kabir azabından bizleri koru!
Hayattaki dertlerimizden, sıkıntılarımızdan bizleri kurtar!
Kötü sıfatlarımızın verdiği azaplardan bizleri koru!
Irka ait, dine ait farklılıklardan doğan ön yargılardan bizleri koru Allah’ım!
Bizleri “Ben farklıyım! Sen farklısın!” düşüncesinden doğan kavgalardan uzak tut!
Bu kavgalardan doğan durumlardan, insanın insan kanı içtiği, insanın insan eti yediği durumlardan bizleri uzak tut Allah’ım!


Resim

Allah’ım!
Bizleri koru ve doğru yola (sırat-ı müstakim) ilet!
Senin yolunda hep hür olarak yürümemiz için bize rahmetini lütfet!
Bizlere hürriyeti, irfanı, rahmetini, azîzliği, nûrunu ve bu yaşamda cennetini lütfet!
Senin devletin olan cenneti bize lütfet!
Allah’ım bunları bize lütfet!
Allah’ım lütfen günahlarımızı affet, daha önce bilmeden, irfanımız olmadan yaptığımız tüm hatalarımızı, günahlarımızı affet!
Biz henüz irfan sahibi değiliz.
İrfan Sahibi Bir Sensin!
Güzel olan Bir Sensin!
Sevgisi, güzel ve iyi sıfatları olan bir Sensin!
Sabır ve merhamet Sahibi Sensin!
Affedici ve Adil olan Sensin!
Birlik’te olan, bizler hakkında iyi niyetlere sahip Bir Sensin! Hepimizi birlik içinde bir araya getiren, her şeye, herkese bu birlik içinde hükmeden Sensin!
Rabbimiz Sensin, sultanların Sultan’ı, tüm hayatların Sahibi Sensin!
Tüm hayatları koruyan Sultan Sensin, her yerde Sensin (illallah)!
Hep öyleydin ve şu anda da öylesin,
Bir olan Bir Sensin, Samed Sensin!
Milyonlarca hayatın sahibi Sensin,
Tüm alemlerde tek Bağışlayıcı, tek Kurtarıcı Sensin,
Sonsuz rahmet hazinesi Sensin, bu çokluk (kesret) içinde varolan tüm hayatların Sultan’ı, Kılavuz’u Sensin Allah’ım!

Bizler Senin köleniz, kullarınız.
Allah’ım bizleri koru lütfen!
Bizden razı ol Allah’ım!
Bizleri kabul et Allah’ım!
Ey sonsuz rahmet Sahibi lütfen tüm hatalarımızı affet!
Allah’ım!
Lütfen bizleri bağışla!
Seni görmesek bile kalblerimizde Sana imanımız var Allah’ım! Seni tam olarak bilmesek bile, kalblerimizde Sana kesin bir imanımız var.
En azından bu kalb Seni bilmeye çalışıyor.
Hatta hangi dille nasıl dua edeceğimizi bilmesek de, hatta hiçbir şeyi bilmesek de biz Sana inanıyoruz Allah’ım!
Bu yarım, bu eksik, bu çocuksu irfanımızla biz Sana inanıyoruz Allah’ım!

Bizleri koru Allah’ım!
Hiçbir şey bilmeyenlerden bizleri koru!
Bu güne kadar yaptığımız tüm hatalardan bizleri bağışla Allah’ım! Biz ilâhî ilmi bilmeyiz.
Biz hiçbir şey öğrenmedik.
Nasıl konuşacağımızı, nasıl dua edeceğimizi bile bilmiyoruz Allah’ım!
Seni nasıl anacağımızdan, Sana nasıl hizmet edeceğimizden aciziz Allah’ım!
Nasıl olduğunu bile bilmeden yapıyoruz her şeyi.
Nasıl yapacağımızı bilmeden yapıyoruz Allah’ım!

İbadetler yapılır hakikatte nasıl olduğunu bilmeden,
Yol yöntem bilmeden, anlamadan yapılır,
İşte böyledir bu dünyada yaptığımız ibâdetler,
Bilmeden yaparız ibâdetin ve duanın ne olduğunu,
Anlamadan yaparız ibâdetin ve duanın ne olduğunu,
Yüce Allah’ım ibâdet ederiz ama hiç birini bilmeden.
Bir türlü anlayamam ibâdeti yani,
Hakikatte nasıl söyleneceğini ya da okunacağını öğrenmedim,

Hakikatte nasıl söyleneceğini ya da okunacağını öğrenmedim.
Sallanıp dururuz şüphede kalarak, dünyada yaşayan ölülüler gibi,
Çığlık atarız, feryat ederiz ama ilâhî ilmi bilmeden.

Dertliyim ama, üzülüyorum ama ırk ve din ayırımlarını bir türlü anlayamamaktan.
Ey mükemmel olan Yüce Allah’ım!
İnanıyorum Senin Bir olduğuna, Senin Birliğine.

Aklım karıştı ama ırk ve din ayırımlarını bir türlü anlayamamaktan,
İnanıyorum ki Rabbim Allah Birdir,
Sana hamd ederim ey her yerde hazır olan Sonsuz Nûr,
Ben Senin kölenim, Senin kölen, ey bizlere hükmeden ve rahmet ihsan eden Allah’ım!
Ben Senin kölenim, Senin kölen, ey bizlere hükmeden ve rahmet ihsan eden Allah’ım!

Nasıl ibâdet edileceğini göster bize!
Nasıl söyleneceğini, nasıl okunacağını öğret bize!
Sana ibâdet ve duanın yolunu göster!
Allah’ım! Bana ve çocuklarıma Hakk’ı aç ve Hakk’ı göster!
Allah’ım! Bana ve çocuklarıma yolu göster!
Allah’ım! Bana ve çocuklarıma yolu göster!
Kalbin, gönlün saflığını göster bize.
Rahmetinle bize iman ihsan et!
Bu imanla Senin aşkına, Senin sevgine ibâdet için,
Birlik içinde Bir tek Hazineye ibâdet için,
Bir tek ırk olarak hep birlikte yaşamak için,
Tüm hayatları sevgiyle bir olarak kucaklamak için.
Rahmetinle besle bizi iman ve ibâdetle
kucaklamak için,
Rahmetin nûru, ilâhî nûr,
Âriflerin incisinin nûru,
İrfanın nûru, ilâhî nûr,
Âriflerin incisinin nûru olan Allah’ım!
Ey Evvelin Evveli, her yerde hazır olan Sonsuz Nûr,
Rahmetinle kuşat ve rahmetinle besle bizi!
Bağışla tüm hatalarımızı, bilmeyerek işlediklerimizi.
Üç âlemin tek hakimi Sensin Allah’ım!
Rahmetinle kabul et bizi!
Bizler günahkarız, kimse bilmez bunu,
Sen kabul et bizleri, Sen hükmet bizlere Allah’ım!
Rahmetinle besle bizleri,
Lütfet bir bak şu hâlimize Allah’ım!

Toprak, vehim ve düşünceler gelir,
Ve aldatırlar bizi, yitiririz insanlık şerefimizi.
Tüm bölücülükler ve ayırımlar dünyaya ait ne varsa,
Gelir ve rahatsız eder, aklımızı karıştırır.
Her türlü ırk ve din ayırımları gelir ve ezer bizi.
Her saniyede, her anda işkencedir bunlar bize.
Ne yapabiliriz?
Ne yapabiliriz Allah’ım?
Bunlar bize işkencedir, elemdir, ne yapabiliriz Allah’ım?
Sen bunlardan uzak olduğun gibi,
Bizlere yardım et, bizleri de uzak tut bunlardan Ya Rahîm!
Bizleri koru Allah’ım!
Bizleri koru ve kurtar Allah’ım!
Ey her türlü hayalin ötesinde olan Allah’ım!
Bizleri koru!

Rahmetinle bak ve rahmetini ihsan et bizlere Allah’ım!
Sonsuz mutluluğun Hazinesi, ey her şeyin Hakimi,

Ey Kadir olan Rabbim!
Göz Sensin, İnci Sensin, Nûr Sensin,
Ey en mükemmel olan Allah’ım!
Bu fakirin, bu güçsüzün dertlerine derman ol!
Ve hepimizi koru!
Bu günahkarın dertlerine derman ol!
Ve hepimizi koru Allah’ım!

Lütfet, bu hâlimize bir bak, kurtar bizi!
Ey Sonsuz mutluluğun Hazinesi!

Her şeyin sahibi olan Allah’ım!
Ya Meliki, Ya Rabbül Âlemin!
Ya Rahmân, Ya Rahîm!
Biz Senin rahmetine, Senin ni’metine muhtacız!
Hayatlarımızdaki Hayat Sen ol!
Hakikat kalbini aç, gönlümüzü aç!
Rahmet balıyla besle bu kalbi!
İlâhî ilim, irfan, açıklık ve iman yeşersin orada!
Bunları besleyen irfan meyvesi Sensin!

Bu meyveyi tatmam gerekir,
Bu irfan ve rahmet meyvesidir.
Zevk budur işte!

Ey rahmeti bol olan Allah’ım bana ve çocuklarıma yardım et!
Allah’ım! Ya Rabbül Âlemin!
Ey Âlemlerin Rabbi!
Âmin!.


Esselamü aleyküm!
Allah’ın huzuru sizinle olsun!

3 Haziran 1984
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

"Bir kimse ki, bu düâya âmîn diye, Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye! "

"Bir kimse ki, bu düâya âmîn diye, Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye! "

"Bir kimse ki, bu düâya âmîn diye, Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye! "

"Bir kimse ki, bu düâya âmîn diye, Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye! "

"Bir kimse ki, bu düâya âmîn diye, Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye! "

"Bir kimse ki, bu düâya âmîn diye, Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye! "

"Bir kimse ki, bu düâya âmîn diye, Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye! "


IMAM-I RABBANI (Mektubattan sesleniyor !!!!!!!)
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

AMİN!
AMİN!
AMİN!
AMİN!
AMİN!
AMİN!
AMİN!
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen




BİRİNCİ BÖLÜM :
Ölmeden Önce Ölmek



4. CENNETİN YOLU



Resim


Allah bizleri kovulmuş şeytandan korusun (Euzübillahimineşşeytanirraciym).
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (Bismillâhirrahmânirrahîm).
Şehâdet ederim ki;
Allah’tan başka hiçbir İlah yoktur ve O’nun hiçbir ortağı yoktur, ve yine şehâdet ederim ki;
Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) O’nun kulu ve Peygamberidir.
(Eşhedü enla ilâhe illâllâh vahdehü la şerikeleh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resulühu).
Âlemlerin Rabbi olan Allah bizleri bir bütün aile olarak Kendi güzelliğinde kabul etsin.
Bizlerden BİRlik içinde razı olsun.
Allah hepimizi o bir tek olan yere, o cennete alsın.

Allah’ım!
Evlatlarımın bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları ve yapacakları hatalarını, kusurlarını affet!
Hepsini affet Allah’ım!
Tüm evlatlarımı Senin makamına al Allah’ım!
Evlatlarımın hepsi Senin kulundur Allah’ım!
Senin iyi rahmetinden ve ni’metinden onlara cennette güzel bir yer ver Allah’ım!
Senden başkası yok Ya Rabb!
Bir tek Sen varsın!
Evlatlarımdan razı ol, onları kabul et Allah’ım!
Allah’ım Senin ne eşin ne de dengin vardır!
Bitmeyen hazine, eksiksiz zenginlik Sensin Allah’ım!
Tüm peygamberlere ve hepimize Bir Tek Allah Sensin!
Allah’ım tüm evlatlarımı Kendine al!
Âmin! Ey Âlemlerin Rabbi!
Âmin! Ya Rabbül Âlemin!

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (Bismillâhirrahmânirrahîm).
Allah ismi şerifiyle bilinen Zât Bir’dir, insan olarak bilinen de birdir, yani bir tek topluluk, bir tek Allah vardır.
Allah’ım bu bir topluluk Seni Sultan, Melik olarak kabul eder.
İnsanlık için tek Hükümdar Sensin!
Dünyadaki tüm hayatlar için Tek Vücud, Tek Varlık Sensin!
Peygamberlerin yoluyla Kendini bize tanıttın.
Peygamberlerini ve onlara uyanları bize kabul ettirdin, onlara inandık.
Meleklerini, semavi varlıklarını ve nûrlu varlıklarını kabul etmemizi, inanmamızı da söyledin.
İnandığımız tüm melekler ve dört büyük melek bizim bir parçamızdır.
Meleklerden Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail, Rukail, Münker ve Nekir, Rakib ve Atid, Rıdvan ve Mâlik (Aleyhisselâm) hep bizim adımıza bizim iyiliğimizi isterler.
Bu melekleri kabul etmeliyiz, onlara inanmamız gerekir.

Allah’ım!
Bizleri Sana, meleklerine, dört büyük meleğe ve Senin tüm yönlerine inanmaya çağırdığın için, bize bu şekilde emrettiğin için inanıyor ve kelimeyi tevhidi söylüyoruz.
Kelimeyi tevhidi, peygamberlerini, Seni ve bize kabul etmemizi söylediğin her şeye inanıyoruz.
Bizim niyetimiz bu Allah’ım!
Yarın Kıyamet Günü’nde Sen bizleri sorguya çekeceksin, bu soruları cevaplamaya hazır olmalıyız.
Değerli çocuklarım, gözlerimin nûrları, Allah sınırsız rahmet ve kıyaslanamaz sevgidir.
O bitmez tükenmez rahmet zenginliğinin bağışlayıcısıdır.
Yaratan, Koruyan ve Besleyen Rahmetenlül Âlemin, tüm âlemlere rahmet ve merhamet O’dur.
Allah iyiyi korur, kötüyü yok eder.
Yazılı olanı değiştirebilecek Bir O’dur.
Değiştirilebilecek olanı değiştirme kudreti O’ndadır.
Eğer O’na hamd eder ve dua edersek, kaderimizi değiştirebilir ve bize uzun bir hayat verir.
Bizleri affedebilir, hatalarımızı, kusurlarımızı silebilir ve bize iyi olan şeyi verir.
Her şeyin Sahibi Allah’tır.
İşte tüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ı kabul etmek hayatımızın en temel sırrıdır.
Eğer bu kabul ediş tamam olursa, doğru bir şekilde olursa, bu isteğin kendisi cennetin yolu olur.
Cennete götüren yol budur.
Bu yolu açan şey kesin kararlı imandır.
Önümüze açılan bu yolu kararlılıkla, samimiyetle takip etmeliyiz. Bu yolda yürüdükçe Allah’ın yaratma, koruma ve beslemesine şâhid oluruz.
Karşı kıyıya ulaşırsak eğer korunmuş oluruz.
Yolda zorluklarla karşılaşırsak eğer O’na hamd ederek, niyetimizi O’na yoğunlaştırarak korunmuş oluruz.
Eğer karşı kıyıya geçersek tüm hatalarımız, kusurlarımız affedilir, bağışlanır ve bize ni’met verilir.
Bizi öldürmeye gelen kötülükler yok edilir.

Resim

Benim sevgili çocuklarım, kelimeyi tevhidin verilmesinin sebebi budur, böylece Allah’ı ve peygamberlerini kabul edelim ve bir tek aile olarak birlik içinde yaşayalım.
Kelimeyi tevhidin mânâsı budur.
Bu kelimenin anlamı tüm övgüler, tüm hamdler sadece O’na aittir ve Allah’tan başka Rabb yoktur.
Tüm yaratılmışlar O’na hamd eder, O’nu tespih eder.
Ağaçlar, asmalar, bitkiler, yapraklar ve çiçekler sadece Allah’a hamd ederler.
Çiçekler güzel kokularını Allah için verirler.
Yapraklar O’nu tespih eder, O’nu över.
Tüm meyveler o güzel tatlarıyla O’na itâat eder, O’na secde eder ve tatları daha da güzelleşir.
Yapraklar O’na saygıyla sallanırlar, titrerler ve güzel bir parlaklık elde ederler.
Otlar Allah’ın anmasıyla (zikr) eğilirler ve ömürleri uzar.
Gözlerimin nûrları, değerli çocuklarım, beş unsur yani;
Toprak Ateş, Su, Hava ve Boşluk (esîr) asla yok olmazlar.
Tekrar tekrar ortaya çıkarlar.
Bir kayayla ateş yakabiliriz.
Kayalarda da ateş vardır.
Suda ateş vardır.
Havada ateş vardır.
Bedende, gökyüzünde, toprakta ateş vardır.
Hava ve toprakta olduğu gibi, bu saydıklarımızın her birinde de su bulunur.
Bu ilişkiler değişir ve unsurlar tekrar tekrar ortaya çıkar. Toprakta kaybolurlar ve topraktan tekrar çıkarlar.
Su tekrar ortaya çıkar, hava tekrar ortaya çıkar, ateş tekrar ortaya çıkar.
Bu unsurlar Allah’a hamd eden, O’nu tespih eden melekler gibidir.
Yaratılışta ne görünüyorsa, ne ortaya çıkıyorsa bu melekler yoluyla zâhir olur.
Bu unsurların doğumunun doğasındandır.
Doğarlar, değişirler, kaybolurlar ve sonra tekrar görünürler.
Nefsimiz ve beş duyumuz da bunlara benzer.
Bir arzunun, isteğin veya tutkunun sonucu olarak doğarlar.
İşte ‘yeniden doğmak (reenkarnasyon)’ denilen şey aslında budur.
‘Yeniden doğmak’ sadece unsurlar, duyular ve nefse ait istekler için geçerlidir.
Sadece bunlar için söylenebilir.
Doğan bir his, arzu ölür, ölen şey ise yeniden doğabilir; ama bu sadece unsurlara, duyulara ve arzulara uygulanır.
İnsan için ‘yeniden doğmak’ diye bir şey yoktur.
Çünkü insan Allah’tan gelir ve O’nda kaybolur.
Gerçek insan (İnsan-ı Kâmil) bir kere doğar ve en sonunda Allah’ta kaybolur. Böyle bir insan asla ölmez.
Gerçek insan (İnsan-ı Kâmil) altı hayat türünden biri olarak gelir, yani asla doğmayan ve asla ölmeyen olarak gelir.
Ruh budur, nûrlu ruh budur, gidip gitmemesi fark etmez, çünkü o asla doğmamıştır ki ölsün.
Sadece değişir.

Yani elektrik düğmesine bastığınızda ampulden ışık görünür.
Düğmeyi kapar kapamaz, akımı kesmiş olursunuz ve ışık kaynağa geri döner.
Bu, ışığın ölü olduğu anlamına mı gelir?
Hayır ışık ölü değildir.
Işık, yani nûr bedendedir, beş unsurdadır.
Burada tutulur.
Kıyamet Günü’nde ruhun nûru tekrar ortaya çıkar, görünür.
Bu beden kabre girer girmez ruhun nûru değişir.
Değişir ve Allah’a dönerek bedeni terk eder, ayrılır.

Ruh için doğmak ya da ölmek diye bir şey yoktur.
Ruh asla doğmaz ne de ölür.
Ruhun sonsuz bir hayatı vardır.
Ölen beş unsurdur. Beş unsur ölür ve dört yüz trilyon on bin çeşitteki sûretlere bürünerek tekrar tekrar ortaya çıkar.
Toprak, ateş, su, hava ve boşluğun (esîr) durumu budur, ama ruh bir nûrdur.
Altı tür hayat içinde ruhun hayatı altıncı hayattır, yani gerçek insanın hayatıdır.
Bu Allah’ın rahmeti olan parlak nûrdur.
Bu nûrun ne doğumu vardır ne de ölümü.

Bunun dışında her şey doğar ve en sonunda ölür.
Her biri belli bir tatla gelir ve bu tat değiştiğinde de terk edip gider.
İlkin bir çiçek olgunlaşmamış, ham bir meyvedir, sonra olgunlaşarak tatlı, acı ya da ekşi bir tat alır.
İşte bu olgunlaşmamış, ham meyvenin olgun bir meyve tadına ulaşıncaya kadarlık bir ömrü vardır.
Olgunlaştığında yere düşer ve tohumları tekrar büyür.
İşte her şeyin durumu buna benzer; ortaya çıkar, büyür bir tada ulaşır ve sonra düşer.
Arzu (nefs) da buna benzer.
Nefs bu dünyada arzulanan şeyin içine girer, emeline ulaşır ve ölüp düşer, taa ki tekrar ortaya çıksın, tekrar başlasın!
Çimenler, yabani otlar da aynıdır.
Bazı ağaçlar vardır, onları kestiğinizde iyileşerek yeniden büyümeye başlarlar.
Ama bazı ağaçlar da bir kere kesildiğinde bir daha hiç büyümezler.
Bunun gibi dünyayı kendinden koparan, kesip atan bir insan bu dünyada yaşamaz.
O insan bir daha ne doğar ne de büyür.
Ama bu dünyayı kendinden kesip atmayı, koparmayı başaramayan ve beş unsurun ağına takılmaya devam eden kimse bu dünyada yaşamaya devam eder, hep burada kalır.
Duyguları milyonlarca defa değişip durur; biri gider, biri gelir, ömrünün en sonunda kendini cehennemde bulur.
Bunu düşünmeliyiz.
Değişip duran şeyleri bırakmalıyız ve kendimizi değiştirmeye çalışmalıyız. Bir basamaktan öteki basamağa doğru ilerlemeliyiz. İşte yapmamız gereken iş budur.

Bir şehirden kendi şehrimizdeki evimize otobüsle gitmek istediğimizde, eve varıncaya kadar bir çok otobüs değiştirmek zorunda kalabiliriz.
Bu pekala olabilir.
Bazen dosdoğru, direkt hedefimize giden bir otobüs bulabiliriz; bazen de gidilecek yere ulaşmak için bir çok otobüs değiştirmek, aktarma yapmak zorunda kalabiliriz.
Bunun gibi, hayatımızda hedefimize, gayemize ulaşmak için bir çok otobüs değiştirmek, aktarma yapmak zorunda kalabiliriz.
Ancak bazı otobüsler dosdoğru, direkt, hiçbir aktarma yapmadan giderler.
Eğer iyi bir usta, bir irfan ehli bulabilirsek, böyle bir kimse bizi dosdoğru, aktarma yapmadan ve yolculuğumuzda hiç zaman kaybetmeden bizi gayemize götürecek ekspres otobüse benzer.
Eğer bir irfan ehli bulamazsak, çeşitli dinlerde, kitaplarda, ırklarda, felsefelerde, ‘seninki’ ve ‘benimki’ ayırımlarında yakalanır, oralarda tutulur kalırız.
Çok çeşitli otobüs firmaları vardır, eğer bunların otobüslerinden birine binersek, bizi sadece yolun bir kısmına kadar, sadece belli bir yere kadar götürürler.
Yolun daha ötesine götürmeye yetkileri, ehliyetleri yoktur.
Bu yüzden, başka bir firmadan başka bir otobüs bulmak zorunda kalırız.
Ancak bu otobüs de bizi sadece belli bir yere kadar götürür. Böylece bu gidişi sürekli tekrarlamak zorunda kalırız.
Aynı şeyi tekrar tekrar yaparız.
Dosdoğru, direkt giden bir otobüs çok ama çok nadirdir; ama böyle bir otobüs her zaman kesinlikle vardır. Böyle bir otobüs bulursak, bizi dosdoğru gayemize taşır.
Bunu yapmak için çok iyi irfana sahip bir ustaya ihtiyacınız vardır. Böyle bir irfan ehlini bulmalısınız.
Bu unvanları ve mevkileri olan birini aramaya gitmeniz anlamına gelmez.
O unvan ya da itibarla yaşamaz.
O’nun unvan ve itibarı yoktur.
Emir ya da hatip gibi unvanların kendilerine verilmesini isteyen çok insan vardır.
Bunlar kendilerinin büyük olduğunu söylenmesini beklerler.
Ama sözünü ettiğimiz irfan ehlinin böyle bir unvanı yoktur. Unvanlar başkaları içindir.
Ne kadar çok insan öldürürseniz o kadar çok madalya alırsınız.
Kaç kişiye yardım ettiğiniz için değil, kaç insan öldürdüğünüz için ödüllendirilirsiniz.
Bizim aramamız gereken şey bu tür unvanlar değildir.

Resim

Dünyada herkes unvan ve şan, şöhret peşinde koşuyor gibi görünüyor.
Hatta ne kadar çok kötülük yaparsak o kadar çok saygı, unvan ve şöhret veriliyor gibi görünüyor.
Ancak bir iyilik yaparsak, iyi bir şey yaparsak, iyilik yolundan gidersek dünyadan alacağımız tek şey kabul edilmemedir.
Dünya bizi reddeder.
Dünya bizi itip defettikçe, biz dünyadan geri çekildikçe, huzuru bulmaya başlarız.
İşte o zaman daha kolay yürüyebiliriz, yolumuzda ilerleyebiliriz. Kalabalıkta yolumuzu büyük zorluklarla, ağır bir şekilde açmak yerine kalabalık bizi iterek, kendinden uzaklaştırarak yolu bulmamızı ve devam etmemizi sağlar.
İşte o zaman bizim için dünyanın engellerinden kurtulmak kolay olur ve yolumuza devam ederiz.
Unutmayın hiçbir unvan alacak değiliz.
Bunun yerine insanlar bizi dövmeye devam ederler.
Bu dövmeler, bu dayaklar dünyadan alacağımız madalyalardır. İnsanlar sırtımıza vurdukça bize güç verirler; bel kemiğimiz kuvvetlenir. Bel kemiği nedir? İmanımızdır. İmanımız ve kararlılığımız güçlü olursa, yolumuzda ilerlemeye devam edebiliriz.
İnsanları öldürerek kazanılan madalyalarla değil, iman ve kararlılıkla ilerlemeliyiz.
Eğer madalyalara güvenerek büyük unvanlar ve itibarlar elde etmek isteğindeyseniz, o zaman bunu yapacağınız yere gidin. Burada unvanlar yoktur.
Burada sizi boğup öldürecek hiçbir şey yoktur; sadece sizi özgürlüğünüze kavuşturacak şeyler vardır.
Bazen unvanlar gelip bizi yakalar ve nefes alamayıp ölünceye kadar bizi boğarlar.
Bu unvanlar etrafımızı sarıp bizi öldürmeden önce kendi özgürlüğümüze kavuşturacak şeyleri bulmalıyız.
Böylece kolaylıkla ilerleyebilelim.

Hiçbir zorluk olmadan yürüyebileceğimiz tek yol budur.
Ruhun özgürlüğünün yolu budur.
Bu yüzden her birimiz insanlara sevgi vererek, kendimizi koruduğumuz gibi onları da koruyarak bu yolda yürümeliyiz. Böylece kendimizi de korumuş oluruz.
Bu yolda insanlara huzur vererek, yiyeceğimizi onlarla paylaşarak, suyumuzu onlarla paylaşarak, komşularımızı severek ve tüm insanlığı kendi akrabamız, kendi kız-erkek kardeşlerimiz olarak kabul edip yürümeliyiz.
Herkesi severek, onların Allah’a güvenmelerinde yardımcı olarak yürümeliyiz.
Böylece bu yolu hep birlikte Allah’ın kulları olarak izlemeliyiz.
İşte Allah’ın verdiği madalya budur.
O’nun kulluğu madalyası... Aslında bu bir madalyadan daha çok bir modeldir.
Yani Allah’ın bizleri güzel bir örnek, güzel bir model yapmasıdır.
Eğer böyle bir model, böyle bir örnek olmayı becerebilirsek O’ndan kazanacağımız madalya sadece budur.
Allah’ın güzel sıfatlarının modeli olarak yaşamalıyız; gerçek insan (İnsân-ı Kâmil) olarak yaşamalıyız.
Böyle bir kimse insanlık topluluğu içinde en güzel insan olur. Gerçek insanın (insân-ı kâmil) sıfatları, işleri, ahlâkı, insanlarla ilişkileri, sevgisi ve diğer hayatları kucaklaması hep güzel olur, çünkü O diğerlerinden farklıdır.
İşte böyle bir insanın yüceliği ve azîzliği Allah’ın verdiği madalyadır.
Bu madalyayı kazanmalıyız.
Zaten Allah’a geri götürmemiz gereken tek şey budur.
Allah bize “Dünya hayatında ne kazandınız?” diye sorduğunda, “İşte bu madalyayı kazandım” diyelim.
Ve bu madalyayı O’na geri götürelim.
Bunu yapmak için o modele uymamız gerekir.
O modeli örnek almamız gerekir.
O modeli içimize koymamız gerekir.
O modeli içimizde bulmamız gerekir.
Ama eğer bunun yerine unvanlar peşine düşersek, cinayet işleyenlerden ve kötülük edenlerden oluruz ve bu yüzden hesaba çekiliriz.
Kabirde kimse olmaz.
Size kim gelir biliyor musunuz?
Kabirde Allah’ın soruları gelir:
“Rabbin kim?”
“Allah.” Bunu söylemeliyiz. “Allah” demeliyiz.
“Peygamberin kim? Kimin takipçisisin?”
“Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in takipçisiyim.”
“Kıblen nedir?”
“Kıblem Kâbe’dir.”
“Hangi ailedensin?”
“Hz. İbrahim (Aleyhisselâm)’in ailesindenim.”
“Kimin çocuğusun?”
“Hz. Âdem (Aleyhisselâm)’in çocuğuyum.”
“İmam’ın kim?”
“İmamım Kur’ân, imamım HAKK’tır.”
“Kimlerdensin? Akrabaların kimlerdir?”
“Müminler adı verilen topluluktanım. Saf olanlardan, Allah’ı saflıkla kabul edenlerdenim. Akrabalarım bunlardır.”

Orada başka bir isim söyleyemeyiz.
Size sorulacak olan sorular bunlardır.
“Es-selamü aleyküm.”
Kabirde söylemeniz gereken sözler bunlardır.
Münker ve Nekir meleklerinin soracağı sorular bunlardır.
Bunları söylüyorum, çünkü Allah bunlara inanmamız gerektiğini söylüyor.
Allah bunları kabul etmemizi söylüyor.
Burada kaç tane unvanınız olursa olsun fark etmez, bunlardan hiçbiri sizinle gelmez.
O’nun meleklerine, semavi varlıklarına, peygamberlerine, ibâdet ve duaya, Bir olan Allah’a ibâdete inanmak, kıbleyi ve imamı kabul etmek haktır, gerçektir.
İmam HAKK’tır, O Kur’ân’dır.
Dünyadan hiçbir şey sizinle gelmez.
Bu unvanlardan hiçbiri sizinle gelmez.

Öyleyse bu dünyada ne arayalım?
Neye ihtiyacımız var?
İrfan aramaya ihtiyacımız var, bir irfan babası bulmaya ihtiyacımız var.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın söylediği şey de budur.
Kur’ân bizim elimize verildi.
Nerede peki bu Kur’ân?
Kur’ân insanın sûretidir.
Bu sûret yirmi sekiz Arap harfinden meydana gelmiştir ve bu sûret Rahmân Sûreti, Fatiha Sûreti, Kur’ân Sûreti ve Ya Sin Sûreti olarak ifade edilir.
Bu Kur’ân buradadır.
İnsanın sûretidir.

Resim


Allah bu Kur’ân’ı 6666 sayıdaki çeşitli yollarla, sayısız kelimeleriyle ve hadislerle açıklar.
Tüm Kur’ân yirmi sekiz harfin içindedir.
Bütün bu açıklamaları verdikten sonra Allah, dünyadaki tüm sular mürekkep olsa, tüm ağaçlar kalem olsa ve bu Kur’ân’ı yazmaya kalksanız, yine de onu yazmayı tamamlayamazsınız, onun bütün anlamını anlatamazsınız dedi. Bu kolay bir iş değildir.
Bir olan insan Kur’ân’dır.
Dünyadaki tüm sular mürekkep olsa o insanın aklını, irfanını ve işlerini anlatmaya yol bulmak veya tanımlamak imkansızdır.
O insanı tam olarak, her yönüyle anlatmak imkansızdır, çünkü O Kur’ân’dır.
O anlatılamaz, târif edilemez.
İşte Kur’ân’ın bu sûretindeki kimse güzel ve nûrlu bir sûrette sahip insân-ı kâmil olan kimsedir.
İnsân-ı kâmil olarak bilinen bu iç sûret anlaşılmadıkça Kur’ân tam ve doğru olarak bilinemez.
Yirmi sekiz harften oluşan bu Kur’ân Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e 6666 ayet yoluyla açıklandı.
İnsana “Nefsini bu ayetlerle araştır ve incele.
Çünkü nefsini bilen Rabb’ini bilir” denildi.
Allah, “Eğer kendi nefsini bilirsen, o zaman asla yenilgiye uğramazsın.
O zaman Beni görürsün.
Kendi nefsini bildiğin zaman, ne bu dünyada ne de başka bir yerde başına hiçbir felaket gelmez.
Beni böyle görebilirsin” dedi.
Nefsini bilen kimse kendi Sultan’ını görür.
O Kur’ân olarak varolur.
Bunun anlaşılması için ayetler gönderilmiştir.
Allah bu insanın yüceliğini övmüştür.
İlâhî alemde Allah insanı meleklerin huzurunda övmüştür.
Tüm meleklerin önüne parıldayan bir nûr koymuş ve şöyle demiştir:
“Bu nûra bakın! Aranızda bu nûru kabul edecek ve yüklenecek var mı?”
Bu nûrun parlaklığı oradaki varlıkların tüm nûrunu yutmuştur.
Hepsi şöyle cevap verdi:
“Bu nûru biz kabul edip taşıyamayız. Bu nûru sadece Sen kabul edebilirsin Allah’ım. İçimizden hiçbiri taşıyamaz.”
İşte bundan sonra dünya meydana çıktı ve : “Bu nûru ben kabul ederim” dedi.
Allah : “Ey dünya, yıkımını aramış oldun” dedi.
Dünya bu nûru, yani Kur’ân’ı kabul etti.
İşte bu yüzden bu nûr beş unsurla gizlenmiş oldu.
Beş unsurla örtülmüş oldu.
Dünya bu nûru kabul ettiği için Kur’ân toprak yaratılmış bedenin içinde saklıdır.
6666 sayıdaki açıklamalar içimizdedir, bunları anlamamız gerekir.
“İnsan kim? Allah kim? Dünya nedir? Âhiret nedir? Cennet nedir, cehennem nedir? İyilik (hayır) nedir, kötülük (şer) nedir? Helal nedir, haram nedir? Zât nedir, tecelliler (sıfat) nedir?”
Bunları anlamamız gerekir.
Bu dünyaya bu soruların açıklamalarını anlamak için geldik.
Hepsi bu sûretimizin içindedir.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın Kur’ân’ın derinliğinin ölçülmesinin imkansız olduğunu söylemesinin nedeni budur. Çünkü tüm mânâsını keşfetmek imkansızdır.
Bir insan bunu bile yapamıyorsa 6666 sayıdaki iç (bâtıni) anlamlarını öğrenmeyi nasıl bitirsin!
Bunun yanında Allah sayısız hadis vermiştir.
İnsan bunları öğrenmeyi nasıl bitirebilir?
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Allah’ın söylediklerinden başka hiçbir şey söylemedim.
Bu dilim Allah’ın söylemediği hiçbir kelimeyi söylemez.
Gece ya da gündüz olsun, Bana Allah tarafından verilmemiş hiçbir şey söylemedim” dedi.
İşte Kur’ân’ın ve hadislerin durumu budur.
Bunun gibi eğer insan kendini Allah’ın ahlâkıyla süslerse, O’nun zenginliğinde kaybolursa, o zaman o insanın dilinden çıkan kelimeler Allah’ın kelimeleri olur.
Ama eğer insan kendini dünyanın zenginliğinde kaybederse, dilinden çıkacak kelimeler beş unsura ait kelimeler olur.
Sadece bu unsurlara ait kelimeleri, sözleri söyler.

