İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Cevapla
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen meryemnur »




İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK


Osman Nuri TOPBAŞ


ALLAH Teâlâ’nın insanoğluna bahşettiği ahlâk, onu diğer mahlûkattan ayıran en belirgin vasıftır. Ahlâkî değerlerini kaybeden bir insan, aslında insanlık vasıflarına da vedâ etmiş demektir. İnsanı insan yapan, onun güzel ahlâk ile bezenmiş olması; insanlıktan çıkaran ve “bel hum edall : hayvanlardan da aşağı” bir zillete düşürense, ahlâksızlık batağına saplanmasıdır.

Ahlâsızlık neticesinde “insanlık haysiyeti”ni terk eden nankörlere, nice ilâhî azap ve intikam tecellîleri vâkî olmuştur. Muhtelif ahlâksızlıkları âdeta meslek edinmiş olan Âd, Semud ve Lût gibi kavimler, bunların en bâriz misalleridir. Geçmişte helâk edilmiş bu gibi kavimlerden bugüne in­ti­kâl etmiş bâzı insanların, günümüz toplumlarında da mevcûdiyetini gör­mek­­te­yiz. Cenâb-ı HAKK bun­lara dikkat çekerek ib­ret almamızı ve mânevî helâke dûçâr olmaktan sakınmamızı istemektedir.

O hâlde en mühim insanlık vasfımız olan ahlâkımızı tekâmül ettirerek îmanımızın zaafa uğramaması için gayret göstermemiz îcâb eder.

Zira dî­nin gâ­ye­si; gü­zel, in­ce ruh­lu ve iç âle­mi­ni te­miz­le­miş in­san ye­tiş­tir­mek­tir. Bu da, HAKK’a kul­lu­ğu id­râk ile olur. İs­lâm’a gö­re ide­al in­san, ALLAH ve Ra­sû­lu’nun ah­lâ­kıyla ah­lâk­lan­mış olan­ kim­se­dir. Bu ide­ale va­ra­bil­me­nin yo­lu ise mânevî terbiye ve eği­tim­den ge­çer.

Diğer taraftan en zor terbiye, insanın terbiyesidir. Zira insanda, diğer varlıklarda olmayan, terbiyeye muhtaç bir nefs ve şiddetli bir benlik vardır. Şüphesiz ki bu durum, insanoğlunun ilâhî imtihana tâbî olmasının bir neticesidir.

Bunun içindir ki Cenâb-ı HAKK, insanlığa en büyük insan terbiyecileri olan peygamberleri göndermiştir. Peygamberler, en yüce ahlâk numûneleri ve mürebbîleri/terbiyecileridir. Nitekim Peygamber Efendimizr:

“Ben baş­ka bir mak­sat­la de­ğil, an­cak gü­zel ah­lâ­kı ta­mam­la­mak için gön­de­ril­dim.”1 buyurarak vazifesinin özünü ifâde etmiştir.

Peygamber Efendimiz r’in ahlâkı, RABBimizin kullarından istediği en yüce ahlâkın zirve numûnesidir. Bu hakîkati RABBimiz; “(Rasûlüm!) Şüp­he­siz ki Sen, yü­ce bir ah­lâk üze­re­sin.”2 âyet-i kerîmesiyle beyan buyurmuştur.

Nitekim Efendimiz'de; “Beni RABBim terbiye etti ve terbiyemi de pek güzel kıldı.”3 beyânıyla, mübârek şahsındaki yüce ahlâkın, “ilâhî ahlâk” menbaından olduğuna işâret buyurmuştur.

Dolayısıyla “ilâhî ahlâk”ın hakîkatine vâkıf olabilmek için en güzel vesîle, Muhammedî ahlâkı yakînen tanımaktır. O’nda ne kadar fânî olunabilirse, ilâhî ahlâkın esrârı o kadar ayân olur. ALLAH Teâlâ’ya en çok yaklaşanlar da, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in izini güzel ah­lâk ile tâkip edenlerdir.

Haz­ret-i Âi­şe c vâlidemiz, kendisine Ra­sû­lul­lah’in ah­lâ­kı sorulduğunda;

“O’nun ah­lâ­kı Kur’ân’dır.”4 buyurarak Muhammedî ahlâkın özünü hulâsa etmiştir.

Hazret-i Ebû Bekir'de bizlere şu telkinde bulunmuştur:

“ALLAH Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, vereceği mükâfâtı azap ile birlikte zikretti ki, bu vesîleyle kul, ibâdete ve güzel ahlâka riâyet etsin ve azaptan sakınsın.”

Bizler de gönül feyzimizi, ilâhî ahlâk sergisi olan Kur’ân-ı Kerîm’in hikmet derslerinden ve Kur’ân ahlâkını yaşayışıyla şerh ve îzah etmiş olan ALLAH Rasûlu'nun rûhî dokusundan almalıyız.

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

“Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve vasıflarıdır. Okuyup tatbik edersen, kendini peygamberlerle, velîlerle görüşmüş farzet! Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymaz ve Kur’ân ahlâkını yaşamazsan, peygamberleri ve velîleri görmenin sana ne faydası olur?.. Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayanlar, onu yaşayanlardır.”

Mü’min; Kur’ân’ın ah­kâ­mıyla âmil, ah­lâ­kıy­la da kâmil olduğu takdirde âde­ta ilâhî ahlâk ile ah­lâklanmış olur. Bunun için de Kur’ân-ı Ke­rîm’i, mâ­nâ­sı­nı te­fek­kürle ve ona kalbini samimiyetle açarak ti­lâ­vet etmek, aklen ve kalben Kur’ân iklîminde yaşamak ve davranışlarına Kur’ân ölçülerini hâkim kılmak gerekir.

Bunun neticesinde mü’­min­­de merhamet, şefkat, ikram, sehâvet, affede­bil­me, kendi imkânlarını bir din kardeşiyle paylaşabilme hasletleri, târifsiz bir huzur ve lezzet hâline gelir.


------------

Dipnotlar: 1. İmâm Mâlik, Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8. 2. el-Kalem, 4. 3. Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12. 4. Müslim, Müsâfirîn, 139.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen meryemnur »



..Devamı





KULU RABBİNE SEVDİREN
HASLETLER



İlâhî ahlâk ile ahlâklanmak, her şeyden evvel, gönlün ALLAH ile berâberliğine bağlıdır. Bunun vâsıtası ise muhabbettir. Zira “Kişi sevdiğiyle berâberdir.”5 buyrulmuştur. Bu berâberliğin bir mânâsı da husûsiyetlerin berâberliğidir. Zira muhabbet, seven ile sevilenin husûsiyetlerindeki müştereklikten kaynaklanır.

İnsanın özünde ilâhî bir sır vardır. O sır, nefha-i ilâhî olan ruhtur. Bir kul, ALLAH’ın kendi rûhundan üfleyerek lûtfettiği rûhunu, bir de ilâhî güzelliklerle donatabilirse, ALLAH’ın muhabbetine vesîle olan en güzel müştereklik gerçekleşmiş olur. Nitekim ALLAH’ı seven mü’minin her hâl ve hareketi, O’nun esmâ ve sıfatlarından izler taşır.

Şunu da belirtelim ki, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmakla kasdettiğimiz; RABBimiz’in kullarında görmek istemediği azamet ve kibriyâ gibi celâl sıfatlarıyla değil, O’nun kullarında görmekten hoşnud olduğu şefkat, merhâmet, affedicilik, cömertlik gibi cemâlî sıfatlarıyla ahlâklanmaktır.

Cenâb-ı HAKK, bu şekilde kendi esmâ ve sıfatlarının eserlerini gördüğü kulunu sever. Meselâ; ALLAH Teâlâ, “tek” olduğu için tek’i, güzel olduğu için güzelliği ve güzeli, âlim olduğu için âlimleri, cömert olduğu için cömertliği, güç ve kudret sâhibi olduğu için, zayıf mü’minlere kol-kanat geren madden ve mânen güçlü mü’minleri, vaadinden dönmeyen ve ahdine vefâ gösteren olduğu için vefâkârları, sâdık olduğu için doğru ve dürüst davrananları sever. Bu gerçeği, bütün cemâlî esmâya şümûllendirmek mümkündür.

Nitekim şu hadîs-i şerîfler, ALLAH’ın muhabbetine nâil olmanın, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmaktan geçtiğine dâir ne güzel misallerdir:

“ALLAH Te­âlâ cö­mert­tir, ih­san sâhi­bi­dir; cö­mert­li­ği sever. Yine O, güzel ah­lâ­kı se­ver…” (Süyûtî, el-Câmî, I, 60; Tirmizî, Edeb, 41/2799)

“…ALLAH Ra­fîk’tır (rıfk sahi­bi­dir), rıfk­la (yu­mu­şak­lık­la) mu­âme­le­yi se­ver. Sert­li­ğe ve di­ğer şey­le­re ver­me­di­ği se­vâ­bı, rıfk­la mu­âme­le­ye ve­rir.” (Müs­lim, Birr, 77)

Yine bir defasında Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmuştu.

Bir sahâbî:

“–Yâ Rasûlâllah! İnsan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır.” dedi.

Peygamber Efendimiz bunun kibir olmadığını belirterek:

“–ALLAH güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise büyüklenerek (ALLAH’ın lutfettiği nîmetleri nefsine izâfe ederek) hakkı inkâr ve reddetmek, bir de insanları hakir görmektir.” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 147; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 133)

Yine Rasûlullah Efendimiz, izârsız 6 olarak açık bir alanda gusleden bir kimse gördü. Bunun üzerine minbere çıktı, ALLAH’a hamd u senâdan sonra şöyle buyurdu:

“–ALLAH çok hayâlı ve çok gizlidir. Bu sebeple hayâyı ve örtünmeyi sever. O hâlde herhangi biriniz gusledeceği zaman örtünsün.” (Ebû Dâvûd, Hammâm, 1/4012)

Şeyh Sâdî Hazretleri, Gülistan adlı eserinde, ilâhî bir ahlâk olan “hayâ” husûsunda buyurur ki:

Günahkâr kullardan biri, kabul edilir ümîdiyle ellerini açar, duâ eder. Fakat ALLAH Teâlâ onun duâsını kabul etmez. O kul tekrar duâ eder, ALLAH yine kabul etmez. Kul üçüncü defâ ellerini açar, duâ edip yalvarmaya başlar. Bu sefer Cenâb-ı HAKK buyu­rur ki:

«–Ey benim meleklerim! Kulumun ısrarla yaptığı duâyı kabul ettim ve istediğini verdim. Çünkü bir kulumun uzun uzadıya duâ edip inlemesinden utanır, hayâ ederim.»”

Şeyh Sâdî, bunu naklettikten sonra der ki:

“ALLAH’ın lutuf ve keremini gör ki, günâha giren kuldur, fakat hayâ eden ALLAH’tır.”


Peygamber Efendimiz’in; “örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha fazla hayâ sahibi” şeklinde tavsîf edilen ahlâkının kaynağı da, şüphesiz ki bu ilâhî ahlâktır.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“De ki: (Yapacağınızı) yapın! Amelinizi ALLAH da Rasûlu de mü’minler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen ALLAH’a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (et-Tevbe, 105)

Rasûlullah Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

“Sağlığım sizin için hayırlıdır: Siz benimle konuşursunuz; ben de sizinle konuşurum! Vefâtım da sizin için hayırlıdır: Amelleriniz bana arz olunur, hayırlı amellerinizi gördüğümde, ondan dolayı ALLAH’a hamd ederim; kötü amellerinizi gördüğümde ise sizin için ALLAH’tan mağfiret dilerim.” (Heysemî, IX, 24)

Ümmet-i Muhammed olarak bizler de yapıp ettiğimiz bütün amellerin dâimâ ALLAH tarafından görülmekte olduğunu ve hattâ Rasûlullah Efendimiz’e de arz edileceğini unutmayıp, onların gözleri önünde yapamayacağımız yanlışları yapmaktan son derece hayâ etmeli ve sakınmalıyız. Zira bugün yanlışlardan sakınmak, kişiyi yarın mahşer gününde rezil olmaktan kurtaracaktır.


----------

Dipnot: . 5. Buhârî, Edeb, 96.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen meryemnur »



...Devamı






GÖNLÜ
İLÂHÎ AHLÂKA
AYNA KIL…



Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sinde bir kıssa nakleder:

“Hazret-i Yûsuf u’a çok uzak diyarlardan, yüreği muhabbetle dolu bir dostu gelip misâfir olur. Onlar, çocukluktan beri samimî birer dostturlar.

Güzelliğiyle göz kamaştıran Hazret-i Yûsuf, bir müddet onunla sohbet ettikten sonra nükteli bir tarzda:

«–Söyle bakalım dostum, bize gittiğin yerlerden ne hediye getirdin?» der.

Misâfiri, bu istek karşısında önce ne diyeceğini bilemez. Ardından, hissiyâtını şu samimî ifâdelerle dile getirir:

«–Sana armağan getirmek için, şu fânî âlemde birçok şeye nazar ettim. Fakat hiçbirini gözüm tutmadı, hiçbirini sana lâyık göremedim. Bir kırıntı büyüklüğündeki altın parçasını bir altın yatağına veya bir damlayı bir denize nasıl armağan olarak götürebilirdim ki? Senin güzelliğine denk olacak hangi tohum vardır ki bu Mısır ülkesinin ambarında bulunmasın? Sana getirilecek hediye, ancak senin güzelliğinin bir eşi, bir benzeri olmalıdır. Bu yüzden ben de çâresiz, sana gönül nûru gibi tozsuz, lekesiz, parlak bir ayna getirip sunmayı lâyık gördüm.