İnsanın sözlerinin iki anlamı olabilir.
İnsan Allah’a yöneldiğinde, O’na döndüğünde sadece Allah’ın kelimeleri konuşulur.
Ama insan dünyaya yöneldiğinde, o zaman dili dünyanın çeşitli yönlerini konuşur.
İnsan Hakk’a döndüğünde, kalbi nûrlanır ve mükemmel bir huzur ve aynılıkla parıldar.
Ama kalbi huzurlu değilse, kötü sıfatlara, üzüntü, acı ve ayrılıklara sahip olur.
Bu dördü birleşerek sıkıntıya ve yakınmaya, feryatlara neden olur.
Her çocuk bunu düşünmeli ve anlamalıdır.
Eşi ve benzeri olamayan, Bir tek olan Allah hükmeder ve hayat verir.
Allah büyüktür, Azîz’dir.
Ölçülemez rahmet ve kıyaslanamaz sevgi O’dur.
Allah insanı yüce ve üstün bir şekilde yarattı.
Ama sizler sûretinizin Kur’ân olduğunu anlamadınız.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ın : “İlim (ilâhî ilim) Çin’de bile olsa gidiniz” demesinin nedeni budur.
Eğer kendinizi, Kur’ân’ı ve bu açıklamaları gerçekten anlamak istiyorsanız, irfan ehli birisini bulun, çünkü sadece böyle bir insan sayesinde tam olarak söylediklerimizin farkına varabilirsiniz. Onun irfanı sayesinde anlayabilirsiniz.

İrfan ehli herhangi bir unvana sahip değildir, onun unvanı yoktur, şandan, şöhretten uzak bir yerlerde gizlidir.
Kendini sessiz biri yapmıştır.
Ama irfanı olmayan bir kimse unvanlarını sergiler ve onlarla böbürlenir.
İrfan ehli, ârif kimse, gerçek insan gözlerden uzakta, yaprakların gizlediği olgun bir meyve gibidir.
Bu dünyada her zaman böyle insanlar bulunur.
Ama her şeyi biliyormuş gibi davranan diğerleri de vardır.
Bunlar “Ben alimim, ben üstadım, ben büyük biriyim.
Ben her şeyi bilirim” diyerek unvanlarıyla etrafta gösteriş yaparlar.
İnsanlar Mekke’ye hacca giderler.
Denilir ki, hacca giden bir milyon insan içinden sadece bir tek kimse bu görevini tam anlamıyla yapmıştır.
Hatta eski zamanlarda Allah’ın hitabı gelir ve haccını tam anlamıyla, gerçekten yapmış olan bu kimsenin ismini duyururdu.
“Eğer onun ayaklarına ya da ellerine dokunabilirsek biz de hayra erer ve huzura kavuşuruz” düşüncesiyle herkes saygılarını göstermek için bu insana koşuşurdu.
Ama şimdi her şey değişti.
Şimdi bazı ülkelerde daha hacca gitmeden önce insanlardan bazıları isimlerinin önüne “hacı” kelimesini ekleyip, döndüklerinde hazır olması için isimlerinin yazılı olduğu plaketler hazırlattırıyorlar.
Hatta daha yolculuğa çıkmadan önce bu plaketleri evlerinin kapılarına astıranlar bile var.
Oradayken vakitlerini ticaretle geçirirler ve geri döndüklerinde “hacı” unvanlarını asarlar.

Bir çok insan Mekke’ye unvan almak için gider, ama irfan ehlinin haccı farklıdır.
Onun için hac Allah’la buluşmak için yapılan bir yolculuktur.
O hacca gittiğinde bu dünya onda ölür.
O ölmez.
Dünya ölür, nefsi ölür, bağları ölür.
Allah’a dua ederek işlediği tüm kusurların, günahların ölmesini sağlar.
Bir insan için İslâm’ın beşinci şartı hac o insandaki tüm şeylerin ölmesi demektir.
İnsanın hayatında yaptığı her şeyin, topladığı her şeyin ölmesi ve sonsuz hayata kavuşması hacdır.
Bundan sonra o insan dünyaya sahip değildir, dünyayı taşımaz. Allah’a gitmek ve O’nun sonsuz hayatının nûrunu kazanmak hacdır.
Allah’ın zenginliğini kazanmak hacdır.
Sadece O’na ibâdet etmek, sadece O’nu sevmek, sadece O’nu övmek, sadece O’nu söylemek hacdır, çünkü bu hâldeyken sadece Allah kalır, dünya artık yoktur.
Bugün haccını böyle yapan nerede?
Bu günlerde hac unvanlar elde etmek ve iş, ticaret yapmak için kullanılıyor.
Hepsi bu.
Ama irfan ehli unvan peşinde değildir.
O unvan aramaz.
Kendindeki dünyayı öldürmüştür, ‘ben’i öldürmüştür.
Kendini Allah’ın kölesi yapmıştır.
Bu yolla da hayatını sonsuz hayat yapmıştır.
Daha önce arzularıyla birlikte bu dünyada bir ölü gibiydi, ama şimdi arzularını kendinde öldürdükten sonra özgürlüğe kavuştu; hayatını sonsuz hayat yaptı ve Allah’ın kölesi oldu.
İşte tamamen Allah’a teslim olduğunda irfan ehlinin kazandığı unvanlar bunlardır.
Allah’a teslim olmak ve Allah’ın kölesi olmak işte kalbine iliştirilen unvanlar bunlardır.

Resim

Bu hâle ulaşan kimse kabirde sorgu ve azap görmez.
Niye?
Dünya bir insanda kaldığı sürece o insan için sorgu olur, ama o insandaki dünya onda ölürse onun için sorgu olmaz.
Dünya onda olduğu sürece onun ölümü olur, ona ölüm vardır.
Ama o insan dünyayı öldürürse onun için ölüm olmaz.
Özgürlüğüne kavuşur.
Bunları kazanmamız gerekir.
Değerli çocuklarım bunu düşünmeliyiz.
Sevgili çocuklarım, gözümün nûrları, benim sevgililerim, bu dünyada kazanmamız gereken övgü dünyaya ait zenginlik ya da servet değildir.
Övgü ve yüceltme Allah’a aittir, O’na ait olan övgüyü Allah’a verenlerden ve O’nun zenginliğini alanlardan olmamız gerekir.
O’na itâatle secde etmeli, tamamen O’na teslim olmalı ve O’nun köleleri olmalıyız.
İşte o zaman gerçekten O’nun kulları oluruz.
Ana rahminden bu güne kadar geçen zamanda hayatımızda bizim için her şeyi yapan O’dur.
Bizi yarattı, bizi korudu, besledi, hatta ana babamız bizi unuttuğu anlarda bile bizi büyüten O idi.
Bizi hep besledi, ni’met verdi.
Bizi korudu ve ilgiyle baktı.
İşte Sahibimiz böyle bir Allah’tır.
Şimdiye kadar bizim için her şeyi yaptı.
Peki biz O’na ne götürebiliriz?
O’na götüreceğimiz tek şey gayretle çalışıp;
O’nun sıfatlarıyla sıfatlanmak,
O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak,
O’nun iyiliğinde olmak,
O’nun sözleriyle sözlenmek ve
O’nun filleriyle fiillenmektir.
Tüm bunları kendimizde geliştirmemiz gerekir.
O’nun için kazanacağımız ve O’na geri götüreceğimiz budur.
O’nun köleleri olmalıyız.
O’nun kulları olmalıyız.
Kazanmamız gereken zenginlik budur.
Sonra da bu zenginliği Sahibimize sunmalıyız.

Bu güne kadar düşündüğümüz her şeyi, düşüncemize gelen her şeyi veren Allah’tır.
Şimdi biz de O’nun gibi düşünmeye gayret etmeliyiz.
Bu O’nun mülküdür.
Bu hâl bizde gelişmedikçe O’nun kulları olma hakkını kazanamayız.
Bu hâle ulaştığımızda gerçekten O’nun kulları olabiliriz.
Her türlü kötülükten ve kirden kurtulmuş oluruz, iyilik bize gelir. Dünyada cenneti yaşarız.
İyi sıfatlarımız bu dünyanın karanlığını dağıtıp, yok ederek burasını cennet yapar ve âhiret hayatı gözümüzde daha da çok değer kazanır.
Hayatımızın güzelliği daha da çok artar.
Sözlerimiz ve fiillerimiz nûrlanır, ahlâkımız yücelir.
Bakışımız, düşüncelerimiz, niyetlerimiz Allah’ın zenginliğiyle dolup taşar.
Öyle bir hâle ulaşırız ki orada Allah’ın peygamberleri ve dostları bizimle tanışmaya, konuşmaya gelirler.
Onlarla akraba oluruz.

Eşi ve benzeri olmayan Allah’ın bizi koruduğunu ve beslediğini, üzerimize rahmet indirdiğini kabul edelim.
O’nun Lütuf Sahibi olduğunu kabul edelim.
Bunu kabul edelim ve sadece O’na teslim olalım.
O’nun bizlerden aramamızı istediğini arayalım, bulalım ve O’na götürelim.
Dualarımızı, ibâdetlerimizi yapalım, O’nu analım, O’nu tefekkür edelim.
O’nun sıfatlarıyla sıfatlanırsak, O’nun ahlâkıyla ahlâklanırsak, O’na ait olanı O’na verirsek huzura kavuşuruz.
Gözlerimin nûrları, sevgililerim.
Her çocuk bunu düşünmelidir.
Dikkatli düşündükten sonra bu yolda ilerlemelisiniz.
Unvan, övgü, saygı ve mevki aramayın.
Unvanlara ulaşmak için insanlara kötülük yapmayın.
İyi olan neyse onu yapın ve sadece Allah’ın sıfatlarını arayın.
Bu sıfatlarla O’na geri dönün, O’nun güzelliğini, nûrunu ve rahmetini alın. Yapmamız gereken şey budur.
Değerli çocuklarım ulaşabileceğimiz en büyük servet, zenginlik budur.
Bu gayeye ulaşmak için hepimizin çalışması gerekir.
Gözlerimin nûrları söylediklerimde bir hata, bir kusur varsa lütfen beni bağışlayın, affedin.
Anlayış göstermeden, anlayışsızca bir şey söylediysem beni bağışlayın, affedin.
Hakikatte bağışlanma ve affedicilik istemek küçük düşürücü ya da utandırıcı bir şey değildir; aksine hayatımızdaki yüceliğin bir işaretidir.
“Of, bunlar küçük insanlar, niçin onlardan bağışlanma ve affedicilik dileneyim” diye düşünmek hoş ve makul bir düşünce tarzı değildir.
Affedicilik yüce ve yüksek bir şeydir, ama affediciliği isteme şekli hep aşağıdadır, alçakgönüllülüktür.
Öte yandan değeri düşük olan şeyler hep yükselmeye ve kendilerinin yüksek olduğunu göstermeye çalışırlar, ama gerçekte hiçbir değerleri yoktur.

Kendinizi ne kadar mütevazı, ne kadar alçakgönüllü yapar ve bağışlanma ve affedicilik isterseniz, sizin gerçek yüceliğiniz de o kadar farkına varılır.
İman ve İslâm’ın başlangıcı sabır, şükür, Allah’a güven (tevekkül) ve her hâlde : “elhamdülillah!” diyerek Allah’a hamd etmektir.
Bu nedenle, hiç utanmadan gerektiği zaman insanlardan bağışlanma ve affedicilik dileyin.
Bu iyi olur.
Hükmeden ve besleyen Bir olan Allah sizi ve beni korur.
Sabır sahibi olan Bir O’dur.
Dünya ve dünyanın insanlarının fazla sabrı yoktur.
Üstelik kolay kolay da affetmezler, ama Allah affeder.
“Azim olan Allah’tan affedicilik ve bağışlanma dilerim (estağfirullahul’azim)” deyin, O affeder.
Bu dünyanın insanlarının fazla sabrı yoktur.
Bir hatanızı, bir kusurunuzu on misli büyütürler ve size karşılık olarak daha çok acı ve üzüntü verirler.
Bunlar olmadan daha hatamızı fark eder etmez, bağışlanma ve affedicilik dilersek, o zaman yatışırlar, sakinleşirler ve biz de böylece kurtulabiliriz.
Bu iyi olur.
İşte böyle benim değerli çocuklarım, sevgililerim.
Söylediğim ya da yaptığım şeylerde bir hata, bir kusur varsa beni affedin.
Lütfen beni bağışlayın.
Âmin!. Âmin!.

Allah’ın huzuru hepinizle olsun!
O’nun zenginliği ve rahmeti, O’na ait olan ne varsa sizinle olsun!

Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhü küllühü!
Âmin!.

24 Haziran 1984
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


İKİNCİ BÖLÜM :

Sorular ve Cevaplar



BUNU NİÇİN DAHA ÖNCE DÜŞÜNMEDİN?

Resim

Nereye gittiler bilmiyorum.
O insan artık burada değil,
Ne de ötekisi burada.
Onun serveti, malı kalmadı,
Ötekinin malı da yok artık.

Buraya gelen herkes,
Genç olsun, yaşlı olsun,
Yeni doğmuş bebek ya da ihtiyar,
Hayatlarının baharında olanlar,
Benzerler yapraklara, çiçeklere ve meyvelere
Önce açarlar sonra solar ve düşerler ağaçtan.
Doğan herkes,
Ölür ve sarılırlar toprağa.

Kan bağları, arkadaşlıklar ve bağlılıklar,
Sevilenler ve güvenilenler, servetimiz
Mallarımız ve zenginliğimiz,
Bunlara sahip olduğumuzu söylerdik hep,
Ama giderlerken hiçbir şey söylemediler bize.

“Ben gidiyorum!” bile demediler,
Ne de :
“Ben kalıyorum!” dediler.

Kimse bilmez nereye gittiler,
Ne bir kelime ne bir nefes bilmez.
Hiçbir şey söylemezler giderlerken.
Ne kadar ağlasak da istesek de,
Dönmezler geriye bir daha, gider hepsi.
Yaşlar boşanır gözlerimizden nehirler gibi,
Yine de hiçbir şey söylemez onlar.

Buraya gelen herkes gider.
Önceden gördüğümüz, tanıdığımız herkes,
Gider ve bir daha görmeyiz.
Şimdi geride kalanlar,
Ağlayın ve sızlayın!

Resim

Gidenlerin ne malı vardır ne mülkü,
Ne ev kalır ne servet.
Biri gider gitmez,
Gelir herkes koşarak :

“Bu benim bundan böyle; Malımı bana verin!” diyerek.
Yumruklarlar birbirlerini, boğazlarını sıkarak.
Yerlerde sürünürler.
Birbirlerinin kafalarını, kollarını kırarak,
Kapmaya çalışırlar kapabildiklerini.
Ama sonunda kimseye kalmaz bir şey!

Gidenleri göremeyiz,
Servetini biriktirenleri,
Görmeye alıştıklarımızı,
Türlü türlü giyinenleri,
Görmeyiz bir daha.

BİZ'i gören BİR’i göremeyiz,
Her şeyi mükemmel bir düzenle yaratan
BİR’i.
Hayatını bu dünyaya güvenerek yaşayan,
Görmez hiçbir şey.
Bir yardımcısı da olmaz o kimsenin.
Gideceği yeri de bilmez.

SAHİBİ’ni unuttuğu için,
Bu dünya okyanusunda büyülenmiş olarak yatar.
Bu dünya okyanusunun,
Büyülediği hiç kimse kalmaz geride.
Bu okyanusta oynayan, sağa sola sıçrayan,
Dans eden ve avâre dolaşan herkes gider.
Henüz gelmemişler bir gün gelir doğarlar.
Gelenler ise bir gün ayrılırlar.
Henüz gelmemişler bir gün gelir ve giderler.
Önce gelenler ise gittiler çoktan.
Burada bulunanlar şimdilik buradalar.
İşte budur dünyanın hâli.

Dünya süslenmiştir, budur hâli.
Ama konuşamaz, bir şey söyleyemez.
İnsan konuşturmaya çalışır onu.
Süsler püsler dünyayı, güzelleştirir.
Dans için kendini süsler insan,
Bir oyuncu gibi süsler kendini insan,
Güzelleştirir kendini,
Ve başlar dans etmeye.
Dünyaya gelenleri büyülemeye çalışır,
Hâlâ sağ olanları büyülemeye çalışır,
Altmış dört çeşitteki dansıyla, şehvetle.
Büyülemeye çalışır dansıyla.
Şarkı söyler ve dans eder insan,
Bu dünyada diğerlerini büyülemek için.
Bir oyundur dünya, insan ise sadece bir oyuncu.
Oyuncu olarak insan bu dansı yapar.
İnsan bir oyuncu, dünya bir sahnedir.
İnsanın süsü altmış dört çeşit şehvettir,
Mücevherleri ise altmış dört çeşit dansıdır.
Şehvetin ve hırsın çılgın dans edişince
Büyülenmiştir insan.
Sadeliğini, alçakgönüllülüğünü ve irfanını kaybeder.
Bir vehim evinde tuzağa düşmüştür.
Bu vehimler, bu kuşkular ağında,
Ayağı tökezler, düşer ve çığlık atar yardım için.
Bu dans bittikten sonra,
Bu şarkı sona erdikten sonra,
Dili faydasızca çırpınırken,
Ve gözleri ışığını kaybederken,
Kulakları sesleri duymaz iken,
Bedeni zayıflayıp, güçsüz düşerken,
Düşünür istediği her şeyi ve başlar ağlamaya,
Düşünür süsleyip durduğu şeyleri.
İniltiyle bağırır :
“Hepsi faydasızmış!”
Feryat eder :
“Gördüğüm her şey yanlışmış!”
Sızlanır :
“Hiçbir yardımcım yok!”
Ağlayarak feryat eder :
“Ben aldandım!”
Sadece sonunda farkına varır insan bunun.
Üzüntüyle sızlanır :
“Burada bana yardım edecek kimse yok!”
İşte insanın hayatı!

Resim


“
Bunu niçin daha önce düşünmedin ey aklım?”
“
Bunu niçin daha önce düşünmedin?”
Herkes yaşar bunu.
İyi bak!
Sen de dünyaya aldananlardansın.
Bunu anla!

Kalbinde beş farz ve altı şart olsun.

Bunları bilir ve irfanla bunları ararsan eğer,
Senin için altı çeşit zevk gelir,
Altı tatlı zevk gelir sana,
İrfanın altı düzeyi doğar.
Allah’ın hitabı senin üzerine olur.

O’nun sıfatları, fiilleri ve ahlâkı
Seninle olur.
Senin Öğretmen’in olarak,
Senin Rahmet’in olarak,
Senin Sahib’in olarak,
Gönlünde seni eğitir ve yol gösterir!
Böylece hiçbir şeye ihtiyacın kalmaz.
Bunu bil ey hayatım,
Bunu fark et ve yaşa!

Âmin!.


11 Kasım 1985
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


İKİNCİ BÖLÜM :

Sorular ve Cevaplar



5. ÖLÜM MELEĞİ

Soru:
"Bu gün sabah namazından sonra tefekkür ederken aklıma bir soru geldi.
Azrail (Aleyhisselâm) için Ölüm Meleği deniliyor.
Bu melek bedene bağlı mıdır, bedenle birleşik midir?
Azrail (Aleyhisselâm)’in bedendeki görevi nedir ve bu kudreti nerede yatar?
"

Bawa Muhaiyaddeen:
Azrail (Aleyhisselâm)’in görevi insanın nasibiyle ilgilidir, yani Allah’ın insan için tayin ettiği (kader) ile ilgilidir.
Azrail (Aleyhisselâm) ile görüştüm.
O’nu bir kürsüde otururken gördüm, tahminime göre yüksekliği iki yüz elli mil vardı.
O kadar uzundu ki ayaklarını göremedim.
Yakınında dalları yapraklarla kaplı bir ağaç vardı.
Ağacın bütün yaprakları yıldızlar gibi parıldıyordu ve tüm yeri ışıklarıyla aydınlatmışlardı.
Hemen ilerde hüküm, muhasebe ve yargılama için ayrılmış başka bir yer vardı.
Gelen her ruh önce hesaba çekiliyordu, sonra da kimisi bir tarafa kimisi de başka bir tarafa doğru gitmesi için yönlendiriyordu.

Bir grup cennete giden çok yüksek bir yolda, Allah’ın Arşına doğru götürülüyordu.
Ağaç Arşın çok yakınındaydı.
Daha aşağıda bir yoldan, öteki grup cehenneme gönderiliyordu.
Gördüğüm harikalardan, hayret verici şeylerden biriydi bu.
Ölüm Meleği’nin dört çehresinin olduğunu gördüm;
Birinci yüzü siyahtı,
İkincisi süt gibi bir çehreydi,
Diğer yüzü ateş gibiydi,
En son yüzü hep o ağaca bakıyordu, hep o ağaca dönüktü.

Resim

“Esselâmü aleyküm Ya Azrail. Allah’ın selâmı üzerine olsun!” diyerek O’nu selâmladım.
O’nun Azrail (Aleyhisselâm) olduğu gönlüme gelmişti.
O’na baktığımda tüm âlemin gözlerinin içinde olduğunu gördüm.
Her hayat Azrail (Aleyhisselâm)’in gözlerinin içindeydi.
Dünyayı gözlerinin içinde seyredebiliyordum.
Süt çehresine baktığımda çok güzel bir yüz olduğunu gördüm.
Ateş yüzüne baktım, sanki bir ateş gibi yanıyordu.
Siyah yüzü simsiyahtı, dördüncü yüzü ağaca doğru dönmüştü.
Ruhlar O’na doğru geldikçe elini uzatıp ruhları yakalıyordu.
Ruhların oluşturduğu kocaman bir dağ vardı.

Bazı insanların bağırdığını, çığlık attığını duydum.
Azrail (Aleyhisselâm) onlara ateş yüzüyle bakıyordu.
Onlar : “Lütfen beni yakma! Bu bir ateş!” diyerek bağırıyorlardı.
Başkaları da vardı.
Onlar da : “Ah, beni kesiyorlar! Beni öldürüyorlar!” diye feryat ediyorlardı.

Sonra Azrail (Aleyhisselâm) ile konuştum.
Bana :
“Gözlerime bak!
Bütün âlem gözlerimin içindedir.
Allah’ın bana verdiği görevi yapıyorum; bu yüzden bana Azrail derler.
Ben sadece Allah’ın bana verdiği işi yapıyorum.
Gözlerimden kaçabilecek hiçbir ruh yoktur, bir taşın altına saklansa bile görürüm.
Hiç kimse benden saklanamaz.
Benim göremeyeceğim hiç bir yer yoktur ki gidip orada yaşasınlar!
” dedi.

Daha sonra kafalarında boynuzları olan kimseler gördüm, bunların gözleri de Azrail (Aleyhisselâm)’in gözlerine benziyordu.
İnsanları yakalayıp, büyük bir ormana, hüküm, muhasebe ve yargılamanın yapılacağı yere doğru çekiyorlardı.
Orada önünde perde olan bir kürsü vardı ve bu perdeden etrafa parlak bir nûr yayılıyordu.
Orada biri vardı.
Soruları soran ve eliyle kimin nereye götürüleceğini işaret eden perdenin arkasındaki o kimseydi.
Sonra da insanlar ya bu yöne ya da öteki yöne doğru götürülüyordu.

Azrail (Aleyhisselâm)’e : “Hep şu ağaca bakıyorsun. O ağaçtaki ışıklar nedir?” diye sordum.
Azrail :
“Tüm hayatlara ait ruhların hepsi bu ağaçtadır.
Bir ışık artık parıldamayıp sönmeye başladığında, biliriz ki bir hayat sona ermektedir.
Bu ağaçta parıldayan her ışığın aynısı dünyadaki her bir yaratılmışta da parıldamaktadır.
Ağaçtaki ışık insan ruhunun ışığını temsil eder.
Her insanın bir ruhu vardır, işte burada, bu ağaçta o ruh bir ışıktır.
Bu ağaçtaki bir ışık sönmeye başladığında, o insanın dünyadaki tayin edilmiş yiyecek ve içeceğinin, yani rızkının sona ermiş olduğu ve benim onu geri getirme zamanımın geldiği anlaşılır.
Böylece elimi ona doğru uzatırım ve onu buraya çağırırım.
Ne zaman bir ışığın sönmeye başladığını görebilmem için de her an bu ağaca bakmak zorundayım.
Onun için hep bu ağacı seyrederim!
”

Resim

“Işıklı varlıkların ruhları benim ateş yüzüm tarafından alınır.
Kötülerin ruhlarını siyah yüzüm alır.
Allah’ın iyiliği, O’nun düşünceleri ve O’nu anması kendilerinde olan, o iyi insanların ruhlarını bu süt yüzümle alırım.
Yeni doğmuş bir bebeğin annesine hiçbir acı vermeden sütünü emmesi gibi, ben de o iyilerin ruhlarını tatlı bir şekilde çekip alırım.
Onları süt yüzümle çekerim!”
“Ne yukarıdayım ne de aşağıda.
Belli bir yerde olduğum söylenemez.
Benim durumum budur.
Dünya her insanın içindedir, ama benim gözlerimin içinde tüm âlemler görülebilir.
Oradaki her şeyin farkına varırım!
” dedi ve ayrıldık.
Elhamdülillah.
Esselâmü aleyküm!
Allah’ın huzuru hepinizle olsun!
Allah hepinizi korusun!
Âmin!.

22 Mayıs 1986
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


İKİNCİ BÖLÜM :

Sorular ve Cevaplar



6. TOPRAĞA OLAN BORCUMUZ

Soru: Toprağa olan borcumuz nedir? Neden toprağa gömülürüz?

Bawa Muhaiyaddeen: Allah ilk başlangıçta (athi) toprağın son derece değerli olduğunu söyledi.
O zaman her şey topraktaydı.
Bunun hakkında daha önce çok şeyler söyledim.
Allah ilk başlangıçta (athi) henüz insanı yaratmamıştı.
Allah toprağı, ateşi, suyu ve esîri (boşluk) kendi tabiatlarında varolan özellikleriyle yaratmıştı.
Bu yüzden her unsur gururlanmaya, kendini beğenmeye başladı.

Her unsuru Allah yaratmasına rağmen, her biri :
“En büyük benim! Hiçbir şey benimle boy ölçüşemez, karşılaştırılamaz!” diyerek gururla kendini beğenmişlik ediyordu.
Sonra Allah “Onların bu gururlarını almak için beş unsuru birbirleriyle birleştirmeliyim ve bunun için Nûr-u Muhammedi’yi
(1) kullanacağım. Tüm hayatları, bu beş unsuru onlarda eşit olarak paylaştırıp yaratacağım ve gururlarını yok ederek onları birlik hâline getireceğim!” buyurdu.

(1) Nuru Muhammedi (A) Allah’ın kudretinin (vilâyet), fiillerinin ve sıfatlarının güzelliği; Kendi hakikatinde parıldayıp duran Allah’ın Zât’ının nuru. Bakınız “Küçük Sözlük”.

Semavi varlıkları, yeri ve göğü ve diğerlerini yarattıktan sonra, Allah kendi Zât’ından (Nurullah’tan) Nûr-u Muhammedi’yi meydana getirdi.
Allah yarattıklarına :
“Bu Nûr-u kim kabul edecek? Bu Nûr-u kabul edecek biri varsa gelsin!” diye buyurdu.
Nûr-u Muhammedi’nin göz kamaştırıcı parlaklığına baktıklarında hepsi bu nûrun içinde kayboldular.
O nûrun parlaklığı hepsini içine aldı.
Allah : “Bu nûru kim kabul edecek?” diye tekrar sordu.
Hepsi birden : “Ey Hâlikimiz, Ya Rahmân, Ya Allah, bu nûr bütün nûrları yuttu, içine aldı; bu yüzden bizden hangimiz nasıl bu nûru kabul edebilir?” diyerek cevap verdiler.
Ama Allah : “Benim Nûr-u Muhammedimi kabul edecek ve taşıyacak kimse yok mu?” diye bir kez daha sordu.

Resim

Bu sefer dünya alçak gönüllülükle : “Bu nûru ben kabul ederim!” diyerek geldi.
“Ey dünya! Kendi yıkımını aramış oldun. Kendi yıkımını kendin getirdin!” buyuran Allah’ın hitabı duyuldu.
“Kendi mahvını kendin istedin!
Bu nûr saftır, ama sen renkleri, kirleri, çöpleri, yaratılmışları ve diğer çeşitli şeyleri barındırırsın.
Sende her şey yetişir.
Bu yüzden saf olanı nasıl kabul edebilirsin?

Ey dünya!
Bu nûru, bu emâneti sana vereceğim.
Bilesin ki o nûr Bana aittir.
Bunu aceleyle kabul edin ve böyle yaparak kendi yıkımını aramış oldun.
Şimdi bu nûru aynı bu şekilde Bana nasıl geri getireceğini düşünmelisin.
Onu sana veriyorum ve hiçbir kusur, eksiklik ve noksanlık olmaksızın Bana geri dönmelidir.”
Ve Allah şöyle buyurdu:
“Bu beş unsur benim ilk olarak yarattığım şeylerdir.
Bunları yaratılmış hayatların hepsinde bir araya getiririm, birleştiririm.
Bu beş unsur bütün hayatlarda ortaktır ve hayatların bedenleri için temeli ve dayanağı sağlarlar.
Ama önce bu beş unsuru birlik hâline getirmem gerekir. Onların gururunu yok etmem gerekir.”

Bu birliği sağlamak için Nûr-u Muhammedi olarak bilinen nûru Allah kendi Zât’ından meydana getirdi.
Ve bu nûra beş unsura gidip, her birine :
“La ilâhe ilâllah, Muhammeden Resûlullah (Sen’den başka kimse yoktur, Ey Allah’ım. Sadece Sen Allah’ımızsın ve Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) Sen’in Resûlündür.)” kelimesini söylettirmesini emretti.
Göz kamaştırıcı nûrunun parlaklığıyla Nûr-u Muhammedi Allah’ın emrini yerine getirmek üzere gitti.
Nûr-u Muhammedi ilk önce ateş unsurunu gördü ve :
“Esselâmü aleyküm, Allah’ın huzuru üzerine olsun ey ateş! Sende nasıl bir hayat kudreti var?” diyerek selâmladı.
Ateş övünerek :
“Benden daha büyük yoktur. Benden daha zeki yoktur. Dünyadaki her şeyden daha güçlüyüm. En büyük benim ve hiçbir şey benimle kıyaslanamaz!” dedi.
Nûr-u Muhammedi tatlılıkla ve yumuşaklıkla :
“Ey ateş, su seni küçültebilir ve boyunduruğu altına alabilir.
Su sana hükmedebilir.
Bir yeri yok etmeye yöneldiğinde hava rüzgarıyla seni o yerden uzaklaştırabilir.
Toprak üzerini örtüp havasız bırakarak seni boğabilir.
Bir çok şey sana hükmedebilir.
Bu yüzden her şeyden daha büyük olduğunu nasıl söyleyebilirsin?
Senden daha büyük şeyler var.
Öyleyse neye dayanarak gururlanıyorsun?” diyerek cevap verdi.

“Bunun dışında ey ateş, seni ve tüm hayatları yaratan Bir vardır.
O Allah’tır. Senin Yaratan’ındır.
Her şeyi yapabileceğini iddia ederken, bu Bir hiç aklına gelmedi ve O’nun gerçek değerini hiç düşünmedin bile.
Hakikatte sen bütün yaratılmışların en aşağısısın.
Senin kudretin tüm kudretlerin içinde en küçüğüdür.
Bunu hiç düşünmedin mi?”
Ateş :
“Söylediğin şey doğru” diyerek kabul etti ve :
“Ey Nûr, Sende nasıl bir hayat kudreti var?” diye sordu.
Nûr-u Muhammedi alçakgönüllülükle :
“Benim hiç kudretim yoktur!” diyerek cevapladı.
“Benim ne gücüm ne de kudretim.
Ben her şeye gücü yeten, Kadir olan Bir’in kölesiyim, tüm hayatların en küçüğüyüm ve hepsinin içine karışmış durumdayım.
Beni yaratan Bir Allah tek kudret sahibi olan BİR’dir.
Ben O’nu her şeye Kadir olan BİR (AHAD) olarak kabul ederim ve Ben O’nun kölesiyim!
Ey ateş, O’nun ismini an, O’nu tefekkür et, O’na güven ve O’na iman et!
O seni korur. Her şey O’nun elindedir.”
“Doğruyu söyledin” dedi ateş.

O zaman ateşin tüm hayatlardaki birlik ve rahmeti anlaması için Nûr-u Muhammedi :
“La ilâhe ilâllah, Muhammeden Resûlullah (Sen’den başka ilâh yoktur, Ey Allah’ım. Sadece Sen Allah’ımızsın ve Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve selem) Sen’in Resûlündür.” kelimesini ateşe kabul etmesini ve söylemesini emretti.
Ateş bu kelimeyi hiç tereddüt etmeden söyledi.

Ardından Nûr-u Muhammedi suyu gördü ve :
“Esselâmü aleyküm, Allah’ın huzuru üzerine olsun ey su! Sende nasıl bir hayat kudreti var?” diyerek selâmladı.
Su kibirli bir şekilde övünerek :
“Ben gerçekten büyüğüm! Benden daha büyük yoktur. İstediğim her şeye; ormanlara, topraklara, dağlara ve kıyılara hakim olabilir ve yok edebilirim.
Okyanusu karaya, karayı da okyanusa taşıyabilirim.
Şehirleri ortadan kaldırır ve bütün dünyayı yok edebilirim.
Gerçekten ben her şeyi yapabilirim!
Benimle hiçbir şey kıyaslanamaz!” dedi.
Nûr-u Muhammedi yumuşaklıkla :
“Ey su, gerçekten senden daha büyük olan şeyler var.
Hava senin yönünü değiştirebilir.
Seni şuraya da buraya iterek sürükleyebilir.
Sen akarken seni kırmak ve kudretine boyun eğdirmek için yolunun üzerine kayalar ve dağlar konulmuştur.
Ayrıca bütün hayatlar hem kötü hem de iyi amaçlar için seni kullanırlar.
Bazıları seni içer, bazıları seninle kendilerini yıkar, temizler, bazıları da sana pisliklerini, artıklarını bırakır.
Üstelik sen gölcüklerde ve havuzlarda tutsak edilirsin, oralarda kirlenir ve kokarsın.
Solucanlar, kurtlar ve diğer tiksindirici şeyler senin içinde yaşar ve büyürler.
Berraklığını ve akıcılığını kaybederek iğrendirici, yapış yapış ve pis bir hâle gelip kötü kokmaya başlarsın.
İnsanlar yolunun üzerine su depoları ve barajlar kurarak seni çeşitli şekillerde tutsak ederler.
Sayısız yaratılmış senin içinde büyür ve tüm hayatlar temizlenmek için seni kullanırlar.
Durum böyle olunca neyine güvenerek gururlanıyor ve kibirleniyorsun?
Senden daha güçlü ve kudretli bir çok şey vardır!”
“Ey Nûr-u Muhammedi, Sende nasıl bir kudret var?” diye sordu su.
“Benim hiç kudretim yok! Sadece Allah kudretlidir” diyerek cevapladı Nûr-u Muhammedi ve :
“O gücü ve kudreti sınırsız olandır.
O her şeyi yapabilecek güçtedir.
O kudretiyle her şeyi, tüm güçleri ve hayatları yaratmıştır.
O her şeyi korur ve her şeye hükmeder.
O kudretli ve büyüktür, ben sadece O’nun kölesiyim.
Benim kudretim yok.
Ben O’nun emriyle tüm hayatlara hizmet eden biriyim.
Ben O’na inanırım.
Hüküm veren, yöneten ve besleyen, eşi ve benzeri olmayan, bir olan Allah tek kudret sahibidir.
O’na kesin imanım vardır, Ben O’na teslim oldum, O’na sığındım ve Benim Yaratan’ım ve Koruyan’ım olan Allah’ın karşısında kendimi fakir yaptım.
Ey su, sen de O’na kesin bir imanla inan, O’na iman et ve O’na secde et!” buyurdu.
Sonra Nûr-u Muhammedi suya kelimeyi söylemesini emretti, su da hiç tereddüt etmeden :
“La ilâhe ilâllah, Muhammeden Resûlullah” dedi.

Ardından Nûr-u Muhammedi havayı gördü ve :
“Esselâmü aleyküm, Allah’ın huzuru üzerine olsun ey hava!” diyerek selâmladıktan sonra havaya :
“Sendeki hayat kudreti nedir?” diye sordu.
Hava gururla :
“Benden daha güçlü yoktur! Bende büyük bir kudret vardır. Hiçbir şey beni kontrol altına alamaz, dizginleyemez ve ben istediğim her şeyi yapabilirim.
Ormanları yok eder, ağaçları devirebilirim.
Doğada kudretli,yenilmez ve zapt edilemez benim!” dedi.
Nûr-u Muhammedi gülümseyerek, yumuşaklıkla :
“Ey hava, seni kontrol edecek, dizginleyecek o kadar çok engeller var ki senin vereceğin felaketleri durdururlar.
Yüce dağlar ve yüksek, görkemli ağaçlar senin önünü keser ve seni dört bir yöne dağıtarak gücünü yok edebilirler.
Senin karşına çıkarlar, önüne dikilirler ve daha ileri gitmene engel olurlar.
Bunların da üstünde, toprağı, ateşi, suyu, boşluğu (esîr) ve seni yaratan Bir Yaratan’ın var. O’nu unuttun mu?
Eğer O dilerse, seni bir anda alt eder, bir saniye içinde seni kahreder!” buyurdu.
Hava :
“Ey Nûr-u Muhammedi, peki Sende nasıl bir kudret var?” diye sordu.
Nûr-u Muhammedi :
“Benim hiç kudretim yok!
Bütün kudret Allah’tadır, Yaratan’ımdadır.
Ben O’nun kölesiyim.
Ben O’nu kabul ederim, O’na inanır, O’na iman ederim.
Azîz olan, en Üstün ve Yüce olan O’dur, sen de O’na güvenmelisin.
O seni korur!” buyurdu.
Ve şöyle devam etti:
“Ey hava! Sen yaratılmışların yüzlerine bakar ve onları görebilirsin, ama onlar seni hiç göremezler.
Hiç kimse senin güzelliğini gözleriyle görüp de zevk alamaz. İşte sendeki eksiklik budur.
Bu senin eksikliğindir.
Bu yüzden nasıl ben büyüğüm diyebilirsin ki?”
Hava bunları kabul etti ve Nûr-u Muhammedi havaya kelimeyi söylemesini emretti.
Hava : “La ilâhe ilâllah, Muhammeden Resûlullah” kelimesini hiç tereddüt etmeden söyledi.

Bundan sonra Nûr-u Muhammedi boşluğu (esîr) gördü ve :
“Esselâmü aleyküm, Allah’ın huzuru üzerine olsun ey boşluk! Sende nasıl bir hayat kudreti var?” diyerek selâmladı.
Boşluk (esîr) :
“Hepsinden büyük benim! Benim o kadar güzel ışıklarım ve renklerim var ki hiçbir şey benimle kıyaslanamaz!” diyerek kendini övdü.
Nûr-u Muhammedi :
“Senden daha büyük olan BİR (AHAD) var” diyerek açıkladı ve “O BİR’in sayısız kudretleri vardır. O’nun öyle kudretleri var ki seni yedi âlemde de yok edebilir.
Ayrıca O’nun sayısız, çok çeşitli renkleri vardır.
Büyük olan BİR sadece Allah’tır!” buyurdu.
Bundan Nûr-u Muhammedi boşluğa (esîr) :
“La ilâhe ilâllah, Muhammeden Resûlullah” kelimesini söylemesini emretti ve boşluk bu emre itâat etti.

En sonunda Nûr-u Muhammedi toprağı gördü ve :
“Esselâmü aleyküm, Allah’ın huzuru üzerine olsun ey toprak! Sende nasıl bir hayat kudreti var?” diyerek sordu.
Toprak alçakgönüllülükle, mütevazı bir şekilde cevap verdi: “Ey Nûr-u Muhammedi!
Benim hiçbir kudretim yok.
Benim ne gücüm var ne de kudretim.
Sadece Allah Kudret Sahibi’dir.
En Büyük ve en Yüce olan Allah’tır.
Benim hiçbir büyüklüğüm yoktur.
Tüm hayatlar beni ayaklarının altında çiğnerler, üzerime basarlar, bana tükürürler ve beni küçük düşürürler.
Beni kazarak alırlar ve bir yerden bir yere taşırlar.
Ölülerini ve çöplerini benim içime gömerler.
Birçok artıklarını bana gömerler.
Tüm bunlara sabretmem gerekir.
Bu nedenle tüm hayatlar içinde en aşağıda ve en küçük olan benim.
Ben sadece Allah’a inanırım.
Sadece O’na iman ederim!”
Toprağın bu söylediklerini işiten Nûr-u Muhammedi :
“Aslında tüm bu unsurların en büyüğü gerçekten sensin!” diyerek büyük bir neşeyle ve memnuniyetle toprağı kucaklayıp öptü.

Sonra Nûr-u Muhammedi şunları söyledi:
“Ey toprak, Allah tüm hayatları senden yaratacak ve onlar sende büyüyüp yetişecekler, çoğalacaklar.
Altın, su, ateş, hava, boşluk (esîr), değerli taşlar, metaller ve diğer değerli olan şeylerin hepsi senin içine konacak.
Sabır, şükür ve tevekküle ait o güzel sıfatlar da senin içine konacak.
Sen tüm hayatların bedeni ve nabzı olacaksın.
Allah her şeyi senden yaratır.
Allah zenginliğini ve rahmetini senin yolunla dağıtır ve hayatları seninle huzurlu yapar.
Allah işte sana bu değerli hediyeyi sunuyor.
Sen yaratılmışların (halk) anası olacaksın, tüm yaratılmışlara sabırlı bir ana, Allah’ın yarattıklarına bir olacaksın.”
Toprak bunları duyunca Nûr-u Muhammedi’yi öptü ve birbirlerine sevgiyle sarıldıkları sırada da Nûr-u Muhammedi toprağa girdi.

İşte bugün namazlarımızda alnımızı secdeye, yani yere, toprağa koymamızın nedeni budur;
Nûr-u Muhammedi’yi tasdik ederiz;
Böylece teşekkür ederiz, hürmet ederiz.
Herkes toprağa eğilir.
Bedene ait her türlü ihtiyaçlarımızda toprağı kullanırız.
Toprağın üzerinde yaşarız, toprağın üzerinde uyuruz, toprağın üzerinde yemek yeriz, toprağın üzerinde büyürüz.
Bunun bir çok şekilde topraktan faydalanırız.
Allah çeşitli unsurlara ait enerjileri ve büyük bir rahmeti, zenginliği toprağın içine koymuştur.

Toprak hemen :
“La ilâhe ilâllah, Muhammeden Resûlullah.
Senden başkası yok, sadece Sen Allah’ımızsın ve Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’ın Resûlüdür.
Şan ve şeref Sahibi, Azîz olan Sensin Allah’ım.
Ben Sana inanıyorum ve Sana güveniyorum.
Sana sonsuz inancım var.
Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i Senin Resûlün olarak kabul ediyorum, bu Nûru Senin temsilcin, vekilin olarak kabul ediyorum.
Ben Senin Resûlüne inanıyorum ve Sana imanla, kararlılıkla ve ihlâsla ibâdet ediyorum” dedi.

Bundan sonra Allah tüm hayatları yaratmayı diledi.
Bir avuç toprak alarak ateş, su, hava ve esîrle (boşluk) birleştirerek tüm yaşayan şeylerin bedenini yarattı.
Sonra insanı yaratmayı diledi.
Allah insanın rızkını, yiyeceğini, içeceğini, zenginliğini, insana rahatlık ve sıcaklık verecek şeyleri bundan yetmiş bin sene önce yaratmıştı.
Her bir insana ayrılmış, tayin edilmiş yiyecek, su, ateş, hava ve boşluk (esîr) miktarı bittiğinde, o insan Ölüm Meleği Azrail (Aleyhisselâm) tarafından geri çağrılır.
Buna insanın nasibi, kaderi denir. Her insan için bir nasip vardır, çünkü insanın rızkı daha o dünyaya gelmeden önce yaratılmıştır.
Allah bütün hayatları yarattıktan sonra insanı yaratmayı diledi ve onu yaratılmışların arasında en üstünü ve en hikmetlisi yapmayı diledi.
Allah diğer tüm yarattıklarına üç bilinç düzeyi (hissetme, uyanıklık ve akıl) verdi, ama insana bunlara ek olarak muhakeme, incelik irfanı, ilâhî tahlili irfan ve ilâhî nûr irfanı olmak üzere dört ayrı bilinç düzeyi bahşetti.
İnsan Allah’ın tüm yarattıklarına bir halife olabilsin diye insana bunlar verildi.
Böylece diğerlerine huzur ve barış verebilmesini sağlayacak sıfatlar insana verilmiş oldu.

Allah meleklerden Cebrail (Aleyhisselâm)’ı çağırdı ve :
“Dört bir yana git, dünyanın dört bir yönüne git. Dünyanın dört yönünden sadece bir avuç toprak al ve onu Bana getir!” buyurdu.
Cebrail (Aleyhisselâm) Allah’ın bu emrini yerine getirmek için dünyaya geldi.
Nûr-u Muhammedi’nin nûru toprağı öptüğü zaman, zaten toprağın içine girmiş, toprakla bir olmuştu ve böylece toprak ilâhî irfana sahip olmuştu.
Bu yüzden Cebrail (Aleyhisselâm) kendisinden toprak almaya çalışırken toprak :
“Ey Cebrail, benden toprak alma!
Allah’ın adına benden toprak alma!
Allah’ın topraktan yarattığı tüm varlıklar cehenneme gidecekler.
Günah işleyecekler, zarar verecekler, kötülük yapacaklar ve birbirlerini öldürecekler.
Yalan söyleyecekler, aldatacaklar, cinayet işleyecekler ve Allah’ın yasaklarına uymayacaklar.
Benim sayemde zengin olacaklar ve beni yaratan Allah’ı unutacaklar, böylece cehenneme gidecekler.
Eğer topraktan, benden yaratılan çocuklar cehenneme gidecek olursa ben buna dayanamam.
Eğer benim çocuklarımın sonu cehennem olursa, bu bana anlatılamaz bir üzüntü ve sonsuz bir acı verir.
Bu yüzden senden rica ediyorum, lütfen Allah’ın adına benden toprak alma!” dedi.
Bunları işiten Cebrail (Aleyhisselâm) toprağı bıraktı ve geri dönerek Allah’a olanları anlattı.

O zaman Allah toprak alması için meleklerden Mikâil (Aleyhisselâm)’ı gönderdi.
Aynı şey oldu ve Mikâil (Aleyhisselâm) toprak almadan geri döndü.

Ardından Allah İsrafil (Aleyhisselâm)’ı gönderdi, ama İsrafil (Aleyhisselâm) da aynı şekilde, toprak almadan geri döndü.

En sonunda Allah Ölüm Meleği olan Azrail (Aleyhisselâm)’i gönderdi.
Azrail (Aleyhisselâm) dünyanın dört bir yanından toprak alırken toprak :
“Allah’ın adına rica ediyorum benden toprak alma!” diye seslendi.
Ama Azrail (Aleyhisselâm) :
“Şikayetini adına and içtiğin Bir olan Allah’a yap! Bu toprağı Kendisine götürmemi emreden Zât O’dur. Ricanı O’na ilet!” diyerek cevap verdi ve dünyanın dört bir yanından tam olarak bir avuç toprak alarak Allah’a götürdü.

O zaman :
“Şimdi bu bir avuç toprağı Kerbelâ’ya, dünyanın merkezine götür!” diyen Allah’ın hitabı duyuldu.
Azrail (Aleyhisselâm) toprağı oraya götürdü ve bıraktı.
Dünya Kerbelâ’nın, yani o merkezi noktanın Kudüs ile Cidde arasında bir yer olduğunu söyler.
Âdem (Aleyhisselâm)’in burada yaratıldığını söylerler.
Ama Kerbelâ’nın başka bir anlamı da vardır.
Bu bir avuç toprak, bu Kerbelâ insanın kalbidir (gönül) ve bu kalbin içinde Allah on sekiz bin âlemi ve diğer on beş gezegeni tutar.
(2)

(2) Bawa Muhaiyaddeen diğer on beş âlemi insanın sûretindeki âlemler olarak açıklar. Buna göre on beşinci âlem merkezdeki kalbdir; kalb insanın merkez noktasıdır. Kalbin üstünde yedi ve altında yedi olmak üzere diğer on dört âlem bulunur. Bununla ilgili olarak Bawa Muhaiyaddeen’in The Guidebook to the True Secret of Heart adlı kitabı (Cilt 1, sayfa:123-138) ile The Wisdom of the Divine adlı kitabına (Cilt 3 sayfa: 21) bakınız.

Allah bunların hepsini insanın sırrına koymuştur.
Bu insanın savaş alanıdır, insanın kalbi, yani bir avuç toprak!
Bu bir avuç toprak alınırken Allah toprağa şöyle buyurdu:
“Ey toprak!
Söylediklerin doğru.
Seni yaratan Benim, senden birçok şey daha yaratacağım.
Bu yarattıklarım her biri için bir kanun ve bir nasip (kader) vereceğim.
Bu şekilde senden yarattıklarımın her biri için bedeni, hayatı ve gerekli gıdaları da yaratacağım.
Onların her biri için tek hüküm veren Ben olacağım.
Tek Hakim Ben olacağım.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bu bir avuç toprak için Besleyen, Koruyan, Rızık veren Ben olacağım.
O bir avuç toprağın Sahibi, Sultanı ve Hüküm Vereni Ben olacağım.
Senin Yaratan’ın ve Rabb’in olduğum gibi seninle yaratacağımın Rabb’i de Ben olacağım,
Çünkü Koruyan ve Besleyen BİR Benim.”
“Ey toprak!
Yaratmak, korumak, beslemek ve yarattıklarıma huzur vermek Benim elimdedir.
Bunu böyle bil. Hüküm veren Benim, en son kararı Ben vereceğim, Mahşer Günü’nün ve âhiretin Sahibi Benim.
Kıyamet Gününden ve âhiretten Ben sorumluyum.
Bu senin işin değil.
Bu nedenle, bu konuyu dert etmene, endişe etmene gerek yok.
Her hayata kendi nasibini koyacağım ve bu nasibine göre bir takım sınırlamalar olacak ve bu sınırlamalara göre de onun için bir ölüm günü olacaktır.
Ölümden sonra dünya hayatı için Hesap Günü olacaktır ve bir karar verilecektir.
Bu hesabın sonucuna göre cenneti ve cehennemi yaratacağım.!”

“Her insanın içine izin verilmeyeni ve izin verileni (helal ve haram), iyiyi ve kötüyü (hayır ve şer), sırrı ve tecelliyi (sır ve sıfat) koyan Benim.
Bu şeyleri insana veren Benim ve en sonunda insan için Hüküm Veren de Benim.
Her birine yaşadıkları hayata, yani ahlâklarına ve fiillerine göre uygun olan âlemi (cennet-cehennem) Ben vereceğim.
Eğer insan güzel bir ahlâka sahip olursa, ona Benim cennetim verilir.
Eğer kendini güzel ahlâkla süslemezse, ona da Benim cehennemim verilir.
Üç âlemin de (ruhlar âlemi, bu dünya ve âhiretin) Sahibi, Sultan’ı Benim.
Bu senin görevin değil.
Bu nedenle endişelenmene ve üzülmene gerek yok.
Seni yaratan Benim ve sana bu büyük görevi, bu şerefi, bu zenginliği veren Benim.
Senin zenginliğini yarattıklarıma paylaştıracak olan da Benim. Bu senin işin değil!”

“Öte yandan senden aldığım bir avuç toprak insana ödünç verilmiştir.
Bu bir avuç toprak sana aittir, çünkü önceden sana verilmişti.
Benim yaratacağım hayatlar senden yaratılacak, senden beslenecek ve senin üzerinde yaşayıp büyüyecekler.
Onların bedenlerini yapmak için seni kullanacağım.
Senin suyunu içecekler, senin ateşini ve havanı kullanacaklar. Senden çıkan şeyleri yiyecekler.
Bu Benim sana verdiğim ‘ortak’ bir zenginliktir.
Dünya üzerindeki toprak, hava, ateş, su ve boşluk (esîr) yarattıklarımın hepsinin ortak malıdır.
Tüm yarattıklarımı bu şekilde yaratacağım ve sen de onların faydalanması için herkesin ortak malı olacaksın!”

“Tüm yarattıklarımın, kuşların ve hayvanların bile bu beş unsurla bir takım bağları vardır.
Beş unsurla olan bu bağlarını koparan, kesen ve yaşamında Beni anlayan kim olursa, bunu gerçekten yapan ve Bana itâat eden, secde eden kim olursa, Ben de ona itâat ederim.
Beni seveni Ben de severim.
Beni arayarak Bana doğru bir adım atana Ben on adım atarak yaklaşırım.
Beni bir defa ananı, Ben on defa anarım.
Bana bir kere secde edene, Ben on defa secde ederim.
Bana bir kere hamd edene, Ben on defa hamd ederim!”

“Sonsuz sayıda ağız, göz, burun, kulak ve el Ben’dedir.
Bu kulaklarla insanı işitirim, bu gözlerle onu görürüm, bu ağızlarla onunla konuşurum, bu ellerle ona sarılır, onu kucaklarım.
Bu Benim rahmetimdir.
Bu yüzden ey toprak, sakın üzülme!
Tüm hayatlar için nasip (kader) olarak bilinen şeyi yaratmamın ve onlara bir son, onlarla bir anlaşma yapmamın sebebi budur.
Bu anlaşmaya göre her hayatı Ben geri çağırırım!”

“Ey toprak’
Senden ödünç alınan bu bir avuç topraktan, insanı binlerce bir avuç toprak olarak çoğaltacağım.
Üzülme o binlerce bir avuç toprak da sana geri dönecek.
Bu da Benim borcum, yerine getirmem gerekir.
İnsanın Benimle olan anlaşması bittiğinde bu borcu geri sana göndereceğim.
Bu bir avuç toprağı senden ödünç aldım ve eğer insan bu borcu sana geri ödemezse Kıyamet Günü’nde bu onun en önde gelen borcu olur.
O insan cezalandırılır.
Her insanı, onu yaratmak için alınan bir avuç toprağının alındığı o aynı yere geri döndürürüm.
Her bedeni yerine geri koyar ve ruhunu yakalar ve alırım.
Bu işi herkesin sınırına veya anlaşmasına göre yaparım.
Buna göre ey toprak, kendini bu hususta meşgul etme, üzülme!
Azrail’e bu bir avuç toprağı merkezi yere, yani Kerbelâ’ya koymasını söylememin nedeni de budur.
Bu yer kalbdir ve o kalbde sır bulunur.
Bu hususta üzülmene, endişe etmene gerek yok!”

Allah bu toprak parçasını Kerbelâ’da yetmiş bin yıl bekletti, sonra toprağın bereketli olması için üzerine yedi yıl yağmur yağdırdı.
Sonra o çamuru aldı ve Âdem (Aley-hisselâm)’in sûretini yarattı.
Ardından toprak ve Nûr-u Muhammedi birbirlerine sarılıp kucaklaştığı için Allah Âdem (Aleyhisselâm)’in alnına Nûr-u Muhammedi’nin mührünü vurdu.
Bu yer, yani insanın alnı kürsi olarak bilinir.
Bedene ait gözlerimiz kapalı bile olsa, diğer gözümüzü açarsak, Allah’ın rahmetine ait bu gözle, yani ilâhî irfan ve ilim gözüyle görebiliriz.
Bu hâlde olan kimsenin güzel bir sûreti olur. Böyle bir insanın Gerçek İnsan Sûreti, Kur’ân Sûreti ya da Fatiha Sûreti olarak bilinmesinin nedeni de budur.

Allah Âdem (Aleyhisselâm)’i yarattığında şeytan cinlerin lideri olarak cennette bulunuyordu.
Bin takipçisiyle birlikte şeytan neler olduğunu görmeye geldi.
Âdem (Aleyhisselâm)’i baktığında Âdem (Aleyhisselâm)’in ne kadar güzel olduğunu gördü.
Âdem (Aleyhisselâm) inanılmayacak kadar güzeldi.
O nûr Âdem (Aleyhisselâm)’de olduğu için çok güzel ve nûrlu idi.
Âdem’in bakışları şeytanı korkuttu.
Kibirli bir şekilde şeytan :
“Ey Âdem!
Allah’ın yarattığı insan sen misin?
Sen sadece topraktan yaratıldın, ama bana öyle bir bakıyorsun ki bakışların beni korkutuyor!
Eğer Allah seni benim aşağımda bir yere koyup benim hükmüm altına verirse, elimden geldiğince sana yardım ederim.
Ama seni uyarıyorum, eğer Allah seni benim üstümde bir yere koyarsa, sana eziyet etmek için çok korkunç şeyler yaparım!” dedi.
Nûrla parıldayan Âdem (Aleyhisselâm)’in yüzü neşelendi ve şeytanın içine işleyen bir bakışla bakmaya başladı.
Küçümser ve hor görür bir şekilde şeytan :
“Sen topraktan yaratılmışken bana böyle bakmaya cüret ediyorsun!” dedi.
Allah daha sonra Âdem (Aleyhisselâm)’e ruh verdi.
Ruh baştaki taçtan, yani arştan başlayarak bedenin aşağılarına doğru indi.
Bu sırada beyin çalışmaya başladı, ama bedenin geri kalan kısmı hâlâ topraktı.
Ruh gözlere indiğinde gözler parlamaya ve görmeye başladı.
Sonra buruna indi ve burun koku almaya başladı. Kulaklara gitti, kulaklar işitebildi.
Dile gitti ve Âdem (Aleyhisselâm) konuştu.
Bu sırada Âdem (Aleyhisselâm)’in sûreti hâlâ tamamlanmamıştı ve ruh göğse girdiğinde Âdem (Aleyhisselâm) iki eli üzerine dayanarak doğrulmak istedi.
Allah : “Ey Âdem, sabırlı ol!” buyurdu ve devam etti :
“Bak, tam olarak sûretin bitmedi, bedeninin bir kısmı et ve kemik, ama geri kalanı hâlâ şekil verilmemiş çamur olarak duruyor.
Bu durumda bile aceleci bir şekilde doğrulmaya çalışıyorsun. Bu insanın sabırsız olacağına bir işarettir.
İnsan gerçekten sabırsız ve acelecidir!”

Allah bundan sonra meleklere Âdem (Aleyhisselâm)’i cennete davet etmelerini emretti.
Orada herkes hazır bulunuyordu.
Allah :
“Âdem’i imam yapıyorum. Âdem’in arkasında saf durun ve Bana secde edin!” buyurdu.
Oradakilerin hepsi bu emre itâat etti; sadece şeytan ve onun takipçileri bu emre uymadı.
Bunu gören Allah sert bir şekilde :
“Ey şeytan, Âdem’in arkasında saf dur ve Bana secde et!” buyurdu.
Ama şeytan :
“Ey Allah, ben Sana nasıl secde edeceğimi biliyorum, ama asla Âdem’in arkasında saf durup Sana secde etmem!
O topraktan yaratıldı, ben ateşten yaratıldım.
Öyleyse ben Âdem’in arkasında saf duramam!” dedi.
Allah : “Âdem Bana secde ediyor. Âdem’in arkasında saf dur ve Bana secde et!” diyerek tekrar emretti.
Ama şeytan dik başlılıkla : “Ben Âdem’in arkasında asla saf duramam!” diyerek karşı geldi.
Allah bir daha emretti :
“Ey aşağılık, insanın ardında saf durarak Bana secde et!” buyurdu.
Ama şeytan hâlâ karşı geliyordu.

En sonunda Allah :
“Gazaba uğramış ve sapmış olan ey kovulmuş şeytan!
Artık burada senin yerin yok.
Seni cehenneme gönderiyorum!” diyerek şeytanı lânetledi.
Buna razı olan şeytan :
“Âdem benim düşmanımdır. Bu yüzden cehenneme gitmeden önce Âdem’i ve Âdem’in soyundan gelenlerin hepsini zarara uğratmak, saptırmak için Senin iznini istiyorum!” dedi.
Allah :
“Bana uyan kimse asla seni dinlemez ve sana uyan kimse de asla Beni dinlemez!” buyurdu ve devam etti :
“Bana teslim olmuş insanı zarara uğratmaya niyetlenirsen bil ki rezil bir şekilde geri çekilirsin.
O kimseye senin gücün yetmez.
Benim iznim olmadan Bana uyan kimseye sen kötülük yapamazsın.
Bana teslim olan kimseyi gazaba uğratmak ve saptırmak için senin ne gücün var ne de imkanın. Şimdi git!”
Bundan sonra şeytan şöyle dedi:
“Lütfen sûretimi değiştirebilmeme izin ver ve böylece insana sessizce sokulayım ve insan nerede olursa olsun hem içten hem de dıştan ona zarar vereyim!”
Allah : “Sen sadece karanlığın olduğu yere gidebilirsin, nûrun olduğu yere asla gidemezsin.
Bana iman ederek yaşayan bir kimseye girmeye kalkışırsan, rezil bir şekilde geri çekilmek zorunda kalırsın. Hadi git!” buyurdu.
Ama şeytan hâlâ inatla :
“Kaç defa başarısız olursam olayım fark etmez, yine deneyeceğim.
Hatta insanın dünyadaki son nefesine kadar, o insanın benim ateşimin kurbanı olması için elimden gelen her şeyi yapacağım.
Böylece o insan Sana olan borcunu ödeyemeyecek.
Hiçbir şey yapamazsam bile en azından bunu yaparım!” diye karşılık verdi.
“Ey aşağılık” diye seslenen Allah’ın hitabı duyuldu :
“Bana uyan kimse hayatını toprak gibi sürdürür ve toprak olarak Bana geri verir.
Ama sana uyan kimse hayatını ateşte sürdürür ve sonu ateş olur, toprağa olan borcunu asla ödeyemez.
Senin karanlığından ve tembelliğinden hoşlanan, sana ait olan öfke, kıskançlık, gurur, dedikodu, hırs, şehvet ve bölücülük sıfatlarını alan, vehimle yaşayan ve senin sahte zenginliğine, cehenneme davetlerine inan kimse cehennem ateşinde olur.
Böyle birisi daha dünya bedenindeyken kendini ve hayatını ateşler içinde bulur.
Büyük bir keder içinde yaşar durur ve sonunda kendini senin ateşinde bulur.
Ama insan Benimle yaşarsa, Beni isterse, Benim sıfatlarımdan olan sabır, şükür ve tevekkülle yaşarsa, diğer hayatlara yardım ederek ve huzur vererek yaşayıp tüm hayatları kendi hayatı gibi görürse, Bana ait olan üç bin lâtif sıfatlarımla sıfatlanıp tüm hayatlara rahmet dağıtırsa, Benim âlemimin yöneticisi olur.
Ama senin malına ve senin sıfatlarına sahip olan kimse sonsuza dek ateşin kurbanı olur.
Hem yaşarken hem de öldükten sonra ateş o insanı yer bitirir. Çık git cennetimden!”

Takipçileriyle birlikte şeytan cennetten dünyaya kovuldu. Buna rağmen şeytanın hâlâ bir takım olağanüstü güçleri vardı.
Heykellerden, kayalardan ve putlardan konuşabiliyordu. Nemrut ve Firavun zamanında bu güçlerini kullanarak, Mısır ve Kudüs’te Âdem (Aleyhisselâm)’in çocuklarına zorluklar yaşattı.
Allah peygamberlerini teker teker göndererek şeytanın gücünü azalttı ve en sonunda da Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in dünyaya gelişiyle birlikte şeytanın elinden putlardan konuşabilme gücü alındı.

Çocuklarım!
Sonsuza kadar şeytan bizi aldatmaya devam eder.
Hatta son nefesimizde bile bizi aldatmaya çalışır.
Ama Allah’a kesin inancı olan kimse şeytana kanmaz.
İçimizde kocaman bir mezarlık taşıyoruz, cehennemin mezarlığını taşıyoruz.
Bu mezarlığa bir sürü şey gömüp duruyoruz.
Sürekli besleyip durduğumuz şey bu cehennem ateşinin mezarlığıdır.
Nefsimizin ve arzularımızın ateşini besliyoruz.
Eğer bu ateşi sabır, şükür, Allah’a güven (tevekkül) ve elhamdülillah ile söndürürsek, o zaman hakikati görürüz ve şeytan bize dokunamaz bile.
Eğer insanları aldatmaz, hırsızlık yapmaz, yalan söylemez, başkalarının mallarına göz dikmezsek, bunun yerine sabır hâlinde olursak, işte o zaman daha bu dünyada yaşarken o ateşi söndürmüş oluruz.
Eğer bu ateş söndürülürse, şeytan bize yaklaşamaz.
Kendi ateşini bizim ateşimizin üstüne atamaz.
Açlık size geldiğinde on emrin uçup gittiği söylenir.
Eğer biz ateşimizi burada beslersek, şeytan da ileride bize daha fazla ateş verir ve bizi yok eder.
Yani bu açlık ateşini beslemek için yalan söylemek, hırsızlık yapmak, aceleci olmak, dedikodu yapmak, başkalarının kusurlarını bulmak, cinayet işlemek ve bunun gibi şeyler yapmak zorunda kalırız.
Bunun yerine içtiğimiz her damla suda, rızkımızın Allah tarafından o bir damla suya konmuş olduğunu bilerek : “Elhamdülillah! Allah’a şükürler olsun” demeliyiz.
Azıcık bir yiyeceğimiz bile olsa, bir tek dane de olsa :
“Allah’a şükürler olsun, elhamdülillah” demeliyiz.
Yiyecek olarak bir tek ağaç yaprağı bile olsa :
“Allah’a şükürler olsun, elhamdülillah. Bismillâhirrahmânirrahîm, Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” diyerek bundan memnun olmalıyız, razı olmalıyız.
O an rızkımız neyse, onun için Allah’a şükretmeliyiz.
Bir sonraki an için rızkımızı da, bu rızkımız ne olursa olsun, O’na tevekküle :
“Allah’ım sadece Sana güvenirim!” diyerek alalım.
Böyle bir olgun iman ve ihlâsla bizdeki ateşi söndürmeliyiz.
O zaman şeytan imanınıza, irfanımıza ve hakikatimize dokunamaz.
Yanımıza yanaşamaz.
Lütfen bunu dikkatlice düşünün!
İnsanı gömdükleri mezar sadece bir ya da bir buçuk metre derinliğindedir, ama insandaki mide çok derin bir mezardır.
Eğer bu bir karışlık midedeki mezarın üstesinden gelebilirsek, o zaman öteki mezardan da kurtulur ve böylece sonsuz huzura ulaşırız
.
Âmin!.
Allah bu işte yardımcımız olsun!
Allah bize rahmetini ve huzurunu versin!