Ey Güneş gibi gökyüzünün nûru olan Yûsuf! Sana gönül nûrundan bir ayna getirdim ki, ona baktıkça kendi güzelliğini görüp hayrân olasın. Onda güzel yü­zünü gördükçe, RABBin sendeki cemâlî tecellîlerini seyredesin ve beni de hatırlayasın.»

Misâfir bunları söyledikten sonra koltuğunun altından bir ayna çıkarır ve Hazret-i Yûsuf’a takdîm eder.”


HAKK Teâlâ Hazretleri, her şeyden müstağnîdir. Kâi­natta hiçbir güzel ve kıymetli şey yoktur ki O’nun sonsuz hazînelerinde mevcut olmasın. Zira O, bütün güzelliklerin asıl HÂLIK’ı ve müsebbibidir. Bu sebeple O’nun yüce huzûruna takdîm edilebilecek en makbul hediye, mâsivâ kirlerinden arınarak ilâhî ahlâk tecellîlerine mâkes olan, mücellâ, musaffâ ve pâk bir gönül aynasıdır. Yâni RABBimizin nazar kıldığında, kendi cemâlî sıfatlarını seyredip râzı olacağı bir kalb-i selîmdir. HAKK’ın güzelliğine ayna olabilecek kadar saf ve berrak bir kalp, Cenâb-ı HAKK’a götürülmeye en lâyık hediyedir. Zâten RABBimizin bizleri huzûr-i ilâhisine kabûl buyurması da ancak “kalb-i selîm” ile mümkündür.

Nitekim âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle ifâde buyrulur:

“O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât! Ancak AALLAH’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ!” (eş-Şuarâ, 88-89)

Yine Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. Ey HAKK âşığı! Eğer ahmak değilsen, HAKK’ın huzûruna yokluk götür.

Mârifet, kesretten vahdete intikâl edebilmek ve HAKK’ın rengine boyanabilmektir. Göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir.

Sen de nefsânî arzulardan sıyrıl, yokluğa, yani hiçliğe er! Zira her ilâhî tecellînin kemâli, hiçliğe vâsıl olduktan sonra başlar…”


Bilmelidir ki; nefsânî menfaat ve arzular; rûhumuza serpilen zehirlerdir. Her biri rûhânî hayâtımıza vurulan zincirler mesâbesindedir. İlâhî ahlâka da ancak bu nefsânî zincirler koparıldıktan sonra ulaşılabilir.

Yani ALLAH’ın muhabbetine, yakınlığına ve dostluğuna giden yol, yaşayışımızla ilâhî ahlâka bir ayna olabilmekten geçer. Öyle bir ayna ki, ona bakan herkes, orada nefsânî zaaflarla mâlûl hâl­leri değil, HAKK’ın cemâlî esmâsının tecellîlerini seyretmelidir. Zira ke­sâ­fet­le buğulanmış ve kararmış kalplerin ilâhî ahlâktan alacağı hiçbir nasip yoktur.

Tasavvuf büyüklerinin; “ALLAH’ın ahlâkıyla ahlâklanma” tâbir ettikleri HAKK’ta fânî olmak da böyle bir tezkiye ve tasfiyeden, yâni mânevî arınmadan başka bir şey değildir. Seyr u sülûk yolunda muhabbet murâkabesinin sıhhat ve hakîkati de ancak bu alâmetle bilinebilir. Zira mânevî terbiye sistemi olan tasavvufta vâsıta muhabbet, netice ise “âdâb”dır. Ta­sav­vuf, kal­bin sa­fâ­ya, yâni mânevî arınmaya er­me­si­nin ifâ­de­si­dir.

Nitekim Ebû Be­kir el-Ket­tâ­nî:

“Ta­sav­vuf ah­lâk­tır. Ah­lâk iti­bâ­rıy­la sen­den üs­tün olan kimse, sa­fâ, ya­ni mâ­ne­vî te­miz­lik ba­kı­mın­dan da üs­tün­dür.” buyurmuştur.

Ebu’l-Hü­seyn en-Nû­rî de:

“Ta­sav­vuf ne şe­kil, ne de bir ilim­dir; o sa­de­ce gü­zel ah­lâk­tan ibâ­ret­tir. Eğer şe­kil ol­say­dı mü­câ­he­deyle, ilim ol­say­dı öğ­ren­mek­le tah­sîl edi­lir­di. Bu se­bep­le sırf şe­kil ve ilim, mak­sa­da ulaş­tı­ra­maz. Ta­sav­vuf, HAKK’ın ah­lâ­kı­na bü­rün­mek­tir.” buyurmuştur.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen meryemnur »



...Devamı







HAKK YOLCULUĞU



Tasavvuf, îman, İslâm ve ihsân rehberliğinde kat edilecek bir HAKK yolculuğudur. Bu yolculukta mü’minin vazifesi, Cenâb-ı HAKK’ın esmâ ve sıfatları üzerinde tefekkür ederek, onların gerektirdiği ahlâk ile ahlâklanmaktır.

Bursevî Hazretleri bunu ne güzel îzah buyurur:

“Bilesin ki dînî makamlar üçtür: İslâm, îman ve ihsan…

ALLAH’ın isimlerini zikretmek de üç türlüdür: İslâm makâmında taalluk, îman makâmında tahalluk ve ihsan makâmında tahakkuk ile.

İslâm makâmında taalluk ile ALLAH’ın isimlerini zikretmek; sâlikin, bu isimlerden her birinin eserlerinin kendi nefsinde, bedeninde, bütün zerrelerinde, bütün hâl ve hareketlerinde görünmesini istemesidir.

Bütün zuhûrâtın, zikrettiği isimlerin hüküm ve eserleri olduğunu görerek, nîmetlere şükretmek ve belâlara sabretmek gibi, her esere uygun karşılığı vermesidir…

Îman makâmında tahalluk ile bu isimleri zikretmek; rûhun bu isimlerin mânâ ve hakîkatlerine vâkıf olması ve; “ALLAH’ın ahlâkıyla ahlâklanın.” 7 buyruğu gereğince o isimlerin her biriyle ahlâklanmakla olur. Bu takdirde bu isimlerden biriyle ahlâklanan kişi, o ismin aynısı gibi olur. Yâni o isimden tecellî eden şeyler, bu kişiden de aynen tecellî eder…

İhsan makâmında tahakkuk ile ALLAH’ın isimlerini zikretmek ise; takvâ ile ve sâhip olduğun veyâ içinde zuhur eden, sonradan olmuşluk mührü vurulmuş bütün sûret ve mânâlardan soyunmak ve hakîkî huzur örtülerine bürünmekle olur.” (Rûhu’l-Beyân, VI, 440-441)

Yâni ihsan duygusu, her şeyin hakîkatinin ve mutlak varlığın sâdece Cenâb-ı HAKK olduğunu görüp ALLAH’tan gayrı bütün varlıkların ve hâdiselerin, izâfî, geçici ve gölge hükmünde olduğunun idrâkine ulaşmaktır. Dâimâ HAKK’ı görürcesine bir kulluk şuurunu kazanmak ve bu hâlet-i rûhiyeyi kalpte sâbitleyerek şahsiyetin hâkim ve ayrılmaz bir unsuru hâline getirerek yaşamaktır. Bu da ALLAH’ta fânî olan HAKK dostlarının kârıdır.