Soru: Bu ateşi içimizde hissedersek ne yapalım?

Bawa Muhaiyaddeen:
Ateşe hemen su dökerek söndürmeniz lazım.
Yani, Allah’ın rahmetini ve zenginliğini dökün ve söndürün.
Bulunduğunuz hâl ne olursa olsun, bu ateşin üstüne sabır, şükür ve rıza sıfatlarını dökün.
En azından bu sıfatlara ait iyi niyetlerinizi dökün.
Niyet de yeter, şeytan hemen teslim olur.


Soru: Bunu dâima O’nu anmakla yapabilir miyiz?
En iyi yol O’na sığınmak mıdır?


Bawa Muhaiyaddeen: Evet.

3 Ağustos 1980
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »


" إِنَّا أَنذَرْنَاكُمْ عَذَاباً قَرِيباً يَوْمَ يَنظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِي كُنتُ تُرَاباً "

"İnna enzernakum 'azaben kariyben yevme yenzurulmer'u ma kaddemet yedahu ve yekululkafiru ya leyteniy kuntu turaben. "

Çünkü Biz size yakın bir azabı ihtar ettik. O gün kişi ellerinin önceden gönderdiğine bakacak ve kafir ise: "Ah ne olurdu ben bir toprak olsaydım!" diyecektir. (Nebe Suresi 78/40)
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


İKİNCİ BÖLÜM :

Sorular ve Cevaplar



7. NASIL İMANLA ÖLÜNÜR?


Soru: Ölüm anında iman hâliyle nasıl ölünür?

Bawa Muhaiyaddeen:
Ölen şey beş unsurdan, toprak, su, hava, ateş ve boşluktan (esîr) oluşan bu bedendir. Aslında beden ruhun örtüsüdür, ölümle birlikte dağılır gider, toprağa geri döner ve unsurlara dağılır.

Âdem (Aleyhisselâm) topraktır,
Mikail (Aleyhisselâm) sudur,
Azrail (Aleyhisselâm) ateştir,
İsrafil (Aleyhisselâm) rüzgardır,
Akıl esîrdir (boşluk).

Beden toprağa gömüldüğünde bu unsurların her biri ait olduğu şeye gider.
Toprak bedenin toprak olan tarafını emer, su suyu, ateş ateşi, hava da havayı emer.
İstekleri, arzuları ve sahte pırıltıları içeren akıl boşluk (esîr) tarafından alınır.
Unsurlar böylece teker teker geri alınır.
Ölümle olan budur.
Nasıl bedeni oluşturmak için unsurlar bir araya toplandılarsa bu sefer ayrılırlar ve emilirler.
Her ölen bedenle birlikte bu seyir tekrarlanır.
Beden unsurlarla sûret sahibi olur, unsurlarla beslenir ve en sonunda bu unsurlar tarafından emilir.

Soru: Bu söylediklerinizden kurtulmanın bir yolu yok mudur?

Bawa Muhaiyaddeen:
Bedenin unsurları ölmez. Unsurlar ölmez.
Vehim ya da illüzyon, yanılsama, görünen alemin gerçek olmayan şeyleri, vehmin karanlığında görünen yansımalar, yani unsurî enerjiler asla ölmez.
Duygular asla ölmez, yaşarlar.
Duygular unsurlar hâline dönüşürler.
Bedene olan şey böyledir.
Bu böyle sürüp gider.
Ama ruh, irfan ve nûr Allah’a bağlıdır, Allah’la ilişkileri vardır, çünkü bunlar Allah’a aittir.

Erkek nedir?
Kadın nedir?
O’nun karşısında hepimiz bir kadın gibi olmalıyız.
Bu beşeri sûretlerden erkek ve kadın görünür.
Ruh nûrdur.
Ruh Allah’a aittir ve sadece O’na ibâdet eder.
Ruhun erkek ve kadınlığı yoktur.
Ruhun bir sûreti yoktur. Şehveti yoktur. Öfkesi yoktur.
Ruhun ne açlığı, ne hastalığı, ne doğumu ne de ölümü olur.
Ruhun “ben” ve “sen” ayırımı yoktur.
Ruhun bunlarla işi yoktur, ruhun doğrudan doğruya O'na aittir.
İşte Allah'a ulaşan bu nûrdur, bu ruhtur.
Geriye kalan sadece toprak, su, hava, ateş ve boşluk (esîr) beş unsurudur.
Hepsi bir büyüdür, şehvettir, arzudur.
Bir kadın ve bir erkek bir ev yaparlar ve içinde yaşarlar, işte dünya.
Burası aklın ve nefsin, arzuların barındığı çok ortaklı bir mağazadır.
Bunları terk edelim de geldiğimiz yere geri dönelim.

Nefs geride, dünyada kalır.
Bir el fenerinin ampulünü koruyan bir cam vardır, pil ise fenerin içindedir.
Akım bu pilin içindedir.
Düğmeyi açtığımızda ışık gelir.
Düğmeyi kapattığımızda ışık gider; akım pile geri döner ve artık ışık görünmez.
Düğme açıkken akım görünür bir hâldeydi çünkü ışık görülüyordu.
Düğme kapatıldığında ne ışık görülür ne de ışığı üreten akım görülür.
Ama hâlâ pili, ampulü, camı ve düğmeyi görebiliriz.
Ruh da buna benzer.
Allah’ın kudreti ruhtadır ve ruhta çalışır.
Allah’ın kudretini açan düğme açıldığında ruh parıldar.
Bu kudretin düğmesi kapandığında ruh O’na geri döner.
Aynen el fenerinin pilini, ampulünü, anahtarını görebildiğiniz gibi toprağı, nefsi, bedeni hâlâ görebilirsiniz, insanın hayattayken yaptığı işleri görebilirsiniz.
Bunların hepsi görülebilir, ama ruh görülmez.
Ruh Allah’a aittir.
Işığı doğuran akım, kudret görülemez, ama o kudret pilin içindedir.

İnsan, el fenerini parçaları gibi bedenin tüm parçalarını, bölümlerini görebilir.
Hepsi buradadır.
Ama ruh Allah’ta olan düğmeyle çalışır.
Allah o düğmeye bastığında ruh görünür.
Allah düğmeyi kapattığında ruh O’na geri döner.
Ruh Allah’a döner.
Ruh’un dışındaki her şey burada kalır.
Ruh burada kalmaz.
Ruh Allah’ta kaybolur.

Resim

Hayat nûrunu diğer unsurlara ait hayatlarla eş tutamazsınız; bunlar dünyaya aittir, ama ruh Allah’a aittir.
Pil, alüminyum kutu, cam, kablolar, metal parçaları ve anahtar görünen şeylerdir.
Duyular ve burada gördüğümüz şeyler el fenerinin bu parçalarına benzerler.
Bu parçaların içinde tutulan ruhtur.
Düğmeye basıldığında ruh gelir.
Düğme kapatıldığında ruh gider.
Ruh görülemez.
Bu anahtar yoluyla çalışır.
Ruh budur.
Unsurların özü hava, safra ve balgam sûreti yoluyla çalışır.
Unsurların çalışıp çalışmadığı nabız atışıyla ölçülebilir.
Isı veya nefesin buharı da nabızla doğrulanabilir.
Ama ruhu ölçemezsiniz.
Ruhun varlığı tespit edilemez.

Dünyanın belli bölgelerinde manyetik bir akım, çekim vardır.
Eğer demirden yapılmış bir nesne, bıçak ya da balta gibi bir şey böyle bir noktaya düşse topraktaki akım onu çeker ve tutar.
Demirden yapılmış bu şeyler o toprağa yapışır kalır.
Çekmeye çalışsanız kolay kolay gelmez.
Bu demirden nesne oraya düşünceye kadar hiç kimse o noktadaki manyetik gücün varlığının farkında değildi.
Bunun gibi ruhun kudreti bedendedir.
İrfan ruha dokunduğunda ruh da irfana yapışır.
O zaman ruhun varlığını hissedersiniz.
O zaman ruhun mıknatıstakine benzer bir gücünün olduğunu bilirsiniz.
Manyetik akımın o toprağa yayılması gibi ruh da bedene yayılmıştır.
Ama ruhun gücünü fark etmeniz için önce ruhun üstüne, o toprağa düşen demir nesne gibi uygun bir şeyin düşmesi gerekir.
O zaman ruhun gücünü anlarsınız.

Bir insana ölüm meleği geldiğinde o insana sanki kloroform verilmiş gibi olur.
Henüz ölmemiştir.
Kulakların normalde işittiği tüm sesleri hâlâ işitebilir, hissetme ve uyanıklığa ait algılamalar hâlâ yerindedir, beyin hâlâ çalışmaktadır.
Bunların hepsi görevlerini yapmaktadır, beden etrafında olanların farkındadır, ama konuşamaz.
Bütün hayalleri o insanın etrafını sarmış, bağırıp çağırmaktadır.
Kendisinden önce ölen akrabaları :
“Gel, gel!” diyerek onu çağırırlar.
Annesi ve babası gelir.
Topraktan yaratılmış tüm bağları onun etrafındadır.
Bu dünyaya ait malı, mülkü gelir.
O insan bunların hepsinin farkındadır, ama ağzını açıp konuşamaz.
Kloroformun etkisinden dolayı gözlerini açıp göremez.
Beden henüz ölmemiştir yani.
Sadece anestezidedir.
Kabirdeki sorgulama bitinceye kadar canlı kalır.
Bu hâl anestezideki insanın hâline benzer.
Ölüm Meleği anestezi iğnesini yapmıştır.
Bu iğne vuruluncaya kadar insan :
“Eyvah, mallarım, Babam geliyor! Annem geliyor! Şu geliyor, bu geliyor!” diye bağırıyordu.
Ölüm Meleği beş duyudan gelen tüm bu dışarıdaki sesleri durur.
Kloroform verildiğinde tüm bu duyular gider, dışarı çıkar ve o insanın etrafında dansa başlarlar.
Beş unsur ve bunlara bağlı şeyler bedenin yanına dikilirler ve bağırırlar.
“Benim malım, akrabalarım!” diye bağıran şeyler durur, şimdi bedenin yanında dikilmiş ağlamakta ve bağırmaktadırlar.
İçerde sadece yedi irfan düzeyi kalır.
Bedenin yanında duran duyuları seyrederler ve etrafta olan her şeyi işitirler.
Ama o insan konuşamaz.
Konuşma kudreti kaybolmuştur.
Sadece irfanın nûru kalır.
Bunun gibi insan kabre konduğunda olan her şeyin farkındadır.
Toprağa konar konmaz Münker ve Nekir melekleri sorgulama için gelirler.
Kabirdeki insana “Uyan!” diye seslenirler.
Kloroformun etkisi buraya kadar sürer.
O zaman insan uyanır ve sorgulama başlar.
Bedendeki yirmi sekiz harf konuşur.
Her harfe : “Ne yaptın? Ne yaptın bakalım?” diye sorulur.
Ruh bu sorgulamaya kadar bedenle birliktedir.
Ruh gidinceye kadar tüm şarkı söylemeler, tüm dans edişler, tüm bağırışlar, tüm akrabalar bu gözlerle görülür, bu kulaklarla işitilir.
Beden anestezide olduğu içine ne konuşabilir ne de hareket edebilir.
İçteki beden bu dış bedeni bir köle gibi kullanır.
İstediğini yaptırır.
İsteklerimiz, arzularımız hep içerden gelir.
Birkaç ay önce apartmanınıza, dairenize çok endişelenmiştiniz, size yapılanlara çok üzülmüştünüz.
Üzüntüden neredeyse çılgına dönecektiniz.
Eğer o zaman ölmüş olsaydınız, bunu kendi gözlerinizle görmüş olacaktınız.

İşte böyledir!..

24 Mart 1974
23 Mart 1979
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


İKİNCİ BÖLÜM :

Sorular ve Cevaplar



8. ÖLÜM VE SONSUZ HAYAT


Soru: Ölümün Allah’ın bir rahmeti olduğu söyleniyor.

Bawa Muhaiyaddeen:
İnsan için her gün bir ölümdür.
Her nefeste insan ölümle karşı karşıya gelir.
Ölümle yüz yüze gelmeyen, hiç ölmeyen biri varsa o da Allah’tır.
Her nefeste, her sözde ve her fiilde ölmeyen Bir sadece Allah’tır.
İnsan her nefeste, her sözde ve her fiilde ölür.
İnsan tekrar tekrar ölür ve tekrar tekrar dirilir.
İnsan yaptığı her şeyde, ne olursa olsun fark etmez önce ölür, düşer ve sonra tekrar ayağa kalkar.
İnsanın hâli budur.
Sadece Allah ölümsüzdür, O ölmez; O’ndan gayrı ne varsa her nefeste, her sözde ve her fiilde ölür ve yeniden dirilir.
İnsan iyi ve kötü şeyler söyleyerek dâima hem güzel hem de kötü işler yapar; böylece hayatında her an muhasebeyle, hükümle karşı karşıya gelir.
İnsan için sorular asla bitmez ve insan tekrar tekrar cevapları vermek zorundadır.
Bunun bir sonu gelmez, çünkü sorular gelmeye devam eder ve insan bunlara cevap vermelidir.
İnsan daha bir sorunun cevabını vermeden, ölüm onu yakalayıverir; bu an be an böyle sürer.

Öte yandan insan kendi ölümüne bir son verirse, sorular ve cevaplar da biter ve insan sonsuz hayata erişmiş olur.
İnsan sonsuz hayata ulaştığında o insandan cehennem uzaklaştırılır.
Sonsuz olan Allah’tır.
Bu hâle ulaşan insan bu dünyayı ve cehennemi kendinden uzaklaştırmış ve önüne Allah’ın kudretini ve rahmetini ve Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’ı koymuştur.
Bundan dolayı o insan Âlemlere Rahmet olan (Rahmetenlül Âlemin) Bir’e ibâdet edebilir.
Sonsuz hayatta olanın hâli budur, bizim hâlimiz ise dâima ölen birinin hâlidir.

Ölümümüzün son gününe kadar dâima ölür dururuz, çünkü bu hâl Allah’ın bizim için hükmettiği rahmettir.
Ölümün tacı boynumuzda takılıdır.
Ölüm bizimle evlidir; boynumuzda asılı duran bu taç bizim nikah tacımızdır.
Ama bu ölümden kurtulabilirsek o zaman ölümü boşamış oluruz.
Boynumuzdaki çizgiler ölümün zinciridir, ama kendimizi ölümden ayırdığımızda ondan boşanmış oluruz.
Böylece talâk (seni boşuyorum) yapmış oluruz.
Bu dünya ve âhiretle olan bağlarımızı kesip koparmış oluruz.
Kendimizi şu üç şeyden, yani dünya, altın ve bedene ait zevklerden boşamak zorundayız.
Aslında üç defa talâk, talâk, talâk (seni boşuyorum, seni boşuyorum, seni boşuyorum) diye söylemek gerektiğinin sebebi budur.
Bu üç şeyi boşuyorum anlamına gelir.
Dünyaya, altına ve bedene ait zevklere karşı olan arzularımızdan, isteklerimizden kendimizi kurtarmalıyız. Kendimizi özgür kılmalıyız.
O zaman kurtulabiliriz.
Böyle yapmazsak, hepimizin sayısız küçük ölümleri olur ve her birinde yeniden uyanırız.
Ama arzularımızı öldürürsek eğer, bu bizim büyük ölümümüz olur.
Eğer bu arzularımızdan boşanırsak, o zaman kendi ölümümüzü de öldürmüş oluruz.
Tüm bu şeyleri Allah öldürmüş olur.
Hadisler nedir? Kur’ân nedir?
Kendi nefsimize daha dikkatli bakıp incelediğimizde, bizim hikayemizin Kur’ân olduğunu görürüz.
Allah’a, O’nun yarattıklarına ve O’nun doksan dokuz kudretine (vilâyet) bakın.
Allah’a ait bütün öykü yirmi sekiz harfle birlikte insandadır.
Bütün âlem ve ruhlar âlemi 6666 ayet olarak yirmi sekiz harfle sûret alemine gelmiş bu insandadır.
Elhamdülillah– her hâlde Allah’a şükretmek de bu yirmi sekiz harften doğar.
Allah’a şükür sadece gerçek insanda (insan-ı kâmil) bulunur.
İnsan sûretindeki bu Kur’ân’da Allah’ın tüm rahmeti saklıdır. Her şey bu insanda açıklanmıştır.
Her şeye ait açıklama insandadır.
İnsan bu Kur’ân’a bakmalıdır.
Allah’ın sözleri ve fiilleri hadislerdir.
İnsan bu hadisler için irfanla kendi kalbine bakmalıdır.
Tam olarak anlamamız gereken budur.
İnsanda bu Kur’ân saklıdır.
İnsan Kur’ân’ı içinde taşır.
O kalbde hadisler vardır, hitaplar vardır, sesler vardır, açıklamalar vardır.
Böylece imanımızın ve irfanımızın gücüne göre bu zevkleri anlar ve tadarak yaşarız.
Hadisler ve Kur’ân bu insan sûretinin içindedir.
İnsanın sûreti Kur’ân’dır ve Allah’ın rahmeti hadisler olarak orada bulunur.
Allah “Ya Resûl” diyerek irfanla doğrudan doğruya konuşur. Allah irfan ehliyle doğrudan doğruya konuşur.
İşte O’nun bu konuşması hadistir.
Bir tohum yaratıldığında tohumun bir dış örtüsü, kabuğu olur; ölmesi, yok olması gereken kısmı burasıdır.
Ama filizlenen ve büyüyen o tohumun içindeki küçücük bir noktadır.
Bu nokta büyürken tohumun geri kalan kısmı çürür gider, yok olur. Bu yok olan kısım cehenneme aittir; öte yandan büyüyen kısmın hayatı vardır.
İşte bu hayat Allah’ın zâtıyla birleşir, O’nunla bir bağı vardır.
Bunun gibi, yaratılmışlarda (halk) iyilik ve kötülük (hayır ve şer) Allah’a güvende, O’na tevekkülde saklıdır.
Görünen her şeyde, yaratılan her şeyde bir taraf dünyaya aittir ve yok olur, diğer taraf âhirete aittir.
Bir tek tohum bu şekilde yaratılır ve tüm yaratılmış şeylerin hâli bunun gibidir.
Sûreti olan her şeyin içinde bir taraf, bir parça, bir pay vardır ve bununla Allah’a ve O’nun rahmetine bağlıdır, aittir ve o taraf asla yok olmaz.
Kabuklar yok olacaktır, batıl (şer) olan onlardır.
Bir olan haktır (hayır) ve sonsuzdur; diğeri batıldır, yaratılmıştır ve ölür.
Bir olan Zât’tır.
Tüm yaratılmışların hâli budur.


Soru: Cennette süt ırmakları, altın ve yemyeşil bahçeler olduğu söyleniyor?

Bawa Muhaiyaddeen:
Süt ırmağı ve bal ırmağı insanın kalbinde akmalıdır.
Asla ölmeyen, o hiç tükenmeyen meyve insanın kalbinde çiçek açmalıdır.
İnsan kalbinde cenneti kurmalıdır, yapmalıdır.
Kıyamet Günü’nde insana hizmet edecek şeyler o insanın kalbindeki iyi ve güzel sıfatlardır.
Bir insanın iyi sıfatları ve güzel düşünceleri, daha sonra âhirette semavi varlıklar sûretine bürünerek ona hizmet eder, bunların sûretleri saf ve tertemiz, günahsız çocukların görünüşüne benzer.
Hatta daha bu dünyadayken insanın iyi sıfatları ona hizmet etmelidir.
Eğer insan bu dünyada iyi sıfatlarıyla diğer insanlara hizmet ederse, aynı iyi sıfatlar bu sefer âhirette o insana hizmet eder.
Bu yüzden insanın iyi sıfatları birer kudretli hizmetçi hâlini alır ve âhirette o insana hizmet eder.
Eğer bu ırmak daha bu dünyadayken insanın kalbinden akmazsa, o zaman cennette de o insan için hiçbir ırmak akmaz.
İnsanın ibâdeti çiçeklerden yapılmış bir salıncak olur.
Sadece gerçek ibâdetten doğan tamlık ve olgunluk insana bu faydaları sağlar.
Eğer insan bunu burada kazanamazsa, orada da bunu bulamaz.

İşte bu yüzden, rahmet olan süt ırmağı daha insan buradayken insandan akması gerekir.
İlâhî ilme ait her türlü tatlı zevk insandan akmalıdır.
Daha bu dünyadayken Allah’ın rahmet ırmağı insanın kalbinde doğmalı ve akmalıdır.
İnsan cennet adı verilen evi daha buradayken inşa etmelidir.
Bu cenneti Allah’ın sıfatlarıyla inşa etmelidir.
Allah’ın sıfatları o evdir, eğer Allah’ın sıfatları daha buradayken insanda olmazsa, o zaman insan o sıfatları orada da bulamaz.
Bal özünden (ilâhî meyve özü) bir ırmak vardır, Allah’ın ilâhî ilminin ırmağıdır.
Bu ırmak insanın Allah’ta sarhoş olduğu, O’nun ilmiyle, O’nun sözleriyle, O’nun hakikatiyle sarhoş olduğu bir ırmaktır.
Üç ırmak vardır:
Süt ırmağı,
Bal ırmağı ve
İlâhî meyve özü ırmağı.
İnsanın sıfatları çok değerli mücevherler haline geldiğinde, O’nun fiilleri âhirette insanın evinin güzelliği olur.
Bunlar insana anlatılmıştır, tanıtılmıştır.
Eğer bu ırmaklar daha bu dünyadayken insandan akmıyorsa, insan onları âhirette de bulamaz.
Benim gördüğüm şeyler bunlardır.


Soru: Allah “La ilâhe ilâllah diyen cennete girer” buyuruyor. Ama ne zaman gireceğini söylemiyor.

Bawa Muhaiyaddeen:
İnsan Allah’a tamamen güvendiğinde, tam olarak teslim olup güvendiğinde (tevekkül), o insan ölmeden önce ölür.
Böyle bir insanın bu dünyadaki hayatı sona erip, bedeni toprağa konduğunda o insan sonsuz hayata kavuşur.
Bu o insanın kıyametidir.
Ölür, kabre konur ve ona hemen sonsuz bir hayat verilir.
O gün onun Hesap Günü’dür, kıyametidir.
Her insan için böyle bir kendi ölüm günü ve kendi kıyameti vardır.
Bu gün için bir şeyler yapmak o insanın elindedir.
Bir de daha sonra olacak bir Kıyamet Günü, Mahşer Günü vardır. Ama insanın kendi ölümü ve kendi kıyameti birbirini takip eder, birbirine yakındır.
Ölüm (mevt) bu dünyada olur, ardından kabre konduktan sonra kıyamet kabirde olur.
Dünyayı kendinde öldürmüş birisi gerçek inanandır (mümin) ve böyle bir insan toprağa gömüldüğünde ona sonsuz hayat verilir, cennete alınır.
Ama dünyayı kendinde öldürmemiş bir kimse, hâlâ dünyayı taşıyan bir kimse ölüp de kabre konduğunda, onun için hesap verme, sorgulama olur.
Eğer bu sorgulamada yanlış iş yaptığı ortaya çıkarsa, yani Allah’ın zenginliğini kazanamadığı ortaya çıkarsa, Mahşer Günü’ne kadar o kabirde kalır.
Böyle bir insanın kabri, mahşer Günü’ndeki en son sorgulamaya kadar tutulacağı bir hapishaneye dönüşür.
Eğer daha bu dünyadayken insan kendindeki “dünyayı” öldürdüyse, kabre konur konmaz, ardından ağlayanlar mezarının başından henüz ayrılırken, o insan sonsuz hayat kavuşur ve o an onun kıyametidir.
Sorgulaması, hesap vermesi çok hızlı olur.
Kabirde diriltildiğinde nûru ve güzelliği ve Allah’tan aldığı hazinesi açığa çıkar, görünür.
Ona sonsuz hayat verilir ve kabir hapishanesinden çıkarılır.


Soru: Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in bir hadisi şerifi var: “Cennete olanlar her sabah sanki bu dünyaya ait gözleriyle görüyormuş gibi, Allah’ı görecektir

Bawa Muhaiyaddeen:
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Miraç’ta Allah’la bir perde arkasından konuştu.
Bu perde aralarında dururken her şeyi konuştular.
İbâdeti, duayı konuştular, sonra da Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bunları inananlara bildirdi.
Ama arada hâlâ perde vardı.
Sonra Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Allah’ım! Seni görmek istiyorum. Seni görmeliyim!” buyurdu.
Aralarındaki konuşma bittiğinde Allah :
“Bu perdeyi kaldır ve bak” buyurdu.
O zaman Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bir ayna gördü, sadece bir ayna.
O kadar parlaktı ki, onsekizbin âlemi o aynanın içinde görebiliyordu.
Ayna nûrdu.
Aynaya baktığında Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Kendini gördü; sadece Kendi sûretini, Kendi güzelliğini gördü. On altı yaşında sivri bıyıklı, çok güzel ve nûrlu bir yüze sahip bir genç gibi göründü. Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in o aynada gördüğü Kendi güzelliğiydi.
Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in Miraç’ta gördüğü Kendi güzelliğidir.
Miraç’ta geri kalan zamanda Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) sadece Allah’tan gelen hitabı ve sözleri duydu. Böyle bir hâlde olan nasıl Allah’ı görür?
O bir aynadır.
İnsan sadece kendini, nefsini görür.
Eğer insan kendinde Allah’ın güzelliğini görürse, O’nun tüm sıfatlarını ve fiillerini görürse, sadece kendi güzelliğini, on altı yaşındaki o sonsuz gençliği görür.
Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) Miraç’tan döndüğünde inananlar Allah’ı görüp görmediğini sordular.
Mübarek hanımı Hz. Hatice anamız ve kızları Hz. Fatma validemiz de sordular.
Ama Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) onlara:
“Hayır, O’nu görmedim” diye cevap verdi.
Aslında Allah’ı O (Sallallahu aleyhi ve sellem) görmemişti. Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) sadece Ömer ibnul Hattab (Radıyallahu anh) gerçek sırrı açıkladı;
Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) gördüğünü sadece Hz. Ömer (Radıyallahu anh) söyledi.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in bu hakikati açıkladı tek insan Hz. Ömer (Radıyallahu anh)’dır.

Buna göre kendinde, nefsinde Allah’ı görmeyen kimse dışarıda Allah’ı hiç göremez.
Kendinde, içinde Allah’ı gören, dışarıda da Allah’ı görür.
Neyi mi görür? Kendini, kendi nefsini görür.
O insanın kalbi onun aynası olur ve bu aynaya baktığında kendini, nefsini görür.
İşte Allah’la konuşabileceğimiz hâl budur.
Bunu düşünmeliyiz.
Elhamdülillah!
Allah’a dâima şükürler olsun.


Soru: Söylediklerinizden anladığım kadarıyla son nefesimize kadar Allah’ın affediciliği, bağışlaması bizimle, ama son nefesimizi verdikten sonra bu böyle değil.
Allah’ı bu dünyadayken fark etmemiz çok önemli.
Ölümden sonra bunu yapamaz mıyız?


Bawa Muhaiyaddeen:
Doğru.
Fark edilmesi gerekeni ölmeden önce fark etmeniz gerekir.
Araman gereken her şeyi hâlâ bu dünyada yaşıyorken aramalısın.
Eğer bu dünyadayken Allah’la bir olabilirsen, O’ndan bir daha asla ayrılmazsın. Ama bu hâli sağlayamazsan, hem bu dünyadayken hem de öldükten sonra O’ndan ayrı olursun.
Buradan ayrıldıktan sonra bunu başaramazsın.
O zaman sadece hesap verme olur.

Öldükten sonra hiçbir şey yapılamaz.
Sağken, daha bu dünyadayken bu açıklamayı anlamalısınız. İşte bunun için gerçek insana (insân-ı kâmil) ihtiyaç duyarız. İnsân-ı kâmil sayesinde irfana ve iyi sıfatlara, güzel ahlâka ulaşmalısınız.
Bu sıfatlarla aramalı, kendinizi değiştirmeli ve ödülünüzü kazanmalısınız.

İnsanın başına gelen şey aradığı şeye bağlıdır.
Bu hayatında yaptıklarına göre insana bir yer verilir.
Alacağı şey kendi aradığı şeye bağlıdır.
Son nefesine kadar insan için değişme ve kurtuluş mümkündür.
Son nefesine kadar insanın şeytan tarafından aldatılması da mümkündür.
Allah’a dönebilir ya da şeytana yönelir. Her ikisi de olabilir.

İnsan olarak doğmak, hele irfan sahibi olmak en zor rastlanan ve en üstün bir hâldir.
Bazı insanlar vardır, üniversite bitirmiş, mastır yapmışlardır.
Çok kitap okumuşlardır.
Dini kitapları bile okumuşlardır.
Bu kadar okumalarına, çalışmalarına rağmen bu insanlar neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt edemezler.
Neyin iyi neyin kötü olduğunu fark edemezler.
Diğer hayatlara kendi canlarıymış, kendi hayatlarıymış gibi davranmayı öğrenememişlerdir.
Hatta tüm uyanıklıklarına rağmen tüm hayatların bir olduğunu, tüm hayatların bir tek aileye ait olduğunu, bütün çocukların aynı aileden geldiğini anlamamışlardır.
Bu bilgili insanlar kendilerine verilen beş bilinç düzeyiyle çok çalışmışlardır, ama ellerinde ne geçmiştir?
Sadece dünyaya, toprağa ait güçler hakkında, sadece dünyanın dört yüz trilyon on bin enerjileri hakkında bilgi sahibidirler.
Havaya ve havadan gelen nefse ait arzuların güçlerini öğrenmişlerdir.
Öfke, kibir, hırs, intikam ve kıskançlık ateşini almışlardır.
Ayın, güneşin, ırkların renklerine ve pırıltılarına tutunmuşlar, sıkı sıkı sarılmışlardır.
İşte beş bilinç düzeyiyle anladıkları şeyler bunlardır.

Bu kimseler Allah’tan başka kimsenin olmadığını fark edecek, ayırt edecek irfana sahip değildirler.
Allah’ın doğmaktan, ölmekten, yok olmaktan, sûretten münezzeh olduğunu, ebedî tek Hazine’nin, Bir tek olan Allah olduğunu fark etmezler.
Bunların hiçbirinin farkına bile varmazlar.
Çünkü bunu anlayan ve açıklayan irfana sahip değildirler.
Böyle birine ne kadar öğüt versen de, ne kadar öğretsen de olmaz, kalbi mühürlüdür.
Farkına varabilecek ve içine alabilecek irfana sahip değildirler. Bir yankı gibi, ses ona doğru gider ve içine işlemeden geri döner, çünkü irfanları yoktur.
Cehennemde bile olsa neden orada olduğunu görmez.
İnsan kendi kendini strese, depresyona sokar, akıl hastanesine koyar.
Kendi çılgınlığı onu hasta eder.
İnsanda yaratılıştan gelen böyle bir hastalık yoktur. Hiç kimse stresli ya da depresyonlu doğmaz.
İnsan kendi düşüncelerinin, kötü niyetlerinin, arzularının ve isteklerinin ya da bağlarının sonucu strese girer.
Çok istediği, can attığı şey insanı sıkıntıya sokar.
Farklı insanlarda farklı arzulardan, isteklerden doğan sıkıntılar olur.
Dünyaya hükmetme isteği ya da mala, mülke, tarlaya, kediye, köpeğe, hayvanlara olan aşırı tutkusu sonucu ortaya çıkabilir.
Bazı insanların unvan sahibi olma, iş ya da kariyer gibi saplantıları ve aşırı tutkuları olur.
Bazılarının da insanlara zarar vermek, eziyet etmek, öldürmek düşünceleri olur.
Bu düşünceler insanda olduğu müddetçe ona sıkıntı verir, strese sokar.
İnsan kendi stresini kendisi neden olur.
Peşine düştüğü şeyin kendisi insanı akıl hastanesine düşürebilir, hatta bunda çok ileriye giderse, çok aşırıya giderse kendi canına da zarar verebilir.
Hâlâ buradayken değişmelisiniz.
Kendinizi şimdi değiştirin!
Bir hata yaptığınızda, birine mi vurdunuz, hemen :
“Allah’ım! Ben bir insana vurdum. Beni affet. Bir daha yapmayacağım. Beni affet!” deyin!
Bir hata yaptığınızı anladığınızda, hemen Allah’tan af dilemeniz ve o hatayı bir daha tekrarlamamaya çalışmanız gerekir.
Allah’ı burada, şimdi aramalısınız.
Her nefeste, ne söylerseniz söyleyin, aldığınız bir sonraki nefeste Allah’tan af dileyin, tövbe edin!
İşte o zaman hatalarınız temizlenir.