----------


Dipnot: 7. Bk. Münzirî, Terğîb, IV, 185.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen meryemnur »



...Devamı






HAK DOSTLUĞU


İlâhî muhabbet ve dostluğu temin edecek bir ahlâklanma neticesinde “HAKK dostu” mertebesine erişebilmek, her mü’minin en yüce gâyesidir. HAK dostları, tasavvuf yolunda zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş ve kalbî merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ve “peygamber vârisliği” şerefine ermiş bahtiyarlardır. Onlar, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Yine onlar, ilâhî ahlâkın fiilî ve müşahhas numûneleridir.

HAKK dostları îmân ile mârifetullâh’a; takvâ ile de yüksek ahlâka ulaşmış olduklarından, en zor günde bile her türlü korku ve kederden selâmette olacaklardır. Çünkü onlar, en üstün kudret sahibi olan ALLAH’ın dostluğuyla, en emin himâyeye sığınmışlar ve ilâhî teminat altına girmişlerdir.

Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Bilesiniz ki ALLAH’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Onlar, îmân edip de takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus, 62-63)

Bu âyet-i kerîmeler, “ALLAH ile dostluk” pâyesine erebilmenin şartını; “îman ve takvâ” olarak hulâsa etmektedir.

Îman, bütün bâtıl ve yanlış inançlardan arınarak yegâne ilâhın ALLAH olduğu hakikatine tam bir kalbî itmi’nân ile ulaşmaktır.

Takvâ ise her türlü sapık ve kötü yollardan, başıboş, nefsânî ve hayvânî bir yaşantıdan kurtularak kalbi bütünüyle ALLAH’a teslîm etmek, hayâtı ilâhî gerçekler ışığında düzenlemek ve böylece “ilâhî bir ahlâk disiplinine girmek”tir.

Mutasavvıfların hedefi de bu hakîkate ulaşmaktır. Bu da ALLAH ile kurulan kalbî bir râbıtayı ifâde eder. Sıhhatli bir şekilde bu râbıtayı kuran kişi, ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak RABB'in velî bir kulu olur. Artık onda nefsânî ihtiraslar ve temâyüller hayâtiyetini kaybeder. Tıpkı bir akarsuyun denize vâsıl olduktan sonra kendi hüviyetini kaybedip denizde yok olması gibi, artık sadece RABB'inin murâdına muvâfık hâl ve davranışlar sergilemeye başlar. Her şeye RAHMÂNî bir nazarla bakar, O’nunla işitir, O’nunla konuşur, O’nunla yaşar.

Şu hadîs-i kudsî bu hâli ne güzel îzah etmektedir:

“Her kim Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse Ben de ona harp îlân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olurum. Ben’den her ne isterse, onu mutlakâ veririm. Bana sığınırsa, onu korurum.” (Bkz. Buhârî, Rikâk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248)

Bu şekilde zikri ve fikri ALLAH olan bir mü’minin, merhâmet, sabır, sehâvet ve affedebilme gibi ilâhî ahlâktan nasipsiz kalması düşünülemez. Zira onların görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifâdeleri artık hep ilâhî nûrun cereyânından ibârettir.

Cenâb-ı HAKK, bu hakîkatlerden hisse alarak gönüllerimizi ilâhî ahlâkının bereketli bir mecrâı kılsın. Bütün mahlûkâta şefkat, merhâmet, lûtuf, af ve güzellik tevzî edebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin!..

Âmîn!



بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen meryemnur »



İlâhî Ahlâkı Yaşamak..



Osman Nuri TOPBAŞ


Yâni gönüller, Cenâb-ı HAKK’ın “oku” emrine itaat çerçevesinde, mikrodan makro âlemlere kadar kâinattaki bütün varlıklarda mevcut olan Yüce Yaratıcı’nın kudret mühürlerini müşâhede ederek O’nun ism-i şerîfleriyle mânevî bir tahsilden, yâni takvâ eğitiminden geçmelidir. Nasıl ki çiçekler hayatlarının devâmı için dâimâ suya muhtaç­sa, kalpler de, feyz ve rûhâniyetin devamı için tak­vâ­ya muhtaçtır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“…ALLAH’tan korkun (takvâ üzere olun!) ALLAH (size bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282) buy­rul­muştur.


Resim


el-MUSAVVİR…


Mü’minin, ilâhî esmâ te­cel­lî­le­rin­den hisse alıp mânen seviye kazanabilmesi için; meselâ, bu kâinattaki bütün varlıkları eşsiz bir güzellik ve mükemmellikle şekillendiren el-MUSAVVİR ism-i ilâhîsinin tecellîlerini ibret nazarıyla temâşâ etmesi zarûrîdir. Çünkü kâinat, ilâhî kudret menbaından taşan tecellîler sergisidir. İnsan denilen muammâ da, ilâhî esmânın kâmil bir tecellîgâhıdır.

ALLAH’ın nûruyla gören, duyan ve hisseden kalpler, her şeyde ilâhî tecellîleri idrâk eder. Zerreden kürreye kadar bu âlemde ne varsa, hepsi ilâhî bir sanat hârikası ve her yer âdeta ilâhî kudret nakışlarının sergilendiği bir müze hükmündedir.

Eser, müessirin; sanat, sanatkârın aynasıdır. Kalp gözü âmâ olmayan bir kul, nereye nazar etse, kâinâtın hangi zerresi üzerinde tefekkür etse, RABBinin sanatını müşâhede eder, Mutlak Sanatkâr’a olan sonsuz bir hayranlığın huzur, sürur ve hazzına gark olur. Gördüğü her manzara, onu zihnen ve kalben Yaratıcı’sına ulaştırır.

Gerçekten, kâinattaki her zerre, bilgisini “mârifet” seviyesine yükseltebilen insan için ALLAH’ın varlığına, birliğine ve sonsuz kudretine bir delildir. Aynı zerre, idrâki bu seviyeye yükselmemiş olanlar içinse, HAKK’ı bulmaya bir perdedir. Yani kâinattaki bütün varlıklar, îman şuuruyla bakıldığında ALLAH’a bir delil iken, idrâk körlüğü durumunda O’na bir perdedir. Bundan dolayıdır ki tabiat âlimlerinin birçoğu, maddî varlıkları incelerken Hak Teâlâ’nın kudret ve azametine vâkıf olabildikleri hâlde, bâzıları da idraklerini maddeye hapsedip materyalist bir zihniyetin zebûnu olmaktadırlar. İncelenen varlıklar hep aynıdır. Lâkin onlara yönelen idraklerdeki farklılık, insanı tıpkı siyah-beyaz kadar zıt neticelere götürebilmektedir.

Demek ki kâmil bir mü’min; kâinâta bakışta, idrâkini, ilâhî sır ve hikmetleri kavrayabilecek bir vasfa ulaştırabilen kimsedir. Bu ise, tıpkı bir cam kırığını elmas hâline getirebilme kabîlinden, insan idrâkinin; ihlâs, takvâ ve muhabbet yüklü ibâdetlerle inkişâfına/gelişip açılmasına bağlıdır.

Bu sebepledir ki, yeryüzünü dolduran sayısız güzelliklerin; dağların, deryâların, rüzgârların sessiz beyanlarına karşı mânen kör ve sağır kesilerek Cenâb-ı HAKK’ın el-MUSAVVİRU ism-i şerîfinin tecellîlerini idrakten uzak kalanlar, hayâtın en gâfil ve şaşkın yolcularıdır!..


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen meryemnur »



el-BÂRÎ…


Bunun gibi “el-BÂRÎ / yaratıcı” sıfatının tecellîlerini de gönül gözüyle seyretmeden, kâmil mânâda bir mânevî tahsilden söz edilemez. Cemâdât, nebâtât, hayvanat ve insanları, bütün cihazlarını birbirine uygun olarak, müthiş bir âhenk ve tenâsüp içinde yaratan RABB'imizin ilâhî hükümranlığı karşısında kulun hayran olması, kâinattaki ekolojik denge ve ilâhî nizâmın ihtişâmını kalben idrâk etmesi şarttır.

Her varlık, mü’min gönülleri bu düşüncelere sevk etmelidir. Meselâ insan, kendi parmak izine bile baktığında HAKK’ın sonsuz yaratma ve tasvir kudretinin azâmetini müşâhede ederek, bu ilâhî tecellîlerin muhtevâsından derûnî nasipler alabilmelidir. Ancak bu seviyedeki bir idrak sâyesinde, bütün kâinat, sır ve hikmetler beyân eden bir kitap hâline gelebilir.

Kâinatta her oluşun hangi ilâhî isimden tecellî ettiğini bilmek, ilmin mârifet seviyesine yükselmesi demektir ki, beşerî bilginin zirvesi de budur. Bu tecellîlerdeki murâd-ı ilâhîyi kavramak ise, HAKK’ın velî kullarına has bir keşif ve kerâmet hâlidir.

Kâmil mü’minler de, gönlü ilâhî esmâ ve sıfatlar üzerinde teksif edip, şahsiyet ve karakterini o ilâhî menbâdan tefeyyüzle şekillendirmenin, ALLAH’ın muhabbet ve rızâsına vesîle olacağı şuuruyla yaşarlar.


Resim


Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Esmâu’l-hüsnâ (en güzel isimler) ALLAH’ındır. O hâlde O’na, o güzel isimlerle duâ edin...” (el-A’râf, 180)

Müfessir Bursevî, bu âyetin tefsîrinde der ki:

“ALLAH’ın isim ve sıfatlarıyla sıfatlanıp ahlâklanmak sûretiyle ALLAH’a duâ edin. O sıfatlarla sıfatlanmak, makbul amel ve sâlih niyetlerle mümkündür…

Meselâ râzıkıyyet (rızık vericilik) sıfatıyla sıfatlanmak, ALLAH’ın verdiği rızıklardan muhtaçlara dağıtmakla ve bir şey saklayıp biriktirmemekle, (yâni cimrilik ve israftan sakınmakla) olur. Diğer sıfatları da bunlara kıyâs et.”
(Rûhu’l-Beyân)


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen MINA »

Resim

Kalbi Baharla Diriltmek

“Hevâ-yı aşka uyup kûy-i yâra dek gideriz,
Nesîm-i subha refîkiz, bahâra dek gideriz.” (Nâilî-i Kadîm)

[Aşk’ın hevâsına uyarak sevgilinin bulunduğu yere kadar gideriz.
Sabah esintisine yoldaşız; (ona eşlik ederek) bahara ulaşırız.]

Nailî, Divan edebiyatının önemli şairlerinden biri. 16. asrın ilk yarısında İstanbul’da yaşamış.

Şairimiz, âşıklara mahsus bir kararlılığı, bir nevi meydan okumayı yansıtan yukarıdaki beytinin her iki mısraında, söz konusu kararlılığı pekiştirmek için aynı şeyleri farklı kelimelerle tekrar etmiş. Aşkın hevâsına, yani âşığı mâşukuna meylettiren heveslenmelere uyup sevgilinin semtine yönelmek de, nesîm-i subh’a (sabah esintisine) eşlik edip bahara doğru yol almak da aynı kapıya çıkıyor.

Çünkü âşığın baharı sevgilinin bulunduğu yerdedir. Hayatı, canlılığı, gönlü okşayan latif ses ve kokuları, bütün güzellikleri ancak “kûy-i yâr”da bulur âşık.

Bu meyanda sevgilinin bulunduğu semtin âşık için taşıdığı tehlikelerden, buna rağmen göze alınmasından, âşığın “aşk”a kapılıp iradesini tamamen yitirmesinden ve nihayet hafif bir esinti önünde sürüklenecek kadar zayıf düşmüş olmasından bahsedilebilir.

Bunlar beytin ilk bakışta görünen zahirî manalarıdır. Halbuki Divan şiiri “mazmun”larla kurulur. Mazmun, “içine başka bir mananın gizlendiği söz” demektir. Bu gizlenmiş manalar beyitlerin bâtınını, hakikatini teşkil eder. Nitekim Nailî’nin bu beytindeki “kûy-i yâr”, “nesîm-i subh”, “bahâr” hatta “refîk” sözleri birer mazmundur.

Mazmunlar arasındaki irtibat yahut bunların tedaileri zihinde ayrıca bir tasavvur oluşturur ki bu tasavvura da “beytin mazmûnu” denir.