Değerli çocuğum!
“Ölmeden önce ölmeliyiz!” demenin anlamı nedir?
Bunun anlamı bizdeki tüm kötü sıfatları ölmeden önce öldürmemiz demektir.
Eğer bu sıfatlar ölürse, bizdeki dünya da ölür.
Bizdeki dünya ölürse, o zaman bütün günahlar, bütün sahte şeyler de ölür.
Mala, mülke, altına ve şehvete ait isteklerin hepsi bizdeki dünyayla birlikte ölür gider.
Geriye Allah kalır, O’nun kudreti kalır.
Bizdeki kötü sıfatların hepsi ölürse, o zaman ölmeden önce ölürüz ve geriye sadece Allah’ın sıfatları, fiilleri ve ahlâkı kalır. O zaman bizim için ölüm olmaz.
Sonsuz hayata kavuşmuş oluruz.
Sonsuz hayata ulaşırsak, nerede yaşarız biliyor musunuz?
Cennette, Allah’ın cennetinde yaşarız.
Bunları düşünmeliyiz.
Elhamdülillah!
Allah’a dâima şükürler olsun.

26 Mart 1979

En son kulihvani tarafından 29 Şub 2008, 20:00 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
fatmaana
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 199
Kayıt: 15 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen fatmaana »

Bawa Muhyiddin Hazretlerini zevkle okumaktayız.
Hizmet edenlerden Allah razı olsun..
[url=http://www.muhammedinur.com][img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/mesajresimleri/ftm11fh9.gif[/img][/url]
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : İRFAN YOLU

ÖLÜM SANA GELMEDEN ÖNCE
SEN KALBİNİ AÇ


Resim

Her şeye Kadir olan, gökleri ve yeri yaratan
Allah’ım!
Gökyüzünde ay’ı hâlden hâle çeviren Allah’ım!
Gece ve gündüz örtüsünü yarattıktan sonra,
Dünyayı bu örtüye saran Sensin.
Dünyaya her şeyi veren
Ve sonra fark etsin diye insana irfan veren Sensin.

Ey Allah’ım! İnsanın irfanındaki irfan Sensin,
Âlemi ve her şeyi yaratan Bir Sensin,
Her şeydeki parıldayan nûr Sensin,
Ey Allah’ım! Benim Rabbim Sensin,
Hayatımın kendisi SENSİN.
Düşüncelerimi ve niyetlerimi bilen Hazine Sensin,
Her şeyimi bilen Sultanımsın.
Tüm yaratılmışlara Sultan Sensin.
Yaratan Sensin, tüm yaratılmışlara,
Hükmeden Sultan Sensin.
Hakikat yolunun sahibi Sensin,
Fark eden Sensin,
Tüm hayatlardaki Hayat Sensin
Tüm hayatların Sevgilisi Sensin.

Hakikati bilen Sensin,
Tek olan Bir’i bilen de Sensin
Hakikati bilen Sensin,
Tek olan Bir Sensin Allah’ım!
Dünyadaki her şeye bir benzer ve örnek
Yaratan Sensin Allah’ım.
Ruhlar âleminin ve âhiretin Rabbi Sensin.
Hem dünya hem âhiret makamı için
Nûr Sensin, soruları soran Sensin.
Sen ruhumun hayatısın,
Sen irfanımın nûrusun,
Sen irfanınım açıklığısın.

Dünya denen bu sırrı koyan Sensin,
Gece ve gündüz örtüsüne büründüren Sensin,
Hem bu dünyada hem âhirette

Bizlere rahmet balını ve rahmet zevklerini Veren Sensin.
İçimize iyiyi ve kötüyü koyan,
Ve sonra iyiyi sevdiren kötüyü uzaklaştıran Sensin.
Dünyayı genişletmek ya da aynı dünyayı daraltmak için
Aklı ve irfan çeşitlerini veren Sensin.
İçimize arzuyu ve vicdanı, adaleti ve adaletsizliği,
Açıklığı ve cehâleti koyan Sensin.

Sonra da bu açıklığı bilmemiz için,
Bize Bir Resûl ve bir iman gönderen Sensin.
Yani Kelime’yi söyleyebilmemiz için,
Resûl’un hakikatini kabul etmemiz için,
Resûl’un Senin Elçin olduğunu
Ve Allah’ın her şeyin Sahibi olduğunu bilmemiz için,

Bize Bir Resûl ve bir iman gönderen Sensin.
Allah’a ibâdet edebilmemiz için
Bunları bize gönderdin.
Böylece Senden başkası olmadığını,
Tüm hayatları korumamızı,
Tüm hayatlara yardım etmemizi,
Sadece Sana ibâdet etmemizi,
Ve tüm hayatları bir görmemizi,
Ve onları bu rahmet meyvesiyle beslememizi,
Söyleyen Sensin.

Bu hakikati hâlâ anlamayanlar için,
Kendi gözleriyle görsünler diye
Haccı farz kılan Sensin.
Böylece kabul etsinler, en azından sonunda
Ölüm onlara gelmeden önce,
Ve Mahşer Günü’nden önce,
Bunu fark etsinler diye,
Kendi gözleriyle görsünler diye.

Ey insan, dünyanın bu iki örtüsü içindesin.
Ölüm örtüsü olan bu dünya
Ve âhiret örtüsüyle büyürsün.
İçindeki arzu ve ölüm seni örter.
Bunu kendi içinde fark edersen eğer,
Dertleri ve zevkleri görürsün.
Ey insan, içindeki sırları fark et.
Nebiler ve Allah dostları,
İrfan açıklayıcıları olan kutuplar,
Ve yüz yirmi dört bin peygamber,
İrfan mücevherleri, incileridir bu sırlar.
İçindeki sayısız sûretteki vehimleri de gör.
Aklın ürünleridir bunlar,
Gelip seni bulur ve ısırır,
Ateş ve rüzgar seni yer bitirir,
Milyonlarca sayısız sûretteki ateş ve rüzgar
Senin kendi düşüncelerindir!
Seni yer, yakar ve bitirirler,
Bunları besleyen büyüten sensin ey insan!

Bunu fark ettiğinde,
Bu sıfatlarının seni yiyip bitirdiğini gördüğünde,
Üzüntünün ve zevkin ne olduğunu anlarsın.
Seni yiyip bitirenin de
Kendi düşüncelerinin olduğunu görürsün.
Kendi arzuların öldürür seni,
Kendi bağlılıkların üzüntü verir sana.
Anlayışlı olmamaktır seni yakan şey.
Cehâlettir sana eziyet eden şey.
Kibirdir seni ateşe atan şey.
Şehvettir seni yakan şey,
Öfken, şehvetin ve açgözlülüğün yakar seni.
Öfke cehenneme çeker seni,
Ve aklın ürünü olan tüm düşünceler üzüntü verir.
Bunların hepsi sana Allah’ı unutturdu,
Ve bu bedeni besleyerek zevk aradın.
Seni büyüten bunlar,
Ama seni yaratan ve besleyen,
Seni koruyan ve sana hayat veren Allah’ı unutturdular.
Tüm hayatların Sultan’ı olan Allah’ı unuttun,
Kıyamet Günü soruları soracak Bir’i unuttun,
Rahmet ve merhamet Sahibi Allah’ı unuttun.
Allah’a ibâdeti ve duayı unuttun.

İşte hâlin bu!
Neyi seçtiğine bir bak.
Dünyadaki her şeye sahip olmak istedin,
Bunları kendi malın yaptın,
Mutluluğun bunlar olduğunu düşündün,
Böylece bunların tadından zevk aldın.

Aynı bir yılanın zehrini kendi ağzında taşıması gibi,
Cehennemi ve kötü sıfatları kalbinde ve aklında taşıdın.
Bunları hayatında, işlerinde ve ağzında taşıdın.
Bunların tadından zevk duydun, hoşlandın,
Sana eziyet edenlerin de bunlar olduğunu fark etmedin mi?
Bunu görmez misin?
Bunların seni nasıl tuzağa düşürdüğünü
Görmez misin ey insan?
Buraya her şeyi anlamaya gelen sen,
Şimdi kendini anlamaktan bile acizsin.
Kötü şeylere yenildin,
Ve adaletsizlik bayrağını diktin.
Ey insan, gördün mü ne oldu?
Dünyada adaletsiz ve haksız işler yaptın.
Dilin seni öldürür,
Aklın ve aklın sahneleri seni perişan eder,
Acı ve elemlere götürür.

Şimdi öyleyse hayatının örtüsünü aç ve bak,
Kalbini aç ve içine bak,
Zevkin ne olduğunu gör,
Rahmetin ne olduğunu gör,
Seni öldüreni ve seni muzaffer kılanı gör.
İyiyi ve kötüyü gör ve fark et.
Rabbine yönel,
O’nu düşün,
Ve O’na hasret çek ey insan!
Bırak bu bedeni, bu sûreti,
İnsan sûretine bürün,
Ve Gerçek insan olarak yaşamaya cesaret et.
Kelime’ye inan, söyle, ona bağlan.
Bir irfan sahibine uy,
Ona katıl ve irfan öğren.
Kalbini açacak anahtarı al
Ve açıklığı gör.

Bu dünyanın ve âhiretin örtüsünü aç,
Zât’ın ve sıfatın (tecellî) sırlı odasını gör,
Bu kutuyu aç ve Allah’ın sıfatlarını gör,
Dünyaya bağlılıkları gör,
Ve her türlü bağdan uzak olan
Allah’ın merhametli sıfatlarını gör,
Benliği ve kibiri gör,

Ve her türlü benlikten uzak olan
Allah’ın sıfatlarını gör.
Bunların hepsini fark et, ey insan.

Ey insan, bu hâli fark edersen eğer,
Gerçek zevkin ne olduğunu bilirsin,
Gerçek tadın ne olduğunu bilirsin.
Böylece tatlılık ve mutluluğu çeker alırsın.
Tüm hayatları kendi hayatın gibi görür,
Allah’ın Bir olduğunu fark edersin.
Bunu irfan ile fark ettiğin zaman,
Dünyayı ve ruhlar âlemini,
Ve her şeyi anlarsın.
Allah ile insan arasındaki bağı görürsün.
İnsan ile Allah arasındaki konuşma olan
Daimi namazın ne olduğunu anlarsın.
O’nun âleminin vatandaşlık hakkını alırsın.
O’nun daimi zikrinin sesini,
Selâm ve salavatları duyarsın.
Meleklerin, peygamberlerin
Ve Allah’ın selâm ve salavatlarını duyarsın.

Böylece bir kimse her şeyin Rabbi olan
Allah’ın hitabını işitir.
Ve kalbi Allah’ın hitabını bilme zevkiyle dolar.
O zaman kalbinin açıldığını görür,
Ve Bir olan Allah’a ibâdeti işitir.
Ölüm sana gelmeden önce sen kalbini aç,
O odayı aç
Ve karanlıklar içinden hakikat incisini çıkarmayı ara.
Bağlarını unut,
Bu cehennemi unut,
Allah’ın yardımını ara,
Seni bu cehennemden çıkarması için,
Rahmet yolunun sana açılması için,
İrfanının parıldaması için,
Hep Allah’ın yardımını ara!


Âmin!. Ya Rabbül Alemin.
Bizleri koru Ey Alemlerin Rabbi!
Es-selâmü aleyküm. Âmin!.
Allah’ın huzuru sizinle olsun. Âmin!.


15 Nisan 1985




HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : İRFAN YOLU


9. İNSANIN ŞAŞILACAK DURUMU

İnsan mu’cizevi, harikulâde bir varlıktır.
Âhiretin zenginliğini fark edebilen ve bu zenginliğin bahşedildiği tek varlık insandır.
Bu yüzden insan âhiretin övgüsünü hak eden harikulâde bir yaratılmıştır.
Eğer insan hâlâ bu dünyadayken bu zenginliği alabilirse, bu zenginliği kendinde belirgin kılarsa, o zaman insanın hayatı bu övgüyle dolar, daha bu hayattayken Allah o insanı över.
Bu hâl insanın hayatında değişmeyen bir zenginliktir ve bu hâle ulaşan kimse Allah’ın rahmetini kazanmış olur.
Bu hazine, bu zenginlik insan içindir, insan bunu fark etmelidir.
Ama insan olarak doğan kimse bu zenginliği almadan ve bu hâli fark etmeden yaşarsa, bu daha da şaşılacak bir durumdur.
Niye? Hayat ve ölüm vardır.
Allah’ın zenginliğini alan kimse sonsuz hayata sahip olur, ama mu’cizevi bir varlık olarak yaşayan insan bu hazineyi almazsa hakikaten ölmüştür ve böyle bir kimse gerçek insanlık hâlinde değildir.
İnsan bunu irfanıyla fark etmelidir.
Gerçek insan hâlinin nasıl olması gerektiğini fark etmelidir.
Ölümün ve sonsuz hayatın ne olduğunu fark etmelidir.
Bu durum peygamberler tarafından emirlerle ve vahiyle, irfan ve onların bizlere bildirdiği imanla açıklanmıştır.
Ölüm ve sonsuz hayat hep insanın elindedir.
İnsan her ikisini de anlamalıdır ve ölümün her an kendisiyle olduğunu bilmelidir.
İnsandaki dört yüz trilyon on bin sıfatlardan her biri insanın ölümüne yol açabilir.
İnsanın dünyada bu sıfatlarla aradığı şey, bu sıfatlarla niyet ettiği şey, bu sıfatlarla topladığı şey, bu sıfatlarla biriktirdiği şey sadece onun ölümüne yol açar.
Her nefes ölüm nefesidir.
Yediği her şey, yaptığı her iş, oturduğu şey ya da düşündüğü şey bir göz kırpmasından da önce insana ölüm getirebilir.
İstekleri, fiilleri, arzuları, tutkuları, öfkesi, aceleciliği, sabırsızlığı, “ben”in kibri, nefsi emmaresi, şehvet, kin, hırs ve cimrilik sıfatları her saniyede insanın ölümüne işaret eder.
Bağları, kan bağları, “ben” ve “sen” ikiliği, ırk, din ve renk ayırımları, mal-mülk sevgisi, benim yiyeceğim, senin yiyeceğin gibi düşüncelerin her biri insana yaklaşmakta olduğu ölümünü bildirir, insanı ikaz eder.

İnsan uykudayken nefes alışındaki küçük bir değişim ölümüne sebep olabilir. Büyük bir heyecanla :
“İşte, bu benim oldu!” diyerek bağırdığı anda, bu heyecanı, bu zevkle yaptığı bağırışı onun ölümüne sebep olabilir.
Ya da özlediği bir şeyi elde edemezse bunun üzüntüsü insanı öldürebilir.
Bir şeyden çok fazla ya da çok az alırsa, hasta olup ölebilir. İçtiği suyla bile boğulabilir.
Bir anda çok fazla gülse ya da bir anda çok fazla yemek yese, boğulup ölebilir.

İnsanın bu dünyada arzuladığı ve topladığı her şey, düşündüğü ve niyet ettiği her şey, yediği şey, hatta baktığı şey onun bir göz kırpması içinde ölümüne sebep olabilir. İnsanın arzuladığı, istediği her şey hep değişir durur, ama ölüm ne değişir ne de insanı terk eder.
İnsan nerede olursa olsun ister gökte uçarken ister yerde yürürken, ister otururken ister uyurken ölüm insana bir anda hiçbir uyarı yapmadan gelebilir.
Ama insan ölümü kendi elleriyle tuttuğunun farkına varmadan dünyayı tutar ve bunun sonucunda hayatının her anında acı çeker.
Her nefeste, mutlulukta, üzüntüde insan acı çeker ve ağlar.
İnsanlar bunu fark etmelidir.
Hayvanlar ve diğer yaratılmışlar böyle davranmazlar, onların böyle sıfatları yoktur.
Allah’a güvenirler ve o vakit içinde ne gerekiyorsa onu ararlar.
Allah’ın her şey gücü yeter olduğu inancıyla hayatlarını hiçbir yarın endişesi olmadan sürdürürler.
Ama insan bu hâli unutmuştur.
İnsan her an kendine yaklaşan ölümü ve Allah’ı unutmuştur.
İnsan Allah’ın sözlerini ve âhireti unutup ve dünyayı mutlak hazine gibi düşünür.
İşte şaşılacak şey budur!
Bunun dışında şaşılacak şey yoktur.
İnsan her zaman bu kaçınılmaz ölümüne kendi malı gibi yapışır ve sonsuz hayat olan gerçek malını kaybeder.
Bu sonsuz hayatı bırakır ve ölümünü benimser.
İnsan dünyaya gelip sayısız hazineler alsa da, ölümü en değerli varlığı olarak görür.
Bu çok şaşılacak şeydir.
Dünyada bundan daha büyük şaşılacak bir şey yoktur.

* * *

İnsanın düşünüp taşınması gereken dört şey vardır:
Birincisi:
“Ben ölümlü biriyim. Ölüm bana da gelecek. Öldüğüm zaman inanan birisi mi olarak öleceğim? Nûr hâlinde mi öleceğim, yoksa karanlıklar içinde mi?”
Ölmeden önce bunu irfanımızla anlamamız gerekir.

İkincisi:
“Topraktan yaratıldım. Toprağa ait şeyleri yiyorum ve toprak, hava, ateş, su ve boşluk (esîr) unsurlarıyla büyüyorum. En sonunda geldiğim o toprağa geri yatırılacağım ve toprağa tekrar av olacağım. Kıyamet Günü’nde diriltileceğim ve kabirde beni sorguladıklarında hakkımda iyi mi yazacaklar yoksa kötü mü? O gün benim için sonsuz hayata ait bir gün mü olacak yoksa ölüme ve karanlığa ait bir gün mü? Benim için ne yazacaklar?”
Dünya olarak anılan bu kabirdeyken, henüz buradayken, o topraktan kabre yatırılmadan önce bu sorulara cevapları bulmalıyız.

Üçüncüsü: “Kıyamet Günü ve o günün sonuçları beni Allah’a bağlar. Kıyamet denilen o günde kabirdeki sürem sona erer. Yaptıklarımın yazılı olduğu kitapla diriltilir ve Allah’la konuşurum. O zaman yanımdaki yazılı kitabımda iyi şeyler mi olacak, yoksa kötü şeyler mi? Bu en son kararımı hangi elimle taşıyacağım? Hakkımda iyi ya da kötü şeyler yazılı kitabım sağ elime mi verilecek, yoksa sol elime mi?”
Ölmeden önce bu Kıyamet Günü’nü anlamalıyız ve bu hesabın sonuçlarını hangi elimizle alacağımızı bilmeliyiz.
İbâdet ve hizmet, Allah’ın anılması (zikr), O’nun tefekkür edilmesi, dua ve Allah’a yönelme, O’nu isteme, bunların hepsi bizde, içimizde doğmalıdır.
Allah’la konuşmalıdır ve O’nun bizi neyle ödüllendireceği bilinmelidir.

Dördüncüsü:
“En sonunda muhasebe, hüküm verme geldiğinde, Allah bana cenneti mi verecek, yoksa cehennemi mi? Bu kitabımı Allah’a verdiğimde, hakkımdaki hüküm için Allah’la karşılaşıp konuştuğumda ne olacak?”
İrfan ile doğruyu yanlıştan ayırt etmeli, dünya olan bu kabirden doğrulup hakkımızda neyin yazılacağını anlamalıyız.
İbâdet ve dualarımızda Allah’la buluşup hakkımızdaki en son hükmü anlamalı ve yazmalıyız.
Ölmeden önce ölerek hakkımızdaki hükmün ayrıntılarını bulmalıyız ve daha bu dünyadayken bu soruların cevaplarını keşfedebilirsek, o zaman sonsuz hayata ulaşırız.
İşte muhasebe ve hüküm budur.
Ama bu dünyadayken bu cevapları bulamazsak, o zaman ölüp topraktaki kabre girmek zorunda kalırız.

İnsan nasıl öleceğini, imanla ölüp ölmeyeceğini anladığında o kimse gerçek insan (insân-ı kâmil) olarak bilinen olur, yani Allah’ın halifesi, temsilcisi, Allah’ın kulu, Allah’a teslim olmuş biridir.
Ama insan bunu başaramazsa, her nefeste ölür durur.
Bir niyetiyle ölür ve bir sonraki niyetiyle yeniden doğar.
Bir bakışıyla ölür ve bir sonraki bakışıyla yeniden doğar.
Düşüncelerinden ve arzularından dört yüz trilyon on bin sûret görünür ve bunlara tapar.
Kendi düşüncelerine, aklına tapar ve bu putlar insanın “akıl ilahları”dır.
Eğer kibri varsa bir fil sûreti oluşur ve insan o file tapar.
İnsanın sıfatlarına göre bu sûretlerden her biri görünür.
Bunun gibi insan her gün yüz beş milyon defa ölür, dirilir. Vehim (karma) denilen şey budur.
Dünyanın insanın kabri olarak adlandırılmasının nedeni budur.

İnsan düşüncelerinden dolayı bu dünya kabrinde her saniye ölür ve dirilir.
Sadece bu düşünceleri bırakıp Allah’a tam teslimiyetle yaşadığında bu kabirden kurtulur ve âhiretin sonsuz hayatını ve âlemlerin rahmet ve zenginliğini alır.
İşte bunda başarısız olmak insan için şaşılacak bir şeydir!
İnsan hayatının her saniyesinde ölümünü kendi elinde tutar, ama yine de bütün dünyayı kendisinde taşımaya çalışır.
İnsan olarak doğmuş yüce bir yaratılmışın böyle bir hâle gelmesi şaşılacak şeydir.
İrfan arayacağı yerde insan dünyanın değişen şeylerine tutunmaya çalışır.
Vehim (karma) budur.
Bedenin insana verdiği vehim budur.
Bu vehmi kesebilen insan kendi ölümünü yenip sonsuz hayata ulaşabilir. Her birimiz bunu düşünmeliyiz.
Ölmeden önce ölmek en yüce hâldir.

Allah’tan ve hakikatten başka insanın kendinde arzuladığı ve beslediği her şey en sonunda onu öldürür.
Şu anda sevdiği şey ona acı verir ve sonra öldürerek payını alır.
Güvendiği şeyin kendisi insanı yarın öldürür ve payını alır.
Dünyada besleyip büyüttüğü şeyin kendisi insanı öldürür.
Arzuladığı şey insanı öldürür ve payını alır.
İnsana üzüntü, hastalık ve acı veren şeyler bunlardır.
Sadece insanın ölümüne yol açarlar.
Ama insan sadece Allah’a, O’nun sıfatlarına, fiillerine ve hâline, emirlerine ve rahmetinin zenginliğine tutunursa o zaman bu hâl insanın özgürlüğü, güzelliği ve parıldayan nûru olur.
Bu hâl insanın hazinesi olur.
Bu hâl istekten, arzudan kurtulmuş, hür olmuş bir hayat verir, sonsuz hayatın genişliğini verir.
Böyle bir hâldeki insan başka insanlara zarar vermez ve bu yüzden o insanı tüketecek, o insandan payını alacak bir şey kalmaz.
Böyle bir insan gerçek insan (insân-ı kâmil) olur.

Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in :
“İlim (ilâhî ilim) öğrenmek için Çin’de bile olsa gidin!” demesinin sebebi budur.
İrfan öğrenin yani.
Eğer insanda bu irfan varsa, o kimse gerçek insan olur, ama bu irfanı terk eden kimse çok aşağılara düşer.
Bu onun ölümüdür.
Her çocuğun mutlaka düşünmesi gereken şey budur.
Ölümü ve sonsuz hayatı mutlaka anlamalıyız. Âmin!.

Allah bizlere bu irfanı ve Kendi sıfatlarını ve açıklamalarını versin, böylece ölmeden önce ölmek hâline ulaşabilelim.
Allah bizlere sonsuz hayatın rahmet ve zenginliğini versin.
Allah bizlere Kendi sıfatlarını, rahmetini, hazinelerini ve üç âlemin zenginliğini versin.
Allah bizlere imanın ve irfanın parıldayan nûrunu lütfetsin ve O lütufkâr elleriyle bizleri yüceltsin.
Âmin! Ya Rabbül Âlemin.

6 Aralık 1979
En son kulihvani tarafından 29 Şub 2008, 20:36 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : İRFAN YOLU

Resim

10. KALBDEKİ ADALET TERAZİSİ

Efendim bir gün bana şöyle demişti:

“Gelişmeni tamamladığını, bitirdiğini sakın düşünme, bunu aklına bile getirme.
Kendini dünyadan uzaklaştırmış zâhidler, havada uçup yerde oturanlar, her türlü büyüyü bilenler, bir çok şeyi çalışmış olanlar, bunların hepsi en sonunda aşağılara düşürülmüş ve doğum yerine boyun eğdirilmiştir.
Cehennem evinde her şeyi yaptıkları için sonunda cehenneme ulaşıp cehenneme boyun eğmiş, cehenneme yenilmişlerdir.
En sonunda ulaştıkları yer cehennemdir!
”

“Hakikatte Allah’ın rahmetini bir anda alabilirsin.
Aradığın ve ulaştığın her şey bir saniyede yıkılabilir, yok edilebilir.
Bir anda değişebilirsin.
Bir anda yedi cehennem senin olabilir.
Bir anda Allah’a ulaşabilirsin.
Bu hâlde kaybolduğunda, bir anda Allah’la olabilirsin.
Bu hayatta bir anda ilâhî ilmini kaybedebilirsin, bir anda imanını ve inancını kaybedebilirsin.
Bütün bunları bir saniyede kaybedebilir ve kendini “sen-ben” ayırımında, mal-mülk, ırk ve din ayırımında, kıskançlık, gurur, bencillik ve menfaatten kaynaklanan ayırımlarda, açlık, yaşlılık, hastalık, kan bağları ve vehim ayırımlarında bulabilir, bozulabilir ve yok olabilirsin!
”

“Bir saniyede yedi cehenneme ulaşabilirsin ya da bir saniyede Allah’a ulaşabilirsin.
Doğum ve ölüm arasında bu her saniye seni bekler.
Aradığın ve elde ettiğin her şeyin yok olması sadece bir anda olur.
Aradığın her şeyin gerçekleşmesi de sadece bir anda olur.
Ölünceye kadar hayatının her saniyesi bu hâldedir.
Dikkat et! Uyanık ol! Anlayışını, idrakini kaybetme, yoldan hiçbir zaman ayrılma!
”

Bunlar Efendim’in bana söylediklerinin özüdür.

Efendim bu dünyanın insanı değildi.
O gerçek insanlardan (insân-ı kâmil) biriydi ve söylediği her şey oldu, gerçekleşti.
Onun tarafından anlatılan ve verilen mânâların hepsi evvelden âhirete kadar hakikat olarak var olur.
O’nun açıklamalarına göre eğer yoldan bir saniye bile sapacak olsak, eğer ayak parmağımız basmamız gereken yerden kayacak olsa, düşer gideriz.
Teslimiyete, düşüncelerimizi belli bir noktada toplamaya (tefekkür), dengeli olmaya ve irfana ihtiyacımız vardır.
Bu dünyada kendini Allah’a adamak, O’na boyun eğmek teslimiyettir.
Bu yolda yürümek için düşüncelerin belli bir noktada toplanması gerekir.
Bu da tefekkürdür.
Allah ile aramızdaki bağ çok lâtifdir, çok ama çok incedir.
Hatta yedi parçaya bölünmüş bir saç kılından daha incedir. İşte irfanın keskinliği, inceliği böyledir.
Çok ince ve keskin bir yoldur.
Bizi Allah’a bağlayan bir tek yol budur.
Bu yolun altında yedi cehennem, yani yedi kanal bulunur.
Bunlara doğum, vehim (karma), günah, kuruntu, şüphe ve şehvet kanalları dahildir.
Cehennem ateşinin hep hiddetle yandığı en aşağıdaki kanal doğum kanalıdır.
Bunun içinde açlık, öfke, günah, vehim (karma) ve doğum ateşi, gurur ve kibir bağnazlığı, ırk ve renk ateşi, farklılıklar, kıskançlık ve menfaat ateşi, mal-mülkten yükselen ateş yanar.

Bunlar en aşağıdaki kanalların ateşleridir.
Bu kanaldan girdin ve bu kanaldan çıktın.
Doğumun böyle oldu.
Bu ateş doğum kanalının ateşidir.
En aşağıdaki kanalların ateşinden kurtulmalısın.
Her türlü çirkin ve kötü şey, nefs-i emmare ve benliğe ait şeyler bu kanaldan çıkarlar.
Seni tüketen şeyler bunlardır.
Seni yiyen şeyler bunlardır.
Bu zehirli şeylerden kurtul!

Allah tüm bunların üstüne bir köprü yapmıştır.
Bu köprü seni O’na götürür, kılıçtan keskin, yedi parçaya bölünmüş kıldan ince bir köprüdür.
Bu yolda yürü.
Bu köprü Sıratü’l Müstakim (Doğru Yol) olarak bilinir.
Bu köprüde yürümelisiniz.
Hüküm burada verilir.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) buradadır, iyiliklerinin ve kötülüklerinin tartılacağı terazi burasıdır.
Bu teraziye bak.
Mizan Terazisi denilen terazi budur.
Öldüğünüz zaman kabrinizin iki ucuna tahtadan iki direk konur.
Bunlara mizan tahtası denir.
Mizan Terazisi baş tarafına ve ayak ucuna konulan bu tahta direkler arasına kurulur.
Hayatının tartılacağı terazi budur.
Saf ve kâmil iman, terazinin ibresini baş taraftaki direğe doğru eğdirir.
Henüz ölmeden önce, dünyada daha sağ iken bu terazi sizdedir.
Eğer müminlerden biri olarak, İslâm ve İman’ın (1) beş farz ve altı şartını bilen birisi olarak ölürseniz, o zaman Allah’ın adaletinin, O’nun yolunun adaletinin ve bu yolun sıfatlarının farkına varırsınız.

(1) Allah’ın iradesine teslim olmuş iman. Sadece Allah’a ibâdet eden ve sadece O’na güvenen saf kalbin imanı.

Size ulaşmanız için yardım etmeye çalıştığım hâl budur.
İyilik ve kötülük (hayır ve şer), izin verilen ve verilmeyen (helal ve haram), doğru ve yanlış, bunların hepsi sizde görünür.
Bunları ayırt etmeli ve ağırlıklarını bu terazide tartmalısınız.
İşte bu ayırt etme terazisi, yani Mizan Terazisi sizdedir.
Kalbinizi tartan terazi bu olsun.
Saflık ve hakikat Mizan Terazisi’ne konan şeyleri ölçer ve tartar.
Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in nûru, Seçilmiş Resûl (Mustafa er-Resûl)’un nûru bu Mizan Terazisi’nin merkezinde, ayaklarının dibinde ilâhî ilim okyanusunda (bahru’l- ilm) bulunur.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i ölçmenin ve tartmanın, muhasebenin olduğu yerde görebilirsiniz.
Sonuç kalbinizin kabul ettiği şeye bağlıdır.
Eğer kalbiniz kötü olanı atıp iyi olanı kabul ettiyse, ona göre davrandıysa, böyle davranmanın faydalarını ve yararlarını yaşadıysa; eğer kalbiniz ilâhî ilmi, ilâhî ilim okyanusunu, Allah’ın rahmetini, huzuru ve barışı, O’nun sıfatlarını, O’nun ahlâkını elde edip, ona göre davrandıysa; tüm bunları yapıp diğerlerine huzur ve barış verdiyseniz, o zaman Allah’ın sıfatlarıyla diğerlerine adalet dağıtırsınız.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i göreceğiniz makam bu adalet makamıdır.

Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in bulunduğu yer Mizan Terazisi’nin ayaklarıdır.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bu dünyadan ayrılma zamanı gelip sûret değiştireceği zaman inananların sorduğu bir soruyu :
“Beni Mizan Terazisi’nin ayak ucunda görebilirsiniz. Benim olacağım yer orasıdır” diyerek cevapladı.

Bu terazi kalbinizdir.
Bundan başka terazi yoktur.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Beni iyiyi ve kötüyü tartan terazinin ayağında görebilirsiniz” buyurdu.
Kötülüğü (şer) atıp terazide sadece iyiliği (hayır) tuttuğunuzda, o yerde Allah ve Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i görebilirsiniz.
Böylece köprüyü geçebilirsiniz.
Sadece böyle bir rahmet o köprüde yürüyebilir.
Başka türlü köprüyü geçemezsiniz. İşte söylenen şey budur.

Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Sizlere Allah’ın sözlerini getirdim ve bu sözleri sizlere ilâhî bir hediye olarak veriyorum. Allah’ın hazinesini verip döneceğim. Size Allah’ın verdiklerini verip gideceğim. Bu sözlerdeki mânâyı anlamalısınız. Mizan Terazisi’nin ayaklarında olacağım. Benimle orada bulaşabilirsiniz” buyurdu.

İyiyi ve kötüyü anlamalıyız ve ölmeden önce bu Mizan Terazisi’ni fark edelim.
Bir kere iyiyi ve kötüyü anladıktan sonra bu mizan tahtası kalbde kurulur.
Bu Mizan Terazisi imandır.
Allah’ın rahmetinin mührü bu imana vurulur ve O’nun rahmeti bu şekilde yazıldığında insanlar iman ehli, mümin olarak bilinir.
Fiziksel ölümden önce böyle bir insan saf imanla nûr gibi parıldar ve Allah’ta ölür.
Bu mizan tahtası insanın böyle bir hâle ulaştığının işaretidir. Kabre konan odun parçası sadece zâhiri bir işarettir, aslında siz bu dünyada yaşarken bu terazi kurulur.
Eğer bunu buradayken anlamazsanız, o zaman bütün işleriniz yedi cehenneme ait işler olur ve Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i göremezsiniz.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i gördüğünüzde zaten cehennem sizden uzaklaştırılmış olur.
Eğer orada Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i göremezseniz, cehennem sizin olur.
İşte bu Mizan Terazisi’nin ayaklarında ya cehennem sizden uzaklaştırılır ya da cehennem sizin olur.
Eğer bu yerin anlayışına, idrakine ulaşamazsanız, o zaman cehennemi geçemezsiniz, sadece cehenneme ulaşırsınız.

Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Beni gören cehenneme girmez!” buyurmuştur.
Bu adalet yerini anlamamız gerekir.
Bunu düşünmeliyiz.
Eğer bunu düşünmeden, bu adalet olmadan, bu mizan terazisi elinizde olmadan o köprüde yürümeye çalışırsanız, kendinizi cehennemde, günahta, nefste, renkte, gururda, sahip olmaklıkta, öfkede ve diğer kötü şeylerin içinde bulursunuz.
Bu hâl sadece size yarın, öbürsü gün sizi yiyip bitirecek durumları getirir.
Bunu anlamalıyız.
Bu sözler Allah’ın zenginliğinin, Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) ve Kutb (k.s.)’un sözleridir.
Onların zenginliği böyledir, onların sözleri ve işleri böyledir.

Bunu anlamadıkça, bu Mizan Terazisi’ni fark etmedikçe, bunun ötesine gitmedikçe, yaptığınız her iş, bu adalet yerini ve Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i Mizan Terazisi’nin başında görmeden yaptığınız her ibâdet sizi cehenneme atacaktır.
Bilmeniz gereken her şey budur.
Yani bunu fark etmedikçe köprüyü geçemezsiniz.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i Mizan Terazisi’nin başında görmedikçe köprüyü geçemezsiniz.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i bu Mizan Terazisi’nin olduğu yerde görebilirsiniz.
Ama bu yerde kendi hükmünüzü, muhasebenizi ve imanınızı fark etmezseniz, bir mümine ait zenginliği ve sıfatları gerçekleştirmezseniz, o zaman bu hazineyi de alamazsanız.
Arayışınızda her bir şeyin doğrusunu ve yanlışını bilmelisiniz.
Bundan sonra kılıçtan keskin olan, Allah’ın sıfatlarından daha ince olan, O’nun rahmetinden ve fiillerinden daha ince olan, irfandan daha irfanlı olan, çok ama çok ince olan bu köprüden geçmelisiniz.
Bu köprü ilâhî ilimden daha incedir, ilâhî ilme ait irfandan daha incedir.

Bu yolda yürümeli ve Allah’a teslim olmalısınız.
Allah’tan gayrı her şeyden fenâ olmalı ve O’nda bekâ bulmalısınız.
O’nun bu dar yolunda yürümelisiniz.
O zaman bu dünyada olabilirsiniz, ama dünya sizle olmaz. Dünyaya ait işleri yapabilirsiniz, ama bu işler kalbinizde olmaz.
Her şeyi yapabilirsiniz, ama yapan siz olmazsınız.
Diğer insanları besleyebilirsiniz, ama onları besleyenin siz olduğunu düşünmemelisiniz.
İyilik yapabilirsiniz, ama bu iyilikleri yapanın siz olduğunu düşünmemelisiniz.
Ne yaparsanız yapın, yapanın siz olduğunu asla düşünmemelisiniz.
Siz sadece Allah’ta bekâ bulun, işi yapan O olur.

Gördüğün her şeyi gören O olmalıdır.
Yaptığın her işi yapan O olmalıdır.
Konuştuğun her şey O’nun konuşması olmalıdır.
Yediğin her şey helal olmalıdır, çünkü yiyen O’dur.
Ahlâkın O’nun ahlâkı olmalıdır.
Aldığın veya verdiğin her şey O’nun tarafından alınıp verilmelidir.
O alıp vermelidir.
O bir şey aldığında helaldir, sen alırsan haram olur.
O’nun aldığı şey iyidir (hayır), senin aldığın kötüdür (şer).
O’nun yaptığı iyidir, senin yaptığın kötüdür.
O baktığı zaman, nûrlu bir bakıştır; sen baktığında kıskançlık ve vehimle bakarsın.
O’nun kucaklaması, sarılması adaletin kucaklamasıdır; senin sarılman kan bağları ve vehmin (karma) sarılmasıdır.
Bunu düşünmelisiniz.

İlk olarak Allah’tan başka her şeyi öldürmelisin (fenâ), sonra da O’nda bekâ bulmalısın.
Kendini Allah’a teslim et ve sonra da bu teslimiyete teslim ol. Bekâ budur.
Eğer bu hâli anlamazsanız, eğer bu terazinin ibresini görmezseniz, eğer kendi hükmünüzü, muhasebenizi anlamazsanız, o zaman köprünün yanlış tarafındasınız ve oradayken asla cehennemi aşamazsınız.

Ama cehennemi aşarsanız, o zaman ileri doğru giderken sadece Allah’ın doğru yolunun inceliği ve güzelliği, O’nun sıfatları, işleri, huzuru ve barışı sizinledir.
Bu adaletin inceliği ve doğruluğu sizinledir; ırk, soy, aile bağları, kardeşler, “sen-ben’ ayırımları olmaz.
Eğer bu ayırımlar sizde varsa, bunların ateşi sizi yakar.
En aşağıdaki cehennem ateşini bir araya gelerek yakan bu ayırımlardır.

Bu ateşlerin üzerine kurulmuş olan köprü Allah’ın adaletinin, rahmetinin ve imanın köprüsüdür.
Mizan Terazisi’nin farkına vararak bu köprüyü geçmelisiniz. Allah’a teslim olmalısınız, Allah’ta bekâ bulmalısınız, Allah’tan başka her şey fenâ olmalıdır.
O zaman yolda yürüyen O olur.
O zaman cehennem ateşlerinde yanmazsınız, kanallarda yok olup gitmezsiniz.
Önünüzde yürümek için Allah’ın rahmetinin geniş köprüsü durur.

Köprünün altından, aşağıdan :
“kardeşim!”, “Ağabeyim!”, “Annem!” diyen sesleri işitirsin.
“Bizim ırkımız, buraya gel!” diyerek seni çekmeye çalışırlar. Eğer dönüp bu sesleri dinlersen, aşağıya düşersin.
Başını bir tarafa çevirsen şeytanı ve cehennemi görürsün, öteki yöne çevirsen vehimleri görürsün.
Vehimlerin olduğu taraftan sert rüzgarlar, fırtınalar, arzular ve kan bağları, hepsi birden sana vururlar.
Dört yüz trilyon on bin hava (heves) sana saldırır.
Kan bağları, ırk, cemaat, sosyal sınıfınız, mal, mülk, ev, araba, zenginlik, altın, gümüş, mücevher, şan, şöhret, unvan, atalarla övünme ve şeref size saldırır.
Eğer başınızı onlara doğru çevirirseniz, bir vuruşla sizi yere devirirler.
Artık nûrlu yolu bir daha göremezsiniz ve yedi cehenneme yuvarlanmış olursunuz.

Cehennemden yükselen bu sesler size gelir.
Aklınızın ürünü olan her düşünce bir sûrete bürünür ve size seslenir, sizi çağırır.
Eğer dikkatinizi, düşüncelerinizi bir tek yöne, bir tek noktaya, yani Allah aşkından ve Allah’la olan bağın farkına varılmasından doğan o bir tek noktaya çevirmezseniz; eğer dikkatiniz ve düşünceleriniz sadece Allah’a yoğunlaşmaktan saparsa, uzaklaşırsa, o zaman düşersiniz.
En küçük bir sapmada, bir kıl kadar sapmada bile düşersiniz.
Bir taraftan vehim ve hayal (maya), bir taraftan şeytan size seslenir, sizi çağırır.
Her düşünceniz bir sûret alır ve sizi çağırır.
Anne, baba, ırk, kardeş, para, zenginlik, altın, gümüş, ev, mal, mülk sûretinde sizi çağırır.
Dört yüz trilyon on bin sayıdaki sûrete bürünürler ve sizi çağırırlar. Kılık değiştirerek sahte irfan olarak, sahte nûr olarak görünürler ve sizi çağırırlar.
Sizi çağıran o kadar çok ses olur ki hepsi kalbinize girmeye çalışır.

Eğer Allah’a teslim olmazsanız, eğer Allah’a teslim olup (fenâ) O’nda kaybolmazsanız (bekâ), o zaman düşerseniz.
Bu yol Allah’ın yoludur ve bu yolda sadece O yürür.
Böyle olursa o köprü genişler, büyür.
Öteki türlü sadece yedi parçaya bölünmüş bir kıl kadar dar olan nefsin yolunu görürsünüz.
Nefsin yoluna baktığınızda, köprü daha da daralır ve bir tek adım bile atamazsınız. Düşersiniz.

Bu yüzden bu yolda yürümek için Allah’a teslim olmalısınız ve bekâ (tamamen Allah’ta kaybolmuş) ve fenâ (Allah’tan gayri her şeyi kendinde öldürmüş) olmalısınız.
İlkin Allah’a teslim olun.
Sonra sadece bu yolu görün, bu yola dikkatinizi toplayın.
Başka sesleri duyan kulaklarınızı, başka görüşleri gören gözlerinizi, başka kokuları alan burnunuzu, başka sözleri söyleyen ağzınızı tıkayın ve kapatın.
Bu hâlde O’nunla olan konuşmaya, O’nunla olan görüşe, O’nunla olan kokuya, O’nunla olan tada sarılın.
Sadece O’nunla olan görüşlere, duyulara ve işlere sarılın.
Bu görüşle Allah’a teslim olun, düşüncelerinizi sadece O’nda bir araya toplayın, bu adaletle yola devam edin ve karşı tarafa geçin.

Bu yolda ilerlemek için büyük bir dikkate ve özene gerek duyarsın.
Eğer bunu yapar ve yedi cehennemi geçersen, o zaman ilâhî irfan sahibi olursun.
O’nunla buluşur ve O’nunla konuşursun.
Bu hâlde O’nunla bir olmuş olursun ve O’nunla konuşursun. İşte Miraç budur.

Mizan Terazisi’nin merkezi O’nunla konuştuğunuz yerdir.
Bu yerde Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i de görürsünüz.
Rüyalarınızda ve düşüncelerinizde gördüğünüz gerçek Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) değildir.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i gördüğünüzde hep parıldayan bir nûrdur.
Bu emin olan sonsuz hazinedir. Düşüncelerde, hayalde ve seslerde yaşadığınız Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) olarak görünebilir, ama hakikatte bu hazine nedir?
O Allah’ın kudretinden ve rahmetinden gelen bir nûrdur. Bunu düşünmelisiniz.
Bunu dikkatli düşünürseniz ulaşabilirsiniz.
Bu yolda bu bir tek hazineyi korumalı ve bu hâlde yürümek için çalışmalısınız.

Her saniye hayatımızın bir sonu olduğunun farkına varmalıyız.
Ömrümüz sudaki bir hava kaparcığı gibidir.
Hava su içinde hapsedildiğinde, hava kaparcıkları su yüzeyine yükselir.
Bu hava kaparcıkları çok uzun yaşamaz, su yüzüne ulaşır ulaşmaz, patlarlar.
Bu dünyadaki ömrümüz de buna benzer.
Bir taş çarpsa, o anda hayatımızı kaybedebiliriz.
Başımız dönse ve yere düşsek ölebiliriz.
Su içerken ölebiliriz, hatta iştahla yemek yerken ölebiliriz.
Gelirken, giderken, yürürken, ayakta dururken, su içerken, otururken ya da uyurken ölebiliriz.
Hayatımızın sonuna hangi saniyede ulaşacağımızı bilmeyiz.

Burada sonsuza kadar yaşayacağımızı düşünmemeliyiz.
Her an ayrılmaya hazır olmalıyız.
Allah’ı ve O’nun sözlerini her zaman, her an sevin.
Her zaman hazır olun.
Yatağa girmeden önce kendinizi hazırlayın.
Dua ve ibâdet etmeden önce dua ve ibâdetinizi yapın.
Ölmeden önce ölüme hazır olun.
Hayatınız sona ermeden önce hayatın ne olduğunu anlayın ve ona göre yaşayın.
Yapmanız gerek şey budur.

Yapmanız gereken şeyi tamamlamak ilk görevinizdir.
Kendi kefeninizi işin sonuna geldiğinde kendiniz giyemezsiniz, ilk başta kendi kefenini kendin giyin.
Öldükten sonra kendinizi gömemezsiniz, ölmeden önce kendi defninizi kendiniz hazırlayın.
Muhasebenizi sonra yapamazsınız, kendi muhasebenizi önceden yapın.
Hüküm Günü’nün sonra geleceğini düşünmeyin; kendi hükmünüzü, muhasebenizi anlayın ve kendiniz yapın.
Ölmeden önce nasıl bir evin size ait olduğunu anlamalısınız.
Bunları anlayın!
Bu anlayışla yapılması gereken işi tamamlayın ve bu işi tamamladıktan sonra her zaman hazır olun!
İşte o zaman yolculuğunuz kolay olur.
“Yarın yaparım!” ya da “Sonra yaparım!” diyerek bu işleri yapmayı sonraya ertelemeyi düşünmeyin!
Bu yapmayacağınız demektir.
Bunun anlamı bu işleri tamamlamayı hiç istemediğiniz ve bu işlerin yapılmayacağı demektir.
Her günde o ana ait bir işi bitirin.
Bir şekilde tamamlayın o işi.
Hayatınızda işlerin tamamlandığını bu şekilde görürsünüz. “Sonra” ya da “Yarın” dediğinizde bu “Hayır” demekle aynı anlama gelir.
Her gün yapılması gereken görevleri bitirmezseniz, onları tamamlamamışsınız demektir.
Onları tamamlama isteği sizde artık kalmamıştır.
Bunu anlamlısınız.
Bunu hepimiz anlamalıyız.
Bu arayışın farkına varmadıkça, her nefeste bu çabanın farkına varmadıkça, kendi evimizi ve kendi hâlimizi bilemeyiz.
Şu anda ne tür bir evde yaşıyoruz?
Bu sıfatlarımızdan, fiillerimizden, ahlâkımızdan, kalbimizden ve aklımızdan anlaşılabilir.
Bu hâl anlaşılmalıdır.
Başka ne söyleyeyim!
Son yirmi yıldır kendi deliliğimden, kendi düşkünlüğümden dolayı burada kalmaktayım.
Benim gibi deliliği, düşkünlüğü olan insanların buraya geleceğini düşündüm.
“Diğer insanlar da bendeki deliliğin, düşkünlüğün aynısına yakalanır ve hep birlikte burada yaşayabiliriz” diye düşündüm.
Ama görebildiğim kadarıyla sadece on-on iki kişi bu deliliğe, bu düşkünlüğe yavaş yavaş yakalanıyor.
Diğerlerine baktığımda, bazılarında bu düşkünlüğün, bu tutkunun eskiden var olduğunu, ama şimdi değiştiğini görüyorum.
Akıl ve zeka hakimiyetini ilan etmiş, onlara hükmetmiş ve şimdi onlarda bizdeki gibi gerçek bir düşkünlük değil de akıl düşkünlüğü var.
Bendeki gerçek tutku çok az insanda var.
Çok az kişide bu enayiliğe ait düşkünlük, delilik gelişmeye başladı.
Bu açıklamayı Allah verdi.
Allah : “Bana”a tam bir imanla iman eden kimse bu dünyada bir deli, enayi gibi olur. Herkes o kimseyi deli olarak görür. Böyle bir kimsenin tek tutkusu, tek düşkünlüğü vardır. O kimse ilâhî irfan delisidir, O Benim delimdir” buyurdu.
Böyle bir kimse dünyaya ait zevkleri terk eder ve bu deliliğinin, düşkünlüğünün peşine düşer.
İnsanlar o kimseye şöyle derler:
“Herkese bir bak hele! Onlarda akıl düşkünlüğü, akıl deliliği varken sende sadece bir enayinin deliliği var.”

İnsan sadece böyle bir deli olduğunda, ona bakan ve ona yardım eden doktoru Allah olur.
Böyle bir deliliği olan kimseyle sadece Allah ilgilenebilir, sadece O bakabilir.
Dünya, cehennem ve şeytan akıl düşkünlüğüyle ilgilenebilir. Ama bendeki gibi bir düşkünlüğü olan kimseye kim bakabilir, kim ilgilenebilir?
O insana sadece Allah bakabilir. O kimsenin tek doktoru Allah’tır.

Bendeki düşkünlüğü yaymaya çalıştığım insan sayısı çok az, ama akıl düşkünlüğü bir çok insana yayıldı.
Eskiden bendekine benzer düşkünlüğü olanlar bile akılları gelişip büyüdükçe bunu unuttular.
Bazıları bizi terk etti gitti, diğerleri de gitmeye başlıyorlar.
Eğer insan kendini akıllı görüyorsa, o kimse delilerin yanında kalamaz.
“Bu deli saçmalıyor!” diyerek gider.
Sadece deliler burada kalır ve bizi dinlerler.
Eskiden bizdeki düşkünlüğe benzer düşkünlüğü olanlar da şimdi akıl düşkünlüğüne kapılıp bizi terk edecekler.
Bu iyi.
Sadece bizdeki deliliğe, düşkünlüğe benzer düşkünlükleri olanlar burada kalmaya çalışırlar.
Tamamen düşkün olan deliler gibi olmaya çalışırlar.
Böyle yaparak, yani bu tamamen düşkünlük hâline ulaştıklarında kesin bir tedavinin geleceğini bilirler.

Akıl düşkünlüğü olanlar çeşitli doktorlara gider ve farklı farklı tedaviler görürler.
Akıl düşkünlüğü olan kimseler çok çeşitli tedaviler gördükleri için kendilerini bir tek düşkünlüğü olanlardan daha iyi görürler, çünkü bunca tedaviye bakılınca iyileştiklerini düşünürler.
Ama Bir Tek Doktor’u aramak zordur.
Bu gün olanlar bunlardır.

“Sadece Allah yeter!”
Yüz ya da yüz elli yıl önce bana söylenen şey budur.
Bana söylenen ilk sözler şunlardır:
“Evladım, buraya gel, sana bir şey açıklayacağım.
Şimdi dünyadasın.
Bu dünyada çok çeşitli işler olabilir.
Bunlardan kurtulmanın yolunu bul.
Kibir, vehim, hayal, öfke, günah ve bağnazlık ateşleri, kan bağları, ırk ve renk ayırımlarına ait ateşler, bencillik kıskançlık ve kibir ateşleriyle birlikte açlık ateşi de insandadır.”


“Evladım, sen şimdi bu ateşler içinden yolculuk ediyorsun.
Dünyada yolculuk etmek için gönderildin.
Yolculuğunda bu ateşlerden geçeceğin için şimdi sana söylediğimi hep hatırında tutmalısın.
“Yiyecek sırasında en önde ol!”
Allah yolunda bu sözün anlamı, Allah’ın olduğu yerde, bu helal yerinde O’nun ni’metini, O’ndan gelen gıdayı almak için en ön sırada ol.
“Ama savaş ve kavgada en son sırada ol!”
Bu savaş kibir, vehim (karma) ve hayalin (maya) ve hayalin üç oğlundan oluşan şehvete ait altı ordunun yanında, bunlara katılan hırs, öfke, cimrilik, bağnazlık, sarhoşluk, hırsızlık, cinayet ve kötülük ordularının yaptığı savaştır.
Bu ordular ve müfrezeler önüne geleni kendilerine katarak ileriye doğru yürürler.
Dünya budur.
Hakikat yolunda gıda sırasında en önde ol, ama bu orduların gerisinde kal!
Bunların önüne geçmeye kalkışma yoksa kafanı kaybedersin. Dünya budur.
Herkes bu orduların peşine takılır.
Sana gereken merkezde yürümektir.
Allah’ın evi oradadır.
Oraya koş, kalbin merkezine koş!
Herkes korkudan bozguna uğradığında, darmadağın olduğunda, sen merkeze koşmalısın.
Bu iş böyle yapılmalıdır!”


“Şehirdeki herkes, tüm ordular, her türlü büyüleyici ve cazip şeyler, doğum ve ölüm koşmaya devam eder.
Sen de onların ortasında koşmak zorundasın, hayatını devam ettirmek zorundasın.
Herkes koştuğu zaman onların ortasında koş.
Ama bir kimse yalnız koşuyorsa, onun neden koştuğunu araştır, bul.
Körü körüne ona katılıp, onunla koşma.
Bu tehlikeli olabilir.
Yalnız başına koştuğun zaman, yolu sor, yolu araştır, yolu bul.
Rehberin nerede olduğunu bul, o rehbere sor, haritayı al ve yolda ilerledikçe sormaya devam et!
Allah’ın yolunda ilerlerken rehberlik, hidayet istemelisin.”


“Rehbere sormadan ilerleme.
Eğer yine de ilerlemen gerekiyorsa en önde gitme.
“Ben, ben” diyerek ileriye atılırsan, o zaman dünyanın tüm hayalleri orada olur.
Senin kanını emerler.
Geride de kalma sakın.
Orada sayısız hayal vardır.
Nefsin istekleri, beş unsur, kan bağları, mal-mülk ve ırklar hepsi orada toplanmışlardır.
Bu hayallerin hepsi seni yakalar ve tutarlar.
Zenginlik ve açlık hayali gelir ve seni yakalar.
Eğer geride kalırsan, bu hayaller seni yakalar; ileriye atılırsan yine hayaller seni yakalar ve kanını emer


“Buna göre ne geride kal ne de ileri çık.
Doğru yolda yürü, hiç sapmadan orta yolda yürü.
Bu yol boyunca yürü ve Allah’a teslim ol.
Bu mizan terazisinde, adalet ve ölüm terazisinde, yani burada ölmeye bak ve sonra burada Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i gör!
Adalet ve hüküm senin ellerinde.
İzin verileni ve verilmeyeni (helal-haram), doğruyu ve yanlışı, adaleti ve adaletsizliği tartarak kendi hükmünü ver. Allah’ın adaletini kullanarak bunları tart. Bismillâhirrahmânirrahîm mezar taşının önünde secde et.
Kelime’nin yazıldığı bu tahtayı kendin yapmalısın.
Bu merkezi noktada imanı kur!
Kararlılığı sağla ve gerçek iman sahibi olan (mümin) kimseye ait olan mührü sağlamca vur.
Allah’ta öldüğünü işaret eden bu tahtayı dik.
Böyle bir muhasebeyi yap. Burada öl, Allah’ta öl; gerçek iman sahibinin ölümüyle öl ve bu tahtayı dik!”


“Yapman gereken budur.
O zaman Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i Mizan Terazisi’nin yanı başında görürsün ve cehennem senden uzaklaştırılır.
Cehennemi görmezsin ve köprüyü geçersin.
Ama burada Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i göremezsen, o zaman kılıçtan keskin, irfandan daha ince olan bu köprüyü geçemezsin. Bu Allah’ın rahmetinin köprüsüdür. Bu köprüde yürümelisin. Bir kere bunu fark ettiğinizde köprü genişler ve bir kaza olmadan köprüyü geçebilirsin.
Aşağıdaki ateşler ve sesler sana dokunamazlar, seni yakalayamazlar.
Dört bir yandan sesler yükselir, ama kulaklarını onlara tıkadığın için sadece O’nun sesini dinlemeye devam edersin.
Eğer gerçek inananlardan (mümin) olamazsan, tüm sesler seni çağırır.
Eğer bu sesleri dinler ve başını çevirirsen bir yandan vehim, bir yandan cehennem seni çeker.
Dünya budur.”


“Bu köprüde Allah’a teslim olmalısın, O’nda bekâ bulmalısın ve Allah’tan gayrı her şey fenâ olmalıdır.
Sadece Allah ile arandaki bağı görmelisin.
Eğer bu hâlde yürürsen, aşağıdan gelen sesler kulaklarına ulaşamaz.
Eğer Allah’a teslim olduysan, düşüncelerini sadece O’nda topladıysan, Allah’ın yolunda bu hâlde ilerlersen; eğer bu tefekkür ve düşünceleri bir tek noktada toplama hâli sende varsa, o zaman köprüyü geçer ve O’na ulaşabilirsin.
O’nunla konuşursun.
Miraç budur.
Aynen Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in konuşması gibi, Allah’a ulaşır ve O’nunla konuşursun.”


“Bunu düşünmelisin.
Yoksa beraberinde taşıdığın sesler köprünün altından seni çağırırlar.
Ama ölmeden önce öldüysen, Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i mizan terazisinin başında gördüysen, o zaman senin için başka bir ölüm olmaz, cehennem ateşi olmaz. Burada ölmeden önce ölerek sonsuz hayata kavuşursun.
Şimdi hiçbir şey sana dokunamaz.
Bir mümin olarak sonsuz hayata ve nûr sûretine ulaşmış olursun.
Senin için bir daha ölüm olmaz ve cehennem senden uzaklaştırılmış olur


“Karşıya geçmek için yürümen gereken yol budur.
Bunu düşünmeli ve buna göre hareket etmelisin!
”
Rehberimin o zamanlar bana söyledikleri bunlardır.

“Dünyanın hâli buna benzer.
Ulaşmanız gereken şey budur.
Yol budur.
Yol boyunca rehberlik isteyin, Rehber’e sorun.
”
Efendim bunları çok önceleri söyledi.
Onları hatırlıyorum ve şimdi sizlere aktarıyorum.

Çocuklar, lütfen bunu düşünün!
Bu yolun nasıl bir yol olduğunu anlamalısınız.
Ne tür bir ahlâka ve davranışlara gerek duyduğunuzu söyledim, kendinizi buna göre ayarlayın.
Bazen düşünüyorum :
“Benim buraya gelmemin faydası nedir?
Ne fayda var? Buraya geldikten sonra ne gördüm?
Burada gördüğüm şeyleri düşünürsek, geldiğim yerde kalabilir ve daha fazla çalışarak ilerleyebilirdim diyorum. Bunu düşünüyorum.
Burada yaptığım tek şey bağırmak.
”

İlâhî ilim ezberlenerek, çalışılarak, tekrarlanarak öğrenilen bir şey değildir.
Ateş yakmak istiyorsak taşın bir yere vurulması, çarpması gerekir.
Bunun gibi ilâhî ilim de sadece Allah’la elde edilebilir; iman sadece Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) ile kazanılabilir; irfan ya da nûr da sadece Kutb (k.s.) ile kazanılabilir.
Bu yüzden ilâhî ilim öğrenmeye rehberle (mürşid) başlarsın.
Kalbini rehbere götürmelisin, kalbin rehberin yanında atmalıdır.
Kalbini rehbere vurmalı ve oradan ya rahmet ya da mânâ çıkarmalısın.
Rehbere ne götürürsen götür, onu değiştirir ve sana geri verir.

Bir keresinde dilencinin biri Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e geldi ve fakirliğine ve hayatındaki zorluklarına yardım istedi.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) o adama cebindeki bütün parasını vermesini söyledi.
Dilenci sadece bir altın verebildi.

Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) parayı bir elinden öteki eline geçirerek değiştirdi ve :
“Bu Allah’ın zenginliğidir. Bu zenginliği al ve kendine bir iş kur!” diyerek dilenciye geri verdi.
Bu adam sonra zengin oldu.
Bunun gibi, rehber sen ne getirsen getir, onu değiştirir ve sana geri verir.
Eğer istekler, arzular getirirsen, “Çok iyi” deyip bunları sana geri verir.
Eğer iyilik, hayır getirirsen, bunları daha da yüceltip sana geri verir.
Eğer iyi niyet ve hayır getirirsen, onları senin için arttırır; niyetini gerçekleştirir.
Niyetini bir eliyle kabul eder, bu niyetini öteki eline geçirir ve sana geri verir.
Sadece ona getirdiğin şeyi artırır ve sana geri verir.
Sadece ona getirdiğin niyetini sana geri verir, ama arttırılmış bir şekilde geri verir.
Niyetin iyiyse iyilik artar, kötüyse kötülük artar.
Aradığın yolu senin için büyütür.
Aradığını görmeni sağlar.
Bunu düşünün. İlâhî ilim öğrenmek için kalbinizin neye atması gerektiğini öğrenin.
Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) :
“İlim (ilâhî ilim) Çin’de bile olsa gidiniz!” buyurdu.

İnsanın düşünmesi gerekir:
Neden Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’ân’ı elinde taşıdı, sonra bu Kur’ân’ı bize verdi, ama sonra ilim öğrenmek için Çin’e bile gidin buyurdu?
Aynı zamanda Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisi şeriften öğrenilen irfan, elli vakit namazdan daha yücedir buyurdu.

İnsanlara irfan ehlinin sözlerini (hadis) dinlemelerini söyledi.
Senin yaptığın ile Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in söyledikleri arasında çok büyük farklar var.
Kalbinin neye attığını belirlemelisin.
Ruhun hayatını diriltmek için kalbin rehberde atmalı ve ilâhî ilim hayatını elde etmelisin.
Rehber rahmet ve ilâhî ilimdir.
Bu devleti kazanmak için kalbin rehberin yanında atmalıdır. Her şeyi çalıştığını ve öğrendiğini düşünme.
Bunun hiçbir faydası olmaz.

Bunu iyi düşün. Allah yardımcınız olsun. Âmin!.
Zenginliğinizi arayın.
Köprüyü nasıl geçeceğinizi, karşıya nasıl gideceğinizi arayın ve anlayın.
Elim sende oynayan iki kişiden biri hep dayak yiyorsa, o adam aptaldır; bu ele hâlâ vurmaya devam öteki adam da aptaldır.
Sözlerim kulaklarınıza işlemediği hâlde bunları söylemeye hâlâ devam ediyorsam, o zaman ben bir aptalım.
Eğer buraya gelip, oturup sözlerimi almıyorsanız, eğer zaman zaman burada oturup sadece bana bakıyorsanız, o zaman sizler de aptalsınız.
Eğer sözlerim size işlerse, o zaman faydası olur, yardımı olur.
Aksi hâlde siz ve ben az önce anlattığım elim sende oynayan iki kişi gibi oluruz.
Dinlemediğiniz hâlde ben konuşmaya devam eden bir aptalım; sizler de konuştuklarımı dinlemediğiniz hâlde buraya gelmeye devam eden aptallarsınız.
Bir araya gelmiş iki aptal gibi oluruz.
Bunun bir faydası olmaz.
Bu boşa gitmiş bir iş olur.
Her iki tarafın da harcadığı emekler boşa harcanmış olur.
Bu aptallıktır.

Eğer kalbiniz doğru yolda açılır ve sözler içine işlerse, o zaman bu sözlerin size yardımı ve faydası olur.
Hem siz hem de ben bundan faydalanırız.
Ne yaparsanız yapın doğru şekilde yapın.
Bir hastalığı tedavi etmeye kalkıştığınızda, doğru ilaçları seçin ve hastaya verin.
O zaman hastalık iyileşir.
Bir iş yapmadan önce o işi düşünmelisiniz.

Âmin!. Allah yardımcınız olsun.

29 Haziran 1981
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : İRFAN YOLU

Resim

11. İNSAN OLARAK YAŞAMAK

Varlığını ve mükemmelliğini her yerde ve her şeyde gösteren Allah’ım!
Tüm hamdler ve övgüler Sana aittir.
Birlik içinde olan Sensin. Bu birlikte iş yapan da Sensin Allah’ım!
Böyle bir birlik içinde Sen’den başka iş yapabilecek kimse yoktur.
Senin yaptıklarının hepsinde apaçık bir hikmet vardır.
Aramak için ne kadar koşup durduğumuzun bir önemi yoktur, sadece irfanla baktığımız zaman her şey apaçık olur.
Allah’ım! İrfan olmadıkça Senin yaptıklarının hiçbirini anlayamayız; ama irfanla her şeyi apaçık görürüz.
İrfan her şeyin içinden geçer; duyularımızın, hislerimizin hayal ettiği, kurduğu kocaman balta girmemiş ormanlar irfanla açılır.
Allah’ım şimdi Sana bakmaya çalıştığımızda kocaman bir dağ görüyoruz.


Bu dağı aşmak için bir yol aramaya çalıştığımızda da tüm ömrümüzü harcasak aşamıyoruz.
Ama dikkatimizi bir noktaya toplarsak (tefekkür), bu dağ parçalara ayrılır ve karşımıza dosdoğru bir yol çıkar.
Gözümün nûrları, yapılması imkansız görünen şeyler, bu şekilde, yani açıklıkla, irfanla, yüksek hedeflerle ve güzel sıfatlarla yaratılmışlara yardım ettiğimizde, kendimizi temizlediğimizde, işimizi tamamladığımızda, ileriye doğru gittiğimizde gerçekleşebilir.
Bu uyanıklık ve irfan olmadan yapılan işlerimiz aslında Seninle birlik içinde olmadan yapılmış olur.
Senin bizimle birlikte yürümediğin zamanlar olur, o zaman Senden uzak câhil bir kimse olurum.
Senin yaptıklarını anlamayan böyle bir câhil :
“Allah kimdir? Allah nerededir?” der.
Bu kimse kendi nefsine tapar ve Sende kusur arar.
Bu hâlden bizi uzak tut Allah’ım!
Geçmişteki hatalarımızdan dolayı bizi affet!

Affedicilikteki sabır ve olgunluk sadece Sende vardır Allah’ım!
Senden gayrı hiç kimse hatalarımızı Senin gibi affedemez.
Bir çok insanda, bizim onlara olan kızgınlığımızdan fazla kızgınlık ve öfke vardır.
Biz başkalarına kızabilir, öfkelenebiliriz, ama onların bize karşı öfke ve kızgınlıkları bizimkinden fazladır ve başkalarına da öfkelenip kızmaktadırlar.
Affedicilik sadece Senden gelir.
Bu yumuşaklık (hilm) sadece Sende vardır ve bundan dolayı bizleri affedersin Allah’ım!
Çünkü sabır, şükür, tevekkül ve elhamdülillah ile dolu olan Sensin Allah’ım!
Affediciliğe ait merhametli sıfat Sendedir.
Bu sıfatla sıfatlanmamızı sağlayacak rahmeti bize lütfet Allah’ım!
Biz Senin rahmetine, lütfuna muhtacız!


* * *

Gözümün nûrları, ilk görünen ve hâlâ görünmeye devam eden Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla!

Zâhir olmasıyla bir nûr oldu; karanlıkları o nûr dağıtır, Sultan O’dur.
Kendinden gelen, Kendinden görünen her şeyi hiçbir karşılık beklemeden besleyen ve koruyan O’dur.
O Allah’tır!
Bütün hayatlarda bu işleri sürekli yapan merhametli sıfatlara sahip Bir O’dur.
O Âlemlerin Rabbidir, O Rahmân’dır, O Rahîm’dir.
İşte bu mükemmel hazineye biz Allah diyoruz.
Dünyadaki insanlar değişik dillerde O’nu başka isimlerle çağırırlar.
Dokuz çeşit değerli taş vardır ve değişik renklerine ve sûretlerine göre çeşitli isimlerle adlandırılır.
Bazıları diğerlerinden daha pahalıdır;
Bunların değerini, hangisinin sahte, hangisinin gerçek olduğunu bir mücevherci söyleyebilir.
Değişik mücevherlere farklı isimler verilmiştir, ama gerçekte insanlar sadece bunların renklerine isim vermiş oluyor.
Bunun gibi, Evvel ve Âhir olan Allah’ın her şeyi kuşattığı bu âlemde, bizler renklerin, tonların, seslerin ve dillerin çeşitliliğine bakarak :
“Bu farklı, şu farklı” diye iddia ediyoruz.

Ey Alemlerin Rabbi!
Ey Merhametli olanların En Merhametlisi!
Ey bizleri Koruyan Allah’ım!
Hastalıklarımıza şifa ver, zorlukları kolaylaştır, fakirliğimize merhamet et bizi zengin kıl!
Ey anlaşılmaz, akıl sır ermez rahmet ve kıyaslanamaz sevgi olan, bitmeyen rahmetini lütfeden Allah’ım!
Bize huzur ve barış getiren tüm hamdler ve övgüler Sanadır.
“Allahu Ekber!” diyerek Sana şükrediyoruz.
O’na ait olanı O’na verelim, O’na ait olan mutluluğu ve işleri O’na verelim ve huzur ve barış bulalım.

Gözlerimin nûrları!
Bir fidan ekip, gübreleyip suladığınızda, o fidan büyürken neler hissederiz?
O fidanın büyümesinden mutlu oluruz, zevk alırız.
Peki bundan kim faydalanır?
Faydalanan da biz oluruz.
Bir ağaç dikip, gübreleyip suladığımızda, o ağaç güzelleşir ve tam olarak büyüdüğünde faydaları bol olur, bereketli olur.
O ağacın verdiği meyvelerin tatlılığını tadar ve mutlu oluruz.
Bunun gibi Allah’ın hedeflerini kendimizde ekmeli, büyütmeli ve O’na sunmalıyız.
O zaman O’nun huzurunda O’nunla huzur buluruz.
Bu zevkin, bu tadın farkına varmalıyız.
Hayatımızın her yönünde bunu yapmalıyız.
Hepimiz Allah’ı tefekkür edelim!
O’na ibâdet edelim!
O’nu sevelim ve irfanda yıkanalım!

Kalbimdeki tüm çocuklarım!
Allah hepimizi Kendi kalbinde kucaklasın ve hayatımızı sonsuz ni’metiyle, lütfuyla doldursun


* * *

Değerli çocuklarım!
Düşünmemiz gereken bir takım şeyler vardır.
Şunu düşünün!
Bir zamanlar yanında tahta çit olan bir havuz varmış.
Bir bukalemun bu tahta çite tırmanıp üzerinde oturmayı severmiş.
Bir kurbağa da bu çite zıplayıp üzerinde güneşlenmeyi severmiş.
Havuzda birkaç kaplumbağa ve başka canlılar bulunuyormuş.

Bir gün adamın biri eşeğinin çektiği arabasıyla buradan geçiyormuş.
“Bu eşek yeterince hızlı gitmiyor” diye şikayet ediyormuş.
“Bu bukalemunla kurbağayı da arabaya koşarsam, belki bizim eşek daha hızlı gider!” diye düşünmüş.
Böylece bukalemun ile kurbağayı yakalayıp arabaya bağlamış.
Eğer adam eşeğiyle yola devam etseydi, yavaş da olsa en sonunda gidecekleri yere ulaşırlardı.
Ama şimdi, kurbağa arabayı havuza doğru çekmeye çalışırken, bukalemun arabayı tahta çite doğru çekiyormuş.
Bu ikisi birbirine ters yönlere doğru arabayı çekerlerken vakit geçmiş. Böylece araba hiçbir yere gidememiş, sadece havuzun kenarında durup kalmış.

Bunun gibi, Allah’ın rahmeti olan kalbdeki irfan bahçesinin havuzunda sayısız şeyler meyvelerin tadını bozmaktadır.
Dört yüz trilyon on bin sayıdaki düşünceler, sûretler oradadır.
Havuzun kenarındaki kurbağa, bukalemun ve diğer canlılar gibi bu düşünceler kendi rahatları için oraya gelirler.
Eğer yolculuğumuzda bize yardım eder diye düşünerek bunların sıfatlarını almaya kalkışırsak;
Eğer şimdiye kadar üzerinde yürüdüğümüz yolu ve bu yolda taşıdığımız şeyleri bırakırsak, bunun hiçbir faydası olmaz.
Eğer en azından hissetme, uyanıklık ve akıl düzeylerini kullanmazsak,
Eğer bunları bırakırsak, bu üç hâlin en az bir tanesini sağlayamazsak,
Eğer bu üçünün yerine maymun aklına, arzulara ve aceleciliğe sarılırsak, yolculuğumuzda bunların faydalı olacağına kanarak arabaya koşmaya çalışırsak,
O zaman yolculuğumuza bir daha asla devam edemeyiz!
Bizi sağa sola, oraya buraya çekerler ve yolda ilerleyemeyiz.

Göz ardı etmemiz gereken akıldır.
Akla güvenemeyiz.
Akıl havuzdan çıkıp güneşte kurulanmak isteyen kurbağaya benzer; ama insanları görür görmez tekrar havuza geri döner.
Bukalemun havuzdaki solucanları yemek için havuza gelir. Arzuladığı şeyleri yer yemez, o da geldiği yere geri döner.
Eğer bu ikisini önemseyip, bize yardım edeceklerini düşünerek arabamıza koşarsak, Allah’a hiçbir zaman ulaşamayız.
Artık hakikati arayamaz oluruz.
Hakikate asla ulaşamaz ve ilerleyemeyiz.
Bunu düşünmeliyiz.
Eğer aklımızı beraberimizde alıp, arzularımıza ve düşüncelerimize yapışırsak, bunlara bağlanırsak, o zaman Allah’a ulaşmak çok zorlaşır.


* * *

Gözlerimin nûrları!
Şehirlere giden ve gelen yük trenleri ile yolcu trenleri vardır.
Yolcu treni her istasyonda bir-iki dakika durur ve yolcuları indirir.
Yük treni ise belli istasyonlarda yarım ya da bir saat durur ve yüklerini boşaltır.
Yük treni her istasyonda durmaz.
Bazen yükleri taşıyan vagonları bazı istasyonlarda lokomotiften ayırırlar ve bu vagonları arkasında bırakarak yük treni yoluna devam eder.
Böylece yük treni son durağa varıncaya kadar yük vagonlarından her birini arkasında bırakarak ilerler.

Bunun gibi hayatımızda bize yapışmış, bize bağlı olan her sıfatımızı arkamızda bırakmalıyız.
Her faydasız fiil yük olduğu için boşaltılmalıdır.
Her istasyonda bu şeyleri boşaltmalı ve çekmek için daha fazla şey almamalıyız.
Bu şekilde harcayacak kadar çok zamanımız yoktur.
Zaman geçmektedir.

Hayatımızda yüz binlerce düşünce, kavga, çekişme ve ayırımlar toplayıp durduk.
Topladığımız şeylerin sayısını söylemek, bunları teker teker saymak imkansızdır.
Akıl olan vehim ve hayal (maya) okyanusundan bütün bu şeyleri yakalayıp çıkarmak, okyanustaki bütün balıkları çıkarmak gibidir.
Balıkların sayısı sonsuzdur.
Hayatımızda düşünceler birbirini takip ederek aklımıza gelmeyi sürdürürler.
Aklımıza gelen bu şeylerden bazıları, zehirli böceklerin sokması gibi bizi öldürebilir.
Hem iyi hem kötü çok çeşitli şeyler aklımıza gelir.
Bu nedenle, bunları sürekli elemek, iyi olanı geliştirmek ve diğerlerini takip etmek zorundayız.


* * *

Gözlerimin nûrları!
Hayat çok ama çok incedir.
Bu inceliği keşfetmek ya da farkına varmak daha büyük bir incelik gerektirir.
Bir kere bunun farkına varıldığında, bu farkındalığı davranışlarımıza yansıtmak daha da büyük bir incelik gerektirir.
Eğer bu inceliğin farkına varıp anlarsak, o zaman ilerlemek kolay olur.

Hızlı akan, çok kuvvetli akıntısı olan bir ırmak düşünün.
Böyle bir ırmağı yüzerek geçmek gerçekten zordur, çünkü akıntı çok şiddetlidir.
Bir kayıkla da geçemeyiz, çünkü ırmağın akıntısı kayığı alabora edebilir.
Karşıya geçmek için bu ırmakta nasıl yüzüleceğini çok iyi bilen ve başkalarını eğitebilecek, yetiştirebilecek “özel bir öğretmen” bulmamız gerekir.
O zaman bu öğretmen kalın bir ip alır ve ipin bir ucunu ırmağın bir kıyısına sıkıca bağlar, yüzerek iple karşı kıyıya geçer ve ipin öteki ucunu da bu kıyıya sıkıca bağlar.
Gerekirse ilave ipler eklenebilir.
Bu şekilde çok çeşitli köprüler kurulabilir veya ipler küçük bir tekneyi karşıdan karşıya çekmede kullanılabilir.
Böylece hiç kimsenin yardımı olmadan karşıdan karşıya geçebiliriz; kayığı çekmek için ipi kendimiz kullanabiliriz.
Daha önceden çok zordu.
Şimdi ırmağın karşı kıyısına kolaylıkla geçebiliriz.

Bunun gibi, buradaki yolculuğumuzda bu dünyadan âhirete gidiyoruz.
Bu hayata geldik ve bu hayattan âhirete doğru ilerliyoruz.
Hayatta ilerlemek için, bu vehim ve hayal (maya) okyanusunu geçmek için, bu okyanusun dalgalarını yüzerek aşmak için, bir müddet mücadele etmek zorundayız, böylece önce bu inceliği keşfedelim.
Ârif bir kimseden bir takım şeyleri keşfetmemiz gerekir.
Bu irfandan, bu açıklıktan ve bu sıfatlardan öğrenmeliyiz.
Böyle yaparsak kolaylaşır ve yükümüzü karşı kıyıya taşıyabiliriz.
Bu yolda her çocuk hayatın inceliğini keşfetmek ve anlamak için gerekli olan irfan açıklığına ulaşmalıdır.
Bu hakikati anlamalıyız ve bu irfanla farkına vararak her şeyi elemeli ve ayırmalıyız.

Ölüm ve doğum her zaman boynunuzda asılı durur.
Ölüm ve doğum çok hızlı olabilir.
Bir göz kırpmasıyla ölüm gelebilir.
İnsana kötü bir sıfat bulaşsa, birden ölebilir.
Ama irfana ait iyi bir sıfat gelirse, ölümden kurtulur ve yaşamaya devam eder.
Uykudayken bile, soluduğumuz nefes yanlış yoldan gitse, o an ölebiliriz.
Yatıp uzanır ve bir daha uyanmayabiliriz.
Uyanıp evden çıkar ve bir daha asla geri dönmeyebiliriz. Ölümün ne zaman olacağını bilmeyiz.
Ölüme güvenemeyiz, ne zaman geleceği belli olmaz.
Ölümün tacı boynumuza asılmış, bizimle oynuyor.
Buna rağmen ölüm boynumuzda asılı dururken, biz hâlâ bu dünyada oynamaya devam ediyoruz.
Ölüm bizimle oynar, biz de çok uzun yaşayacak ve çok şeyler yapacağımızı düşünerek dünyada oynarız.


* * *

Gözlerimin nûrları, irfana sarılırsak hayat çok güzel olabilir.
Bir bukalemun için ağaca tırmanmak kolay değil midir?
Bukalemun için ağaca tırmanmak çok kolaydır.
Ama insanın ağaca tırmanması için çok çaba sarf etmesi gerekir.
Bir yılan kendini ağacın gövdesine dolayarak, sarıla sarıla sessizce ve kolaylıkla ağaca tırmanabilir.
Bir insan yılan gibi ağacın gövdesine dolanarak tırmanamaz; insanın ağaca tırmanması daha zordur.

Bir yılan gibi akıl da hayatımıza dolanarak, dairesel hareketlerle hareket eder, ama irfan dosdoğru ileriye bakar, dikkat eder ve ilerler.
Hayatımızda sadece irfana sarılmalı ve dosdoğru bir şekilde yukarı çıkmalıyız.
Akıl maymunu dairesel olarak dans eder ve gördüğü her şeye güler. Bunun için hayatımızda çok iyi düşünmeliyiz, dikkat etmeliyiz. Bu böyledir, kardeşim.
Her şeyi sevgi hâliyle düşünmeliyiz.
Sevgimiz güzel kokulu olmalıdır.
Her sözümüz kalbe tatlılık getirmeli ve dilimiz zevk almalıdır.
Her bakışımız diğerlerine huzur ve barış vermelidir.
Tüm insanları kalbimizde sevgiyle kucaklayan bir kucaklayışa sahip olmalıyız.
Başkalarına verecek kalbimizden başka hiçbir şeyimiz yoktur.
Kalbimizi verdiğimizde bizden sevgi yayılır.
İnsanların açlığı doyar, sevgi, merhamet ve güzel bir tatla, zevkle dolarlar.
İnsanlara verecek suyumuz veya yiyeceğimiz olmayabilir, biz de aç ve susuz olabiliriz, ama sevgisiz ve merhametsiz olamayız.
İnsanlarla konuşur konuşmaz, onlara sevgi ve merhamet verir vermez, yorgunlukları, üzüntüleri ve endişeleri onları terk eder.
İşte o zaman onlara biraz su ikram edebiliriz ve suyu içtiklerinde yeniden tazelenirler, canlanırlar.

Bunun gibi, Allah’ın her sıfatına sahip olursanız, her hayata huzur verebilirsiniz.
“Bende yok!” demezsiniz.
Bunun yerine : “İşte burada, işte buyurun! Olgunluk burada. Genişlik ve zenginlik burada!” dersiniz ve tüm kalblere rahatlık verirsiniz.
Sevgi bu olgunluk ve zenginliktir.
Merhamet en yüce bir hedeftir.
Merhamet ve affetmek insanın kalbinin yumuşamasına neden olur.
Bu yüzden başka hayatlara merhamet gösterir ve affederseniz, bu sizin kendi kalbinizi yumuşatır.
Böyle bir kalbin sevgi dolu olduğu belli olur.
Her insan bunu düşünmelidir.

Okyanusta yaşayan çok çeşitli balıklar vardır.
Bazılarında elektrik vardır, elektrik taşırlar; bazıları çok soğuktur; bazıları da zehirlidir.
Bazı balıklarda dört yüz ya da beş yüz volt şiddetinde elektrik akımı vardır.
Eğer başka bir balığa dokunacak olurlarsa, o balık hemen ölür.
Bizde de buna benzer çok çeşitli şeyler vardır.
Elektrik bizdedir, ışık bizdedir.
Kötü şeyler bize dokunduğunda elektrik onlar çarpar.
Ama bazı kötü şeyleri elektrik de durduramaz.
Kalbimizde bir çok sıfatlar vardır.
Bunların arasında başkalarını öldürme ve yenme isteklerine ait sıfatlar vardır.
Bu sıfatlar yüzünden başkalarına acı, üzüntü ve zorluklar veririz.
Ama tüm hayatlara huzur ve barış getirmeye çalışmalıyız, bunu yapmak için önce kendi kalbimizde huzuru bulmalıyız.
Bu hâlimize baktığımızda, bunu düşündüğümüzde öğrenecek çok şeyin kaldığını fark ederiz.
Tüm savaşlar sende, nefsinde olur.
Etrafımızda gördüğümüz şey şehir değildir, tüm şehirler bizdedir, içimizdedir.
Cennet bu gördüğümüz değildir, cennet içimizdedir.
Cehennem bu değildir, cehennem de içimizdedir.
Bunlar akrabalarımız değildir, akrabalarımız sevgi ve aşk sûretinde içimizdedir.
Merhametten doğan sıfatlar bizim gerçek akrabalarımızdır.
Çevremizdeki insanlar gerçek kan bağımız değildir.
Gerçek kan bağımız merhameti getiren ve merhametin etrafımıza yayılmasını sağlayan iman, sükunet ve huzurdur.
Gerçekten kalbe bağlı olan sıfatlar bunlardır.
Bunlar sevginin sûretidir.

Hayatımızın her yönüne böyle bakmalıyız.
Her bir şeyin içini açıp bakarsak, ne kadar güzel olduğunu görürüz.
Bir çiçek açtığında, kokusunu ve güzelliğini gösterir.
Bunun gibi, her hâlimizde açıklığa ulaştığımızda, ortaya çıkan güzellik, güzel koku ve sıfatlar bize böyle bir rahmeti getirir.
Bu güzellik insanın yüzünde görülür.
Düşmanımıza, sevmediğimiz birine bile böyle bakmalıyız.
Bir bebeğe baktığımızda aynı güzelliği görmeliyiz.
Yaşlı birine baktığımızda da bu güzellik oradadır.
Genç birine baktığımızda da bu güzellik oradadır.
Her şeyi düşünmeliyiz.

Konuşmanın faydası yok. Konuşmak yararsız.
Bir çiçekten çıkıp gelen o güzel koku gibi sadece kalbimizden çıkan bu rahmet ve merhamet etrafımıza huzur ve barış getirir.
Sadece bunun kokusu güzeldir.
Her insanın kalbinden bu yayılmalıdır.
Eğer huzur elde etmek istiyorsanız, başkalarına huzur bulmaları için yardım edin ve bu dünyaya ait zorlukları kaldırın, o zaman siz de huzur bulursunuz.
Kalbimizde kendimiz huzuru bulup bunu dışarıya göstermeliyiz.
Eğer kuyuda su varsa kolayca içebilirsiniz.
Ama kuyuda su yoksa ne içeceksiniz?
Artık bir daha o kuyuya gitmeyiz.
Bunun gibi, kalbimizde huzur varsa başkaları da gelir ve huzur bulurlar. Kalbimizden alırlar ve faydalanırlar.
Biz daha bunu kendi kalbimizde başaramamışsak başkalarına nasıl vereceğiz?
Suyu olmayan bir kuyu gibi başkalarına verecek hiçbir şeyimiz olmaz.

Merhameti, sevgiyi, cömertliği ve affediciliği kendimizde geliştirmeli ve diğerlerine göstermeliyiz.
Kalbimiz çok küçüktür.
Allah büyüktür.
O her yerdedir.
Ama O’nun sığdığı yer atomdaki atomdan, zerredeki zerreden daha küçüktür.
İrfanımız gelişip büyüdükçe, kalbimiz gittikçe küçülmeye başlar.
Kalb küçüldükçe, kalbin nûru ve parıldaması artar.
Eğer biz küçülürsek, o zaman bu nûr, bu mükemmellik, bu olgunluk büyür.
Ama biz büyürsek, o küçülür.
İşte böyledir.
Bunu düşünmeliyiz.

Değerli çocuklarım, her biriniz lütfen kalbine baksın.
Kalbinizde Allah’ın sıfatlarını arayın.
Hazinemiz budur.
Hayatımızın hazinesi, mükemmel ve kusursuz hazine budur.
Bu hazineye sarılmalı ve huzur bulmalıyız.
Çölde susuz kalmış su bulmaya çalışan yolculara benziyoruz.
Bu gün sevgisiz kalmış, merhametsiz kalmış ve affediciliği olmayan kalbin hâli budur.
İnsanın birlikten ve huzurdan uzak yaşadığı bu cehennemi andıran dünyada hakikati aramaya çalışıyoruz.
Bu dünyada çok az insan hakikati ve iyiliği, doğruluğu arıyor ve bu arayışları yüzünden bir çok zorluklarla karşı karşıya geliyorlar.
İyilikten çok kötülükle karşılaşıyorlar, ama hakikati aramayı sürdürmeye mecburlardır.

Değerli çocuklarım, her biriniz iyi olanı düşünmeli ve iyi olanı almalısınız.
Sevgi ve selâmım sizin üzerinize olsun.
Lütfen benim hatalarımı affedin.
Bilerek ya da bilmeyerek, farkına vararak ya da varmayarak konuşmuş olabilirim.
Bu hatalarımdan dolayı beni bağışlayın.
Gözlerimin nûrları, söylediklerimde yanlış bir şeyler varsa lütfen beni affedin.
Her zaman iyiyi aramalı ve iyiye doğru gitmeliyiz.
Allah yardımını, rahmetini ve lütfunu esirgemez, biz sadece çalışalım.
Bizi yakacak şeyleri kendimizde topluyoruz.
Akıl, arzular ve düşünceler bize işkence eden ve yakan şeylerdir.
Bize zorluk çıkaran hastalık bizle ve bizde yaşıyor.
Bir diken gibi bize batıyor ve acı veriyorlar.
Bu dikenleri çıkarmak zorundayız.
Farkına varamadığımız için bu sıfatları kendimizde tutuyoruz.
Bu sıfatlardan kurtulursak, hastalığımız tedavi edilir ve huzur buluruz.
Bunu düşünmeliyiz.

Gözlerimin nûrları, her hâlimizde sabır, şükür, Allah’a güven (tevekkül) ve elhamdülillah’a ihtiyacımız vardır.
Sabır hayatımızda çok önemlidir.
Aynı zamanda imana da ihtiyaç duyarız.
Bir gün ecelimiz kesinlikle gelecektir.
Bir gün muhasebemiz yapılacak, hükmümüz verilecektir.
Aradığımız ve elde ettiğimiz şeye göre bir gün ya cenneti ya da cehennemi elde edeceğiz.
Bir gün kesinlikle karar verilecektir.

Ne kadar uzun yaşadığımızın hiçbir önemi yoktur; yaşadığımız bu dünya bizim değildir.
Burası doğum ve ölümü, iyiyi ve kötüyü, cenneti ve cehennemi, insanı ve Allah’ı, yaratılışı ve ölümü, güzelliği ve çirkinliği, mutluluğu ve üzüntüyü çalışmak, öğrenmek için geldiğimiz bir okuldan başka bir yer değildir.
Tüm bunları düşünmeli ve öğrenmeliyiz.
Bu öğrenmede neyin ne olduğunu anlamalıyız.
Bu anlayışla iyinin ve kötünün, doğum ve ölümün anlamını aramalıyız.

Bu anlayış sayesinde gerçek inananlardan (mümin) olmalı ve ölmeden önce ölmeliyiz.
Çok çalışarak saf iman sahibi olarak ölmeliyiz.
Münker ve Nekir meleklerinin kabir sorularını sormadan önce, bunların cevaplarını verebilecek iyiliği kendimizde geliştirmeliyiz.
Allah’ın her sıfatını anlayarak, kendimizde geliştirmeli ve faydalanmalıyız.
O zaman, bu sıfatlarla iyiyi ve kötüyü yazan meleklere doğru cevaplar verilebilir.
Bu meleklere yazmaları için irfanınızın ve imanınızın ucu keskin açılmış kalemini verin.
Kıyamet Günü’nde yeniden diriltileceksiniz, ama ölmeden önce ölürseniz,
tüm bu sorgulamalar biter, ölümü ve her şeyi anlamış olursunuz.
Saf iman sahibi olanların ölmeden önce öldüğü gibi biz de ölmeden önce ölelim ve ölümün olmadığı yere gidelim.
Sonsuz hayata kavuşalım.
Allah ile konuşacağımız yer burasıdır.
Burada sorgulama, muhakeme olmaz.

Bu cevapları toplamak için buraya geldik.
Allah’tan nûr olarak doğduk ve bu dünyaya insan olarak geldik.
Öldüğümüzde bedeni terk ederiz.
O’na döndüğümüzde bir güzel koku olmalıyız; fiziksel ölümümüzle sadece bir beden, bir cesed olarak kalırız.
Bu sûretimizi değiştirmeliyiz.
Oradan bir nûr olarak geldik.
Dünyaya geldik ve Âdem olduk, insan olduk.
Şimdi irfanla gerçek insan (insân-ı kâmil) olmamızın zamanı geldi.
İnsan olarak yaratılmak Allah’ın bize rahmetidir, lütfudur.
Buraya neyi öğrenmeye geldiğimizi öğrenmeliyiz, dünyadan bu öğrenmemiz gerekeni almalı ve saf iman sahibi (mümin) olarak ayrılmalıyız.
Saf iman sahibi aynı zamanda saflık ve nûr sahibidir.
Bunu tamamladığınızda oraya gidersiniz, nûrlu güzel bir koku olarak O’na gidersiniz.
Sahibimiz O’dur.

Bu hâle ulaşmak için çok çalışmalıyız.
Bunu öğrenmek için buraya geldik.
Doğru bir şekilde arar ve çalışırsak, Sahibimize geri dönebiliriz.
Burası Sahibimize dönmek için bizi eğiten, terbiye eden ve hazırlayan bir okuldur.
Bu hayatta çok sayıda tecrübeler yaşarız.
Buraya sadece bunları çalışmak için geldik.
Burada hayatın hedeflerini keşfedebilir ve on sekiz bin âlemin sırlarını anlayabiliriz. Buraya gelmemizin nedeni budur.
En azından biraz da olsa bunu burada yapmalıyız.
Bu anlayışın bir tek damlasına dokunup :
“O iyi, O güzeldir, ben de iyi ve güzel olmalıyım” diyebilmeliyiz.

En azından bu idrakin bir tek damlasına dokunup her şeye hükmeden Bir Allah’a ibâdet edelim.
Gerçek ibâdet nedir?
O’nun fiilleri,
O’nun sıfatları,
O’nun ahlâkı,
O’nun namazı,
O’nun duası ve
O’nun sesi gidip O’na ibâdet etmelidir.
İbâdet budur.
Beni sildiğimizde O ibâdet etmelidir.

Bir çiçek sadece kendi kokusunu verebilir.
Öyle değil mi?
O koku o çiçeğin vermesi gereken kokusudur.
Sadece yasemin, yasemin kokusunu verir.
O’nun kokusunu O verebilir; işte gerçek ibâdet budur.
Bu güzel kokudan gayrısı, insanın kokusu ve nefsin arzularının kötü kokusu böyle bir ibâdet hâline ulaşamaz.
Kalbden Allah’ın sıfatları, Allah’a ait güzel düşüncelerin güzel kokusu ve O’nun rahmetine ait doksan dokuz sıfatlarının güzelliği doğduğunda, bu ibâdet olur.
Bu güzel koku Allah’a ulaşır.

Gözlerimin nûrları sevgim sizlere.
Hepiniz bunu düşünmelisiniz.
Bunu düşünmeli ve Allah’ın rahmetinin ve zenginliğinin güzelliğini anlamalı ve bunlara ulaşmaya çalışmalısınız.
O zaman hayatımızda muzaffer oluruz.
Âmin!.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahü ve berekatullahü kulubü.


17 Mart 1985
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : İRFAN YOLU

Resim

12. DUA VE TÖVBE


Sevgim sizlerle!

Euzibillahimineşşeytanirraciym.
(Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım).
Bismillâhirrahmanirrahîm.
(Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla).

Tüm ibâdetler ve övgüler, şükürler sonsuz rahmet, kıyaslanamaz sevgi ve tükenmeyen zenginlik sahibi Allah’a olsun. Âmin!.

Allah bizleri Kendi sıfatlarıyla, fiilleriyle, ahlâkıyla, hakikatiyle, sabır, şükür ve tevekkül sıfatlarıyla süslesin.
Bunları hepimize lütfetsin. Âmin!.

Allah bizleri Kendi kusursuz düşünceleri ve fiilleriyle, saf ahlâkı ve merhametli rahmetiyle süslesin.
Tüm sıfatlarıyla sıfatlanmamızı lütfetsin.
Bizlere cömert rahmetini ve üç âlemin zenginliğini, Kendi sıfatlarını ve bu sıfatların zenginliğini lütfetsin.

Ya Azîz, rahmetini, ni’metini üzerimizden esirgeme!
Bizlere üç bin latif sıfatının sırlarını öğreterek rahmetini lütfet.
Bu sıfatlarla nasıl gelişeceğimizi bizlere göster.
Rahmetini bizlere lütfet!
Hayatımızı Sana tevekkül ederek tam bir imanla yaşamamız için bize kesinlik ver. Âmin!.

Ruhumuzu Sana bağlayan doğru yolu bize aç lütfen ve bu yolda sapmadan yürümemiz için bizlere yardım et.
Allah’ım duamızı kabul et! Âmin!.

Hem şimdi hem de gelecekte bizleri bırakma, bizleri her zaman kucakla Allah’ım!
Lütfen bizleri hem şimdi hem gelecekte Senin koruman altına, ilâhî ayaklarının altına al!
Sana gelinceye kadar bizleri koru, bizleri Senin korumanın altına al!
Rahmetini bizlere bu yolla lütfet! Âmin!.

Peygamberlerine, Resûllerine, nebilerine, velilerine, âriflerine dünya halkının verdiği dertlerin ve sıkıntıların ortasında huzur ve barışı getirdiğin gibi;
Hiçbir zorluk olmadan, kolaylık içinde onlara yardım ettiğin gibi; Allah’ım!
Onlar gibi dünyada sayısız zorluk ve kayıpla karşı karşıya gelsek de, insanlar bize üzüntü, acı ve aklımıza eziyet etseler de Sen bizlere sabır, cesaret ve iyi ahlâk ver ve bizleri kuşat Allah’ım!
Bizlere huzur ve barış yolunu göster ve rahmetini lütfet Allah’ım!
Her şey üzerimize gelmeye ve eziyet etmeye başladığında, lütfen bize yardım et ki bunlarda takılıp kalmayalım Allah’ım!
Bunun yerine Senin sevginde, Senin aşkında kalmak ve mutluluk ve huzuru bulmak için bizlere yardım et Allah’ım! Bizlere huzurun, birliğin, mutmainliğin, dürüstlüğün ve sadakatin zenginliğini ver Allah’ım. Bizlere bu sıfatları ve gerçek irfanı lütfet! Âmin!. Âmin!. Âmin!.

Değerli çocuklarım!
Gözlerimin nûrları sevgililerim!
Sultan’ımız hepimizi beslesin, ni’met versin, ömür versin.
Hepimizin hatalarını bağışlasın ve bizi Kendine döndürsün.
Hayatımızı düzeltsin, bizi doğru yola iletsin, günahlarımızı affetsin, tövbemizi kabul etsin ve rahmetini üzerimize lütfederek bizleri O’nun güzel sıfatları ve fiillerinde bir araya getirsin.
Her şey için bizleri affetsin ve bizlere saf hazinesini lütfetsin. Bizi günün her anında O’na hamd eden, O’nu öven kullarından eylesin!
Kalbimizde, O’nu hiç unutmadan günün her anında O’nu sevelim.
Dâima O’nu analım.

Gözümün nûrları, değerli çocuklarım!
O’na olan imanımız böyle olmalıdır.
Her nefeste affedicilik isteyin, her nefeste tövbe edin.
Her nefeste O’nu düşünün, O’nu hatırlayın, O’na dua edin.
Dua ve tövbe bize ait olan bir hazinedir.
Affedicilik istemek, tövbe etmek bizleri yaptığımız hatalarımızdan kurtarır; hatalarımız silinir.
Hayatımızda tövbe bir silgidir.
İşlediğimiz hataları silip süpüren bir silgidir.
Bu silgiyi kendi ellerimizle yapmalı ve Allah’a sunmalıyız böylece Allah hatalarımızı affetsin!
Dua cennetin gerçek hazinesidir.
Allah’ı düşünmek ve O’na dua etmek cennet hazinesidir.
Sıfatlarımız kardeşlerimizi kucaklayan ellerimizdir.
Sıfatlarımız kardeşlerimizin kalblerindeki yorgunluk ve üzüntüleri değiştirir.
Sevgi, irfan ve iyi sıfatlar kardeşlerimizin kalblerindeki karanlığı silip atan bir zenginliktir.
Bunlar sevginin zenginliği olsun.
Bu sevgi ve merhamet zenginliği insanlara sunulduğunda, endişeleri, yorgunlukları ve üzüntüleri değişir.
Bu sadece iyi sıfatlarla elde edilir.
Bu iyi sıfatları kendimizde geliştirmeliyiz.
Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmalı ve her nefeste tövbe etmeliyiz.

Aradığımız ve elde etmeye çalıştığımız her şeyde hata ve kusur olabilir, bu nedenle bağışlanma istemeli, tövbe etmeliyiz.
Tövbe silgisini almalı, her nefeste onu kullanmalı ve Allah’ın hatalarımızı silebileceği bir hâle getirmeliyiz.
Tövbe silgisi hatalarımızı silen, temizleyen tek şeydir.
Bu nedenle, bu silgiyi her nefeste kullanalım.
İbâdet ve dua, tefekkür ve hizmet için niyet ve nefesimizi arttırmalıyız.
Bu niyet ve nefesimizi Allah’a vermeliyiz. O zaman cennete ulaşırız.
Her nefeste bu ikisini, dua ve tövbeyi sağlamalı ve Allah’a sunmalıyız.
Aynı zamanda dünyadaki kardeşlerimizin kalblerindeki üzüntüyü, sıkıntıyı ve karanlığı dağıtmak için Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmalıyız.
O’nun sıfatlarıyla sıfatlanıp birlik içinde kardeş olmalıyız.
Ama her düşüncede, her harekette, her bakışta, her niyette hata yapabiliriz.
Bu hatalar bir araya gelerek küme halinde bize yük olurlar.
Bu yüzden, her nefeste bu tövbe silgisini Allah’a sunmalıyız böylece hatalarımızı affetsin.
Her nefeste yapılan dua sayesinde cennete ulaşırız.
Bu Allah’ın doğru yoludur.
Bunu yapmalıyız.
Sağımızda dua, solumuzda tövbe durur.

Saf olan kalb temizlenmiş ve O’nun sıfatları gelişmiş bir kalbdir.
Başkalarının faydalanması ve böylece gayemize ulaşmak için bu saf kalbe sahip olmalıyız.
Olgunlaşmak budur.
Bu şekilde muzaffer olmalıyız.

Bunu düşünelim.
Lütfen her biriniz bunu düşünsün.
Hüküm Günü’nde dosdoğru bir sorgulama olacaktır.
Yüz yüze sorular sorulacaktır.
Bu saf hâli kendimizde kurarsak, o zaman bir ilaç gibi gelir ve en son kararı belirleyen doğru cevaplarımız gelir.
Sorular sorulduğunda bu hâlimiz en güzel bir cevaptır.
Bize huzur getiren tövbe, dua ve Allah’ın sıfatlarıdır.
Bunu düşünelim.

Her birimiz bunu kalbimizde kurmalıyız.
Bunu başarırsanız, size sadece iyilik gelir ve bu iyilik huzur getirir.
Bunu düşünelim.
Gözlerimin nûrları!
Allah bizlere rahmetini ve lütfunu versin!
Kalbimizi bununla güçlendirsin! Âmin!.


8 Temmuz 1984
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

HAYATIN SUFÎ YÖNÜ

Orijinal Adı:
To Die Before Death:
The Sufi Way of Life


Resim

MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN (ks)
Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


KÜÇÜK SÖZLÜK:


[Sözcüklerin önündeki (A) Arapça, (T) Tamil dilinde olduğunu gösterir.]

Aham : (T) Kalb; kalbin güzelliği.

Ahamad : (T) Arapça Ahmed kelimesinin Tamil dilindeki değişik biçimi. Kalbin (aham) hâli. Ahamad Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in kalbidir. Kalbin güzelliği (aham) yüzün güzelliğidir (muham). Bu Allah’ın sıfatlarının güzelliğidir. Bu ilâhî ilim (bahr-ül ilm) okyanusundan gelen önemli bir isimdir. Kalbin hamdını, övgüsünü layık olan sadece Allah’tır.

Âlem : (A) (çoğul. âlemin) dünya; kozmos; kainat.

A-L-H-M-D : (A) Arap alfabesindeki elif, lam, mim, ha, dal harfleri olup kalbi, yani elhmd ya da elhamd hâline bürünmüş gerçek insanın (insân-ı kâmil) kalbini işaret eder. Burada elif Bir olan Allah’ı, lam Nûr’u, mim Allah’ın Ebedî Peygamberi Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i, ha fiziksel bedeni ve dal dünyayı temsil eder.

Arş : (A) Allah’ın arşı, tahtı; Allah’ın hükmettiği yer; baştaki taçta bulunan makam, sadece bu taht O’na dayanır. O kadar ağırdır ki ellerimiz, ayaklarımız taşıyamaz. O’na dayanan tek uzvumuz arşdır.

Arşu’l-müminin : (A) (arş- taht) Müminin arşı; sarsılmaz imanı olanın arşı; insan-ı kamilin tahtı.
Allah kendine hamd eden kalbdedir, kendine şükreden dildedir, o öyle bir dildir ki sadece iyiliğe ait düşünceleri dile getirir, sadece hakkı söyler, dâima şükreder.

Athi : (T) ilk başlangıç. Allah’ın Kendine muhabbet ettiği zaman; Nûr [Allah’ın nûru] ve Kutb’un [Allah’ın hakikatini açıklayan irfan] O’nda tecellî ettiği zaman; nûrun görünmeye başladığı zaman; bâtının (görünmeyen) ses sûretinde zâhir (görünen) olduğu rahmet alemi. Athi ilk sesin veya titremenin ortaya çıktığı ve ruhların sûret aldığı, şekillendiği zamandır. Bunu yaratılmışların sûret alarak göründüğü Evvel takip eder.

Bahru’l- ilim : (A) ilâhî ilim okyanusu

Bismillâhirrahmânirrahîm : (A) Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Bismillah: Allah, evvel ve âhir; Başlangıcı olmayan. Tüm yaratılmışların varlık sebebi O’dur. Mükemmel olan O’dur.
Er-Rahmân: Sultan O’dur. Merhametli olan, Ni’met veren O’dur. Tüm yaratılmışları koruyan, onları besleyen O’dur. Yarattıklarına bakar, onlara sevgi verir, Kendine götürür, rahata kavuşturur. Onlara yiyecek, ev, mal, her şey verir. Yarattıklarını Kendinde tutar, onları korur. Adaletle hüküm veren O’dur.
Er-Rahîm: Affedici O’dur, bizi kötülüklerden koruyan O’dur, bize sonsuz ni’metini veren O’dur. Ne yaparsak yapalım bizi affetme ve tekrar kabul etme sıfatlarına O sahiptir. Yaptığımız tüm hataları affeden O’dur. Kurtarıcı O’dur. Kıyamet Günü’nde, Mahşer Günü’nde, yaratılıştan bugüne kadar yarattıklarını koruyan ve Kendine geri çağıran O’dur.

Bismin kai : (A, T) kalbin sağında, akciğerlere yakın dış yüzeyinde bir et parçası. Bu et parçasında bir nokta vardır ki nûr oradadır. Orası Allah’ın evidir. Allah oraya irfanı, elif’i ve kutbiyetti (Allah’ın hakikatini açıklayan altıncı bilinç düzeyi) koymuştur. Orada her şeyin açıklaması vardır.
Bismin kai asla yok edilemez. Hiçbir şey ona zarar vermez. Kıyamet Günü’nde bu noktadan diriltileceğiz. Yaptığımız bütün iyilikler ve kötülükler bu noktadır. Burası hesap verecektir. Allah’ı anmanın (zikr) olduğu, anmanın kaldığı yer burasıdır. Buraya gitmek ve burada ibâdet gerçek ibâdettir.

Dünya : (A) yaşadığımız yeryüzü; fiziksel varlık dünyası; Nûr-u Muhammedi’nin Allah’tan zuhur ettiği zaman Allah’tan ayrılığı getiren karanlık.

Elhamdülillah : (A) Allah’a şükürler olsun. Şükredilmesi gereken tek kudret ve şan O’dur. “Tüm varlıkların ortaya çıkması Senin hükmündedir. Hayata gelen, ölen, kazancımız, kaybımız, her şey Sendendir. Her şeyimi Senin ellerine bıraktım. Ellerim boş, dağılmış ve yardımsız kaldım. Bu olan şeyler ve olacak şeyler hep Senin elindedir.”

Elif : (A) Arap alfabesinde ilk harf. İrfan ehline göre elif Allah’ı, Bir’i temsil eder.

Enbiya : (A) (tekil. nebi) peygamberler.

Ervah : (A) (tekil. ruh) Ruhlar; Allah’ın nûrunun ışıkları.

Euzübillahimineşşeytanirraciym : (A) Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. “Lütfen nefsimdeki şeytana ait şeyleri öldür. O’nu benden uzaklaştır, yakıp yok et. Adem’in çocuklarını düşmanı olan şeytanı yak. Allah’ım bizi Senden ayıran odur. Bu düşmanın bize gelmesine ve nefsimize karışmasına engel ol. Onun içimize girmesine izin verme, Bizi yanına al.”

Evvel : (A) sûretlerin yaratıldığı zaman; ruhun sûretle çevrildiği ve her yaratılmışın sûret aldığı safha; altı hayat türüne (toprak hayatı, su hayatı, hava hayatı, boşluk (esîr) hayatı ve nûr hayatı) ait ruhların kendilerine uygun sûretlere konulduğu safha. Allah bu sûretleri var etti, sonra da bu sûretlerdeki emânet olan hazineyi, yani ruhu bunların içine koydu.

Farz : (A) Yapılması emredilen görevler. Beş farz İslâm’ın beş sütununu temsil eder: kelimeyi şahadet, namaz, zekat, oruç ve hacdır.
İrfan ehlinin açıklamalarına göre Allah ayrıca altı tane iç farz vermiştir:
1) Sağlam bir imanla Allah’a gidersen görürsün ki bu beden gözlerinde dâima Hakk’ı seyreden bir bâtıni göz vardır.
2) Bu burun deliğinde Hakk’ın güzel kokusunu duyabilen bir et parçası vardır.
3) Bu kulakta Hakk’ın sesini duyabilen bir et parçası vardır.
4) Bu dilde Hakk’ın ilmini ve güzelliğini tadabilen ve O’nun zenginliğini bilen bir et parçası vardır.
5) Bu dilde yine bir ses vardır ki O’nunla konuşur, her şeyden uzak tek başına kaldığında O’nun zikrini söyler.
6) Ve bu iç kalbde bir et parçası vardır ki orada on sekiz bir alem, semalar, âhiret bulunur. Orada melekleri, peygamberleri ve Allah’a secde eden nûrları bulursun.

Fatiha Suresi : (A) Kur’ân’ın açılış suresi; insanın iç sûreti; bedendeki dört unsurun (toprak, hava, ateş ve su) anlaşılması ve nefsin bilinmesiyle Allah’ın bilinmesi. Fatiha her namazın başında okunur. İnsanın içinde Fatiha, Fatiha’nın içinde insan vardır. Eğer bu sûreti açarsak, orada Allah’ın sözlerini, fiillerini, sıfatlarını ve Esma’ül Hüsna’sını görürüz. Bu insanın iç sûretidir.
Fatiha bu içindekilerin görülebilmesi için irfanla açılmalıdır. İlâhî ilim okyanusu (bahrül ilim) ile açılmalıdır. Kalbin açılması, sûretin açılması, sûretten sûrette bakılması hepsi Fatiha’dır. Zâhirde okunan şey Elhamdü süresidir. Zâhir anlamı şeriatın ilk basamağıdır. İç anlamı zat ile ilgilidir. Fatiha sözlük anlamıyla açmak demektir. Kalbi açmak ve içine bakmak demektir.

Firdevs : (A) Sekizinci cennet. Nefsi emmare olarak bilenen yedi cehennem kapısını kapatırsak, geriye Allah’ın sıfatları, fiilleri, ahlâkı ve O’nun hali kalır. İnsan bunları kendine mal ederse, kalbinde depolarsa o zaman firdevs olur. Burası sonsuz genişlikte, tertemiz olan Allah’ın evinin cennetidir.

Gnanam : (T) ilâhî irfan. Bir insan dünyaya ait hazinelerini bir kenara atar, sadece Allah ismi şerifindeki hazineyi alırsa, O’nun sıfatlarını ve fiillerini, O’nun halini alırsa, tek hazinesini Allah yaparsa, bu hale gnanam denir.

Haram : (A) yasaklananlar; Hakk’ın yasak ettiği, emirle yasaklanmış şeyler. Doğru yolda olanlar için haram tüm kötü şeyler, fiiller, yiyecekler ve yolumuza engel olacak tehlikeler.

Hased : (A) kıskançlık

Helal : (A) izin verilen; Allah’ın emriyle serbest bırakılan şeyler.

İman-İslâm : (A) Allah’ın Kur’ân’ını, nûrunu, irfanını, hakkını, peygamberlerini, meleklerini ve hükümlerini taşıyan lekesiz, saf kalbin halidir. Kötülükten uzaklaşmış saf kalb iman adı verilen kararlıktan güç alır ve Allah’ın nûruyla parlar.
İnsanın kalbinde Allah’ın nûru bir olgunluk olarak göründüğünde İman-İslâm olur. Bir’e yönelmiş sarsılmaz iman tamamlandığında, bu olgunlukla O Mükemmelle bir olmaya hazır olduğumuzda, kalb O’nunla konuştuğunda, sadece O’na ibâdet ettiğinde, sadece O’nu kabul ettiğinde İman-İslâm olur.

İnsan : (A) Gerçek insan sûreti Allah’ın sıfatlarının, fiillerinin, ahlâkının, halinin ve iyiliklerinin bir sûretidir. Bu sûretini tamamlamış kimse, bu sıfatlarla sıfatlanmış kimse gerçek bir insandır.

İnsan-Kur’ân : (A) İnsanın iç sûreti Kur’ân’dır. Bu ikisi 28 harfle bağlanmıştır. Bu Ümmül Kur’ân’dır. Kur’ân’ın kaynağıdır. İlhamların vahyedildiği Kur’ân’dır. İrfanla çıkan Kur’ân’daki sesler, Allah’ın Resûlü, Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem), melekler, semavi varlıklar bu bedende sırlar olarak hazır bulunur.

Kâbe : (A) Beytullah (Allah’ın Evi) olarak da bilinir. Beş vakit namazlarda yüzümüzü döndüğümüz ve hac için gittiğimiz yer. Küp şeklinde olan bu bina ilk olarak Âdem (Aleyhisselâm) tarafından Mekke şehrinde yapıldı. İbrahim (Aleyhisselâm) ve oğlu İsmail (Aleyhisselâm) yeniden inşa ettiler. Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e bu yerin putlardan temizlenmesi ve ilk haline döndürülmesi emredildi.
İnsanda Kâbe kalbi temsil eder. İbâdetin kaynağı kalbdir. Gerçek insanın Allah’la yüz yüze bir araya geldiği yerdir. Zâhirdeki Kâbe gibi bu Kâbe’nin de putlardan temizlenmesi, Allah’ın evi haline getirilmesi gerekir.

Kalb : (A) bir et parçası olan kalbdeki kalb; iç kalb. Bawa Muhaiyaddeen kalbin iki hâli olduğunu açıklar. Birinci halinde kalb toprak, ateş, su ve hava olan odalardan meydana gelir. Bu odalar Hinduizm, Mecusilik, Hıristiyanlık ve İslâm’ı temsil eder. Bu dört odanın da içinde ikinci hâl başlar. Bu hâl Allah’ın ilâhî sıfatları olan kalbin çiçeğidir. Bu rahmet çiçeğidir. Hakk’ın kokusu bu iç kalbdedir.

Karma : (T) akla, vehme ait sıfatlar; beş unsurun özüne ait sıfatlar; aklın sıfatları; cehenneme ait sıfatlar. Altı kötülük: arzu, öfke, hırs, bağ, bağnazlık ve kıskançlık ile diğer beş kötülük: sarhoşluk, şehvet, hırsızlık, adam öldürme ve yalan söyleme.

Kelime : (A) La ilahe illallah: Senden başkası yok, sadece Sen Allah’sın.
Allah’ın anılması beş unsurun tesirlerini yok ederek bugüne kadar biriken vehmi (karma) temizler. Karanlıkları dağıtır. Kalbi güzelleştirir ve nûrlandırır. Kelime bedeni ve insanın kalbini yıkar, temizler ve insandan irfan görünür. Bu irfanla insan kendini ve Rabbini bilir.

Kıble : (A) Namazda yüzümüzü döndüğümüz yön. İç anlamıyla kıble kalbdeki arştır.

Kursi : (A) irfan gözü; nûr gözü; Allah’ın Adem’e nûrunu vurduğu alnının ortası.

Kutb : (A) ilâhî tahlili irfan; açıklayıcı irfan; nefsin yedi okyanusunun genişliğini ve uzunluğunu içine alan irfan; vehim (maya) okyanusunda gömülü olan tüm hakikatleri uyandıran irfan; imanı, kararlılığı canlandıran irfan; hayatı açıklayan irfan; sonsuz hayatı açıklayan Allah’ın Zât’ının rahmeti.
Kutb aynı zamanda Allah’ın isimlerindendir. Ya Kutb ya da Ya Kuddüs olarak çağırılır. Kuddüs ismi O’nun kudreti (vilâyet) olurken Kutb ismi O’nun filleridir, işleridir. Vilâyet o işlerin, fiillerin kudretidir.

Kutbiyyet : (A) Kutb’un irfanı, bilincin altıncı düzeyi; Allah’ın hakikatini açıklayan irfan.

La ilahe ilallah : (A) Allah’tan başka ilah yoktur. O’ndan başka varlık yoktur.
Bu sözün iki boyutu vardır: La ilahe yaratılmışların zuhurudur (sıfat). İll-Allahu Zât’tır. Görünen her şey, tüm yaratılmışlar la ilahe’ye aittir. Tüm bunların yaratan Bir’in ismi ise İll-Allahu’dur.

Lam : (A) Arap alfabesinde bir harf. İrfan ehline göre lam Nûr’u, Allah’ın Nûru’nu temsil eder.

Maya : (T) illüzyon, yanılsama, vehm; görünen âlemin gerçek olmayan şeyleri; vehmin karanlığında görünen yansımalar; 105 milyon şeyin doğumuna neden olan aklın karanlığında görülen yansımalar. Maya unsurî enerjidir, shakti de denir. Çeşitli sûretlere bürünür ve insanın aklını karıştırarak insanı uyuşukluk haline sokar. Milyonlarca sûrete girebilir. İnsan aklıyla bu sûretleri yakalamaya çalışırsa, gördüğü ve yakalamaya çalıştığı hemen sûret değişir, böylece asla yakalayamaz.

Mim : (A) Arap alfabesinde bir harf. İrfan ehline göre, mim Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’i temsil eder. Mim’in şekli bir sperme benzer ve buradan dünyanın sûreti olan nokta zuhur eder.

Muham : (T) yüz; yüzün güzelliği.

Muharrem : (A) Hicri takvimin ilk ayı.
Muhyiddin : (A) Gizli kalmış ve gömülü olan irfanı sergileyen. İrfan hayatına can veren, bunu diğerlerine de veren.

Mustafa er-Resûl : (A) Seçilmiş Elçi.

Nefs-nefsi emmare : (A) Yedi kötü arzu. Arzu demek insanın sırf kendi zevkini ve rahatını karşılamak demektir. Tüm düşünceler nefsi emmarededir. Emmare bir anaya benzer nefs ise çocuklarına.

Nûr : (A) Işık. Milyonlarca güneşin parlaklığında olan Allah’ın Nûru. Her şey bir olduğunda, Nûr olur. Bu O’nun güzelliğidir. Nûrlu irfan insanın içinde olup uyandırılabilir.

Nûr-u Muhammedi : (A) Allah’ın kudretinin, fiillerinin, sıfatlarının güzelliği, Kendi hakikatinde parıldayıp duran Allah’ın zatının nûru. Adem’in alnına mührü vurulan nûr Nûr-u Muhammedi’dir. Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in dokuz özelliğinden bir olan Nûr-u Muhammedi irfan demektir.

Rahmet : (A) Allah’ın rahmeti; O’nun merhameti ve affediciliği; O’nun zenginliği. Allah, tüm yaratılmışlara hayat zenginliği ve iman zenginliğidir. Allah’tan gelen, O’ndan aldığımız bütün iyi şeyler rahmettir. Allah’ta olan her şey rahmettir. Eğer O bu rahmetini verecek olsa onu ölçecek, tartacak hiçbir şey bulunamaz. O’nun rahmeti sonsuzdur.

Shakti : (T) unsurî enerji; güç.

Sıfat : (A) “Ol!” (Kün!) sözünden doğan şey; varlığa bir sûretle gelen her şey. Kullanıldığı yere göre sıfat halk, Allah’ın tecellîleri veya O’nun sıfatları anlamına gelir.

Suffiyat : (A) Mânevî mi’racın beşinci basamağıdır. Dört dinin ötesine geçmiş ve Allah’la bir olmuş kimsenin halidir.
Bu makamda insan konuşmadan konuşur. Bakmadan görür. Dinlemeden işitir, koklamadan koklar, çalışmadan öğrenir. Bu bilme öğrenmeyle olmaz, bu anlayış sırf çalışarak elde edilmez. Bu ve diğer makamlara Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanarak, bu sıfatlarda kendini kaybederek ulaşılır. İnsan hala bedeniyle varolur, ama kendisi nûrlu ilâhî irfan sarayındadır. Bu hali tamamlayan artık bir Sufi’dir.

Tattwa : (T) yaratımışların sıfatlarında bulunan ve fiillerinde görünen kuvvetler, güçler. İnsanda bu sıfatların sayısı 99 olup diğer varlıklardan bu yönden üstünlük gösterir.

Tiru Kur’ân : (T) Tiru Marai (T) de denir. Orijinal Kur’ân; kalbe işlenmiş iç Kur’ân. Üç âleme ait bütün sırlar ve zat Allah tarafından Kur’ân’a yazılmış ve gizlenmiştir. Orada Allah zatına ve sıfatına (varlığın tecellîlerine) ait açıklamaları gizler. Orada elif, lam, ve mim’i gizlemiştir. Bu üçü zattır. Tiru Kur’ân denmesinin nedeni budur. (Tiru Tamil dilinde üçlü demektir.) Her şey bu Kur’ân’dadır. Allah’ın tüm hazinesi buradadır; O’nun tüm kudreti bu Kur’ân’da hazırdır.

Ümmül Kur’ân : (A) Kur’ân’ın “anası” veya “kaynağı”. Genellikle bu ifadeyle Fatiha Suresi kastedilir. Fatiha’nın 124 harfinde bütün Kur’ân’ın mânâsı gizli olduğu söylenir. Ümmül Kitap olarak da bilinen tüm peygamberler gönderilen vahyin kaynağını temsil eder. Bu yok edilemez, zarar görmez, her şeyin üzerine yazıldığı ilâhî bir tablettir. Bu her insanın kalbinde bir sır olarak varolan sessiz Kur’ân’dır.

Vilâyet : (A) Allah’ın kudreti olup bu kudret O’nun fiilleriyle, işleriyle görünür; Allah’ın isimleri ve fiilleri; bütün yaratılmışların varlık âlemine gelmesini sağlayan Allah’ın sıfatlarının kudretleri.

Zikr : (A) Allah’ın hatırlanması. Bir çok anma (zikr) arasında en yücesi “La ilâhe ilâllah, Muhammeden Resûlullah” demektir. Diğer zikirler O’nun işleriyle ilgilidir, bu zikr ise sadece O’nu işaret eder, Zât’ına yönelir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

ÖLDÜĞÜMÜZ ZAMAN NE OLUR?

Mesaj gönderen Gariban »

Ölmeden Evvel Ölmek kitabinin 1997 yılı basımında olmayan, 2003 yılındaki ikinci basımında 6.Kısım olarak kitaba eklenmiş olan bir ek bölüm.

BAWA MUHYİDDİN (ks) HAZRETLERİ

ÖLDÜĞÜMÜZ ZAMAN NE OLUR?

Çevirmen: Barbaros Sert

Soru: Bir kişi öldükten hemen sonra ne olur?

Bawa Muhyiddin(k.s): Bir boğayı ölene kadar döverseniz ya da onun boğazını keserseniz, ölürken ne yapar? Gürültü yapmayı keser fakat hala acı çekiyordur. Dışarıdan onun vücudunun titrediğini görürsünüz ve içeride onun bütün bölümleri tir tir titrer, her sinir, kas ve doku seğirmektedir.

Aynı yönde, sizde ki her nitelik ve beş çeşit yasamın her biri
(toprak yaşamı, ateş yaşamı, su yaşamı, hava yaşamı ve esir yaşamı, ya da İllüzyon[maya] ), nurları (elementsel ruhlar) alınırken, kuvvetlerini kaybederler. Afakta her hangi bir ses yayamazlarken, enfüsteki bütün düşünceler durulup yatışana kadar titremeye ve seğirmeye devam ederler. Bu sırada, bazı insanlar cehennem denilen ateşi görürler. Her ne iblis (kötü ruh) besleyip büyüttüyseniz onu göreceksiniz. Bütün düşünceleriniz iblisler ve hayaletler suretinde, sizi ısırmaya, parçalayıp yutmaya gelen köpekler suretinde belireceklerdir. Onlar suretlenip gözlerinizin önünde belirip “Hey seni serseri, beni bırakıp gidiyormuşsun? Benim için kendisinde ikamet edeceğim kim kaldı şimdi? Gitme! Geri gel!” diye bağırırlar. Bunun gibi sizdeki her bolum söylenmemiş acı ve eleme sebep olacaktır.

Bu zamanda, onlar halen kısmi olarak bilinçli durumda iseler, bazısı anlamsızca mırıldanırlar
“Bu gidiyor, bu geliyor. Şeytanlar üzerime geliyor! Hayaletler üzerime geliyor! Birisi beni öldürmeye geliyor!”. Bazısı konuşmaz, fakat gözlerinden yaşlar akar. Bazısı azıcık şeyde çığlık atar. Bazı insanların ağızlarından su sızar, dilleri sarkar ya da burunları akmaya baslar. Bazı insanlar titrerler ve vücutları sarsılmaya baslar. Bazı insanların gırtlaklarından hırıltılı sesler gelir. Bu sırada vücutta farklı çeşitte hareketler ve elemler zuhur eder.

Bu sırada, bütün günahlar ve işlediğiniz kötülükler, bütün işlediğiniz cinayetler, tıpkı
LSD* alanların gördükleri halüsinasyonlar gibi önünüzde görülecektir. Eğer birini öldürdüyseniz, bunu önünüzde göreceksiniz. Eğer birisine zarar verdiyseniz ya da birisini payladıysanız, bu gelip önünüzde dikilecektir.

*LSD: Kimya da ”Lysergic Asid Diethylamide” olarak bilinen, kanunen kullanımı yasak olan güçlü bir uyuşturucu madde.

İnsanin önceden yaptığı her şey, sahip olduğu bütün düşünceler, o sırada gelip etrafını çevreleyecektir. Onun tek göreceği şeyler bunlar olacaktır. Konuşamayabilirler, fakat onun sonu yaklaştığında bütün bu şeyleri görecektir. Hemen derhal ölmez. Bu şeyler kişinin yaşamı biterken, azar azar durulur dinerler.

Mezara yerleştirilene kadar ruh sizinle birlikte kalır. Ruhunuz ayrılana kadar, daha önce deneyim ettiğiniz her şey, bütün şarkı söyleyip dans etmeler, bütün nara atıp içmeler ve akrabalarınızla olan bütün bağlar gözlerinizle görülecek ve kulaklarınızla işitilecektir, fakat bu sanki siz narkoz altındaymışsınız gibi olacaktır. Konuşamayacak yahut kıpırdayamayacaksınız, fakat etrafınızda olan her şeyin farkında olacaksınız. Ameliyat öncesi, ağrının bilincinde olmamanız için size narkoz verilir, fakat vücudunuz ona ne yapıldığının bilincindedir. Aynı yönde, konuşup bağıramazsınız, kıpırdayamazsınız, hiçbir şey yapamazsınız, fakat vücudunuzdaki bir bilinç ne olduğunu bilir. Mezara yerleştirilip toprak ile örtülene ve her kes yedi adım uzaklaşana kadar her şeyi bileceksiniz. Daha sonra, melekler gelecek ve size belirli sorular soracaklar ve size yapmış olduğunuz her şeyi yazdıracaklardır.

Bu noktada hayat cesetten ayrılır ve vücut dağılmaya(bozulmaya) başlar. Fakat sorgulama ile yüzleşecek bir iç vücut vardır. Bu suret; bütün yaşantınız boyunca sizin vücudunuzu aldatıp tüketen düşüncelerden, duygulardan, arzulardan, gölgelerden, iblislerden, şeytanlardan ve hayaletlerden oluşurlar. Siz sadece onun emirlerini yerine getiren bir hizmetçiydiniz. Bu bir kişinin cinayet işlemesi için bir diğer kişiyi kiralamasına benzer. Gerçek suçlu ve katil işte bu iç vücuttur. Bütün günahları işlemiş ve dünyanın bütün servetini yemiştir, bu yüzden sorulara cevap vermek zorundadır ve yargılanmalıdır. O gerçek acıyla yüzleşmelidir, dış vücut sadece biraz acı çekecektir, çünkü o sadece emirleri uyguladı.

Eğer yaşamınız süresince kötülük yaptıysanız, yetiştirdiğiniz kötü nitelikleri göreceksiniz. Fakat iyi şeyler yaptıysanız, sadece Allah’ın görüntüsünü göreceksiniz. Bütün melekleri ve göksel varlıkları ve sizi bekleyen misafir kabulünün güzel süslerini göreceksiniz. Bütün güzellik ve neşesiyle cennetin hükümranlığını göreceksiniz.
“Sizin gelmenizi bekliyorduk. Sizin için bekliyorduk. Gelin lütfen gelin buyrun” diyen bir hoş geldin mesajı olacaktır. İşte onun iki farklı kısım olarak görülmesi böyle olur. Konuşamasak bile o anda her birimiz bilecektir.

İç vücut dış vücuda bir köle muamelesi yapar ve ondan doğru işlev gösterir. Açlıklarımız, temel arzularımız, iblislerimiz ve hayaletlerimiz içimizden doğru fonksiyon gösterirler. Bir kaç ay önce, daireniz ve onun kirası hakkında ve ona neler yaptıkları ve bunun gibi şeyler hakkında çok endişeliydiniz. Neredeyse onun hakkında endişelenmekten delirecektiniz. Eğer o anda ölmüş olsaydınız, gözleriniz önünde görmüş olacağınız şey bu olurdu. Nasıl olduğu işte böyledir.


23 Mart 1979
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

ÖLÜM ZAMANINI BELİRLEYEN ŞEY NEDİR?

Mesaj gönderen Gariban »

Ölmeden Evvel Ölmek kitabinin 1997 yılı basımında olmayan, 2003 yılındaki ikinci basımında 6.Kısım olarak kitaba eklenmiş olan bir ek bölüm.


BAWA MUHYİDDİN (ks) HAZRETLERİ

Resim

ÖLÜM ZAMANINI BELİRLEYEN ŞEY NEDİR?



Çevirmen: Barbaros Sert


7.Kısım


Soru: Ölüm zamanını belirleyen şey nedir?

Bawa Muhyiddin(K.S): Beliren (zuhur eden) her şeyin varlığını yöneten bir anlaşma, bir sistem ya da kurallar düzeneği vardır.
Bu sistem her ceninde mevcuttur ve her yaşayanın ne zaman açacağını (serpileceğini, gelişeceğini), işlev göstereceğini ve solacağını (zail olacağını) belirler.
Her bir meyvenin ne büyüklükte olacağını ve ne kadar uzun yaşayacağını belirleyen budur.
Bunun gibi, bir gebelik döneminin ne kadar süreceğine ve ceninin gelişiminin ne sürede tamamlanacağına dair bir mukavele vardır.
Örneğin, bazı çiçekler 4 gün yaşarlar, bazısı üç gün yaşar diğerleri bir hafta yaşarken bazısı sadece bir gün yaşar.
Üç ayda olgunlaşan meyveler vardır ve bazı diğerleri bir ayda olgunlaşırlar.

Bunun gibi, her bir tohum belirli bir anlaşmaya sahiptir.
Beliren bir bitki bu kadere göre işlev gösterir, ve onun çiçekleri tayin edilmiş bir zamanda solacak ve düşecektir.
Bununla birlikte, bazı bitkiler rüzgar tarafından sökülüp savrulabilir ya da ateş ve ya su tarafından yok edilebilirler.
Mevsimlere göre, yok edilip farklı yollarla kırılabilirler.

Ayni yönde, insanın tohumu bu anlaşma ile, hükmedilmiş bir zamana göre, ya da kaza ile, ve yahut kendi hareketlerinin sonucu olarak göçebilir.
Vücuttaki hava çok fazla olabilir, ateşin ısısı çok fazla olabilir, ve belki de su aşırı olabilir.
Ya da belki gaz çoğalır, ya da illüzyon(maya), arzular, ve tutkular aşırı olabilirler.
Ya da kan çoğalabilir, yahut vücuttaki yağ çok fazla olabilir.
Bunun gibi çeşitli sebepler yüzünden, bir kaza meydana gelebilir.

Tıpkı çiçeklerin ve meyvelerin rüzgar ve ya yağmur tarafından dövüldükleri, ya da sıcaklık tarafından yok edildikleri gibi insanda bunun yanında bir ekin gibidir.
Bütün dünya bir çiftliktir.
Hilkat, her ne zuhur etmiş ya da açığa çıkmış ise, sürülmüş bir ekin gibidir.
Her yaratığın bir mukavelesi vardır.
Diğerleri beş unsur tarafından dövülüp zamanlarından önce düşerlerken, bazısı mukaveleyi takip ederler.
Zaman sınırı (Kalem) diye adlandırdığımız şey budur.
Bazı tohumlar geceleyin döllenirken bazıları ise gündüz şekillenirler. Bazı çiçekler gündüz bazıları gece açarlar.
Bazı çiçekler geceleri güzel kokarken, bazıları ise kokularını gündüz yayarlar.
Birazcık ışık olduğu müddetçe, hem gece hemde gündüz iyi görebilen yaratıklar vardır.
Bunu insanlar yapabilir, kediler bunu yapabilirler.
Bununla birlikte gündüz göremeyen fakat gece görebilen bazı kedilerde vardır.
Bu böyledir.

Yaradılışta farklı çeşitler vardır.
Her biri husule gelme (belirme) vaktinde tohumlarına yerleştirilmiş mukavelenin yönünde hareket ederler.
Bu mukavele sona erdiği zaman meyve olur ve ya düşer.
O ya olgunlaşmıştır ve ya olgunlaşmadan evvel çürümüştür.
Bizler meyve düştü deriz; halbuki ya rüzgar tarafından savrulmuştur, ya da erginleşip, olgunlaşıp düşmüştür.
İnsanin fiziksel vücuduna da ayni şeyler olur.
Bununla birlikte , içteki (manevi) insan farklıdır.
İnsanda bir kısım vardır ki o hiç doğmadı ve ölmeyecektir de.
Bu bir kudret olan ruh tur.
Bunu bir kere anlarsanız, başka hiç bir sorunuz kalmayacaktır.

Ölüm zamanında vücuda olan şey, ameliyat öncesi bir kişiye kloroform verilmesine benzer.
Beş unsur (toprak, hava, su, ateş, esir) ne olduğunu bilir.
Kişi orada ağzı açık (şaşkın) cansız bir şekilde uzanır fakat halen ne olduğunun bilincindedir.
Ve toprağın altına yerleştirilir yerleştirilmez, toprak kendi kısmını, su kendisininkini, hava kendisininkini ve illizyon (maya) kendine ait olanı alır.

İnsanların dediği budur. Bilmiyorum.
Bunların hepsini deneyim etseydim, burada ne işim vardı?
Benim burda olmam için bir sebep olmazdı (fiziksel olarak olmuş olurdum).


28 Haziran 1977
Cevapla

“►Bawa Muhyiddin◄” sayfasına dön