Aynı zamanda bir Halvetî olan şairimizin bu beytinde “Asr-ı Saadet” mazmunu vardır. İzah edelim:

Bahar, “adl eyyamı”dır; günleri mutedil bir mevsimdir. Havası ne çok soğuk ne de çok sıcak olur. Gecesi ile gündüzü müsavidir. Hem bu itidali hem de yeniden dirilişin örneği olması bakımından İslâm’ın sembolüdür. İslâm da din-i adl’dir. Küfürle, şirkle, günahlar ve sapkınlıklarla kalplerini öldürmüş insanlar için yeniden hayat bulmanın imkânıdır. Peygamberlerin tebliğle vazifeli kılınması manasına gelen “bi’set”, bu sebeple aynı zamanda “ölülerin diriltilmesi” demektir.

Nesim-i subh yahut saba rüzgârı, baharda seher vakti esen, ferahlatıcı, hafif bir rüzgârdır. Baharı müjdeleyen çiçek ve yapraklar bu rüzgârın tesiriyle açılır. Bahar onunla gelir yani.

Onun için saba rüzgârı nübüvvettir; Rasulullah s.a.v.’e işarettir. Nesim-i subh’un nefhası “vahiy”; bunun baharı ya da dirilişi, imanın feyz ve bereketini, İslâm’ın güzelliklerini mümkün kılmak üzere hayata taşınması “nübüvvet”tir. Hz. Peygamber s.a.v.’in ilâhi bir nefha olan vahyi saba rüzgârı gibi getirip cahiliyyenin en karanlık devrini bahar kılması, yahut İslâm’la yeşertip nurlandırması, kâmil manada Asr-ı Saadet’te yaşanmıştır. Öyleyse bahar İslâm’dır ama hususen Asr-ı Saadet’te yaşanan İslâm’dır.

Bu münasebet, Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerden hareketle de kurulur. Rum suresinin 50. âyetinde “Allah’ın rahmetinin eserlerinden biri” olarak “bahar”a, baharda “arzın, öldükten sonra yeniden diriltilmesine” işaret edilir.

Yeniden bir diriliş için, ebedî bir hayat için, Cenab-ı Hakk’ın insanlara ihsan eylediği en büyük rahmet eseri ise Rasul-i Ekrem s.a.v.’dir. Zira Enbiya suresinin 107. ayetinde Habib-i Kibriya’nın “Âlemlere rahmet olarak gönderildiği” beyan buyurulmaktadır.

“Saba rüzgârı” Hz. Peygamber s.a.v., “bahar” Asr-ı Saadet’te yaşanan İslâm olunca, “refik” de Sahabe-i Kirâm Efendilerimiz olur. Arkadaş veya yoldaş manalarına gelen “refik”, aslında “bir şeye dayanarak onu hem tutmak hem de ona tutunmak suretiyle ve tam bir teslimiyet içinde o şeyle beraber yol alan kişi” demektir.

Böylece ikinci mısrada söylenmek istenen şudur: Sahabe-i Kirâm’ın teslimiyetiyle Allah Rasûlü s.a.v.’e tabi olanlar, vahyin belirlediği çizgide şaşmadan yürüyenler, İslâm’ı Asr-ı Saadet’teki gibi kemâl mertebesinde yaşayabilirler. Bu teslimiyet ve refakat, sonraki devirlerde Hz. Peygamber s.a.v.’in vârisi hükmündeki âlimlere, velilere refik olmakla da tahakkuk eder.

İslâm’ı kemâl mertebesinde yaşamaktan murat, “saadet” nitelemesinden de anlaşılacağı gibi kalbin mutlak manada huzur ve sükun bulması, Allahu Tealâ ile mülaki olmasıdır. Mümin dünyaya gelmezden evvel Âlem-i Ervah’ta, Elest Meclisi’nde daha önce bu safayı sürmüştür.

Öyleyse Allah Rasulü s.a.v.’e ve O’nun vârislerine uyarak, onların hayata taşıdığı ilâhi nefhaların mazharı olarak ulaşacağımız “bahar”, Âlem-i Ervâh’ta yahut Cennet’te yaşadığımız “hâl”dir; ebedî bir diriliktir. Bu sebeple tasavvuf dilinde bahar “bâtında ruhaniyyetin zuhuru” demektir.

Şimdi buradan ilk mısradaki “kûy-i yâr”e yol bulabiliriz. Çünkü sözün başında şairin her iki mısrada da aynı şeyi farklı kelimelerle tekrar ettiğini söylemiştik. Kûy-i yâr, Sevgili’nin bulunduğu yerdir. Bu terkiple ruhlar âlemi kastedilse de asıl anlatılmak istenen bir “yer” değil, daha önce farklı bir âlemde Cenâb-ı Hak’la hemhâl olma keyfiyetidir.

Allahu Tealâ mekandan münezzehtir ve elbette her yerdedir. İşte bu marifet ve şuur, yani vahdet idraki, “kûy-i yâr”da olmak demektir.

Vahdet idraki kalpte olur. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının tecelligâhıdır. Onun içindir ki müminin kalbi kûy-i yârdır; beytullahtır.

Böyle bir kalp hakiki manada diri kılınmış, bahara çevrilmiştir. Huzur ve sükûn içinde cennetin ya da Elest Bezmi’nin sefasını sürmektedir. Fakat aşka uyup dünya varını terk etmeden, saba rüzgârının esintisine ram olmayı engelleyen ağırlıklardan kurtulmadan böyle bir kalp fethine, böyle bir diriliş yahut bahara erişmek mümkün değildir.


Sevgiliye kavuşmanın yegâne vasıtası aşktır. Aşk, Sevgili’den gelen talimata kayıtsız şartsız teslimiyeti icap ettirir. Sahabe-i Kirâm’ın asrı, bu aşk ve teslimiyetten dolayı “Asr-ı Saadet” olmuştur.

T. Ziya ERGUNEL
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen meryemnur »



er-REZZÂK…

Hakîkaten Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâta karşı yegâne tekeffül ettiği şey, rızıktır. Hiçbir canlı, rızkını tamamlamadan ölmez. Bu sebepledir ki rızık endişesi taşımak, îman şuuruna aykırıdır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allâh’ın üzerinedir. Allah, o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir…” (Hûd, 6)


Resim


Rabbimiz bütün mah­lû­­kâ­­tı­na her an sayısız i­lâ­hî sofralarla rızıklarını ikram hâlindedir. Üstelik Rezzâk olan Rabbimiz, yeryüzündeki her cins mah­lû­kâta ayrı ayrı sofralar kurmaktadır. Meselâ bir koyunun yiyebildiklerinin pek çoğunu insan yiyemez; insanın yiyebildiklerinin pek çoğunu da koyun yiyemez. Yani rızık nîmetleri de çok hassas bir ilâhî tanzim ve taksime göre lûtfedilmektedir.

Bizler de yediğimiz her lokmada bu ilâhî ikramları hatırlamalı, yemeğe besmeleyle başlayıp hamdeleyle bitirmeli ve Rabbimize dâimâ şükran duyguları içinde bulunmalıyız. Hattâ açları doyurmak, susuzlara su ikrâm etmek sûretiyle, mahlûkâtın rızıklanmasına hayırlı bir vâsıta olabilmeye gayret göstermeliyiz.

Zira nîmetlere şükür, iki şekildedir:

Biri, bütün nîmetlerin Hakk’ın lûtfu olduğu idrâki içinde bulunmanın bir ifâdesi sadedinde, lâf­zan, yani sözlü olarak şükretmek; diğeri ise o nîmetlerden mahrumlara ikramda bulunmaktır. Bu da fiilî bir şükürdür ki, mutlakâ îfâsı lâzımdır.

Şu kıssa, bu îman ufkunu ne güzel hulâsa etmektedir:

Şakîk-i Belhî Hazretleri, geçimini temin edebilmek için ticaret yapmaya karar verir. Bunun için de uzak diyarlara gitmesi gerekir. Ayrılmadan önce, hürmet ve muhabbet duyduğu dostu İbrahim bin Edhem’e uğrayıp helâlleşir, ardından da yola çıkar. Fakat uzun bir süre görülmeyeceği sanılan Şakîk, birkaç gün sonra çıkagelir. İbrahim bin Edhem, Şakîk’i câmide görünce hayretle:

“–Niçin çabuk döndün?” diye sorar. Şakîk-i Belhî:

“–Yolculuğumda çok acâyip bir şey gördüm, ondan dolayı döndüm.” der.

İbrahim bin Edhem:

“–Hayırdır inşâallah, ne gördün?” deyince Şakîk şöyle anlatır:

“–Yolculuk esnâsında dinlenmek için bir kenara çekilmiştim. Orada kör ve topal bir kuş gördüm. Kendi kendime; «Acaba bu kuş burada yalnız başına nasıl yaşıyor, ne yiyip ne içiyor?» diye düşünürken, az sonra, ağzında yiyecek taşıyan bir başka kuş çıkageldi. Bu böyle birkaç defa tekrarlandı. Bunun üzerine ben; «Bu kuşu bu ıssız yerde rızıklandıran Allah, elbette beni de rızıklandırır, O’nun buna gücü yeter.» dedim ve döndüm.”

Bunun üzerine İbrahim bin Edhem Hazretleri şöyle der:

“–Şaşarım sana ey Şakîk! Niçin kendini, başkasının yardımıyla yaşayan kötürüm bir kuşun yerine koydun da, hem kendisi için çalışan hem de diğer düşkünlere yardıma koşan kuş gibi olmayı düşünmedin?!”

Bu sözler üzerine Şakîk-i Belhî hakîkati anlar. Hemen kalkıp İbrahim bin Edhem’in elini öper ve ticâretine geri döner. (Yûsuf el-Kardâvî, Fakirlik Problemi ve İslâm)

İşte âilesine, akrabâsına ve çevresine ikrâm ederek ilâhî ahlâkı yaşama gayreti, Hakk’ın muhabbet ve rızâsına eriştiren bir fazîlettir. Mü’min de, rızık husûsunda yanlış tevekkül anlayışlarına kapılmayıp gücü yettiği sürece sa’y ü gayret göstermeli ve böylece rızıktan çok Rezzâk’ın peşinde olma firâsetini kazanmaya çalışmalıdır.


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen MINA »




Cezbe

Şöyle bir söz rivayet edilmektedir: "Rahman cezbelerinden bir cezbe ins ve cinnin amellerine müsavidir." Cezbe ALLAH-u Zülcelal tarafından kuluna bir ikramdır. Bu cezbe ister namazda ister namaz haricinde olsun; gücü nisbetinde kişinin cezbesini tutması lazımdır.

Şayet takatinin dışında olan ses ve hareketlerse hiç kimse bir şey söyleyemez.

ALLAH'ın rahmetinin ağırlığına kim dayanabilir ki?

İmam Ahmed b. Hanbel Müsned'inde Hz. Ali (R.A)'dan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (S.A.V) Hz. Ali'ye: "Sen bendensin." Hz. Cafer'e "Senin ahlakın ve yaratılışın benim ahlakım ve yaradılışım gibi." Hz. Zeyde de "Sen benim azadlığım (azad olmuş kölemsin.) sın." demiştir. Bu şekilde söylemesi üzerine vecde (cezbeye) gelip tek ayak üzerinde dolaşmaya başlamışlardır.

Bu sahabilerin Peygamber Efendimiz (S.A.V) 'in huzurunda böyle bir harekette bulunmaları mümkün değildir. Fakat takatlerini aştığı için kalkıp semaya başlamışlardır.

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in huzurunda takatin dışında böyle bir olay zuhur ediyorsa zamanımızda da böyle şeyler zuhur edebilir.

Onun için bu gibi durumlara dil uzatmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Ama özellikle namazda kendini tutması lazımdır. Çünkü namazda iki harf çıkması ya da üç hareket olması halinde namazı ifsad edeceği için çok dikkatli olunmalıdır.


Namaz dışında rahmet ve feyzin gelmesi halinde kendini serbest bırakmalı ve ses çıkacak diye rahmet ve feyzi nehyetmeye çalışmamalıdır.

Çıkacaksa ses o feyz ve nisbetten çıksın. Kişi kendini sıkıp ALLAH-u Zülcelal'den gelen feyz ve berekete engel olmasın...


ALINTI...
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen meryemnur »


el-MÜ’MİN…

Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatı da el-Mü’min’dir. Rabbimiz bu sıfatını kendisine îmân etmiş kullarına da lâyık görmek sûretiyle, kullarının da bu ilâhî ahlâkı yaşamalarını arzu buyurmaktadır.2

“Mü’min”; gönüllerde îman nûrunu parlatan, kendisine sığınanlara eman veren, onları emniyet içinde tutup koruyan, huzur veren, kendisinin ve peygamberlerinin doğ­ru­luk ve sadâkatini or­ta­ya koyan, vaadinden dön­me­yen gibi mânâlara gelmektedir. Cenâb-ı Hak, diğer cemâlî esmâsı gibi “mü’min” sıfatıyla da vasıflanmamızı arzu ediyor. Öyle ki biz kullarına “mü’minler” diye hitâb ediyor. Böylece bu sıfata lâyık bir şahsiyet ve karakterle dînini temsil etmemizi telkin buyuruyor.

Resim


Mü’min sıfatının gönle yerleşmesinin en büyük alâmeti ise, kulun kendisini dâimâ ilâhî kameraların altında hissedip her hâliyle dîninin güzel bir temsilcisi olabilmesidir. Bu şekilde yüreklere îman aşılaması, merhamet tevzî etmesi, kendisini ve çevresini her türlü kötülükten muhafaza edip îtimat ve emniyet telkin etmesidir.

Nitekim; “Müslümanların en fazîletlisi kimdir?” diye sorulduğunda Peygamber Efendimiz r:

“Dilinden ve elinden müslümanların emniyette olduğu kimse.” cevâbını vermiştir. (Buhârî, Îmân 4, 5, Rikâk 26)

Bunun aksine, sözünde durmayan, güvenilmez kimseler hakkında da Efendimiz r’in çok dehşetli îkazları mevcuttur. Bunların ikisinde şöyle buyrulur:

“Yapacağı fenâlıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 73)

“Emâneti (güvenilirliği) olmayanın îmânı da yoktur.” (Ahmed, III, 135)

Bir mü’minin etrâfına güven vermemesi, îmânının zayıflığına ve hattâ îman hassâsiyetlerini kaybettiğine işârettir. Artık onda mü’minliğin sadece adı kalmış, ibadetlerinin içi boşalmış, geriye yalnızca samimiyetsiz bir görüntü kalmış demektir.

Nitekim Hazret-i Ömer t ibâdetlerin bile güzel ahlâk zemîninde bir kıymet ifâde ettiğini ne güzel dile getirir:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu, dünyaya meylettiği zaman helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.” 3

Bizler de bu ilâhî sıfattan nasip alarak Rabbimizin sevip râzı olduğu kâmil bir “mü’min” olabilme cehdi içinde bulunmalıyız.

------------

DİPNOTLAR: 2. Ancak şunu da unutmamak lâzımdır ki, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından birinin herhangi bir insana isnâd edilmesi mecâzîdir ve O’nun “muhâlefetün li’l-havâdis”, yani sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzememek sıfatı zemininde telâkkî edilmelidir. Aksi hâlde, bu sıfatlardan biriyle herhangi bir insanın tavsîf edilmesi şirk olurdu. 3. Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, Dâru’l-Fikr, ts.,VI, 288; Şuabu’l-Îmân, IV, 230, 326.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: İLÂHÎ AHLÂK İLE AHLÂKLANMAK

Mesaj gönderen meryemnur »



MÂLİKU’L-MULK…

RABB'imiz, MÂLIKu’l-Mulk’tur; bütün mülkün gerçek sâhibi ve hükümdârıdır. O, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Dilediğine çok, dilediğine az verir. Fakat herkesi de verdiği nîmetler ölçüsünde mes’ûl tutar.

Dünyâ sevgisi ve mal kazanma hırsı, gönülleri en çok gaflete düşüren hususlardan biridir. İnsanın bu zaafını, Yüce RABB'imiz şöyle beyan buyurmaktadır:

“İnsan var ya, RABB'i kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde; «RABBim bana ikram etti.» der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise; «RABBim beni önemsemedi.» der.”
(el-Fecr, 15-16)

Mal ve mülkün saâdet de felâket de getirebileceğini, zenginliğin de fakirliğin de ilâhî bir imtihan olduğunu lâyıkıyla idrâk eden HAKK dostları ise, her iki durumdan da mânen kazançlı çıkmanın idrâki içinde yaşarlar. Cenâb-ı HAKK nîmetlerini artırdığında; israf, cimrilik ve şımarıklıktan sakınarak onu HAKK’ın rızâsı yolunda kullanmayı nîmet bilirler. ALLAH, nîmetlerini azalttığında ise, bunun da kendileri için hayırlı olduğunu düşünürler. Zira dünya servetinin, niceleri için bir fitne ve musîbet sebebi olduğunu hatırlayıp hâllerine şükreder ve gönül huzûruyla sabrın lezzetini yaşarlar.

Mü’min de bu şuurla, ilâhî taksîme kanaat edip rızâ ve teslîmiyet göstermeli, nefsânî ihtiraslarla ilâhî hudutları çiğnemekten ve başkalarına takdîr edilmiş mal ve mülke göz dikmekten sakınmalıdır. Mülkün gerçek sâhibinin ALLAH olduğunu unutmamalı; kendisine takdir edilen mülkün, geçici bir süre kullanılacak bir emânet olduğunu hatırından çıkarmamalıdır. Şimdi bâzı mülkler için “devre mülk” denilmektedir. Hâlbuki îman nazarıyla bakıldığında, bütün fânî mülkler devre mülktür.

Esâsen, gönlü ALLAH muhabbetiyle dolu bir mü’min, hakîkatte hiçbir şeye mâlik olmadığının idrâki içindedir. Zira muhabbet, fedâkârlık gerektirdiği için haris bir mâlikiyetle, yâni nefsânî bir sâhiplik arzusuyla aslâ bağdaşmaz. Seven, sevdiği uğruna her şeyden vazgeçer. Nitekim mü’min, îmandan ihsâna giden HAKK yolculuğunda mesâfe aldıkça, dünyâya bakışındaki ölçüleri de aynı paralelde seviye kazanır:

Meselâ, ilâhî emir ve yasakların umum insanlığa teklif edilen asgarî seviyesi olan şeriatte; “senin malın senin, benimki ise benimdir” anlayışı geçerli iken;

Kalben istîdatlı kimselerin sülûk ettiği mânevî olgunlaşma yolu olan târikatta bu bakış açısı; “senin malın senin, benimki de senin” şeklinde bir fedâkârlık mâhiyeti kazanır.

Bunun da ötesinde HAKK’ın seçkin kullarının erişebildiği hakîkat iklîminde ise; “ne senin malın senin, ne de benim malım benim; hepsi ALLAH’ındır!” telâkkîsine ulaşılır.

İbrâhim bin Edhem Haz­retleri’nin, kendisinden öğüt isteyen birine söylediği şu sözler ne kadar mânidardır:

“Eğer günah işleyeceksen bâri ALLAH’ın nîmetini yeme! Hem HAKK rızkını yiyip hem de O’na âsî olmak revâ mıdır?! O’nun mülkünde oturup da O’nun sözünü tutmamak revâ mıdır?!”

HAKK yolcusu, bu hakîkatler ışığında kendi vaziyetini dâimâ gözden geçirmelidir. Ayrıca kendisine takdîr edilen mal ve mülk üzerinde muhtaçların da hakkı bulunduğunu unutmamalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Sâ­ilin (ihtiyacını arz edebilen fakirin) ve mah­rû­mun (iffeti sebebiyle isteyemeyen muhtacın), on­la­rın (zenginlerin) ser­vet­le­rin­de (belirli bir) hak­kı var­dır.” (ez-Zâriyât, 19)

Yine mü’min; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…”
(el-Bakara, 273)
âyetinin sırrına ererek, muhtaç durumdaki kardeşinin istemesine bile lüzum kalmadan, onun sıkıntısını sîmâsından anlayabilecek bir firâsete ulaşmalıdır.

Resim

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön