Gavs-ül Azam ABDÜLKADİR GEYLANİ Hz. - İLAHİ ARMAĞAN

Abdulkadir Geylani (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



44. MECLİS



Bu konuşma Salı günü öğleden sonra medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 13 Recep 545, Milâdî 1150.



İman sahibi, dünyalık adamlar arasında bir garip kişidir. Zâhid olan, âhirette bir zavallı gibidir; çünkü onun arzusu âhiretin güzel­liği değildir, efendisidir. İrfan sahibi ise, Zât-ı İlâhîden gayri her şe­yi bir yana atar.

Bazı iman sahipleri dünyada bir zindan hayatı yaşar. Rızkı dar değildir. Çocukları mal içinde yüzer; etrafında dolaşır gülüşürler. Ama kendi iç âlemi hüzün içindedir. Dışından onlar gibi güler. İçi ise kederle doludur.

O insan dünyayı kalbi ile bilir, ne olduğunu anlar. Bu yüzden ona yol verir. Dünyanın tümüne birden yol vermez, sıra ile yapar. Birinci defa yol verir; bekler, bazı güçlüklerini yenebiliyorsa ikinci kısmını da bırakır. Buna da güçlü olduğunu anlayınca üçüncüsüne geçer ve bir daha kalbine koymamak üzere yol verir. Bütün varlığını öz âleme çevirir. Bu hâlinde samimidir. Samimiyeti sayesinde, Hak Teâlâ'nın nuru bir anda varlığını sarar. Dünya ona:

“Beni niye bıraktın?” diye sorar.

“Bu gayet basit, senden daha iyisini buldum da, ondan...” de­yince dünya bir daha sorar:

“Beni niçin bıraktın?” O da tekrar şöyle der:

“Sen sonradan yaratıldın; fânisin, ömrün ölçülüdür. Sana bir suret verilmiş. Dışın süslü, ama için bozuk. İç âlemin bir başka. Onu anlıyorum. Seni terk etmemin yegâne sebebi budur.”

Bu anlayışla o irfan sahibi, marifetin aslını bulur, hür olur. Dün­yada gezdiği hâlde kalbini dünyadan alır; bir garip kişi olarak gezer. Zaman olur âhireti de bırakır, her şeyi bırakır.

Artık dünya o zâta hizmet eder. Dünyayı, bütün tebaası ile hiz­met eder görür, sevinir. Bu hizmetten daha fazla hizmet istemez. İyi işler tutmak için dünyadan faydalanır. Kafiyen ziynet eşyalarına gönül kaptırmaz. Hiç kimsenin yanına süslü olarak gitmez. Sebebi ise kimsenin dikkatini üzerine çekmemektir. Bu arada tek gayesi, Yaratan'ın gözüne girmektir. Büyük zâtlar bir şahsı severlerse ona hediyeler yağdırırlar, o bunu bilirdi. Ama esas maksadı hediye değil bizzat efendisi idi. Efendisinin sevgisini kazanmak, onun yegâne sevdiğidir. Efendisi onu sevince her şey onun olur. Kendi varlığı için seçer, her şey olur. Kendi varlığı için seçer, başkalarına vermez... O iman sahibi bunları iyi öğrenmiştir.

Rabb’ine dön. Bütün kalbinle O'na koş. Gelecek günü, geçmişin yanına bırak. Yarının gelmesini düşünme. İşlerini bugünde bitir. Yarın, sabah olduğunda, bu hayata veda etmiş olabilirsin.

Ey zengin, zenginliğin seni aldatmasın. Yarın, bütün malın telef olabilir; sen bir pula muhtaç fakir kişi olabilirsin.

Her şeyi bırak, hâlen bağlı olduğun şeylerin Hâlık'ı ile ol. O'na benzeyen yoktur. Kendini boş şeylerle avutmaya çalışma. Seni O'ndan gayrisi sevindiremez. Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyu­rur: “İman sahibi, Yaratan'ına kavuşuncaya kadar rahat yüzü göremez.”

Kullarla aran açıldığı zaman Hak'la hoş olmaya bak; senin için seçtiğine itiraz etme. Hak Teâlâ'nın işlerine sabırla bakan çok hik­metli lütuflarını görür. Her şey sabırla hallolur. Fakirlik hâline sab­reden bir gün zengin olur. Fakirlik hâline sabır, para kazanmak yo­lunda çıkan güç işlere dayanmakla olur. İyi düşünülürse, peygam­berlerin çoğu çobanlık etti. Ve velî kulların ekserisi, kölelik yaptı.

Herhangi bir kul, Allah için gönlünü engin kılarsa, o yükselir. Hak için tevazu eden büyür. Aziz eden O'dur. Zelil eden O'dur. Yük­selten ve yere batıran yine O'dur. Başarı veren ve işlerde kolaylık gösteren yine O'dur. Ne yazık ki, biz O'nun yüceliğine ermek için ma­rifet sahibi olamıyoruz.

Ey yaptıkları işleri beğenenler, ne kadar cahilsiniz. O'nun başarı yardımı olmasa, siz nasıl o işleri yapardınız? O size yardım etme­miş olsaydı, ne oruç tutabilirdiniz, ne de namaz kılabilirdiniz. Şimdi, bulunduğunuz hâl, şükür makamıdır; kendini beğenme makamı değildir. Kulların çoğu yaptığı ibadeti görür. Kulların övmesini bek­ler; ibadeti, dünyalık toplamak için yapar. Bunun sebebi, nefsi ve boş duygusu ile yapmasıdır.

Dünya nefislerin sevgilisidir. Âhiret ise kalplerin... Aziz ve Celil olan Hak ise, sır âlemlerinin sevgilisidir.

Hükümler verildikten sonra, kalbinize yerleşir. Evvelâ bir şey için hüküm verilir. Sonra, yerine gider. Hakkında bir hüküm veril­meyen hiç bir şey makbul değildir. Her hükmü şeriat verir. Onda yer almayan şeyleri yapmak, dinden sapmaktır. Hak Teâlâ'ya Kitap ve Sünnet kanadı ile uç, elini Peygamber’e vererek Hak kapısından gir. Akıl danişmendin ve hocan O olsun. O'nun elini tutma; bırak saçlarını tarasın. O'na taarruzu bırak. Ruhlar âleminin terbiyecisi O'dur. Allah yolunu dileyenleri, o yetiştirir. Bütün yolcular, ilk sefer­lerini O'na tahsis ederler. Salih kulların şahı O'dur.

Bütün hâli, makamı ve ruhaniyet hâllerini o büyük Peygamber (s.a.v) kullar arasında böler. Bu vazifeyi Hak Teâlâ O'na vermiştir.

Padişah tarafından gönderilen hediyenin, kumandan tarafından as­kere taksim edildiği bir vakıadır.

Allah'ı tevhid etmek bir ibadettir. Kulları Hakk'a ortak koşmak herkesin âdeti oldu. Sen âdeti bırak, ibadete devam et. Âdeti yıkar­san, senin için âdetlerin üstünde şeyler zuhur eder. Gayretli ol. Yan­lış işlere karşı iyi duygu besleme, Allah Teâlâ da, seni o kötü şey­lerden korur.

İç âlemini kötü hâlden al. Bugünkü perişan hâlini iyiye tebdil et. Bunu yapmayı arzu etmediğin zaman, Hak Teâlâ seni bulundu­ğun hâlden zor kurtarır.

Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Allah hiçbir topluluğun halini değiştirmez; ancak onlar hal­lerinde bir değişiklik yapmadıkça.” (er-Ra’d, 13/11)

Nefsini ve yaratılmışları kalbinden çıkar. Yerlerini Hak Teâlâ'nın varlığı ile doldur. Bu sayede sana tekvin sıfatı tecelli eder. Bu hâl gece namazı ve gündüz orucu ile gelmez. Kalp temizliği ve sır safiyeti ile gelir.

Bazı büyükler şöyle der: Oruç ve namaz, bazı yemekler için kullanılması zarurî sirke ve yeşillik gibidir; tam gıda sayılmazlar. Asıl gıda bunlardan başkası olur ki, o ‘doğruluktur.’ Oruç ve namaz her şeyden önce var olmalı­dır. Ama yalnız bunların oluşu yeterli sayılmaz. Hiç bir zaman doğ­ruluğu elden bırakma. Namaz ve orucunu doğrulukla kılarsan fay­dası olur. Yemeğini ye. Yemeği hoş yemek için onu renklendirmeye bak. Sofranı güzel hazırlarsan iştahla yemek yersin.

Doğru ol. Namazını kıl, orucunu tut. Bunlar senin için baş gıdadır. Gıdanı aldıktan sonra her yanını nurda yıka. Çünkü Hakk'a vasıl olma faslı başlıyor. Ona hazırlık için iç âlemini, yani kalbini te­mizle. Bu arada hayli uzun yolculuk başlayacaktır. Ülkeleri katedeceksin. Sana hayli güç vazife verilecek. Bölgeler sana teslim olacak. Bir kulun kalbi saf ve temiz olursa ona verilmeyecek şey yoktur. Hak yakınlığını benliğinde duyan zât, yeryüzünün sultanı olur. O kul, halkı Hakk'a davete memur edilmiştir. Onların ezasına sabırla karşı koymak vazifesidir. Hakk'a ve hakikate vakıf olan zât, yeryüzünde mevcut batıl işleri Hakk'a çevirmek için elinden geleni yapar.

O kul, halkı zengin etmek için mal dağıtır. O, bir kimseye iyilik yapınca sonsuz zengin olur.

Onun kalbi hikmetlerle doludur. Hak Teâlâ'nın tecellisi, sâlih kullarının kalbini donatır. İrfan sahibi kulların iç âlemlerinde hik­met çağlayanları coşar. Arş ve ilim denizinden kaynaklar geçer. Ora­dan kaynayan kaynaklar, ölü kalpleri diriltir. Hayata kavuşturur. Hak'tan kaçan tenler, o çağlayan ve ırmaklar sayesinde diriliğe erer.

Ey evlat! Haram yemek kalbini öldürür. Helâl yemek ise varlı­ğına can katar. Bir lokma vardır, kalbini karartır. Bir lokma vardır, derununa nurlar saçar. Bir lokma vardır, yeyince dünyaya dalarsın. Bir lokma vardır, yeyince bu âlemin ötesine geçersin. Ama bunlardan daha üstün bir lokma vardır ki, onu yiyen dünyayı da âhireti de bırakır. İşte bu lokma seni tabiatın Yaratıcı'sına ulaştırır.

Haram yemek, seni dünya ile uğraştırır, hataları sevdirir. Mu­bah olan şeyleri yemek, kalbi âhiret âlemine iter ve tâatla meşgul eder. Helâl yemek ise, Yaratan'a yaklaştırır. Bu yemekler irfan duy­gusu ile bilinir. Hak Teâlâ için kalbinde irfan duygusu taşıyanlar, bunu benliklerinde sezerler.

Marifet kalpte olur. Defter ve kitaplarda olmaz. Bu marifet duy­gusunu Hak Teâlâ verir. Kullar veremez. Bu duygunun kalbe yer­leşmesi için Hakk'a ibadet etmek gerekir. Doğru olmak ve doğruluğu tasdik ettirmek irfan duygusunu arzulayan için çok önemlidir. Ay­rıca fâni varlıkları kalpten atmak en lüzumlu bir iştir.

Sen, yalnız yemeyi, içmeyi vb. kötü arzularını tatmin etmeyi dü­şünmektesin. Bu durumda sana irfan sahibi olmak nasıl nasip olur ki? Kaldı ki, yediğin ve içtiğini nereden temin etmek zorunda ol­duğunu bilmez olmuşsun.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurur: “Bir kimse ki, yediğini ve içtiğini nasıl elde ettiğini düşün­mez, Hak Teâlâ ona rahmet nazarı ile bakmaz. Cehennemin hangi kapısından girerse girsin, düşünmez.”

Kâinatta var olan hiç bir şeye kalbini bağlama. Kalp yüzünü on­lara tebessüm dahi ettirme. Seni Hak'tan alıkoyan olmasın. Halk se­ni alıp Hak'tan kaçınmasın. Kullar arasına pek girme. Yalnız, kul­ları iyiye çağırmak için dilinin döndüğü ve onların anladığı kadar konuş. Ufak tefek hataları olursa itiraz etme, idare et. Onlarla iyi geçin. Peygamber (s.a.v) Efendimiz buyurur ki: “İnsanlarla iyi geçinmek sadakadır.”

Allah'ın sana verdiği iyi huyları kullara da öğret. Sana verilen güzel şeyleri onlara da ikram eyle. Onlarla iyi arkadaş ol. Yumuşak davran. Allah'ın kullarına karşı dik omuzlu olma.

Huylarını daima güzelleştir. Bütün işlerin Allah'ın emrine uygun olsun.

İnsanlar için iki önder vardır; biri ilim, diğeri ise hikmet taşır.

Kullar arasından çıkacak herhangi bir önder, ancak Hak kapısı yakınına götürebilir.

Senin için, iki kapı vardır; bunların ikisinden de geçmen lâzım: Hak kapısı ve halk kapısı. Bunlara, dünya, âhiret kapısı da dene­bilir. Birini diğerinden ayırt etmek mümkün değildir. Yalnız, evvelâ Hak kapısı, sonra halk kapısı gelir. Birinci kapıya geçersen, ikincisi kendiliğinden açılır. Kalbinden dünyayı atarsan ukba âlemine vara­bilirsin.

Hikmetler taşıyan öndere uyarsan, ilim deryası sahibine gider­sin. Hakk'a marifet sahibi olmak istiyorsan halkın fâni varlığını kal­bine koyma.

Anlatılanlar, derece derecedir. Biri diğerinin zıddıdır, iki zıt birleşemez. Bu zıtların arasını birleştirmeye yeltenme. Boşuna yorulur­sun; eline bir şey geçmez.

Kalp, Hakk'ın tecelli yeridir. Oraya, O'nun varlığından başkası­nı sokma. Düşün, melekler suret olan eve girmezler; Hak Teâlâ put­larla doldurduğun kalbine nasıl tecelli eder? O'nun gayri olan her şey puttur. O putları kır ve kalbini temizle. O kez Hakk'ın tecellisini orada görürsün. Önceleri görmen kabil olmayan hikmetli şeyleri görmeye başlarsın; yeter ki kalbin temiz olsun.

Allah'ım, razı olduğun şeyleri yapmaya bizi ulaştır.

“Dünyada bi­ze iyilik ver, âhirette iyilik ver, bizleri ateş azabından koru.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!


***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



45. MECLİS



Bu konuşma sabah üzeri medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 16 Recep 545, Milâdî 1150.



Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdu:

“Bir kimse ki, kendi gibi yaratılmışa dayanır, o melundur.”

Melun: Lanete uğramış, herkesin nefretini celbeden kimse, de­mektir.



* * *



Hayret. Çoğu kimseler, bu lanet halkasına takıldı, hayret. Halkın çoğu aynı yolda. Allah'a dayanan, bir tane denecek kadar az. Bir kimse, Allah'a dayanırsa kopmaz halkaya yapışmış olur. Her kim ki, kendi gibi bir yaratılmışa dayanır, o elini suya açık daldırıp kapalı çeken gibidir ki, eline bir şey girmez.

Yazık sana, kullar sana ne kadar yardım edebilir? Onlar yardım edecek olsa, bir, iki, üç gün, bir ay, bir sene veya iki sene yardım eder. O da dünyada. Âhirete gidince hepsi senden yüz çevirir.

Sana, Hak'la sohbet gerekir. Bütün işlerini O'na ısmarla. O, sen­den yüz çevirmez, dünya ve âhirete dair ihtiyacını vermekten imtina etmez.

Allah'ı tevhid etmiş olan bir iman sahibi için ana, baba, ev halkı, dost, düşman, mal, şöhret ve herhangi bir şeye güvenmek yoktur; onun için cümle eşya yokluğa gömülüdür. Bu hâli benliğine sindiren zât, Hakk'a dayanır ve O'nun iyiliğine güvenir.

Ey altınına ve gümüşüne güvenen, yakında onlar elinden çıka­cak, sana cezası kalacak. Onları harcadığın yerler sorulacak. Onlar vaktiyle başkasının elindeydi, sonra sana geldi. Sebebi, onları Hak yo­la sarf edesin; Mevlâ'nın yolunda sana yardımcı olsunlar. Hâlbuki sen, onları özüne put kıldın.



* * *



Ey bilgisiz! İlmi Allah için öğren; ayrıca amel et. Öğrenmek ve amel etmek, insanı edep sahibi eder. İlim hayattır, cehalet ölüm sa­yılır, ölümün en yakın dostu bilgisizliktir. Bilgisizlik insanı cemiyet defterinden siler.

İlim birkaç bölüme ayrılır. Biri herkesçe müşterek ilim ki, onu herkes öğrenir. Bir de hususî ilim vardır; o da, her şahısta değişir. Buna da: “Kalp ilmi, sır ilmi” derler.

İkinci ilmin deryasına dalarsan, Allah yolunun sultanı olursun. Seni yolunda sultan kılanın emri icabı, yasak olanı yasak eder, yapıl­ması gerekli olanı yaptırırsın. Verilecek yere verir, verilmeyecek yere vermezsiz. Halk arasında da sevilirsin.

Yeryüzünde, Allah'ın sultan kıldığı kimseler vardır. Allah'ın emrini yaptırır, yasak ettiği şeyleri yaptırmazlar. Hak'tan bir şey alı­nacağı zaman Allah'ın emri varsa halk arasında ilâhî hükümle gezer­ler; iç âlemlerinden alırlar; yoksa almazlar. Vermeyi de aynı şekilde yaparlar. Kopup gelen bilgi ile olurlar. Hüküm kapıcıdır; kapıyı bek­ler; ilim evin içinde durur. Hüküm umumî verilir. İlim her şahsa göre değişik şekil alır.

İlim sahibi Hakk'ın kapısında durur. Marifet bilgisi ona verilmiş­tir. Bütün işlere karşı anlayış sahibi olur ki, bu hâle başkası eremez. İrfan sahibi emirsiz hiç bir iş görmez. “Ver” denilirse verir, “Verme” dendi mi kimse ondan bir şey alamaz. İrfan sahibine “ye” denir, yer. “Yeme” denirse yemez, aç kalır. İrfan sahibi, yapacağı işleri vicdanı­nın emri ile yapar. Bir şahsa gidileceği zaman vicdan emri esas olur. Gidilmeyeceği zaman yine vicdan emri göz önünde bulundurulur.

İrfan sahibi vicdanına danışmadan kimseden bir şey alıp diğeri­ne vermez. Yardım görmek isteyen, irfan sahibine yardımcı olur. Re­zil ve rüsva olmak isteyen, ona zahmet verir.

Allah yolunda çalışanlar, kendi menfaatlerini değil, sizin iyiliği­nizi düşünürler. Size gelmelerinin sebebi de budur; kendi ihtiyaçları­nı düşünmezler. Onlar kullara ihtiyaç beyan etmezler. Onlar, kulla­rın çözülen iplerini bağlar, harabe evlerini yaparlar. Ve bir baba gibi şefkat gösterirler. Hak Teâlâ onlara ezelden irfan duygusu nasip et­miştir, o duygu sayesinde her şeye karşı anlayış sahibi olurlar. Hangi işi sizden beklerse, o sizin içindir, kendileri için değil. Onlar daima kullara öğüt verir; bu vazifeden yorgunluk duymazlar.

Bir iş ki, Allah tarafından olur, onun sonu gelmez, sabit olur, ömürlü olur. Başkalarınınki ömürsüz ve geçici olur. İlme çalış. İlim sahiplerine ve bildiğini iyi yolda kullananlara hizmetçi ol. Bu uğurda, uğrayacağın ufak tefek güç işlere sabırla karşı koy. İlk başta ilme sabırla çalış; sonra faydasını bulursun; dolayısıyla saygı görürsün. Sana hizmet edenler de sabırlı olur. Çünkü sen de o yolda sabretmiştin. İlim yolunda sabırlı olursan kalp bilgisine sahip olursun. İçin nurla dolar.



* * *



Ey cemaat! İşlerinizi Hakk'a ısmarlayınız. İşleri, O sizden daha iyi bilir. Size yarayan en iyi şeyi O verir. Hakk'ın yardımını gözetiniz. O'nun yardımı, an an gelir. Her işinizde O'nun hizmetçisi olunuz. Rahmet kapısının açılmasını gözetiniz. Halka açılan kapıları kalbinize kapatınız. Bu dediğimi yaparsanız hesabınızda olmayan, garibinize gidecek şeyleri gösterir.

Yazık sana, dediklerimi anlamıyorsun; Allah, kullarının eli ile sana her şeyi gönderir ve onların eli ile zarar gelecekse yine gelir.

Her şeyi emre uyar kılan O'dur. Kalplere yumuşaklık veren yine O'dur. Kalpleri yine O karartır. O diriltir. O verir. O alır. O aziz eder. O zelil eder. O hasta eder. O şifa verir. O doyurur. O aç koyar. O giy­dirir. O üryan eder. O ihsan eder, O korkutur. O, Evvel'dir ve Âhir'dir. Şu söylenen şeylerin hepsi O'nundur. Bu işlerde başkasının dahli yok­tur. Kalple bunlara inan. Halkla muaşeret âdabını iyi yap.

Sâlih ve ittikâ sahiplerinin edebi böyledir. O ittikâ sahipleri Allah'a karşı hatalı olmaktan çekinirler. Halkla iyi geçim yoluna gi­derler. Halk arasında konuşurlarsa ancak onların aklına göre söz ederler; kalp istidatlarına göre konuşurlar. Daima iyi huylu olurlar. Ahlâk örneklerini Kitap ve Sünnet’ten alırlar. Kitap’ta -Kur'ân'da- ve Sünnet’te ne varsa onu konuşurlar. Sözleri kabul edildiği zaman, Allah'a şükür yolunu tutarlar. Şayet sözleri dinlenmez olursa, oradan kaçarlar. Söz dinlemeyen kişiler onlar için dost olamaz. Onlar, kullar arasında, Allah'ın emrini yerine getirmek için dolaşırlar; yasak işle­ri yaptırmamak için halk içine girerler.



* * *



Kalbini mescid eyle; orada Hakk'a kulluk et ve yalnız Allah'ı çağır, başkasını anma. “Mescidler Allah içindir; orada Allah'tan gayrisine dua etme­yiniz.” (el-Cin, 72/18) mealine gelen âyet-i celilenin mânasını düşün.

Kul, derece derece yükselir. İslâm olur, sonra imana kavuşur. Sonra ikana, marifet hâline, sonra ilim tecellisine, sonra sevgiye, sonra sevilmeye, daha sonra aramaya başlar. Daha sonra bunu da bı­rakır, artık aramaz, aranır. Artık bu kul, kemâl sahibidir, aklına aldı­ğını bırakmaz. Anmakta olduğu herhangi bir şeyi unutmaz. Gaflet uykusuna dalarsa uyandırırlar. Kötü bataklığa düştüğü zaman ikaz edilir. Herhangi bir emir tevdi edilirse yapar ve ikbal kazanır; daima konuşturulur, susması istenmez. Bu zât, her hareketinde ayıktır. Kalp aynası saf ve temizdir. Çünkü o daima kalbini kirlerden beri kılar. O zâtın dışına bakılsa derhal ruhundaki temizlik sezilir. Bu temizlik ona Peygamber’inden veraset yoluyla gelmiştir; dışı uyur, ama kalbi uyumaz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in gözleri uyurdu; ama kalbi her an ayık dururdu. Her yanı nur olmuştu. Önden geleni gördüğü gibi arkadan geleni de görürdü. Bu hâl herkese hâlince nasip olur. Hiç kimsenin hâli öbürüne uymaz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz, bu mâ­nayı şöyle dile getirdi: “Hiç kimse diğer kimse gibi ayık olamaz; karakter bakımından biri, diğerine uymaz.”

Şu var ki, büyük velîler ve varlığını Hak varlığına katanlar, hep birden, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’den artan sofraya konuk olurlar. İçtiği ilâhi şarabın kalanıyla doyarlar. O ummandan bir katre, iç âlemlerini coşturmaya yeter. O keramet dağından tozan bir zerrecik varlıklarını yükseltmeye kâfi gelir. Çünkü bunlar, onun vârisleridir. Çünkü bunlar, O'nun yoluna canla başla girmişlerdir. O'na varlıkla­rını vererek yardım ederler. Her yolunu kaybedene, o büyük Peygam­ber’i (s.a.v) gösterirler.

Halka din ilmini öğreten onlar, her iyiliği yapan yine onlar olur. Allah'ın selâmı onlara olsun, sevgisi onlara olsun. Ayrıca o büyük zât­lardan, gelenek yolu ile kıyamete kadar fayda alanlara da olsun.



* * *



İman sahibi tecrübelidir. Zekidir. Onu kimse kandıramaz; dün­yayı işaretle çağırır. Yalandan sevgi gösterir, dünyanın her şeyine sahip olur. Kalbini kaptıracağı an hemen boşar; bir daha ona yakın olmaz. Sonra âhirete döner, onun tadını alır. Kalbini de az meyletti­rir; fakat sıkı bir bağlılık bulduğu an terk eder. Yaratan'dan beri ede­ceğini hissettiği dem kökten boşar. Âhiretin şöyle bir yanından tu­tar, dünyanın kucağına oturtur: “Hesabınızı beraber paylaşın” der ve farz ibadetlere döner. Hak Teâlâ'nın kapısına koşar. Otağını o katta kurar; her an o eşiğe başını koyar ve yatar.

İbrahim (a.s) Peygamber’in milletine uy. O dosttu. Ona selâm ol­sun. Önce yıldızla yetindi, sonra ayla, sonra güneşle. Bunların sönen hâllerine baktı: “Ben böyle sönücü şeyleri sevmem, gönlümü kaptıramam” de­di.

Onların Yaratıcı'sına döndü. Ve şöyle dedi: “Ben yüzümü yeri göğü yaratana, pak ve temiz olarak çevir­dim; ben müşrik değilim.”

İbrahim (a.s) Peygamber, Hak Teâlâ'nın rahmet eşiğine yat­maya devam etti. Hakk'ı talepte doğruluk gösterdi. O'nun bu hâlini Yaratan anladı; dolayısıyla kapılarını ona açtı. Kalp yolu ile rahmet deryasına girmeye izin verdi. Bütün varlığı ile o sevgili Peygamber ilâhî varlık âlemine alındı. Hak ondan hâlini sordu. Her hâlini çok iyi bildiği hâlde, bir de ondan dinlemek istedi. Sordu, söyledi; sordu söyledi. Konuşturdukça daha fazla sevdi, sevdirdi. Her çeşit süsleri ona yağdırdı. Ondan razı olduğunu bildirdi. Kalbine hikmetler dol­durdu. Kimsenin sezemediği bilgiler verdi. Dünya ile hâlini sordu ve hepsini terk etmek kudretine sahip kıldı. Dünya ve âhiret ile yeni bir anlaşma yapmayı emretti. Bu arada dünya için, Peygamberi’ne eziyet etmemeyi şart koşturdu. Âhirete de aynı şartı bildirdi. Her iki­si için, o sevgili Peygamber’e hizmeti söyledi ve şarta ilâve etti.

Dünya ve âhiret o Peygamber’i sevdi, eziyet etmedi; kısmetini ke­sintisiz gönderdi. O Peygamber ise her şeyi aldı, yerinde kullandı; Hak Teâlâ'ya hizmet yolunu tuttu, kalbi daima Hak katında durdu. O Hak hem Aziz hem de Celil'dir. Zat-ı İlâhî'den gayri her şeyi kalbinden beri kıldı. Bu hâl, onu hür olan bir köle eyledi; yalnız Allah Teâlâ'nın kulu oldu; başkalarına köle olmaktan kurtuldu. Yerde ve gökte ne varsa boşadı. Hiçbir şey ona sahip olamadı. Ama o her şe­yin sahibi oldu: Çünkü mülkün sahibini sevdi. Mülkün sahibi de onu sevdi. Öyle bir şey oldu ki, ona yalnız şah sahip çıktı. Her kapı ona açıldı. Kapıcı ona mani olamadı. Perdeci ona perde kapayamadı.



* * *



Ey evlat! Allah yolcularının kölesi ol. Dünya ve âhiret onlara hizmet eder; her ikisi de onların emrine hazır durur; istedikleri an dilediklerini yaptırırlar. Hak Teâlâ'nın izni ile arzu ettiklerini alır­lar.

Onlarla olunuz. Size dünyadan suret, öbür âlemden ise mâna verirler.

Allah'ım, o büyük insanlarla aramızı bul. Aramızda olan ayrılık farkını bize anlat. Dünya ve âhirete dair görüşlerimizi birleştir. Âmin!


***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



46. MECLİS



Bu konuşma pazar sabahı yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 18 Recep 545, Milâdî 1150.



Dünya, her gün bir yerde açılan pazara benzer. O, bir çarşıdır; satış yapılır, yakında da kapanır. Ona gönül kaptırma; kalp gözlerini ondan çevir. Halkı varlık sahibi görme; asıl hak sahibini görmeye gayret sarf et. Kalbin daima temiz kalmalı. Çalışmak ve kazanmak onun safiyetine halel getirmesin; kötülük geleceğini umduğun kapı­yı kapa. Hak yakınlığına ve sır âleminin kapılarına toz atacak yön­lerini çevir. Size has olanlara dikkat ediniz, öz varlığınızı ilgilendi­rene bakınız; asıl önem buradadır. Başkaları için elinizde pek bir şey yoktur. Onları sahibi korur. Size ait olan işleri seçiniz. Herkesin işine karışacak olursanız belki kendinizi kaybedersiniz; şayet bu yolda ol­gun olsaydınız bir şey denemezdi. O zaman hep halkın iyiliği için iş­ler yaparsınız. Olgun hâlinizde çalışmanız başkaları için faydası yine başkaları için olsun; ama bu arada size düşen, Allah'ın fazlını ara­mak olur. Nefsinizi dünyaya atınız. Kalbinizi öbür âleme veriniz ve iç âleminizi de Mevlâ'ya teslim ediniz. Ve orada, hâl dilinizle şöyle de­yiniz: “Biz neler istiyoruz, onu muhakkak biliyorsun; buna inanıyo­ruz.”

Allah yolunda toplu olanlar, peygamberlere bedeldir. Onlar size bir emir verirse tutunuz; çünkü Allah'ın emri icabı size emir verir­ler. Peygamber’in emri üzerine yasak eder ve işe koşarlar. Konuşma­ları Peygamber’in sözleri ile başlar. Herkese iyilik yapar, kimseden bir şey beklemezler. Nefis ve kötü arzu, onları hareket ettiremez. Şahsî görüşleri ile Hakk'a ortak koşmayı akıllarına getirmezler. “Peygamber’in getirdiğini alınız, yasak ettiği şeyleri yapmayı­nız.” (el-Haşr, 59/7) mealine gelen âyet-i kerime, o büyük zatların can ku­lağı ile işittikleri mânalardır.

Peygamber’e uyunuz. O'na uyarsanız peygamberlik sıfatını vere­ne sizi takdim eder. Büyük insanlar, Peygamber’e uydukları için Hakk'a yakın oldular. Lâkap -şöhret ismi- onlar için verildi. Süs­lü kisveleri takındılar. Hak onları halka âmir kıldı.

Ey içi bozuklar, dini bırakılmış sanmaktasınız. Emirleri de, önemsiz görmektesiniz. Ne sizde bir iyilik var, ne uyduğunuz şeytan­larda, ne de yakın olduğunuz kötü arkadaşlarınızda.

Allah'ım beni ve onları zatına ulaştır. Sana dönmeyi nasip eyle. Onların nifak ve şirk bağından bizi kurtar.

Aziz ve Celil Hak Teâlâ'ya ibadet ediniz. Helâl kazancı, ibadet için yardımcı biliniz. Allah Teâlâ, ibadet eden ve hakikat karşısın­da boyun eğen, helâl kazanç yiyen kulları sever. Allah, helâl yiyeni ve amel edeni sever. Yiyip içip kulluk etmeyen sevilmez. Allah, kazancını yiyeni sever. Hileli iş göreni sevmez. O ki, halkın sırtından geçinir, onu Allah sevmez. Tevhid ehli, Hak tarafından sevilmiştir, müşrik sevilmez. Allah Teâlâ, emirlerine teslim olanı sever. Başka­larına kulluk edeni sevmez. Sevginin baş şartı uymak, uysal olmak­tır. Dik kafa sevilmez. Düşmanlığı doğuran baş âmil, uymaz olmak­tır.

Yaratan'ınıza teslim olunuz. O'nun tedbirlerine boyun eğiniz, dünya ve âhiret işlerinde O'na baş kaldırmayınız.

İlk devrelerimde, bazı sıkıntılara uğradım. Dua ettim, açılması­nı istedim, daha arttı. Şaştım; bu arada kalbime bir ses geldi: “Sen ilk zamanda bize, hâlinin teslimden ibaret olduğunu söylemedin mi?”

Bunun üzerine edebimi takındım, sesimi çıkarmadım.

Yazık sana, Allah'ın sevgisini iddia ediyorsun; hâlbuki kalbin­de bir sürü yaratılmış sevgisi var. Temizlik, O'nun sevgisi. Keder ise O'ndan başkasına bağlı olmakta. Hak sevgisini başkaları ile kirle­tirsen bütün zararı sana olur. Böyle bir iş yaptığın takdirde, İbrahim (a.s) Peygamber’in başına gelen senin başına da gelir. Yakup Peygamber’in çektiği darlığı benliğinde duyarsın. Onlar yavrularını sevdiler; Hak sevgisine halel geldi. Her ikisi de o sevgi yüzünden ne­lere uğradılar, bilirsin.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz, torunları Hasan ile Hüseyin'i se­verdi. Cibril yetişti, Peygamber’e (s.a.v) sordu:

“Onları seviyor musun?”

“Evet!”

“Onların biri zehirlenecek, öbürü kıtal yolu ile şehit edilecek.”

Onların sevgisini az da olsa bu hadise üzerine kalbinden attı.

Hakk'a ibadete koyuldu; fakat onların hüznünü unutamadı.

Hak Teâlâ, peygamberlerin, sevdiği velîlerin ve sâlih kulların kal­bine sahiptir. Oraya başka sevginin girmesini istemez.

Ey dünyayı isteyen, elini aç, hele bir bak. İçinde bir şey var mı? Bu nifakçı hâlinde ne elde etmeyi bekliyorsun?

Yazık sana, çalışmakta bir yeterlik duyuyorsun. Beri yanda hal­kın malında gözün var. Dinini satarak, onlardan bir şeyler bekliyor­sun. Çalış! Çalışmak bütün nebilerin yaptığı şeydir. Sanatı olmayan hiçbir nebi bulunmaz. Halktan bir şey alan varsa o da, Allah'ın izni ile alır.

Ey dünya şarabını içerek şehvet batağına girenler, sarhoş ola­rak kötü heveslere kapılıp kalmanın felâketini mezar çukurunda an­larsınız.

***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »


47. MECLİS



Bu konuşma Salı günü medresede yapıldı.

Şaban ayı hilâlinin ilk göründüğü gündü. Hicrî 545, Milâdî 1150.



Öğren, iş yap, ihlâs sahibi ol. Varlığından çık. Halkı kalbinden sil. Sonra Allah de. Öteyi bırak, şaşkınlıklarında kalsınlar, İbrahim (a.s) Peygamber gibi şöyle söyle: “Onların hepsi bana düşman; dostum, ancak âlemlerin Rabb’idir.” (eş-Şuarâ, 26/77)

Halk âleminden hicret eyle. Allah'a kul olmayanlara kalpten öf­kelen. Halkı bir kuvvet sahibi sandığın süre, yanlarında oturma. Onların kuvvetini sahibine verdiğin an, onlarla olabilirsin; çünkü tevhid ehli oldun. Kalbinden şirk uzaklaştı; halka dön, onlara karış ve sende olan iyi şeyleri onlara dağıt. Halka ilim öğret ve onları Yaratan'ın kapısına ilet.

Havas -seçme kullar- ölüm bilmez; onlar cümle halkı kalpten siler, seçme ve isteme hâlini bırakır. Onların ölümü budur. Bu ölü­mü benliğinde toplayan için ebedî ve sonsuz bir hayat vardır; her zaman Yaratan'la olurlar. Bu ölüm mânevidir. Herkes kolayca ya­pamaz. Buna: “Ölmeden evvel ölmek” derler.

Zahirdeki ölüm, bir anlık duraklamadır, baygınlıktır ve uyku­dur; sonrası ebedî ayıklık. Anlattığımız ölüme ermek dilersen, ma­rifet ve yakınlık tohumunu benliğine ek. Aziz ve Celil olan Hakk'ın eşiğine yat; işte o dem sana rahmet, ve minnet eli gelir; ebedî ve sonsuz hayatla diri kılar.

Nefsin kendine göre yiyeceği vardır. Sır âlemi kendine göre taam alır ve kalp, istidadına göre yer. Herkes varlığına göre kabili­yeti kadar gıda alır. Peygamber (s.a.v) Efendimiz bir hadîs-i şerifin­de şöyle buyurur: “Ben Rabb’imin katında gecelerim. Beni yedirir ve içirir.”

Yani, sırrıma mânalar doldurur. Ruhumu ruhanî gıdalarla bes­ler; velhasıl özüme has olan şeyleri yedirir.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz, ilk defa kalbi ve kalıbı ile miraca çıktı: Sonra dış varlık yok edildi. Kalbiyle Yaratan'ın katında oldu; hâlbuki kendisi halk arasında dururdu. Hakikaten o büyük Peygam­ber’e vâris olanlar da aynı hâli taşır; kalplerini Yaratan'a verirler. Onlar ilim ve amelin arasını bulur, ihlâs sahibi olurlar. Ve bildik­lerini halka öğretmekten çekinmezler; peygamberler de böyle yapardı.



* * *



Ey cemaat! Allah yolunda çalışanların artığını alınız, onların kaplarında kalan şaraplardan içiniz.

Ey ilim iddiasında bulunan, ilmine değer verilmez; çünkü ame­lin yok. Ameline de değer biçilmez; çünkü ihlâs yok. Çünkü yaptığın işler heykele benzer; ruhu olmayan ceset gibidir. İhlâsın işareti olur. Halkın övgüsüne dönme. Kötü demelerine üzülme. Onların elin­dekine bakma. Bunlar ihlâsa işarettir. Sana düşen, Yaratan'ın hak­kını vermektir. Nimet için değil, sahibi için çalış. Mülk için değil, malik için al. Batılı bırak, hakkı tut. Halkın elindeki kabuktur; Hâlık'ın katında olan ise öz. Ne zaman ki, bu yolda doğruluğun tamam oldu, ihlâsı buldun ve Hakk'ın katında olanı anladın demektir. İş­te o zaman bütün özlerin özü sana verilir. Özün özünü, sırrın sırrı­nı, mânaların mânasını anlarsın. Bu kez Hakk'ın gayri cümle eşya­dan soyunursun. Bu soyunma kalbe aittir, cesetle ilgisi olmaz. İn­san, yeterlik duygusunu kalpten alır, bu duyguyu ceset veremez. İn­san sırrını halktan kaçırabilir, dış varlığını asla. Kalp gözü mâna âlemlerine bakar, dış yapılara bakmaz. Asıl bakış, halka değil Hakk'a olmalı. Esas mesele, O'nunla olmandır, halkla değil.

Size göre bir gün dünya bitecek. Hakk'ı bulunca da âhireti iste­meyeceksiniz. Sanki dünya yok, âhiret yok ve sanki O'ndan gayri her şey boş ve cümle varlık O'nun olmuş.

Allah sevgilileri sevgi nimetini tadarlar. Bu tadı alanlar seçme kullardır. İptilâya uğramayan hâlleri mi kaldı ki? Küffar kılıcı ile şehit düşenler, büyük nimetler alır. Acaba sevgi kılıcı ile şehit dü­şenler nasıl olur? Ve ne gibi ecir alırlar; tahmin edilemez.

Bak, görmez misin, birçok harap yerler vardır, o yerleri, o yer ehlinin hatası bozmuştur. Hatalar ülkeleri harap eder, ehlini yoklu­ğa gömer. Böylece bir hata işlediğin an bünyen yıkılır. Çünkü orası da bir beldedir. Her ne zaman hata işlersen önce vücuduna bozukluk gelir, sonra dinî varlığına. Hatalar seni kör eder, kötürüm kılar, kulaklarını tıkar, kuvvetin gider, aklına gelmedik çeşitli hastalıklara tutulursun. Hata fakirlik getirir; evin dağılır, dostuna, düşmanına avuç açarsın.

Yazık sana, ey münafık adam! Hakk'ı kandırma. O Aziz'dir, Celil'dir. Bir iş tutarsın, dıştan Hak için olduğunu gösterirsin; hâlbuki değil. Halka gösteriş yapmaktasın ve bozuk hâlini saklayarak on­ların kapısında bükülmekte ve Rabb’ini unutmaktasın. Yakında dünyadan çıkacaksın, elin boş olacak. Ey iç hastalığına tutulan, şifa ara; bu şifa ancak sâlih kulların yanında olur. Allah'ın iyi kulları senin derdine çare bulur. Onları ara, şifa ilâcını al ve kullan. Onu kullan­dığın an, sana devamlı afiyet gelecek ve ebedî sağlık bulacaksın. Mânan düzelecek, kalbin sıhhat bulacak, sırrın mânalar taşıyacak, her halvetin Rabb’inle olacak. Bu hâllerde kalp gözlerin açılır; Hak Teâlâ'nın rahmet deryasına o gözle bakarsın; doğrusu erenlerden olur­sun. O'nun kapısına anlayışla girenler zatından başkasına bakamazlar. Bir kalp ki, onda kötü icatlar yaşar, onun gözü Hakk'a nasıl ba­kar?



* * *



Ey cemaat! Uymayı biliniz, icat çıkarmayınız. Muhalefet iyi sa­yılmaz; iyisi uysal olmaktır. İtaat ediniz, isyan bayrağı çekmeyiniz. Şirk ehli olmak iyi değildir. İhlâsa sarılınız. Hak Teâlâ'yı birleyiniz ve O'nun kapısından bir an bile ayrılmayınız. Her derdinizi O'na açı­nız. İhtiyacınızı O'ndan isteyiniz, her yardımı O'ndan dileyiniz. Baş­kasına, kalpten yardım dileyerek koşmayınız. Her hâlinizde O'na te­vekkül ediniz. Başkasına dayanmayınız.

Ve ey seçme kullar! Size gelince; varlığınızı O'na teslim edin. O'nun her tedbirine razı olun. Bir şey istemeyin, O'nu anmakla meş­gul olun. Hak Teâlâ geçmiş peygamberlere indirdiği bazı kitaplarda şöyle buyurur: “Bir kimse Beni anmakla uğraşır ve bir şey istemeye zaman ayıramazsa; ona verdiğim, durmadan ihtiyaç beyan edenlerden da­ha artık olur.”

Bu yüce kelâmı işitmedin mi, ne kadar güzel. Ey O'nu anmak­la uğraşan ve kalbini O'nun uğruna engin kılan, vergisine razı de­ğil misin ki, o seninle oluyor. Bu hâli şu kudsî hadîs bize anlatır: “Ben, Beni ananlayım.” Yine buyurur: “Ben, kalbi Benim uğrumda mahzun olanlarla olurum.”



* * *



Ey evlat! O'nu anman kalbini O'na yaklaştırır. Ve yakınlık evi­ne girersin, misafiri olursun. Her misafire ikram edilir, bilhassa pa­dişahın misafirine. Ne zamana kadar bu şahı bırakacak, bayağı mülk ve dünya sahipleri ile olacaksın? Yakında onlar ile aran açı­lacak, mülk ve sahipleri gidecek. Yakında âhireti görürsün ve o za­man sanki dünya hiç yokmuş gibi, âhiret ise sonsuz olur.

Benden kaçmayınız; elimde dünyalık yok. Fakat yanımda çok zenginler var. Onlar hem sizden hem de şarkta, garpta bulunanlar­dan zengin. Ancak sizi istemem sizin için oluyor; iplerinizi bükmek­teyim.

İcatçı olma, Allah'ın dininde olmayan şeyleri yapmaya çalışma. Elinde iki adil şahit olsun; biri Kitap, öbürü de Sünnet. Bunlar se­ni Rabb’ine ulaştırır. Ama sen bunu anlamadan icat çıkarmaktasın. Elinde iki şahidin var: Biri zayıf aklın, öbürü de şahsî arzun. Şüp­hesiz bunlar seni ateşe iter; Firavun, Haman ve onların tebaasına katar.

Kaderi hüccet olarak ele alma; bunu kimseye kabul ettiremez­sin. Sana en çok gereken ilim mektebine girmek, öğrenmek; sonra amel etmektir. Daha sonra da ihlâs. Bir şey ki, sana lâzım olduğu hâlde gelmiyor, onu ara. Bütün gücünü ilme ve amele harca. İlmi­ni ve amelini dünyaya harcama. Bu gücün, her zaman devam etmez, tükenir. Kuvvetini faydalanacağın şeylere harca.

Bu arada biri kalktı, vecde kapılmıştı. Mevzu dışı sordu:

“Şu gelinin bahtı için ona gerekeni söyle!” Şu cevabı aldı:

“Sevgi şahtan başlar, sonra zifaf.”



* * *



Ey evlat! Kendini Hakk'ın rızasına ver. Gayretli ol; O'nun rızası­na kavuşursun, senden razı olur. O senden razı olunca sever. Geçim kederini kalbinden at. Allah rızkını gönderir. Bir şey seninse yorma­dan gelir. Bütün maksatları kalbinden çıkar. Bir gayen kalsın, o da Aziz ve Celil olan Hak. Bunu yaparsan O, her derdine yeter. İstedi­ğin, en çok yarayan şey olmalı. Himmetin dünyaya olursa onunla ka­lırsın, âhirete olursa âhiretle kalırsın; halkı istersen zaten onlarla be­rabersin, şayet arzun Hak Teâlâ olursa dünya ve âhirette O'nunla beraber olursun.



***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



48. MECLİS



Bu konuşma Salı günü öğleden sonra medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 8 Şaban 545, Milâdî 1150.



Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdu:

“Bir kimse, insanlara karışacağı zaman, sevsinler diye süslü gider de, Allah Teâlâ'nın huzuruna -ibadet anında- sevimsiz du­rursa öbür âleme göçünce Hak Teâlâ, onu dargın ve öfkeli karşılar.”

Ey içi bozuklar, âhireti dünyaya tercih edenler ve ey Hakk'ı hal­ka değiştirenler, sonsuzu verip faniyi alanlar, Peygamber’in kelâmını işitiniz. Hâliniz nice olur? Ticaretiniz yok oldu; sermayeniz gitti. Size yazık, kendinizi Allah'ın azabına atmaktasınız. Hâliniz O'nu darıltmakta. Bir kimse, yalnız insanlar için süs takarsa, Allah onu hu­zurundan kovar.

Dışını İslâm yolu edepleri ile beze, içinden halkı çıkar, Hak'la süslen. Halkın kapısını kapa, kalbine Hakk'ın kapısını aç. Onları kalbinde yok bil. Sanki onlar hiç yaratılmamış ve sanki onlar iyilik yapamaz, zarar veremez bir haldeler. Sen kalıbı bezedin, ama kal­bin bezeğini unuttun. Kalp, tevhid, ihlâs ve Allah'a dayanmakla hoş olur ve O'nu anmakla başkasını unutmakla süsünü bulur. İsa (a.s) Peygamber şöyle buyurur: “İyi iş odur ki, yapılan işin övgüsü beklenmeye.”

Ey âhirete nispetle ahmak ve deli, dünyaya nispetle akıllı olan­lar! Bu akıl size fayda sağlayamaz.

İman tahsili için çalış. Çalışırsan imanı bulursun. Hatalardan dön, özür dile, yaptığına pişman ol, gözyaşlarını yanaklarından akıt. Çünkü Allah korkusundan akan gözyaşları isyan ateşini sön­dürür. Hak Teâlâ'nın öfkesini geçirir. Doğru tevbenin nuru insanın yüzüne vurur.



* * *



Ey evlat! Gücün yettiği kadar duyduğun mânevi zevki sakla; güçlü olursan bunu yap. Duygulara alt olursan mazur sayılırsın. Sev­gi, perde ve örtüleri harap eder, haya duvarını yıkar, vücut yapısını bozar, halkı görmeyi yok eder. Halk sevgisi kalpten zorla çıkarılma­lıdır. Hak sevgisini kalbine yerleştiren, o sevginin mağlûbudur. O sevgi ayağından çıkan tozu sürme yap, gözüne çek. Bu sayede her gördüğün şeye, içinden kopup gelen her duyguya: “Bu nefisten geliyor, bu kalpten geliyor, bu halktan geliyor ve bu da Hak'tan geliyor” diyebilirsin.

Çalış, işlerde sen olmayasın; yapan ve eden O ola. Çalış, başına bir kötü hâl geldiği zaman, gitmesini isteyen olmayasın. Fayda almak için harekete geçmeyesin. Şunu doğru olarak bil ki, anlattığım hâli benliğinde duyduğun an Hak sana hizmet edeni gönderir ve her kötülüğü def eder. O'nunla ol! Hâlin, yıkayıcı önündeki ölüye ben­zesin ve Cibril'in sessiz çevirdiği Ashâb-ı Kehf'e dönsün. O'nunla ol. Varlığın yok olsun. Seçme kabiliyetin olmasın. Cümle tedbiri bırak. O'nun önünde iman ayağınla dur; nefsini görme. Nefsini kaza ve ka­der anında ortaya at. İman, kader hükümlerine uyulduğu takdirde ayakta durur: İlâhî kaderin her hükmü ona kuvvet verir. Münafık kaderden kaçar, her gün ve her gece iman bünyesi zayıflar; nefsi, kötü arzusunu semirtir, sır ve kalp gözü kör olur. Münafığın kapısı hoş görünür, evinin içi haraptır. Hakk'ı dilden anar. Kalpten an­maz. Öfkesi nefsi için olur, Rabb’i için olmaz. İman sahibi, münafığın aksinedir; Allah'ı anması hem kalbi, hem de dili ile olur. Vakitlerin çoğunu kalbî zikirle geçirir, dili sessiz olur. Bir şeye darılacak olsa, Allah için ve Peygamber için darılır. Nefsini, şahsî ve tabiî arzuları, dünyayı ona katmaz. İmanlı kişi, kimseye haset etmez, dolayısıyla haset edeni olmaz. Zevk ve keyf sahiplerinin içine karışmaz, dolayı­sıyla onlarla niza çıkarmaz.

Ey evlat! Sakın ha sakın, dünya zevki için kimse ile çekişmeyesin. O zevkler verilir, alınır, geçer gider; fakat sen arada yok olursun. Zelil ve rüsva olursun. Dünyalık bir şey için çekişme, bu sana ne ka­zandırır? İlâhî hüküm geçmişte verilmiştir, bozulmaz. Çekişecek olursan, Hak'la çekişmiş olursun. Bu da seni gözünden düşürür, dolayı­sıyla bütün bildiklerin elinden gider, boşa yorulursun. Allah Teâlâ senin gibilere, “Boşa yorulanlar” damgasını vurur. Şu anda tevbe et, Allah'a dön, hatasız insanlar zeki olur. Hak sana bir bela verirse kalkması için O'na kızma, ibadet et, kendiliğinden gitmesini bekle. Hiç bir zaman ümitsiz olma. Bir anın tecellisi öbürüne uymaz. Bir an darlık, diğer an ferahlık duyabilirsin. O her an bir başka tecellide olur. Bir topluluğu bir an içinde başka yapar. O'nunla sabret. Kade­rine boyun eğ. Bilemezsin, şu hâlinden sonra bambaşka bir hâl te­celli eder. Sabredersen bela hafifler, kurtuluş yolunu görürsün. O seni sever, sen de O'nu seversin. Bağırır çağırırsan derdin artar; O'na itiraz ettiğin için azap gelir.

Hakk'a itiraz etmenizin ve çekişme yolunu tutmanızın sebebi nefse uymanızdır. Boş şeylere kapılıp dünyalık uğruna koşmanızdır. Hele dünyayı sevmeniz ve onun geçici metaını toplamaya çalışmanız yorucu olur ve Hak Teâlâ'yı darıltır.



* * *



Ev cemaat! Olmasını arzu ettiğiniz şey varsa şu olsun: Dış varlı­ğınız dünya kapısında kalsın, kalbiniz öbür âleme dönsün. İç âlemi­niz de Mevlâ kapısından ayrılmasın. Bu hâl, dış varlığınız kalbe uyun­caya, ve onun tattığını tadıncaya kadar devam etsin. Kalp, sır olsun, sırrın tattığını tatsın. Sırrınız da fena –yokluk- âlemine varsın, ne zevk alsın, ne de bir şeye zevk versin. Bu hâlde ölmüş olur. Sonra O'nun için dirilir, başkası için değil. Bu hâle eren sır, kimya olur. Bu kimyanın bir kuruşu bin altın yerine geçer. Bin altın demek bir benzetmedir. Aslında ona paha biçilemez; çünkü asıldır, küldür ve devamlıdır. Saadetler o kimseye olsun ki, sözümü anlar, iman eder, sözümle amel eder. Ve ihlâs sahibi olana saadetler olsun. Mübarek olsun o kimseye ki, doğru iş tutar, dolayısıyla yaptığı iş onu gayesi­ne ulaştırır.

Ey evlat! Ancak öldükten sonra beni görür ve anlarsın; öldü­ğünde beni sağında ve solunda görürsün. Seni yüklenir gezdiririm, yaramaz şeylerden beri kılarım, hatta senin için dilenirim bile.

Ne zamana kadar halkı Hakk'a ortak edecek ve onlara dayana­caksın? Halktan herhangi birinin elinde hayır ve şer, iyilik ve kötü­lük olmadığını bilesin. Bu sana vaciptir. Onlar hep eşittir, zengini, fakiri ile; azizi, zelili ile birdir. Sana Aziz ve Celil olan Allah gerek. Halka dayanma, çalışmana güvenme. Gücüne ve kuvvetine bel bağ­lama. Allah'ın yoluna koş. Çalışmanı kim nasip ettiyse ona güven ve çalışma yolu ile rızkı verene bel bağla. Bunu yaparsan yolculuğun O'nunla olur, O, sana kudret ve ezelî bilginin hikmetlerini gösterir. Kalbin O'na vasıl olur. Sonra geçmiş günlerini düşünürsün. Bu hâ­lin, cennet ehlinin, dünyada geçen hâdiseleri hatırlamasına benzer.

Sebep tuzağını aşarsan sebebin yaratıcısına ulaşırsın. Âdetleri bırakırsan âdet harici hikmetler görürsün. Hizmeti gönüllü yapana hizmet edilir. İtaat edene itaat olunur. İyilik eden iyilik bulur. Ya­kınlık isteyen yakınlığa erer. Tevazu eden yükselir. İyilik etmek iste­yene iyilikler gelir. Terbiyesi güzel olan, şaha yaklaşır. İyi edep, dos­ta yaklaştırır; kötüsü uzağa atar. En güzel edep, Allah'a itaattir. Edepsizlik ise O'na isyan.



* * *



Ey cemaat! Nefsinize dönmeyi ertelemeyin; onu muhasebe et­meyi tehir etmeyin. Âhiret başlamadan bu işi dünyada yapın, acele edin.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “Allah Teâlâ, dünyada kötülükten çekinen kulunu öbür âlemde hesaba çekmek istemez, hayâ eder.”

Sana düşen, kötülükten beri olmaktır, aksi hâlde rüsvalık hal­kası boynundadır. Dünya işlerinde dikkatli ol, aksi hâlde bütün duy­guların dünya ve âhirette kötülüğe döner.

Altın, ateş yuvasıdır. Para dertle doludur. Bilhassa bunları ha­ram yoldan kazanırsan ve aynı yola sarf edersen... Yarın bu söylediklerim sana anlatılır; bugün sen hem kör, hem de sağırsın. Çünkü dünyalık şeyleri haddinden fazla seviyorsun. Hâlbuki Peygamber (s.a.v) Efendimiz bunu şöyle anlattı: “Bir şeyi sevmen, seni kör ve sağır eder.”

Kalbini dünyadan soy, aç bırak, susuz bırak. Hak Teâlâ onu giy­dirir, yedirir ve içirir. İçini ve dışını O'na teslim et. Hiç düşünme, bu sayede belki sensiz O olursun. Her hâlinde bir işçi gibi çalış, efendi­ne uy. Ücret isteme. Dünya çalışma yeridir, âhiret ise ücret. İyilik ve hediyeler evi orasıdır. Bu hâller çok kere sâlih kullarda görülür. Onların dünyada çalışmayanı azdır. Âhiret başlamadan Hak Teâlâ onlara rahatı, iyiliği, merhameti icabı verir. İbadet olarak yalnız far­zı kıldırır, nafile ibadetleri onlardan alır. Farz ibadet hiç bir hâl ve makamda düşmez. Anlattığımız bu hâle eren pek azdır, azdan da az­dır.



* * *



Ey evlat! Yetinmeyi öğren, boş ümitlerden dön, çabukça rahata kavuşursun. Dünyadan sana bir kısmet varsa onun gelmesi kafidir, kısmetlerin gelir. Sen azizsin, şerefli ve sorumlusun. Nefsinle yeme, alacağını boş yere alma. Bu sana perde olur, kalbine Hak Teâlâ'dan perdeler iner.

İman sahibi, ne nefsi için, ne de nefsi ile yer. Giydiğini de onun için giymez ve onun emri ile mal yığmaz. İbadet işlerinde kuvvet bul­sun diye yer, hak yolda ayaklarının titrememesi için gıda alır. Dinin emri ile yer, boş hevese uymaz. Allah'ın velî kulu, O'nun emri ile yer. Bedel ki, kutbun veziridir, bu da ilâhî fiil tecellisine uyarak yer. Kutub ise, yemesinde ve bütün işlerinde Peygamber (s.a.v) Efendimiz gibi olur? Neden onun gibi olmasın? Olur... Çünkü onun evladı, ve­kili ve ümmeti için halifesidir. Kutub, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in halifesidir; Allah Teâlâ'nın halifesidir. Bu hilâfet gizlidir. Müslü­manların başına geçen halife ise zahirdedir. Hiç bir Müslüman ona uymayı terk edemez, saygıyı bırakamaz. Denilir ki; “Müslümanların başında bulunan padişah âdil olursa, zamanın kutbudur.” Bu padişa­hın işlerini kolay sanmayın. O, başınıza getirilmiştir. Zahirdeki işleri­nizi o tanzim eder. Bâtındaki kutub ise, derûnî işlerinizi tanzim eder.

Sizden herkes, kıyamet günü hesap meydanına getirilir. Yanın­da, dünyada iken defterini tutan melekler bulunur. Onlar, o kulun dünyada iyiliğini ve kötülüğünü yazarlar. Meleklerin elinde doksan dokuz sicil defteri vardır. Sicillerin her birinde göz kırpmak dahi ya­zılıdır; iyilik veya kötülükten yana her şey belirtilmiştir. Kulun bü­tün hareketi o defterde toplu durur. Defter kula verilir, okuması için emredilir. Şayet iyilik görmeyecek olursa okuyamaz, mahcup olur.

İyiliğini okuması için dünyada çalışması lazımdı; çünkü dünya hik­met yeri, âhiret ise kudret!

Dünyada âletler ve sebepler konuşur; âhirette bunlara ihtiyaç yoktur. Sizden biri, o hesap günü defterini okumak istemezse, duy­guları konuşmaya başlar; her duygu dünyada yaptığını anlatır.

Siz büyük işler için yaratıldınız, ama haberiniz yok. Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Siz bize dönmeyeceğinizi ve başı boş yaratıldığınızı mı san­dınız?” (el-Mu’minûn, 23/115)




***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



49. MECLİS



Bu konuşma Cuma günü medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 11 Şaban 545, Milâdî 1150.



Abdullah b. Mübarek (r.a)’dan naklederken şöyle bir hikâyesi­ni anlatırlar:

“Günlerden bir gündü, bir dilenci geldi. Az yiyecek istedi. Ya­nında on yumurta vardı. Hizmetçiye emir verdi, hepsinin dilenciye verilmesini bildirdi. Hizmetçi dokuzunu dilenciye verdi, birini sak­ladı.

Akşam olmuştu; biri geldi, kapıya vurdu. Oracıkta bulunan yu­murta selesini istedi. Hizmetçi vermek istemedi. Abdullah b. Mübarek geldi, seleyi hemen uzattı. O yabancı kişi seleyi iade ettiği zaman için­de doksan yumurta vardı.

Bunun üzerine Abdullah b. Mübarek hizmetçiyi sorguya çekti. Önce gelen dilenciye dokuz yumurta verdiğini, bir tanesini akşam iftarına sakladığını öğrenince:

“Sen bize on yumurta zarar ettirdin” dedi.

İşte büyük insanların Hak ile muamelesi böyledir. Verdikleri bi­re karşı on alırlar. O büyükler Kur'ân'da ve Peygamber (s.a.v) Efen­dimiz’in sünnetinde ne varsa inanır, tasdik eder ve gereğini yapar­lar. Onlar Kur'ân'ın hükmü içindedir. Hiç bir hareketleri ve durma­ları, vermeleri ve almaları ona aykırı olmaz. Bütün işleri Aziz ve Celil olan Hak'la olur. O'nunla yaptıkları muamelede kâr ederler. O'nun hoşnut olduğu işleri yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmazlar. O işlerin hangi kapısını açık bulsalar oradan girerler. O'nun zâtın­dan gayri cümle kapıları kapalı görür, kaçarlar. Cümle eşyayı O'na uydurmak isterler; O'nun herhangi bir şeye uymasını beklemezler. O'nun sevdiğini sever, sevmediğini sevmezler. Bu sebeple bazı bü­yükler şöyle der: “Allah Teâlâ'yı halka uyar sanma; cümle halkı O'nun yolu­na iletmeye bak.”

Hakk'a karşı geleni yık. O'nun yolunda zorluk göstereni ez. Al­lah yolunun hakikî yolcuları Hak tarafındadır. Hak için nefislerine ve başkalarına yardım ederler. Bu hususta hiç bir kınayıcı onları yo­lundan alamaz. Ve dinin emirlerini yerine getirmek için hiç kimseden korkmazlar.



* * *



Ey evlat! Hâlen içinde bulunduğun hevesi bırak. Sözde ve işte büyük yolculara uy. Yalancı dava ile onların ermiş olduğu makama varacağını sanma. Onlar belaya sabrettikleri gibi sen de sabret; on­ların hâline böylece erebilirsin.

Tecrübe kabilinden gelen bela olmasaydı insanların çoğu âbid ve zâhid olurdu. Lâkin onlara bela gelir, sabredemezler. Bu hâl on­lara Yaratıcı'dan perde getirir. Bazı acı hâllere sabırla karşı dura­mayana bir şey verilmez. Sabrı ve razı olmayı bırakırsan Hakk'a kul olmaktan çıkarsın. Sebebi ise sabırsızlığın ve razı olmayışın. Hak Teâlâ bazı kitaplarında şöyle buyurdu: “O kimse ki, hükmüme razı değildir, tecrübe yollu gönderdi­ğim belaya sabretmiyor, kendisine benden başka ilâh arasın.”

Onunla kanaat sahibi olun ve başkasını bırakın. Mukadder olan ister lehimizde olsun, ister aleyhimizde, gelir. Ne ise olur. İmana er­mek için teslim olmanın hakikatine varın. İkan -tam iman- yolu­nu bulmak için imanın hakikatine ermeye çalışınız. Bu hâllere erin­ce daha önce görmediğiniz şeyleri görürsünüz. Hak Teâlâ, her şeyi size olduğu gibi gösterir. Haber olarak duyduğunuzu açıktan seyre dalarsınız. İkan, sizi Hakk'a götürür ve cümle eşyayı O'ndan göste­rir. Kalp, Hak kapısına varınca keramet elleri uzanır, başına iyilik­ler yağdırılır. O iyiliği bulan kerim ve her şeyden üstün olur. Halk arasında iyilik bakımından üstün tanınır. Hiç bir manevî hâl ondan esirgenmez. Kalp, Hak ıslâh etmiş ise kerimdir. İnsanın iç âlemi kir­lerden uzak olursa, hoş olur. İnsan bu hâllere erebilir. Çünkü insa­na iyiliği, iyilik yapanların en iyisi yapmaktadır.



* * *



Ey cemaat! Size iyilik yapmak düşer. Hakk'a tâatı her şeye ter­cih ediniz. O'na isyana atılmayınız. İyilik ve nimetin kadrini biliniz; hangi iyilik ki kötüye harcanır, o az zamanda biter, tükenir. İbadeti elden bırakmadan çalışmaya koyulunuz. Hak yakınlığını ancak bu yolda bulabilirsiniz. Hakk'a tâata devam ederseniz, her kaygınız O'na olur. Kastınız orada toplanır. Her hâli O'nunla olan, başkasına gidemez ve başkası ile olamaz. Hem ibadet eder, hem de rızkınızı helâlden kazanmak için çalışırsanız, yemeğiniz O'nun fazilet tabağı ile gelir. Rızkınızı aklınızın keşfedemediği yoldan bulursunuz.

Maddî kaygı peşinde koşanlara nefis hicap olur. Vasıtalar ara­dan kalkınca nefis ıslâh olur. Dolayısıyla perdeler zâil olur. Bu hâli Bayezid-i Bistamî çok güzel anlatır: “Rabb’imi rüyamda gördüm, ‘Ey Yaratıcı Hûda, Sana yol ne­reden gider?’ dedim. Şu cevabı aldım: ‘Nefsini bırak gel.’ Yılanın kılıfından sıyrıldığı gibi nefsimi bir yana ittim. Her ha­kikati olduğu gibi gördüm. Anladım ki, nefsin ötesi Hak... Hakk'ın emri ise nefse ait isteğin aksi.”

Dünya ve içindekiler, Hakk'ın zâtından gayri cümle şeyler, nefse uymuşlardır. Dünya nefsindir ve nefsin sevgilisidir. Âhiret de onun sevgilisidir. Çünkü Hak Teâlâ, onu şöyle bildirdi: “Âhirette gözlerin istekle bakacağı, nefislerin haz duyacağı şeyler vardır.” (ez-Zuhruf, 43/71)

Hakiki varlığı bulanlar başkadır. Onlar, gündüz olunca halka iyilik için dolaşır, gece olunca da Hak Teâlâ'ya ibadet ederler, iç âleme döner, Hak'la olurlar. Böyle etmek bir gelenektir. Bunun gibi padişahlar da gece olunca vezirlerini ve sevdiği kimseleri yanlarına alırlar; gündüzleri rasgele saray halkı ile uğraşır dururlar, halkın ihtiyacını görmeye koyulurlar.

Allah'ın rahmeti sizlere olsun, sözlerimi kalbinizle dinleyiniz. Sözlerimi zihninize alınız; söylediklerimle amel ediniz. Sözlerimi Hak'tan alırım, konuşmamı O'nunla yaparım. Öğüt yollarını haki­kate uygun olarak seçerim. Hakikî yolları size vasfetmekteyim. Se­bebi, o yola koyulmanız. Bana, “İyi ettin ve güzel söyledin” demeniz yetmez.

Bu sözler benim için kâfi değil. Ancak bu sözleri kalbinizle der­seniz olur. Sözlerimle amel ederseniz sevinirim. İhlâs sahibi olursa­nız zevk duyarım. Sözlerimin tesirini sizde görürsem, en iyisini yap­mış olursunuz.

Ne zamana kadar nefsine, dünyana ve âhiretine tapacaksın? Ne samana kadar bunlara ibadet edecek, kullara ve fâni eşyaya namaz kılacaksın. Halk nefsine perde oldu. Nefsin kalbini örttü. Kalbinin derûnî varlığını kapladı.

Halkı tanı, dış âleme daldıkça varlığını göremezsin. Halkı bir yana attığın an, nefsini görebilirsin. Ve nefsin Hakk'a karşı olan düşmanlığını anlarsın. Nefsinle daima harp et. Hak Teâlâ'nın emri­ne boyun eğinceye dek onu bırakma; sonra yine ondan ayrılma, aza­bilir. Nefsi, Hak'tan korkar, O'na inanır bulmayınca başıboş salma. Nefis Hakk'ın emrine uymalı, yasaklarından kaçmalı. Bilhassa kade­re uymalı. İşte bu hâllerden sonra kalbin perdesi kalkar, sır âlemi­nin gözleri açılır. Gerek kalp, gerekse sır âlemi, önce göremediklerini bundan sonra görmeye başlarlar. Yaratıcılarını anlar, daima O'na koşarlar. Sır âlemini ve kalbi Hak'tan gayri şeyler eğlendiremez.

İrfan sahibini hiç bir şey eyleyemez. O, her hâlinde eşyanın ya­ratıcısı ile olur. Uyku ona tesir edemez. Onu Hak'tan alıkoyan ol­maz. Sevilmiş insan için kendine has varlık yoktur. Sevilmiş olan, kader yaylasında gezer, ilim deryasında yüzer. Deryanın dalgası onu bir aşağı bir yukarı kaldırır, indirir. Ulvî denizin dalgaları irfan sa­hibini bir defa boşluğa iter, sonra en ücra köşeye... Kendinden geçmiş bir hâldedir, aklına sahip olamaz. Kulağı maddî ve kötü şeyleri duymaz, dili konuşmaz, gözleri de görmez. Her işinde Hakk'ı görür, başkasını görmez ve bilmez. İrfan sahibi Hak önünde teslim olan bir ölüdür. Dirilmesi mukadder ise Hak ona can verir. Ezel bilgisi, can verilmesi gereken kimseyi bilir.

İrfan sahipleri, hüküm perdeleri ardında yaşar, haklarında bir hüküm verilince gereği için açığa çıkarlar. Perdelerin açılması em­redilince hemen halka koşar, hâllerini hikâye ederler. Bu sebeple hal­kı Hakk'a çağırmış olurlar. Onların hâli böyledir, ama daha söylen­meyen kısmı da vardır.



* * *



Ey cemaat! Hâliniz nedir? Heves uğruna ömrü tükettiniz. Za­manınızı değersiz işlere harcadınız. Hak Teâlâ'nın kudsî tecellileri arasına dalınız ve sabırlı olunuz. Bu dediğimi yaparsanız dünya ve âhiretin iyiliğini bulursunuz.

İslâm dininin özüne varmak dilersen bütün varlığını ona teslim et. Hak Teâlâ'ya yakın olmayı istiyorsan O'nun kudret eli önü­ne seril. “Niçin, neden ve nasıl?” gibi sözleri sakın deme.

Hak yakınlığı böylece bulunabilir. Herhangi bir işi dilemek doğ­ru olmaz. Çünkü Hak Teâlâ iyi kulları için şöyle buyurur: “Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz” (el-İnsân, 76/30)

Madem şu âlemde istediğini yapamıyorsun, o hâlde neden boş talepte bulunuyorsun? Bırak, olan kendiliğinden olsun. Hak Teâlâ'­nın fiil tecellisi için niza -çekişme- yolunu tutma. Şerefin, şöhre­tin gider. Ama malın ve evlatın bile elinden gitse üzülme. Hak Teâlâ'nın kader yüzüne bakarak tebessüm et. Hak Teâlâ'ya yakınlık di­liyorsan, gönül safası arzuluyorsan bunları yap. Kalp âleminin o ca­nibe ermesi, bu yolda iyi yürüdükçe hasıl olur. Üzüntüde hayat yok­tur. Dünyada iken iyi hâl sahibi olmak dileyen dediklerimi yapmalı.

Kederli hâlini gizle. İnsanlara daima güler yüzünü göster. İn­sanlarla daima iyi geçinmeyi öğren. Peygamber (s.a.v) Efendimiz, iman sahibini şöyle anlatır: “Mü'minin sevinci yüzünde olsa da, hüznü kalbinde yaşar.”

Kederli hâlini kullara şikâyet edip kendine acındırmayı arzu et­me. Hakk'ı kullara kesmeye kalkarsan O'nun gözünden düşersin. Ayrıca derdin de azalmaz.

Yaptığın işlerin hiç biri seni kibre düşürmesin. Kibir ve kendini beğenme hâli, cümle işini fesada uğratır; yapanı helak eder. Yaptığı işlerde Hak Teâlâ'nın başarı verdiğine inanan kimsede kibir kalmaz ve o kişi kendini beğenmez. Yaptığı işlerin hiç birini özüne mal et­mez.

Bütün gayeni O'na yönelt. O rahmetini sana iletir. Ve yüce var­lığa vusul yollarını açar.

Hâlini sen kıymetlendir. Yalan hâlinle O'na varmak dileme. Ge­rek işinde, gerekse sözünde yalana sapmaktasın. Bu hâlinle gayen O olamaz. Kulların övgüsünü bekleyen ve onların kötülemesinden çekinen Hakk'ı gaye edinemez. Hak Teâlâ'nın yolu doğruluktan iba­rettir. Allah yoluna girenlerde yalan bulunmaz. Onların bütün hâli doğruluktur. Doğruluk, ama içinde hiç kimseye gösteriş olmayan doğruluk!

Büyükler var ya... İşte onlar söze önem vermez; işe bakarlar ve işleri daima sözlerinden çok olur. Onlar Hak tarafından halka gön­derilen vekillerdir. Hak Teâlâ'nın kullara halifeleridir. Herkese on­lar sahip olur. Kullar darda kalınca onlara koşarlar. Allah Teâlâ onları seçmiş ve kullar arasından özetleyip çıkarmıştır.

Ey içi bozuk adam, onlara karışmak senin nasipin değildir. Bo­zuk hâlinle onlara karışmayı dileme. Bu öyle bir hâldir ki, ne izbe­lere çekilmekle, ne ele dedikodu ile elde edilir.

Allah'ım, bizi doğrulardan eyle. “Dünyada bize iyilik ver; âhirette iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” (el-Bakara, 2/202)

İsimle büyük insanlara karışılmaz; onlar gibi süslenmek ve on­lar gibi söz etmek yetmez. Hâlin böylesi ile yetinme. Sözde onlara uyup işte onlara muhalif olmak yakışmaz.

Sende safiyet yok; kederler dolusun. Halk her yanını sarmış. Hak her hâlinde senden elini çekmiş. İçinde sadece dünya sevgisi yaşar, öbür âlem yok. Her işin bâtıl. Hakikî hâl senden çok uzak. İçin kara, dışın iyi, ama neye yarar? Söze gelince herkesi geçersin, iş olunca kaçarsın. Bazı işler de yaparsın, ama ihlâsın yok. Kur'ân-ı Mübin'in emirlerine uymayan, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in sünnetine uy­mayan her iş boştur, makbul olmaz. Bugünkü yalan hâlinle, belki kendini kullara beğendirirsin; fakat Hakk'ı nasıl kandıracaksın? O kalpleri bilir. Böbürlenme; sikkeci görür. Aziz ve Celil olan Allah suretinden çok kalbine bakar. O elbisenin ötesinde olanı görmek diler, halkın arasında olduğun zamana değil, yalnız kaldığın zamana bakar.



* * *



Ayıptır, halkın göreceği yerleri süsleyip, onların görmediği tara­fı karartmak yakışmaz, yapma. Kurtulmayı diliyorsan yaptığın cüm­le hatayı bırak. Onlara bir daha yanaşma. Tevbeni iyi yap, ihlâs sa­hibi ol. Halkı Hakk'ın işlerine ortak gördüğün için tevbekâr ol. Her işini Allah için yap. Onun rızası dışında hiç bir iş görme.

Bütün hâlini hata içinde görmekteyim. Dünya etrafını sardı. Ne­fis benliğini kapladı. Boş işlerden kendini alamaz oldun. Dünyaya ka­pıldın, pis arzular seni yıktı. Bir tutam yeşillik için hiddete kapılır oldun. Elinden çıkan bir lokma seni öfkeye düşürür oldu. Nefis seni alt etti. Ona uyar oldun. O darılınca darılır, sevinince sevinir oldun. Sen onun kulu oldun. Yakanı ona kaptırdın. Sen bu hâlinle Allah'ın iyi kullarına yanaşamazsın. Sen neredesin, onlar nerede?

Hakk'a kulluk, onlara nasip olmuştur. Bu nasipi onlar kazandı­lar. İlâhî işlere razı olurlar. Âfet ve tecrübe yollu belalar indiği za­man onlar dağlar gibi olur, yerlerinden kıpırdamazlar. Hangi âfet gelirse gelsin, onlar uyarlık ve sabır gözü ile bakarlar. Dış varlıkla­rını daima gelmekte olan maddî sıkıntılara attılar. Kalpleri ile de Hakk'a uçup gittiler. Onlar, içinde maddî varlık beslenmeyen otağa benzer. Onlar, içinde uçup gidecek kuşu olmayan kafes gibidir. Ruh­ları Hak katındadır. Ve bu âlemde oldukları müddet, O'na ibadet için dış varlıklarını yine O'nun önüne sererler.

Ey Yaratan'dan kaçanlar ve O'ndan yüz çevirenler. Bana yakla­şınız. Sizi ona ileteyim ve aranızdaki anlaşmazlığı halledeyim. İyiye götüreyim, sizin için O'ndan af isteyeyim. Sizin için O'ndan bir eman kağıdı alayım. O'nun önünde diz çökeyim ve elden çıkarmış olduğu­nuz hakkın iadesini talep edeyim.



* * *



Allah'ım, bizi Sana çevir. Kapında sebatı nasip eyle! Bize, Sen­de, Seninle ve Senin için olmayı nasip eyle. Sana hizmette razı ol­mayı bize bahşeyle. Vermemiz ve almamız Senin için olsun. Zâtın’dan gayri her şeyden içimizi temizle. Yasak ettiğin işleri bize göster­me, yapılması gerekli şeyi de bize kaybettirme. Dışımız, Sana isyan­da olmasın, içimiz Sana şirk koşmakta kalmasın. Nefsimizi öz varlı­ğına al, her şeyimiz Sen olasın. Gayri şeyleri atıp Seninle zengin ola­lım. Seni unutturan şeylerden bizi ayık eyle; daima Sana tâat ede­lim ve Sana yalvaralım. Kalbimize ve iç âlemimize yakınlığını tat­tır. Günah işlerle aramız, yerle semâ arası kadar uzak olsun. İbadet ve tâata yakınlığımızı ise göz karası ile beyazı gibi yakın eyle. Sev­mediğimiz şey olunca Yusuf Peygamber’le Zeliha gibi olalım. O gü­nahla aramızı, o iki insanın gibi ayır.



* * *



Kötülüğe karşı kendinizi daimî oruca alıştırınız. Akla uymayan kötü işlerden kurtulmak için öz varlığınızı daimî namaza yâni eksik­siz ve kesintisiz huzura alıştırınız. Ve bu uğurda sabrı hiç bir zaman elden bırakmayınız. Nefsinizi böylece eziniz, tabiî arzularınızı ıslâh ediniz, boş arzularınızı kırmız. Bir kula, nefsi boş arzudan almak ve tabiî isteklerini söndürmek nasip olunca, Mevlâ'sını o dem bulur.

Zahmet çekmeden O'nun rahmetine erer. Kalp olur, sır olur. Darlık ondan uzak olur. Afiyet daim olur. Hastalık yanaşamaz.

Akıllı olunuz, yararlı işler görünüz ve ihlâs sahibi olunuz.



* * *



Ey evlat! İlmi önce halktan öğren, sonra Hâlık'tan. Peygam­ber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “Bir kimse bildiği ile amel ederse, bilmediğini de Allah verir.”

İlâhî hüküm kâfidir. Bilgi ilk başta kullardan alınır, sonra Yaratıcı'dan. Buna “Ledünnî-Allah vergisi ilim” denir.

Bu bilgi kalbi ilgilendirir. Bu bir sırdır ki, ancak varlığın özü ondan faydalanır.

Burası hikmet âlemidir. Hocasız hiç bir ilim elde edilemez. Tah­sile başla, ötesini Hakk'a ısmarla. İlmi talep etmek herkes için farz­dır. Allah’ın emridir. Peygamberimiz’in ilim hakkında buyurduğu şu hadîs-i şerif ilmin değerini daha güzel anlatır: “İlim, Çin'de dahi olsa, arayınız.”



* * *



Ey evlat! Nefisle cihad için yardımcı bul. Bu yardımı sana kim yapacaksa onunla arkadaş ol. Nefsinden yana olup seni yenecek ki­şi ile arkadaş olma. Sonra perişan olursun.

Kalbini imanla dolduran, olgunlaşır; dünyaya önem vermeden âhirete bakar. Vasfı anlatıldığı gibi olanların sohbetleri âhirete tah­sis edilmiştir, dünyaya vakit ayırmazlar.

Bir ihtiyar var ki, nefse kapılmış, şahsî ve kötü arzularına hiz­met eder, dünya arkadaşıdır. Bir ihtiyar var ki, kalp sahibidir, fe­ragat sahibi olmuştur, onun sevdiği âlem âhiret olur. İç âlemi zengin olur. Keza bir başka ihtiyar ise, bizzat Mevlâ'sı ile sohbete de­vam eder. Asıl önemli olan bunlara katılabilmektedir. Ey kendini onlara benzetmeye özenen kimse, yazık, bu hâlinle onlarla olamaz­sın. Nefsinle ve kötü arzularınla oldukça, dünyaya taptıkça onlara katılman kabil değildir. Bari onlara zahmet verme. O halis kullan uygunsuz hâlinle üzme. Henüz sen, bu yolun çocuğu sayılırsın. Ken­dini temizle, sonra onlara karışırsın. O büyük insanlara karışmak kolay olmaz, bulması da hayli güçtür. Onlar bu âlemde yetişen en­der şeylerdir. Azdan da azdır.

Bir nefis düşünün, dünyayı bırakacak, ama bu bırakış arzu ile olacak, zorla değil. Sonra kötü hâlini bırakıp kalbe uyacak. Bunu yapacak çok azdır. Böylesini kolayca bulmak mümkün olmaz. O hâ­le gelen nefis çok uzaklardadır.

Nefsin hak işlere boyun eğmesi kolay olmaz. Olgun olması için dünyayı görmeyecek, âhireti benliğinden silecek. Hak Teâlâ'dan baş­ka hiçbir varlık bilmeyecek. Bunlar olursa, nefis ıslâh olur.

Kul Hakk'a yakın olduğunu duydukça korkusu artar. Bu mâna­ya bir misal olarak derler ki: “İnsanların en tehlikeli durumda olanı padişahın veziridir.”

Çünkü padişahın öfkesine ilk o hedef olur.

İman sahibi, ancak ihlâs yolu ile Hakk'a vasıl olabilir. O vuslat sonunda tehlikeli bir duruma düşer. Bir an bile korkudan vareste olamaz. Tâ, bu âlem bitip öbür âlem başlayıncaya ve Yaratan'a ka­vuşuncaya kadar... İrfan yolu ile Hak Teâlâ'yı anlayanın korkusu artar, şiddetlenir. Peygamber (s.a.v) Efendimiz bu hâli benliğinde sezmiş, ümmetine anlatmak için de şöyle buyurmuştur. “Allah'a karşı en büyük irfan duygusunu taşırım, bununla beraber en çok da korkarım.”

Hak Teâlâ sevdiği kulların safiyetini arttırmak için onları ufak yollu imtihan eder. Bu sebeple o kullar ebedî bir çekinme ayağı üs­tünde dururlar. En çok korktukları şey, hâllerinin kötülüğe çevril­mesi ve iyi olmayan hâlin gelmesidir. Bir emniyet duygusu gelince üzülürler, çünkü hemen nefisleri ile çekişme yoluna koyulurlar. Nef­si, yaptığı işlerin her zerresinden hesaba çekerler. Hak o kulları öz varlığına yerleştirdiği an uçarlar. Verdiği zenginlik kadar ihtiyaç beyan ederler. Korkuları, dışta ne kadar yok görünürse görünsün, yine de korkarlar. Hattâ, daha çok korkuya alışıktırlar. Şayet onla­ra bir sükûn hâli gelecek olsa, yerlerinde ne kadar sağlam kalacak­ları belli olursa olsun, yine de korku onlarda esastır. Hak onlara ne kadar verse, yine de “Yeter!” demez, durmadan almak isterler.

Her gülüşleri bir ağlamanın eseridir. Herkes onları ferah görür, ama onlar ferahı buldukça içinde üzüntüyü ararlar. Hak'tan gayri her şeyin değişmekte olduğunu bildikleri için korkar ve sonlarını düşünürler. Son demlerinin imansız geçmesi korkusu, onlara en bü­yük korkuyu verir. Bu olmayacak iş değildir. Bunu onlar da bilir. Hak Teâlâ dilediğini yapar, yaptığı işten O'nu kimse sorguya çeke­mez, ama kendileri daima mesuliyet altındadır.

Ey gafil, senin hâlin nicedir? Her an isyan bayrağı çeker, Hakk'a muhalefet edersin. Sonra da her hâlinin emniyette olduğunu söyler­sin. Bu ne iştir? Yakında ümitlerin boşa çıkacak, emin hâlini kor­ku sarmış bulacaksın. Bu genişlik hâlin de kalmayacak, darlık ola­cak. Sağlığına güvendiğin için de bir garip hastalığa tutulacaksın. İzzetin kaybolacak ve zillet gelecek. Tahtın çökecek, yüksekten ala­şağı edileceksin ve zenginliğin elden gidecek, fakir olacaksın.

Sana şunu anlatmak isterim: Bilmelisin ki, dünyada Allah'ın azabından emin olduğun kadar öbür âlemde korku bulacaksın. Bu âlemde ondan çekinip hata işlemediğin kadar orada emniyet hâli bu­lacaksın.

Lâkin sizler hiç bir şey değilsiniz. Dünyanın kötü denizinde yüz­mektesiniz. Gaflet uykusunun en alt köşesinde kalmaktasınız. Şüp­he yok ki, yaşamanız vasat bir insan yaşayışı değildir. Hayvanî bir yaşama hâline benzer. Yemek, içmek, kadın almak ve uyumaktan başka bir şey bildiğiniz yok. Hakiki kalp sahipleri yanında hâliniz aşikârdır.

Hırsla dünyaya sarılmanız, rızkınızı uygunsuz yollardan arama­nız, sizi Hak yoldan perdeledi, O'nun kapısını göremez etti.

Ey hırs yüzünden rüsva olan! Neden böylesin? Yeryüzünde yaşayanlar bir araya gelse sana kısmet olmayanı veremezler. Han­gi yiğit kısmetinde olmayanı sana takdir edebilir? Hırsı içinden at, kısmetinde olan şey için hırs atma binme. Kısmetinde varsa hırsın boş, yoksa yine boş. Aklı başında olan, elinden gideceği mukadder olan şeyi niçin zorla kapmayı düşünsün? Ve nasıl olursa olsun elin­den çıkacak şey için uzun boylu yorulman neye yarar ki?

Yaratılmışı kalbine sokma, orası Yaratıcı'nın yeri olmalı. Kul­ların yaptığı iyiliği Hak'tan bil. Kullar kendiliğinden iyilik veya kö­tülük yapamazlar. Onlar verme ve alma işinde yalnız Hakk'ın em­rine tâbidir. Arzuları ile yapamazlar. Seni övüyorlarsa O'nun em­riyle, seni kötülüyorlarsa yine O'nun kuvvetiyle... Verdiği iyi şey Al­lah'ın malıdır. Onlardan gelecek bir ihanet yine O'nun izni ile olu­yor. O dilemese kim sana yakın olabilir ki? Seni şerefle karşılayan olursa Hak'tan bil. Sana yüz vermeyen olursa, hataların için oluyor, yine Hak yaptırıyor.

İyilik ve kötülüğü Hak tarafından bil, hayrı ve şerri O'nun elin­de say. Onlar zahirde kulların elinden geçer, hakikatte onları yap­tıran Hak Teâlâ'dır.

Bu hâlleri benliğine sindirmek şerefi ile işin hakikatine erebilirsin. Kulları Hak tarafına davet edersin. Hak'la halk arasında bir sefir olursun. Yolunu yitiren kulların elinden tutar, Yaratan'a götü­rürsün. Sen kendi varlığını Yaratan'a teslim eden bir kulsun artık. Cana bütün fâni eşya yokluk içinde görünür. Hâlin güzelleşir, her şeyin aslını öğrenirsin. İsyankâr olanların cümlesini bir delilik için­de bilirsin. Bu bilgi ile onların durumuna çareler arar, şifa bulur­sun. Bu arada onlardan göreceğin ezayı sabırla karşılarsın. Bilgisiz hâllerine gücenmezsin. Çünkü cahiller bilgisizdir. Akılları ermez. Bilgisi ve aklı olan Allah'a kulluk eder. Akıllı olanlar, ibadet ve tâat yolunu tutanlardır. Cahiller ise, isyankâr ve delilerdir. İsyankâr, Yaratan'ın kuvvetini ve kudretini bilmez. O yüzden isyan eder, şey­tana uyar ve onun uygunsuz hâllerine tâbi olur. Hakk'a kafa tutar. Ona bilgi lâzımdır. Bilgisi olsaydı Hak Teâlâ'ya isyan etmezdi.

Bir insan nefsinin kötülüğünü bilse ve onun daima kötü şeyler emredeceğine inansa, ona uymasına imkân olur mu? Elbette olmaz.

Sana iblis ve onun yardımcılarına uymamayı tavsiye ettim. On­lardan hayli çekindirdim. Ama bir türlü ayrılmadın ve onların bü­tün dediklerini kabul ettin. Şeytanın yardımcısı çoktur. Nefis, şey­tana yardım eder, dünya onunladır. Uygunsuz şeyler ve kötü arka­daşlar şeytanın baş yardımcılarıdır. Bunların hepsinden çekin. Hep birden sana düşmandırlar. Seni yalnız Allah Teâlâ sever, senin iyi­liğini yalnız O ister. O, seni senin için diler, başkaları ise şahsî çı­karları için.

Nefsini yitirip Hak yolcuları ile birlikte halvete çekilirsen o hal­vetin Hak'la ünsiyet olur, o yalnız kalan benliğine Hak ülfeti dolar. Nefsin ve onun yardımcısı olan diğer duyguların peşinde gidecek olursan sana halvet âlemi açılmaz, dolayısıyla Hak'la ünsiyet peyda edemezsin. Yine de o halvet ve Hak'la ülfet âlemi senden uzak ola­maz. Nefsini dünyaya, kalbini öbür âleme yerleştirirsen, iç âleminin derinliğine de Hak sevgisini yerleştirirsen her şeyin Allah için olur, ülfet hâlini bulursun. İç temizliği, kalp, Hakk'ın zâtından gayri ya­bancı şeylerden temizlenince başlar. Onu bulmak için maddî olan her şeye arka çevireceksin.

Temizliğe, hoşluk âlemine ermek ve erenleri bulmak için ne za­man benliğini hatalardan salim kılacaksın? Hakk'ı tasdik edenleri bulmak ve sen de onlardan biri olmak için ne zaman Hakk'ı doğru­layacaksın. Hak kapısında bekçi olanları görmek ve kapıya ermek için ne zaman ihlâs yoluna gireceksin?



* * *



Düşün, işin hakikatine ermedikçe Hak erlerini bulamazsın, erin­ce bulursun. Çalış, Hakk'ın kapısına varmaya bak. O kapıya varınca oranın sadık hizmetçilerini ve azat kabul etmeyen kölelerini bulur­sun. Hakk'ın baş kapıcısı, rahmeti bolca herkese dağıtmaktan çekin­mez. Sen bir göz işareti kadar bile o kapıcıya yakın olamadın, içe­ride bulunanları nasıl görürsün? Kapıyı buluncaya kadar konuşma; kapıyı geçtikten sonra hizmetçileri içeride seyredersin. Allah Teâlâ'nın kuvvet ve kudretini sezinceye kadar sesini kes. O kudreti gö­rünce doğru olursun, ama daha önce doğruluğu bulsan nasıl olur­du? Doğruluğu önceden bul. Çünkü seni o kudrete iletecek tek şey doğruluktur. Seni o ayıktırır; yalancılık ve yanlışlık ise aksine batı­rır, her iyiden uzak kılar. Doğru olmak insanı ayık kılar, yanlış yo­lu tutmak gaflet uykusu verir.

Doğrularla ol. Onlar Hak'la nasıl oluyorlarsa seni de öyle alıştı­rırlar. Sözünde ve işinde doğruluğu elden bırakma. Bütün hâlinde sabrı atar olma. Asıl doğruluk, tevhid ehli olmak, ihlâs sahibi olmak ve tevekkülü bilmekle olur. Tevekkülün tam mânası ise, bütün se­bepleri bir yana atmaktır, yaratıcı ve besleyici olarak fâni varlıkları kökten silmektir. Tevekkül sahibi olmak diliyorsan gücünü ve kuv­vetini unut. Sır âlemine kendi kuvvetini değil, Hakk'm kuvvetini yerleştir. Hak Teâlâ'ya vâsıl olmayı dilersen fâni şeylere batanları bı­rak. Onlarla aranı aç. Kendi fâni varlığını da bırak öbürlerini de...

Sonradan yaratılmışları kalbinden atabilirsen, onların Yaratan'ına varırsın. Kendi varlığını bildikçe, fânilere bağlandıkça felah bu­lamazsın. Hak yakınlığı... Bunun zahmetine binde bir kişi dayanamaz. Yaşayan insanlar ve tükenen nefesler sayısınca sözümü ancak bir kişi anlayabilir. Bir kişi dediğimi yaparsa öbürleri kendi aldanışına ve bataklığına dalar. Ayık olmayanlar arasında yetişenler Hak huzu­ru ile mest olurken öbürleri kendi heveslerine dalar, gider.

Dünya iman sahibinin zindanıdır. İman sahibi zindan hâlini unutursa, buranın geçici rahatını bulur. İman sahibi zindan hayatı yaşar. İrfan sahibi ise şükür yolunu tutar. İrfan sahipleri zindan hayatını aşmıştır. Hak Teâlâ onlara aşk ve şevk şarabını içirmiştir. Ariflerin ülfet şarabı onları sarhoş etmiştir. O kadar şarabı içince can kalmaz. Bu sebeple irfan sahipleri canlarını, zindanları ve zin­danda olanları unuttular. Yalnız Hak'la kaim oldular. Onların cen­neti de, cehennemi de burada verildi.

Şayet şaşar, olan işler için niza yolunu tutarlarsa yerleri cehen­nem olur. Hak ayıklık verince hükme boyun eğer, cennete girerler. Onlar için gaflet ateş, ayıklık ise cennet sayılır.



* * *



Kıyametin olması ve hesaba durulması, umumî mâna taşır. Özlenmiş olanlara kıyamet çoktan kopmuş ve huzura durulmuştur. On­lar yalnız azar işitir, hataları yüzlerine ya vurulur, ya vurulmaz. Onlar dünyada iken nefislerine boru çalıp kıyameti kopardılar. Dö­vülmeden önce ağladılar. Bu ağlama onlara yaradı. Sopa zamanı bu ağlama, onları sopadan kurtarır; çünkü sopalık iş etmediler.

Bir gün Süfyân-ı Sevrî'yi (r.a) rüyada gördüler: “Hak’la muamelen nasıl oldu?” diye sordular.
Şöyle cevaplandırdı: “Beni huzura aldı ve ‘Benim Gafur ve Rahim olduğumu bil­miyor musun?” dedi. Bu kelâm beni çok ağlattı; korkumdan ağla­dım. Daha sonra, ‘Benden utanmadın mı, hatalar yaptın?’ dedi.

Kötü arzundan uzak ol. Boş arzularını bırak. Şeytanı yanından kov. Bu uygunsuz duygulara uymayasın. Bu dediklerimi yaptıktan sonra kötü arkadaşları da bırak. Onlara dostluk yüzü göstermezsen sana uymaya bakarlar.

Tevbeyi kalpten yap. Kalpten tevbe etmek bir saadettir. Tevbe etmek, bulunduğun uygunsuz hâli bırakmaktır. Tevbe edip kötülüğe devam eden yalancıdır. Kötü hâlini değiştirirsen iyi olursun. Hak Teâlâ şöyle buyurdu: “Bir topluluk nefislerini değiştirmedikçe, Allah onlarda bir değişiklik yapmaz.” (er-Ra’d, 13/1)

Dünyada hiç bir kula zulmetme. Yaptığın zulüm öbür âlemde seni hesaba çektirir. Dünyada adalet üzere ol. Bu adalet seni cenne­te doğruca götürür. Aksini yaparsan cennet yolundan saparsın. Za­lim kişiler, adaleti bıraktıkları için adalet sahiplerinin bulunduğu ye­re alınmazlar. Her şeyi yerinde yaparsan Hak Teâlâ'nın huzurunda yerin olur.

Bu zaman, âhir zaman oldu. Bütün işleri değiştirdiniz. Bir garip hâl aldınız. Korkarım perişan olacaksınız. Yaptığınız başınıza inecek ve acıklı bir duruma düşeceksiniz. Tebdil edilmesi gereken varsa, bir şey değiştirilmek isteniyorsa, helâl yollardan olsun.

Ey Allah'ın yarattığı kullar, sizin salâha ermenizi ve iyilik bul­manızı istiyorum. Sizin için cehennemin bütün kapıları kapalı dur­sun ve daha istiyorum ki, Allah'ın yaratmış olduğu hiç kimse ateşte yanmasın. Ve cennetin kapısı sonuna kadar açılsın, oraya girmekten geri kalan olmasın. Bu dileklerimi, Allah'ın, kullarına olan rahmet ve şefkatini bildiğim için yaparım. Diğer bir sebebi ise, sizin iyiliğinizi düşündüğüm için bu âlemde dururum. Söz değişikliği ve konuşmala­rın güzel olması için bu sözleri sarf etmem.

Sert sözlerimi dinlemekten kaçmayınız. Beni Allah yolunda ter­biye eden sertlik oldu. Sözlerim serttir. Kuru ekmek yerim. Benden ve benim gibi konuşanlardan kaçan, ebedî felah bulamaz. Karşımda dine karşı bir edepsizlik edersen iyi ettiğini diyemem ve seni hâline bırakamam. Bu hâli yaptıktan sonra yanımda olmuşsun veya kaç­mışsın, üzülmem. Ben Hak'la hizaya gelirim, bu iş için sizden emir beklemem. Her işimde emri O'ndan beklerim. Ben sizin sayınıza da­hil değilim, yaptığınız hesap beni ilgilendirmez.

Benim hâlim, zahirdeki dille değişmez. Sağ, sol, ön ve arkada olan da bana tesir etmez. Bana, kalpler tesir eder. Yalnız peygamber­lere ve geçmişte gelen büyüklere uyarım. Hiç bir hâlde onları bırak­mam. Tâ Hak yakınlığını buluncaya kadar...

Yanlış işleri bırakınız. Edebe uymayan uygunsuz hâlinizi bırakı­nız. Tevbe ediniz ve bu tevbe içinizde yer etsin.

Yaptığım binaları yanınızda kurarım. Sizin için evler yaparım, şeytanın yuvasını yıkmaya uğraşırım. Rahman'ın binasını yapmak isterim ve sizi Mevlâ'nıza götürmek dilerim.

Ben özle olurum, dış kabukla işim yoktur. Şu dış kalıp kabuktur, öz onun içindedir. Dış cepheniz beni pek ilgilendirmez, onun ge­lişmesine bakmam. Benim için önemli olan öz varlığınızdır. Dış ka­buğunuzu bir yana atar, özünüze bakarım. Peygamber kaynağına varmaya layık oluncaya kadar sizi bırakmam.

Ey evlat! Benimle dünya için konuşmayınız; benimle sohbetiniz âhiret için olsun. Benimle olan sohbetiniz tam olarak âhiret için olursa dünya size uyarak gelir ve cümle rahatınızı temin eder. Siz de dünyadan nasibinizi yeterlik eliyle alırsınız. Dünyadan zühd eli ile bacağınızı alırsanız, öbür âlemde işinizin hesapsız biteceğine söz ve­riyorum. Tavsiye ettiğim yollardan alınan bir dünyalık için hesap verilmez.

Âhireti dünyadan üstün tutunuz. İç âleminize dünyadan daha çok önem veriniz. Hak, daima bâtıldan üstün gelsin. Devamlı olan, fâni şeyden üstün görülmeli.

Bırakınız, sonra alırsınız. Bir şeyi alırken şahsî isteğinize uya­rak almayınız. Nefis tarafından verilen hiç bir şeyi alma.

Alacağınızı kalp ve sır eli ile alınız. Halkın elinden bir şey almayınız, Yaratan'dan görerek alınız.

Peygamber’e itaat üzere olunuz, emrini yerine getiriniz. Yasak­larını yapmayınız ve her sözünü kabul ediniz. Hak Teâlâ bu mâna­da şöyle buyurdu: “Peygamber’in size -yapılması için- getirdiği şeyleri alınız; yasak ettiğini de bırakınız.” (el-Haşr, 59/7)

Allah Teâlâ'nın emri yapılacağı zaman, kendinizi şiddetle ona veriniz. Herhangi bir yasak iş yapılacağı zaman, hasta gibi olunuz. Kaza ve kaderin hükmü icra edileceği anda yokluğa karışınız. Hep beraber halkla iyi geçinmeye bakınız. Hak Teâlâ'nın ezelî ilminin sizin için bir hüküm vermemiş olduğu şeyi istemeye yeltenmeyiniz. Gerek sizin, gerekse başkasının hakkında verdiği hükme sessizlikle boyun eğiniz. Olacak şeylerin önüne geçmek kabil olmadığı gibi ol­mayacak işi de yapmak mümkün değildir. Her şey evvelden yazılmıştır. Bu durumu Peygamber (s.a.v) Efendimiz şu hadîs-i şerifi ile anlatır: “Hak Teâlâ kalemi yarattı, yaz dedi. Ne yazayım, deyince kıyamete kadar kullara hükmümü yaz buyurdu.”



* * *



Ey kalplerini öldürüp nefislerini diriltenler, kalbiniz çoktan öl­dü. Onun başına gelecek bela, diğer uzuvlara olacak felâketten daha fena olur.

Kalbin en büyük ölümü, Allah'tan ve O'nu anmaktan gafil yaşamasıdır. Kalbini diriltmek isteyen, oraya Hakk'ın zikrini zerk eyle­sin. Bütün ülfetini Hak'la kılmaya baksın. Gözlerini yalnız O'nun saltanatına ve büyüklüğüne çevirsin. Halk üzerinde yaptığı tecelliyi ve tasarrufu gözetlesin.



* * *



Ey evlat! Önce kalbinle Hak Teâlâ'yı an. Sonra da dilinle. Yalnız şunu unutma. Bir defa dilden anarsan bin defa kalbinle an. Bil­hassa başına gelecek âfetlere karşı Hakk'ı an ve sabırlı ol. Hele dün­yalık olan bazı kötü şeylerin terki için Hakk'ı anmaktan gayri çare yoktur.

Âhiret sana kabulü için gelirse Hakk'ı an, kalbini ona meylettir­me. Hak'tan gayri gelecek cümle âfetler için Hak Teâlâ'yı anmaktan gayrı çare yoktur.

Nefsin dizginini elden bırakırsan seni kapmak ve seni her kötü­lüğe atmak ister. Şüphelileri bırak, bunu bırakmakla nefse dizgin vur. Dedikoduyu bırak.

Ölümü düşün, ölümü anmak kalbe cila verir; dünyayı kalbe koy­mamak için de yardımcı olur. Halkın teveccühü seni yolundan al­maz.

Ölümü düşünmek ve ona göre hazırlık yapmak, kalbinden per­deleri açar. O dem halkı âciz, zayıf, helak tehlikesi içinde görürsün, onlardan zarar ve yarar beklemeden Hakk'ın kudret eline yapışırsın.



***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



50. MECLİS



Bu konuşma Cuma sabahı medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 18 Şaban 545, Milâdî 1150.



Kötü hâllerini ıslâh et, iyi olmaya bak. Özünden ve sözünden dedikoduyu at. Bunu Peygamberimiz emreder ve şöyle der: “Gücünüzün yettiği kadar, sıkıntı veren dünya işlerini bırakınız.”

Ey dünyayı bilmez! Dünyanın içini bilseydin onun kötü şeylerini almaya bakmazdın. Onun bütünü bir derttir; gelse insanı yorar, gel­meyecek olsa üzer. Hakk'a karşı irfan sahibi olsaydın, her şeye O'nun emri ile bakardın. Lâkin O'na karşı cahilsin. Ne Rasûl (s.a.v) Efendi­miz’i, ne de diğer nebileri iyi tanıyorsun. Hele O'nun velî kullarını hiç bildiğin yok.

Yazık sana, senden önce gelenlere dünya neler etti, çoğunu bil­mektesin; ama hiç birinden öğüt aldığın yok. Dünyanın içinden çıkıl­maz sıkıntılı işlerinden kurtulmaya bak. Allah'tan bunu iste. Dünya­nın verdiği kisveyi çıkar ve hemen kaç. Nefse ait libası da çıkar. Hakk'ın kapısına yürü. En güç iş, nefsin elinden kurtulmaktır; on­dan kurtulunca, siva -Hakk'ın zâtından gayri- da kendiliğinden silinir. Bu hâl, sivayı nefsin özü olarak anlarsan olur. Böyle ise nefsi bırakınca Rabb’ini oracıkta bulursun. Orada, hemen nefsini O'na tes­lim et. O'na teslim olunca selâmeti bulursun.



* * *



Bütün işlerini Hak uğruna yap, hidayeti bulursun. Şükür yolu­nu tut, nimetin artar.

Halkı ve bütün varlığını O'na bırak. Hakk'a, sana yapılan işlerde itirazcı olma.

Allah yolcuları, Aziz ve Celil olana karşı herhangi bir talepte bu­lunmazlar. O'nun arzusuna karşı herhangi bir arzu izhar etmezler. Onlar dünyadan nasip almak için hırsa kapılmazlar. Başkalarının kısmetine de bakmazlar. O yolculara katılmayı dilersen dünya ve âhirette onlarla olmayı arzularsan, sözde ve işte onlarla ol. Onların arzusuna ve dileğine uy.

Her şeyi aksine yapar oldun, işleri ters ettin. Hakk'a muhalefet ve O'na karşı çekişme sana âdet oldu. Gece ve gündüz hâlin böyle... Sana emir veriyor ve “Şu işi yap!” diyor. Fakat yapmıyorsun. Bir acayip hâl aldın. Sanki O kul ve sen efendi! Bu ne hâldir! Böyle bir cesareti nereden alıyorsun? Hakk'ın hilmi olmasaydı sana acımadan vururdum, hiç acımazdım. Arzu et­tiğin her şeyin aksini benden bulurdun.

Kurtuluş istiyorsan O'nun önünde eğil; içini ve dışını huzura boğ. Kötü hâllerin bende saklı; bir ruhsat hâli sayıyorum; yoksa hâ­lin fena olur. Emri yap, yasaktan kaç, kadere uy. Hakk'ın huzurunda olduğunu bil, hiç konuşma, içini de sakla, dışını da... Bunları yaparsan dünya ve âhiretin iyiliğini bulursun.

Halka avuç açma; onlar âciz ve ihtiyaç içinde kıvranan kimse­lerdir. Kendileri için bir şey yapmaya güçlü olmadıkları gibi başka­ları içinde yapamazlar.

Her şeye Hak'la sabret. O'ndan bir şey istediğinde acelece olma­sını dileme. O bir şeyi geç verince, cimrilikle ithama kalkma. Ve töhmet etme. O sizi sizden daha iyi düşünür. Sen kendini O'nun dü­şündüğü kadar düşünmezsin. Bazı büyükler, Hak Teâlâ'nın kuvve­tini, kudretini kendi özlerinde sezip anladıktan sonra: “Bana ne iş kaldı?” derler.

Yâni: “Bütün tasarruf O'nun; beni benden iyi düşünüyor. Bana ne güç kalıyor, ne kuvvet.” demek isterler.

Size düşen, Hakk'a uyar olmaktır. O size yarayanı sizden daha iyi bilir. O, içinde iyilik bulunanı size bildirmez, ama kendisi bilir. Hak Teâlâ bu hâli anlatmak için şöyle buyurur: “Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 2/216)



* * *



Bir kimse Hak yola girmek isterse önce nefsini terbiye etmeli. Nefis, kötü edeplidir ve her zaman kötüyü emreder. Hakk'a karşı hu­zurun nasıl, O'na nasıl yol almaktasın? Nefsini terbiye et ve hâlini düşün. Nefis Hakk'a boyun eğinceye kadar çabala. Hakk'a uyarsa yanına al, Hak kapısına götür. Sakın nefse uyma; ancak çeşitli yol­lardan ıslâh ettikten sonra… Ve Hakk'ın vereceği mükâfat ve cezaya inandıktan sonra...

Nefis, Hakk'ı görmez... Sağırdır ve aklı bir şeye ermez. Ayrıca Yaratan'ın kudretini de bilmez ve O'na düşman olur. Devamlı çalış­ma ile onun gözlerini açmak kabil olur. Devamlı mücadele, nefsin kulağına Hakk'ı duyurur ve diline de söyletir. Mücahede iledir ki ne­fis, akla erer ve cehli yok olur; Yaratan'ına karşı düşmanlığı kaybo­lur.

Nefsinle cenk için azme, sebata ve mertliğe ihtiyaç vardır. Müca­hede, anbean günbegün ve senebesene sürekli olmalıdır. Bir zaman mücahede edip sonra serbest olmak neye yarar? Bir gün akşamlı sa­bahlı mücadele edip bir an başı boş bırakmak, her şeyi yıkar, ele bir şey geçirmez. Hem bu çalışma, bir disiplin de sayılmaz.

Nefse açlık kamçısını vur, kötü isteklerinden alıkoy. Hakkı olanı da ver. Onun sırtına bin, kılıcından ve bıçağından korkma. Onun kılıcı kuru ottur, çelikten değildir. Nefisten korkma, o kuru gürültü ile lâf atar. Yalan söyler, doğruluk etmez. Ahdi vardır, vefası bulunmaz. Onda sadakatle sevgi eseri olmaz. Nefsin bütün hâli akar gider. Dev­leti, saltanatı olmaz.

Nefsin şahı iblistir. Doğru olan hiç bir iman sahibine iblisin dişi batmaz. Ne muhalefet edebilir ne de düşmanlık... İblisin hâli böyle olunca emrinde gezen nefis, nasıl iman sahiplerine dokunabilir?

İblisi kendi kuvvetiyle cennete girdi ve Âdem Peygamber’i oradan çıkardı sanma. Aziz ve Celil olan Hak, ona kuvvet verdi ve bu çıkar­ma işine sebep kıldı. Esasta onun geçerli kuvveti yoktur, hepsi Hakk'ındır.

Ey akıldan az nasip alan, Aziz ve Celil olan Hakk'ın kapısından kaçma. Sana verdiği tecrübe yollu bela, O'na karşı gönlüne soğukluk düşürmesin. Sana yarayanı O daha iyi bilir. O'nun sana gönderdiği belâ bir hikmet ve kaideye bağlıdır.

Belâ gelince olduğun yerde kal. Ve hatalarını ara; bulunca, tevbeyi, istiğfarı artır. Sabır iste, tevbeyi tutmak için sebat dile. O'nun kudret eli önünde dur, rahmet eteklerine yapış; o dar hâlin gitmesi­ni dile ve o hâlde bulunan iyiyi ara.

Kurtulup ararsan, Allah'ın hükmünü bilen zâtı bul. Onun bilgi­si sana bilediğini öğretir, terbiye eder ve Hakk'a giden yolu tanıtır.

Hak yola gitmekte olana bir önder ve delil gerek. Hak yolcusu, akrep ve âfetlerle dolu, susuzluğu çok, yırtıcı hayvanları bol bir sah­radadır. Önder o yolcuyu alır; suyu, ağaçları ve meyvesi bol olan yere götürür. Yalnız başına yola çıkan hemen herkesin, yırtıcı hayvan, yı­lan ve akrep nevinden haşarata rastlaması mümkündür. Ve bir çok âfetler insanı sarabilir.



* * *



Ey dünya yolunda giden, sakın kervandan ayrılma; delili ve iyi arkadaşlarını bırakma. Aksi hâlde malını ve mülkünü verdiğin gibi canı da elden çıkarırsın. Ve sen ey âhiret yoluna revan olan, önderi bırakma; gideceğin yere kadar onun peşini takip et. Ona karşı iyi davran. Onun sözünden çıkma. Onun görüşünü benimse. O sana her şeyi belletir. Ve Hak Teâlâ'nın yakınlığına vardırır. Sonra kendisi aradan çıkar, seni vekil eder. Bunlara sebep temiz olman, doğru ol­man ve işlere sükûtla bağlanmış olmandır. Ve arz edilen sebepler yü­zünden sen de yolculara emir olur, cümle kervan ehline sultan kılı­nırsın.

Kafile delili, seni vekil tayin eder, bineğine seni bindirir, Peygam­ber’in kapısına varıncaya kadar ondan indirilmezsin. Ayan gözüyle Peygamber’e teslim edilirsin; Peygamber’e tam yakınlık nurunu taşı­yanlardan olursun. Daha sonra kalplere sultan olursun. Hâllerin tercümanı, mâna âleminin tefsircisi ve Hak'la kullar arasında bir elçi olursun. Bu hâller devam ederken Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in nu­runda, terbiye edilen bir köle olursun. Bir defa kullara gelir, sonra Yaratan'a uçarsın. Bu yüce varlık arasında varlığını kaybeden bir fâni olursun.

Anlattığımız şeyler, dış temizliği ve boş temenni ile olmaz. Kalplere yerleşen nur var ya, işte onunla olur. O nurun yerleşmesi için kal­bi temiz etmek gerek. Onun temizliğini de amel gösterir. Amelin, yâni yapılan işin tasdikinden geçmeyen kalp temizliği boş ümitten başka bir şey değildir.

Canı ve başı ile Hak yoluna koyulmuş olanlar, kabileler halkı ara­sında paylaşılmaz bir kıymet olur. Onu çıkaran, milyon kabileden biri olabilir. Nefsin veya nefesin sonu gelince, cihan ancak bir zat yetişti­rebilir.

O büyük zâtlar, Hak kelâmını kalp yönünden işitirler, mâna âle­minde duyarlar. Ve onu, duygularını işe vermek sureti ile benlikleri­ne tasdik ettirirler.

Ey cahiller, tevbe yolu ile Allah'a dönünüz. Doğru zâtların geç­tiği caddeye iç âleminizden yöneliniz. Sözde ve işte o büyüklere tâbi olunuz. Yolunu sapıtan ve nereye gittiğini bilmeyen içi bozuklara bağlanmayınız. Âhireti bırakıp dünyaya talip olan kimselerin batak­lığına dalmayınız. Onlar Hak caddeyi bir yana bırakanlardır. Onlar­dan önce gelen iyilerin yoluna koyulmadılar. Solu takip edip gittiler, olmayınca geri döndüler. Bir türlü önce gidenlerin doğru yoluna ko­yulmadılar. Geçen büyük zâtların yolu, Hak Teâlâ'nın kurmuş oldu­ğu büyük caddedir. Asıl marifet onu bulup gitmektedir. Esas cadde­ye girdikten sonra o yolu bulmak da güç değildir.



* * *



Ey evlat! Şu dünyada içlerine girip hoşbeş ettiğin kimseleri ya­rın görmen kabil değildir. Onlarla aran açılacak. Bu hâli görmeden kötü arkadaşlarından ayrılmak istemezsin. O kötü kişiler, seni Hak'tan ayıranlardır. Hakk'ın yabancısı olan onlardır. Mutlaka halkla temas gerekli ise şüpheli işleri dahi yapmayan, zâhid, irfan sahibi ve bildiği ile amel edip Hakk'ı dileyenleri ara. Ve Hakk'ın arzu ettiği zâtları bul.

Seni kullardan kurtaran ve Hakk'a götüren kimselerle ol; Hak yakınlığını sağlayan kimseleri bul. Seni kim bataklıktan çıkarır, doğ­ru yola koyarsa onu dile. Gözlerini dünyadan çeviren ve âhirete aç­tıran zâtı sor. Dünyanın katlarını gözünden silip öbür âlemin köşkleri­ni göstereni iste. O kimse ki, seni perişan hâlinden çeker ve nurlu âle­min hoşluğuna götürür, işte sana o yarar. Saydığımız vasıtaları benli­ğinde taşıyan kimseleri ara ve arkadaş ol. Sözleri acı da gelse dayanmayı bil. Emrini ve yasağını kabullen; hayrın peşinini ve geleceğini hemen görürsün. Kahraman ol, sabırlı kişi kahramandır. Şecaatin, bir anlık sabırdan ibaret olduğu malûmdur.

Seleyi sepeti al, amel kapısında otur. Çünkü bugün yaptığın iş kadar yarın işleme tâbi tutulursun.

Sebeplerin hakkını öde. Tevekküle düş, işler nerede yapılıyorsa oraya koş ve orada kal. Elinde taşıdığın ve üzerinde tuttuğun şeyleri alıp karşılığını vermezlerse üzülme. Yerinden kıpırdama. Seni bir ba­yağı kimse işine çağırırsa kendini tevekkül denizine at. Sebeple, on­ları Yaratan'ı bir gör. Hocana karşı iyi edepli ol; sessiz hâlin, sözün­den çok olsun. Bu hâl, öğreneceğin şeyler için daha yararlı olur; sana bilmediğini öğreten zâtın kalbine daha yakın kılar.

İyi edep seni arzularına daha yakın kılar, kötü edep ise uzak kılar.

Sen bu hâlinle edebi nasıl bulabilirsin ki, hiç edep sahipleriyle bir olduğun yok. Hocanı memnun etmiyorsun. Neyi öğrenebilirsin ki. Onun için kalbinde iyi duygu beslemiyorsun.


***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



51. MECLİS



Konuşma tarihi: Hicrî, 20 Şaban 545, Milâdî 1150.



Dünya, önden sona hikmetle doludur ve çalışma yeridir; âhiret ise, kudret âlemidir. Dünya hikmete mebni olup âhiret ise kudrete... Hik­met âleminde çalışmayı bırakma. Kudret âleminde işleri Hak görür, O'nun kudretini küçümsemek aklına gelmesin.

Bu hikmet âleminde O'nun hikmetine göre çalış; işlerin görül­mesini O'nun kudretinden bekleme. Kadere güvenip nefsin hatası için özür arama. Kaderi bir hüccet sayıp iş yapmayı bırakma. Kade­rin hükmünü öne sürmek tembellere hastır. Kadere geçmek, ancak emir ve yasaklar dışında olur. Herhangi bir emre bağlı olmayan işle kadere uyman olur.

İman sahibi, dünyaya kapılmaz, onda olan geçici şeylere bak­maz. Ancak ondaki kısmetini alır, kalbini Hakk'a verir. Burada işi bitinceye kadar durmak zorundadır. İş tamam olursa göçer, gider. Dünyanın ateşli işleri ondan beridir.

Yakıcılığa giden dünyaya kalbin girmesi için izin verilir.

İman sahibinin iç âlemi, elçiler evine benzer. Sır kemâle erince, kalbi himayesine alır. Kalp de, bu yolda ergin olursa maddî telâşı bı­rakmış olan nefsi emrine alır. Ayrıca bütün duygulara da fermanını geçirir.

Bu işler böyle devam ederken iman sahibinin beslemek zorunda olduğu kimseler, muhtaç durumda olmazlarsa onlardan ayrılır. Böy­lece halkın şerrinden kurtulur. Hattâ onları Hakk'a itaat bile ettirir.

Bu iman sahibinin, maddî bakımdan kullarla arası açık olur. Bu sebeple tek başına Hakk'a kulluk yolunu tutmaya bakar. Bir kendi, bir de Rabb’i kalır. Bu da geçer, O'nunla olur. Sanır ki, halk hiç yara­tılmamış. Tabiî bu duygu o iman sahibine göre olur. Zamanda öyle duygulara kapılır ki, iç âleminden Hak yalnız kendisini yarattı sanır ve yalnız kendisi var gibi hisseder. Kendisini ezelî varlığın akıntısına atar. Yapan Hak, kendisi ise bir âlet... Ortada bir matlup kalır, ken­disi ise talip olur. Görünürde bir asıl vardır, kendisi de onun uzanmış bir kolu... Bu hâlde, O'nun gayrini anlamaz ve O'ndan başkasını gör­mez.

Hak Teâlâ iman sahibini halktan beri alır. Sonra dilerse gönde­rir. Onların arasında değilmiş gibi meydana atar. Aralarına girince iyiliklerini düşünür ve onlara yarayan ne ise onu yapar. Onları hida­yete götürür. Zahmet verirlerse sabra devam eder. Çünkü Yaratan'ın rızasının bu yolda olduğunu bilir.

Velayet makamına tam sahip olan zâtlar, kalbi erin ve sır âle­minin bekçileridir. Onlar Hak'la kaim olur, başkasını bilmezler. İşle­rini başkaları için değil, Hak için yaparlar.

Ey içi bozuk, bunlardan haberin var mı? İmandan ne haber? O da yok... Hak'la ülfet kabilinden bir şey bildiğin var mı? O da yok. Yakında öleceksin; ölümden sonra yaptıklarına pişman olacaksın. İyi kelâm etmek seni aldattı. Dilin güzel söze alıştığı için söyledin ve al­dandın; halbuki kalbin hiç bir şeyden anlamaz ve kekeme. Bu hâl seni kurtaramaz. Fesahat ve güzel konuşmayı kalp yapmalı. Dilin iyi lâflar etmesi faydasızdır. Bu hâlde nefsin üstüne eğil ve ona bin de­fa ağla; halka da bir defa...

Ey ölü kalpli, Allah yolcularını bulamayan ve kendi başına işler açan, tedbirler kuran, fâni varlığını ve yaratılmışları Hak varlığına perde eden adam, ağla; bin defa ağla. Halka bir acırsan, kendine bin defa acı ve ağla...

İlâhî, ben dilsizim, konuşturanım Sensin... Halka sözümden fay­da ver; onların iyiliğini elimde bitir. Aksi hâlde beni yine lâl eyle...



* * *



Ey cemaat! Sizi, kırmızı gül kadar renkli ve tatlı ölüme davet etmekteyim. Bu ölüm; nefs, renk, tabiat, şeytan ve dünya ile savaş; Hakk'ın zâtından gayri sayılan şeyleri terk ve halkın arasından ma­nen sıyrılmaktır. Bu hâllerde savaşa devam ediniz. Mağlup olma ümi­di sizi sarsmasın. Aziz ve Celil olan Hak, her an yeni bir tecelli ile kâinata nazar eder. O'nun kudreti sonsuzdur; o sonsuz kudretten vardım dileyiniz. İşin hikmet tarafını değil, kudret tarafını isteyiniz, isteklerinizi sizin bilginize değil, onun bilgisine göre ayarlayınız. Arzularınızı O'ndan isterken sır âleminiz ve kalbinizle isteyiniz; dil gürültüsüne dalıp bir talepte bulunmayınız. Sizin bilginiz dışında ka­lan ve gücünüz yetmeyen şeyleri isteyiniz. O'nun karşısına iflas aya­ğı ile çıkınız. Yaptığınız iyi işleri O'na saymayınız. Gücünüzü, kuv­vetinizi O'na anlatmak arzusuna kapılmayınız. Hakk'a akıl öğretmek hevesine düşmeyiniz. O'nun tedbirini bir yana atarak kendi tedbirle­rinizi cahillere beğendirmek sevdasına kapılmayınız.

Bilgi ile iş yapmayan cahildir. Hafızası kuvvetli de olsa, içinden gelen bazı şeylerle amel de etse, yine cahil sayılır.

İş yönünü tutmadan kuru bilgiye kapılmak, seni ancak halka ile­tir. Halbuki bildiğinin gereğini yapmak, seni Hakk'a götürür. Bilgi­nin icabına göre hareket, kalbe dünya sevgisini koymaz, iç âlemini sana gösterir. Bilgi ile amel, dış âlemin süsünden geçirir, kalbe süsler verir; kalp güzelliği yolunu gösterir. Kalbiniz temiz, için nurlu olun­ca, Hak'tan sana saltanat gelir. Çünkü sen Hakk'a lâyık bir kul ol­dun. Ve yararlı bir hâl aldın. Bir âyet-i kerimede bu mâna şöyle an­latılır: “Sâlih kulları, Hak idaresi altına alır.” (el-A’râf, 7/196)

Hak Teâlâ iyilerin dışını ve içini saltanatı altına alır, dışlarını da hikmet eliyle terbiye eder. Hâl böyle olunca onlar, yalnız Hak'tan korkarlar. Başkasında herhangi bir işi ümit etmezler. Alacaklarını Hak'tan alırlar. Bir şey verecekleri zaman O'nun rızası için verirler. Hak'tan gayri her şeyden kaçarlar. Hak'la ülfet ederler. Bütün sükûn hâllerini O’nda bulurlar.



* * *



Bu zaman sona ermekte... Çeşitli değişik hâller ortalığı sardı. Adeta bir fetret devri... Nifak zamanı oldu. İç bozukluğu her yanı sar­dı. İşler de bozuk, içler de...

Ey içi bozuk, sen dünyanın kölesi oldun. Halka da gösteriş ya­parsın; işlerini onlara göre tutarsın. Hak Teâlâ'nın sana nazarını unutuyorsun ve âhiret için işler yaptığını göstermek yolundasın. Bu hâlinde ne yaparsan hepsi dünya için olmakta ve bütün gayen o... Bu mevzuda, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şu hadîs-i şerifi ne ka­dar kesindir: “Bir kimse, kalbinden istemediği ve gönülden dilemediği halde âhirete dair işleri dıştan yaparsa, ismi ve künyesi okunarak gök ehli tarafından lanetlenir.”

Ey içi bozuk münafıklar, sizi anlarım; bu anlayışı ilim ve hik­met yönünden elde ederim. Lâkin ayıbınızı yüzünüze vurmam, Al­lah'ın emri ile örterim.

Yazık sana, görünür duyguların hatayı bırakmadı, dıştaki kirleri atamadın, ama iş temizliğinden anlatırsın. Kalp temiz olmayınca sır âlemi nice temiz olur? Kullarla dahi iyi geçinme yolunu bulamıyor­sun. Hak'la nasıl geçinirsin? Kulların yanında iyi edep takınmayan, Hakk'ın katında nasıl edep yolunu bulur?

Öğreten senden hoşnut değil, O'na edepli davranmıyorsun: O'nun emirlerini tutmaz oldun. Yastığa yaslanır, göğsünü çıkarırsın. Sözü bırak. Tevhid imanın ayak üstüne duruncaya kadar sözü terk et. Ta ki sen, vücut yumurtasını kırasın; çıkasın; lütuf ve kerem hücre­sine giresin. Ülfet kanatları altına sığınasın, ihlâs sevgisini bulasın, doya doya müşahede suyundan içesin ve bu hâlde bir beka bulasın. İşte o zaman çevresine ses işittiren biri olursun. Etrafına sevgi aşı­larsın ve çevrenin muhafızı olursun. Tâbir caizse, etrafını iyi kolla­yan ve himayesine alan, her varlığı esirgeyen bir varlık olursun.

İşte bu anlatılan hâller sende başlarsa söyle, konuş. Çünkü sen yüce kimse oldun. Halkı uyandırırsın. Onlara ezan okursun. Gaflete düştüklerinde ayık kılarsın. Gecen ve gündüzün, insanları ayıktırmakla geçip gider. Halkı Hakk'a tâata davet eylersin.



* * *



Ey cahil, elinden defteri at, bana gel. Tek başına dize gel. Bilgi, Hak erenlerinin ağzından alınır, defter köşelerinden değil... Hemen her çeşit bilginin esası, bilgi sahibinin hâlinden alınır, sözünden de­ğil. Tam bilgi, halktan geçen, Hak varlığı ile var olandan alınır.

Asıl önemli iş, kendini yok etmekte, halkı yok görmekte ve Hak varlığı ile vücut bulmaktadır.

O'ndan gayri her şeye karşı yok ol. Sonra O'nda var ol ve O'nunla diril. Hakk'a hizmetçilik eden erlere arkadaş ol. Onlar Hakk'ın kapısından gayri durmazlar. Bütün işleri O’nun emrine uymak ve ya­saklarını yapmamak. Ve O'nun kaderine sığınmak.

Hak yola hizmet edici olanlar, Hakk'ın dilemesi ile halk arasına girer ve fiil tecellisi ile kullarla olurlar. Onlar için kullara dalıp Hak'­la niza çıkarmak usulü yoktur. Az oldu veya çok oldu gibi şeyler için itiraz etmek onlara yakışır şey değildir. Yüksek olmak veya altta kal­mak onlar için önem taşımaz. Bu yüzden, verene çıkış yapmazlar.

Hak yola hizmeti bir yana itip nefsinle olma. Nefsin arzularını tatmin için Hakk'a kulluktan yan çizme.

Velî kullar, halka hizmet buyurunca şahsî arzularını katmazlar. Onlar için halka bir iş yapmak veya yaptırmak, bir rahmet ve şefkat eseridir. Yapılacak bir iş, onlara işaret yolu ile bildirilir de öyle ya­parlar. Hiç bir velî, nefsi için kullardan bir iş talebinde bulunmaz. Onun nefsi itminan derecesini bulmuş, yaramaz inadı ve kötü isteği kalmamıştır; dünyaya meyilli hâli yoktur. Sen nefsini onlarınki gibi sanır, hizmet edersin. Halbuki senin nefsin cahildir, bir şey anla­maz. Hâl böyle iken sen ona uymaktasın ve tasarrufunu onun dile­ğine, kötü arzularına harcamaktasın.

Senin için en uygun iş odur ki; nefsin her uygunsuz arzusunu cevapsız bırakmak gerektiğini bilesin ve onun ses duvarına perde çekesin. Onu elde etmek dilersen böyle yap.

Nefsin sözünü dinlerken ona aklı olmayan bir deli nazarı ile bak. Şehvet, lezzet, atak kelâmlarını işitme. Senin ve nefsin helaki ondan gelen sözü dinlemekte, dediğini yapmakta olduğunu keza bilesin.

Nefis, Allah Teâlâ'ya itaat ederse rızkı bol gelir; elini her attı­ğı yerde rızkını bulur. İsyan eder, zulüm yolunu tutarsa sebepler on­dan yüz çevirir; zahmet verici işler başına çullanır. Bu hâlinde o, dünya ve âhiretin yaramaz metaı hâline gelir.

Bir nefis ki, itaatli ve yeterlik duygusuna sahip olur, onun sahi­bi her yerde sevilir ve elini attığı yerde, yüzünü çevirdiği yönde kıs­metini bulur. Böyle bir nefse sahip olan hâlinden memnun olduğu gibi her şey de ondan razı olur. O zât farzı eda eder. Farz ibâdetleri yaparken gönlü hoştur. Yaptığı ibâdeti özüne bir külfet olarak kabul etmez. Kalbi, masivâdan âri olur. Dünyalık toplamaya koyulmaz.

Dünyanın ne artığını, ne de eksiğini kalpten talep eder; bu bapta cümle duygusu sakindir.

Ey nimete belenen, eline girenleri şükürle karşıla. Aksi hâlde hepsini yitirirsin. Nimet kanatlarını şükürle bağla; yoksa uçar, elin­den gider.

Asıl ölü, dışta diri de olsa, Yaratan namına arzuları yönünden ölebilendir. -“Ölmeden evvel ölünüz” hadîs-i şerifine işaret- İn­sana, dış varlığı ne önem verir? Bir insan ki, hayatını boş şeylere, maddî lezzet, şehvet uğruna harcar, onun hayat tadı nasıl olur? Ha­yatının ne mânası kalır? Asıl diri olması gereken iç âlemi ölüdür. Su­reti yerinde durur, ama neye yarar?

Allah’ım, bizi seninle diri kıl; Zâtından gayri şeylere karşı öldür.



* * *



Ey yaşta büyüyen, ama huyca çocuk kalan adam, bu çocuksu tabiatın ardından daha nice sene yol alacaksın? Dünyanın yaramaz huylarını daha ne kadar izleyeceksin? Bütün kastını o kötülüklere harcadın. Neden anlamaz oldun? Himmetini önemli olana harcaman gerek. Yakayı kime kaptırır, peşinden gidersen onun kölesi olursun. Dünyaya kapılırsan onun kölesi olursun. Hakk'a kapılırsan O'nun bendesi ve kulu olursun. Nefsin arzularına kapılırsan halka düşersin, onların kölesi, hizmetçisi olursun. Kendini izle; kime bağlı isen onun oldun sayılır.

Sizin çoğunuz dünyayı diler, pek azı da âhireti. Dünya ve âhiretin Rabb’ini isteyen ise nadir sayılır. İşte sana bu zümreyi bulmak düşer. Onları bul ve edepli ol. Onlarla çekişme ve niza çıkarma. On­ların hâlini eksik bilme, sonra mânevi hâlinde noksanlık ortaya çı­kar. Onlara karşı kötü edep tavrı takınayım deme, helak olursun.

Akıllı olunuz; siz yaptığınız işlerde Hakk'a düşmanlık taslamak­tasınız. Halbuki O'nun yanında değeriniz, bir sinek kanadı kadar kıymete dahi değmez. Meğer ki, bütün hâlinizde, bilhassa yalnız kal­dığınızda, işleriniz ihlâslı olsun. İşte o zaman değeriniz artar.

Bitmeyen bir hazine var. O da doğruluk, ihlâs, Allah Teâlâ'dan korkmak. Ve O'ndan ümitli olmak... Ve O'na dönmek... Bütün hâl­lerde bunlar olmalı.

Sana iman gerek... Seni, Hak erlerine iman götürür. Onlara var­dığın zaman kanatlarını ser. Onu hâline bırak, olduğu gibi kabul et. Onun önünde sus. Kötü edeple O'na eziyet etme. Bilmediğin şey önünde ses etmemen ilimdir. Ve ilminin yetmediği şeyde, o bilgin kişiye teslim olman, İslâmiyet sayılır. Bilgiyi ve İslâmiyet’i o sana belletir. Yeter ki noksanını bilme irfanına sahip olasın.

Ey imanı zayıf adam, dünya yok, âhiret yok. Sana göre varsa iyi edepli değilsin. Bilhassa, büyük zâtlara vardığın zaman bunları gönlünden at. Dünyayı sevmek, âhirete gönül kaptırmak, Hakk'a karşı iyi edepli olmamak sayılır, velî kulları ve Peygamber makamına kaim olan bedelleri töhmet sayılır. Onları Peygamber makamına Hak çıkardı. Peygamberlerin vazifesini onlara verdi. Onları bildikleri ve işleri ile bırak. Hak Teâlâ onları nefis şerrinden ve kötü arzudan te­mizledi; zâtıyla kaim eyledi ve daima huzurunda tutar. Zâtından gayri her şeyden kalplerini beri etti. Dünya, âhiret ve halkı onların idaresine verdi. O büyüklerin görüşü, Hakk'ın kudretidir. Bildikleri O'nun hükmüdür, ilmidir. Onlar için Hak'la kuvvet şu kelimenin sağ mânasından gelir: “Şiddet ve kuvvet, bizzat ulu ve bizzat yüce olan Allah'ındır.” İşte o büyükler bu sözü tasdik ettiler. Bütün güçlerini, kuvvetle­rini bu uğurda harcadılar. Halkın kuvvetini de o kuvvete verdiler. Sıkı bir şekilde Hakk'ın kuvvetine ve kudretine sarıldılar. Muaz -Ashâp'tan olan Muaz değil- şöyle dedi: “Allah'ım, beni istediğim gibi yapmazsan, dilediğin hâle çe­vir.”

Allah ona rahmet eylesin.



* * *



Ey evlat! Bir sürü çekişme sonunda, dünyadan hırsla lokma almaktansa, ilâhî hükme boyun eğip kısmete düşeni almak hepsinden evladır. Kazaya rıza lokması, doğruların kalbine en tatlı gelen şey­dir. Bu hâl, dünya malı almak için kalbi hırsla doldurmaktan üstün­dür. Çünkü dünya geçimine en çok tat katan bu hâldir. Bütün deği­şen cinsler için kazaya boyun eğmekten gayri ne çare var ki?

İnsanlara, ilim, ihlâs ve amel ile konuş. Onlara amelsiz ilimle konuşma. Çünkü bu konuşma ne sana, ne de başkasına fayda sağlar.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurur: “İlim amele uzaktan nida eder, duyar da cevap verirse, pekâlâ, aksi halde göç edip gider.”

İlim, bereketini alır; sana da yükü, vebali kalır. O kez sen, ilmi yüzünden fitne fesada uğrayan olursun. Ağaç sende kalır, onun mey­veleri uçar gider.

Allah Teâlâ'dan, kendi katında hâl ve makam vermesini iste. Bunu nasip eylemesini dile. Ve sen, o bulduğun hâlin açığa çıkmasını sevmeyesin. Hak'la aranda olan işlerin dışa çıkmasını seversen hela­kine sebep olmuş olursun.

Sakın yaptığın işlerde ve bulduğun manevî hâlde kendini görmeyesin, büyüklük satmayasın. Bu hâl, sahibini azdırır ve Hak Teâlâ'nın rahmet nazarından uzak kılar. Sakın sözünü dinletme ve kabul ettirme hevesine de kapılmayasın. Bu da sana zarar getirir, fay­da getirmez.

Hak tarafından bir nur almadan ve o nur kalbinden diline çık­madan ve işlerini de ona göre yürütmeden hiç bir kelâm sarfında bulunma. Sen, evinde sofraları hazır etmedin; halkı neyinle yemeğe çağırırsın? Bu işler önce temel ister, sonra üzerine bina.

Kalbin derinliğini kaz ki, oradan hikmet gözleri kaynasın. Sonra ihlâs, mücahede ve iyi işlerle yükselt. İşte bundan sonra halkı o köş­ke davet et.

Allah'ım, Zâtından gelen ihlâs ruhu ile amel kalıplarımıza can kat.

Halkın sevgisini kalbinde taşıdıktan sonra, onlardan ayrı yaşa­man ne fayda sağlar? Kalbin onların arzusu ile dolu oldukça ne sen­de, ne de yalnız kalmanda bir iyilik olur.

Halvet -huzur için yalnız durmak- hâlinde halkı kalbinde sak­larsan tek başına ve huzursuz sayılırsın; Allah ile ünsiyet sana uzak sayılır. Bu hâlde senin ünsiyet ettiğin, nefis, şeytan ve kötü arzula­rın olur.

Allah ile ünsiyet etmeye bak; O'nunla olmayı arzula. Kalbine O'nun sevgisini yerleştir. Kalbin Hak'la olup halktan temiz olunca, dış cephen ehlin ve akraban arasında olmuş, ne zararı var?

Kalbinde hakikî ünsiyet yerleşirse vücut yapını yıkar, basiret gözlerini açar, Hakk'ın fazlını ve fiil tecellisini görmeye başlarsın. O'nunla razı olur, başka bilmezsin.

Bir kimseye manevî hâllerden biri geldiğinde, dinî emirleri ye­rine getirerek o hâlin kalmasını, gitmesini, aşağısını veya üstünü is­temezse, ona rıza makamı verilmiş sayılır. Muvafakat ona nasip ol­muş olur ve kulluk, onun bulunduğu hâl demektir.

Sana yazık oluyor; yalan söyleme. İlâhî hükme razı olduğunu söylersin, ama bir lokma, bir kuru ot ve kendine has saydığın bir şe­ref mevzuu şeklini değiştiriyor.

Yalan söyleme, yalan sözlerini işitecek hâlim yok. Onunla iş tut­maya da niyetli değilim. Hele hiç bir yalana doğruluk damgasını katiyen basamam.

Halk arasında, kalbine hayır ve şer cinsi şeylerin ilhamı gelen bir tek veya bir ferttir. Kalplerine hayır ve şer cinsini bilmek için il­ham yollu kelimeler düşen azdır. Bu ilhama lâyık olan büyükler ek­sik olmaz. Niçin lâyık olmasınlar ki, onlar sözde, işte ve bütün ahval­de Peygamber’e uymuşlardır. Peygamber’e melek vahiy getirirdi; bu aşikâr gibiydi, herkes bilirdi. Ama bunlara gelen ilhamdır; gizli gelir. Kalpleri o ilhama lâyıktır. Çünkü peygamberlerin vekilleri, vârisleri olmuşlardır. Ve her hâlde ona uyarlar. Peygamber’e uymanın sahih olması için ölümü hatırla. Ölümü hatırlamak nefsi yenmekte sana yardım eder. Şeytanı yıkar, kalbinden dünyalık hevesini çıkarır, ölümden öğüt almayan için azat yolu yoktur. Peygamber (s.a.v) Efen­dimiz bu mânayı şöyle anlattı: “Öğüt için, ölüm yeter.”

Kısmet için üzüntünün ne yeri var? Ondan uzakta da olsan ge­lir, yakında da... Kalbini kısmet sevgisinden yana alırsan aziz olur­sun; kısmetin de gelir, Kalbini dünyalığa bağlarsan aziz olamazsın. Dünyalığı da sıkıntı ile alırsın.

Münafık, halk yanında Allah'tan korkar gibi görünür ve hare­ketlerini öyle ayarlar. Ama, halktan ayrılınca Hakk'a karşı elinden geldiği kadar kötülük yapmaya bayılır.

Sana yazık; imanın sağ olsaydı, Hakk'ın sana nazır olduğuna inansaydın, sana yakın olduğunu ve daima seni görmekte olduğunu bilseydin, O'ndan utanırdın.

Şunu katî bilesiniz ki, ben daima hakkı söylerim. Sizden ne kor­karım, ne de bir şey beklerim. Bana göre siz, bir sinek kadar küçük, zerreler kadar da ufaksınız. Ben hakikaten hayrı ve şerri Allah'tan görürüm; sizi bu hususta yetkili göremem. Köle ve efendileri ya­nımda eşittir.

Kötülemeniz gerekeni, dinin emri ile kötüleyiniz. İster sizin ister başkasının olsun, dinî bir hüküm olmadan nefse, şeytana, kötü is­liklere ve tabiatın kuvvetine dayanarak herhangi bir şeye karşı dur­mayınız. İslâmî emirler bir şey için konuşuyorlarsa ona uyunuz, su­suyorsa siz de onunla susunuz.



* * *



Ey evlat! Başkasında bulunan bir hatayı defetmek istersen nef­sinle yapma, imanınla yap. Kötülükleri iman yıkar. Yakîn ise bütün pislikleri giderir. Rabb’in ise işlerinde sana yardımcı olur. İyiliğe yönelirsen, sana yardım eder ve meleklere över. Anlatılan mânalar aşa­ğıdaki âyet-i kerimelerle şöyle ifade edilir: “Eğer Allah yardımcı olursa, size galip gelen olmaz.” (Âl- i İmrân, 3/160)

“Hak işlerde yardımcı olursanız Allah yardımcınız olur, bu uğurda dizlerinize kuvvet verir.” (Muhammed, 47/7)

Bir kötülük gördüğünde, kalbine düşen ilâhî bir gayretle onu yok etmek istersen, Allah sana yardım eder. O kötülüğü yok etmen için sana arkadaş olur. Kötülükleri senin için ezer, yok eder. Ve her­hangi bir işi, nefsine kapılarak, desinler ve keyif için gidermek sev­dasına kapılırsan rezil olursun, Hak yardımcın olmaz. Bu yüzden onu yok etmeye güçlü olamazsın.

İman, kötülükleri yok eder. Hangi kötülük imanla yok edilmezse o mevcut kalır. Yâni, kötülüğün giderilmesinde iman ölçüleri kulla­nılmazsa, kötülük yıkılmazsa, kuvvet bulur ve devam eder. Belki de öncesinden daha fazla şahlanır.

Kötülüğün yok edilmesinde, senlik dâvası olmayacak; Allah için isteyeceksin. Gerçi bir kötülüğün giderilmesi kulların yararınadır, ama sen onu Allah için dileyeceksin. O'nun yolu için olacak, nefsin için değil. Her işin O'nun için olsun, senin için değil. Hevesi bırak, işlerinde ihlâs sahibi ol.

Ölüm seni bekliyor. Onun sıkıntılı izini takip etmek elbette ge­rekli, senin için elzem. O hâlde seni rüsva eden bu hırsı bırak. Sa­na gerekli olan, seni bulur. Sana ait olmayan, sana varmaz. Allah Teâlâ ile ol. Senin için olanı arama. Başkasına olacak şey, sinene sı­kıntı yağdırmasın. Hak Teâlâ Peygamberi’ne (s.a.v) şöyle emretti: “Onlardan bir sınıfa, fitneye düşürmek için verdiğimiz dünya ziynetlerine gözlerini dikme.” (Tâhâ, 20/131)

İşlerin en zoru, irfan sahibi olduktan sonra, avam tabakası ile oturmak ve onlarla konuşmaktır. Bir ülkede belki bin kadar irfan sa­hibi olur, ama içlerinden ancak biri konuşabilir. O da peygamberle­rin gücüne sahiptir. Ona elbette peygamber gücü lâzım olur, çünkü halkın her cinsi ile oturur ve aklı erenine, ermeyenine anlatır. Her çeşit mü'min ve münafıkla oturur, konuşur. Bu hâl büyük güçlük getirir. Ama o, sabra devam eder. Mahfuz olduğu için onların kötülü­ğü o irfan sahibine zarar vermez. Allah Teâlâ kötülüğe girmemesi için o irfan sahibine yardım eder. Çünkü o, kullara iyi şeyleri tebliğ ederken Hakk'ın emrine uyar. Nefsi, isteği, şahsî düşüncesi ve iradesi ile konuşmaz. O, konuşmak için manen zorlanır, bu yüzden kötülük­ten esirgenir.

Allah Teâlâ'ya arif olmak dilersen, halkın kıymetini gönülden sil. Evet, onlardan gelecek iyiliği de, kötülüğü de… O'na karşı ancak böyle yakınlık elde edebilirsin.

Yazık, dediklerimi anlayamıyorsun. Dünyalık elde olur, cepte olur. İyi ve yararlı binalar yapmak için caiz... Ama onları kalbe sok­mak olmaz. Dünyalığın kalp kapısında beklemesi olur, ama içeri gir­mesi asla... Dünyalıktan geçici şeyleri kalbin köşesine yerleştirirsen, sende de hayır kalmaz.

Anlattığımız vasfı benliğinde taşıyan bir kul, varlığını siler, halkı yok bilirse, yokluğa ve mahva ulaşır. Bu ulaşmada, iç âlemine gelen âfet ve kederler onun ruh âlemine zarar vermez. Bir âfet geldiği za­man onda ilâhî bir emir olursa yapışır, yasak görürse çekinir. Her hangi bir şeyin gelmesini temenni etmez ve bir şeye karşı da hırs bes­lemez. Kalbine Tekvin sıfatının tecellisi gelir. Her şeyin aslındaki oluşu ve şekil değişmesi, ona teslim edilir.

Ey ilim ve amel yönünden hıyanete dalanlar, sizinle o büyükler arasında dağlar var. Ey Allah'ın ve peygamberlerin düşmanları ve Allah'ın kullarını kesenler, siz açık bir zulüm içindesiniz. Nifakınız açık. Ey bilginlik taslayanlar, bu nifak hâli ne zamana dek sürer? Ve ey zâhid geçinen zavallılar, dünyalık kapmak için valilere ve sul­tanlara daha ne kadar nifak alâmeti ile boyun bükeceksiniz? Dünya­nın geçici lezzeti ve aşağılık şehveti için onlara daha ne kadar ağız eğeceksiniz? Şu zamanda yaşayan şahlar ve sizin çoğunuz zulüm çarkını çalıştırmaktasınız, zalimsiniz. Allah'ın kullara verdiği malı gasbetmektesiniz.

Allah'ım, münafıkların saltanatını yık. Ve onları yaptıkları kö­tülük için utandır ve onlara tevbe yolunu göster. Zalimlerin belini kır, onları, yeryüzünden temizle, ya da ıslâhlarını kolaylaştır. Âmin!



* * *



Ey efendiler ve hizmetçiler, ey zalimler ve âdiller, ey ihlâs sahip­leri ve münafıklar, dünya bir zamana kadar uzar, âhiret ise sonsuz­dur.

Hak'tan gayri her şeyden ayrı ol. Mücahede ve zühdünle, kalbini Rabb'inden gayri cümle eşyadan temiz eyle. Sakın, seni Hakk'ın gay­ri hapse koymasın; O'ndan gayri bir avcının tuzağına kapılmayasın ve seni O'ndan alıkoyan olmasın. Kısmetlerin gelince emir ve uyar­lık yolu ile al, ye. Alacağın herhangi bir şeye hırsla sarılma; yeterlik duygusunu kalbinden atma. Dünyalık şeyleri seçme ve kalbini dün­yalığa sevgi ile verme.

Zühd hâli bir kimsede devam ederse, kalbe manevî bir hüzün do­lar, bünyede uçukluk hasıl olur. Bu uçukluk ve hüznün sonunda, Hak tarafından kurtuluş ve ferahlık gelir ve ona karşı irfan duygusu hâsıl olur; hüzün ve keder kaybolur, gider.

İman sahibi, kalbini yaratılmışlardan, ehilden, evlattan ve mal­dan almıştır. Onun kalbi, şahın elçisini bekler, dışı ise dünyalık şey­lerle meşgul olur. O şehrin kapısını geçmeyi özler. O ehli arasında oturduğu hâlde hepsini kalbinden atıp Hakk'a emanet etmiştir. İman sahibi, sonuna kadar varlığını emanete vermiştir ve elinde ne varsa onlar da kendisine emanet bırakılmıştır. İman sahibi halk arasında­dır ama onları sahibine bırakmıştır. Kullara bir zerre bağlılığı varsa da asıl bağlılığı Yaratan'adır.

Tevhid hâli kalbe yerleşirse dıştan yapılan işler sahih olur. Tevhid hâli, içi ve dışı eşit eyler. Zenginliği ve fakirliği aynı kalır. Hal­kın gelişini ve gidişini bir gösterir. Övmelerini ve kötülemelerini aynı yapar. Neden halkın övmesini ve kötülemesini kalbinden atmayasın ki, yaptığın büyük kârla kalbin onları sevmez. Sen onları atmak istemesen bile kalp kötü şeyleri sezer, dışa atar. Kalbin Aziz ve Celil olan Allah'la olur. O'nun zikri ve O'nun şevki kalbine yerleşir. İşte bundan sonra orası Hakk'ın saltanat yeri olur.

Dediklerimizi yap; seven olursun, hakikî sevilen olursun, öğre­ten, bilgin, iyi bir hâkim, yakınlık içinde bir yakın bulan ve edepli bir edip olursun. Halktan gına duyarsın; onlara karşı kalbinde yeterlik duygusu bulunur.

Ey cahil! Bilgin, cehlinden geliyor. Öğrenmeyi bir yana attın, öğretmeye kalktın! Yorulma, senden bir şey çıkmaz. Hiç kimse elinle felaha varamaz. İyi olmayan bir kimse, nefsinin dahi terbiyecisi, öğ­reticisi olamaz, nerede kaldı ki, başkalarına muallim olsun.



* * *



Ey cemaat! Allah'ın kudretini âciz görmeyiniz; sonra küfür ehline katılırsınız. Hükümlere göre çalışınız. Bu çalışma sizi ilme ulaş­tırır. İlmin hakikati sizde tahakkuk ederse kudreti görürsünüz. İşte o kez tekvin sıfatı, kalp ve sır elinizle tecellisini gösterir. Şayet kalp cihetinde Hak'la aranda perde kalmamış olursa. O seni tekvin sıfatı için güçlü kılar; sır hazinelerine muttali olursun. Fazilet taamını yer­sin. Ülfet şarabını içersin. O'nun yakınlık sofrasına oturursun. Bu hâller, Kitap -Kur'ân- ve Sünnet’le yapılan amellerin meyvesidir.

Kitap ve Sünnet’le amel et. Onların dışına çıkma. İlmin sahibi, elinden tutup zâtına götürünceye kadar devam et.

Hikmetler hocası hazakatle, kendi kitabına göre iyiliğine şaha­det ederse, ilmin esas kitabına iletir. Onda da hakikati bulduğun tak­dirde, kalbini ve mânanı kıyama kaldırır.

İşbu hâllerde Nebi, kalbin, iç âlemin sohbet arkadaşıdır; elinden tutar, doğruca şaha götürür ve der: “İşte siz; işte Rabb’iniz!”



***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »







Bu konuşma Cuma sabahı medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 10 Ramazan 545, Milâdî 1150.



Ey cemaat! Allah'a koşunuz. Halkı, dünyayı ve O'nun zâtından gayri her şeyi bir yana atınız, O'na koşunuz. “Bütün işlerin sonu Allah'a varır.” (eş-Şûrâ, 42/53) âyet-i kerimesini işitmediniz mi?



* * *



Ey evlat! Halka beka gözü ile bakma. Onların yok olacağını dü­şün; öyle bak. Onlardan fayda ve zarar bekleme. Onları âciz ve zelil olarak bil. Hakk'ı tevhid et. Ve O'na tevekkül eyle.

O'ndan gelen şeyler yüzünden hezeyana kapılma. Dünya ve dün­yada zuhura gelenler Hak'tan gelir. Yaratılmışlar ve onlarda dönüp duranlar, O'nun tecellisi ile oldu. İman sahibinin kalbi, bunların hep­sinden beri durur. Çünkü onları Hak'tan memnun ve vazifelerini ya­pan olarak görür. Hele o iman sahibi, bir de kalbini sebeplerden te­mizlerse, sebeplerin güçlüğüne ve ayal derdine uğradıkta Hak'tan yardım görür; onların sıkıntılı hâllerine dayanmak için kuvvet bulur. İşlerini kendiliğinden görürlerken o kalbini hiçbirine vermez. Yaratan'ına bağlar. O'ndan bir an dahi ayrı olmaz. Hâlinde değişiklik istemez. Çünkü verilen bir hüküm var; o değişmez. Kısmet biçilmiştir, eksilmez, artmaz. Bu yüzden eksilmesini veya artmasını talep etmez. Kısmetinin geç kalmasını ve süratle gelmesini de beklemez. Çünkü o, her şeyin tayin edilmiş bir vakti olduğunu bilir. Bu hâli isteyen kişi­ler, asıl akıl sahibidirler. Artma, eksilme, geç kalma ve er gelme gibi şeyleri dileyenler ise akıldan noksan olanlar; delilerdir.

Allah'tan hoşnut olan kimse, bütün hâlinde O'na uyar; bu uyar­lığı başkalarına yapılan işlerde de gösterir. Allah Teâlâ'dan razı olan anlayışlı olur ve O'nun cümle işlerini sever, ömrünün bir mik­tarı uymaz yolda geçmiş dahi olsa, kalanını O'nunla devam ettirme yolunu arar ve O'nun dilediği yolda geçirerek tüketir.

Hak Teâlâ onun anlatılan hâlini sever ve her şaşırdığı an, “Rabb’in benim” der.

Aynı kelâm tecellisini, Musa (a.s) Peygamber’e de yapmıştı. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e ve Musa (a.s) Peygamber’e bu tecelli açıktan oldu. İrfan sahiplerinin kalbine de manevî cihetten gelir. İr­fan sahibi, o kelâm tecellisini bir rahmet ve lütuf olarak görür. Hak Teâlâ, o yüce tecelliyi Peygamberine açıktan bir iyilik ve mucize ola­rak bahşeylemiştir.

Peygamberlerin mucizesi aşikârdır. Velîlerin kerameti ise çok kere gizli olur. Yâni velîlere gelen manevî hâller iç âlemde belirir. Peygamberlerinki ise açıktan…

Velîler, peygamberlerin manevî vârisleridir. Allah Teâlâ'nın kurduğu yolu korumaya çalışırlar. O dini, insanların ve cin tayfası­nın şeytan tiplerinden saklarlar.

Sen, Allah'a, peygamberlerine ve velîlerine karşı açık cehalet beslemektesin. Bu yüzden sözümüz hoşuna gitmiyor. Allah yolcuları sana ne anlattı? Onların içinde bulunduğu hâli ve onlara aykırı şey­leri kimden öğrendin. Sen Kur'ân-ı Kerîm’i okumaktasın, fakat ne okuduğunu bilmiyorsun. Çalışırsın, fakat tuttuğun işin farkında de­ğilsin. Bulunduğun hâl, yalnız dünyadır, âhiret yok... Hâl böyle iken o büyük zâtlara gürültü ile hücum edersin.

Akıllı ve edepli ol. Sus ve tevbe et. Hak Teâlâ'ya dair sende bir haber yok. Onun peygamberlerinden de bir haberin yok. Evliya hak­kında da bir malûmatın yok. Hak Teâlâ için bilgi ve O'nun yarattık­ları hakkında toplaman gereken malûmattan da sende bir eser yok.

Tevbe ve sükûta sarıl. Ölümü düşün; kendini sırta alınmış kabre doğru yol almakta gör. Bunları düşün ki, bilgiler elde edesin. İşlerim Hak'la göresin ki, O da sana dünya ve âhireti görecek nuru versin.



* * *



Sözlerime dönünüz ve içtihadınızı ona göre yürütünüz. Geçmişle ilgiyi bırakınız; çünkü o sizi bir heves olarak sarar ve yıkar. Ayrıca geçmişe dayanmak tembellere gerekir. Geçmişin -kaderin- verdiği hüküm bizim aleyhimize değildir. Onu bir yana atalım, vasıtalara iyi sarılalım ve öyle çalışalım. Dedi, diyorum, niçin ve nasıl gibi sözleri bir yana atalım. Allah Teâlâ'nın ilmine girmeliyiz. Bizden çabala­mak. Fiil tecellisini O dilediği gibi yapar. Hak Teâlâ şöyle ferman eder: “O yaptığından sorumlu tutulamaz, ama öbürleri yaptıkları işlerin hesabım vereceklerdir.” (el-Enbiyâ, 21/23)

Bir gün işin sona erer. Hakk'a yakın olursan kalbin sahih olur. Bu hâl senin için dünya ve âhiretin zühdü sayılır. Bundan sonra is­min, Hak yakınlığı kapısına yazılır; hem de nasıl, bilir misin; “Falan oğlu falan, Allah'ın azat ettiği erenlerdendir.” diye...

İşte bu hâl değişmez, artmaz, eksilmez. Bu kere senin hayrat iş­lerin artar, şükrün çoğalır. O'nun önünde tâat ve ibadet yollarım tu­tarsın.

Her şeye rağmen, hâlin ne olursa olsun, korku elini kalbinden çekme. Hakk'ın kudretini âciz bilme ve şu âyetlerin mânasını anla: “Allah dilediğini imha eder ve dilediğini bırakır. Kitabın aslı O'nun katındadır.” (er-Ra’d, 13/39) “O yaptığından sorumlu olamaz; öbürleri sorumludur.” (el-Enbiyâ, 21/23)

Ezelde yazılan yazı üzerinde durma; onu yazan, bozmaya da kadirdir. O ki, bir binayı yapmaya kadirdir, yıkar da...

Daima korku, ümit, çekinme ve tâat üzere ol. Selâmet ayağı ile burayı bırakıp öteye geçinceye kadar böyle kal. Ölüm gelinceye dek korkuyu, tâatı ve kötülere karşı çekinmeyi bırakma. Ölümü iyi geçirip selâmete erdikten sonra korkma, artık değişme ve tebdil hâli olmaz.

Ey cehil nifakı ile sıkışıp kalan adam. Dünyayı arayan, onu kapmak için başını her derde sokan ve durmadan haram yiyen kimse... Kalp nurunu, gönül sefasını ve hikmetli sözler etmeyi nasıl umuyorsun? Zavallı, onlar sana nasip olur mu?

Allah yolcuları zaruret icabı konuşurlar. Uykuları, istiğrak âlemine dalanın hâline benzer. Yemeklerini de bir hasta gibi yerler, kitabın hükmü, sona erinceye dek böyle giderler. Hak Teâlâ'nın meleklere dair buyurduğu şu âyet-i kerimenin hükmü, sanki o büyükler için de caridir: “Allah'ın emrine karşı gelmezler, emrolunduklarını yaparlar.” (et-Tahrîm, 66/6)

Onlar meleklere benzerler. Hayır, onlardan daha üstündürler, melekler onların hizmetçisi gibidir. Dünya ve âhirette, onların içinde oturduğu köşkü melekler taşır.



* * *



Ey cemaat! Sözlerim hâlinizi değiştirmiyorsa inanarak ve doğruluğuna kani olarak dinleyiniz. Sözlerimin kalbe bir yüzü vardır; kal­enizi ve sırrınızı o yüze vererek dinleyiniz. Kalbinizle dinlenen sözlerim içinizi ve dışınızı rahata erdirir. Nefsin ve kötü arzunun saltanatını kırar. Şehvet ateşinizi söndürür. Sizin için şehvetin en kötü­sü odur ki: Dünyayı size sevdire; fakir hâli için öfke duyura ve böylece helak çukuruna düşüre...

Bazı büyükler şöyle der: “Takvanın (kötülükten sakınmanın) doğrusu odur ki: Kalbinde ne varsa, hepsini bir açık tabağa kovasın; böylece bütün pazarı gezesin, içinde seni utandıran şey bulunmaya...”

Ey cahil, neyle yetinmektesin? Hâlbuki ittikâ sahibi de değilsin. Sana: “Allah'tan kork” dense kızarsın.

Hak söylense işitir, fakat tembelce davranırsın. Yaptığın bir kö­tülük hatırlatılırca kinin kabarır, öfken açılır. Hz. Ömer (r.a) şöyle buyurur: “Bir kimse Allah'tan korku üzere olursa, onun kini kabarmaz.”

Hak Teâlâ, peygamberlerine indirdiği bazı kitaplarda şöyle bu­yurdu: “Bana itaat ettiğiniz süre sizi severim; karşı gelmeye başladı­nız mı sevmem.”

Hak Teâlâ'nın sizi sevmesi, size ihtiyacı olduğu için değil, size rahmeti icabıdır. O seni seviyorsa, senin için seviyor; kendisi için de­ğil. Tâat üzere olmanı sever, çünkü faydası sana... Sana gereken seni senin için sevenle olmak, kendisi için sevenden de uzak durmak...

İman sahibi, Mevlâ'sını hatırlar ve her şeyi unutur. Bu hatırlama dolayısıyla yakınlık bulur, O'nunla yaşar, hayatı O'nunla devam eder. Tevekkülü sahih olur; dünya ve âhiretin darlığı için O'na sığı­nır. O da yeterlik sıfatı ile tecelli eder.

İman sahibinin tevekkülü sahih -tevhid hâli tam- olursa Hak Teâlâ, İbrahim Peygamber’e yaptığı iyiliği ona da yapar. O kula, mâ­nasını, hâlini, hattâ lâkabını verir. Varlığı taamından yedirir, zâtından şarap içirir. Kendi evinde o kulunu iskân ettirir. Sakın burada, aynı makama çıkar mânasını almayasın. Hâl böyle olunca, mâna cihetiyle İbrahim Peygamber’e nispeti doğru olur. Tabiî bu hâli dış cep­hesi ile beklemek caiz olmaz; manevî bir hâldir, eren bilir.



* * *



Utanmaz mısın, hırsın seni yükledi öyle bir hâle getirdi ki, za­limlere hizmet etmekte ve haram yemektesin. Ne zamana kadar ha­ram yiyecek ve şahlara (!) hizmet edeceksin. Hizmet etmekte oldu­ğun kimselerin yakında saltanatı yıkılacak. Ve sen, Hakk'ın hizme­tine ister istemez gireceksin. O'nun mülkü devamlıdır. Sonu yoktur.

Akıllı ol. Dünyanın azıyla yetin; âhiretin çok şeyi gelinceye dek az dünyalıkla yetinmeyi elden bırakma. Böyle olursan yediklerini ye­terlik duygusu içinde alırsın. Kısmetini, dünyada dünyanın eli ile ve tabiat, hevâ, şeytan, avam, halk ve sultanlarla değil, yüce Mevlâ'nın kapısında durarak, O'nun kudret ve fiil tecellisi, O'nun zâtı ile alır yersin.

Dünyalığı alıp yediğin zaman kalbin Rabb'inin kapısında olursa, melekler ve peygamberlerin ruhları etrafında olur. Bir grup Hak'la yer, diğeri maddiyata düşkün... Bu iki grup arasında ne azîm fark var.

Allah yolcuları akıldan ibarettir; onlar şöyle der: “Biz dünyalığımızı, ne sokakta, ne de evimizde yeriz; ancak O'nun katında, yani Hakk'ın indinde yeriz.”

Zâhidler yemeklerini cennette yer, arifler O'nun katında... Hâlbuki onlar dünyada dururlar. Muhabbet ehli, ne dünyada yer, ne de âhirette...

Onların taamları ve şarapları, Hak yakınlığı ve O'nun rahmet nazarıdır. Onlar, dünyayı âhiretle sattılar, Âhireti ise Hak yakınlığı­na verip kurtuldular. Bu anlatılan şeyler sevgi ehlinin vasfıdır.

Hak sevgisinde doğru olanlar, dünyayı ve âhireti birden O’nun aşkına verip çekildiler. Bu hâlde yalnız O'nu dilediler, başkasını değil. Bu alış veriş bittikten sonra, Hakk'ın kerem sıfatı onlara galebe etti: Dünya yeniden verildi; âhiret yine önlerine çıktı. Bunlar birer mevhibe olarak verildi. Hak Teâlâ onlara dünyayı ve âhireti almak emrini verdi. Onlar da mücerret emirle doyuncaya ve artırıncaya ka­dar dünyalık aldılar. O kadar bol aldılar ki, artık her ikisinden de gına geldi onlara... Bunları kadere uyarak aldılar. Kadere karşı iti­raz etmemek ve iyi edep sahibi olmak ne iyi...

Dünya ve âhirete ait şeyleri alırken şöyle derler: “Biz bunları alıyoruz, ama niyetimizin ne olduğu Sana malûm.. Bilirsin ki, senin her şeyine razıyız; başkası için bu duyguyu taşımak bize gerekmez. Açlığa razıyız; susuz kalmaya, zillete, çıplak kalmaya ve her cins güçlüğe razıyız. Yeter ki, kapında olalım; ötesi bize hiç gelir.”

Vakta ki, o büyükler razı oldular, nefislerini de bu hâle alıştırdı­lar, işte o zaman onlara rahmet nazarı gelir. O anda zillet içinde olanlar aziz olur. Fakir iseler zengin olurlar. Artık, dünya ve âhirette Hak yakınlığı, onlara iyilik olarak verilir.

İman sahibi, dünyaya hırsla kapılmaz. Onun bu hâli, iç kirini, pisliğini ve kederini giderir. Âhiret hâli tecelli eder. Kalbi dünyayı bıraktığı için ona çabuk meyleder. Sonra Hakk'ın gayret eli gelir; onu da kalpten siler, süpürür; âhireti sevmenin de bir hicap olduğu­nu anlatır, Âhirete bağlı olmanın, Hak yakınlığına zararı olduğunu anlayınca bilcümle yaratılmış şeylerle uğraşmayı bırakır. Dinî emir­lerin gereğini yapmaya başlar. Avam kullarla, kendi arasında bulunan malûm hududu muhafaza ederek vazifesini yapmaya koyulur. Basiret gözleri açılır, o gözle nefsinin ayıplarını görmeye başlar. Ya­ratılmışların hatasını görür. Rabb’in gayrına bağlanmaz. Başkalarından bir şey işitmez. Başkalarına aklı ermez. Hakk'ın vaadinden gay­risi onu avutamaz ve O'ndan gayri kimsenin tehdidi korkutamaz. O’nunla meşgul olur, başkasıyla uğraşmaz. Bu hâlleri benliğinde top­layan kimse, hiç bir gözün görmediği, kulağın işitmediği ve beşer kal­binin hatırlamadığı bir varlık olur...



* * *



Ey evlat! Nefsinle uğraş, ona faydalı ol, sonra başkasına... Mum gibi olma ki, kendisi yanar, biter, bir fayda alamaz, başkalarına ay­dınlık olur. Herhangi bir işe atılırken, nefsinle, şahsî ve bencil iste­ğinle atılma. Allah bir şeyi dilerse onu senin için hazırlar. Kullara faydalı olacaksan, haberin olmadan onların arasına atar. Onlarla uğ­raşmak için sebat verir; kötülüklerine tahammül kudretini kalbine aşılar. Kalbin genişler; onlarla iyi geçinirsin. Sinen açılır; oraya hik­metler saçılır. İç âlemin tatlı mülâhazalarla dolar. Sır âlemin sırra kadem basar. Ve sen, O olursun, sen olmazsın. Hak Teâlâ'nın şu kav­lini işitmedin mi? “Yâ Dâvûd, biz seni yeryüzünde halife yaptık.” (Sâd, 38/26) Yukarıdaki kelâma dikkat et ki: “Sen kendini halife ettin” denilmiyor.

Varlığını Hak varlığına katmış olanlar, irade ve arzu sahibi de­ğillerdir. Onlar, Yalnız Hakk'ın emrine tâbi olurlar. Onun fiil, idare ve tedbir tecellisine kapılmışlardır.

Ey Hak yoldan şaşan ve sapan, herhangi bir şeyi kendine hüccet etme. Senin için herhangi bir hüccet mevcut değildir. Haram açıktır, helâl ise meydandadır. Hakk'a karşı saygısız olmaya seni götüren ne oldu? O'ndan ne kadar az korkar oldun? O'nun seni görmekte ol­duğunu, ne kadar küçümser hâle geldin?

Peygamberimiz şöyle buyurur: “Allah'ı görür gibi kork. O'nu görmesen de O seni görür.” Ayık olan kişiler Hakk'ın tecellisini kalpleri ile görürler. Bu gö­rüş ile dağınık hâlleri toplanır, birleşir ve tek şey olur. O büyük te­cellinin sahibi ile aralarında perde kalmaz, kalkar. Dış yapıları yıkı­lır, iç âlem kalır. Ayrılıklar kesilir, putlar temizlenir. Ve nihayet on­lar için Hakk'ın gayri kalmaz. Bu anlatılan hâl, onlar için tam ol­mayınca hareket etmez, ferah duymazlar. Bu hâl ki tamam oldu, on­lar için iç bitmiş sayılır.

Onların ilk kurtulduğu şey, dünya ve onun köleliğidir. Daha son­ra bilcümle masivâ... Hakk'ın gayri sayılan her şey masivâdır.

Hakla aralarında geçen cümle işlerinde iptilâ üzere olurlar. Bu­nunla Hak Teâlâ onları tecrübe eder; nice iş tuttuklarını seyreder.

Bir insanın iç varlığı şahtır, kalp ise onun veziri... Nefis, dil ve diğer duygular ise, onların hizmetçisi...

Kalbin susuzluğunu sır giderir. Mutmainne olan nefis ise, kalpten suyunu alır. Dil ise nefis yolundan sulanır. Arkada kalan duygu­lar ise, dilden su ihtiyaçlarını alırlar.

Dil sağlam ise, kalp de sağlamdır. O fasit ise, kalp de öyledir. Bu hâlde dilini takva ile gemlemelisin ve hezeyan cinsi kelâmdan, dilini tutmalısın; tevbe etmelisin. Hele nifak hâlinden... Kalbin iyi olmasını dilemek sureti ile dilin fesahat kazanır. Dolayısıyla kalbin... Dilin sağlam olunca kalbin sağ demektir. Kalp sağlam olunca onun iyilik nuru bütün duyguları sarar.

Bundan sonra konuşmalar, Hak yakınlığını kazananların konuş­ması gibi olur. O yakınlık hâlinde dil yoktur, dua yoktur, anma yok­tur. Dua, zikir, kelâm, uzaklıktadır. Yakınlık hâline gelince orada sü­kût ve sessizlik vardır. Orada, bir nazar yeter. Geçim için o kâfi...

Allah'ım, bizi, dünyada varlığını kalp gözü ile görenlerden eyle. Âhirette ise baş gözü ile bakanlardan kıl. “Dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver. Ve bizi ateş azabından koru.” (el-Bakara, 2/201) Âmin.

***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »


53. MECLİS



Bu konuşma salı günü öğlende yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî Ramazan 545, Milâdî 1150.



Deneme ve tecrübe yollu iptila gereklidir. Bilhassa iddia sahipleri için… İptila ve deneme olmasaydı halkın çoğu velayet iddiasında bulunurdu. Bu sebeple bazı büyükler; “Velayet iptila iledir. Ta ki iddia olunmaya…” demişlerdir.

Veli kulun başlıca işareti halktan gelen eziyete sabırla karşı koymasındadır. Bir de onların hatalarına göz yummasında…

Evliya zümresi halktan gördükleri şeye göz yumarlar. Ve onlardan gelen sese kulak vermezler. Ve halkın arzusunu halka bırakırlar.

Bir şeyi sevmen seni kör ve sağır kılar. Onlar Hakk’ı sever, bu yüzden başkasının hatası onlara gözükmez. Halka güzel söz söylerler. Onlarla iyi geçinirler. Yumuşak davranırlar. Bazen Allah için darıldıkları da olur. Bu darılmaları Hakk’ın öfkesine uyar.

Onlar doktorlardır. Her hastalığı ve şifasını bilirler. Doktor bütün hastaları tek ilaçla tedavi etmez.

Onlar kalp ve mana ciheti ile daima Hakk’ın elinde olurlar. Ashâb-ı Kehf’e benzerler. Sanki onları Cibril bir sağa bir sola çevirir. Sevgi eli onların kalbini hâlden hâle geçirir. Dünyayı dünya isteyenlere verirler. Âhireti âhiret dileyenlere bağışlarlar. Hak Teâlâ ise kendilerine kalır. Hiçbir hâlde cimrilik etmezler. Ellerinde dünyalık varsa verirler. Âhiret sevabına dair bir şeyleri varsa onu da esirgemeden verirler. Dünyayı dünyalıktan mahrum fukara zümresine dağıtırlar. Âhireti ise onu aramakta kusurlu kimselere verirler.

Olan işleri yapana bırakırlar. Olmuşları da halka verirler. Kabuk sayılanları halka hibe ederler. Hakk’ın zatında gayri her şey kabuk sayılır. Hakk’ı aramak ve O’na yakın olmak ise özdür.



* * *



Bazı büyükler, “İçi bozuklara ancak irfan sahipleri güler yüz gösterir.” der.

Evet o gülen yüzün bir hikmeti vardır; emir verir, yasakları yaptırmaz. Bunlar kolay iş değildir. Bu ağır işe ancak irfan sahibi dayanabilir. Zahid geçinenler, kulluk ediyorum sevdasına düşenler ve kendilerini Hakk’ı arayıcı olarak kabul ettirme hevesine kapılanlar; iyiliği söylemek ve yasakları yaptırmamak zahmetine katlanmazlar.

İrfan sahipleri merhamet üzeredirler. Hâl böyle olunca niçin asi insanlara rahmet ve şefkat nazarı ile bakmasınlar. Onların makamı tevbe ve istiğfar makamıdır.

İrfan sahibi Hak ahlâkı ile huy güzelliğini bulur ve bütün çabası ise isyankârı, şeytanın ve nefsin elinden kurtarmaya bakar. Sizin biriniz yavrusunu kâfir eline düşmüş görünce nasıl kurtarmak isterse irfan sahibi de hatalı kulu aynı şekilde kurtarmak ister. Halkın cümlesi irfan sahibinin evladı sayılır.

İrfan sahibi halka hitap ederken hikmet dilini kullanır. Her iyiliği söyler. Sonra kullara bakar, kader ve kazanın hükmünü onlardan, görünce hâllerine acır. Hakk’ın fiil tecellisini onlarda seyreder. Kullara rahmetle bakmaya başlar. Her gördüğünü ilim ve hikmetler kabına aktarır; lakin bu hâlinden kimseye söylemez. Hâl böyle devam ederken yine de hikmeti icabı kullara emri yasağı söyler, ilim cihetine gitmez, yani işin sır yolunu açıklamaz.

Hak Teâlâ hikmeti icabı peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi, korkuttu, çekindirdi. Sebebi kullara bir hüccet yüklemekti. Hâl böyle iken onları cümle hâli ona malum idi.

Burada dur fazla ileri gitme. Hakk’ın hikmetli işlerine itiraz etme. Bunda hikmetler vardır. Bu işte tekrarlar ve kaçmalar olur. Bunu bilmek ve sebat etmek gerek. Sen ve başkaları için hüküm müşterek olur. Bir şeyler bilmek istersen has ilimle yetişmen gerek.

Sizden biriniz zahir ilimle amel ederse Peygamber (s.a.v) Efendimiz ona batın ilmini gayret beklemeden verir. Kuş yavrusunu beslediği gibi Peygamber de (s.a.v) o şahsın iç âlemini hikmetleri ile besler. Kul Peygamber’in sözünü doğrular ve getirdiği ile işler tutarsa, Peygamber de ona hikmetler kaynağını açar. Zaten kulun hikmet âlemine geçip nasip almasına Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in zahirdeki kelamı, yani şeriatı ile iş tutması sebep olur.

Ademoğlu bir defa ruh sıhhatine ererse artık sıhhat vereni olmaz. O bir defa safa âlemine geçerse başka safa âlemi olmaz ve bir defa Hakk’a yaklaşınca artık ona kimse yakınlık vaadinde bulunmaz.

Cahil baş gözü ile bakar. Akıllı kişi akıl gözü ile görür. İrfan sahibi ise kalp gözü ile… O, cevher ve âlimdir. Halkı tümü ile bir lokma gibi yutar. Halkın cümlesini içi âlemine gömer. O irfan sahibin katında Hak’tan gayri her şey yok olur. O anda o kul şöyle der: “Evveli O, âhiri O, zahiri O, batını yine O!”

Hak, onun zahiri, batını, evveli ve âhiri olur. O kulun yanında O’ndan başkası olmaz. Böyle olunca da dünya ve âhiret O’nun sevgisini benliğinde devam ettirir. Bütün hâlde ona uyar. O’nun hoşnutluğunu diler, başkaları ona darılsa da aldırmaz. O kulu hiçbir kınayıcı yolundan alamaz. Bazı büyükler der: “Halkı Hakk’a uyar kılmaya bak. Hakk’ı kullara uyar kılmaya çalışma.”

Şeytandan nefisten ve şahsî şeylerden hangisi olursa olsun, yıkmak isteyeni yık. Kahra uğratmak isteyenlere kuvvetini göster.



* * *



Düşmanların... Onlardan çok sakın, onlar seni helake atmasın­lar...

İlme çalış, öyle bir ilme çalış ki, düşmana nasıl karşı konacağını bilesin... Onlardan sakınma şekline aklın ere... Ve Rabb’ine ibadet na­sıl edilir, onu bilesin... Çünkü cahilin ibadeti makbul olmaz. Pey­gamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “Cehalet hâli ile ibadet edenin, ifsadı ıslahından çok olur.”

Cahilin işi, hiçbir şeye denk gelmez. O tam manasıyla fesat için­dedir. Baştan sona karanlık içindedir. İlimsiz yapılan ibadet böyle olur. İlim sahibi de amel etmezse onun da hâli perişandır. Ayrıca ya­pılan amelin ihlâsı olmayınca, onun da hayrı yoktur. Hangi iş olursa olsun, ihlâs olmayınca ne faydası olur, ne de kabul olur. Ve bilip de amel etmezsen, o bilgi boynuna yük olur. Peygamber (s.a.v) Efendi­miz şöyle buyurur: “Cahil bir defa azap çeker, âlim ise yedi.”

Cahile, niçin öğrenmediği sorulur, âlime ise bilgisi ile niçin amel etmediği... Öğren, amel et ve öğret... Senin için hayır böyle toplanır. Bir kelime öğrenir, onunla amel eder ve öğretirsen, iki yoldan mü­kâfat alırsın. Biri öğrendiğin, öbürü de öğrettiğin için...

Dünya karanlık içindedir; ilim ise onun nurudur. O kimse ki, ca­hildir, şu zulmet âleminde batmaya mahkûm sayılır ve yıktığı yap­tığından çok olur.

Ey ilim iddiasında bulunan; nefsin, tabiî arzularını ve şeytanın elini bırak. Kendi vücudunu da at. Riya, nifak hâlini bir yana it. Dıştan zâhidlik gösterisi yaparsın, ama iç âleminde her şeyi toplamak hevesindesin. Bu boş bir zâhidliktir. Ve böyle bir zâhidlik sana mükâfat değil, ceza getirir. O, senin içindekileri, saklıda yaptığın ha­taları bilir. Kalbinde olan şeyler O'na örtülü değildir. O'nun için ne açık, ne de kapalı vardır.

Hem söyle, hem de ağla. “Vah, uyanmazlığıma! Vah yüzsüzlüğüme! Vah, felâketime!” diyerek. “Eyvah! Hak, her hâlime vâkıf. Gece gündüz yaptığım cümle iş, O'na ayan! Hâl böyle iken O'ndan nasıl oluyor da utanmıyor­sun?” diye kendini kınayarak.

Yaptığın edep dışı hareketleri terk et. Farz ibadetleri yap; ya­sakları da bırak ve O'na yakın ol. Bunlar seni yaklaştırır. İç ve dış hataları bırak. Açık olan hayırlı işleri yap. Ancak O'nun kapısına böyle varabilirsin. O'na yakın olursan, seni sever, kullara sevdirir, halkın ötesine de sevdirir. Sonra halkın arasına katar.

Seni Allah ve melekleri severse, bütün halk sever. Yalnız kâfir ve münafıklar seni sevmez. Çünkü onlar, Allah sevgisinde sana iştirak etmezler. Her kim ki, kalbinde iman taşır, o iman sahibini sever ve her kim ki, küfürle doludur, o da iman sahibine öfke duyar.

Kâfirlerin birçoğunda fikir denen şey yoktur. Münafıklar ve şey­tanlar fikirsiz ve dilsiz olurlar. Ancak küfür, nifak ve şeytanlık dili ile lâf ederler; onlar insandan azma şeytanlardır.

İmanını kalbine yerleştiren tam mü'min, kalbi, sırrı ve manası halktan ayrıdır. O öyle bir hâle gelir ki, nefsi için bile halktan ge­len zararı atmaya gücü yetmez, hiçbir iyiliği celbe kadir olamaz. Hakk'ın kudreti önünde, güçsüz ve kuvvetsiz olarak serilir. Kendine has ne kuvveti, ne kudreti vardır. Bu hâli bulan iman sahibine her şeyden iyilik yağar.



* * *



Canları ve başları ile Hak yola girenlere zahmet verme, mücer­ret iddia ile onların karşısına çıkma. Uzlete geçmek ve boş temenni etmekle bu hâl elde edilmez. Sebeplerden kör oluncaya kadar söz yok. Halkın kapısına gitmeye karşı ayakların kesilinceye ve onlara koşmaya karşı kötürüm oluncaya kadar sus. Kalbin, aklın ve yüzün halktan ayrılıp Hakk'a dönünceye kadar sesini çıkarma. Halka ar­kanı, Hakk'a ise yüzünü vermedikten sonra sana söz hakkı yoktur. Dış varlığın zahirdeki şekli, kullara olacak, iç âlemin ve özün ise Yaratan'a... İşte hâlin böyle olunca, kalbin meleklerin kalbi gibi olur. Kalbini peygamberler doyurur, içtikleri mana şarabını içirir ve o cins taamları yedirirler.

Söylenen bu işler, kalp, sır ve mana âlemini ilgilendirir, dışla anlaşılmaz ve bilinmez.

Allah'ım, halkın aklı ötesinde cereyan etmekte olan, Zât’ınla ara­mızdaki işleri safiyete erdir. Ve sırlarımızı temizle, kalbimizi de pak eyle.



* * *



Ey burada hazır olanlar ve olmayanlar, yarın kıyamet olduğun­da, münafıkların dahi hakkı için münazaraya tutuşacağım. Onlar için münazara ettikten sonra iman sahipleri için nasıl yapmam; on­ların hakkını nasıl görüşmem? Bu hâlimi çok tuhaf bulacaksınız orada.



* * *



Allah'ım, beni Seninle zengin eyle, başkasına terk etme. Mual­limi çocukların eline bırakma. Öğretmenler yavruların evindekine göz dikmesinler. Öğretmenin evi öğretme yeri olmakla beraber, her cins maddî nimetlerle de süslü olsun.



* * *



Allah'ım, sana ayan, bu sözler beni alt etti, söyledim. Ağzımdan çıkıp ortaya saçılan bu sözlerdeki hâlimi mazur gör. Bunları çocuk­lara has sayıyorum. Yolcuların ve uyanların faydası için bunları söyletirsin. Bunları söyleten sensin. Bulunduğum hâlin kolay olma­sını içimden gelerek gönül rahatlığı ile senden diliyorum.



* * *



Ey cemaat! Siz öyle sanırsınız ki, alacağımı sizden alırım ve sizi görürüm. Hayır, bildiğiniz gibi değil. Bütün alacaklarımı Aziz ve Celil olan Allah'tan alırım, sizden değil... O, elinizde olan şeye baktı­ğımda, kalbim kayarsa, beni ikaz eder.

Sizinle birlik olduğum an sizi bilmem; sizi bir yana atıp aranız­dan ayrıldığımda anlarım.

Ben münafıkları suya daldırırım, irfan sahiplerini denerim. İçi bozukları bıçakla vurup kesmem, su ile terbiye ederim.

Soframı sizin için sererim; siz ayrıldıktan sonra yemeğimi yerim. Nevalem sizinkine uymaz. Siz çıktıktan sonra, hizmetini yap­makta olduğum Sahibim, yemek tabaklarını bana sunar.

Ey basiret sahipleri, hâlimi bilmez misiniz? Kollarım sıvalı, sa­lman elbisem de bir yanda bağlıdır; böylece efendime hizmet ederim.

“Hak Teâlâ'nın peygamberlere elçisi Cibril idi. Velîlere kim el­çilik eder?” diyene şöyle denir: “Açıktan vasıta yoktur. Rahmet, lütuf ve iyilik tecellileri, O'ndan gelen manevî ilham ve onların kalbine konan şefkat nazarı, başlı başına birer Hak elçisidir. Velîler tecelliye her zaman erer. Ayık hâlleri devam ettikçe, iç âlemleri temiz oldukça, kalp gözleri O'nu görür.”



* * *



Ey cemaat! Dünyaya olan hırsınız ve onu sevmeniz, sizi Allah sevgisinden ve O'nun dostlarına bağlı olmaktan alıkoydu. Dünyada çoğalma ve ondan çok şey alma sevdası, sizi yıktı. Kerem sahibinin iyiliğine güvenerek dünyayı bırakınız ve âhireti düşününüz.



* * *



Allah'ım, güzellik ve cömertlik senin sıfatındır. Bizler de senin kölelerin... Onlardan bir zerre olsun bize ihsan eyle. Âmin!






***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



54. MECLİS



Bu konuşma Cuma sabahı medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 10 Ramazan 545, Milâdî 1150.



Ey evlat! İki adımdır, onları at, muhakkak erersin... Birinci adımı, dünyadan at; öbürü âhiret olur. Bir adım nefsinden, bir adım yaratılmışlardan... Ötesi malûm. Şu dışı bırak; hemen iç âleme geçer­sin. Bu işin bir başlayışı, bir de bitişi vardır. Sende başlar, tamamı Allah Teâlâ'dan biter. İpini, seleni bir yere at; amel kapısına otur. Bir talep sahibi olursan yapılan işten daha yakın olursun.

Yatağında oturma, yorganın altından çık ve kilitli kapılarını aç. Sonra amel etmeyi iste ve çalışma yolunu ara. Kalbini zikre yaklaştır. Ona en çok dirilme gününü hatırlat. İnsana bir ibret levhası olan kabirleri düşün. Düşün: Hak Teâlâ bu kulları o gün nasıl bir araya toplayacak ve kudreti önünde durduracak? Bu düşüncelere devam edersen kalbinin karartısı gider, kederli hâli temizlenir. Bina, sağlam temel üzerine kurulursa sabit olur ve yerleşir. Herhangi bir bina sağlam temel üzerinde değilse onun yıkılması mukadderdir.

Hâlini zahir hükümlere göre yaparsan kulların hiç biri onu yık­maya güçlü olmaz. Şayet zahir hükme bağlı değilsen, yani dinî emir­lerin dış hükmünü yerine getirmez isen hiçbir hâlin sebat bulmaz ve hiçbir makama sahip olamazsın. Doğruların kalbi, sana dargın bakar ve seni görmeyi istemezler.

Yazık sana ey cahil, sana göre din oyuncak. Karışık bir şey... Hayır, anladığın gibi değil. Kafanda keramet yok.

Ey karıştırıcı ve korkutucu adam, kendini söze haklı gördün. Hâlbuki sende öyle bir ehliyet yok. Bu ehliyet, insanlar arasında sa­yılacak kadar tek olanlara verilir. Bu hak ayrıca iyiler arasında bazı fertlere tanınır. Onlar ehliyet sahibi olmadan konuşmazlar. Aksi hâl­de âdetleri susmak olur. Onlar şifreli konuşur. Söze pek önem ver­mezler. Onlar arasında söylemek emrini alan nadirdir. Emir alınca konuşur, konuşmaya başlarlar, ama ne hâllerle... Artık o konuşma sonunda haber olarak verilen şeyler, açık bilinir. İşlerin, sırrına ve kalbine izafesi zevahiri kurtarmak için olduğu anlaşılır. İşte bun­dandır ki, Hazret-i Ali (r.a) şöyle buyurdu: “Perde açılsaydı, yakinim artmazdı.” Yine buyurur: “Görmediğim Allah'a kulluk etmem.” Yine söyler: “Rabb’im, kalbimi gösterdi.”



* * *



Ey cahiller, bilgin kişilere karışınız ve onlara hizmet ediniz. Ve ilmi onlardan belleyiniz. İlim Hak erenlerin ağzından alınır. Bilgi sahipleri ile otururken edebinizi takınınız. Onlara itirazda bulunma­yınız. Onlardan maddî şeyleri talep etmeyiniz ki, bilgilerinden fayda alasınız. Ve bereketleri üzerinize yağsın... Ve yararlı hâlleri sizi sar­sın... İrfan sahipleri huzurunda susarak oturunuz. Zâhid kişilerle otururken kalp âleminizi güzel tutunuz.

İrfan sahibi öyle kimselerdir ki, her an mesafe alır; bir an önce­sini geçer. Onun, her dem Yaratan'a karşı korkulu saygısı artar. O'nun varlığı önünde boynunu eğer. O daima kendini gözetenden çe­kinir; başkasından korkmaz. Onun saygılı korkmasındaki artma, ya­kınlık duygusunun artmasından ileri gelir. Fazla susması, onun mü­şahede hâlinin fazla olmasındandır. Hak Teâlâ'nın kudsî sıfatları, arif olan kimsenin nefsini, tabiatını, şahsî istek ve âdetlerini, hattâ mevhum olan varlığını dahi yokluğa batırır ve artık konuşamaz hâle getirir. Kalp hâli ve makam dili ise konuşur, ama kendisi yoktur. Nimetlerin inzalini anlatır. Elinde mevcut nimetleri kendine mal et­meden, Hakk'ın nimetlerini belirtir. Onlar, hazır nimetten fayda al­mak için sessiz oturur, kalplerinden akıp gelen şarabı içerler.

Bir kimse, irfan sahipleri ile oturmaya fazla rağbet ederse nef­sini anlar. Yaratan'ına karşı boynu eğik olur. Bu yüzdendir ki, derler: “Nefsini bilenin Rabb'ine karşı boynu eğik olur.”

Yine bundandır ki, nefsini bilen, anlayan, Rabb'ini bilir.

Nefsinin ne olduğunu anlayan zât, Allah Teâlâ'ya ve O'nun ya­rattığı kullara karşı gönlünü engin kılar. O nefis, kulla Yaratan ara­sında bir hicap sayılır. Onu iyi anlayan çekinir ve Yaratan'ının şükrü ile uğraşır. Şükrünü devam ettirdikçe Hak Teâlâ, nefsi hakkında o kula yeni bilgiler ihsan eder. Ve o insan bilir ki, Yaratan, ancak dün­ya ve âhiret için hayrı emreder ve onu öğretir. Bundan sonra, o iman sahibinin dış âlemi şükürle meşgul olur; iç âlemi ise hamde devam eder. Dış hâli her ne kadar dağınık olsa da iç âlemi topludur. Bu­lunduğu iç hâli örtmek kastı ile dıştan hüzünlü görünür, ama iç âle­minde sevinçlidir. İman sahibi için durum böyle olsa da, irfan sahibi için böyle olmaz; onun içi hüzünle doludur. Sevincini dıştan göster­mek ister. Çünkü o şiddetli bir arzuya sahiptir; kapıyı bekler. Hâl böyle iken neler geleceğini bilemez, üzülür. Ve düşünür ki: “Yaptığı ret mi olur, yoksa makbul mü? Acaba kapı açılacak mı, yoksa yü­züne mi vurulacak?”

Nefsini anlayan iman sahibinin hâli, irfan sahibine benzemez. İman sahibi bir hâle sahiptir, o hâlle avunur. Hâlbuki hâl daima de­ğişir. O, bunu pek anlayamaz.

İrfan sahibi makam ehlidir; makam ise sabit olur. İman sahibi, hâlinin değişmesinden korkar, imanı zevale erecek diye üzülür. Bu sebeple kalbinin hüzne boğulduğu olur. Bu arada dıştan güler yüz gösterdiği de olur. O, korku anında içinde saklı hüznü göstermemek için güler, konuşur. Yüzü güler, ama kalbi korku ile kesilir gibi olur. İrfan sahibi, bazen halka sert ve hüzünlü yüzle çıkar. Sebebi onlara emir ve yasakları bildirmek içindir. Halka emri ve yasağı bil­dirirken bir Peygamber vekili olarak konuşur.

Allah yolunda olan büyük zâtlar, işittikleri iyi şeyleri yaparlar. Yaptıkları iş onları Hakk'a yaklaştırır.



* * *



Yaptıkları yararlı iş sonunda kalp kulakları ile vasıtasız O'nun öğüdünü dinlerler. Bu hâl, uyku gibi bir hâle geçip yaratılmışlardan uzak, Hak ayıklığına erdikleri zaman olur.

Kalbin sıhhat bulursa halkı kaybeder, onlara gözünü yumarsın ve Hak tarafından sana ayıklık hâli gelir; O'nu dinlersin. Bu hâl giz­lide ve aşikârede devam eder.

Açıkta olursun, ilâhî varidat sana gelmeye başlar. Ve O'nun hükmü sır âlemi yolu ile sana gelir. Ve kalbi sırlarla doldurur. O hikmetli işler, kalpten iyileşen nefse, oradan da dile gelir. Dilden ise, halka... Halka konuşmak isteyen bu yoldan konuşmalı, bu yol kapalı ise susmalı.

Allah yolunda can koyanların cinneti, tabiata kulluk etmemek, nefse ve hevaî şeylere akılsız olmak, şehvet ve geçici tatlara karşı kör olmaktır. Onların deliliği budur. Bayağı aklını yitiren delilere benzemezler; ama onlara da deli denir.

Bir soruya cevap veren Hasan-ı Basrî (r.a) şöyle der: “Siz onları görseydiniz, deli derdiniz, onlar da sizin bu hâlinize baksalardı, bir an bile Allah'a inanmamış olduğunuzu söylerlerdi.”

Halkı bırakıp halvete çekilme hâlin iyi olmadı. Burada halvetin asıl mânası kalbi bütün fâni şeylerden temiz tutmak, iç âlemi, dün­ya, âhiret ve Hakk’ın zâtından gayri her şeyden temizlemektir. Bu hâl, geçmişteki velîlerin, iyilerin ve peygamberlerin hâlidir. Onların gittiği yol budur. Tek başına emr-i ma'rûf ve nehy-i ani'l-münkerde bulunmak, bin kişi ile gizliye geçip ibadet etmekten benim için daha sevimlidir.

İman sahibi nefsine baktı; gözlerini yumdu. Ümitlerini kesti ve uygunsuz arzusunu reddetti. Tâ ki nefsin görüşleri kendi helakine sebep olmasın. Nefsin yaşaması, ancak kalp ve sırra uyması sonunda olabilir. Nefse ve sırra uyulması, görüşlerinin dışına çıkılmaması ve her bakımdan birlik olunması şartı ile olur. Sır ve kalbe uyan nefis onların emirleri gereğince emreder, yasak bildiklerini yasak sayar ve onların seçtiği dışında bir seçme yapmaz. İşte bu nefse, mutmainne nefis denir. Bu nefis, sır ve kalp bir talepte birleşirler. Her üçünün de bir maksadı vardır. Nefis bunu kazanınca ona gereken şey de­vamlı mücadelenin azaltılmasıdır.

Hak Teâlâ'nın sende ve diğer yaratılmışlarda yaratmakta oldu­ğu fiil tecellisi dolayısıyla münazara etme; kendi şahsî görüşlerini ortaya atma. Hak Teâlâ'nın şu ulvî kelâmını duymadın mı? “O, yaptığı işten sorumlu değildir; öbürleri yaptıklarından sorumludur.” (el-Enbiyâ, 21/23)

Hakk'a tâbi olmak senden hayli uzak... Edebini takınırsan pekâlâ; aksi hâlde şu hoş yerden kötü bir şekilde atılırsın. Edebim iyi eder, uyar olursan, o güzel yerde yerli olur, ikram edilirsin. Allah Teâlâ'yı seven, O'nun katında misafirdir. Misafir, hiç bir zaman için ev sahibinin arzusu dışında herhangi bir şey yemeye, içmeye ve hattâ giymeye yetkili değildir. Bütün hâlinde onlara uyması, sabır­la, uysallıkla onun emrini dinlemesi icap eder. O, bu hâle devam edince denir ki: “Her gördüğün şey sana müjdecidir ve daima Hakk'a arif olan­larla karşılaşacaksın.”

Bu hâli devam ettikçe o kulun kalbinde dünya, âhiret ve Hakk’ın gayri her şey yok olur.

Bütün konuşman Allah için olmalı, aksi hâlde susmak senin için daha iyidir. Yaşaman Allah için olmalı. Olmuyorsa ölüm senin için daha hayırlıdır.

Allah'ım, bizi tâatinde diri eyle; Öbür âlemde tâat ehli olanlarla dirilt. Âmin!



* * *



İman sahibi, nefsini itici olur. Sonra, terbiye eden ve öğreten bir eren kişi ile de sohbet eder, küçük yaşından ölüme kadar onun elin­de bilgiler edinir ve terbiye alır.

O eren kişi, iman sahibine ilk zamanda Allah'ın Kitab’ını okutur ve ezber ettirir. İkinci hâlinde ise, Peygamberi’nin sünnetini öğret­meye başlar. Bunları yaparken o iman sahibini daima başarı takip eder. Bu yüzden bildiği ile amel eder. Yaptığı her iyi amel Hakk'a yaklaştırır. Her ne zaman ki, bildiği iyi işi yapar, Allah Teâlâ ona bilmediği şeylerin tılsımını ihsan eyler. Bu yapılan ameller içinde kalp, daima Hakk’ın kuvvet kademinde durur. İman sahibinin ihlâsı onu Hakk'a yakın kılar.

Yaptığın her ibadet seni Hakk'a yakın eylemeli. İbadetin tadını almalısın. Hak'la aranda ünsiyet peyda olmalı. Bunlar olmuyorsa, bilesin ki, ibadet edemiyorsun. Yaptığın ibadetlerde karışıklık var. O karışık şeylerin ne olduğunu bilir misin? Onlar, gösteriş ve nifak alâmetidir. Dıştan Allah için yapar görünüp kalbinde halka gösteriş ve onlardan maddî bir talep bulunmasıdır.

Ey amel sahibi, sana ihlâs gerek, bu yoksa boşuna yorulma.

Sana daima Hakk'ı murakabe ve O'nun varlığını özüne yakın bilmek düşer. Gizlide aşikârede bu hâli benimse. Bilhassa halktan ayrı kaldığın zaman Hakk'ın yakınlığını düşün. Yalnız halk arasın­da olunca Hakk'ın yakınlığını anlatmak, içine kurt düşen nifak sa­hiplerine has olup bilhassa gizli ve halkın bulunmadığı yerde O'nun yakınlığını duymak ihlâs sahiplerinin hâli olur.

Güzel bir kadın veya seni yoldan alacak herhangi bir şey gör­sen, gözlerini yum. Bilhassa şahsî arzu ve tabiat gözünü... Hakk'ın sana nazarını hatırla. Şu âyeti düşün: “Hangi hâlde bulunursan bulun ve ondan, yâni Kur'ân'dan ne okursan oku. Ve sizler hangi ameli işlerseniz işleyin, ki o işlerden birine daldığınız zaman Şahid olarak üstünüzdeyiz. Yerde ve gökte, zerre ağırlığında bir şey Rabb'inden gizlenmez. Hatta, daha büyüğü de... Daha küçüğü de... Hepsi Kitabı Mübin'de yazılıdır.” (Yûnus, 10/61)

Haram olan şeylere bakmaktan gözünü yum. Bir an bile nazarı senden ayrılmayan, bilgisi bütün hâlini kuşatanı daima an.

Hak’la görüş teatisine girişmez ve niza yoluna kapılmazsan yap­macık kulluğun ölür; yerini hakikî kulluk alır ve şu âyet-i kerime­de bahsedilen zümreye katılırsın: “Muhakkak, kullarıma senin sultanlığın olamaz.” (el-Hicr, 15/42)

Daima Hakk'a şükret; O'na karşı yaptığın şükür tahakkuk eder­se halkın kalbi seni sever ve dilleri seni över. Seni herkese karşı sena ederler. O zaman şeytan ve yardımcıları, sana sataşma yolu bulamazlar.



* * *



Dua etmemek güçtür; dua ile olmak bir ruhsat yoludur. Dua, batan kişi için bir nefestir; zindan ehli için bir pencere hükmünü ta­şır. Batmak üzere olanlar, bir nevi zindan hayatı geçirenler, kurtulup şahın huzuruna çıkıncaya kadar dua ile olurlar.

Akıllı olunuz. Siz duayı terkle iyi etmiş olmuyorsunuz. Dua et­mekle de iyi bir iş tuttuğunuzu sanmayınız. İyi niyet, akla, ilme ve maruf olan şeye muhtaç olmayan hiçbir iş yoktur. Dua etmek ve etmemekte niyetinize bakınız, ancak ilme ve maruf şeylere tâbi ol­mak gerekir.

Siz, Allah'ın katında ve iyi kulların elinde neler vardır, bilemez­siniz; bu yüzden edebinizi iyi etmeniz mümkün olmuyor. Kötüleşiyorsunuz. Ve onlar hakkında kötü zanda bulunmaktasınız.

Dinî reislerinize karşı neticesi kötü olacak şeylere girmeyiniz. Onlarla olan hâllerinizi düzeltmeye gayret ediniz. Onların hiçbir ta­sarrufunu itirazla karşılamayınız. Şeriat onlara hata isnat etmiyorsa siz hata çıkarmaya kalkmayınız. Onlar her an iç ve dış cephe ile Hak Teâlâ'nın kuvveti, kudreti önündedir. O kulların hangisi olursa olsun, daimî bir korku taşır. Bu korkunun dehşeti, ona ne maddî bir sükûnet verebilir, ne de şahsına özel bir selâmet yolu seçebilir.

Ey Allah'ın kulları, bana geliniz; öyle şeyler öğreteyim ki, sizde onlardan hiçbir haber mevcut değildir. Kitabımın hükmüne katılı­nız; öyle şeyleri belleteyim ki, onlardan sizde bir parça bile yoktur.

Her şey için bir kitap vardır. Kitap var, kalpler için... Kitap var, sırlar için... Kitap var, nefisler için... Kitap var, duygular için... Bun­lardan her biri, derece ve makama bağlı olup sayılı kademeleri var­dır. Biri bitmeden öbürüne geçmek kabil olmaz. Senin için henüz bi­rinci makam sahih olmadı; ikinciye nice varırsın? Henüz İslâm olu­şun sahih değil; iman faslına nasıl varırsın? İmanın kuvvet bulma­dı; ikan hâlini nasıl bulursun? İkan hâlin kâmil olmadı; marifet ve velayet hâlini neyle bulursun?

Akıllı ol; henüz hiçbir şey değilsin; hiçbir hükme sahip olma­dan her biriniz halka baş olmak sevdasında; bu nasıl olur? Halka baş olmak için onların elinde bulunan şeylere göz atmamak, nefse, tabiî ve şahsî arzulara uymamak ve onları tümden bırakmak gere­kir. Bilhassa insanın benliğini gösteren, ıslah olmadığı takdirde kötü yola saptıran iradeden masun olması şart. Halka baş olmak emri yücelerden gelir. Yerden bitmez. Velayet hâlini Hak verir, kullar böyle şey yapamaz.

Riyaset sevgisini kalbine yerleştirme. Uymaya bak. Sana uyul­masını dileme, bekleme... Sahip olmaya bak; herkesin sana sahip çık­masını bekleme. Zillete ve nefsini alçak görmeye razı ol. Hakk'ın ka­tında bunun aksi senin için mukadderse o zamanı gelince sana eri­şir. Sana gereken teslim olmak ve bütün işleri O'na bırakmak. Sana, gücü kuvveti terk gerek. O'na itiraz etmek, halkı O'na karşı çıkar­mak, nefsi şirke belemek senin için iyi olmaz.

Senin için en yararlı iş kulluğa devamdır. Kulluk, emri tutmak, yasakları bırakmak, şu âlemin bir icabı olan âfetlere sabırla karşı koymakla olur. Bu işlerin, temeli ise Tevhid olup, onu sebata erdi­ren ise, iyi işlerdir.

Henüz temeli kuvvetle oturtmadın; ne üzerine bina çıkarsın? He­nüz niyetin temiz olmadı; ne konuşursun? Sessizlik devren bitmedi; ne söylersin?

Bu söylenen sözler, peygamberlere vekâleten halka söylenir. Peygamberler, ilâhî hatipler idi; onlar gidince Hak Teâlâ ilmi ile âmil olan bilgin kişileri onların yerine getirdi, makama oturttu, onların maneviyatına vâris kıldı.

Her kim ki, Peygamber makamına oturmak diler, ona, halkın en temizi ve zamanın en üstünü olmak düşer. Ve o zamanda ilâhî hü­kümleri en iyi bilen kişi olması gerekir. İlmi ve ameli ile zamanında temayüz etmesi, birinci derecede şart olur. Bu işi siz kolay sanırsınız, fakat bildiğiniz gibi değildir.

Ey Allah'ı, Peygamberi’ni, sâlihleri ve velîleri bilmeyenler! Ey nefsini, tabiatını, dünyasını ve âhiretini bilmeyenler. Size yazıklar olsun! Susunuz, konuşmayınız; söz hakkı alıncaya, omuzlar üstüne çıkıncaya, ayağa kaldırılıncaya ve yürütülünceye kadar olduğunuz hâlde oturunuz.

Bir kimsenin ki, ilmi, şahsî arzularına galip gelir, o faydalı bir ilimdir. O ilim, niçin faydalı olmasın ki, halk kapısını kapadı. Hak kapısını açtı. İşte, en büyük kapı orasıdır ki, ona da erdi. Bu kapan­ma ve açılma bir kulun benliğinde sıhhat bulursa ondan zahmet gi­der, halk içinde halksız yaşama zevkini anlar. O kalbe süsler gelir, rahmet saçılır. Ve o kulun kalbinde durmadan fetihler (açılmalar) olur. Kabuklar dağılır, öz meydana çıkar. İyi olmayan hevâ yolları, kapanır, kahra uğrar ve mağlup olur. Hak yolu açılır ve hakikatin bulunduğu cadde aydın olur. O cadde, Hak Teâlâ'nın dilediği cadde­dir. Ve o cadde, peygamberlerin ve velî kulların yürüdüğü yoldur. Onlar, hep aynı yoldan gittiler.

O ulvî yolu biraz anlatayım: Orası kedersiz bir safa yoludur. Orası halkın olmadığı bir Hak yoludur. Orada şirk olmayan bir tevhid vardır. Orada teslimiyet olur, niza olmaz. Orada yalnız doğruluk yaşar, yalan bulunmaz. Orada yalnız sebepleri Yaratan'ın hükmü geçer, sebeplerin sözü olmaz.

Ve nihayet o cadde, din şahlarının ve sultanlarının yürüdüğü yoldur ki, onlar marifet âleminin de sultanlarıdır. Dinin sahibi, ma­rifetin ehli onlar olup Hak erleridirler. Onları Hak seçer, kullar ara­sından çıkarır. Onlar Hak dinine yardım ederler ve onda durmadan ilerlerler. Hakk'ı severler. Yazık sana, onların yolunda olduğunu na­sıl iddia edersin? Sen halkı, nefsini ve başkalarını nasıl O'na ortak edersin. Senin imanın yoktur. Yerdekilerden korkarsın ve onlardan bir şeyler beklersin! Bu sıfatı taşıyanlar iman iddiasında buluna­mazlar. Senin için zühd lafı edilemez; dünyalık talebindesin. Senin için tevhid lafı da boş; yolunda ondan başkasını görmektesin. İrfan sahibi bir başka hâl içindedir; dünyada ve âhirette o bir garip kişi­dir. Hak'tan başka hiçbir şeye rağbeti yoktur. Hem dünya hem de âhiret işlerinde yeterlik hissine sahiptir.



* * *



Ey cemaat! Beni iyi dinleyiniz! Kalbinizde töhmet altına alacak bir şey varsa atınız. Beni nasıl itham eder ve gıybetimi yaparsınız? Hâlbuki size çok şefkatli davranmaktayım. Bütün ağırlığınızı alırım; yapmakta olduğunuz işlerin açığını kaparım. Yaptığınız iyi işlerin kabul olması, hatalarınızdan geçilmesi için Hak katında şefaatçi olu­rum. Beni anlayan, ölünceye kadar yanımdan ayrılmaz. O'nun lez­zeti, arzusu, yemesi, içmesi, giymesi olurum. Onun her şeyi olurum. Benimle yetinir, başkasına gitmez.



* * *



Ey evlat! Beni nasıl sevmezsin? Seni senin için isterim; benim için değil. Şu öldürücü ve aldatıcı dünyanın elinden kurtulmanı di­lerim. Daha ne kadar onun ardından gideceksiniz? Yakında size dö­necek ve öldürecek. Hak Teâlâ zatını seveni bir lahza bile dünyaya bırakmaz. O, sevdiği kulları dünyaya emanet etmez ve ona ısmarla­maz. Hattâ zâtından gayrına da bırakmaz. Belki O, sevdiği kullarla beraberdir ve o kullar da O'nunladır. Onların kalbi, ebedî O'nu anar. Ve O'nun önünde hazır olur. Onların kalbi başkasından kaçar, yal­nız O'na ikbal eder. Hak onlarla bile olup muhafaza eder ve onlara ülfet hâlini verir.

Allah'ım, bizi de onlar gibi eyle; onları esirgediğin gibi bizi de esirge! “Dünyada bize iyilik ver. Âhirette iyilik ver. Ve bizi ateşten koru.” (el-Bakara, 2/201)



* * *



Ey münafık! Allah Teâlâ dilerse kulların arasından herhangi birini izhar eder. O dilerse, kullarını zâtına çağırır. Ve o dilerse, bü­tün kulların kalbini bir kulu üzerinde toplar. Yaratılmışları dilediği kulun emrine veren O'dur. Sen bu nifak hâlinle kulları emrine almak dilersin; bu boş temenniden bir fayda gelmez.



* * *



Ey evlat! Şehvetini ayakaltına al. Bütün kalbinle ondan geç. Şehvet kısmından sana bir nasip varsa vakti olunca gelir, üzülme. O gelince istememek bir şeye yaramaz. Allah Teâlâ'nın bilgisi değişmez; kısmetini, senin yerine başkasına vermez. Vakti gelince, sa­na kısmet olan, yeterince rahat ve temiz olarak gelir. Onu, izzet eli ile alırsın, zilletle değil... Bununla beraber, gelen şeyden yeterlik duygusuna sahip olduğun için, Hak katında mükâfata lâyık olursun. Ve iyilik nazarı ile sana bakılır. Çünkü sen, herhangi bir şeyin gelişi için hırsa kapılmadın, ısrar etmedin. Kısmet olan şeyden ne kadar kaçsan sana takılıp peşinden gelir. O gelen şeyi almamak ve bir nevi zâhidlik taslamak makbul olmaz; çünkü kısmettir. Bununla beraber, gelmeden önce istememek, hatta kaçmak doğru olur.

Zühdü ve geleni alıp yemeyi benden belle. Köşene geçip cehale­tinle oturma. Her şeyi gereği gibi bil... Hayrını, şerrini öğren, sonra köşene çekil. İlâhî hükümde derin bilgiye sahip ol, onunla amel et. Sonra her şeyi bırak, ayrıl. Ancak, Allah için bilgi sahipleri vardır ki, bir tek ve bir fert olur; işte onlarla ol. Onlarla sohbet et. Onlara ka­rışman ve onlarla sohbet etmen, bir köşeye çekilip oturmaktan daha iyidir.

Büyük insanlardan birine rastlarsan, hayrı ve şerri ondan öğren, ona yapış, bırakma. Hak Teâlâ'nın ilim sonsuzluğuna ve marifet âle­mine o vasıta ile varabilirsin. Onlardan bir şey dinlediğin zaman iyi anla ve derine in. Şunu bil ki, bilgi o büyüklerin ağzından alınır. Bil­gi, ilâhi hükümle ve bildiği ile âmil olan zâtlardan alınır. Bunlardan alacağını aldıktan sonra ayrıl. Nefsi, şeytanı, şahsî hevâyı, tabii âdeti ve halka gösterişi bir yana at; bunda da başarı kazanırsan, melekler, sâlih kulların ruhları seni sarar. Halkı bırakacaksan, bu hâli bul­duktan sonra bırak. Bu hâli bulmadan ayrılman nifak alâmeti sayı­lır; boş şeyle ömrünü geçirmiş olur, dünya ve âhiretin ateşinde ya­narsın. Dünyada bela ateşi seni yakar; öbür âlemde ise münafık ve kâfirlere hazırlanan ateşte yanarsın.

Allah'ım, bize affı, gufranı, hatalardan bağışı, suçlarımızın gizli kalmasını ve tevbeyi ihsan eyle! Hicabımızı yırtma. Günahlarımız­la bizi sorguya çekme. Yâ Allah! Yâ Kerim! “Kulların tevbesini O kabul eder ve kötülükleri affeder.” (eş-Şûrâ, 42/25) diye buyuran Sen'sin. Tevbeyi nasip eyle. Hatalarımızdan geç!

Yazık sana, bilgi iddiasındasın; fakat cahiller gibi darılır ve on­lar gibi sevinirsin. İman sahibinin ferahı yalnız Allah'la olur; başka­sı iman sahibini sevindiremez. Dünyada ferahlanacak bir şey varsa, sevin. Şayet dünyayı Hakk'ın tâatinde kullanıyorsan ve dünyalık sayesinde Hakk'a hizmet yolunu tutuyorsan sevin. Kulları, yaptık­ları tâatte iyiye yöneltebilirsen sevin. Gece gündüz korkuyu bırak­ma. Tâ sırrına ve kalbine, “Korkmayın, ben sizinleyim; işitiyorum ve görüyorum.” (Tâhâ, 20/46) müjdesi gelinceye kadar korkmayı bırakma. Bu kelâm, Harun ve Musa Peygamber’e Hak tarafından söylenmişti.

Sen o büyüklerden olamazsın; çünkü öğrenirsin, amel etmezsin. Şüphesiz bu hâlde o büyüklere vâris olman kabil değil. Veraset, an­cak bilgi ve amelle olur. İhlâsla gelişir. Haddini bil. Kısmetinde ol­mayan şeylere uzanma. Hakk'ın takdir ettiği şeylere uy. O şüphesiz, seni iyi şeylere ulaştırır ve başarı verir. Sana lütfünü yağdırır, omuzundan ağırlığı alır. Dünyada ve âhirette şefkatini eksik etmez.

İman sahibinin imanı kuvvet bulursa; artık ona, “İkan sahibi” denir. İkanı kuvvetli olursa ona, “Arif” denir. İrfanı sağlam olana, “Âlim” denir. İlmi son haddine varana, “Muhabbet ehli” derler.

Muhabbeti tam olan ise “Mahbûb” olur. Bu da sağlam olursa cana yakın ülfet ehli olur. Hak ona bu kere hikmet ve ilim sırlarına karşı anlayış verir. Zât âlemine geçme bilgisini, emir ve kader gizlilikleri­ni o kula belletir. Bu hâller, kulun kabiliyet ve istidadına göre tecel­li eder. Kalbin kuvvetine ve genişliğine göre bu hâller kula verilir. Bu hâlleri benliğinde bulan o kul, Hak'la kaim olur. Kalbi ile halk âle­minden ayrılır.

İlâhî bilginin ezelî sırrı, bir kula ezelden mukadder olan nasiple gelir. Bu nasip; yemek, içmek, giymek ve evlenmeye dair olabilir.

Hangi kul için gelmiş ise onu bulur. Bir nasibin gereği hangi kulda infaz edilecekse onu bulur. Başkasına gidemez. Nasip sahibi nerede olsa, Hak Teâlâ onu bulur. Bulamadığı takdirde, ilâhî bilginin hük­mü iptal olunur ve kıymeti kalmaz; bu da imkân harici bir şeydir.

Kulun kısmeti gelince, Hak tarafından verildiği için alır, yer. Yersiz varlığı yok olur. Ve yeni baştan dirilir. Manevî bir hayat dahi yaşasa, geçmişte hüküm veren bilginin gereği için diriltilir. İlâhî il­min icabına noksan gelmemesi için bu işler böyle yapılır. O kul irade ve arzularını kaybetmiş bir durumda ise, bir sibyana yedirilen lok­ma gibi yedirilir. Nasıl bir ana, hurma ezmesini yavrusuna yedirirse o kulun kısmeti de kendisine öyle yedirilir. Kısmetler iner, o iradesiz yemeğe devam eder. O kulun hâli, hasta adamın habersiz ilaç içip kuvvet aldığı gibidir. Nasibini yer, içer, kuvvet alır. Bu hâllerde iman sahibini ezelî ilim terbiye eder.

İş bu sıfatlar; iman, irfan, ikan sahibi olan ve Hakk'ın zâtına varan, iyilik ve kötülüğü almaya ve atmaya gücü yetmeyen bir kişi­nin sıfatıdır. O kişiyi rahmet eli çeker. Sağa ve sola o el çevirir... Daha açık tabirle, onu sadece lütuf coşturur ve her yanını ihata eder.

Eyvah! Hak irfanına sahip olmayanın heybetine... Ve O'nun rah­met eteğine yapışmayanların acıklı hâllerine...

Vah! Hak'la muamelesini kesen ve güya sırrı ile O'na bağlan­mak isteyen, O'nun rahmetine, iyiliğine güvenen zavallıya...



* * *



Ey cemaat! Allah Teâlâ doğruların terbiyesini uhdesine almış­tır... İlk devirlerinden son demlerine kadar onları terbiye eder. Her ne zaman onlara bir iyilik etmek dilerse, bir bela ile dener ve yakın­lığı zevkini ihsan eyler; sabırlı hâllerine bakınca zâtına daha çok ya­kın kılar. Bela onları kahretmez. Ve içinde boğmaz. Bela geçer, on­ların kalbi ise meleklerin kanadı üstünde uçar. Kalpleri eziyet diye bir şey duymaz.

Vah! Kalbini eziyete düşürenlere... Vah! Allah'ın dargınlığına çarpılanlara... Vah! İlâhî öfkenin pençesine düşenlere...



* * *



Ey evlat! Allah yolcularının çocuğu ol. Onların önünde hizmet­çi ol. Bu hâle devam edersen efendi olursun. Bir kimse, Allah ve O'­nun iyi kullarıiçin engin gönüllü olursa, Hak Teâlâ onu dünya ve âhirette yükseltir. Bayağı bir topluluğa hizmet eden, günün birinde onlara baş olur. Bu böyle olunca, sâlih kullara hizmet edenin hâli nasıl olur, düşün...

Allah'ım, dilimizden ve elimizden hayırları akıt. Bizleri lütuf ve yardımına erenlerden eyle... Âmin!




***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



55. MECLİS



Bu konuşma Cuma sabahı medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 17 Ramazan 545, Milâdî 1150.



O kimse ki, Allah'ın hükmüne rıza duygusuna sahip olmayı di­ler, ona gerektir ki; ölümü düşünmeye devam ede! Ölümü düşün­mek, bela ve musibet acılarını hafifletir.

Nefsine, malına ve yavruna taraf çıkarak Hak Teâlâ'yı itham etme. Sana gereken; “Bu işi Rabb’im daha iyi bilir” demektir.

Sana düşen budur. Buna devam edersen, razı olmanın tadı sana gelir; uyar olmayı sevmeye başlarsın. Âfetlerin parçası da, aslı da temelden sökülüp gider. Onların karşılığı, nimet ve güzellik olarak sana gelir. Her ne zaman ki, uyar oldun ve bela içinde razı olmanın tadını aldın, her yandan ve her yerden nimetler sana doğru akmaya başlar.

Sana yazık oluyor, ey gafil, başkasını aramak suretiyle O'nu bı­rakma. O'ndan daha ne kadar rızık genişliğini dileneceksin? Olur ki, bu isteğin fitneler çeker. Hâlbuki sen O'nu anlayamazsın. Biz hay­rın hangi yolda olduğunu bilemeyiz. Bu sebeple sus; O'ndan razı ol­mayı dile. O'nun yaptığı işleri itirazsız kabul etmeyi bil. Diğer hâl­lerinde ise şükür yolunu tutmayı arzula. Şükür yolu tutulmadan, bol rızık istemek fitnedir. Sabır olmazsa rızkın darlığı da fitnedir. Şükür, elindekini artırır, seni Rabb’ine yakın kılar. Sabır ise, kalp cağına ve iman bağına kuvvet verir, manevî yolda yardım eder. Sabrın sonu çok hayırlı olur. Dünya ve âhiret iyiliği getirir. Hak Teâlâ'ya itirazda bulunmak, kalbi ve yüzü karartır. Hakk'a itiraz haramdır.

Ey cahil, Hakk'a itirazla meşgul olma, nefsini itiraza alıştırma. Hakk'a duacı olmaya bak. Nefsi duâ ile meşgul et ki, bela acılan gide. Afet ateşleri söne. Aksi hâlde sana yazık olur.

Ve ey iddiacı, senin hâline gelince, Hakk'ın iradesi, ilâhî rah­met hazinelerine vâkıftır. İlâhî rahmet ise o iradeye bağlıdır. O ira­deyi iste; iddiayı bırak. Eğer yolda yürümek istiyorsan, ona girme­den önce: “Hayrette kalanların delili, bana delil ol!” de.

Tecrübe yollu bir belaya uğrarsan ve sabırdan yana acı içinde olursan şöyle yalvar: “Allah'ım, bana yardım et, sabrımı arttır. Bu sıkıntılı hâli ben­den al.”

Ama vuslata erer ve vuslat hâli kalbinde yerleşirse, Hakk'ın ya­kınlık duygusunu bulursun; istemek kalmaz, dil yok olur; ama iş oraya varmakta. Belki de senin için, orada en uygunu sükût olur. Müşahede âlemine geçer, misafir olursun. Misafir herhangi bir iştihaya kapılmaz; iyi edepli olur ve oturur, önüne geleni yer; takdim edileni alır. Ancak “İştahlı ol!” denirse o dem emre uyar; iştah ve arzuya kapılır.

Bu arada kendine has bir arzuya kapılmaz. İnsan, herhangi bir şey­den ayrı olunca ister. Aradığı şeyi bulunca neyi isteyebilir ki? Susar.

Allah yolcuları, Hakk'ın zâtından başkasını bilmezler ve onlar için putlar yakılmıştır. Sebepler, onların kalbinden silinir. Onlar, günlerce, hatta aylarca yemeseler, içmeseler, aldırmazlar ve renkle­ri değişmez. Çünkü onların gıdasını Hak manen verir; hangi gıdayı arzu ediyorsa, o sevgili kullara yedirir. Herhangi bir kul, Allah sev­gisini iddia etse, sonra da başkasından dilense, sevgisinde yalancı olur.

Herhangi bir kimse, sevilmiş ve ermiş olursa ona, yakınlık de­recesi olan bir konuk muamelesi yapılır. Onun varlığı Hak varlığına karışır ve kendisine şöyle denir: “İstek duy; arzu ettiğini söyle. Hürsün, istediğini yaparsın. Se­ven tutulur. Sevilmiş olan hür olur. Seven için mahrumiyet olabilir,
sevilmiş için asla.”

Ona verilir. Kul sevgi içinde oldukça, şaşkınlık, dağınıklık, par­çalanmak, çalışmak daima karşısında durur. Hele çalışmak... Onun vazifesidir.

Gün gelir, nöbet değişir, sevme hali sevilmiş olursa, hakkında yürütülen hüküm de değişir. Naz devri başlar. Refah gelir. Sükûn hâsıl olur. Rızık genişler, kullar hizmetine koşar. Bunların hepsi, sev­gi hâlindeki sebatından ötürü verilir.

Hak Teâlâ'nın kuluna olan sahipliği ve sevgisi, bayağı bir kim­senin diğerine olan sevgisine ve sahip olmasına benzemez. Rabb’imiz Aziz ve Celil'dir. O'na benzeyen yoktur. Gören ve işiten O'dur. O, in­sanlar anlasın diye birçok misaller getirir.

O'ndan anlayış isteyin ve kalplerinizin O'nunla hoş olmasını taleb edin. Çünkü kalp güzelliğini dilediği kimseye bolca ihsan eder. O dilediği kimse için, kalbe dair gıdaları çoğalır.

Allah Teâlâ'nın sevdiği kullar arasında birinci gelenin öyle ge­niş kalbi vardır ki, semâ ve zemin bütünü ile oraya konsa, yine boş­luk kalır.

O kimsenin kalbi, tıpkı Musa Peygamber’in asasına benzer. Mu­sa Peygamber’in asası ilk zamanda bir hikmet eseri idi; sonra kudret eseri oldu. Musa, yükünü taşıyamadığı zaman ona yüklerdi. Yürü­mekten yorulduğu zaman yine o asaya binerdi. Musa'ya, oturma hâ­linde ve uykuda bir eza gelse, o asa def ederdi. Bir meyve dilerse, he­men ondan alır yerdi. Güneşte uyuduğu zaman ona gölgelik ederdi. Allah Teâlâ kudretini ona asada gösterdi. Ve o vasıta ile Musa'ya ünsiyet ve ülfet hâlini bahşetti.

Vakta ki, Hak Teâlâ Musa'yı peygamber etti, ona yakınlık verdi, konuştu ve birçok şeyler teklif etti. Hak Teâlâ ile arasındaki konuşma şöyle oldu:

“Elindeki ne ola, yâ Musa?”

“Asamdır; ona dayanırım, koyunlarıma yaprak dökerim ve onunla daha birçok işlerim var.”

“Onu yere at, yâ Musa!”

Onu yere attı; aniden korkunç bir yılan oluverdi. Ondan kaçma­ya başladı. Bu kez, Hak Teâlâ şöyle buyurdu:

“Onu al, korkma; yine eski hâline çevireceğim.” (Tâhâ, 20/17-21)

Hak Teâlâ'nın böyle yapmasından kastı, kudretini peygamberi­ne göstermek. Firavun'un fâni mülkünü, peygamberinin gözünde küçültmek idi. Firavun ve kavmine karşı nasıl harp edileceğini öğ­retmekti.

Hak onların katli için Musa'yı hazırladı ve harika olan birçok âdetleri ona öğretti. Musa Peygamber’in kalbi, ilk devrede dardı ve gönlü sıkıntılı idi. Ona peygamberlik verdi, bilgi öğretti, kalbini açtı.

Ey cahil, kudreti böyle olan, isyan edilir ve unutulur, öyle mi?

Seni unutmayanı unutma. Bir an bile senden uzak olmayan için gaflete düşme. Ölümü düşün, ölüm meleği, bütün canlıların ruhu­nu almak için Hakk'a vekâlet eder. Gençliğin, malın ve bugün için­de bulunduğun bolluk seni aldatmasın. Yakında bütün bunlar elin­den çıkacak.

Tembelliğini düşün; şu güzel günleri boşa harcadığını hatırla; pişman olacaksın, ama faydası olmayacak. Yakında ölürsün ve söz­lerimi kabirde hatırlarsın. O kabirde benim için dersin: “Yanında olsaydım onun ve sözlerini dinleseydim... Ah!..”

Dünyada ve âhirette benimle olmak dilersen, sözlerimi dinleme­ye ve amel etmeye çabala. Sözlerimin faydasını almak dilersen hak­kımda iyi düşün. Nefsinden başka herkes için iyi zanda bulun. Nef­sin kötülüğünü düşün. Böyle yaparsan fayda bulur, yararlı hâle ge­lirsin. Başkaları da senden faydalanır.

Hakk'ın zâtından gayri şeylerle olduğun süre, dertten ve keder­den salim olamazsın. Şirkten ve ağır yükten kurtulman kabil olmaz. Halkı kalbinden at, Hak'la bir ol. Göreceksin ki, hiç kimsenin ha­tırlamadığı, hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın ismini duyma­dığı şeyler sana verilmiştir.

Mademki bu kötü hâldesin, işlerin hiç tamam olmaz. Ne yazık ki, temel sağlam değil. O temel bir mezbele hâline gelmiş; işlerin onun üzerinde yükselmekte.

Allah'a dön. Bulunduğun uygunsuz hâlin değişmesini O'ndan is­te... İçinde bulunduğun dünyalık talebinin ve âhirete dair şeylerin gitmesini Hak'tan dile...

Yazık, Hak Teâlâ senin için fakri daha iyi buluyor. Hâlbuki sen, zengin olmak için çırpınırsın. Bilmiyorsun, Hakk'ın seçtiği şeyi kötü görmektesin. Bu ne hâldir? Hak Teâlâ'nın seçtiği şeyleri kötü gören­ler, nefis, şeytan, kötü arzu, iyi olmayan arkadaşlardır. Bunları bı­rak. Çünkü bunlar, Allah'ın arzusuna uymaz. Onlara sakın uyma. Onlara ne dönüp bak, ne itirazlarına aldırış et. Onların Hakk'a da­rılmasına bakıp onlar gibi olma. Kalbine ve iç âlemine dön, O ne der­se öyle yap. Kalp ve sır, iyiliği söyler, kötülüğü yasak eder. Bugün içinde bulunduğun fakirlik hâline dayan; ona sabırla dayanman zen­ginliğin tâ kendisidir. Bu hâl masumluk hâlidir. Sen onu takdir edemezsin. Arzu ettiğin şey karşına çıkarsa, belki hatalarla dolar ve he­lak olursun. Hak seni fakir ederse, hatalara karşı âciz olur, bir şey yapamazsın. Haberin olmadan Hak seni esirgemiş olur.

Hakk’ın arzusu üzerine sabra devam edersen, O'nun katında sa­na öyle iyilik olur ki, onu saymaya ve anlamaya gücün yetmez. Hatta Hakk’ın arzusuna uyman sonunda alacağın kazancı, bütün yer ehli toplansa yine hesaplayamaz.

Acelecisin. Acele eden kimse, eline ne gibi şeylerin gireceğini bi­lemez, ne istediğini anlayamaz. Aceleyi şeytan verir. Dikkatli hare­ket, Hak tarafından ilham olunur. Aceleci olursan şeytanın askeri olursun, onun birliğine girersin. Olanlara uyar, bulunduğun hâle se­batla bakar, sabra devam edersen, Rahman'ın askeri olur, Hak top­luluğuna katılırsın.

Takvanın iç yüzü, Hakk'ın fiil tecellisine uyarak emrini yapmak, O'nun “yapma!” dediği şeyleri yapmamak... O'nun bütün işlerine, kaderine ve sair belalarına, afetlerine sabretmektir.

Siz yalnız halksınız, her yanınız nefis olmuş. Tabiatla dolmuş­sunuz. Ne Allah Teâlâ'dan, ne de O'nun irfan sahibi kullarından haberiniz var. İrfan sahiplerine nispetle siz deliler gibisiniz. Onlar akıl sahibidirler. Onların Hak uğrunda cinnete tutuldukları olur. Hak uğrunda cinnete düşenin hâli had safhaya varınca o hâlden kurtu­lur. O bir harekettir. Hareketin sonunda sükûn gelir. Hastalık gider, yerini sıhhat ve hikmet alır.

Sen âhiretten ayrı ve dünya ile dolusun. Hâlin beni üzüyor. He­le sâlih kullarla arandaki fark beni düşündürüyor. Hele onların mec­lisini bırakıp indî görüşünle yetinmen, beni ne hâle getiriyor, bir bil­sen... Bilmiyor musun ki, görüşü ile giden mutlak batar. Hiçbir âlim yoktur ki, bir başka âlime muhtaç olmasın, ilminin artmasını iste­mesin. Hangi ilim sahibi olursa olsun, mutlaka ondan daha âlim var­dır. Hak şöyle buyurur: “Size, ancak ilimden azı verildi.” (el-İsrâ, 17/85)

Sana o büyüklerin topluluğu lâzımdır. Ve onların erdiği Sevad-ı A’zam makamı gerektir, onu ara... Hakikî yola gir. Yolun hakkını ödemek için uyar ol, ayrılığı bırak.

Uyunuz; Hakk’ın emri dışında yeni icatlar çıkarmaya kalkmayı­nız. Yeterlik hâlini böyle bulursunuz. Bu yola, nefisle ve kötü arzu ile gidilmez. İlim ve hikmet bu yolun malzemesidir. Gücü, kuvveti terk etmek bu yolun icabıdır. Bu yolda cehalet göstermek olmaz. Tes­lim olmak, O'nun önünde serilip kalmak, acele etmemek, teenni sahibi olmak, bu yola girenler için elzem olur. Bu hâl öyle bir şeydir ki, acele ile olmaz. Yola giren bir tutanağa ve er kişiye muhtaç olur. Sabır, güçlüğe dayanma ve mücahede, bu yolun gerçeğidir.

Üzerinde taşıdığın ağır yükü vermen ve marifet âlemine geç­mek için irfan sahipleri ile olman gerekir.

Bir zaman, o zâtın dizinde yoluna devam edersin. Rahatsız olur­san sırtına alır, arkasına alır, yola devam ettirir. Sevgi ehli isen ar­kada gidersin. Sevilmiş biri isen önde ve köşkte yürürsün; öbürleri senden sonra gelir. Bu hâli ancak tadan bilir.

Ehliyet sahibi kimselerle oturmak bir nimettir. Ağyar ile otur­mak, beladır ve sıkıntılıdır. Hele nifak ehli arasında oturmak...

Sana her an için vazife olan, Hak yakınlığını düşünmek ve dai­ma onu murakabe etmek... Hakk’ın ve halkın hakkı olanı nefisten is­temek... Nefsin yapması vacip olan şeyi yaptırmak...

Dünya ve âhiretin hayrını bilmek dilersen, bunun yolu, Hak Teâlâ'nın seni iyi bildiğini düşünmek ve nefsi amele koşmaktır, derim. Nefisten, Allah'ın emirlerini yapmasını iste. Yasaklarından kaçması­nı talep et.

Âfetler geldiği zaman, onu sabra alıştır. Kaza ve kaderin hükmü gelince razı olmayı ona öğret. Nimet geldiğinde ise şükrü bellet. Bun­ları yaparsan, Hak yolda önüne çıkan mâniler zail olur, Hak yoldaki sohbetin iyi bir istikamete girer. Yolunda iyi arkadaş bulur, yardım­cıya rastlarsın. Ve öyle bir hazineye kavuşursun ki, hangi yöne dönsen o seni takip eder. Artık o hazineye erdikten sonra aldırma, ne­rede olursan ol. Çünkü sen, yitirdiğini aynı yerde bulursun. İlim, hik­met, kader, ins, cin, melek, sana hizmetçi olur. Allah'tan korktuğun için her şey senden çekinir. Allah'a itaat ettiğin için her şey sana itaat eder.

Allah'tan korkan kimseden her şey korkar. Allah'tan korkma­yan, her şeyden ürker. Allah'a hizmet edene herkes hizmet eder. Allah, hiç bir kulun yaptığını karşılıksız bırakmaz.

Ne edersen onu bulursun. Nasıl olursanız idarecileriniz de öyle olur.

Allah'ım, bize keremle, ihsanla, hatalarımızdan geçmekle mua­mele eyle... Dünya ve âhirette bize lütuf ver. “Dünyada iyilik ihsan eyle, âhirette yine iyilik ver. Ve bizi ateş azabından koru.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!



***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



56. MECLİS



Bu konuşma pazar sabahı Ribât’ta yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 19 Ramazan 545, Milâdî 1150.



Ey evlat! Uğruna ömür tüketmekte olduğun işlere bakıyorum: Hakk'ı murakabe edenlerin işlerine benzetemiyorum. Hiç bir işin on­dan korkanların işine benzemiyor. Şer ve fesat ehli ile birleşmekte, velî ve temiz insanlardan ayrılmaktasın. Kalbin Hak'tan yana boş... Dünya ve dünya ehlinin sevgisi ile ferahyâb olup kalbini onlarla doldurmaktasın.

Dünya sevgisi ile dolup taşmaktan kork, onun ne demek olduğu­nu bilmez misin? Bir kalbin içinde yaşayan korku, oranın muhafızı­dır. Kalbe nur verir. Kalbin içinden çıkamadığı ve tefsiri güç şeyleri açıklar. Korkuyu kalbine yerleştirdiğinde oraya dünya ve âhiretin selâmetini yerleştirmiş olursun.

Öleceğini düşünmüş olsaydın, dünya ile şâd olman azalırdı. Mümkün olduğu kadar ona karşı yeterlik duygusu beslerdin. Bir kimsenin ki, sonu ölümdür, onun için ferahlık nasıl olur?

Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “Her çalışmanın bir sonu vardır. Her dirinin sonu ise, ölüm­dür.”

Hüzünlerin ve sevinçlerin, zenginliğin ve fakirliğin, darlığın ve genişliğin, hastalığın ve ölümün sonları ölümle biter. Bir kimse ki, ölür, işte onun kıyameti kopar; onun hakkında uzak sayılan işler ya­kın olur.

İçine belenmiş olduğun bütün şeyler bir hevesten ibaret... Kal­bin, sırrın ve iç âleminle bugünkü hâlinden soyun. Dünya, bilinen bir zamana kadar devam eder. Âhiret ise sonu malûm olmayan bir vakte kadar uzar gider. Dünyada yaşaman, bilinen bir vakte ka­dardır; öbür âlemdeki ömrün ise sonsuzluğa kadar uzar. Buna göre, bütün hâlinin tâatle geçmesine dikkat et. Bunu yapabilirsen bütün varlığın Allah için olur. Mâsiyet denilen nesnenin asıl mânası nef­sin varlığı olup tâat ise onun yokluğa karışmasıdır. Şehvetle bir şe­yi almak, nefsin varlığını ispat eder. Şehvetin erimesi, nefsin ıslâh olduğuna işaret sayılır.

Şehvet arzularından kendini çek. Onları ancak kadere uymak şartı ile yap. Kendi arzun ve ihtiyarınla yapma.

Hayvanî arzuları yık. Zühd ile alıp yemek, seni gönül zenginli­ğine iletir. Hayvanî arzuları şehvet eli ile alıp yemek, seni nefsin ku­cağına atar. Kendi hâlini bilmeden önce zâhidlik yolunu tutmak la­zımdır. Karanlık zamanlarda alıp yediğine dikkat et. Işık olduğu za­man rağbet ehli olursun; korkmadan alırsın.

İşte şu an karanlıktır; dikkatli ol. Bu hâli atlatınca ışığı bulursun. Kudret âlemi sana karanlıktır; mukadder olan şeye vâkıf isen karanlık kalmaz.

İlk işin karanlıkla başlar. Hak tarafından bir keşif yolu bulur, bu hâlini onun katında tasdik ettirirsen, işlerin açığa çıkar; yolun ay­dınlık olur. Marifet ayının nuru doğunca kader gecesinin karanlığı zail olur. İşte o zaman etrafını görür ve senden uzak kalanları sey­re dalarsın. Önceleri müşkül olan şeyler sana açık ve vazıh olur. Se­nin için kirli ve temiz ne ise kendisini gösterir, anlarsın. Hem senin için hem de başkaları için olanı... Hakk'ın istediği sana açılır; bun­ları kendiliğinden ayırt edersin. Hak kapısı sana anlatılır. Ve o za­man hiçbir gözün görmediğini, kulakların işitmediğini, beşer kalbi­nin hatırlayamadığını apaçık görür olursun.

Kalbin müşahede taamı yer; ünsiyet şarabını içer. Hak katına kabul olma nişanları kalbine takılır. Sonra halkın iyiliği için araları­na girersin. Onları isyan hâlinden alırsın. Yaratanlarından ayrılık duygusunu taşımaktan kurtarırsın. Ve onlar, sayende hisar içinde hisara girerler. Onlar senin sayende kötülükten devamlı ve sonsuz selâmete ererler.

Ey aklı ermeyen ve bu anlatılanlara inanma gücünü benliğinde bulamayan, sen içi boş bir kabuksun. Dayak olan bir ağaç gibisin ve çürümüş sopasın... Ancak ateşe yararsın. Bundan kurtulmak için tevbe etmeli ve anlattığımızı tasdik etmelisin.

Yazık, tevbenin neler getireceğini anlamıyorsun? Tevbe eder, di­nî ahkâmı tasdik edersen, içinde tat bulur, hoş olursun. Hayra ve selâmete erersin. Söylediğimi yapamazsan, için cıncık ve boncukla dolar. Onlar dilini keser ve ciğerini parçalar; perişan olursun. Sözü­mü kabul et; ben, senin yumağını sarmaktayım. Sözlerimi dinle, ba­na düşmanlık etme. Seninle olan düşmanlığımız nereden geliyor? Ben, namazgâhınım; pisliğini ve kirlerini gidermeye çalışırım. Hâl böyle olunca, düşmanlık için ne sebep var? Senin için yollar aç­maktayım; orada yemek, içmek hazırlamaktayım. Bunları senin için yaparım; yaptığım işlere senden mükâfat istemem. İstediğim ve ar­zum başka yerdendir. İhtiyacımı senden başkasından alırım. Bütün uğraşmam Hak talipleri içindir. Onlar için çalışırım. Hakk'ı araman doğru olursa, emrine girerim; hizmetçin olurum. Bir kulun kast ve talebi ki, Hak içindir, bütün eşya onun için çalışır.



* * *



Ey evlat! Sen kendin için öğütçü ol. Benimle ve başkası ile çeki­şip durma; bizi hüccet olarak kabul etme; kendine bak. Benim söy­lediklerim dış cephen için; nefsine vereceğin öğüt ise, iç âlemine te­sir eder.

Ölümü durmadan hatırlayarak nefsine öğüt ver. Bütün ilgilerden, sebeplerden kesil; hâlini düzelt. Kendisini yaratıcı tanıtanların Yaratan'ı ile ol. O büyük Yaratıcı, yüce ve âlimdir. Onun rahmet ete­ğine yapış, başkası ile uğraşma. Başkası ile uğraşırsan yarın utanırsın. İyi ol, felah bul. Sizin biriniz elimde ıslâh olursa, en büyük ferahı o zaman duyarım. Biriniz söylediğim şeyi tutmazsa, ona da üzülürüm.

Bana yaklaşınız; benden uzak olmayınız. İman sahibi bana ya­kın olur. İçi bozuk olan ise benden kaçar.

Ey münafıklar, ben Hak Teâlâ'nın size darılmasında O'na uya­rım. O, beni üzerinize yaman bir ateş etti. Tevbe eder, sözlerimi tu­tar, ayrıca sözlerimin sertliğine de dayanırsanız, ateşim sizin için soğur ve selâm evi olur.

Yazıklar olsun size, utanmaz oldunuz. Dıştan tâat gösterisi ya­parsınız; fakat içinizden hata, isyan bayrağı çekersiniz. Yakında ölüm ve hastalık eli ile tuzağa düşeceksiniz. Sonra Allah'ın ateşten zindanına atılacaksınız.

Ve siz, ey amelde kusur edenler; bu hâlinizden utanmaz mısı­nız? Gece ve gündüz tembellikle ömür tükettiniz ve ona da razı ol­dunuz. Bu kusurla beraber Allah Teâlâ'dan iyilik umarsınız.

İyi işler etmeye yöneliniz. Nefsinizi de, o işlere alıştırınız. Bu yo­la ilk giren bir dehşete ve hayrete düşer; sonra işler aydınlanır ve kederler gider.

Kötü hâlinizden tevbe ile dönünüz. Tevbeniz işin önünden sonu­na kadar olsun.

Ey efendisinin hizmetinden kaçanlar ve peygamberlerin, sâlih kulların, evliyanın görüşünü bir yana atıp kendi görüşü ile yetinen kimseler ve ey Hakk'ı bırakıp halka güvenen kimseler, hâliniz nice olacak? Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şu kelâmını duymadınız mı: “Melundur, melundur o kimse ki, kendi gibi bir mahlûka dayanır.”

Dünyayı kalbinle isteme, ondan herhangi bir şeye de darılma; böyle yaparsan kalbin fesat olur. Şirk kalbi perişan ettiği gibi, dün­ya sevgisi de kalbi batırır.

Yazık sana... Dünya sevgisini ve kibri kalbinde bir ettin. Bunlar öyle şeylerdir ki, tevbe edilmediği takdirde sahipleri mahvolur.

Akıllı ol. Sen kimsin ve nesin? Düşün. Ve neden yaratıldın, niçin yaratıldın? Böbürlenme. Büyüklük satma. Büyüklük satan, Allah'ı bilmeyendir. Peygamber’ini taramayan, iyi kulları bilmeyen büyüklük satar.

Ey akıldan yana nasipsiz! Kibirle büyüklük elde edeceğini umar­sın. Bu düşüncen yanlış! Aksini yaparsan isabet etmiş olursun; çün­kü Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “Bir kimse ki, Allah için tevazu eder. Allah onu yükseltir ve bir kimse ki, kibir yolunu tutar, Allah onu düşürür.”

O kimse ki, âhirete inanır, yüksek olur. Azla yetinene çok gelir. Zillet hâlini sabırla karşılayana izzet gelir. Bulunduğun alt hâle razı ol, işlerin aniden değişir. Bağırıp çağırma. Verilmiyor diye bağırırsan, verilince utanırsın. Bir kimse kader önünde boynunu eğer, elin­de hazır olana razı olursa her şeye gücü yeten Hak Teâlâ, onu her şeyin üstüne çıkarır. Tevazu sahibi olmak ve iyi edep tavrı takın­mak seni arzularına yakın kılar; büyüklük satmak ve üstelik edepsiz olmak, seni arzuladığın şeylerden uzak eder. İtaatli olmak, seni sev­dirir ve sevdiklerine yakın eder. İsyan ise seni perişan eder; arzu ettiğin iyi şeylerden uzak tutar.



* * *



Ey evlat! Dinini yemişle değişme. Dinini dünya sultanlarının verdiği tatlıya verme. Zenginlerin ve dünya adamlarının verdiği şey­le dinini değiştirme. Haram olan şeyleri almak için dinini bırakma. Aldığın şeyi dininle alırsan, kalbin kararır. Niçin kalbin kararmasın ki, halka taptın. Ey her şeyini yitiren adam, kalbinde ufacık nur ol­saydı haramı, şüpheliyi ve mubahı ayırt ederdin. Ve kalbini karar­tanla nurlandıranı anlayabilirdin. Kalbini Hakk'a yakın kılanla on­dan uzak edeni anlardın.

İmanın ilk devrinde, çalışarak kazanmak ve onu yemek gerek... İman kuvvet bulunca da Hakk'ın emri ile olmak icap eder ki, o za­man aradan vasıtalar kalkar. Seninle O'nun arasında vasıta kalmaz artık.

Kalp tam kuvvet bulursa, halkın eli üstünde Hak'tan nasip gelir.

Vasıtaların kalkması şeklindeki sözümün mânası şudur: Kalbin vasıtalara bağlanmaması, Allah'ın emrini temsil eden şeylere bak­mak ve bu uğurda şirke kapılmamak, halktan alman fâni bir şey için övülmeyi beklememek ve onların kötülemesine aldırış etmemek­tir. Bunların hepsi kalbe göredir. Halktan bir şey gelirse onda, Allah Teâlâ'nın fiil tecellisini görmek gerek... Vermezlerse yine öyle...

Kalpleri ile hak yola girenler, Hakk’ın zâtından gayri her şeye karşı kör, sağır ve dilsiz olurlar. O kulların yanında yalnız “O” var­dır. Allah yolcularının vereni, alanı, yardım edeni, etmeyeni, zarar vereni ve faydalı olanı hep “O” dur. Onların yanında kabuksuz iç vardır. Safa üstüne safa onlarda vardır. Güzellik üstüne güzellik onların elinde bulunur. İşte bundandır ki, onların kalbinden, Allah'ın zâtından gayri her şey çıkar. Bu çıkış, yalnız Hak için olur, başkası için değil...

Allah'ım, zâtını bildiren ilmi bize nasip eyle!

Yazık sana, kendini güçlü sanmaktasın. Bu hâl nefsini kabartı­yor. Verilmiş hüküm olmasaydı tepene inerdim. Ey içi bozuk, seni rezil ederdim. Kendi başına kalıp hakkımda kötü düşüncelere dalma. Ben, yalnız Allah'tan ve sâlih kullardan utanırım. Bir defa Hakk'a karşı marifet sahibi olunca, halk kalbinden çıkar. Kuru yaprak dal­dan düştüğü gibi halk iyi kulun kalbinden ayrılır. O kul, tek başına halksız kalır. Onlara gösteriş yapmaktan kör olur. Sağır olur, onla­rın sözlerini işitmez. Bu hâl, kalp ve sır gözü ile olur. Bir nefis ki, itminan derecesine çıkar, bütün duygular ona teslim edilir. Sonra kalple birlikte yola düşer; Hakk'a konuk olur. Sonra dünya gelir, nefse seyis olur ve hizmetinde durur. Bu, Hakk'ın âdeti olup zâtını dileyen kullarına böyle yapar. Dünya, Hakk'ı isteyen kullara bir nasip vereceği zaman, perişan ve derbeder bir hâlde gelir, vereceğini verir, hizmetlerini görür. O kullar ise, dünyanın verdiğini alır ve yüzüne katiyen bakmazlar.



* * *



Ey evlat! Kalbini Hak için eyle. Nefsini ve diğer duygularını evladın için çalıştır. Bu işleri böylece Allah'ın emri ile yapar, Hakk'ın fiil tecellisine uyar, yavrularının geçimini sağlarsın. Hakk'ın kudre­ti önünde sessiz durmak ve O'ndan bir şey talep etmemek, sabırlı ol­mak, razı olmak, duâ ile bir şey isteyip ısrarda bulunmaktan daha evladır.

Bildiklerini O'nun bilgisinde yok et. Tedbirini O'nun tedbirine bı­rak. İradeni O'nun iradesi uğruna kes. O'nun hükmü ve kaderi gel­diği zaman, aklını azlet. Eğer Hakk'ı bir yaratıcı, terbiyeci, yardım­cı ve teslim olmaya lâyık görüyorsan böyle yap. O'nun kudreti önün­de teslim ol; O'na vuslat arzusunda isen böyle et.

İman sahibinin hatırladığı ve uğrunda gayret sarf ettiği şeyler, bir merkezde toplanır. O da Hak... İman sahibinin kalbine Hak'tan gayri bir hatıra düşmez. Bu sebeple o imanlı kimse, Hakk'ın yakın­lık kapısına vâkıftır. İman sahibinin kalbinde marifet yerleşirse, Hak kapısı yüzüne açılır. Dolayısıyla kapıların ötesinde görülen İş­leri seyre dalar. Orada öyle şeyleri seyreder ki, düşünceler o hâlleri kalbe anlatamaz; bu imkânsızdır.

İşaret, sır âlemi için gizli bir kelâmdır; buna ancak erenlerin aklı erer.

Nefsinden, şahsi olan kötü arzularından, iyi olmayan huylardan kurtulan ve halkı kalbiyle terk eden için, sonuç çok iyi ve çok gü­zeldir; nimetler boldur. Bu hâlleri benliğinde derleyen bir insanı, Hak, sağa sola çevirir ki, Ashâb-ı Kehf'i de böyle yapar. Hak, Ashâb-ı Kehf hakkında şöyle buyurdu: “Biz onları bir sağa, bir de sola çeviririz.” (el-Kehf, 18/18)

Ey evlat! Bu sözleri işit! Bu sözlere inan. Onları yalan sanma. Hayır, hangi yönden gelirse gelsin, nefsini ondan mahrum kılma.



***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



57. MECLİS



Bu konuşma Cuma sabahı medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 17 Ramazan 545, Milâdî 1150.



Evlatlar! Zerre miktar dahi olsa, sözlerimi tasdik ediniz. Siz evi­nizde ve mülkünüzde istediğiniz gibi hareket etmekte serbestsiniz. Sizden yalnız doğruluk ve ihlâs istiyorum. Bunun yararı sizedir. Sizi, sizin iyiliğiniz için istiyorum; benim için değil.

İç ve dış konuşmalarınızı bir kayda bağlayınız. Çünkü sizi daima gözeten melekler var. O melekler daima dışınızı murakabe eder. Hak ise içinizi...

Ey daireler ve köşkler yapan, ömrünü dünyayı tamirle geçiren adam! İyi niyete sahip olmadan hiçbir iş görme. Dünya binasını yapmanın temeli, iyi niyettir. Nefsinle, kötü arzunla yaptığın binadan hayır gelmez. Cahil kişi, binasını, kötü arzusu, tabiî isteği, nefsi, iyi olmayan alışkanlığı ile yapar; hikmete, ilâhi hükümlere, kazaya ve ilâhî fiil tecellisine uymaz. Bu yüzden iyi bir arkadaşa sahip ola­maz. Yaptığı evde de rahat edemez. Kendisi yorulur, yapar, başkaları oturur. Sonra, kıyamet olunca onu: “Bunu niçin yaptın, kime iyilik ettin, ettinse neye ettin?” diye iğneden ipliğe hesaba çekerler.

Razı olma yolunu ara. Hâl-i hazır kısmetinle yetin. Senin olma­yanı arama. Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “Allah Teâlâ'nın, kuluna dünyada en büyük cezası; kulun kendine has olmayanı aramasıdır.”

Yanıma geliyorsun; fakat hakkımda iyi düşüncen yok. Bu yüz­den sözlerimle felaha ermen kabil olmuyor.

Yazık sana, Müslüman olduğunu iddia edersin, hâlbuki Hakk'a karşı itirazların var. Ve Allah'ın iyi kullarına karşı duruyorsun; dolayısıyla davanda yalancısın.

İslâm demek, Allah'ın kaza ve kaderine teslim olmak ve O'nun fiil tecellisi önünde sessiz durmaktır. Ayrıca kitabın hüküm hududu­nu aşmamak ve Peygamberin (s.a.v) âdetlerine uymaktır. Peygambe­rimiz’e salât ve selâm olsun. Kitab’a ve Sünnet’e uyman sahih olduğu takdirde İslâm kelimesi sana yakışır.

Uzun emelli olmanın şomluğu odur ki: Seni Allah'a isyana ve O'nun emrine muhalif hareket etmeye iter. Ümitlerini her ne zaman kırarsan hayır gelir; ona yapış. Kurtuluş, felah istiyorsan, emelini kısalt ve hayrı görünce de yapış, bırakma.

Kader hangi şeyi getirirse onu almak, azına çoğuna bakmadan razı olmak iyidir. Ki, şeriatın da buna uygun şekilde bir emir vermiş olması elzemdir. İslâm dininin hoşnut olduğu bir işte, nefse, hayvanî arzulara, hevese ve şeytana yer yoktur. Bu sözle nefsin tamamen yok olacağını kast etmiyorum. Nefis ve diğer hayvanî arzular baki kalır. Ancak kula bu uğurda yardım gelir; nefsini ve diğer iyi olmayan duyguları yener. Çünkü içimizde peygamberlerden sonra masum olan kimse yoktur.

Hak Teâlâ'dan yardım gören kimsenin nefsi, hak isteklere uyar olur. Tabiat ateşi söner. Şeytanı hapse atılır, eline bir şey verilmez. Ve o kulu kandırmak için çevresinde gezemez.

Tevekkülün asıl mânası odur ki, sebeplere vukuf olmaya... Yâni işlerde sebebin sözü geçmeye... Tevhidin de hakikî manası odur ki, iyilik ve kötülükte Hakk'ın kudretinden gayri kimsenin sözü geç­meye...

Sen ki, nefis, boş arzu ve bir sürü yersiz âdetle dolusun; ne tevhidden haberin olur, ne de tevekkülden... Önce acılık, sonra tatlı... Kırılmak... Sonra cebir, sonra ölüm, daha sonra sonsuz hayat... Önce zillet, sonra izzet; önce fakirlik, sonra zenginlik... Tam bir yokluk, sonra icat... Şu hâlde sana bir şey yok. Ancak saydıklarımız bitince olagelen bu hâllere sabırla karşı koyarsan Hak'tan istediğin her di­lek yerine gelir. Aksi hâlde senin için bir şey olmaz.

Hangi şey ki, seni Hak'tan ayrı kılar, o senin için şomdur. İster­se namaz ve oruç nevinden olsun... Ancak farz ve sünnet bundan ha­riç... Farz olan orucu yerine getirdikten sonra, nafile olarak kalbin­de huzur olmadan, aç ve susuz kalarak oruç tutarsan, sana fayda sağlamaz. Hakk'ı daim kendine yakın bilmeden ve O'nunla hoş hâl bulmadan, O'nun sohbetinde kendini toparlamadan her işin boş olur: Perdelere, halka, nefsine ve harama köle olursun.

İrfan sahibi olmaya bak. Marifet âlemine geçen insan, Hakk'ın yakınlık bayrağı altında bulunur; ilmi ve sırrı, O'nun kaza ve kade­rinde deveran eyler. Güçsüz durumda kendi hareketi olmadan işleri çevrilir, hareketi olmadan hareket ettirilir. Kendi isteği olmadan sü­kûna erdirilir. Hulâsa o kul, haklarında: “Biz onları sağa ve sola çeviririz.” (el-Kehf, 18/18)

Buyrulan zümreye dâhil olur. O kullarda bir acizlik olunca, he­men hareket kudreti verilir. Hareket kudretle olur. Güçsüzlük anın­da teslim olmak ve sessiz durmak icap eder; Hakk'ın kudreti o za­man yetişir.

Varlığın varsa hareket edersin; yoksa sükûna gömülür bekler­sin. Beklemen de olmaz. Hükümde hareket vardır; bilgide ise sessiz­lik...

Nefsi, hevâyı, tabiatı, bütün halkı bırakırsan, özün sıhhat bulur.

Senin kârına ve zararına malik olmayan halka bağlanma. Rabb’inden başkası sana nasip veremez. Sonuna kadar O'nun hizmetinde kal. O'na itaat et. Yasaklarını sakın yapma, Hak'tan gayrisi kalmasın; böylelikle halkın en zengini hâline gelirsin. Ve herkesten aziz, Âdem Peygamber gibi olursun. Her şeye emir verilir, sana secde eder­ler. Bu, halkın ötesinde bir iştir. Avam halkın buna aklı ermez; bu iş onların aklının ötesindedir. Avamın aklı ermediği gibi havastan da çoğunun aklı ermez. Bu hâl Âdem'deki varlığın bir zerresi olup onun tüm varlığından bir parçadır.

Ey aklı az, her şeyi derinliğine düşün, anla, sonra al. Allah yol­cuları halka karıştı, öğrendi; sonra onlardan ayrıldı. Yanlış anlama; kalpleri ile ayrıldılar. Halkın ıslâhı için onlar halkla olur, dış yönle­rini halka verirler. İç âlemlerini ise Hakk'a hizmet için harcarlar. Onlar, hikmet icabı halkla yaşar, onlarla olur ve onlarla tevbe ederler; ama kalp âlemleri onlardan tamamen ayrıdır. O zâtların kalbi, halk­tan ve bütün eşyadan soyunmuştur. Zahirdeki meşgaleleri, hikmet­lerin hükmüdür. Her ne zaman giydikleri kirli olsa yıkarlar, temizler ve koku sürerler. Ve her ne zaman bir yerleri yırtık olsa, diker ve iliştirirler. Onlar halk arasında hoştur. Sanki düz ovada yükselen bir dağ... Kalpleri daima Yaratan ile... Kendilerini Hakk’ın kudret eli önüne serer, O'nun ilim deryasında yüzerler.

Allah’ım, gıdamız zikrin olsun. Zenginliğimiz ise yakınlığın. Âmin!



* * *



Sen ölü kalplisin; keza sohbetin, kalbi ölmüşlerle. Sana diriler, necib insanlar ve varlığını bir başka varlığa değiştirenler lazım.

Bir mezara benzersin; gittiğin kimseler de senin gibi... Ölüsün, senin gibi ölüye gidersin. Ayakların kötürüm, aynı şekilde bir kötürüm kişiye gidersin. Körsün, seni yola götüren de kör. Bu hâllerden kurtulmak için iman, ikan sahibi ve sâlih kimselerle ol. Onlardan ge­len acı söze dayan. Sözlerini tut, dediği ile amel et, iflah olursun. Bü­yüklerin sözünü dinle. İşlerini ona göre ayarla. Onlara saygı göster, saygı göstermekte kusurlu olma. Kurtuluş istersen yol budur.

Benim bir büyüğüm var. Hangi iş beni güç duruma soksa ve kal­bime bir şey gelse, onların yolunu bana anlatır, söz etmeme hacet bı­rakmaz. Bu hâl, ona karşı edepli ve saygılı olmamdan ileri geliyor.

Tasavvuf ehli cimri olmaz. Çünkü cimrilik yapması için elinde bir şeyi yoktur. Çünkü o, her şeyi bıraktığı iddiasındadır. Birine bir şey verse Hakk'ın rızası için verir; kendisi için değil. Onun kalbi, varlıklardan ve suretlerden temizlenmiştir. Tasavvuf ehlinin verdiği kendi malı olsa cimrilik eder. Hâlbuki o, bütün varını bir başkasına adamıştır. Kendisine ait olmayan şeyde nice cimrilik eder? Onun dostu da, düşmanı da olmaz; bu yüzden ne övenin sözüne sevinir, ne ­de sövene üzülür. Vermek, almak onun için bir mâna taşımaz; zarar ve kâr onun için önemli değildir. Hepsini Allah'tan bilir. Yaşamakla ferahlık duymadığı gibi ölümle de üzüntü çekmez. Ona göre ölmek Hakk'ı darıltmaktır, hayat ise onu hoşnut etmek manasını taşır. Halk arasına girdiği zaman sıkılır, çekinir, yalnız kaldığı zaman ferahlar ve Hak ülfetine geçer. Onun gıdası Hakk'ın zikri olup içkisi ise ülfet şarabıdır.

Şüphesiz o, dünya malı için cimrilik etmez. Çünkü onun yanında dünya malından çok üstün şeyler var; onlarla zengin olur.

“Rabb’imiz, bize dünyada iyilik ver; âhiret âleminde de ver. Ve bizi ateş azabından koru.” (el-Bakara, 2/201)


***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



58. MECLİS



Bu konuşma Şevval ayının ilk cuma sabahı yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 545, Milâdî 1150.



Daha ne kadar ilme çalışacak ve ameli unutacaksın? İlim def­terini biraz dür; amel defterini açmaya başla. Yaptığın işler ihlâslı olsun; olmazsa, felah bulamazsın. Bilgi toplamanın yeterliğine inan­dın; onu yeter bildin.

Sen Hakk'a kafa tutar oldun; yaptığın işler bunu gösteriyor. Gözlerinden hayâ duygusunu attı. Hak daima seni görmekte iken, uzaktan bakıp göremeyen eyledin; zannın böyle oldu.

Boş arzularını ele aldın. Bir şeye mâni olmak için, kötü arzuları­na kapıldın. Ve o arzunun emriyle hareket eder oldun. Bu hâle göre o boş arzular seni yıkacak; bunda şüphen olmasın. Bütün hâllerinde Allah'tan utan, O'nun hükmüne göre amel et. Zahir hükümlere göre işlerini yürütecek olursan o amel, seni Allah'a yakın kılar.

Allah'ım, bizi gafiller gibi unutma; koru. Âmin!



* * *



Günahlara belenirsen âfetler gelir, üzerine yıkılır. Tevbe eder, istiğfara devam edersen onlar sana gelmez; etrafına düşer.

Elbette insana bela gelir. Ondan kurtulan azdır. Sana düşen, Al­lah'tan sabır dilemektir. Bela ve âfet geldiği zaman, beraberinde sab­rın bulunmasını, uyarlığı da birlikte getirmesini dile. Ancak Hak'la aranda selâmet böyle olur. Böyle olunca da kalbinde karışıklık ol­maz, dış kalıbında olur. İç âleme geçemez, dışta kalır. Zahirdeki fâni mülke zarar olur, dinine bir zarar gelmez. Dolayısıyla gelen tecrübe yollu beliyye, nimet olur, felâket olmaz.

Ey içi bozuk, Allah'a inanman, Peygambere (s.a.v) uyman bir isme dayandı; mana bakımından iflâs ettin. Bu iflâsla yetinmeye kaldın. Bu hâl, içini de, dışını da yalanladı. Şüphesiz dünyada zelil yaşadın, âhiret işlerin de dolayısıyla öyle olur.

Âsi adam, nefsini, perişan eder. Âsi adam, kendini rüsva eder.

Ey bilgin, ilmini dünya yapıları ile kirletme. Azizi zelile değişme, ilim azizdir. Zelil, halkın elinde duran dünyalığa denir. Nasibinde olmayanı, sana vermeye halkın gücü yetmez. Ancak kısmetin onla­rın elinden geçer, gelir. Sabırlı olur, nasibini beklersen, muhterem olduğun hâlde gelir. Yazık, anlayışın kıt! Rızık alan, hiç kimsenin rızkını vermeye güçlü değildir. Bir kimse ki, almaya muhtaç, o kim­seye zerre veremez. Allah'ın' tâati ile uğraş. O'ndan bir şeyler iste­mekten utan, yapma. Bir şeye ki ihtiyaç vardır, o sana öğretilir ve anlatılır. Yararına olan şeyler sana gelir. Hak Teâlâ, bazı kelâmında şöyle buyurur: “O ki, zikrimde olur, benden dilekte bulunamaz. Ona verdiğim dilekte bulunana verdiğimden daha çoktur.”

Kalbin karışmadığı dil zikri, fayda getirmez, o zikirde fayda yok­tur. Asıl zikir, kalbin zikri, sırrın zikridir; dilin zikri ondan sonra başlar.

Hakkı anmanın hakikî zevkini bulduğun zaman: “Beni zikrediniz, sizi zikredeyim; bana şükrediniz, küfre düşmeyiniz.” (el-Bakara, 2/152) mealine gelen âyet-i kerimenin sırrı zuhur eder.

O'nu an ki, seni ansın... O'nu an ki, hataların, günahın kalma­sın... Tâat sahibi olasın, isyanın olmasın... İşte o zaman seni anar. Sen de, halkı bırakır O'nunla olursun. Ve O'nu anmak, seni bir şey istemekten alıkoyar. Bütün maksudun O olur. O zaman cümle arzu­nu bırakırsın. O, senin bütün arzu merkezini teşkil ederse O'nun ilim hazinelerinin anahtarı eline teslim edilir.

Allah'ı seven kimse, başkasını sevemez. Hak sevdirmez; Zâtın­dan gayri şeylerin sevgilerini kalbinden çıkarır.

Bir kulun kalbinde Hak sevgisi yerleşirse, başka sevgiler kendi­liğinden çıkar, gider. Hak Teâlâ sevgisini kulun bütün duygularına içirir. Artık içi ve dışı O'nunla meşgul olur. Hem sureti, hem mânası O'nunla olur. O, kulunu, kendi Zâtı için hazırlar, âdetlerden çıkarır, ümran şehirlerden dışarı atar. İşte asıl sevgi bundan sonra başlar.

Senin aklın yok mudur ki, O'na konuk olmaya hazır olmadın sen; hiç bunu düşünmedin mi?

Bir gün sıran gelecek. Ölüm meleği gelip hayatını yerinden oynatır. Ehlinden ve sevdiklerinden ayrılırsın. Çalış, ruhun alındığı za­man Allah'a kavuşmayı sevmez olmayasın.

Âhirette sana lâzım olan şeyleri ara. Ölümü bekle. Bunu yapa­cak olursan, Hak katında dünyada gördüğün şeylerin en iyisini gö­rürsün.

“Rabb’imiz, bize dünyada iyilik ihsan eyle. Âhirette de iyilik ver. Ve bizi ateş azabından koru.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!




***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



59. MECLİS



Bu konuşma Cuma günü yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 9 Recep 546, Milâdî 1151.



Kulların elinde bulunana göz diken kimsenin sözü yağcılıktan hali kalmaz; dereceli konuşur, nabza göre şerbet verir. Onun için ha­kikî sebepleri görmek mümkün değildir. Onun konuşması özünden ayrılan kabuğa benzer. Yalnız dış görünüşü olur, içi de boş.

Ta-me-aطمع -Arap harflerine göre- kelimesindeki harflerin içi boş­tur. İşte, tamahkârın işi de öyledir; boştur. Tı boştur. Mim boştur. Ayn boştur.



* * *



Ey Allah'ın kulları, sözlerimi tasdik ediniz; yapınız bunu; felah bulursunuz. Denir ki: “Doğrunun himmeti yücedir. Hiçbir sözcünün sözü, ona zarar vermez.”

Allah Teâlâ, işlerinde daima galiptir. Seni bir iş için kullana­caksa ona hazırlar. Karşısında duran kişiden hatalı, edep dışı bir söz çıkarsa onun cevabı doğruluk olmalı. Beni bulunduğunuz hâl konuşturuyor. Yalan hâliniz beni susturuyor. Ne kadar alırsanız o ka­dar satarım.



* * *



Ey evlat! Bilgi ağacın meyve vermiş olsaydı, sultanların kapısı­na koşmazdın; nefsin için bir sığınak ve onun kötü arzularını tatmin yolunu aramazdın. Zaman adamlarının kapılarını aşındırmazdın. İlim sahibi için halkın kapısına koşacak iki ayak yoktur. Zâhid geçinen kimsenin ise, halktan dünyalık alacak iki eli yoktur. Allah'ı sevenin halka bakacak gözleri olmaz. Allah sevgisinde doğru olan kimsenin, bütün halk karşısına çıksa bakışları tat vermez; o, sevdiğinden gay­ri kimseye bakmaz. O zâtın baş gözünde dünya büyümez. Âhiret ise, onun kalp gözüne büyük gelmez. Sır gözünde ise, Mevlâ'dan gayri büyük olamaz.

Akıllı kimseler olunuz, siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz. Çoğunuz zehirleyici kimselerin ve mâna âlemini öldüren kişilerin peşine dü­şer. Söz edenlerinizin çoğu ise dilden atar; kalbinden bir şey diyemez.

İçi bozuk adamın sesi dilden gelir; iman sahibinin sözü ise kalpten... İman sahibinin kalbi, Yaratan'ın kapısında durur, sırrı ise on­dan içeride... Kapıdan içeri girinceye kadar Hak kapısından ayrılmaz.



* * *



Allah'a kasem ederim ki sen yalancısın; bütün işlerin yalan. Al­lah'a giden yolu bilmiyorsun; anlamıyorsun. Hangi hakla önder ol­mak istersin; gözlerin görmüyor, başkalarını nice götürmek istersin. Boş arzun, tabiî olan kötü arzuların ve nefsine uyman seni kör etti.

Dünya sevgisi, riyaset sevgisi ve şehvet arzuları başını döndürdü; iyi olan hiçbir şeyi göremez oldun.

Mademki isyan kalbine geçmedi, bana gel, çare bulayım. Kalbini sararsa, hataları bırakamazsın, devam edersin, ısrar edersin. Hatalar üzerinde ısrar etmek hakikati inkâr ettirir, küfre düşersin.

Hakkın kelâmını dinlemek için, O'nun kulluğunda yerli olmalı. Musa Peygamber’in, Hak kelâmını işitmek için götürdüğü yetmiş ki­şinin hikâyesi malûmdur. Kavmi, Musa Peygamber’in Hak'la konuştu­ğuna inanmadı. Yerinde tahkik etmek üzere yetmiş kişi seçtiler. Hakk'ın kelâmını işitince bayılıp düştüler. Musa Peygamber tek ba­şına kaldı. Hak Teâlâ onları ayılttığı zaman: “Biz, Allah'ın kelâmını dinlemeye güçlü değiliz, yâ Musa! Sen aramızda vasıta ol!” dediler.

Musa Peygamber konuştu. Arada vasıta oldu. Hem onların sözle­rini dinledi, hem de Hakk'ın emrini onlara söyledi. Musa (a.s) kuv­vetli imana, tam kulluğa ve Hakk'a karşı tâat sahibi olması hasebiyle o sözü dinlemeye kuvvet sahibi oldu. Hâlbuki onlar, imanlarının za­fiyeti yüzünden o yüce kelâmı işitmediler. Tevrat vasıtasıyla geleni kabul edip emir ve yasaklarda itaat etmiş olsalardı, hatalı sözlerine cesaret edemez ve Allah'ın kelâmını işitebilirlerdi.

Ben, bütün yalancı, içi bozuk ve deccâl kılıklı kimselerin üzerine musallat olurum. Ben, bütün isyankârlara sataşırım. Onların en ön­de gideni şeytan, en sonraya kalanı ise fâsık kimsedir. Katî olarak bilinmelidir ki, bütün dalâlette kalan ve kaldığı yere ünleyen kimse­lere harp açarım.

Bu işte kuvvet ve kudretim yok, ancak Âlî ve Azîm olan Allah'ın kuvveti ve kudreti ile yaparım. Ben iyi işin yardımcısıyım.

Nifak kalbine yer etti. İslâm’a, tevbeye ve riyayı kesmeye muh­taçsın.

İçinde bulunduğum hâli deneyiniz; nereden geldiğini anlayınız. Bakınız, Allah'tan geliyorsa, durumum büyür ve yükselir, ayağa kal­kar, iki ayaküstünde durur, kanatlanıp halkın üstünde uçar. Halkın bulunduğu evlere girer, onlar da gözleri ile görürler. Kalpleri ile an­larlar. Şayet bulunduğum hâl nefsimden geliyorsa üzülmeyin, ya­kında dağılır, atılır, küçülür ve uzaklaşır, parçalanır, kesilir, erir. Çün­kü Hak Teâlâ yalancıya bulunduğu hâl için kuvvet vermez. Münafıklara yardım etmez. Kötü yolda koşana bir şey vermez. Şükrü bıraka­na artık ihsan etmez.

Her kim ki, nefsini nifak hâli ile konuşturur; ondan hayır gel­mez. Onun nifak hâli ateş olur, dinini yakar.

Ey müridler! Sizlerle konuşurum; lâkin siz benden kaçarsınız ve dediklerimi yapmazsınız.

Bu ülkenin dışında ismim lâldir. Ben delilik alâmeti gösteririm, lâllik yaparım... Bilmez gibi gözükmek isterim; ama onlar benim için iyi olmaz. Beni kader size gönderdi. Bir ambar dibinde yatmakta idim; beni oradan çıkardı kürsüye oturttu.

Yalancı olma. Sana iki kalp verilmedi. Sinen bir kalp taşır. O bir şeyle dolunca ikincisi sığmaz. Allah, şöyle buyurur: “Allah bir kişinin sine boşluğuna iki kalp yerleştirmedi.” (el-Ahzâb, 33/4)

Bir kalp ki hem Hakk'ı, hem de halkı sever; o sıhhat bulamaz. Bir kalp ki, içinde hem dünya sevgisini, hem de âhiret sevgisini tut­mak ister, o da sağlık bulamaz. Kalp, Hak sevgisi ile dolar, dış yüzünü halka yöneltirse, o olur. Halkın iyiliğini düşünerek merhamet için kalbin onlara yönelmesi, ülfet etmesi olabilir, caizdir.

İnsan, bilgi kıtlığında yolunu sapıtır. Allah'ı bilmeyen ve O'na cahil olan, nifak yoluna sapar, gösteriş yapar. İlim sahibi bunları yap­maz. Ahmak olan Allah'a isyan eder; aklı başında olan Hakk'a tâat kılar.

Dünyayı toplamak için hırsa kapılan, gösteriş yapar. İçinde ola­nın gayrini gösterir. Hırsa kapılmayan, dünyalık emellerini kısan, onun yaptığını yapmaz; gösterişe kapılmaz. İçinde ne varsa onu gös­terir.

İman sahibi, farzları eda ederek Hakk'a yaklaşır ve nafile yolu­na girerek kendini sevdirir. Allah'ın öyle kulları vardır ki, önce farz ibadeti yaparlar, sonra, “Bu da bize farzdır. Çünkü o nafile ibadetleri yapmaya gücü­müz var... Sonuna kadar ibadetle uğraşmamız gerek, çünkü zamanı­mız bize onların yapılması gereğini bildirdi.” derler.

Nafile diye bir şey bilmezler, hepsini yapmanın farz olduğunu bilip söylerler.

Allah'ın sevgili kullarını uyandırıcı vardır; hata anında uyandı­rır. Muallimleri vardır; bilmediklerini onlardan öğrenirler. İlim va­sıtalarını Hak Teâlâ onlara öğretir. Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöy­le buyurur: “İman sahibi bir dağ başında dahi olsa, Allah onun bilmedik­lerini öğretmek için, bir bilgin gönderir.”



* * *



Sâlih kişilerin sözlerini ezber edip kendi sözün gibi halka yuttur­ma. O söz ancak bir emanettir. Emanete hıyanet etme. Emanet mal saklı tutulmaz. Elinde malın varsa harca, emanet şeyi kendine mal etme.

Pamuk tarlanı elinle ek, elinle sula. Çalış, büyüt. Sonra bak, İplik yap, libas edip giy. Başkasının malı ile sevinme, gayrının libasını giyip böbürlenme. Sana ait olmayan bir sözün kendine ait olduğunu iddia edersen o büyük insanların gönlü kırılır, sana darılır­lar.

Yaptığın bir iş yoksa sözün de yok sayılır. Her şey yapılan işle ölçülür. Allah, şöyle buyurur: “Yaptığınız işlere göre cennete giriniz.” (en-Nahl, 16/32)

Hakk'a karşı marifet sahibi olmaya gayret ediniz. Marifet, Hak'­la gizlilik âlemine geçmek sayılır. Ayrıca O'nun kader, kudret ve ilim âlemine ermek demektir. Daha açık tâbirle, onun fiil tecellisi ve hükmü altında yokluğa geçmek sayılır.

Sözlerine dikkat et. Kalbinde olan diline gelir. Dil, kalbin tercü­manıdır; Kalp ki, karışıktır, sarf edilen söz, bazen iyi olur, bazen de kötü. Hiç bir şeyi değiştirmeye gücün yetmez. Ama işler elinde ol­madan değişir. Kalbin sağ olmasına çabala. Kalbin karışık durumu geçerse, dil sağlam konuşur.

Kalp, şirk gidince iyileşir. Şirke düşünce de halka uyar. Şekli de­ğişir. Güzelliği gider. Dürüst yol alamaz; ayağı tökezler. Konuşulan sözleri alır, kendininmiş gibi satar; yalan söylet. Kalpten konuşan­ların sözünü yalandan alır, kendininmiş gibi nefsini aldatır; sözünü yalan ederek konuşturur.

Büyüklerin bir kısmı, kalpten konuşur. Bir kısmı da iç âlemine dalarak konuşur. Bazı şaşkınlar ise, nefsine, şeytanına ve şahsî arzu­larına uyarak konuşur.

Allah'ım, bizi sana inananlardan eyle; münafık kılma.



* * *



Bir kişiyi sevmek, öbürüne de kızmakla karşılaşırsan, nefsine gö­re sevme ve onun arzusu ile kızma. Bunları yaparken tabiî arzunla yapma. Her iki hâli de kitaba -Kur'ân'a- ve Sünnet’e arz et. Sevgi işine uyarlarsa sev; uymazlarsa dön. Yine kızmak için uyarlık gösterirlerse, uy; aksi hâlde hemen dön. Şayet Kitap ve Sünnet’te bir hüküm bulamazsan, doğru zâtların kalbine yönel, onlara sor, hâlini öğren. Onların kalbine müracaat et; o kalpler doğrudur. Kalp iyi olursa, Allah'a en yakın olan olur. Kalp, Kitap ve Sünnet’le amel ederse Hakk'a yakın olur. Yakın olunca, iyiliğine ve kötülüğüne olan şeyleri öğrenir. Hak için ve Onun zâtından gayri şeyler için olanı öğrenir. Hakk'ı bâtılı beller.

İmanlı olmanın ilk derecesinde bulunan kimsenin dahi bir nuru olunca, imanda derece alan ve sıddîk mertebesini bulan kimse için nasıl nur olmaz ve o nurla iyiyi kötüyü nasıl seçemez? Peygamber (s.a.v) Efendimiz, iman sahibi için şöyle buyurur: “İman sahibinin ferasetinden (bir şeyin özünü kavramasın­dan) sakınınız; çünkü o, Allah'ın nuruyla bakar.”

Bu nur, Hak yakınlığını bulan irfan sahibinde bulunur. O nurla, Hakk'a yakınlık mertebesine bakar, görür. Ve kalbi cihetiyle Hakk'a nice yakınlığı olduğunu anlar. O irfan sahibi, meleklerin, nebilerin ruhlarını görür. Doğru kimselerin kalbi ona ayan olur. Onların ruhî durumlarını sezer. Ve onların hâllerini, makamlarını bilir. Bunların hepsi, kalbin safiyeti ve Hak tarafından verilen, süveyda -siyahçık- tâbir edilen bir noktadan ibaret kanla olur. O irfan sahibi Yaratan'ı ile sonsuz bir ferah içindedir. O irfan sahibi, bir vasıta olur, Hak'tan alır, halka dağıtır.

İman ve irfan sahiplerinden bir kısım vardır, kalpleri hikmet deryasıdır; dilleri onu halka aktarır. Onlardan bir zümre vardır, kalp­leri ilim hazinesidir, dilleri peltek olur, halka laf edemez.

Münafığın bütün bilgisi dilindedir; kalbi peltek olur, bir şey di­yemez. İşte bu yüzdendir ki, Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle bu­yurur: “Ümmetim için en korktuğum şey, dili bilgin, içi bozuk (mü­nafık) olmaktır.”

Hiçbir şey seni aldatmasın. Allah, dilediği işi yapar. O'nun yapa­cağı işe bak ve hâline ağla. Bazı sâlih kimselerden naklolunduğuna göre; bir sâlih kişi arkadaşını ziyarete gitmiş ve şöyle demiş: “Kardeş, yaklaş da hâlimize ağlayalım. Hak bizim için neler düşünüyor ve neler biliyoruz?”

Bu, irfan sahibi bir zât tarafından anlatılmıştır.

İrfan sahibi bir zâtın hâlini anlatırken bir arif de, şöyle der: Biri vardı. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şu hadîs-i şerifini okur, ağlardı: “Sizden biriniz cennet ehlinin yaptığı işi yapar. Cennetle ara­sında yarım kol kalır, şekavet hâli yetişir; onu cehennem ehli eder. Ve sizden biriniz, cehennem ehli işini yapar, saadet hâli yetişir, bu­lunduğu hâlden onu kurtarır, cennet ehli eyler.”

Bazı sâlih kullara şöyle bir soru vaki oldu:

“Rabb’ini görebiliyor musun?” Buna karşılık o da şu cevabı verdi:

“Görmesem yerimde duramam.” Sonra biri:

“Onu nasıl görüyorsun?” diye sordu. Cevap olarak şunu dedi:

“Kul halkı kalbinden atar, Hakk’ın zâtından gayri şey kalmaz­sa dilediği gibi O'na yakın olur. Başkaları zahir gözü ile nasıl görüyorsa, o da bâtın gözün ile öy­lesine görür. Peygamber (s.a.v) Efendimiz Mi'rac gecesi onu nasıl gördüyse o da öyle görür. Bir kul uykuda kendini nasıl görüp konuşu­yorsa o kul da Yaratan'ını öyle görebilir. O kulun kalbi ayık olarak. Kelâm sıfatı tecellisine erer ve konuşur. O kul varlık gözünü kapatın­ca aynen O'nu görür. Bu görüş şüpheden beridir, zahirde nasıl görülürse kalp âlemi ile de aynı görülür”

“Kul O'nu görür” sözüne bir başka mâna da verilebilir. Şöyle ki: “O'nun yakınlığına erer; sıfat tecellisine mazhar olur; kera­metini, fazlını, ihsanını, lütfunu görür. O'nun iyiliğini ve varlıkta çok
olduğunu görür.” mânaları da verilebilir.

Bir kul, marifet âleminde hakikati bulunca, Hakk'a itham yollu görür veya göremez babından laflar sarf edemez. Bana ver, şuna ver­me, gibi laflar söyleyemez. O kul, varlığından fâni ve Hakk'ın zâtında müstağrak olur. Bu sebeple, anlatılan makama eren biri şöyle demiş: “İstek benim neme? Ben, O'nun kölesiyim. Bir köle için efen­disine arzusu ne olabilir ki?”

Biri, köle aldı. O köle din ehli ve sâlih bir kişi idi. Eve götürünce efendi ile kölesi arasında şu konuşma geçti:

“Hangi yemekleri istersin?”

“Hangisini yedirmek istersen!”

“Hangi elbiseleri giymek dilersin?”

“Hangisini giydirmeyi arzu edersen!”

“Evimin neresinde kalmayı arzularsın?”

“Nerede oturmamı uygun bulursan!”

“Ne gibi işleri görmeyi arzu edersin?”

“Neyi yapmamı dilersen?” Efendi ağlamaya başlayarak:

“Ben de efendime, Rabb’ime karşı senin gibi olsaydım, saadeti bulurdum.” dedi.

Bunun üzerine köle dedi ki:

“Efendim, bir kula, sahibinin emri dışında bir istek ve talepte bulunmak yakışır mı?”

Efendi düşündü ve:

“Seni Allah için azat ediyorum.” deyip onu azat etti.

Her kimin ki, kalbi irfan duygusuyla dolar, onun için irade, istek ve dilek kalmaz. Ve o şöyle der: “İstek sahibi olmak neme gerek?”



* * *



Hakk'ın yaptığı işlerde kadere sığınma. Kader içinde cereyan eden işlere de elini, dilini karıştırma.

Tek başına oturup, Kur'ân ve hadîsle meşgul olan azdır. Halkı bırakıp Hak'la ünsiyet eden Allah'ın kulları, sayı ile gösterilecek ka­dar azdır.

Şüphesiz o kulların halka yönelen bir tarafı da vardır, ama onlar, daha ziyade Hakk'a yakındır. Onlar paktır. Halka dönmelerinin bir sebebi de, gerek kendilerine, gerekse başkalarına Allah için iyiliği anlatmaktır. Onlar büyük zâtlardır. Yaptığınız her işi bilirler. Onlar­dan saklı hiçbir şey yapmanız kabil değildir. Onlar bazen hatırınız­dan geçeni söylerler. Evinizde, onlardan saklı cereyan eden hâdiseleri anlatırlar.

Akıllı ol; sonra sana yazık olur. Cahil hâlinle Allah yolcularına zahmet verme. Şahsına göre ahkâm çıkarır, sonra halka karşı konu­şursun. Bu o kadar kolay iş değil. Zahir ve bâtın hükümlerini özüne kaplamış olman lâzım. Sonra her şeye karşı bir gına duyacaksın. Da­ha sonra halka hitap etme yetkisi için iki zaruretten biri olmalı.

O iki zaruretin biri: Bulunduğun ülkede halka öğüt vermeye senden daha layık kimsenin bulunmayışı.

Diğer zaruret ise, kalp yönünden emir almış olmak... Bu zaruret­lerin mevcut olduğu zaman makamın yükselir, halkı Hâlık'a götü­rürsün.

Helak içindesin, saf ve temiz olduğunu söylersin. Halbuki kir içindesin.

Saf odur ki, içini temiz tuta. Dışı da Allah'ın Kitabı’na ve Pey­gamber’in sünnetine uya. Bu yolda olan kimsenin safiyeti arttıkça, vücut denizinden çıkar. İdaresini O'nun ihtiyarına bırakır. Yersiz di­leği ve isteği bırakmak, iç temizliğinden gelir.

Kulun kalbi temiz olursa, Peygamber’i (s.a.v) rüyasında görür; Peygamber ona yasakları söyler ve yapılacak işleri de emreder. O kul öyle bir hâl alır ki, her yanı kalp olur. Bünyesinden tüm olarak ayrılır; kalp âlemine geçer. Dışı bırakır, iç âleminden işlerini yürü­tür. Saf ve temiz olur, kötülüğü kalmaz. Zahirdeki kabuk ortadan kalkar, iç ve öz olur. Mâna yönünde Peygamber (s.a.v) ile olur. Kalbi onun önünde durur ve ondan terbiye alır. Eli Peygamber’in elinde olur. Peygamber, ondan hitap eder. O kul Peygamber’in önünde durur. Onun nuruna perdedar olur.

Kulun kalbinde olagelen hâdiseleri söküp atmak, koca dağları yerinden oynatmak kadar zordur. Bu birçok mücahedeye dayanır. Birçok darlıklara sabretmek, inen âfetlere metanetle karşı koymak icap eder.

Elinize geçmesi kabil olmayanı arama yolunu tutmayınız. Bu söylenen şeylerle amel ederseniz, size ne mutlu, işleriniz düzelir. Be­yaz üzerindeki siyah noktalar gibi işleriniz açık görülür, Müslüman olursunuz. Bu söylenenleri yaparsanız, kıyamet günü kâfirler arasın­da değil, Müslümanlar arasında haşrolursunuz. Bu hâl ne kadar iyi­dir.

Cennetin içinde, hatta kapısında olmak ne iyidir. Felâket içine düşme tehlikelerini atlatmış olmanız ne iyi...

Tevazu sahibi olunuz. Gönlünüz engin olsun. Tevazu yükseltir. Böbürlenmek düşürür. Peygamber Efendimiz bu manada şöyle bu­yurdu: “Bir kimse Allah için tevazu sahibi olursa, Allah onu yüksel­tir.”

Kalp, Hakk'ı anmaya devam ederse ona marifet, ilim, tevhid hâli, tevekkül duygusu ve Hakk'ın zâtından uzak olmama hâli verilir.

Daimî zikir, dünya ve âhiretin iyiliğini getirir. Zikrin devamı için kalbin sahih olması gerek. Kalp sıhhatli olunca Hakk'ı daima anar. Ve kalbin sahibi için her yanı ve cümle âzası zikre devam eder. Göz­leri uyur, fakat kalbi, Hakk'ı zikre devam eder. Bu hâl, Peygamber­’den miras alan kula gelir. Bu hâli Peygamberimiz sadık ümmetine bıraktı.

Bazı büyükler, geceleri zorla uyku uyumak isterlerdi. Sebebi so­rulunca derlerdi ki: “Kalbim Rabb’imle olacak.” Bazı büyükler de şöyle der: “İyi uykudan alınan feyiz ve ilham, Hak tarafından bir nevi peygamberlere gelen vahye benzer.”

Bu mevzuda bir hadîs-i şerif de vardır. Kulun göz kuvveti, uyku âleminde daha iyi olur, çünkü kalp ile birleşir.



***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



60. MECLİS



Bu konuşma, salı günü öğlende yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicrî 3 Recep 546, Milâdi 1151.



Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur:

“İnsanın, İslâmiyet’ine dair iyilik alâmeti şudur ki: Dünya ve âhirette iyiliğini görmeyeceği işleri terk ede.”

Her kim ki, İslâmiyet’i cihetiyle güzelleşir, özüne yararı olan şey­lerle meşgul olur. Hiçbir faydası olmayan işleri bırakır. Lüzumsuz işlerle uğraşmak, battal ve heves düşkünlerinin işidir.

Mahrum odur ki, Hakk'ın emrine göre hareket etmeye ve hu hâ­linden de rıza isteye. Ayrıca, Hakk'ın yasakladığı şeyle de amel ede. Bu amel mahrum olmanın tâ kendisidir; ölüm buna derler; ilâhî dergâhtan tart budur.

Dünya ile uğraşıyorsan, iyi niyet sahibi olmalısın; iyi niyet bes­lemeden dünyaya sarılmak, felâketin tâ kendisidir. Bölük pörçük iş­lerle uğraşmak, işin kabulünü sağlamaz. Kalbin kirli olduğu hâlde dışının temiz olması fayda veremez. Dış yönünü Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in sünneti ile beze; kalbini de Kur'ân'a göre ayarla. Kalbi­ni kötü şeylerden esirge; tâ ki, duyguların esirgene.

Akıllı ol. Yaptığın iş, ölüme inanan ve onun geleceğini bilen kim­senin yapacağı şeyler değil. Hakk'a kavuşmayı bekleyen ve O'nunla muhasebeye oturmaya inanan, işlerin karşılıklı görüşüleceğini bekle­yen ve O'ndan korkan kimsenin işi değildir.

Sağlık sahibi bir kalp, tevhid, tevekkül ve yakin doludur. Onda başarı, ilim ve iman vardır. O sahih kalbe Hak yakınlığı verilir. Bu vergi ile halkın âciz, zayıf durumunu görür ve bilir. Ayrıca onları, ellerinde maddî şey bulunmayan fakir kişi görür. Bununla beraber en küçük yavruya bile kibirli ve gururlu olmaz. Ama Allah'a isyan eden kâfir ve münafıkla karşılaşırsa, aslan gibi pençeleşir. Bu işte yalnız Allah için gayret eder. Bu şahıslar, iman sahibinin gözünde birer et parçası hükmünü taşır. İman sahibi, sâlih müttakî kimseler önünde tevazu gösterir ve engin gönüllü olur. Verâ sahiplerine de tevazu gös­terir. Bu Hak yolcularını Hak Teâlâ anlatırken şöyle buyurur: “Onlar, aralarında merhamet ve şefkatle dolu olup küffar kar­şısında şiddetli ve kuvvetli olurlar.” (el-Feth, 48/29)



* * *



Ey bidat yoluna sapan, Allah'tan başka hiç kimse: “Ben Allah’ım” demeye güç yetiremez. Bu kelâm Rabb’imiz olan Allah Teâlâ'ya hastır. O, dilsizler gibi, kulların kelâmı gibi laf etmez; açıktan konuşur: “Muhakkak ben Allah’ım.” (Tâhâ, 20/14)

Derken, Musa Peygamber’e tekitli konuştu. Hak Teâlâ, Musa Peygamber’le olan konuşmasını şöyle anlattı: “Allah, Musa ile tam bir konuşma yaptı.” (en-Nisâ, 4/164)

Hak Teâlâ'nın işitilen ve anlaşılan kelâmı vardır. Allah Teâlâ Musa Peygamber’e şöyle hitapta bulundu: “Yâ Musa, muhakkak ben âlemlerin Rabbi Allah’ım.” (Tâhâ, 20/14) Bunun manası şöyledir: “Ben ne melek, ne cin, ne de insim; âlemlerin Rabb’iyim!” Bu kelâmla Firavun'un: “Ben sizin yüce Rabb’inizim” sözünü yalanlamış oldu. Ve onu, ulûhiyyet iddiasında boşa dü­şürdü: “Benden gayrisi ulûhiyyet iddiasında bulunamaz, çünkü Allah benim.” Her kim bu davaya kapılırsa yalancı olur; bu yalan davaya ne Firavun, ne de halktan biri yetkili olabilir.

O yüce kelâmın Musa Peygamber’e tecellisi aşağıda bir nebze an­latılacaktır.



* * *



Musa (a.s) Peygamber, karanlık gecenin ve doğum sancısı çe­ken hanımının üzüntüleri içinde idi. Bu sıkıntılar içinde Musa Pey­gamber’in iman kuvveti kendini belli etti. Hak Teâlâ ona bir nur gös­terdi, iman kuvveti icabı gördüğü nurun harika cezbesine kapıldı. Yanındakilere dedi ki: “Oturunuz, bir ateş seziyorum, ben bir nur gördüm. Onu kal­bim, sırrım, mana âlemim, özüm gördü. Hakkımda verilen ezelî hü­küm geldi. Hidayet yolum açıldı. Halktan bana bir gına geldi. Vela­yet ve hilafet geldi. Esası buldum, teferruat gitti. Esas mülke erdim, mülk sahibi olmaktan azat oldum. Artık Firavun'dan korkmuyorum, önce bende bulunan korku şimdi Firavun'a geçti.”

Bu sözlerden sonra nura doğru yürüdü. Onlar, artık arkada kal­mıştı. Aramadı, sormadı. İşte iman sahibi böyledir.

Hak Teâlâ, onu kendine yakın kılmıştı. Yakınlık kapısına davet etmişti. Bu hâli pek kestiremedi. Sağa, sola, öne ve arkaya bakmaya koyuldu. Bu bakışı kalpten oluyordu. Her ne kadar baktıysa da Hak'­tan gayri her yanın kapalı olduğunu gördü. Bu kere nefsini, hevâyı ve duygularını, alışmış olduğu şeyleri, ehlini, bulunduğu hâlin cüm­lesini karşısına aldı, konuştu:

“Ben Rabb’imin nurunu sever oldum. Ona gidiyorum. Benim için avdet nasip olursa gelirim.” dedi.

Dünyaya, içindekilere ve sebeplere, şehvet arzularına, bütün yaratılmışlara, sonradan olmuşa ve yapılmışa veda etti. Onları yapana koştu. Bunları yaparken ehlini, yavrusunu ve bütün sebepleri Hakk'a ısmarladı.

Bazı helâl olan şeyler vardır ki, uzak kalanlara saklı tutulur. Buğz ehli ondan uzak kalır, sevgi ehli onu bulur. O helâl şey, nadi­ren değil, ekseri saklı durur. Bu helâl dediğimiz iş Hakk'ın kelâm te­cellisine mazhar olmaktır.

Şu kalp sıhhat bulur, temiz olursa, her yerden Hakk'ın kelâmını işitir. Bir yönden değil, şeş (altı) cihetten görür, işitir. O kalp, her nebinin, rasûlün, sıddîkın ve velî kulların gayplerinden gelen kelâmı işitir. Kalp kelâm tecellisine erince, Hakk'a yakın olur. Bu yakınlık hayat verir, ölümü de, onlardan ayrılıkla başlar. Hoşnut olduğu şey, onunla münacat hâlidir. Hiçbir şeye susuzluğa, çıplak kalmaya, sonradan olan bazı şeylerin elden çıkmasına aldırış etmez.

Hakk'ı dileyen kimsenin hoşnut olması tâatle hasıl olur. İrfan sahibi ve Hak tarafından arzulanan kimsenin sevdiği ise Hak yakın­lığıdır. Ey yapmacık işlerle yetinen, anlattığımız işler, içinde bulun­duğun şeylerle olmaz. Bu iş nefsin, hevânın, tabiatın varlığı, gece namazı ve gündüz orucu ile bulunmaz. Halka gösteriş ve cehaletle tutulan oruç fayda vermez; böyle yapılan işlerin yararı bulunmaz.

Yazık oluyor sana; kurtulmak istiyorsan ihlâs sahibi ol. Kuru ekmek yemek ve kaba libasla işler elde edilmez. Doğru ol, erersin. Hakk’ın yakın olursun. Himmetini yüce tut, yükselirsin. Teslim ol ki selâmet bulasın. Uyar ol, sana da uyulur. Razı ol, senden de razı olur­lar. Süratle yerinden kalk. ötesini Hak Teâlâ senin için bitirir.

Allah’ım, dünya ve âhiret işlerimizi sen idare et. Bizi, ne nefsi­mize, ne de halktan birine bırak.



* * *



Peygamber (s.a.v) Efendimiz, bir kudsî hadîsi şöyle anlatır: “Hak Teâlâ Cibril'e hitaben şöyle der: Yâ Cibril, falanı ayılt, falan da uyusun.”

Bu kudsî hadîs iki şekilde tefsir edilir:

“Hakkında ayıltma emri verilen, sevgi ehlidir; uyutulması iste­nen ise, sevilmiştir.

Şu adam muhabbetimi iddia eder, onu ayılt. Onunla münakaşa etmek dilerim; tâ ki, Benden gayrisi onun gözünde kalmasın. Onu kaldır; tâ ki, iddia ettiği şeylerin şahitlerini getirsin. Ve sevgi babın­da hakikati bulsun.

Öbürünü uyut. O yolumda hayli yorgunluk çekti. Zâtımdan gay­rinin varlığı onda vücut bulmadı. Sevgisi uğrumda oldu. Dâva ve şa­hidini kazandı. Ahdimi yerine getirdi. Şimdi sıra Bende. Ona yaptığım vaadi yerine getireceğim. O Benim misafirimdir. Misafirden hiz­met talep edilmez; yorucu işlere sokulmaz. Onu lütuf köşemde uyu­tacağım. Fazilet soframda oturtacağım. Yakınlık işimi ona verece­ğim. Zâtımdan gayri her şeyi ondan yok edeceğim. Onun sevgisi tam­dır. Sevgi işini ikmal eden için, zorluk kalkar.” Bir başka mâna daha:

“Onun sesini sevmiyorum; uyut ki, sesini işitmeyeyim. Öbürünün sesini duymak istiyorum, onu da ayılt.”

Seven kimsenin, Hak tarafından da sevilmesi için kalbini Mev­lâ'dan gayri her şeyden arî tutması gerekir. Seven kimse, iman, te­vekkül, tevhid ve ikan bakımından kemale ererse mahbûb olur. Güç­lük gider, rahatlık gelir. En güç iş, Hak tarafından sevilmiş olmakta, O'nun sevgisi kazanıldıktan sonra her şey kolay olur.

Meselâ, bir kimse düşünelim, gece gündüz yol kat eder. Sebebi, bir şahsın sevgisidir. Yolda bin türlü korkulu dakikalar geçirir, ye­meye ve içmeye önem vermez, tâ, o şahın kapısına varıncaya kadar böyle devam eder. Şahın bu gelişten haberi olunca, hizmetçilerini ona karşı çıkarır, ağırlatır. Özel bineklere bindirirler. Sonra hamama gö­türür, temizler, güzel elbise giydirir, koku sürerler. Daha sonra şahın huzuruna çıkarırlar. Şah da onu karşısına alır, hâlini hatırını sorar. Mülkünde olan en güzel nimetleri ona verir. Ve onun mahbûbu olur. O seven kişi, bu güzel hâli bulup şahın sevgilisi olduktan sonra yor­gunluk, korku duyar ve geldiği yere dönmek diler mi? Nasıl dilesin, dilemez. Çünkü orada yerli oldu. Hayatı emniyet altına alındı. İşbu misal bir kalbedir. Kalp, Hakk'a vasıl olduktan sonra Hak yakınlı­ğından bir yer alır, Hakk'a münacat eder. O'nun yanında emin olur. O'nu bırakıp başkasına gitmeyi artık istemez.

Kalbin bu makama çıkması için farzları eda etmesi gerek. Ha­ram ve şehevî şeyleri yapmaması icap eder. Mubah ve helâl olan kıs­mı ise, varlıkla, şehvetle, hevâ ile almaması gerekir. Bu hâle ermek için şifa veren verâ hâlini bulmak, tam bir yeterlik duygusuna sahip olmak lazım olur. Zühd ve verâ, bu yolda önce yapılması gere­ken küçük işler sayılır. Büyüklerine gelince, onlar da, Hakk'ın zâtın­dan gayri şeyleri bırakmak ve nefse, boş arzulara ve şeytana muha­lif olmaktır. Baştan sona nefsin halk denen nesneden temiz olması da birinci derecede gelir. Sonra, övülmek, kötülenmek, verilmek, alın­mak gibi şeyler o kul için eşit olmalıdır.

Bu yol için bir iki cümle daha söylenir ki, onları da şöyle anlat­mak mümkün olur: Bir işin evveli şehadet getirmek, sonrası da se­vilmeyi ve kovulmayı bir görmektir. Bu hâlde kalmak kalbin sağ olmasına bağlıdır. Bir kimsenin kalp âlemi sıhhat bulur, Yaratan'ı ile birleşirse, onun için kovulmakla, kabul olunmak aynı mana taşır.

Övülmek, kötülenmek bir olur. Hastalık ve afiyet aynı olur. Zengin­likle fakirlik fark taşımaz. Dünyanın gelmesi veya gitmesi eşit olur.

Anlattığımız hâller bir kimsede tam olursa, nefsi yok olur. Ta­biat ateşi söner. Şeytanı, önünde boynu bükük olur. O sarih kalp için dünya ve onun sahipleri küçük görülür ve âhiret büyür. Sonra, esas nura kavuşur, ikisini de bırakır. Mevlâ'ya döner. O sahih kalp için halk arasından Hakk'a vardıran bir yol açılır. Hakk'a oradan yol alır. Sağ, sol onun için ayan olur, yollar o kalp için temizlenir. Her zararlı şey, o iman sahibinin doğruluk ateşinde yanmaktan kaçar ve özün­le mevcut heybetten korkar.

Bu hâle eren için Hak kapısından çevirecek ve yoldan alıkoyacak kimse olamaz. Bu hâli benliğinde bulunduran kimsenin savaş erleri, zaferden geri edilemez. Ordusu hezimete uğratılamaz. Kuşu susturulamaz. Tevhid kılıcı için bir hudut çizilemez. İhlâs adımları yürümek­le yorulmaz. Hiçbir iş ona güç gelmez. Hiçbir kapı, önünde kapalı durmaz; açılınca da kapanmaz. Önünde kapılar uçar, kilitler açılır, yönler fethedilir. O, Hak Teâlâ'nın huzuruna varıncaya kadar, kimse durdurmaya güç yetiremez. Bu hâl, Hak tarafından ona bir lütuf olur. Bu lütfu bulduktan sonra onun köşesinde uyur. Hak ona fazlın­dan yedirir; ülfet hâlinden içirir. Bunları bulduktan sonra beşer kal­binin hatırlamadığını bulur. Kulakların işitmediğini duyar. Gözle­rin görmediğini görür.

Hak Teâlâ'nın fazlını, keremini bulduktan sonra, o büyük in­san halk arasına yine katılır. Sebebi; onlara hidayet yolunu göster­mesi ve mülk sahibi kılması... Çünkü o kul, sonsuz manevî bir mülke sahiptir. Elinde bulunan cümle şeyi bütünü ile halka dağıtır. Bu öyle bir kuldur ki, Hakk'a vasıl olmuş, onu görmüş ve masivâ denen Hakk’ın zâtından gayri şeyleri bilmiştir. Artık işi, yâni yeni vazifesi, halkla uğraşmaktır. Onlarla uğraşır, düzeltmek için başlarına vu­rur. Halka önderdir. Hakk'ın kapısını gösteren bir elçidir. Bu zâta melekût âleminde “Azîm” ismi verilir. Bütün yaratılmışlar, onun kalp ayağı altında durur. Ve ondan gölgelenir.

Bu hâlleri işitip heyecana kapılma. Sen, bir iddiacısın. Sana ait olmayan ve yanında bulunmayan şey için iddia peşindesin. Nefsin seni istilâ etmiş. Halk, dünya hep birden kalbini sarmış. Dünya ile halk, sana göre Allah'tan -hâşâ- daha büyük... Sen, Allah yolcula­rına karşı haddini aştın ve onların sayısına katılamadın. İşaret etti­ğim şeylere ermek dilersen bütün fâni şeylerden kalbini temizleme­ye bak. Emirlere imtisal et. Yasakları yapma. Kaderin getirdiği şey­lere sabırla bak. Dünyalık işleri kalbinden at. Bunları yaptıktan son­ra bana gel. Bu hâlden sonra seninle konuşabilirim ve sonrasını an­latırım. Buna erebilirsen, her arzun yerine gelir. Bu hâli taşımadan laf etmek, ancak hezeyan olabilir.

Yazık, elinden bir lokma çıksa, bir tane kaybetsen yahut bir olacak işin olmasa kıyameti koparırsın. Allah'a kızarsın. Hırsını, evinde duran zavallı zevceni dövmekle, yavruna vurmakla çıkarmak istersin. Dinine söversin. Peygamber’e küfredersin. Eğer ayık kimselerden, akıllı ve Hakk'ı murakabe eden kimselerden olsaydın, Allah'ın huzurunda olduğunu bilir, sükûtu tercih eder, O'nun fiil tecellisini görür, olan işlerin cümlesini kendine birer nimet kabul ederdin.

Eğer niza çıkarmadan dursaydın, şükür yolunu tutsaydın, küfür yolunu tutmayıp razı olsaydın. O'na darlık göstermeden sessizce dursaydın ve şikâyet etmeseydin, sana şöyle denirdi: “Allah kuluna kâfi değil mi?” (ez-Zümer, 39/36)



* * *



Ey aceleci, sabırlı ol, nasibim rahat ve kolay alır yersin. Sen Al­lah'a karşı irfan sahibi değilsin. Eğer O'na karşı irfan sahibi olsay­dın, hiç kimseye şikâyet etmezdin. O'nu gayrıya kesme arzusu duy­mazdın, O'nun önünde sessiz durur ve bir şey istemezdin. O'na ısrar­la dua etmezdin. Sana daha çok uyan hâlini alır, onunla sabır yolu­na girerdin.

Akıllı ol. Yapılan her işte tezkiye edilmeye ihtiyacın var. Olage­len hemen bütün işlerde tecrübe edilirsin. Nice işler ettiğine bakılır. Ettiğin ahde vefalı olup olmadığın denenir. O'nun daima sana baktığını ve hâlini bildiğini neden bilmez oluyorsun?

Öğrenmedin mi, keşkülünü omuzlayıp şahın evine giren: “Şunu da ver, bunu da ver.” derse derhal kapı dışarı edilir. Her­hangi bir istek sahibi, kötü hırsla arzularını tatmine çalışmamalı.
Gerçi: “Her ihtiyaç taleple görülür.” derler ama buna hırs karışmamalı.

İman sahibinin kalbinde hırs, saldırma ve boş talep olursa iman kemale ermez. İman sahibi, yalnız Allah'tan korkmalı ve yalnız O'ndan talep etmeli; aksi olursa iman sahibinin imanı kemale ermez. Böyle olmak, derin bir düşünce sahibi olmak ister. Peygamberlerin ve sâlih kulların hâline derinden derine bakmak lâzım, Hak Teâlâ, onları düşmanın elinden nasıl aldı ve işlerinde nasıl kurtuluş yolla­rını gösterdi? Bunları hep düşünmek gerek...

Doğru düşünce ile tevekkül hâsıl olur ve dünya kalbe girmez. Cinler unutulur. İnsanlar düşünülmez ve bütün halk fena bulur ve Hak anılır. Böyle olan bir kalbin sahibi, yaratılan yalnız kendisiymiş gibi kalır. Sanır ki, emirler yalnız kendisine... Sanır ki, yasaklar yal­nız kendisine... Halkın hiçbirine değil... Sanır ki, bütün nimetler üze­rine yağıyor; halka bir şey gelmiyor. Ve öyle bilir ki, bütün teklifler ve zor işler omzunda. Teklif dağlarına bakar, her cinsi ile görür; teklif sahibinden bir risale olarak kabul eder; hepsini yüklenir. Bu güçlüğe tahammül etmesinin sebebi, kullukta ve tâatte hakikate ermek içindir. Cümle halkın işini yüklenir; Hak Teâlâ da ona ait iş­leri üzerine alır. Kullara tabip olur; Hak Teâlâ da onun tabibi. Hakk'ın kapıcısı olur. Hak ile kullar arasında elçilik vazifesi yapma­ya başlar. Güneş olur, halka ışık salar. Yollarına o ışıkla devam eder­ler. Halkın yemeği, içmeği olur; ondan bir lâhza ayrı olmazlar. Elinde ne varsa halkın iyiliğine harcar; nefsini unutur. Sanır ki, nefis yok, nevası kalmamış, tabiî arzuları da ölmüş. Yemesini, içmesini, giyme­sini bile unutur. Kendi özünü bir yana atar, Hakk'ın yarattığı kul­ları düşünür, onların iyi olmasını diler. Halktan iyilik ummak aklına bile gelmez; hele böyle şeyi kalbine sokmak, asla... Bu mevzuda Yaratan'ı ile kalır. Hak Teâlâ nasıl kulların iyiliğini diliyorsa, o da aynısını ister.

Özünü, Hak Teâlâ'nın kaza ve kaderine teslim eder. Bütün var­lığını Hakk'a ısmarlar ve her şeyini O'nun dilediği yere bırakır.

İşbu anlatılan vasıflar, halkı Hakk'a celb makamında durmayı dileyen kimsenin vasıflarıdır.

Sen hevese kapılmışsın. Allah'a, peygamberlerine ve sâlih kulla­rına karşı cahilsin, Zâhidlik iddia edersin; ama herkesten çok arzu sahibisin. Zühd hâlin kötürüm olmuş, ayakları yok. Bütün arzun dünyaya... Halka... Yaratan için hiç bir arzun yok... Hiç bir talebin kalmamış.

Bana yakın ol. Önümde durmak sana uzak değil. Yaklaş. Hüsn-ü zan ve edep getir ki, sana Rabb’in yolunda delil olayım; O'na vardı­ran yolu anlatayım.

Kibir libâsını üzerinden çıkar, tevazu elbisesini giy. Engin gö­nüllü ol ki, izzet sahibi olasın. Tevazu göster ki, yükselesin. İçinde bulunduğun ve üstüne aldığın bütün hâller, hevesten ibaret. Hak Teâlâ onlara bakmaz. Anlatılan işler, yalnız kalıbın yaptığı şeylerle elde edilmez. Onlara biraz da kalbin karışması gerek... Evvelâ kalp, sonra kalıp...

Peygamberimiz, kalbini şöyle işaret eder: “Zühd burada, takva burada, ihlâs burada.”

Her kim ki, felah ister, büyük zâtların ayağı altına toprak olsun. Onların sıfatı nelerdir, anlatalım: Büyük zâtlar, dünyayı ve cümle yaratılmışı bırakmıştır. O zâtlar, Arş altından yerin dibine kadar dünyalık işleri ve halkı bırakmış­lardır; hepsine veda etmişlerdir.

Onlar eşyayı öyle bırakmış ve öyle veda etmiştir ki, bir daha dönmemek ve bir daha almamak şartı ile... Onlar halkı ve nefsi bırak­tılar, Yaratan'ları ile var oldular... Bütün hâlleri, Yaratan ile oldu.

Her kim ki, nefsi ve mevhum varlığı ile Hak sevgisi ister, boş arzu ve hezeyan içindedir. Zâhid geçinenlerin ve ibadet iddiasında olanların çoğu, halka kulluk eder ve onları Hakk'a ortak koşar.



* * *



Sebepler üzerinde konuşup onları Hakk'a ortak etmeyiniz. Hak Teâlâ size darılır. Çünkü sebeplerin Yaratıcısı O'dur. Sebepler üzerin­deki tasarruf O'na aittir.

Allah'ın Kitabı’na uyanların ve Peygamber’e tâbi olanların itika­dı odur ki: Kılıçta kesme kuvveti yoktur; ondaki kesici kuvvet Hakk'a aittir. Ateşte yakıcılık yoktur; onda yakan kuvvet, Hakk'ındır. Ye­nen yemek, gıda olmak vasfını haiz değil; onu Allah gıda yapar. Su aslında kandırıcı değildir; o kuvveti Allah verir. İşte bütün zahirdeki sebepler böyle... Cinsleri her ne kadar ayrı da olsa, hepsinde Allah tasarruf eder. Bütün sebepler birer âlettir; Hak, onlarla dilediği işi yapar.

Hâl böyle iken ve bütün işlerde fail O olunca neden O'na dönmez­siniz? Neden bütün işlerinizi O'na havale etmez, muhtaç olduğunu­zu O'ndan dilemezsiniz? Ve neden tevhid âlemini hâllerinize yerleş­tirmezsiniz. Onun bütün işleri aşikârdır. Gizli tarafı yoktur. Her akıl sahibi bunu bilir, anlar.

O ki, kuldur, sahibi asa ile onu döver. O ki, hürdür, ona bir işa­ret yeter.

O'na itaat ediniz. O, sizden itaat edeni aziz kılar. İsyankâr ol­mayınız. O, isyan edeni zelil eder. Yardım da, rüsva etmek de O'nun elinde... Dilediğine yardım eder, aziz olur. Dilediğini rüsva eder, o da zelil olur. Dilediğine ilim verir, aziz olur. Dilediğini cahil kılar, o da zelil olur. Dilediğini zâtına yakın kılar, aziz olur. Dilediğini zâtın­dan uzak eder, o da zelil olur.



***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



61. MECLİS



Bu konuşma, medresede yapıldı.

Ko­nuşma tarihi: Hicrî, 20 Recep 546, Milâdî 1151.



Geylânî Hazretlerine biri, hatıradan sordu. O da: “Hatıraların neler olduğunu sana ne anlattı?” diyerek devam etti:

Sana gelen hatıralar, şeytandan, tabiattan ve boş arzular­dan. Hangi şeyin lüzumuna inanırsan ona gayret sarf edersin. Dolayısıyla hatıraların, uğruna gayret sarf ettiğin şeylerden ibaret kalır. Hakk'a dair hatıralar, sivâdan -Hakk’ın gayrından- hâli olan kalbe gelir; işlerini orada görür. Nasıl ki, Yusuf Peygamber’in ağzından şöy­le buyrulur: “Biz metanınızı kimde bulursak ancak onu alırız.” (Yûsuf, 12/79)

Bunun gibi o temiz kalp kimde olursa Hakk'a dair hatıra onu sarar. Hakk’ın fikri, zikri sende olursa kalbin Hak yakınlığı ile dolar ve şeytanî arzu, heves kaçar gider. Dünyalık şeyler de sende kalmaz.

Her şeyin kendine göre hatıraları, düşünceleri var. Dünyanınki ayrıdır. Âhiretin de kendine has düşündürücü şeyleri var. Malın, mülkün, nefsin ve kalbin de hatıraları var. Hak Teâlâ'nın hatırası hepsinden üstündür. Ey candan Hakk'a talip olan, bütün hatıraları atıp Hak hatırası ile kalmaya muhtaçsın.

Nefsin verdiği kötü düşünceden, boş arzulardan, vehimlerden, şeytan tarafından gelen iğvadan, dünya ve âhiret işlerine ait bazı ev­hamdan halâs bulursan, meleklere has bir hatıraya kavuşursun. Sonra bu da geçer, Hakk'ın hatırası seni sarar. Bu hâl, son olur ve işin neticesi sayılır.

Kalbin sıhhat bulunca, gönlüne düşen hatıranın yanına dur ve sor: “Sen nesin, kimden geliyorsun?” de.

Ben şu ve şuyum; Hak’tan geldim, doğru bir hatırayım, diye­cek. Daha sonra şöyle diyecek: ”Ben Hak’tan gelen bir öğütçüyüm. Aziz ve Celil olan Hak Teâlâ seni seviyor, ben de O'nu seviyorum. Ben Hak’tan gelen sefirim ve peygamberliğin manevî hâlinden senin için aziz bir duyguyum.”

Ey evlat! Kendini ilâhî marifete arz et, çünkü bütün hayrın te­meli ondandır. Marifet âlemine geçmek dilersen tâat ehli ol; o sana marifet hâlini verir. Bu mevzuu teyit için Peygamber (s.a.v) Efendi­miz’in şu hadîs-i şerifini zikredelim: “Kul Yaratan'ına tâat kılarsa, Hak Teâlâ ona karşılık marife­tini ihsan eder. Kul tâati bıraktığı zaman, Hak Teâlâ o hâli geri al­maz, kalpte bırakır. Kıyamet günü oldukça tâatsiz kula şöyle der: Seni marifet hâli ile kullar arasından ayırdım, birçok ihsanda bulundum. Bu hâlleri sen de bildin. Bilginin gereğini niçin yerine ge­tirmedin?”



* * *



Ey evlat! Nifakınla, fasih konuşmanla, dilden gelen güzel sözler­le, yüzün sararması ile olmaz. Ve bu hâl, yamalı libâsın başa çekil­mesi, omuzların birleştirilmesi ve bel bükmekle elde edilmez. Bu gibi şeylerle, anlattığımızı alacağını sanıyorsan aldanıyorsun. Böyle bir zanla yaptığın işlerin nefisten, şeytandan, halkı Hakk'a ortak koş­mandan ve onlardan dünyalık beklemenden, geldiğini bilesin.

Nefsini tahkir et. İç âlemine dair oları işleri gizli tut. “Rabb’inin nimetini anlat!” deninceye kadar gizlilik hâline devam et.

İbn-i Şem'un, elinden manevî bir keramet zuhur ettiği zaman: “Bu şeytanî bir duygudur.” derdi. Tâ ki, ona Hak tarafından: “Sen kimsin, baban kim? Hepsi bizim, üzerindeki nimetleri
anlat.” deninceye kadar o manevî hâline sahip çıkmaz, gizlemeye ça­lışırdı.

Musa (a.s) bazı münacatında Hak Teâlâ'dan talep etti: “Yâ Rabbi, bana bir tavsiyede bulun.” Buna karşılık şu cevabı aldı: “Sana, Beni ve Beni talep etmeyi tavsiye ederim.” Musa (a.s) Peygamber talebini dört defa tekrarladı, hepsinde aynı cevabı aldı. Ona, ne dünyayı arama emredildi, ne de âhiret tav­siye edildi. Bunun mânası şuydu: “Sana tâatimi tavsiye ederim. Bana isyan etmemeni isterim. Yakınlığımı aramanı arzu ederim. Beni tevhid etmeyi, gereği ile ameli dilerim; bilhassa Zât’ımdan gayri her şeyden uzak durman ge­rektiğini bildiririm.”

Bir kalp ki, sıhhat bulur ve irfan sahibi olur, o, Hakk’ın Zât’ından başka her şeyi bırakır. O'nunla ünsiyet eder... İstirahatını ancak Hak'la bulur.

Allah'ım, şahit ol, kulların ıslâhı için vaazlarıma aralıksız de­vam ederim.



* * *



Bilesiniz ki, içinde bulunduğum hâl, beni gurura kaptıramaz. Ben, o hâli bilmiyorum bile... Az değişik olarak siz, ondan nasıl yaya iseniz, ben de ondan ayrı dururum. Mâna ve sır âlemi cihetiyle hâlim böyle. Hakk'ın tasarrufu beni sararsa, bende bana has ne kalır; hepsi O'nun.

Ey mabetlerde ve gizli yerlerde ibadete dalanlar, geliniz, bir harf dahi olsa sözlerimden tadınız. Benimle bir gün veya bir hafta arka­daş olursanız yıllarca faydasını bulacağınız şeyi öğreneceğinizden eminim.

Sizlere yazık oluyor; çoğunuz heves içinde... Hevesle dolusunuz. Bulunduğunuz ibadethanenizde halka kulluk edersiniz. Bu yüce hâl­ler, gizli yerlerde cehaletle kalmakla elde edilemez ki...

Yazık oluyor sana, bu hâlden kurtulmak için yürü. Bu yürüyü­şünde, ilmi, ilim sahiplerini ve ilmi ile âmil olanları ara. O kadar ara ki, aranmadık yer kalmasın. Yorulasın ve oturasın... Dizlerinde ta­kat kalmasın. Yorulduğun o dem otur, sırrınla yürü, sonra kalbinle, mâna âleminle yürü. Bu yürüyüşle yine önceki gibi güçten düştüğün dem, Hak yakınlığı seni bulur.

Bu yolda kalp adımlarının kuvveti kesildiği, tümden kuvvetin gittiği an, yakınlık bulunmuş demektir. Zaten yakınlığın alâmeti, gücün, kuvvetin gitmesidir. Bu hâlinde, sana gereken teslimdir. Tes­lim ol; onun önünde seril. Düşünme öteyi. O dilerse yeryüzünde sana bina inşa eder ve dilerse bir harabe yerde oturursun. Dilerse mamur bölgelerde sana yer ayırtır; dünya, âhiret, insan, cin, melek ve bütün ruhlar âlemi de hizmetine koşar.

Bir kul için Hak yakınlığı doğru olursa ona velayet hâli gelir ve şaha nâib olma hâli nasip olur. Hazinelerde saklı cümle eşya ona gös­terilir. Yer, semâ ve onlarda yaşayan cümle halk ona şefaatçi olur. Çünkü o, mülkün sahibidir ve iç âlemi paktır. Sırrı temiz, kalbi nur­ludur.

Çalış. Çalış ki, İslâm ve iman yanında emanet durmaya. Emanet iman taşımadığın belli olursa, namazından hâsıl olacak nur artar. Orucun bereketini bulursun ve Hak’tan çekinme duygun arttığı için uyanık olursun, hatalı işlere kolay yakın olmazsın.

İşte bundandır ki, Allah yolcuları, yüzlerini çevirmeden yırtıcı ve zehirli yaratıklara karıştı, vahşi hayvanlar arasına çekinmeden daldı, yer bitkilerine büründü ve onlara katıldı. Onlar, gün ışığını geceye alâmet saydı. Ay ve yıldızlar, onlara lâmba, gece karanlığı gün oldu.

Boş lafları bırakınız. Dedikodu ile uğraşmayınız. Malınızı boş ye­re harcamayınız.

Ortada mücbir sebep olmadan konuşmayınız. Yakınlarınız, dos­tunuz ve tanıştığınız kimselerle fazla oturmayınız. Sebepsiz yere on­larla olmak bir hevesten ibarettir. Lüzum hâsıl olmadan onlarla ol­mak yalan söyletir ve gıybet ettirir size. İki kişi birleşince hatanın ve gıybetin şartı tamam olur ve iş başlar. Ama yalnız hâlinde bu olmaz. İnsan, yalnız başına kimseyi çekiştiremez, gıybet edemez.

Zaruret olmadan evinizden çıkmayınız. Her biriniz, kendinin ve evinin zarurî ihtiyacını gidermek için çarşıya, pazara çıksın.

Çalış, çalış ki, söze ilk başlayan sen olmayasın. Sözün cevaptan ibaret olsun. Herhangi bir şey sorulduğu zaman sana ve sorana fay­dası varsa cevap ver, aksi hâlde verme.

Allah yolcuları, Yaratan'dan korkarlar. Bütün hâllerde çekin­dikleri şey yapacakları bir hata yüzünden, Hak Teâlâ'nın dargınlığı­na uğramaktır. Onlar, ellerine geçen her şeyi dağıtırlar, kalpleri uçar. İmanlarının bir emanet gibi durması, onları çok korkutur; bu yüzden bütün gayretlerini onun yerleşmesi için harcarlar. O yolcuların hep­si Hak Teâlâ'nın tam yakınlığını bulmuş sanmayınız; onların da için­de ayırmalar olur. Hakk'ın nimetini tam olarak belki binde biri an­cak alabilir. Ve Hak yakınlığına kalplerini dâhil edenler bazı fertler­dir. Pek az kısmı, ilâhî yakınlığa geçmek izni alabilir. O makama gi­ren için artık korku yok sayılır. Onlara Hak sahip olur, ülkelere şah kılar. Onlar velî kul olur. Onların her biri peygamberlere bedel ve hal­kın gözbebeği sayılır.

Hak Teâlâ, o büyük insanları kulların büyüğü, sultanı eyler. Yer­yüzünde bir nâib olarak bırakır. Ve Zât’ına halife kılar. Bu büyüklük, önce seçilen sevgili kullar arasından birkaçına nasip olur. O nasibi alınca, seçmenin seçmesi olurlar. Hak Teâlâ bilgi hazinesinden onla­ra ilim ihsan eder, hikmetiyle konuşturur. Keremi, kerameti ve ver­diği kuvvetle onları konuşturur. Leh ve aleyhlerine olan cümle şeyi onlara öğretir. İman ayağını onların kalbine yerleştirir. İman başla­rına marifet tacını kondurur. Kader onlara hizmet eder. İns, cin ve melekler, onlara kıyam durur. Bütün vukuat önlerine serilir. Her hâ­dise, sırlarına ve kalplerine geçer.

Onların her biri, nefsine hâkimdir. Ve nefsi ülkesine şahtır. On­ların her biri özel tahtına oturur, memleketin idaresine el atar, as­kerlerini yeryüzüne yayar. Bu sayede halkın ıslâhını temin etmeye çalışır. Ve iblisin işlerini bozmaya bakar.



* * *



Ey cemaat! Allah yolcularının izine uyunuz. Bütün kastınız, yemek, içmek, giymek olmasın. Dünyalık toplamaya koşmayınız. On­lar, bu gibi bayağı işlere önem vermezler. Onların bütün gayesi Al­lah'a kul olabilmektir. Onlar âdet olan birçok şeyi bırakır.

Hakk'ın kapısını arayınız; bulunca orada otağınızı kurunuz. Bu yolda bazı tecrübe yollu belalar gelince kaçmayınız. Hak, sizi onlarla gafletten uyandırmak ister. O'nun, bela, âfet, açlık ve çeşitli hastalık­lar göndermesindeki hikmet, sizi Zât’ından ayırmamak ve gaflet çu­kuruna düşürmemektir.

Yeryüzünde, Hakk'ın arzusunu bilmeden gafil gezen kimselerden olmayasınız. Onlardan Hak Teâlâ ne ister; bunu hiçbiri bilmez.

Hakk’a ibadet yoluna önce giriniz, sonra o yolda ihlâs sahibi olmaya bakınız. Hakk’ın ne buyurduğunu duymadınız mı? O hâlde dinleyiniz: “İnsanları ve cin tayfasını ancak bana kulluk edeler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 51/56)

Artık bu gerçek hepinizce malum, o hâlde neden kulluğu terk edersiniz? O’nun yolunda niçin böbürlenirsiniz?

Her kim ki Yaratan’ına kulluk etmez; o, hilkat sahibini bilmiyor demektir. Hak ve hakikat üzere olanlar, yaratılışlarındaki hikmetleri bilirler, ibadet için yaratılmış olduklarını anlamışlar. Onlar ölür, sonra dirilirler. Herhâlde onlar kullukta tahakkuk etmişlerdir.



* * *



Ey evlat! Sonra iç âleme ait işler başlar. İç âlem Hakk’a vasıl olmadıktan sonra açılmaz. O’nun kapısına vasıl olmayınca manevi bir hâl beklemek yersiz temenniden ibaret kalır. Bu yolda tek olanların yani seçilmişlerin ve tevbe yolu ile Hakk’a bağlı olanların yeri O’nun kapısıdır.

Hakk’ın kapısına varır, iyi edeple orayı beklersen, boynunu eğer O’ndan gelecek emre intizar edersen, O’nun yüce kapısı kalp yüzüne açılır. Ve cezbe işlerini elinde tutan kalbine bir kıvılcım atar. Kalpleri zatına yaklaştıran senin kalbini de yaklaştırır. O âlemlerin hoşluğunda uyutmaya güçlü olan sana da atlı uykular verir. Kalpleri süsleyen O olduğu için kalbini süsler, kalp gözüne sürmeler çeker ve tatlılık ihsan eyler. Ve ferah emniyet konuşma duyguları verir. Çünkü bunları vermek O’nun elindedir.

Ey gafiller, siz neredesiniz. İşaret ettiğim şeye sizin kalbiniz ne kadar uzak duruyor? İşi kolay sanmaktasınız. Yapmacık hareket, zorlama ve nifakla elde edilir kanaatindesiniz. Hâlbuki öyle değil.

Bu anlatılan hâlin elde edilmesi için kader çekici altında sabra ve doğruluğa ihtiyaç vardır.

Kendini bir dene. Hâline bak. Hakk’a muhtaç olmadığını sanan sıhhatli ve O’na isyan eden biri olsan da sonradan tevbe edip hatalara nadim olsan istediğin hemen verilmez. Hakk’ı aramak kastı ile sahralara düşsen yine O’nu elde edeceğini sanma. Bu hâllerinde sana tecrübeler gelir. Bela ve afetler her yanını sarar. Bunlara da dayanmak kolay değil. Allah’ın kolay ettiğine kolaydır. Tecrübe edildiğin zaman nefsin içinde bulunduğu dünyalık şeylerin hiçbirini talep etmemelisin. Ancak böyle olursa bir şeyler elde etmen kabil olur. İmtihan günlerinde nefsin hiçbir arzusunu kabul etme ve ona bir şey verme. Bu uğurda sabrı elden bırakma. Sabra devam eder, nefsini alıştığı kötü itiyatlardan alırsan, dünya ve âhiretin mülkü senin olur. Nefis sabrını kaybettiği an hepsini kaybeder, çektiği zahmetli işler boşa gider.

Ey tevbekâr! İbadetlerinde sebat et, ihlâslı ol ve nefsini şuna alış­tır: Hâdiseler değişebilir, belalar gelebilir.

Ve nefse şunları da öğret ki; Allah, geceyi gündüz ve gündüzü de gece yapar. Evdeki çocuklara, komşulara, dostlara ve irfan sahiple­rine nefis hakkında çeşitli vukuat koyar. Dilerse hiçbirine nefsi sev­dirmez. Hiç kimseyi yakın etmez. Her şey, ama her şey O'ndan kaçar. İşte, bunları nefse söyle. Olması mukadder olan bu işlere alışsın. Ve desin: “Evet, bunlar olur, kabul ediyorum.”

Eyyûb (a.s) Peygamber’in hikâyesini işitmedin mi? Hak Teâlâ, onu, Zât’ına has kılmak ve sevgi yönünden hakikate erdirmek iste­mişti. Ve dilemişti ki, o peygamber için Zât’ından gayrisi kalmaya... Dinle ki, onu nasıl ehlinden ayırdı, malını yok etti, çocuklarını kaçır­dı. Bir mezbele köşesine bıraktı; yanında yalnız hanımı kaldı. Onun için ne mamur şehir vardı, ne de başkası.

O kadıncağız gündüzleri hizmetçilik eder; kazandığı para ile ko­casının gıdasını temin ederdi.

O peygamberin eti, derisi ve kuvveti yok olmuştu; yalnız gözü, kulağı ve kalbi sağdı. Hakk'ın acayip kudretini görür, dilden zikreder, kalbi ile de Hakk'a münacat ederdi.

Hak Teâlâ ona kuvvet ve kudretinin hikmetli yönlerini gösterdi.

Melekler ona salât eder, her zaman ziyaretine gelirdi. O, insan­larla ilgisini kesti; Hak'la ünsiyet etti. Sebeplerden, güçten, kuvvet­ten elini çekti. Hak sevgisinin esiri oldu. O'nun kaderine uydu. O'nun iradesine tâbi oldu. Ezelde yazılan yazıya bağlandı. Hakk'ın ona emri, yalnız: “Sabret” olmuştu.

O, bunu yaptı. Sonrası açıktan belli oldu. Öncesi acı idi, sonra tatlı oldu. Çektiği bela içinde bir hoş geçim vardı. İbrahim Peygam­ber’e de aynısı olmuştu; ateş içinde hoş şeyler bulmuştu.

Allah yolcuları bela anında sabra sarılırlar. Sizler gibi bağırıp ça­ğırmazlar.

Belanın çeşitleri vardır, her zaman değişik, muhtelif şekillerde gelir. Bazen insanın vücuduna gelir, bazen kalbine... Bir kısım bela halkla olur, bir kısmı da Yaratan'la... Gelen bela bir yönden gelmediği gibi tek şekilde de görülmez. Onun gelişinde hikmetler vardır. Sab­retmek, dayanmak gerekir. Belayı görüp onun zahmetine katlanmayanda hayır yoktur. Belalar, Hak Teâlâ'nın kapışılması gereken ni­metleridir. Âbid, zâhid ve takva yolunda olan kimseler için bela dünyada en büyük keramettir; bu zâtların öbür âlemdeki nimetleri cen­net olur.

İrfan sahipleri için en büyük ganimet, inandıkları gibi kalmak­tır. Onlar için dünyada bundan büyük nimet olmaz. Öbür âleme ge­çince ateşten halâs bulurlar. Orada her arzuları yerine gelir; istedik­lerini önlerinde bulurlar. Bela güçlüğü onlar için ne önem taşıyabilir ki? Hak tarafından onların kalbine bela anında şöyle denir: “Sakin ol, bunda ne var ki... Bulunduğun hâlde sabit kal...
Sende iman var, her hâlinde iman nuru parlar. İman sahipleri sen­den nur almaya, imanlarını canlandırmaya koşarlar. Burada hâlin böyle; öbür âleme gidince şefaatçi olursun; sana da zaten şefaat edil­miştir. Sözün tutulur. Halktan çok kişinin nârdan kurtulmasına sebep olursun. Şefaatçilerin efendisi olan peygamberin elinde durursun. Belanın gelmesine üzülüp onunla meşgul olma. Bunlar imanın yer­leşmesini sağlar. Marifet hâlini geliştirir. Sonunda da selâmet gelir. Peygamberlerin yolunda yürümüş olursun. Rasûller arkadaşın olur. Doğru kimselerle sohbet sana nasip olur. Onlar halkın gözdeleridir.”

Yukarıdaki kelâm, irfan sahiplerinin kalbine defalarca söylenir. Her tekrar ancak onun çekinmesini, korkusunu edebini çoğaltır. Ve fazlaca şükretmesine sebep olur. Allah yolcuları, Hakk'ın buyurduğu şu yüce âyetleri bilip anlarlar: “Allah dilediğini yapar.” (el-Hac, 22/14)

“O yaptığından sorumlu olmaz; hâlbuki cümle kullar, sorum­ludur.” (el-Enbiyâ, 21/23)

“Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (et-Tekvîr, 81/29)

Ve o Hak yolcuları bilir ki, Allah ancak kendi dilediğini yapar, kulların dilediğini değil... Ve o, her an bir şan alır. Hemen yapar, sonraya bırakır. Yücelere çıkarır ve düşürür. Aziz kılar, zelil eder. İstediğine velayet verir ve dilediğini azleder. O hem öldürür, hem de diriltir. Zenginlik ve fakirlik O'nun elinde bulunur. Vermeyi ve al­mayı O yapar.

Allah yolcularının kalbi için karar yoktur. Hepsi Yaratan'ın kudretindedir. O dilerse değiştirir tebdil eder. Yakınlık verir ve uzaklara atar. Ayağa kaldırır ve oturtur. İzzet sahibi kılar ve zillete düşürür. Aniden bütün feyzini keser ve birden yine verebilir.

Allah yolcularının hâli daima şekil değiştirir. Ama hâl ne olursa olsun onlar ibadet ayağını hakikati takipten geri almazlar; edepli ve başları eğik olurlar.

Allah'ım Zât’ında iyi edepli olmayı bize nasip eyle. Hele seçme kullarına karşı edebimizi hiç bozma. Sebeplerle ilgilenmek ve onlara dayanmak hâlini bizden uzak kıl. Tevhid hâlimizi senin için sabit eyle. Sana tevekkülümüz tam olsun. Seninle zengin olalım. Her der­dimizi sana açma duygusunu bize nasip eyle. Sözümüzle, işimizle bizi belaya atma onlar için bizi sorguya çekme. Bize kereminle muamele et. Hatalarımızdan geç ve müsamaha ile karşıla. Âmin!



* * *



Hak yolda, halk yoktur. Orada sebebin lafı bile olmaz. Orada ma­lûm olan bir nesne de yoktur. Orada ne kapı, ne de bir yön bulunur. Halkın varlığı diye bir mefhumun sözü edilmez.

İnsanın dış yapısı dünyadan, kalbi öbür âlemden, sırrı Mevlâ'dan ayrı olmaz. Bunların biri nerede ve ne ise öbürü de onunla ve odur. Sır kalbe, kalp itminan derecesine çıkan nefse ve bu dereceyi bulan nefis ise bütün bünyeye, yâni duygulara hâkimdir. Duygular bu yol­da sıhhat bulurlarsa bütün halka hâkim olurlar.

Anlatılan hâller, bir kulun benliğinde mevcut olursa, ins, cin ve melek onun kudret ayağı altına serilir. Her şey ona kıyama durur. Hâlbuki o, Hak yakınlığını bulmuş olur ve yakınlık eli onu ayakta tu­tar.

Ey içi bozuk adam, bulunduğun hâlle bu gibi işleri elde edeceği­ni sanma. Nifak hâlinde, yapmacık hareketlerinle, anlatılan yüce iş­leri elde edeceğini sanmayasın.

Sen kendine göre bir şeref payı saydığın işi geliştirmeye bakar­sın. Halka kendini kabul ettirmeyi bilirsin; onların gelip elini öpme­lerini beklersin. Sen nefsini dünya ve âhirette kötülük içine attın. Terbiye etmekte olduğun kimseleri de aynı yola atmaktasın.

Terbiyesini üzerine aldığın kimsenin sana uymasını emredersin. Hâlbuki sen, deccâl, gösteriş meraklısı ve sanki halkın mülküne tah­sildarsın. Bu hâlinle bilmen gerekir ki, hiçbir çağrına icabet olmaz ve doğruların kalbi sana yer vermez. Allah seni ilim yolu ile dalâlete attı. Yakında kasırga diner, bindiğin eşek mi, yoksa at mıdır, görür­sün. O toz dindiği zaman Hak erlerini at üstünde bulur ve sen, topal eşek üstüne binmiş, onları arkadan takip ederek, uzaklarda kaldığını anlarsın. İşte o zaman, iblislerin ve şeytanların kapanına kapıldığını daha iyi bilirsin.

Çalışınız, tâ ki, kalbinize O'nun yakınlık kapısı kapanmasın. Akıllı kimselerden olunuz. Şu anda içinde bulunduğunuz hâl, hiçbir işe yarar değil. Aklı başında olan, büyük kimse ile olunuz. Allah'ın hükmünü bilen ve O'nun bilgisine inanmış olan zâtla sohbete devam ediniz. Felahı bulmuş kimseyi görmeyen, felah yolunu bulamaz. O kimse ki, âlim ve ilmi ile âmil olan zâtlarla olmaz, o ancak bir kesek­ten -kurumuş çamur parçasından- ibarettir. Onun ne önderi, ne de bir ana merkezi vardır. O ki, Hak ile sohbet eder, onu bulunuz.

Sizden kim olursa olsun, ortalığı gece karanlığı kapladığı zaman, halkın sesi çekildiği ve uyudukları anda kalksın. Abdest alsın ve iki rekât namaz kılsın. Ve desin: “Allah'ım, kullarından sâlih olan, Zât’ına yakınlık bulan birini bana göster. O, beni Sana iletsin ve Zât’ına varan yolu göstersin.”

Her biriniz anlatılan zamanda kalkmalı ve bu duayı okumalı. Çünkü sebep gerek. Sebepsiz yol, alınmaz. Bununla beraber Allah, ku­luna peygambersiz ve öndersiz doğru yolu nasip eder. Akıllı olunuz. Bulunduğunuz hâlin hayrı yoktur. Dalmakta olduğunuz gafletten ayık durunuz.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “Bir kimse kendi görüşü ile yetinirse yoldan sapar.”

İman çehrene ayna olacak birini ara. Bir aynaya baktığın zaman yüzündeki rengi, başındaki amâmeyi -dinî kisveyi- ve saçlarının akını, karasını gördüğün gibi o imanlı kimsenin de yüzüne baktığın­da iman hâlini öylece görürsün. İşte o iman sahibini ara.

Akıllı ol, bu heves neye? “Benim muallime ihtiyacım yok” dersin.

Hâlbuki Peygamber (s.a.v) Efendimiz herkesin bir öğreticiye mut­laka muhtaç olduğunu anlatmak için şöyle buyurur: “Bir imanlı, öbür imanlı için aynadır.”

Bir iman sahibinin imanı kemal bulursa, cümle halka ayna olur; din çehrelerini onda görürler. İmanlı, bir konuşma yapsa, halk, ona yakın oldukça kötü hâllerini iyiye çevirebilirler.

Bu nasıl arzudur ki, her yanınızı sarmış. Her an Allah'tan dile­diğiniz, yemek, içmek, giymek ve evlenmek... Allah'tan daim bunla­rın artmasını ister oldunuz.

Hele rızık babındaki talepleriniz, hiç de yerinde bir hareket de­ğil. Bir defa bu, ne artar ne de eksilir. Yeryüzünde duası kabul olan herkes bu hususta duaya sizinle beraber katılsa, rızkın, ne zerresini artırmanız kabil olur, ne de aynı miktar azaltmanız! Bu işin sonu gelmiş. O baptaki yazı yazılmış, kâtip istirahata çekilmiş. Sizin meş­gul olmanızı icap ettiren şimdiki şey emir ve yasaklardır. İşte, onla­ra koyulun, emri tutun, yasaklardan kaçının.

Mutlaka gelmesi mukadder olan işlerle neden meşgul olursunuz? Hak Teâlâ gelmesi gereken işte kefilinizdir. Kısmetler, belli zamanla­rında gelir. Onlarda, hem acı, hem de tatlı vardır. Sevmediğiniz veya sevdiğiniz şeylerin hepsi, belli anlarda kendiliğinden gelir.

Allah yolcuları namazlarını öyle bir hâl içinde kılar ki, orada ne bir talep ne de bir dilek var. Onlar iyiliğin gelmesi için bir talepte bulunmazlar. Onların duası bir emir icabıdır. Bu emir kalp cihetin­den gelir. O emre uyar, bazen halk için bazen de kendileri için dua ederler. Onlar, yaptıkları bu duada kendilerinden geçmiş bir hâl için­dedirler, yaptıkları duadan haberleri olmaz.

Allah'ım, bütün hareketlerimizde, Sana karşı iyi edep sahibi ol­mayı bize nasip eyle.

Oruç, namaz, zikir ve bütün tâat, Hak yolcusunun varlığına iş­lenmiştir. Bu hâller, onun etine, kanına karışmıştır. Bu hâli bulduk­tan sonra Hak onu cümle hâlinde esirger. Hüküm bağı o kulu bir an bile bırakmaz. O, bu hâlinde her şeyin ötesinde yaşar. Sanki o, hük­mün gereğini taht yapıp üzerine oturmuş, Hakk’ın kudret denizinde yüzüyor. Evet, o kul, âhiret, lütuf denizi sahiline ve yakınlık iline va­rıncaya kadar böyle devam eder.

Bu yolculuğunda o kul bazen Hakk'a döner, bazen yaratılmışla­ra... Kullarla uğraşır, yorulur. Yaratan'a dönünce de rahat bulur.

Yazıklar sana, ey münafık; anlatılan işlerden senin haberin bile yok... Yaptığın işlerin hiç birinde bu hâlleri bulamıyorum. Ey ibadet­hanelerinde tek duranlar, hâlbuki halkı kalbinize doldurdunuz. Le­hinizde ve aleyhinizde söylediğim hiçbir sözü duymaz oldunuz. Dil­siz ve sağırsınız. Kalkınız, bana geliniz. Yapmakta olduğunuz edep dı­şı hareketler dolayısıyla sizi sorguya çekmem. Allah'ın izni ile ve O'nun verdiği duygu gereğince size şefkat gösteririm; çünkü siz hasta­sınız. Sert sözlerim sizi korkutmasın ve sohbetimden kaçırmasın; bunlar benden değil, O ne konuşturursa onu konuşurum.



* * *



Ey evlat! Allah yolcuları karanlığa ışıkla girerler. Onların ışığı, Hakk'a kulluktur. Onlar korku ve çekinme içinde olurlar. Sonlarının kötü gelmesi ihtimali onları korkutur. Hakk’ın ilmi acaba neyi ge­rektiriyor, malûmları değildir. Sonları nice olur, bilmezler. Bütün bunları düşünerek karanlığı ibadet ışıkları ile delmeye çalışırlar. Çe­kinme, bazı zor işler, ağlamak, onların hâlidir. Namazlarını, oruçları­nı, haclarını ve bütün ibadetlerini gerektiği gibi yaparlar. Hem dil­leri, hem de kalpleri ile Hakk'ı zikrederler. Dünyadaki hâlleri böyle geçip gider. Sonra öbür âlemin en güzel yeri olan cennete giderler. Orada Hakk’ın rahmet yüzünü görür, iyiliğini bulur, bu hâllerine şükür ederler: “Allah'a hamd olsun, bizden kederi giderdi.” (el-Fâtır, 35/34)

Allah'ın öyle kulları vardır ki, onlar üstat sayılırlar. Ayrıca bun­ları yetiştiren şahlan, reisleri, emirleri, sahipleri de vardır. İşte bun­lar, hep birlikte yukarıda beyan edilen duayı, öbür âleme göç etme­den burada da okurlar.

Hak Teâlâ'nın o yüce kulları O'nun kapısına vardıkları zaman kapıyı açık bulurlar. İlâhî süvariler onları orada bekler. Hepsi o yüce kulların gelmesini gözetliyordu zaten... Görünce selâm verir ve o sevgili kullar önünde baş eğer, emir beklerler.

Sâlih kullar, o kapıdan içeri girince hiçbir gözün görmediği, ku­lağın işitmediği, beşer kalbinin hatırlamasına imkân olmayan kutsî varlıklar görür, şöyle duaya başlarlar: “Allah'a hamd olsun; Zât’ından ayrı kalma üzüntüsünü biz­den aldı. Aramızdaki perdenin verdiği kederi kaldırdı. Bizi Zât’ı için seçti, yakınlığına erdirdi. Bilhassa Zât’ından gayri şeylerle meşgul ol­ma derdini bizden aldı. Bizi bütün fâni varlıklardan beri edip Zât’ı ile olmayı nasip ettiği için Allah'a hamd olsun; Rabb’imız hem Gafûr, hem de Şekûr'dur. Yaratan'ımız, hatalarımızı bize göstermeden siler
ve yaptığımız az kulluğa karşı bol iyilik eder.”



* * *



Ey evlat! İman babında kuvvet bulursan, marifet âlemine geçer­sin. Oradan da ilim deryasına... Oradan fâni varlığını bırakır, halkın mevhum varlığını geçer, halkın, şu veya bu gibi bir varlığın bulun­madığı bir âleme göç edersin. Orada ne sen varsın, ne de halk... Yal­nız O var...

İşler bu minval üzere devam ederse, senin için keder lafı olmaz. Hakkın Hafız (Esirgeyen) sıfatı, sana hizmet eder. O'nun himayesi altına girersin. Bütün işlerin başarı ile sona erer. Melekler önünde, baş eğer, çevrende yürür. Ruhlar sana gelip selâm verir. Hak, kulları içinde seninle övünür. Bütün işlerin O'nun emri altında yürür; seni yakınlığına cezb eder. Zât’ı ile ülfet ve daima O'na münacat etme zevkini duyarsın.

Hiçbir özür beyan etmeden meclisimi terk eden, çok şey yitirdi.

Yazık sana, makamımı bana çok görmektesin. Hâlbuki Hak ta­rafından bana verilen makamı takdir edebilmek, sana hayli güç... Beni darıltmakla eline ne geçer ki? Bu, öyle bir iştir ki, gökten yere iner... Hak Teâlâ şöyle buyurur: “Hangi şey olursa okun, onun hazinesi katımızda bulunur. An­cak ondan malûm bir miktar indiririz.” (el-Hicr, 15/21)

Semâdan yere yağmur yağar, ondan bitkiler biter. İşte bunun gibi yücelerden inen rahmet tecellisi temiz kalplere gelir, geldiği ye­ri güzel kılar. Her hayrın nebatını yeşertir. Sırlar büyür. Tevhid ge­lişir. Tevekkül âlemi açılır. Hakk'a münacat ve O'na yakın olma hâ­li hâsıl olur.

İlâhî rahmetin indiği kalpte, ağaçlar ve meyveler olur. Orada çıplak ovalar, geniş yaylalar vardır. Denizler, ırmaklar da bulunur. Ayrıca dağlar da var. Hâsılı orası bir temaşa yeri olur. İnsan, cin, me­lek ve bütün ruhların içtima olduğu yer orasıdır.

Bu anlatılan şeyler akılların ötesine aittir. Yalnız kudret işidir ve ilâhî iradenin tesirinden başka değildir. Bunu bilmek ve anlamak, Hakk'ın, kulları arasından seçtiği fertler içinde bazı kimselere nasip olur.

Sözlerimdeki tuzağa düşmeye çalışınız. Oturmam ve konuşmam birer tuzaktır. Sizden herhangi birinin oraya düşmesini beklerim. Önünüze serdiğim sofra Hakk'a aittir, benim bir şeyim yok.

İlâhî rahmete ermek için davetime geliniz ve bana uyunuz ki, sizi Hakk’ın kapısına götüreyim. Doğru odur ki, Hakk'a çağırır. Ya­lancı odur ki, şeytana çağırır.

Hak da görünür, bâtıl da; her biri başlı başına birer şeydir. İman nuruyla nazar eden iman sahibi ikisini de görür ve bilir.

Ey Bağdat ehli, akıllı ve zeki olduğunuzu iddia edersiniz. Hâliniz öyle gariptir ki, yalancı ile doğru birbirine karışır da ayırt edemezsi­niz. Hak hangisi, bâtıl nerede, bilemezsiniz.

Hakk'ı tekzip etmenizin cezasını yine siz çekeceksiniz. Benim için bu önemli değil.

Hakk'ı dileyen, cenneti ummaz, cehennemden korkmaz, yalnız Hakk'ı diler. Bu dilek de ona yeter. Hakk'ı dileyen, ondan yakınlık umar ve uzak kalmaktan korkar.

Sen şeytana esir oldun. Boş arzular çevreni sardı. Dünya, hâlini perişan etti. Tabiî arzular seni yıktı. Bunlardan haberin yok. Kalbin kötü tuzağa düştü, ama halâ anlamıyorsun.

Allah'ım, o çaresizi tam manasıyla kurtar; bizi de kötü işlerden halâs eyle.

Biraz gayretli olunuz, kolay işleri bırakınız; size bu yaraşır. Bir kimse, gayreti bırakır, kolay işler peşine takılırsa, yolunu kaybetme­sinden korkulur. Gayret sahibi olup, çalışmak, erkeklere hastır; çün­kü onda bazı güçlükler vardır. Emir almak ve kolay işlere girişmek ise, kadınlara yarar, çocukların harcıdır; çünkü bunda güçlük yok­tur.



* * *



Ey evlat! Ön safa geç. Kahramanlar ve bahadır kişiler orada bu­lunur. Geride kalma, orası korkak olanlara has bir yerdir. Nefsini hizmetçi eyle. Onu gayret gereken işlere sok. Ona yük vurmazsan, en ağır yükü o sana vurur. Onun başından sopayı kaldırma. Sopa kalk­tığı an uyur ve sırtındaki yükü yere vurur. Ona dişlerin beyazlığını gösterme, gözlerini ona açarken heybet göster ki, bakıp içindeki be­yazlığı görmeye. O kötü bir köledir, yalnız sopa zoruyla iş tutar. Onu doyurma, ancak doyurmakla onu azdırmayacağına inanırsan doyur istediği kadar yesin. Yediği gibi iş görmesi de gereklidir.

Süfyân-ı Sevrî, çok yer ve ibadet ederdi. O, midesini doyurduğu zaman bir zenci gibi yerdi. Onu gören doymak bilmeyen bir yaratığa benzetirdi. Sonra ibadete kalkar, sonsuz hazzını ondan alırdı.

Bazı büyükler, Süfyân-ı Sevrî'nin yemek yeyişini gördükleri za­man kızdıklarını ve ibadet anındaki ağlamasını, sızlamasını gördük­leri zaman da acıdıklarını söylerler.

Sen ona yemek işlerinde uyma; ibadet bahsinde onu izle. Sen Süfyân gibi olamazsın. O nefsini doyurduğu için sen de doyurma. O nefsine hâkim olurdu, ama sen belki olamazsın. Haram işlerden ka­çınmaya devam et, helâlin de oldukça azını al. İmanın kuvvet buldu­ğu an, her şeye karşı bir yeterlik duygusuna sahip olmaya bak. Hele ikan derecesine gelince bu hâli daha çok taşı. Söylediklerimi yapar­san Allah'ın tam kullarından olursun. Zâhidlik hâlin iyi olursa Hak sana, dilerse vasıta ile, dilerse Tekvin sıfatı tecellisi yolu ile vereceği­ni verir. Bu durumda maddi bir gayret sarfı olmadan kalp elin ala­cağını alır.

Ne konuşursun, henüz Allah'ın has kullarından olmadın ki! Hal­kın değil, Hakk'ın has kulu oluncaya dek ses etme. Hele sebepler... Onların da bendeliğinden çıkmak gerek.

Bu yolda sana kolayca söz hakkı tanımaz; tâ ki, dünyaya kul olmayasın. Şehvetler ve şeytanlar çevreni sarmaya. Kulların yanında bir şöhret kapma hevesi seni yere sermeye. Onların varışı ve terki sen bağlamaya. Övmeleri ve zem eylemeleri yolunu Hak’tan çevirme­ye. Bu hâller, sâlih kullarda olmaz.

Kalbini Hakk'a bir adım bile attırmadan; nefsinle, değersiz ar­zunla oturmakta ve tabiî isteklerine uymaktasın.

Ömrün asra yakın. Bütün ömrü, halka bağlanmak, sebeplere gü­venmekle geçirmektesin ki, bu hâlini görmekteyim. Onlara dayan­makla daha nice ömür tüketeceksin? Bana gel, onların kaydından halâs yolunu sana göstereyim, öğreteyim.

Ey cahil, kalbin Hakk'ı nasıl görebilir ki, halk onu doldurmuş. Cami kapısını nasıl görebilirsin ki, evinde oturmaktasın. Evinden çı­karken yavrularını, ehlini bir yana atar, camiye doğru yol alırsan o caminin kapısını görürsün. Demek ki, bir grubu arkaya atmadıktan sonra ikincisini görmek kabil olmuyor.

Halkla olduktan sonra Hakk'ı görmen mümkün olmaz. Dünyayı gördükten sonra âhireti bilmen nasip olmaz. Bir yanında dünya bağı, öbür yanında âhiret sevgisi olursa, onların Yaratan'ını bulmayı nice umarsın? Her fâni varlıktan tamamen sıyrılırsan, sır âlemin Rabb'inle karşılaşır. Bu dıştan anlaşılmaz, iç âlemin hâlleridir.

Yapılan iyi işler kalbe yarar, mâna âlemini bulmak sırra hastır, Allah yolcuları, kendi yaptıkları iyi işi görmezler. Yaptıkları güzel işe onlar karşılık beklemez. Şüphesiz bu hâlle onlar, en güzel ma­kama erdiler; Hakk'ın fazlı yetişti, onları yüce makama götürdü. O makamda ne bir yorgunluk, ne de bir geçim derdi bulunur. İnsan orada ne kesiklik bilir, ne de bir zayıflama... Orada kazanç derdi ve çalışma yoktur. “O makamda, bize nasab değmez.” (el-Fâtır, 35/35)

Bu âyetteki “nasab” kelimesini, bazı tefsirci zâtlar: “Ekmek gai­lesi, onu kazanma derdi ve ayal geçindirme sıkıntısı...” olarak açık­larlar.

Cennet, faziletle, hayırla doludur. Rahat, oranın ayrılmaz vas­fı sayılır. Orada hesapsız ihsan yapılır.

Bütün mesele, kalbin huzura ermesindedir. Bu huzur, dünyaya âhirete dayanan bir iş için olmamalı. Hele halka ait bir dilek için hiç olmamalı. Kalbin tam huzura varması için ölüm gerek. Hakk'ın zik­rinde hakikate varmak lâzım. Hakk'ı zikirde öyle bir hakikat bulu­nur ki, neye baksan onu asıl şekli ile görürsün. Herhangi bir şeyi dü­şünmek de öyledir. Devamlı ölümü düşünsen, baktığın her şeyde onu görürsün; işittiğin her şeyde onu duyarsın. Asıl ölümü düşünmek ayıklığın tâ kendisidir; bunu da unutma. Ölümü düşününce, şehvet arzun azalır. Herhangi bir aşırı ferah anında duygularına sahip ola­bilirsin. Size düşen daima ölümü düşünmek, çünkü ondan kurtuluş yoktur.

Kalp sağlık bulursa Hakk'ın Zât’ından başkasını unutur. Bilir ki, ezelî, ebedî, daimî var olan yalnız Hak'tır; O'nun Zât’ından gayri her şey sonradan yaratıldı.

Kalp sağlık bulunca konuştuğu her kelâm hak olur, doğru olur. Onu kimse reddedemez. Onda kalpten ileri bir kalp konuşur. Sırrın sır­rı hitap eder. Açıktan açık konuşur. Mânanın mânası, özün özü, doğ­runun doğrusu onun varlığından kelâm eder. İşte bu zattan çıkan sözler, kalplere işler. Onun her sözü yerine ekilen bir tohumdur. O to­humun ekildiği yerler, yumuşak topraklı ve mümbit bir arazidir; ona saçılan hiçbir tohum boşa gitmez.

Sağlığını bulan kalpte bir ağaç olur; onun dalları, yaprakları ve meyveleri bulunur; halk ondan faydalanır.

Bir kalbin ki, sağlığı olmaz, o hayvanattaki kalbe benzer... İçi ol­maz, dışı olur. İçinde su taşınmayan ibrik o kalbe misal getirilir.

İnsan olsun, melek olsun, sağlam kalbi bulmadıktan sonra, mey­vesiz ağaç gibidir. Kuşu olmayan kafes, içi boş eve benzer. İçinde al­tın, gümüş dolu olan ve kimseye verilmeyen hazine ne ise sıhhati ol­mayan kalp de öyledir. Kalbi sağ olmayanlar, ruhsuz cesede benzer ve kuru taş gibidir. Taşın dış görünüşünden gayri neyi olabilir ki?

Allah'tan yüz çeviren ve Hakk'ı inkâr eden bir kalp esas şeklini yitirmiştir. Allah kâfirlerin kalbini taşa benzetti ve şöyle buyurdu: “O taş gibidir; hayır, ondan da katıdır.” (el-Bakara, 2/74)

Bu âyet-i kerime, Beni İsrail'i anlatır. Onlar Tevrat ahkâmına göre amel etmedikleri için Hak Teâlâ onların şeklini değiştirdi; rah­met kapısından uzak etti.

Ey Muhammed ümmeti, siz de Kur'ân'a göre amel etmez ve onun hükmünü benimsemezseniz kalbiniz iyi şeklini yitirir; Hakk'ın rah­met kapısından uzak olursunuz. Bildiği şeyler yüzünden sapıtanlardan olmayınız. Allah, birçok kimseleri ilim yolunda şaşırttı; sizi onlara karıştırmaması için dua ediniz.

Her işini Allah için yap. Bir işe kimin için başlarsan neticesi yine onun için olur. İlmini halk için tahsil edersen eline halk geçer. Allah için ilim yoluna koyulursan sonunda O'nu bulursun. Dünyaya dair bilgi toplarsan, dünyayı bulursun. Âhiret işlerini öğrenirsen ona ka­vuşursun. Hâsılı neye çalışıyorsan ona nail olursun. Her şey böyle... Yaptığını görür, ettiğini bulursun. Her kap, içindekini sızdırır. Kabı­nı neft yağı ile doldurunca, gül yağı akmasını beklemek olur mu?

Sende hayır yok. Dünyada dünya için amel edersin. Dünya oğul­ları uğruna çalışırsın, ama âhiret âlemini de talep edersin, olur mu? Bugün bütün işlerini halka tahsis ettin; yarın için de Yaratan'ı bul­mak emelindesin; bu nasıl olur? Sana göre olur, çünkü varlığında iyilik kalmamış.

O'na bakmak ve O'na yakın olmak için hiç iyi yönün yok.

Söylediklerimiz dış hükümleri ilgilendirir ve galip olan budur. Ama Hak dilerse, bu hâlinle birçok şeyleri sana ihsan eder, hataların­dan geçer; bu O'na ait... Bize göre tâat cennetlik iştir, isyan da ce­hennemlik. İşin bundan ötesi sahibine... Hak Teâlâ'ya... Dilerse yapı­lan işe karşılık verir; dilerse azap eder. Bizden herhangi birinin Hak tarafından ceza vermek ve dargın yüz göstermek babında işlerimiz bir önem taşımaz. O yaptığımıza bakmadan hem döver, hem de sever. O dilediğini yapar; yaptığından sorguya maruz kalmaz. Şayet o bir peygamberi ve sâlihlerden birini ateşe atacak olsa zalim olamaz; âdil olur. Mal, mülk, hüküm onun olduğuna göre kim karışır? Herkes mülkünde istediği tasarrufa sahip değil mi? Bu hâllerde bize düşen, Hakk'a ait işlerin doğruluğunu tasdiktir. Bizim için, bu nasıl olur, neden ve niçin gibi sözler ve bunun olması caizdir veya değildir gibi laflar yaramaz.

Allah, bir işi yapıyorsa o adalettir ve haktır. “Allah bu gibi işleri yapamaz ve böyle işler olamaz” gibi lafla­rın bize ne yaran olabilir?

Sözlerimi işitiniz. Ağzımdan çıkan her kelâmın mânasına akıl er­dirmeye çalışınız. Şunu katî bilesiniz ki, ben, evvel zamanda gelip geçen büyük zâtların çocuğuyum. Onların kudreti ve kuvveti önünde dururum. Onların metaını satmaya çalışırım. Bağırmam, çağırmam, onlarını malını satmak için. O mallara hıyanet etmem, kendiminmiş gibi göstermek de istemem. İşlerime onların sözüyle başlarım. Onla­rın metaını överim. Yaptığım işlerin bereketini Allah verir.

Peygamber'e (s.a.v) uyduğum, anama, babama iyilik ettiğim için Allah bu işlere beni ehil kıldı. Allah, anamın babamın üzerinden rah­metini eksik etmesin.

Babam zengindi, dünyalığı vardı. Fakat ona karşı bir yeterlik duygusuna sahipti. Annem de ona uydu. Yaptığı her işe razı oldu. Hiçbir zaman babamın yaptığına anam itiraz etmedi.

Babam ve annem ehl-i din olup daima iyilik ederlerdi. Kalplerin­de halka karşı bir şefkat duygusu vardı. Üzerimde gördüğünüz iyilik onlarındır, başkalarının değil. Allah'ın ve Peygamberin (s.a.v) huzu­runa onlarla birlikte varacağım. Onları ben götüreceğim... Zaferimi onların sayesinde bulacağım. Her hayrım ve bulunduğum nimet on­ların sayesinde oluyor. Her iyiliğimi onların yanında görüyorum. Hazret-i Rasûl (s.a.v) hariç halkın hiç birinden beklediğim şey yok. Esas Yaratıcı’mdan gayri kendini yaratıcı tanıtanların hiç birinden um­duğum bir şey yok.



* * *



Ey bilgin kişi, sözün sadece dilde; kalbinden akıp gelen bir şey yok. Her şey suretten ibaret, için bozulmuş. İçinde yararlı hâl taşıyan kalp, dilden gelen, içsiz sözü bırakır, kaçar. İyi kalbe sahip olan, manasız sözü duyunca âdeta kafese konmuş gibi çırpınmaya başlar. Mü­nafık mescitte nasıl darlık duyarsa o iyi kalp sahibi de, o sözleri din­lerken o hâli duyar.

Bir mecliste, doğrulardan biri münafık bilginlerden birini gö­rürse, hayat emniyetini oradan kaçmakta bulur. İçi temiz ve doğru olan zât, deccâl kılıklı, bidatçi ve Allah'ın, Peygamber’in düşmanı ile nasıl oturabilir? Allah yolcuları içi bozuk münafıkları tanır. Onla­rın çeşitli alâmetleri vardır. Allah yolcusu, münafığı yüzünden ve sö­zünden tanır. İçi bozuk adam: “Bir sâlih kimseye teslim olup halâs bulmaktansa, aslanın ağ­zına yem olayım!” der.

Şayet bir münafık kişi gelecek olsa, sâlihin nuru onu yakar. Me­lekler, içi bozukları, sâlih kullardan uzak tutar. Onların, doğrular arasında yeri yoktur. Varsa bir geçici payeleri, o da avam halk ara­sındadır. Avam halk, onları belki bir adam sanır, ama Allah yolcuları katında onlar, yırtıcı bir kediden daha aşağıdır, zerre kadar değer ta­şımazlar.

Doğru kimse, ilâhî nurla bakar. Baş gözündeki görme duygusu güneş ışığı ve ay aydınlığı onun için önem taşımaz. Güneş ışığı, ay aydınlığı ve gözündeki görme duygusu olmasa da görür. Bu nur, bir nevi umumî sayılır. Bir de özel nur vardır ki, onu ancak Hak, seçtiği kimselere verir. Bu nuru almak için hükümlere uymak, onlara tam iman sahibi olmak Kitab’a -Kur'ân'a-, Sünnet’e -Peygamberin âdet­lerine- göre amel etmek gerekir. Hem kim ki, Kitap ve Sünnet’e göre amel etti. Allah Teâlâ ilmin nurunu ona verdi.

Allah'ım, bizi hilmine ve yakınlığına nasip eyle. Âmin!

Ey içi bozuk münafıklar! Allah size meymenet vermedi. Hayret ne kadar da çoksunuz? Bütün telâşınız, halkla iyi geçinmeyi temin için... Dolayısıyla de Hak'la olan bağlarınızı koparmak... Bundan baş­ka hiçbir çabanız yok.

Allah'ım, beni o münafıkların başına sal. Tâ ki, yeryüzünü on­lardan temiz kılayım. Şu zamanda münafık adamın işareti odur ki: Yanıma gelemeye ve bana selâm veremeye... Selâm vermek zorunda kalsa, ancak zorlukla vere... O içi bozuk adam ister ki, bu dini çökerte.

Allah'ım, din binasını yapmak için bana yardımcılar ver.



* * *



Ey içi bozuklar, bu din elinizle yapılmaz. Sizde onu yapacak iyilik yoktur. Onu nasıl yaparsınız ki, bina işinden anlamadığınız gibi, onu yapacak âletiniz de yok. Ey cahiller! Din evinizi yapınız. Size elzem olan önce bu binadır; sonra başkaları.

Bana düşmanlık etmeyiniz, bunu yapacak olursanız, ben de size yaparım. Sonra felah bulamazsınız. Çünkü Allah'ın, Peygamber’in yardımı bana kuvvet verir. Yapacağım her işi onlarla yaparım. Düş­manlık etmeye kalkmayınız: Allah yapacağı her işte galiptir. Hatır­layınız. Yusuf Peygamber’i... Kardeşleri öldürecekti; ama güçleri yet­medi. Nasıl öldürebilirdi ki, Hak katında o bir şahtı ve hak peygam­berlerden biriydi. Doğrulardan bir zâttı. Hak Teâlâ ezelde öyle yaz­mıştı ki, halka onun vasıtasıyla iyilikler ola.

Ey şu zamanın münafıkları bu hikâye sizedir. Beni öldürmek is­tersiniz, ama bu olmayacak. Böyle bir iyiliği (!) bulmanız kabil değil. Bu bapta elleriniz kusurlu. Ezelde verilen bir hüküm olmasaydı, sizi teker teker hesaba çeker, azarlamayı da bilirdim. Her işin kökü hü­kümledir. Ayakta durmak da hükümle olur, ilmin gereğini yapmak da o ezelî hükme bağlıdır.

Allah yolcuları halktan korkmaz. Çünkü onları Allah kefaletine almıştır. Onları Allah saklar ve idare eder, her kötülükten esirger.

Allah yolcuları da buna inanır; bu sebeple halktan gelecek bir yara­maz işe aldırmaz. Bilirler ki, yakında halkın eli tutamayacak, ayak­ları yürüyemeyecek ve dili de söz edemeyecek. Halkın âciz olduğuna ve yokluk içinde bulunduğuna inanmışlardır. Bilirler ki, halk öldüremez ve bir paye veremez. Bilirler ki halkın elinde ne fayda ne de zarar vardır.

Hak yolcuları mülk olarak yalnız Hakk’ın varlığını bilirler. On­dan başkasında güç olmadığına, veren, alan, faydalı olan ve zarar veren yalnız O olduğuna inanırlar. Bu imanlarıdır ki onları şirk yü­künden alır.

Onları Hak öz olarak seçmiştir. Dolayısıyla daima huzur içinde ve Zât’ı ile ülfet hâlinde olurlar. Rahatları O'nunladır. O'nun verdiği rahatlık içinde kalır, lûtfuna uğrar, kalpten O'na münacat ederler. Bu hâli bulduktan sonra dünya olmuş veya olmamış aldırmazlar. Âhiret ister olsun, ister olmasın bir şey ummazlar. Hayra şerre aldırış et­mezler.

Allah yolcuları kötü işleri bırakmak için ilk zamanda kendileri­ni biraz zorladılar. Sonraları Hak onlara acıdı. Kötülüğü terki tabiî kıldı ve bu duyguyu bir hibe olarak verdi.

Hakkın verdiği hedefe varınca, zühdün özüne erdiler. Tabiatın da ne demek olduğunu anladılar. Her şeyi Hak'tan öğrendiler.

Her şeyi o büyüklerden belleyiniz. Şimdilik ibadeti, içinizden gel­mese bile zorla yapınız. Kötü işleri terke gayret ediniz. Yasaklara ya­kın olmayınız. Bir zaman sonra göreceksiniz ki, zorla yaptığınız işler tabiî bir hâl almış.

Rabb’inizin kelâmını anlayınız; anladığınızla amel ediniz; amel­lerinizde ihlâsı bırakmayınız.



* * *



Ey evlat! Sen nefis, tabiat ve boş arzudan ibaret kaldın. Yabancı sıbyanla ve yabancı kadınlarla oturmaktasın. Sonra da “Ben onlara aldırış etmem, kalbim bozulmaz” dersin.

Bunu nasıl dersin bilmem; yalancı oluyorsun. Bu sözlerinde sana ne din uyar, ne de akıl. Yakında konuk olacaksın. Nereye biliyor mu­sun? Bir ateşten öbürüne... Bir odundan öbürüne...

Din ve iman evin, İslâm yolunu inkârla ışıldamakta. Bunu in­kâr etmeye kimsenin dili varmaz. Hâlin böyle olduğunda herkes itti­fak eder. Ve derler ki: “Şunun her yanı inkârla dolu”

Önce iman ve Hak Teâlâ'ya karşı irfan sahibi ol. Sonra Hakk'a nâib olarak halkı tedavi et, onlara tabip ol.

Yazık sana... Yılanlarla geleceksin. Hâlbuki Havva validenin sanatını da bilmezsin. Onların öldürücü zehrine karşı tiryak da ala­madın. Bu hâlde halkı nasıl tedavi edersin? Gözü kör olan halkın gözünü nasıl tedavi edebilir? Dilsiz halka nasıl laf öğretebilir? Bilgi­den yoksun olan, dinin emirlerini nasıl yerine getirebilir? Şaha kapı­cı olmayan, halkı ona hangi hakla götürebilir?

Sen Allah'ı bu hâlinle anlayamazsın. O'nun kudretini sezemezsin; yakınlığını bilemezsin ve halkı idare şekline aklın ermez. Hakk'ın siyasetini ben de bilemem. Onun kudretini benim de aklım zaptede­mez. Bunlar ancak teville anlaşılır ki, tevilini de ancak Hak Teâlâ bilir.

Sözlerimi işitiniz ve bana dönünüz. Ben şahın davetçisi ve Pey­gamber’in vekili olarak aranızdayım. Halkı dine yerleştirmeye gayret ederim. Allah'ın ve Peygamber’in (s.a.v) emrini yaparken sizden utan­mam. Ben onların fermanı ile çalışan bir tahsildarım ve işlerimi on­ların kudreti ve kuvveti içinde görmekteyim; intisabım onlaradır.

Şu dünya fena bulup gidecek. Burası âfet ve belalarla doludur. Hiç kimsenin onda geçimi hoş olmaz. Hele hâkim bir Zât’ın onda hiç de rahatı iyi değildir. Derler ki: “Hâkim Zât’ın gözü, dünyada bir an bile aydın olmaz, onun gözü ölümü bekler.”

Bir kimsenin ki, karşısına yırtıcı hayvan dikilir, yaklaşır ve ağ­zını açar ondan nasıl kaçılır ve göz yumulup uyunur?

Ey gafiller! Kabir ağzını açıyor. Ölüm canavarı ve ejderhası da ağzını açmış. Şu hanın cellatları kılıcı ellerine almış, emir bekler. Hâl bu iken, nedir bu gafletiniz? Bu işleri tam mânası ile anlayıp gerek­tiği gibi ayık olan ancak milyonda bir kişi çıkar.

Bulunduğun hâlden kurtulup ayık kimse olman için bazı şartlar lazım. İlk defa kazanıp yemek için bir sanat sahibi olmalısın. İma­nın tam kuvvetini buluncaya kadar bu lazım. Çalışmaya devam eder, sebat bulursan, Hak Teâlâ seni tevekkül yoluna atar; sebepleri bildir­meden yedirir ve içirir. Ey sebeplerle Hakk'a şirk koşan, tevekkül yo­lu ile alıp yemenin hoşluğunu tatmış olaydın Hakk'a eş koşmazdın. O'nun kapısında oturur, tevekkül eder, kaynaktan akıp geleni alır yerdin.

Dünya geçimi için iki şeye aklım erer: Biri dış sebepler yolu ile çalışmak, öbürü de tevekküle dayanmak. Yazıklar olsun, çalışmı­yorsun, halka yük olup gitmektesin. Bu hâlin için utanç duyduğun yok. İşin başı çalışmak, sonrası da tevekkül, yâni işi oluruna bırak­mak. Sende ne sonu var, ne de önü.

Ben daima gerçeği söylerim; bunu yaparken senden utanmam. Sözümü işit ve kabul et. Bilgisiz hâlin için benimle çekişme, öyle yersiz çekişme yaparsın ki, görenler, gerçek senin tarafından olduğunu sanacak.

Halktan yana bir yeterlik duygusuna sahibim. Onların elinde olana göz atmadığım gibi övmelerine ve yermelerine de aldırış etmem. Sizden bir şey alacak olsam, benim için değil, başkası için alırım.

Sözlerim tam yerinde ve zamanında söylenir. Hangi sözü eder­sem o bana emredilmiştir. Ağzımı açınca, söyleyeceğim sözün gerçek olduğunu önceden kestirmiş olurum. İlâhî hükümleri değiştirecek bi­ri olmadığı gibi onun yerine gelmesini önleyecek biri de çıkmaz.

Yazık oluyor sana. Halkın iyi demesi seni aldatıyor. Halk sana iyi der; hâlbuki içinde bulunduğun hâlin gerçeğe uymadığını bilir­sin. Bu hususta Hak Teâlâ şöyle buyurdu: “İnsan, nefsini çok iyi bilir.” (el-Kıyâme, 75/14)

Tuhafsın. Avam halk arasında o kadar güzel (!) oluyorsun ki, hepsi seni övüyor. Ama ilâhî nurla münevver zatlar arasında hiç de öyle değil. Onlar senin saklamakta olduğun gerçek yüzü bilir. Öbür tarafta iyi gözüktüğün kadar burada kötüsün.

Ey dünyaya dalıp gidenler ve onunla ferah duyanlar, hâliniz ne­reye varır? Dünyaya dalanlar, akıllı olduklarını iddia ederler. Her şeyi iyi kavradıklarını sanırlar.

Yazık oluyor, yapmayın. Siz, Rabb’inizin şu kelâmını duymadınız mı: “Biliniz ki, dünya yalancı oyuncak ve geçici süstür.” (el-Hadîd, 57/20)

Cıncık boncuk, kadınlara, mümeyyiz olmayan yavrulara yaraşır; aklı başında olan erkekler onları neyler ki?

Size anlatmak isterim ki, dünya metaı, aklı kıt olan cahil kişiler için olur. Şunu da anlatmak isterim ki, Hak Teâlâ sizi oyuncak için yaratmadı. Âhireti bırakıp dünyanın geçici işleri ile meşgul olan, öm­rünü boşa harcamış sayılır. Dünyalığınızı şehvet, nefis ve nefsin eli ile alırsanız, yılan, akrep almış olursunuz. Âhiret işlerine dönünüz. Kalpten Rabb’inize yöneliniz. Onunla olunuz; sonra onun fazlı ve ihsanı icabı size gönderdiğini de alınız.

Hem dünyayı, hem de âhireti düşününüz, anlayınız; sonra ikisi arasında tercih yapınız.

Öğrendiğini mi sanırsın; ne öğrendin ki? Bende bilmediğin daha çok şeyler var, onları da bellemeye çabala.

Ektiğim şeyler yetişti, kol attı. Seninki, bittikçe yanar.

Akıllı ol, baş olmayı bırak; ayrıl. Yanıma gel, cemaatimden biri gibi şurada otur. Sözlerimin, kalbinde yeşermesi için böyle yap. Aklın olsaydı sohbet için yanımda otururdun. Benimle yetinmiş olsaydın, her gün bir lokmacık alır ve sert sözlerimi sabırla dinler, fayda bulur­dun.

Her kimin ki imanı var, o yanımda oturur, sözlerimi dinler ve her kimin ki imanı yok, o da kaçar.



***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



62. MECLİS



Bu konuşma Cuma sabahı medresede yapıldı.

Konuşma tarihi: Hicri 546 Recep ayının sonu, Milâdi 1151.



Aziz ve Celil olan Hakk'ı tevhid et; her şeyde, her varlıkta O'nun nurunu gör. Şöyle ki, kalbinde ne dâr kalsın, ne diyar. Hatta iç âle­minde, fâni eşyadan zerrenin dahi yeri olmasın.

Tevhid, her şeyi yok eder. Bütün şifa tevhiddedir. Ve bütün şifa tevhide sarılıp dünya ejderinden kaçmaktadır.

Havva ana gelinceye kadar dünya yılanından kaç. O gelsin, diş­lerini söksün, zehrini akıtsın, zararsız hâle getirsin, sana yaklaştırsın. Ve bu işin yolunu, bu işteki hünerini de sana belletsin. Sonra o dün­yanın zehirli yaratığını sana teslim etsin.

Artık bundan sonra onun sana gücü yetmez, eziyet edemez. On­da istediğin ameliyeyi yaparsın; dokunmaya güç bulamaz.

Hak Teâlâ'yı seversen, O da seni sever. Bu sevgi dolayısıyla dün­ya, şehvet, yersiz lezzet, nefis, hevâ ve şeytanların şerrinden seni ko­rur. O'nun bu koruması, sana yeter. Hâl böyle olunca, kısmetlerini zararsız ve kedersiz alırsın.

Ey şahitsiz davacı, kalbinde Hakk'a şirk beslediğin hâlde daha ne kadar tevhid iddiasında bulunacaksın?

Güçlü isen gel. Sen eline bir silâh al, ben de silâhsız olayım; en korkunç yerlere gidelim. Bu gidiş geceleyin olsun, bakalım orada kim feryadı basacak? Sen mi, ben mi? Bakalım, kim kimin cübbesine sı­ğınacak? için nasıl dışa çıkacak! Sen nifakla terbiye oldun, ben imanla.



* * *



Ey cemaat! Size dünya bir şey versin diye onun ardından koşar­sınız. Hâlbuki o veli kullara bir şey kabul ettirebilmek için peşlerin­de gezer. Onların önüne gelir, başını eğer, onlara bir şey verebilmek için sızlanır.

Nefsine tevhid kılıcı ile vur. Onun ıslahı için başarı zırhını giy. O nefsi mücahede okuyla yere sermeye bak. Hele takva korkusunu ondan uzak etme. Yakin -tam iman- kılıcı elinden hiç düşmesin. Nefse, gâh mızrağınla dürt, gâh onu sopanla döv. Sözünü dinler hâle gelinceye kadar bu hâlin devam etsin. Onun üstüne çıkıp ağzına gem geçirinceye ve yularını ele alıncaya kadar tarif ettiğimiz işleri yap. Nefsi, bu hâle getirdikten sonra, onun sırtında denizi, deryayı, kara­yı dolaşman kabil olur. Nefsi bu hâle getiren kimse ile Rabb’i iftihar eder; sonra onu nefsin belini kıran, halâsı bu yolda bilen, başka yol tanımayan kimselere katar.

Nefsini anlayan, ona göç yükünü taşıtır. Ona her ağırlığını vur­duğu hâlde karşı gelmez ve emrini dinler; yanlış hareket etmez.

Sende hayır yok. Nefsi, kötü arzulardan beri alıp onu iyi anladıktan sonra hakkını verirsen, hayrını bulursun. İşte bundan sonradır ki, o nefis, kalbin himayesine girer. Kalp nefsin elinden tutar, sırra gider. Sır da onlarla birlikte Hak Teâlâ'yâ varır.

Cihad asasını nefsin üstünden kaldırmayınız; onun yalancı iyiliklerine aldanmayasınız. Onun yalandan uyuklaması sizi kandırmasın. Nefsin uyuklaması, yırtıcı hayvanın uyuklamasına benzer; daldınız mı biner. O kendini uyur göstermeyi sever.

Şu nefis var yâ, uyarlık gösterebilir; yumuşak başlı, engin hail olduğunu ve hayrı takip ettiğini belirtebilir; ama biliniz ki, içinde bunların aksini saklar. Nefse karşı daima dikkatli ol. İşlerin hayırlı bitmesi için, onu başıboş bırakma.

Allah yolcularının, halktan ırak bir başka meşguliyetleri vardır Bununla beraber, halka bakmak için onlara vazife verilmiştir. Bu yüzden onlarla oturur, kalkar, emir verir ve yasakları bildirirler.

Halkla Hak yolcularının durumuna şu hikâye bir misaldir. Şöyle ki: “Birtakım yolcular, deniz aşırı yerlere gitmek istediler. İçlerin­de yoldan anlayanlar geçti ve şaha vardı. Öbürleri, önce gidenlerin geçtiği yolu bilmedikleri için tuhaf oldular ve boğulmaya ramak kal­dı. Bu durumu iyi bilen şah önce gelenlerden dilediğini yol göster­mek üzere geri saldı. Onlar da gelip yol üzerinde durdular ve yolda kalan kulları doğru yola davet ettiler. ‘İşte yol burada; kurtuluş şurada’ dediler.
Bunu duyup gelen elini verdi ve kurtuldu.”

Bu hikâyenin aslı Hak Teâlâ'nın şu kelâmına dayanır: “O kimse ki, imanlı idi, gitti ve ey cemaat bana uyunuz, sizi doğra yola götüreceğim, dedi.” (el-Mu’min, 40/38)

Sizden aklı başında olan, dünya ile ferahlık duyamaz. Çocukları­na güvenemez. Mal, mülk, akraba onun için bir dayanak olamaz. Ye­mek, içmek, nikâh gibi işler, ona bir sevinç duygusu getiremez. Çün­kü bunların hepsi birer hevesten ibarettir. İman sahibi bunu bilir. Dolayısıyla iman sahibinin ferah duygusu, yalnız iman kuvvetinden, kalbin, Yaratan'a vasıl olmasından hâsıl olur.

Ayık olunuz ve dinleyiniz: Dünyanın ve öbür âlemin sultanları, Hakk'a arif olup O'nun emirleriyle amel edenlerdir.



* * *



Ey evlat! Kalbin ne zaman temiz olur ve sırrın ne zaman safa âlemine geçer ki, hâlâ halkı Hakk'a ortak koşmaktasın. Sen nasıl fe­lah bulabilirsin ki, her gece sabah olunca, kimi şikâyet edecek, kime dert yanacak ve kimden dünyalık koparacaksan onları hesap eder­sin. Ve kalbinde tevhidin zerresi bile olmadığını bilirsin. Bu hâlinle kalp güzelliğini nasıl arzularsın? Tevhid nurdur; şirk karanlıktır. Sen nasıl iflah olursun ki, kalbinde takvadan zerre dahi yok. Ve sen, Hakk'ı halkla perdeledin. Sebepleri gördün, onların sahibine kapalı kaldın. Halka dayanmakta ve halka güvenmektesin. Bu hâlinle mü­cerret bir davadan ibaretsin. Üzerinden yararı alınan ot köküsün. Şahit, ispat getirmeden yalnız kuru dava ile bir şey olacağını sanma. Hakiki tevhid ve safa âlemine geçmek iki şekilde olur: Birincisi, mücahede, zor işlere katlanıp riyazet yolunu tutmak, nefse ağır gelen birçok güç ibadetlere katlanmaktır ki, bu, sâlih kul­lar arasında maruf ve meşhur bir yoldur.

İkincisine gelince; o ilâhî bir vergi olarak gelir. Bu, nadir olan bir vakıadır. Hak Teâlâ istediği kulun kalbine sevgisini ve marifetini verir. Ehlini alır, sanatını bıraktırır ve o kulunda, kuvvetini, kudre­tini gösterir. Bir zamanlar yol kesip eşkıya olan Zât’ı, az zaman sonra bir mabede müdavim kılabilir. Yakınlık kapısını o kula açar, bulun­duğu yaramaz hâllerden onu beri eder. Önce, dünyanın tümü eline girse doyması kabil olmayan bu zat Hakk'ın bir tecellisi sayesinde azla yetinmeye başlar.

Hak, bu kuluna anlayış, hikmet, izzet ihsan eder. Gördüğü her şeyden ibret, işittiği her şeyden öğüt alır. Yaptığı işler, yalnız Hak yakınlığına ileten olur. Bu hâli benliğinde bulduktan sonra hidayet yolunu gösterir, kullara yardım eder. Bu sebeple bir an bile ondan ayrıldığı olmaz. Hak, onu bütün kötülükten korur. Nasıl ki, Hz. Yu­suf hakkında: “Biz ondan, böylece kötülükleri beri aldık; çünkü o, bizim hâlis kullarımızdandı.” (Yûsuf, 12/24) buyrulur.

İşte bunun gibi o kuldan da bütün kötülükler alınır. Ve bütün işlerinde başarı verilir.

İlâhî sevgiye eren ve O'na arif olan kimseden herkes öğüt alır. Her şeyden ve her ilim dalından o zat herkese bilgi dağıtır. O zat, öğüdü ve verdiği bilgileri bazen sözle, bazen hareketleriyle yapar. Bazen de manevi bir himmetle yapar. Kullar onun verdiği öğüdün yönünü bazen tayin edebilir, bazen de tayin edemez.



* * *



***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



62. Meclis (devamı)

Ey evlat! İman yönünden zayıfladığını duyduğun an, nefsini sığaya çek. Onun iyiliğini bulmaya bak. İmanın tehlikede olduğu an, komşunu, akrabanı, beldeni ve iklimini bir yana at. Çünkü onlar se­ni kurtaramaz. İman kuvvetini bulunca da durma, ehline git. Halka koş, onlara doğruyu ve gerçeği anlat. Takva zırhına bürünmeden halka karışma. Ayrıca iman kalkanı ile de kalbini koru. Elinde daima tevhid kılıcı bulunsun. Yayında, dua icabetine ait oklar hazır olmalı.

Başarı kalesine gir. Kement atmayı, kaçmayı, dövmeyi, vurmayı öğren. Bundan sonra Allah düşmanlarına karşı çık. Bunları öğren­dikten sonradır ki, her yerden sana yardım eli uzanır. Bu yardım sa­yesinde halkı şeytandan alır, Hak kapısına götürürsün. Onlara cen­net ehlinin yaptığı işleri tarif eder, cehennem ehline has işleri yap­maktan alıkoyarsın. Bu işleri yapman için nereden engel çıksın, çün­kü her şeyi öğrendin. Cenneti tanıdın, cehennemi tanıdın, ayrıca on­lara has işleri de anladın.

Bu makama çıkanların kalbinden perdeler kalkar. Altı yönden hangisine yönelse, bakışı etrafı deler ve ötelerde cereyan eden işleri görür. Kalp başını kaldırdığı zaman, arş ve semalara bakar. Aşağı eğilince de yerin dibini görür. Ve oralarda yerleştirilmiş olan cin tay­falarını seyreder. Bunların hepsi iman ve marifet yolu ile olur. İman sahibi, marifet hâline tam erer, hükümlerle amel ederse, bu hâlleri bulur.

Anlatılan makama erince, halkı Hak kapısına davet et. Bu ma­kamı bulmadan yapılan davete icabet olmaz. Halkı davet ederken manevi bir vazifen yoksa sana vebal olur, büyük bir hata yapabilir­sin. Her yaptığın harekette batar ve her yükselme talebinde inersin.

Senin yanında sâlih kullardan haber yok. Sadece gürültüsün. Dilin var, kalbin yok. Dışın var, için yok. Zahirde bir işler yaparsın, yalnız kaldığında hatalara dalarsın.

Kılıcın kuru ottan, okun kibrit çöpünden ibaret. Korkaksın, ce­saretin yok. En ufak bir fiske, seni yere serebilir. Bir kurbağa, senin kıyametini kopartabilir.

Allah'ım, dinimize, imanımıza ve vücudumuza kuvvet ver. Ya­kınlığın hakkı için dileğimizi yerine getir.

“Bize dünyada iyilik ver. Âhirette iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!



* * *



Bir kişi ile oturamam, oturacak olsam iki veya üç kişi ile otururum. Onlarında bana uyar olmasına bakarım.

Allah yolcularına katıl, onlarla sohbet et. Onların öyle nazarı vardır ki, himmetlerini bir şahıs üzerinde toplayıp ciddi bir nazar kılsalar, onu manen diriltirler. Bakılan adamın Yahudi, Nasranî ve Mecusi olması onlar için bir önem taşımaz.

Büyüklerin himmetle baktığı kimse, şayet bir Müslümansa, ima­nı artar, yakini çoğalır, bulunduğu hâlde sebatlı olur.

Bir kalp sağlık bulursa, nazarları da öyle olur. Kalp sıhhat bu­lunca Hak yakınlığı kazanır. Bir kul bakışlarını marifet ve iman çer­çevesi dâhilinde yaparsa o bakış Hak’tan olur.

Marifet âlemine geçen bir kulun kalbinde, Hak yakınlığı bulut, bakışları şimşek, yaptığı öğütler ise o yakınlığın yağmurudur. Konuş­maları, kalbinde olanı haber verir.

Dili, bazı kere marifet divitine koşar ve ilim deryasına dalmak isler. Sebebi, ilim ve marifet deryasının bizatihi kendi oluşudur. İçin­de ateşler yanar, her kelâmı, her bakışı kalbindeki şimşeğin tezahü­rü olur. Gerek bakışı, gerekse kelâmı, Hak tarafından geldiği için kavi temele dayanır.

Her kim emirlere imtisal eder, yasaklan bırakır ve Peygamber’i (s.a.v) hoşnut etme yolunu tutarsa dediklerimiz o zatta tahakkuk eder. Bu arada bazı hataları kalsa dahi yüzünü Peygamber’in (s.a.v) yoluna sererse gün olur onlar da gider; ilmi artar ve Hak yakınlığı duygusunu bulur.

Hak Teâlâ'yı gerçekten aramak duygusuna sahip olmak, yapılan iyi işlerin meyvesi sayılır. İyi iş, Allah'a layık olan iştir. İçinde şirk kokusu olmayandır.

İyi iş odur ki, seni Hakk'ın dilediği yola koya. Ve sen, sağ sol gö­zetmeden, kalbin, sırrın ve mana âlemindeki adımlarınla yol almaya bakasın. Her şeyden soyunasın; yanında halk, dünya ve ukba olma­ya. Yalnız O'nun veçhini dileyenlerden olasın. Hakk'a koşasın; ni­çin koştuğun sorulunca da şöyle diyesin: “Yâ Rabbi, razı olasın diye koştum.” (Tahâ, 20/84)

Hak Teâlâ Musa Peygamber hakkında şöyle buyurur: “Biz ona, bundan önce bütün memeleri haram etmiştik.” (el-Kasas, 28/12) Bunun gibi Hakk'ı candan arayana ve O'nun Zât’ına talip olana aynı kelâmın tecellisi zahir olur.

Hakk'ı tam seven kulun kalbine bütün mahlûk şeyler haram olur. İlâhî gayret bunu gerektirir. Bütün sütler boğazında yığılsa damlası geçmez. Bu hâlde, olması muhal işler olur. Bundan sonradır ki; kalbi Yaratan'dan ayıracak şeyler bir bir eriyip gider. O kul, ken­dini sevdiğinden ayıracak şeye bağlanamaz.

İman sahibi bu hâlde devam edince Peygamber (s.a.v) Efendimiz ondan razı olur. Kalbini Hakk'a götürmek ister. Ve onun önünde bir talebe olur. Bu hâli taşıdığı içindir ki, o Rasûl, Hak Teâlâ'yâ şöyle yalvarır:

“Bu kulun kalbini sana vardırmam için bana izin ver.” Kul, bu hâlde hizmetini devam ettirir ve bir gün:

“Ey üstadım, beni şaha ilet. O'nun kapısını göster; beni O'nunla olmaya bırak ve O'nun kapısına kadar götür. Elimi kollarına ya­pıştır ve öylece terk et. Ve öyle bir yere bırak ki, O'nu göreyim.” der.

Bu talep üzerine Peygamber (s.a.v) onun elinden tutar, kapıya yaklaştırır. Sonra, Peygamber'e bir hitap gelir:

“Ey elçi, ey delil ve muallim, beraberindeki kim?” Buna şu cevabı verir:

“Sana malûm, hayli zamandır bunu yetiştirdim. Bu kapıya hizmet için onu gönüllü eyledim.” Ve sonra o kulun kalbine döner:

“İşte sen ve Yaratan'ın,” deyip onu oraya teslim eder. Nasıl ki, Cibril de onu semaya çıkarırken aynı şeyi söylemişti. Yaratan'a yaklaştırdı ve dedi: “İşte sen ve Yaratan'ın.”



* * *




***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



62. Meclis (devamı)


Ey evlat! Ümitlerini kıs. Hırsını azalt. Sana emanet edilen na­mazları vaktinde kıl.

Vasiyetini yazıp başucuna koymadan uyumak, iman sahibine yakışmaz. İman sahibi, her gece vasiyetini yazmalı, öyle yatmalı. Uyanırsa ne âlâ, aksi hâlde ehli onu bulur, faydalanır ve rahmet okur.

Kendini bulunduğun yerde emanet bırakmış gibi gör. Yerken de öyle ol; ehlin arasında varlığın bir emanet gibi olsun. Kardeşlerinle kurallaşman yine öyle olsun. Kalbine, bir emanet olarak gezdiğini tattır. İşini iyiye yöneltmek, kötüye çevirmek gibi şeylere güçlü ol­mayan, ancak bir emanet olarak yaşayabilir.

Lehine olan işleri bilen, kendinden zuhur edecek şeylere hâkim olan, ölüm anını sezebilen pek az kimse vardır. Onlar da bildiklerini kolayca açıklamaz, kalp hazinelerine yerleştirirler. Onlar, bu hâllere güneşi görür gibi bakarlar. Siz güneşe nasıl bakarsanız, onlar da ola­cak durumlarına öyle bakar, görürler. Şu var ki, dilleri ondan haber veremez.

Olacak bir işi önce sır duyar, sır kalbe aktarır, kalp itminan de­recesine eren nefse bildirir ve iş orada saklanır. Nefsin, bu gibi şey­lere ehliyet kazanması için hayli zaman terbiye görmesi, kalbe hare­ket edebilmesi için de hayli zaman mücadele ve mücahede yolunu tutması, hayli zorluklara dayanması icap eder. Bu sırra eren zat, yeryüzünde Hakk'ın naibi ve halifesidir. Sırların kapısı, ondan açılır. Hakk'ın hazineleri olan kalplerin anahtarı o Zât’ın yanındadır. Asıl hazinelerin sahibi odur. Bu hâl, halkın düşüncesi ötesinde olan bir iştir. Her ne ki zahir olur, onun varlık dağında bir zerrecik, onun var­lık denizinden bir katre ve onun güneşinden bir ışıktır.

Allah’ım, ben hâlime mağlûbum, sırlara dair sarf ettiğim kelâm için Sana özür beyan ederim.



* * *



Bazı büyükler şöyle der: “Sakın, sonunda özür dileyecek işi yapma.”

Ama bu kelâm benim için değil. Kürsüye çıktığım an sizleri gö­remiyorum. Sözlerimi sarf ettikten sonra kalp canibimde kimseyi bu­lamıyorum. Dolayısıyla hata ettiğim, yüzüne bakamayacağım ve özür beyan edeceğim şahsı göremiyorum. Bu yüzden sözlerimi saklama­dan söylüyorum ve yalnız Hak’tan özür diliyorum.

Sizden ilk anlarımda kaçmak istedim, ama kendimi aranızda bul­dum. İstedim ki, her gece bir yerde geceleyeyim ve bir ülkeden öbü­rüne, bir diyardan öbürüne geçeyim. Ve ölünceye kadar garip geze­yim. Herkesin gözünden gizli olayım. Bunlar benim arzumdu, ama Hak Teâlâ beni, kaçmak istediğim şeylerin tam ortasına attı.

Bu kalp, iç sağlığını bulur, Hakk'ın kapısına tam durursa, Tek­vin sahrasına yerleşir ve o denizde kaybolur. Bu Tekvin sıfatı tecel­lisi, bazen söz, bazen öz, bazen de gözle kendini gösterir. Buna sahip olan kalp, Hakk'ın fiil tecellisine mazhar olur. O, hem yok, hem de var edebilir. Bu hâli, sizden az kimse tasdik eder, çoğunuz da inkâr yolunu tutar. Buna iman etmek, yapılan işleri buna göre ayarlamak son merhaledir.

Sâlih kulların ahvaline, yalnız münafık, deccâl ve heves atına bi­nenler itiraz eder.

Bu yola girmek için önce sağlam inanç, sonra amel etmek gere­kir. Bir kimse, zahirdeki hükümlere göre amel ederse Allah ona ilim ve marifet ihsan eder. İlâhî marifet âlemine ermek ve gereği ile iş tutmak, bu hâli bulanla halk arasındaki bir hüküm olur. Ama ilim işine gelince, Rabb’i ile arasındaki bir mesele olduğunu söyleriz.

Marifet sahibinin zahirde yaptığı işler, iç âlemindeki işlere nispetle bir zerre sayılır. Onun duyguları sakindir, ama kalbi daima ha­reket eder. Baş gözü uyur, kalp gözü uyumaz. O uyur, ama kalbi işle­ri görür, Hakk'ı anar.

Bazı büyükler, elinde tespih olduğu hâlde uyur, uyandığı zaman onu yine çevrilirken görürmüş. Dilini de Hakk'ı anar bulurmuş.

Bu kalbe ferman gelir, işler tutar. Sırra emir gelir, manevi işler yapar. Onların bu anlatılan işler dışında birçok işleri vardır, o işleri yaparlar.

Kulların zahirde yaptıkları amel, dış duygularla olur. İç âlem­den yapılan işler ise, havassın harcıdır. Bu da, kalbin ve sırrın yapa­cağı işler meyanında sayılır. Sırrın sırrı asıl kullarla Hak arasında olan bir hâldir. Ayrıca O'na yakın oldukları için korku üzere olmayı bırakmazlar.

Havas kullar, kalbin değişmesinden korkarlar. Hâllerinin, iyi ol­mayan başka bir hâl olacağı ihtimali onları üzer. Makamlarından düşme üzüntüsü onları manen yıpratır.

Onları üzen şeyler arasında, kalplerinin kötülüğe kayması, gü­neşlerinin sönmesi, aylarının kararması ve ayaklarının yanlış yola sapması en büyük korku hissini îras eder. Bu sebeplerle, Hak yakın­lığı kapısının halkasına tutunur. O'nun rahmet eteğine yapışır, dai­ma inlerler.

Rabb’imiz, biz dünyayı, âhireti talep etmiyoruz. Bizim arzumuz din yolunda bağış ve afiyettir. Biz iman ve marifetimizin bekasını di­liyoruz; onu bize ver. Bize rahmet eteğine yapışmayı nasip eyle. İyi dileklerimizi reddedip bizi meyus bırakma. Hakkında zannımız tam­dır; bu isteklerimizi bizim için halk et. Çünkü Sen bir şeye “ol” de­meyi arzu ettin mi, o olur.



* * *



Ey cemaat! Allah yolcularına yakın durunuz. Sözde ve işte onla­ra uyunuz. Onlara hizmetçi olunuz. Onlara her ne verirseniz, o sizin için onların yanında saklanır. O verdiğinizi yarın size teslim eder. Malınızla, canınızla onlara bağlanınız.

Rızkının geniş olmasını dilersin, hâlbuki sana kısmet olan gelir. Dar rızıklılar arasında yazılmışsan neyi talep edersin? Doğrusu, sa­na yazılmayanı talep etmektesin. Bu hâlin için sana azap gelecek.

Dünyalığın ardından daha ne kadar koşacak ve bu yolda hırsa kapılacaksın? Hâl odur ki, yalnız kısmetine yazılanı alabilirsin.

Allah yolcuları daima taat üzere olur. Kalpleri de bir çekinme duygusu taşır, hâlbuki siz isyan bayrağını çekersiniz. Bu durumunuz­dan da emniyet hissi duyarsınız. Bu aldanışın ta kendisidir. Sakının ki, kandırılmayasınız.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur:

“Her sanatın ehlini bulunuz ve ondan yardım dileyiniz.” Yapılan ibadet bir sanattır; onun ehli ve ustası da ihlâs sahibi kullardır. İhlâs sahipleri, hükmü bilir, işlerini ona göre yaparlar. Hakk'a karşı irfan sahibi oldukları için halk arasına katılmışlardır. Kalp ve sır adımları ile nefislerinden, mallarından, çocuklarından ve Hakk'ın gayri cümle eşyadan kaçarlar. Bünyeleri şehirlerde ve halk arasındadır, ama kalpleri uzaklarda ve yabanlardadır. Onlar, kalplerini terbiye edinceye ve semalara uçmak için kanatlarına kuvvet bu­luncaya kadar, o hâlde devam ederler. Onlar, yaptıkları yararlı iş ne­ticesi, kalben uçar, himmet bakımından yüce ve daim Hak katında olurlar. Hak, onlar hakkında şöyle buyurur: “Onlar bizim katımızda seçilmiş ve özlenmiş kimselerdir.” (Sâd, 38/47)

İman ki, yakin derecesine çıkar, yakin ki, marifet hâlini alır, ma­rifet ki, ilim olur: İşte o zaman, Aziz ve Celil olan Hak’tan güzellik­ler gelir. Ve sen dilediğini yapar olursun. Zengin kişilerden mal alır, fakirlere dağıtırsın. Mutfak sahibi olur, kalp ve sır elinle rızıklar ta­şımaya başlarsın.

Ey içi bozuk adam, anlattığımız hâli buluncaya kadar hiçbir iyi­liğin olmaz. Sana yazık, hiçbir ermişi bulup onun elinde edep sahibi olma yolunu tutmadın. Her şeyi inceliği ile bilen, zâhid, ilâhî ahkâ­mı anlayan birini bulup hâlini düzeltmedin.

Yazık sana, karşılıksız bir şey talep eder oldun. Dünya ki, bir sürü yorgunluktan sonra ele girer. Hakk'ın indinde olanları kazanmak nasıl kolay olur? Hele bir düşün. Hak Teâlâ’nın Kur'ân'da anlattığı az uyuyan, çok ibadet eden ve ağlayan kimselerle aranda dağ­lar var: “Onlar gecenin azını uyur; seherlerde istiğfar ederler.” (ez-Zâriyât, 51/17)

Hak, gerçek kul olduklarını bildiği için ibadet zamanı gelince on­ları ayıktırır; derin uykuda dahi olsalar uyandıracak kimseyi onla­ra salar.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “Allah, yâ Cibril, şunu uyut, sunu da uyandır, diye emir verir.”

Ayıktır onu ki, kulluğunda gerçek yolu tutar, günahtan kaçar. Ondan ağırlığı al ve uykusunu dağıt.

Uyut onu ki, yalancıdır, içi dışına uymaz. Hep batıl içinde bulu­nur. Lanet halkasına takılmıştır. Bütün ağırlığı onun üzerine yık. İbadet için kalkanlar arasında onun yüzünü görmek istemiyorum.

İkinci manası da şudur: Şunu kaldır, o sevgi ehli ve Hakk'a ta­lihtir. Sevginin baş şartı yoruluncaya kadar aramak ve bu yolda yo­rulmaktır. Öbürünü de uyut. Çünkü o tarafımızdan sevilmiştir. Se­vilmenin icabı rahata ermek olur. Uyusun ve istirahat etsin. O ka­ranlığı ziya ile açtı, ahitleri yerine getirdi. Ve o sevgi babında gerçe­ği buldu. O ki, Hakk'a karşı olan ahdini yerine getirdi, Hak da onun iyiliğini ve hoşluğunu diledi. Çünkü Hak, her darda kalmışa yardım eder.

Allah yolcuları, kalp adımları ile Hakk'a azıcık yol alınca, ayık zamanlarında göremedikleri birçok acayip şeyleri rüyada görmeye başlarlar. Kalpleri ve sırları öyle hikmetli işler bulur ki, O'na ayık hâlde ermeleri mümkün olmaz.

Onlar, oruç tuttu, namaz kıldı. Nefislerinin arzusunu kırmak ve ibadet çeşitlerini yapmak suretiyle cenneti buldular. Bunu ki buldu­lar, bir başka emir alırlar. Bundan başka yol lazım onlara ki, o, Hakk'ın yoludur.

Onlar, kulluğu daha çok kalpten yapar, Hakk'a böyle varırlar, O'na vasıl olunca yerli olur, durumlarını açıktan görmeye başlarlar.

Bir kimse, yaptığı işin niçin ve ne olduğunu bilirse, o yolda, gü­cünü, kuvvetini harcamaktan çekinmez. Bilhassa Hak yolda ve Hakk'ın taatinde çalışmaktan hiçbir yorgunluk duymaz.

İman sahibi, esas gayesine varıncaya kadar rahat ummasın. Onun gayesi Rabb’i olduğuna şüphe yoktur. Rahat bekleyen, O'na va­sıl olmanın yolunu aramalı. Yazık, Beni dilediğini iddia edersin, ama Benden, şenin için zuhur eden şeye karşı tuhaf bir hâl alırsın. Bu hâlde, Benden sana ne fayda gelir? Davanda yalancısın.

Bir müridin, hocası önünde sarık, gömlek, altın ve mal gibi şeyler için bir iddiası olamaz. Yemesi için emir verdiği kabından alır ve yer. Kendinden geçer, efendisinin verdiği emre intizar eder. O bi­lir ki, efendisi her işi için emri Hak’tan alır. Her müridin iyiliği efen­disinin elindedir ve çözülen bağlarını o bağlar.

Efendini itham etmekte isen, bir daha ona yakın olma. Onu it­hama kalkarsan, onunla oturmak artık sana yakışmaz. Bir hasta ki, doktorunu itham eder, doktorun vereceği ilâç onun nesine yarar? Hiçbir işine yaramaz ve hastalıktan da beri olamaz.

Bir kimsenin halk arasında zâhidlik durumu doğru olursa, halk ona rağbet eder. Sözleri halka fayda sağlar, bakışları onlara hoş ge­lir.

Halkı Hakk'ın verdiği bilgi ile ölçer, O'nun ihsan ettiği marifet duygusu ile görürsen, onların maddi vasıfları sana görünmez. İns, cin ve melek senin için önem taşımaz. Kalbine bir başka isim verilir. Sır âlemin, keza bütün maddi sıfatlardan soyunur. Vücudun, Âdemoğulları âdeti gereğince bir kabuk sayılır. İlim ve irfanla dolarsan, bü­tün maddi yapılar, kalbinden ve sırrından uzak olurlar. Sana hik­metler gelir. Üzerine hikmet gömleğini giyer, nefsine ait işleri onun­la görürsün. Halka ait işleri ise, Rabb’inin emrine uyarak yaparsın. Daha sonra, rabbânî ve ilâhî bir ilme erer, onları kalbine ve sırrına libas yaparsın.



* * *



Peygamber’in (s.a.v) getirdiğine, yani Kur'ân'a, Sünnet’e devam et, çünkü bir kimse onları bırakırsa zındık olur. Ve İslâm bağından kendini salıverir. Ateşli darlık ve azap onun ileride hakkı olur. Ve dünyada iken umulmadık sıkıntılara düşer.

İrfan sahibi, Hakk'ın yakınlık kapısına vukuf peyda edip hüküm­lerin gereğini yapınca, kalbi için Hak tarafından bir başka hâl veri­lir. İşbu hâlden sonradır ki: sözü dinlenir ve kendine uyulması caiz olur. Bu sebeple Hak'la arasında bağı olmayana ve ilâhî hükümleri yerine getirmeyene uymak caiz olmaz. Çünkü esas olan, o ilâhî bağa kavuşmaktır. İrfan sahibi, ilâhî bağı, amel ve ihlâsla talikim ederse, Hak katında ona Azim adı verilir.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz bu manada şöyle buyurdu: “Bir kimse öğrenir, amel eder ve öğretirse melekût âleminde Azim ismi ile çağrılır.”

Cehaletle uzlet köşene çekilme. Halkı kalbinde taşımak suretiy­le uzlet etmek büyük bir fesattır. Peygamber (s.a.v) Efendimiz buyurur ki: “Öğren, hayrını şerrini bil, sonra uzlet et.”

Yeryüzünde bir şeyini ümit ettiğin ve çekindiğin bir kişi kalsa, ibadet köşesinde yalnız oturman doğru olmaz. Senin için korkula­cak ve ümit beslenecek tek varlık olmalı, o da; “Allah”!

İrfan duygum yalnız Hak içindir. Ve O'nun yolunda, O'na ya­kınlık peyda etmek için çalışırım. O'nun dini için ayaklanır, O'nun rızası için yardım ederim. Bu uğurda başka şeye aklım ermez.



* * *



Doğru zat, dinin acıklı çağrısını duydu. Hemen kalbine ve sır­rına emir verdi, onun yardımına koştu.

Halk, yasakları çiğnediği, emirleri terk ettiği ve her şeyi arkaya attığı zaman doğru zat, onun, yani dinin nasıl yalvardığını ve Rabb’inden nasıl yardım istediğini işitir. Bu işitme sonunda hemen kol­larını sıvar, başını diker, ona yardıma koşar. Emirleri yaptırmak, ya­saklardan sakındırmak için elinden gelen gayreti sarf eder. Halka nasihat eder, dini, onların benliğine eritip akıtmaya bakar. Bu işi, Yaratan’ın kuvveti ile yapar. Nefsini, tabiatını, şahsi isteğini ve bil­gisizliğini karıştırmaz. Hele nifak hiç yapmaz.

İbadet, âdetleri terktir. İbadet anında, alışılmış olan dünyalık hiçbir âdet yapılamaz. İbadet yerine gidildiği zaman bütün âdetler bir yana atılmalıdır. İbadet zamanı, dünya bağlarını iptal ediniz. Hal­ka bağlanmayınız. Hakk'a bağlanınız. Yapamadığınızı yapar gibi göstermeyiniz. İyiyi kötüyü seçen Zât'ın gözleri var. Taşıdığınız hâle göre o ölçüye vurulmadan hiçbir işiniz kabul olunmaz. Benimsedi­ğiniz her şeyi bir yana atınız; onları hesaba katmayınız. Ocağa gir­meden, kiriniz, pasınız temizlenmeden durumunuz makbul olmaz. İşin kolay olduğunu sanmayın, sizin hemen hepiniz ihlâs iddiasını taşır, ama ölçüye vurulunca nifak hâliniz ortaya çıkar. Eğer imtihan olmasaydı, ne iddiacı çıkardı, ne iddiacılar! Bir kimse halim selim olduğunu iddia ederse, karşısına öfke verecek şeyler çıkarılıp dene­nir. Cömert olduğunu anlatandan bir şeyler talep edilir. Her şeyin ki, varlığı iddia edilir, zıddı ile imtihana sokulur.

Hevesi bırakınız, takvaya yapışınız, bütün hâliniz ittikâ üzere olmalı. Hak Teâlâ ittikâ sahiplerine sahip olur.

Şirki temelinden yıkınız. Yanlış hareketlerin en ufak parçasını dahi yapmayınız. Kitap ve Sünnet’in bağını tutunuz ve onu elinizden salmayınız. Bütün hâlinizi iyi etmeye gayret ediniz. Allah, kerimdir. Yalnız Hak’tan çekininiz, başkasından korkmayınız. Samimi bir kulda, iki korku olmaz.

Allah yolcularının korktuğu şeyler yukarı bölümlerde anlatıldı. Onlar, dünyada oldukları müddetçe yemede, içmede, giymede, nikâh işlerinde ve bütün yaptıkları işte bir çekinme duygusu taşır. Bilhassa haram ve şüpheli şeyleri bir yana atar, helâl olanın da azını alırlar. Haramlar için azap varsa, helâl olan için de hesap olduğunu bilirler. Onlar her hâllerinde bir ihtiyat sahibi olmuşlardır. Zâhidlik hâline ermek için her eşyayı bıraktılar. Zâhidlik hâli kemal bulunca mari­fete çevrilir. Marifet hâlinde de tam olgunlaşma ilâhî ilimlere kalbolur ve halkın başı üstünde taşınır.

Şüphesiz, büyük insanların yanında haram, şüpheli şeyler bu­lunmaz. Onların yanında yalnız helâl vardır. O da, doğru zatların alıp harcadığı şeylerdir. Onlar, haram şeyin adını anmadıkları gibi akıllarına bile getirmezler.

Kul dünyayı ve âhireti bir yana atar, Hakk’ın Zât’ından başka şeylere karşı soğukluk duyarsa, kalbi Hak yakınlığını kazanır. O'nun lütuf ve iyilik evine girer. Bu girişten sonra, maddi geçim için üzün­tü duymaz. Yemek, içmek ve diğer işleri için herhangi bir sıkıntıya düşmez. Kalbi, bu gibi şeyleri düşünmez olur.

Hak yakınlığını bulan zatların kalbi, yakınlık ve ihlâs ilmi ki­tabı ile beraberdir. Onların kalbi, her maddi eşyadan fena bulmayı ve Hakk'ın önünde serilmeyi bilir. Hâl ki böyle oldu, Hak onları ida­re eder ve başkasına bırakmaz. Bu anlatılanlar, yaratılmışın düşün­cesi ötesinde kalır. Bu hâller, zahirde görünenlerin çok ötesindedir. Hak o kulları yok eder, sonra dilerse diriltir.

İlk bilgi, ondan sonra hâsıl olan ilimle kuvvet bulur. Cehaletten sonra ilim, sonra ihlâs, sonra ikinci ilim ve ikinci amel. Sükûttan sonra konuşmak… Varlığından soyunup O'nunla var olmak… En bü­yük iş...



* * *



Ey ölü kalpliler, yanımda niçin oturuyorsunuz? Ey dünyaya ve onun sultanlarına tapanlar ve ey kolaylığın ve kıtlığın kulları, yazık size! Buğdayın bir tanesi bir altına çıksa iman sahibini üzmez. Onun rızkı, yakin kuvveti ile Yaratan’ına dayanmasıdır. Sen kendi­ni bozuk işinle iman sahibi mi sayarsın? Sayma. Bütün eşyayı bir yana at. Allah yolcuları ve onun sofracıları öyle yaptı.

Halkı bir yana atmak gerçek iş! Yaratan'la olmak ise, en ger­çek iştir. Sizi iyiliğini ve kötülüğünü bilmeyen kimselerden görmek­teyim.

Size söylemekte olduğum şeyler, tevhide ait deliller ve büyük insanların sözlerine dikkattir. Onların kelâmı vahye benzer. Hak'tan alıp konuşurlar. O'nun emri bu yiyici halkın emirlerine benzemez; işte o emir gereğince hareket ederler.

Sen hevesten ibaretsin. Sözlerini kitaba bakarak söylersin. Bu­gün kitabın kaybolsa ne yapacaksın? Yahut o kitaplarına ateş düşüp yansa hâlin nice olur? Günün birinde lamban sönse, içinde su olan kabın kırılsa, lambanı nasıl yakacak, kibriti nereden bulacak ve kadehi kimden temin edeceksin? İşte bunları düşün. Bir kimse bilgi toplar, onunla amel eder ve ihlâs sahibi olursa, kadehini orada bulur; Hak ona yardımcı olur, ilâhî feyiz kaynağından da nurunu alır. Bu nurdan hem kendisi ışık alır, hem de başkaları.

Ey kuru gürültünün çocukları, nefsin ve uygunsuz arzu elleri ile yazılan eserlerin yavruları, onları bir yana atınız ve ayrılınız.

Yazık size, herkese tahsis edilen şey üzerinde niza çıkarır, helak yolunu tutarsınız. Bir türlü kısmetinize razı olmazsınız. Sizin bu yer­siz çabanızla, ezeli bilgi ve onun gereği nasıl değişir? Siz bunu nasıl yapabilirsiniz?

Mü'min ve Müslüman olunuz. Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Onlar âyetlerimize inandılar ve Müslüman oldular.” (ez-Zuhruf, 43/69) İslâm’ın gerçek manası hakikate teslim olmaktır. Allah yolcula­rı, varlıklarını Hakk'ın önüne serdiler ve “Niçin, nasıl, yap ve yapma” gibi sözleri unuttular.

Onlar, ibadetin çeşitlerini yapar, ayrıca Hakk'a karşı sevgi ile karışık korku taşırlar. Bu sebeple Hak, onları şöyle vasfetti: “Ve o kimseler ki, Rab’lerinin huzuruna varacaklarını bildikleri için verdiklerini kalpleri çarparak verirler.” (el-Mu’minûn, 23/60)

Bunun tefsiri şöyle olabilir: “Emirleri yerine getirip yasaklardan kaçtılar. Verdiğim belaya sabırla karşı koydular. Verdiklerim için şükür yolunu tuttular. Nefislerini, mallarını, çocuklarını ve her şeylerini, ezelde yazdığım bilgi eline teslim ettiler. Bunları yaparken benden çekindikleri için
kalpleri titrer oldu.”

Yani makbul olup olmayacağı endişesi ile irfan sahibi, âhirete karşı bir istiğna duygusuna sahip olursa ona: “Beni bırak, Hak kapısına talibim!” der. “Sen ve dünya benim için aynı şeysiniz. Dünya seni görebilmem için bir perdedir. Sen de Rabb’ime karşı bir perdesin. Her ne ki, beni Rabb’imden ayırır, onda iyilik yoktur.”

Bu kelâmı iyi dinleyiniz, çünkü ilâhî bilginin özüdür. Halktan ve halkla zuhur eder. İlâhî iradenin de özüdür. Bu anlatılanlar, nebi­lerin velilerin ve sâlih kulların hâlidir.

Ey dünyaya ve âhirete tapanlar, siz Allah'ı bu hâlinizle bilemez­siniz. Ne O'nun yarattığı dünyayı, ne de âhireti anlayabilirsiniz; hep­sinin cahilisiniz.

Sen hissiz bir duvar gibisin. Dünya sana put. Âhiret sana put.

Halk sana put. Şehvet, lezzet sana put. Övülme ve saygı istemen sa­na put. Halk gelsin, elini öpsün; bunu istersin. Hâlbuki bu da sana put. Sen bilesin ki, Hak’tan gayri tapındığın cümle eşya, sana put sayılır.

Allah yolcuları dünyayı ve âhireti isterler, ama sizin istediğiniz gibi değil. Onlar dünyayı ve âhireti alır, Hak kapısına teslim ederler. Onları bir tabibe gösterir, onun vereceği tavsiye gereğince hem yer, hem de hastalara verirler.



* * *



Ey içi bozuklar, sizin bunlardan haberiniz var mı? İçi bozuk mü­nafık, bunlardan bir harf dinlemek istemez. Asıl kıyamet onun üze­rine kopacak; çünkü o gerçeği dinlemek istemez oldu.

Sözlerim bir gerçektir, ben de Hak yolundayım. Sözlerim Allah tarafındandır. Boş yere kelâm etmem; dini emirlerin gereğini söyle­rim. Lâkin senin anlayışındaki sakatlık bir afettir.

Yazık sana, öğrendin ama iş tutmadın. Bildiğinle amel etmeyin­ce ne faydası var? Gençlik çağında erenlere koşmadın; ihtiyarlık hâlinde onlara nasıl hizmet edeceksin?

Her iman sahibinin ölüm anında keşfi açılır, cennetteki yerini görür. Huriler, vildanlar ona gösterilir. Cennetin kokusunu alır. Bu hâller olunca ölüm ve sıkıntıları hafifler. Hak, Âsiye Sultan’a yaptı­ğını ona da yapar. Hakk'a vasıl olanların çoğu, ölümden hayli zaman önce bu hâli sezer. Bunlar, Hakk'a yakın, Hak tarafından seçilmiş bazı fertlerdir.

Yazık oluyor sana, hiç bir işe yaramayan yersiz hezeyanları bı­rak. Verilen ilâhî hükmü, hiç kimse reddedemez. Onu hedefinden uzaklaştırmaya kimsenin gücü yetmez. Teslim ol, rahatı bul. İşte ge­ce ve işte gündüz... Bunların reddi senin için nasıl imkân dâhilinde olabilir? Gece gelince herkes kabul eder; sen ister beğen, ister beğenme. Gündüz de aynı şekilde. Senin inadına her ikisi de gelir. İlâhî kaza ve kader de aynı hükmü taşır; lehine ve aleyhine olan her şey gelmeye devam eder. Fakirlik karanlığı üzerine çökünce teslim ol, zenginlik gününü bekle. Hastalık gecesi basınca ona da teslim ol, şifa sabahını bekle. Sevmediğin şeylerin karanlığı basınca sabırla kal; sevilen şeyleri getiren aydınlığı bekle.

Hastalık, darlık, fakirlik ve şeref kıran gecelerde rahat gönülle bekle. Hakk'ın ezelde vermiş olduğu ahkâmı redde kalkma. O'nun kaderine karşı koyma; sonra helak olur, yıkılırsın. İmanın yok olur. Kalbin kararır, sırrın ölür.

Hak, peygamberlerine indirdiği bazı kitaplarında, şöyle buyurur: “Ben öyle Allah'ım ki, benden gayri ilâh yoktur. Bir kimse hükmüme teslim olur verdiğim belaya sabreder, nimetlerim için şükür yolunu tutarsa, onu katımda doğrulardan yazarım. Aksine bir kimse hükmüme boyun eğmez, nimetlerim için şükür yolunu tutmaz­sa benden başka ilâh arasın.”

Kazaya boyun eğmez, belaya sabırla karşı koymaz, nimetlere şükür yolunu tutmazsan sana Rab yoktur. Başka Rab ara; ama O'ndan başkası da yok.

Hâl böyle olunca dilersen O'nun hükmüne boyun eğ, dilersen kadere, hayra, şerre, acıya, tatlıya dayan. Hoş, istemesen de olan olacak.

Sana gelecek bir şey, saklanmanla seni kaybetmez. Sana gelme­si imkânı olmayan, aramakla ve çalışmakla bulunmaz.

İmanın tam olduğu zaman velayet kapısına adım atmış olursun. O kez, Hakk’ın tam kulluğunu bulanlardan olursun. Veli kulun en büyük işareti, bütün hâlinde Yaratan’ına uymaktır. Bütün hâli Hakk'a muvafık olur. Niçin ve nasıl gibi sözlere dalmadan emirleri yerine getirir ve yasaklardan kaçar. Şüphesiz, bu hâlde, o kulun Hak'la sohbeti devam eder. Hakk’ın sohbeti olan yakınlık, ne sağ, ne sol, ne de arkada olur; önde ve aranan yerde bulunur ki, bu da yeter. Orada sine olur, sırt olmaz. Yakınlık olur, uzaklık olmaz. Safa olur, keder olmaz. Hayır olur, şer olmaz.

Senin ümidin yaratılmışlarda! Onlardan korkman var ya, işte bu, Rabb’ine şirk olur. Onlar bir şey verince övmen vermeyince sus­man var ya, işte bu da Rabb’ine karşı şirk olur.

Yazık sana, yaptığın hatalı işlerin hangisi seni erenlere katabi­lir? Sende hayır yok. Tevhid hâlin yok. Kâinatta bulunan her şey Hak'tan alınır ve O'nda bulunur. Hakk'ın katında bulunan eşya için halka gidilmez.

Hak yola dönüş tadından almak, O'nun kapısına doğru hayli yol kat etmeden elde edilmez. İlk başta bazı sebeplere takılmak, sonra da onları bırakıp sahibine koşmak icap eder. Yola ilk giren, sebeplere yapışmalıdır. Düşün ki, bir kuş yavrusu uçabilmek için ana ve ba­basının yardımını ister. Büyüyüp uçunca onlardan bir talepte bulunmaz. Kanatları kuvvet bulur, rızkını yalnız başına temin eder.

Acaba sizden biriniz, halkı, sebepleri, gücünü, kuvvetini bir ya­na atarak Hakk'a tevekkül ederek bir lokma yedi mi?

Yazıklar olsun sizlere. Sizde mevcut olmayan şeyin varlığını nasıl iddia edebilirsiniz? Gücüne, kuvvetine ve halka dayandıktan sonra iman, ikan, tevhid ve islâm iddiasını nasıl yaparsın? Aklını ba­şına al; bu iş, kuru iddia ile elde edilmez.

Sana acırım, şu yüce makama çıkar, halka öğütler verirsin. Son­ra da acayip bir şekilde gülmeye başlarsın. Halkı güldürmek için hikâyeler anlatırsın. Hâl böyle olunca, ne sen felah bulursun, ne de onlar iflah olur.

Vaiz, edepli bir muallim, dinleyicileri ise öğrenmeye muhtaç ço­cuklar gibidir. Onlara bir şey öğretebilmek için ciddi olmak ve işi çığırından çıkarmamak icap eder. Bu usulün dışında terbiye, pek az kimselere nasip olmuştur. O da ilâhî bir himmete ermiş sayılır.

Sizden çoğu İslâmiyet’i dış manası ile anlar. Âdeta küffar güru­hunun dediği gibi: “Hayat yalnız dünya hayatıdır; ölür, diriliriz. Bizim hâlimiz za­mana bağlıdır, bizi helak eden odur.” (el-Câsiye, 45/24)

Küfür ehlinin bu sözünü Hak Teâlâ bize haber verir. Sizin ço­ğunuz içinden öyle söyler, ama yaptığı bazı işlerle dıştan örtmeye çalışır. Onların yanımda sinek kanadı kadar kıymeti yoktur. Onla­rın her hâli, yarın Hak katında açığa çıkacak. Onların iyiyi, kötüyü ayırt edecek kadar akılları da yok.



* * *



Hak, Yusuf Peygamber’in hikâyesini anlatırken onun ağzından şöyle buyurdu: “Biz, metaımızı kimde bulursak onu alırız; bankasına dokunmak­tan Allah'a sığınırız.” (Yûsuf, 12/79)

Yani, Hak Teâlâ, imanı, tevhidi velayet sırrını kimde bulursa onu katına kabul eder.

Kalp, Allah için iyiliğini bulursa Hak Teâlâ onu sebeplere ve halka bırakmaz. Sebeplere dayanarak alış veriş yaptırmaz. Her yara­mazdan alır, halis kılar. Düşük hâllerini ayağa kaldırır; rahmet ka­pısına oturtur, lütuf köşesinde uyutur.

Yazık sana, İslâm gömleğin yırtık, iman elbisen pis, sen üryan, kalbin cahil, sırrın kederle dolu. Gönlün İslâmiyet’e açık değil. İç âle­min harap, dışın mamur. Bütün defter sahifelerin günah karası ile dolu. Sevdiğin, dünya yolu... Kabir kapısı açık, âhiret sana doğru. En kısa zamanda işlerini düzeltmeye bak. Gittiğin yeri gör. Bilemezsin, çok kere ölüm şu anda ve şu günde gelebilir. Ümit beslediğin cümle eşya ile aranı açar. O zaman dünyadan ümit ettiğini bulamazsın. Arzularına nail olamazsın. Âhiret işlerinden unuttuğun her şey önü­ne çıkar.

Allah'ın Zât’ından gayri şeylerle meşgul olmak bir heves sayılır. O'ndan başkasından korkmak ve O'ndan gayriye bel bağlamak, boş heves demektir. Allah'tan başka kimse bize zarar getirmeye, iyilik yapmaya kadir değildir. O her şeye bir sebep halk etti. Bütün hü­kümler sebeplere dayanarak gelir. Bir kimsenin bize iyiliği dokunu­yorsa, Hak Teâlâ o iyilik için o şahsı sebep kılmıştır. Zarar da aynı…

Sen hükmü gözet. İşlerini hükümle yürütmeye koyulduğun dem, hazan yaprağı gibi sebepler seni bırakıp gider. Hükümle amel etti­ğin an sebep kalkar, ona yarayan zuhur eder. Kabuk ortadan kay­bolur, öz kalır. Öz, sebeplere sahip olanı bulmak ve ona bağlanmak­tır. Asıl gaye, bir ağaçtan maksut meyvedir ki, o da budur.

Vahdet hâlini bulan zat, daima hâl değiştirir. Her an, bir ileriye geçer. Su kabını bırakır, sakiye koşar. Saki ile de yetinmez, ırmağa ve oradan da denize koşar. Sanatı bırakır, onu yapana koşar. Par­çayı atar, köke koşar. Çocuğa bakmaz, pederini bulur. Kulu bırakır, efendisine gider. Güçsüzü bir yana atar, güçlünün yolunu tutar. Fakr hâlini iter, Hak varlığı ile zengin olmaya can atar. Zayıflık is­temez. Hakk'ın gücü ile kuvvet bulmaya koyulur. Azını terk eder, çokta kaybolmaya gözünü diker.

Bana karşı yükselmeyin, çoğunuz kalbinde iman taşımaz. Sizden birinizin nefsine ait bir dileği varsa, onu sükûtla, edeple gemlesin. Takva zırhı ile onu çevirsin. Nefsin iyiliğe varmasına, Rabb’ine vasıl olmasına bu hâl sebep olur.

Hakk'a vusul, iki yoldan mütalâa edilir. Biri, avama karşı, öbürü de seçme kullara göre olur.

Avam halk ölümden sonra Hakk'a vasıl olur. Seçme kullar ise, bu âlemde kalben Hakk'a vasıl olurlar. Bunlar pek az olup vasıfları daima nefisle cihad etmek ve manen halk âlemini bir yana atıp otur­mak olur. Halkın zararını görmezler. Bu hâlleri devam ettikçe Hakk'a vasıl olmuş olurlar. Avam halkın ölüm sonunda ereceğine, bunlar öl­meden evvel ererler.

Bu hâl, bir kimsede tam şeklini bulunca onda bir inkişaf olur. Konuşmaya ve zahirdeki ehli ile ilgilenmeye başlar. Bu hâle eren zat der ki: “Cümle ehlinizi bana getirin.” (Yûsuf, 12/93)

Bunu Yusuf (a.s) Peygamber söylemişti. O kuyudan kurtuldu. Zindandan çıktı, zenginliği ve mülkü buldu, sıkıntısı gitti, genişliğe erdi. Çeşitli darlıklara katlandı ve her varlığı eline aldı. Kardeşleri­ne dedi ki: “Artık, ehlinizi cümleten bana getirin.” (Yûsuf, 12/93)

Bundan önce suspustu. Kuyudan ve zindandan çıkınca, açıklık geldi, konuştu. İnkişaf oldu.



* * *



Ey cemaat! Her şeyi, Yaratan'dan talep ediniz. Allah yolcuları Hak yakınlığı için ruhlarını dahi harcadılar. Aradıklarını bulunca buldukları varlık sahibi verdiklerini fazlası ile ödedi. Bir kimse, yap­tığı işi bilirse harcadığı şey fazlası ile eline girer.

Şöyle bir hikâye anlatılır:

Zatın biri köle pazarına uğradı. Orada güzel bir cariye gördü; kalbi ona bağlandı. Bir türlü bırakıp gidemedi. Altında yüz altın de­ğerinde bir atı vardı. Elbisesi de güzeldi. Kılıfı altın işlemeli bir de kılıcı vardı. Bir de kara kölesi bulunuyordu. Bu ihtişamı ile cariye­nin sahibine yanaştı ve kıymetini sordu. Cariye sahibi, o zata baktı ve şöyle dedi:

“Şüphesiz sen cariyemi sevdin; gerektir ki, seven, sevdiği uğ­runa sahip olduğu cümle varlığı harcasın. Şu anda neyin varsa bana bırakırsın ve bunu alıp gidersin.”

O zat atından indi. Neyi varsa çıkardı. Elbisesini attı, muvakkat bir gömlek kiraladı; neyi varsa cariye sahibine verdi ve cariyeyi alıp gitti. Evine vardığı zaman, başıkabak, ayağı çıplaktı. Ama cariye onundu.

Bu zat yaptığını bildi ve verdiğinin üstünde bir hakka sahip ol­du. Sevgisinde sadık olan, sevgilisi dışında hiçbir şeyle olamaz.

Sizden biri, Hak Teâlâ’nın cennette olan nimetlerini haber ve­ren, “Orada nefislerin özlediği ve gözlerin zevk aldığı şeyler var.” (ez-Zuhruf, 43/71) âyet-i kerimesini işitse ve “Oranın pahası ne ola?” diye sorsa şu cevabı veririz: Hak Teâlâ şöyle ferman buyurdu:

“Allah, mü’minlerden, cennet karşılığı nefislerini ve mallarını satın aldı.” (et-Tevbe, 9/111)

Nefsini, malını Hakk'a teslim et, her şey senin olur. Bir kimse bana dese: “Hakk'ın veçhini dileyenlerden olmak istiyorum. Kalbime Hak yakınlığı kapısının şafağı çıkıyor. Hakk'ı sevenleri ve Hak kapısın­dan içeri girenleri, onun dışında kalanları görüyorum. O kapıdan alınmış olanların üzerinde şah libası var; buna ermenin pahası ne ola ki?” Ona şöyle deriz:

“Cümle varını harca. Şehvetini ve lezzetini bırak. Kendinden geç, O'nda fena bul. Cenneti ve içindekileri unut, vazgeç. Nefsi, he­vâî işleri, dünya ve âhiret tatlarını bırak. Cümle maddiyatı geç, bu gibi işlerin tümünü arkaya at. Sonra da oraya gir. Bunları yaptıktan sonra, gözlerin görmediğini, kulakların işitmediğini duyacak ve gö­receksin. Ayrıca beşer kalbinin hatırlaması kabil olmayan işleri de öğreneceksin.”

Bu hâller bir kimsede tam ve kalp ayağı iman yolunda sabit olur­sa, hem dünya, hem uhrâ onun olur. Her ikisi de onun eline zahmetsiz girer. Onlar da bir arada kula nimet olarak ihsan edilir. Bunların sonu da Hakk'a yakınlık, O'na nazar olarak tekâmül eder. Dünyada Hakk'a kalben yakınlık duyar, âhirette ise görerek O'nun yakınlığı­na erer.



* * *



Ey evlat! Allah, dedikten sonra kalanı bırak. Söyle: “Beni O yarattı; hidayetim O'nun elindedir.”

Ey dünya zahidi, kalbin ki, âhiret talebi ile dünyadan çıktı. Söyle: “Beni O yarattı. Hidayet yolunu da gösterir.”

Ve sen ey Hakk'ı dileyen, O'na rağbet eden ve O'ndan başkası­na perhiz yapan; kalbin Mevlâ talibi olarak cennetten ayrılır, yola koyulursa, söyle: “O ki; beni yarattı; hidayet de nasip eder.”

Yol zorluğunu düşünme, Hakk’ın nasip edeceği hidayeti düşün.

Ey âhiret ve Mevlâ yoluna koyulan, o yola daha önce girenleri delil tut. Oralarda mevcut korkulu yolları öğrenmiş kimseleri bul. Onlar, büyük ve bilginin gereğini yerine getiren âlim, yaptığında tam ihlâs sahibi kimselerdir.





***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



62. Meclis (devamı)

Ey evlat! Önder zatın çocuğu ol, ona uy. Bütün yükünü onun. Önüne dök. Ve onunla yola koyul. Bazen o zatın sağında, bazen so­lunda, bazen gerisinde, bazen önünde yola devam et. Sakın onun gö­rüşü dışına çıkma ve muhalifi olma. Böyle yaparsan, maksuduna ka­vuşursun, sağlam caddeden sapmazsın.

Rabb’ini birle; her darlık açılır ve her sıkıntı zail olur.

İbrahim (a.s) Peygamber, mancınığa kondu; ateşe atılıyordu. Bu durumda bütün vasıtalar aradan kalktı. O, bu sıkışık durumda, Rabb’inden gayrına iltifat etmedi. Yalnız Hakk’ın Zât’ını istediği için Hak Teâlâ ateşe şu emri verdi: “İbrahim için serin ve selâm ol.” (el-Enbiyâ, 21/69)
Bu emir şöyle tefsir edilebilir: “Ey ateş, hâlinden ayrıl. Şeklini değiştir, bir başka ol. Sıcak­lığını, şerrini çek. Dişlerini ört. Kılıcını kınına koy. Öfkeni yut. Kıv­rıl, bükül ve durul; serin ol. Eziyet verici olma.”

İşte, bu emrin verilmesi, tevhid ve ihlâs bereketi ile oldu. İbra­him Peygamber’de bunlar vardı.

Kul, Rabb’ini birler ve onun için ihlâs sahibi olursa Hakk'a ait olur. Bazen O’nun varlığında fena bulur. Ve tekvin tecellisi içine gi­rer. Bazen de tekvin tecellisi kulun eline teslim edilir, istediğini yapar. Esas varlıkta kendini kaybeder. Bu hâl, kullar arasından bazı kimselere nasip olur. Cennete giren kim olursa olsun, neye “ol” de­se olur; ama bu önemli değil. En önemli iş, onu burada yapmaktır. Dünyada o hâli bulanların başında İbrahim (a.s) Peygamber gelir; o, çocukluk anından son çağına kadar tevekkül ayağı üstünde dur­du.

Tevekkül ve tevhid sahibi olunuz. Yarın darlık yüzünden halk birbirinden yardım ister, komşular çağrışmaya başlar. Evlat çoğa­lır, geçim darlığı kendini gösterir. Cehennem zincirleri etrafınızı sa­rar. Ve kardeş dediğiniz kimseler, kapıyı yüzünüze kapar. İşte o za­man söylediklerimi hatırlarsınız. Ama vaktinde hazırlık yapmadığı­nız için, o andaki hatırlama size fayda sağlamaz.

Sözlerimi işitiniz. Ben Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in ve onu hal­ka son peygamber olarak gönderenin vekiliyim.

Allah'ım, yapmakta olduğum bu vekâlet için Senden af ve afiyet dilerim. İçinde bulunduğum bu vazifede bana yardımcı ol. Rasûlleri tarafına aldın, beni birinci safa geçirdin. Orada durur, halkı hizaya sokarım. Bu işimde Senden af ister, afiyet dilerim. İnsan ve cin şey­tanlarının ve bütün mahlûkatın şerrinden beni esirge. Âmin!

Ey zâhidler ve ey âbidler! İhlâs sahibi olunuz. Aksi hâlde bana uyduğunuzu iddia etmeyiniz, İyi niyet sahibi olmadan, ihlâsa bürünmeden tuttuğunuz oruç, kıldığınız namaz, giydiğiniz sofi libası, ye­diğiniz derviş yemeği hoşunuza gitti. Bunları yaparken iyi niyet ve ihlâs sahibi olmalısınız. Sizde bu hâl olmadığı gibi nefsin hazzını, şahsî heveslerinizi yerine getirmeye çalışırsınız. Size yazık oluyor, Allah yolcularının yaptığınız işler dışında işleri var; o işler, kalp işleridir.

Onlar, kaderle hareket eder, hüküm gereği sohbet eder, daima hadlerini bilirler. Zahirde, bâtında, gizlide, aşikârede, halk arasında ve Hâlık'a karşı edeplerini bilirler. Her fazilet sahibinin fazlını yeri­ne getirirler. Her hak sahibinin hakkını öderler. Allah’ın Kitabı’nda­ki emri yapar, Peygamber'e (s.a.v) karşı olan vazifelerini yerine ge­tirirler. Böylece onların da haklarını öderler. Onların kalbinde ilâhî ilmin de bir hakkı vardır; onun da hakkını verirler. Onlar kimsenin hakkını yemezler. Evlerindeki çocuklarının hakkını, nefislerinin hak­kını, kalplerinin hakkını ve halkın hakkını eda ederler. Onlar, tam bir temkin içinde olur, cümle işlerini Hakk'a ısmarlarlar. Uygunsuz arzularını hapseder, şüphelileri bir yana atar, mutlak olanlara ba­karlar. Alınması gerekeni alır verilmesi icap edince de verirler. Kalp­lerinin ve sırlarının sınırını çizer, hadlerini aştırmazlar. Halka daima iyilik ederler. Bu işler, mutlaka yapmakta olduğunuz uygunsuz iş­lerden daha ileridedir. Bildiklerinizin ta ötesinde olan işlerdir.

İman sahibi, kardeşine öğüt verir de kabul etmezse, şöyle der: “Yakında dediğimi hatırlayacaksın; yaptığım işi Allah için ya­parım.”

İrfan sahibi, halkın nefislerine karşı tevhid ve iman kılıcı ile cihad açar; ilâhî esrara ait bir şeyi onlarda sezerse alır, şahın kapısına iletir. O, kullarını bizzat görür.

İman sahibinin sevdiği işler içinde en iyisi ibadettir. Ve ibadet­ler içinde en çok namazı sever. O evinde oturur, ama kalbi müezzini gözetir. Çünkü müezzin Hakk’ın davetçisidir. Ezanı işitince kalbini sürür kaplar. Camiye veya mescide uçar gibi gider. Cami civarında bir dilenci ile karşılaşırsa yüzünü ekşitmez. Yanında bir şeyi varsa verir, yoksa hoşça savar. Çünkü Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in: “Dilenci, Allah'ın kullarına hediyesidir.” hadis-i şerifini bilir. Ona bir şey verirken sevinir. Çünkü öbür âlemde verdiğini, Hak ona bolca öder. Bu, iman sahibi bir âbidin yapması gereken iştir. İr­fan sahibi daha başkadır.

O, şer'î hadleri yerine getirmeye gayret eder. Bilhassa kalbine Rabb’inden gayri şeyin girmemesi için elinden gelen gayreti sarf eder. Kalbine nazar ettiği zaman, Hak’tan başkasının korkusunu ve ümidini bulmaktan çok korkar. Kalbini halkın ve sebeplerin kirine belemekten çekinir. Halkla karşılaşmayı pek sevmez. Ancak, onları birer hasta kabul ettiği için, doktor olarak kabul eder. Ne dünya ha­yatını sever, ne âhiret hayatını. Çünkü o, Hak yakınlığı izzetini bulmuştur. Sevdiği, hoşluk bulduğu tek şey odur.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz, bir kudsî hadisi şöyle anlatır: “Kıyamet günü Hak Teâlâ mü'min kullarına, şu hitabı yapar: Âhireti dünyanıza tercih ettiniz; bana ibadeti ise, şehvet duygularınıza tercih ettiniz, izzetime, celâlime yemin ederim ki, cenneti an­cak sizin için yarattım.”

Bu kelâm mü'minler içindir. Bir de sevenlere hitap var, o da şu: “Dünya ve âhiret dâhil, bütün yarattıklarıma karşı büyük Zâ­t’ımı üstün tuttunuz. Halkı kalbinizden attınız. Sırlarınızı onlardan bo­şalttınız. Bu sebeple işte size veçhim, işte size yakınlığım, siz benim gerçek kullarımsınız.”

Veli kulların bir kısmı, günlük ihtiyacını cennetten alıp yer, ora­da neler var görür. Oranın şarabını kana kana içer. Onlardan bir kısmı da, yemeyi, içmeyi bırakır. Halkı azleder. Onlara karşı varlı­ğına perde çeker. Bunlar, İlyas ve Hızır Nebi'ye benzer. Bu zatların çoğu yeryüzünde saklıdır. Halkı görürler, ama halk onları göremez. Çoğu veliler gizliliği tercih eder. Açık gezen pek azdır.

Bu makama varan sayılı miktardadır. Halkın çoğu onlara irşad olmak için koşar. Hak yakınlığını bulmak kastı ile koşmayı arzular­lar. Onlar yüce varlıklardır. Yeryüzü onlar için bitki bitirir. Rahmet onlar için yağar. Halkın üstündeki bela onların himmeti ile açılır.

Meleklerin yemesi, içmesi, Hakk'ı tespih ve tehlildir. Onlar bun­dan gıda alırlar. Tespih ve tehlilden gıda alan veli kullar, sayılacak kadar az olan bazı fertlerdir.

Size, bu sözleri duymaktan hiçbir fayda gelmez. Sizin çoğunuz, iblisin gözdesi ve kölesidir. Ne sizde bir iyilik var, ne de taptığınız ibliste. Ey şeytana ibadete çekilenler, iblisin kulluğunu bırakınız, ondan ayrılınız. Kalp adımlarınızla Hakk'a varınız. Bulmak istediği­niz rıza yolunu göstermesini O'ndan talep ediniz. İsteyiniz ki, Zât’ına sizi hadim kıla. İsteyiniz ki, sizi sonsuz hazineye erdire. Yorulma­yan, yılmayan yardımcı vere. İsteyiniz ki, dünyayı size darılta, âhireti sevdire. Bunu bulduktan sonra âhiretin de darılmasının temini­ni isteyiniz. İsteyiniz ki yalnız Zât’ı için ameli nasip ede ve Zât’ını sev­dire. Zât’ından başka cümle eşyadan halâs vere. Sen halka ve sebeplere kölesin. Eğer Hakk'a kul olsaydın, işlerini O'na bırakırdın. Cümle ihtiyaçların O'nunla görülürdü.

Hâliniz nedir? İşinizin yalanladığı sözü neden söylersiniz, Rabb’inizin şu kelâmını duymadınız mı? “Ey iman sahipleri, neden yapamayacağınız şeyi söylediniz. Yapamayacağınız işin sözünü ettiğiniz için Hak katında cezanız arttı.” (es-Sâf, 61/2-3)

Yaptığınız hatalara, işinize bağlı melekler de şaşmakta. Hâlleri­nizde gözüken yalan, onları şaşırttı. Hele tevhid üzerinde oynadığınız yalancı oyun, onları büsbütün hayrete düşürmekte. Bütün sözleri­niz aldatmaca ve ruhsatlı işlerle dolu. Zenginlerin ve sultanların sö­zünü etmektesiniz. Falan giydi, öbürü şöyle yedi. Falan kimse evlen­di. Şu zengin oldu, öbürü de fakir gibi birtakım sözler. Bunlar sizi nereye götürecek? Bu sözlerin cümlesi felâket, afet, azap getirir.

Tevbe ediniz. Yaptığınız hataları bırakınız. Rabb’inize yöneliniz ve O'nun Zât’ından gayri eşyayı bırakınız. O'nu anınız ve başkasını unutunuz.

Sözlerimi tutup gereğini yapmak, iman alâmetidir. Sözümü bir yere alıp kaçmak ise, nifak alâmetidir.

Ey hakkımda atıp tutan, buraya gel; hâlimi ve hâlini anlatayım. Şeriat ahkâmına göre hepsini beyan edeyim. Bir kimse şüpheli işlere dalar, sarp yola saparsa, onu atmak haktır. Allah'ın adı ile onu yok etmek ve kovmak caiz olur.

Benden saklı durma. Kadınlaşan er gibi kaçıp gizlenme. Sen hiç bir şey olamazsın. Bir hevesten ibaretsin. Yazık sana, yakında ferma­nın gelir, hâlini görürsün.

Allah’ım, tevbemizi kabul buyur. Bizi dünya ve âhirette rüsva etme. Âmin!



* * *



Ey evlat! İşlerin bir temel üzerine oturtulmuş değil; dolayısıyla yakında duvarın yıkılacak. Temeli birtakım icat ve şaşkınlıkla attın. Binayı da riya ve nifak üzere yükselttin. Bu hâlde evini, nasıl sağlam gösterebilirsin? Bu yaptıkların tabiat ve boş arzuların eseridir. Ye­men, içmen, nikâh etmen ve mal toplaman, kötü tabiat ve yersiz arzu ile olmakta. Sâlih niyetin yok. Yapılan işlerin hiçbirinde iyi niyet bu­lunmuyor. İman sahibinin bütün hâllerinde ve işlerinde iyi niyet olur. Yemesi, içmesi, giymesi ve evlenmesi ilâhî emirledir. Onun dünyası da, âhireti de o emre göre olur. Hak, kuluna dünyada şeriatı ile emir verir. Öbür âlemde ise, bütün vasıtaları kaldırır. İman sahibi, dünya­nın çabuk fena bulmakta olduğunu görür, perhiz eder. Nasıl olsa kıs­metinin geleceğini düşünür, bekler. Gelince dinin şahadeti ile alır ve kalbine tasdik ettirerek yer. Gelen herhangi bir dünyalık için: “Benim buna ihtiyacım yok!” der ve kaçmaya başlar.

Ama kısmetinde olduğu için onu alıp yemesi icbar edilir. Onun dünyadaki hâli böyledir.

Dünyadaki hâli böyle... Âhirete gelince, oradaki cennetin yüzüne göz atmaz; ta, Yaratan'a varıncaya kadar. Oradan bir şey alıp yiye­cek olsa, katî emirle alır. İşaret verilir ve o yöne itilir, ondan sonra alıp yer. Cennetin hakkını ödemek için emri kabul eder. Yine o emir icabı huri-vildânın hakkını öder. Oradaki bütün tatların hakkını da aynı emirle yerine getirir. Bu hususta, peygamberlere, şehidlere, sâlihlere uyar. Zaman zaman onlarla olduğu olur. Ancak zamanının çoğu, Hak katında geçer.

Hak'tan çekinir, emirlerini yapar ve ittikâ sahibi olursan O'ndan yardım gelir. Cümle işlerinde onun açık yardımını görmeye başlar­sın. Hak Teâlâ'nın şu kavlini işitmedin mi: “Bir kimse Hakk'a karşı ittikâ üzere olursa, Hak ona kapalı yolları açar. Ummadığı yönden rızkını alır.” (et-Talâk, 65/2-3)

İşte bu âyet-i kerime, sebeplere bağlanıp kalma kapısını kapadı. Zengin kişilerin, şahların kapısını yüzüne örttü ve tevekkül kapısını ardına kadar açtı. Ki, bir kimse, Hakk’ın kuvvetini ve kudretini düşü­nerek kötü işleri terk ederse yolu açılır, kurtuluş bulur. Bol mükâfat verilir. İnsanların tıkandığı yerde o tıkanmaz.

Sizin hâliniz nice olur? Daha ne söylememi ve ne yapmamı bek­lersiniz. Sizin için neler söylemedim, neler yapmadım ki? Şu şiir, hâliniz için ne iyi:

“İşittirirdin, hepsini haylasaydın diriye.

Ama ölüdür, benzemez çağırdığın diriye.”

Kalbin, iman, İslâm ve ikandan yana yaya. Marifetin ve bilgin yok. Bir hevesten ibaretsin ve seninle konuşulan sözler boşa gider.

Ey münafıklar, tevekkül kelimesini dilden ettiniz, kalbiniz şirkle dolu. Halkı Hakk'a ortak eder oldunuz. Kalbim size karşı öfke ile do­lu. Bu öfkemi Hak için yaparım. Susar ve beni sıkışık duruma atmaz­sanız ne âlâ; aksi hâlde evinizi yakarım. Közleri başınıza düşürürüm. Ey acı ve tatlı suya hıyanet edenler, size neler etmem ki?

Allah'ım, Sana olan dargınlığımızı hallet. Kaderin için yaptığı­mız nizayı bağışla. Sana karşı yapmakta olduğumuz isyanla aramızı aç, rahatlıkla bizi isyandan kurtar. Rahmetinle dileğimizi yerine ge­tir. Âmin!



***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



62. Meclis (devamı)

Ey evlat! Rabb’ine karşı ittikâ sahibi isen, O'nu zikreden ve O'na karşı tevhid sahibi isen, daima O'nu gözetiyorsan anlatılan işleri bela gelmeden yapmakta isen, bela anı senin için gül gülistan olur. Ateşe atılsan, “Ey nâr, nur ol, serin, selâm ol!” denir ve öyle olur.

Allah'ım, biz hak etmesek de bizi öyle olan kullardan eyle. Bize kereminle muamele et. Bizi cezalandırma. Bizi nimetinden saklı tut­ma. Bizi şefkatsiz bekletme. Âmin!

Asi kimseye nasıl tevbe gerekse, irfan sahibine de edep öyle farzdır. Ona niçin edep gerekli olmasın ki, halkın Hâlık'a en yakın olanıdır. Bir kimse, şahın yanında edepsiz olursa, o hâli, ölümü çeker. Ve her kim ki, edepsizdir, o hem halkın, hem de Hakk'ın öfkesine uğ­rar. Edepsizlikle geçen her an belalı andır. Her hâlde Hak'la iyi edepli olmak icap eder.

Âhirete dönünüz. Dünyaya kalben arka çeviriniz. Bütün varlı­ğınızla dünyaya abanmayınız. Kâfirler gibi dört elle dünyalık top­lamaya çıkmayınız. Onlar, dünyayı bilmedikleri için ona sarılıp ka­lır, severler.

Kul daima, yaptığı hata için pişmanlık duyar; ona yaraşan da budur. Gündüzleri oruç tutar, geceleri de namaz kılar. Alın teri ile kazanmış olduğu helâl lokmayı yer. Hep işlerini dinin emri ile yapar. Sonra bu hâlinden de terakki edip kazancının azını yer. Verâ sahibi olur, şüpheli işleri bırakır. Harama dalmaktan korkar. Sonra yine terakki eder, zâhid olur; her şeye karşı, istiğna duymaya başlar. Sonra yine terakki eder, arif olur. Kalbini Hakk'a verir, ihtiyaçlarını O'ndan diler. Oturması, konuşması O'nunla olur. Kalbi, halktan ya­na boş olur. Halktan gına gelir. Hâli böyle olunca Hak, onu, nebileri ve saf kullarının ervahı ile oturtur. Bundan sonra Hakk'a ünsiyet eder, O'na yakınlık duygusu bulur.

İşte iyi bir kulun hâli... Siz bundan ne kadar uzaksınız; hem de ne kadar?

Yazık sana, hâller ilmini bilmezsin; o hâlde neden iç âleme dair işlerden dem vurursun? Hakk'a karşı irfanın yok; nasıl halkı O'na da­vet edersin? Senin bildiğin şeyler zenginlerin yanı, sultanların ka­pısı. Peygamber’le ve onu gönderenle ne ilgin var? Şüpheli şeyleri yer verâ sahibi olmazsın. Ancak haram yemeyi bilirsin. Dinini sata­rak yemek haramdır. Sen münafık, deccâlsın. Ben, münafıklara kar­şı öfke duyan, onların başında öten ve akılları parçalayan kimseyim. Kazma ve küreklerim onların evini yıkar, imanlarını siler, götürür, iddia ettiği imana sahip çıkamaz. İçi bozuk zatın elinde silâhı yok­tur. Cenge yeter metaı yoktur. İçine sığınacak kalesi, sığınacak yeri yoktur. Halkla Hâlık arasında döner. Zahirle bâtın içinde dolaşır. Sebeple onu Yaratan arasında kalır. Hükümle ilim arasında bocalar.

İman eseri, bela ve afet anında kendini gösterir. İkan işini o za­man belli eder. Tevhid ve tevekkülün gücü o zaman belli olur. Allah'a dayanma o zaman kendini gösterir.

İman, bir davanın şahidi sayılır. İman sahibi, kalpten Allah'tan korkan ve bir arzusu olduğunda yalnız O'ndan talep edendir. İman sahipleri ihtiyaçlarını yalnız O'na açarlar, başkalarına bir şey demez­ler. Onlar, yalnız Hakk'ın kapısına koşar, başkalarına gitmezler.

Siz, Rabb’inize karşı ne biçim irfan duygusu taşırsınız, hayret!

Bir kimse, dünyanın aslını anlarsa, bırakır. Âhiretin yapılmış, yaratılmış, sonradan var olmuş olduğunu anlarsa onu da bırakır, onu yapana kaçar, sığınır. Dünya ve âhiret önün kalp gözünde küçülür. Sır gözünde Hakk'ın büyüklüğü peyda olur. Bundan sonra O'nu ara­maya başlar, başkasını iter. Halk, önünde zerre miktar kıymet taşı­maz. Halka baktığı zaman onları çamurla oynayan sıbyana benze­tir. Şahları, bir yana atılmış ve azlolunmuş görür. Zenginleri de al­danma içinde bulur. Geçici işlere dalanları da Hak’tan mahcup bulur.

Sizi Allah’ın Kitabı ve Peygamber’in sünneti ile oynar buluyorum. Sâlih kişilerin sözünü elinizde birer oyuncak olmuş görüyorum. Bu oyunu cehaletiniz yüzünden yapmaktasınız. Eğer emrine uyup dile­diği gibi hareket etmiş olsaydınız, cümle arzunuz yerine gelirdi.

Sabırsız kimsenin başına gelen fakirlik ve bela hâli, bir felâket olur. Ama sabırlı insan için bela ve fakirlik nimet ve keramet sayılır.

İman sahibi, bela hâlini nimet sayar. O fakirlik hâlinde Yaratan'ına yakın olur, O'nunla konuşur, O'na yalvarır, o hâlden ayrıl­mak istemez.

Kelâm pazarım işlemez oldu; ne tuhaf. Çünkü ortalık, kötü arzu ve havai işler peşinde koşan nefislerle doldu. Sözlerim onlara yaramı­yor.

Bu zaman, âhir zamana benzedi. Nifak çarşısı kuruldu. Hâlbuki ben, Peygamber’in (s.a.v), Ashâb’ın ve onlara uyanların dinini yerine getirmeye çalışıyorum. Bu zaman, âhir zaman oldu. Çoğunuzun mabudu altın, gümüş oldu. Bu zamanların insanı, Musa Peygamber’in kavmine benzedi. Buzağı kulluğu kalplerine yer etti. Bu zamanın kalplerindeki buzağı, altın, gümüş oldu.

Yazık sana, şu mülkte niçin şöhret, mal talep eder ve ona güve­nirsin? En önemli işlerini ona gördürmek dilersin. Yakında ya her şeyin elinden çıkacak, bir yana atılacaksın yahut ölüme mahkûm olup gideceksin.

Ona dayanan herkesin, malı yok olacak, mülkü eriyecek, şöhreti sönecek ve tek başına kabre konacak. Orası karanlık, vahşet ve deh­şet yuvasıdır. Yalnızlık ve kederle, gamla doludur. Bir sürü böcekle doludur. Ona bağlı olan herkes, saltanattan ölüme gider. Ancak kur­tulan odur ki, iyi işleri buluna ve hak için iyi niyet beslemiş ola. O zaman Allah, onu rahmeti ile kaplar ve hesabını hafif kılar.

Dünyada olduğun müddet, ölümü mukadder olana dayanma. Ye­rinden atılması muhtemel olana güvenme. Sonra ümitlerin söner, dayanağın çöker.

İman sahibinin ümidi, himmeti yücedir. O, arzularını, yerden ve ehlinden, âhiret ve onun uşaklarından yüce tutar. O bilir ki, Allah himmeti âli kimseleri sever. Bu yüzden himmetini yüce tutar; ta, Hakk'a vasıl oluncaya kadar

Oraya varan, himmetini Hakk'ın varlığı önüne serer ve secdeye kapanır. Himmetin oradan ayrılmasına izin vermez. Sırrı ve kalbi ile duaya başlar. Bu dua sonunda Hak, onlara Zât’ından niyabet ihsan eder. Dünyada temekkün, halka baş olma hâlini bulur. Şu âlemde üstün yaşar, öbür âlemde yine öyle olur. Dünyanın şahı, âhiretin şahı olur.

Ey cemaat! Rabb’inize şükrediniz. O'nun verdiğini başkasına ait kılmayınız. O'nun şu kelâmı, elinde ne varsa O'na ait olduğunu açık­lar: “Sizde olan nimetler Allah tarafından verildi.” (en-Nahl, 16/53)

Sana gelen bir dilenciye bir şey vermeden tetkik et. Sonra vere­ceğini ver. Sana hilekâr bir nifak sahibi gelebilir. Zengin olduğu hâl­de, kendini fakir gösterip bir şeyler çekmek ister. O içi bozuk, yalan­cı ağlayış ve sızlayışı ile asıl fukara olanların işini sarpa uğratır.

O cins kimse, senden bir talepte bulunursa bir an dur, kalbine danış; belki hakikaten zengindir. Senin ona vereceğin onun hakkı değildir. Zihnini yokla ve özüne danış. Müftüler bir iş için fetva dahi verse, kalbine sor.

İman sahibi, halkı iyi bilir. Halkın onda işaretleri vardır. Kalbi çok duygulu olup bakışları Allah'ın nuru ile olur. O ilâhî nuru kal­binin derinliğine yerleştirmiştir.

Yazık sana, tembelsin. Bu tembellikle eline bir şeyin geçeceği yok.

Komşuların, arkadaşların, akraban, hep yol alıp gittiler. Çeşitli araştırmalar yaptılar, kazılar yaptılar, kıymetli mallar gömdüler. On­ların içinde iyi iş tutanlar, bire karşı yirmi kazandı. Onlar geldi, gani­metlerle dönüp gittiler. Sen hiçbir kazanca sahip olmadan yerinde saymaktasın.

Yakında elinde az mevcudu olan da tükenir; sonra halktan mal talebine geçersin. Sana yazık olur sonra. Allah yolunda çalışmaya başla. Onun kaderine güvenip kalma.

“O kimseler ki, uğrumuzda cihad ederler, onlara hidâyet yollarımızı açarız.” (el-Ankebût, 29/69) âyetini duymadın mı?

Gidilen yola koyul; elbet sana katılan olacak ve çalışman müspet bitecek. Her şey Allah'ın kudreti ve kuvveti dâhilindedir. O'ndan gayri kimseden bir şey talep etme. Şu yüce âyet-i kerimeyi işitmedin mi: “Hiçbir şey yoktur ki, onun hazinesi bizde olmasın. Ama, ancak malûm miktar indiririz.” (el-Hicr, 15/21)

Bu âyeti beyandan sonra söylenecek söz kalmıyor. Ne söylenebi­lir ki?

Ey altın, gümüş arayan, vakıa onlar bir şeydir, ama onlar Hakk’ın kuvvet, kudret elindedir. Hâl böyle olduğuna göre, onları halktan isteme. Sebeplere itimat ederek şirk dilinle halka koşup al­tın, gümüş isteme.

Allah'ım, ey halkı yaratan ve ey sebepleri sebep eden! Halkı Sana ortak ederek yaptığımız şirk bağından bizleri kurtar. Sebepleri Sana ortak kılıyorsak, ondan da kurtar.



* * *



Ey Allah'ın kulları, siz hikmet evindesiniz. Elbette vasıtalara talip olmanız gerekir. O hâlde durmayıp Mabud’unuza yalvarın, kalbi­nizi şifaya erdirecek doktoru, tedavi edecek kimseleri isteyin. Eli­mizden tutup O'na götürecek delili talep edin.

Hakk’ın terbiyeye muktedir kıldığı kimselere yakın olunuz. Hal­ka edep, erkân öğretmesi için Hak Teâlâ’nın vazife verdiği kimseleri arayınız. O’nun yakınlık perdedarını bulunuz. O’nun kapılarını araş­tırınız.

Nefsinize hizmet etmekle yetindiniz. Boş arzularınıza uyup kaldınız. Tabii isteklerinizin tatminine razı oldunuz.

Ben huyunuzu güzel etmeye gayret ederim. Hakk'a layık olmanız için kirinizi çıkarmak isterim.

Nefsini sevince boğan, dünya sultanları önünde zerreler gibi kü­çülen; onların önünde zelil ve hakir düşen pespayelere uymayınız. Onlar Hakk'ın emrettiğini demez, onun yasak kıldığını bildirmez. Şa­yet böyle bir şeyi yapacak olsa dahi nefsi, şeytanı için, nifakı için yapar. Allah o gibileri yeryüzünden alsın. Yeri onların kirinden te­miz etsin.

Rabb’imiz, cümle münafığı yeryüzünden ya temizlesin, ya da on­ları ıslah etsin, tevbe nasip etsin ve hidayet versin. Şu kimseye kızarım ki, dille “Allah, Allah” der, fakat başkasında kuvvet görür. Ey Allah'ı anan, kendini O'nun yanında bilerek an. Dilden O'nu anıp, kalbin başkasında olmasın.

Bana dost ve düşman aynı görünür. Yeryüzünde seçmiş olduğum ne bir dostum, ne de düşmanım var. Ama bu hudut, tevhidin sıhhat hâlini bulmasına kadar uzar ve orada kalır. Kim ki, tevhid işinde sağlık bulur, halkı aciz görür ve o benim dostum olur. Ama benim asıl dostum Allah'a karşı ittikâ üzere olandır. Düşmanım ise, Hakk'a karşı isyan bayrağı açandır. İşte imanımın dostu ve onun düşmanı.

Allah'ım, bu hâlimi gerçeğe ilet. Yolumu açık tut. Doğru yolda bana sebat ver. Verdiğin iyi hâli, bir daha almamak üzere hibe et; emanet olarak verme.

Anlatmak istediğim mevzu mühimdir. Yalnız kuru dava, boş söz, temenni ile elde edilmez. İsimler almak, lakaplar kullanmak, dil gürültüsünü öğrenmiş olmak bir fayda sağlamaz. Ancak ihlâsa sahip olmak, riyayı terk etmek ve nefse, şeytana, boş arzulara karşı savaş açmakla olur.

Akıllı olunuz. Sizde hakiki kalbi bulamıyorum. Kalbi erin sahibi­ne karşı irfanı sizde göremiyorum.

Nefisleriniz güzelleşmiyor, hayrını ve şerrini öğrenmiyor. O, ki­birle dolu, azametle kaplı. Hak yol, onun tuttuğu yol değil. Hak yolu arayan: “Ben, benim için, benimle” demez.

Bu yol, önden sona mahviyet ve yoklukla doludur. İmanın zayıflık devresinde: “Allah'tan başka ilâh yoktur” denir, iman tam kuvvetini bulunca, “Senden gayrı ilâh yoktur” sözü ile hitap edilir; çünkü iman müşahede hâlini bulmuştur.

Her kim ki, kullara bakar, aradığını onlardan bekler, o Hakk'a karşı kör olur. Halka bakan, Hakk'a dair olan bir şeyi göremez, O'nun kapısına varamaz. Çünkü Hakk'a hizmet etmiyor, O'nun emrini tut­muyor. O'nunla sohbet etmek istemiyor. Eğer ki, gençlik çağında Hakk'a hadim olsa, yaşlı devrinde elbet Hak onu kimseye muhtaç kılmaz. Kul niçin hizmetinin karşılığını almasın ki, Allah kendini bilip hizmet etmeyenlerin bile ecrini ihsan eder; bilerek kulluk ede­ne neden vermesin?

İman sahibi, yaşını aldıkça, imanını kuvvetlendirir ve halka kar­şı gına duyar; çünkü Hakk'a yaklaşmaktadır. Elinde zerresi, bir lok­ması ve bir hırkası dahi olmasa yine kullara el açmaz.

Sözlerimi ayık olarak dinleyiniz. Kelâmımı arkaya atmayınız. Ben halk içinde Hakk'ı yerine getirmek isterim. Sözlerimin her biri tecrübenin mahsulüdür.

Sizin çoğunuz, Hakk'ın nurundan, İslâm’ın ruhundan mahrum ve onlara karşı perdelenmiş, İslâm iddiasını yapar, ama onun haki­katinden haberi yoktur.

Yazıklar olsun size, İslâm’ın yalnız ismi size ne fayda sağlar ki, onun adı ile yetinirsiniz. Dıştan şartlarını yerine getirmeye gayret edersiniz, ama hakikatini asla. İşiniz hiç bir şeye denge verecek du­rumda değil.



* * *



Kadir gecesine ait Hakk'ın sâlih kulları yanında alâmet vardır. O kulların bazısı, kadir gecesi meleklerin nur yüzlerini ve ellerinde taşınan velayet nurlarını görür. Onlar sema kapılarının nurunu da görürler. Hakk'ın varlık yüzündeki nuru da görürler. Hak, o gece, yer ehline açıktan tecelli eder.

Kul, Hakk'a karşı irfan duygusuna sahip olursa, ilâhî yakınlığın tümünü vergilerin hepsini, ülfetin cümle ahvalini, izzetin bütün şa­şaasını bulur. Hepsini alır. Hak Teâlâ ara sıra kulu ile arasına perde çeker. Sebebi ise, onu denemek, ötelerden onun hâline bakmak ve tecrübe etmek. O verilmiş olan bütün hâlleri bazen alır, irfan hâlin­de ve sebat ediyor mu, etmiyor mu bakar. Yoksa o hâlleri kaybolduğu için, ters istikamete mi gidiyor? Şayet Mevlâ, onda bir sebat sezerse, tekrar perdeyi aralar, önce ihsan ettiği yüce hâlleri iade eder.



* * *



Cüneyd Hazretleri birçok zamanlarında şöyle derdi: “Bende, benim için ne olabilir ki, kul ve elindeki Mevlâ’sına aittir.”

O zat, nefsini Rabb’ine teslim edip, şahsi arzusunu izale etmişti. Bütün varlığını ona bırakıp, Hakk'ı kader işinde rıza yolu ile göze­tirdi. Kalbi salâh bulmuş, nefsi itminan derecesine ermişti. “Benim sahibim o Allah'tır ki, kitabı indirdi ve sâlihlere o sahip olur.” (el-A’râf, 7/196) kavline göre amel ederdi.

Füdayl b. İyaz, Süfyân-ı Sevri ile karşılattığı zaman: “Gel, Allah'ın ezeli ilmindeki hâlimizi analım ve ağlayalım.” derdi.

Bu kelâm ne kadar hoş. İşte ilâhî irfana sahip olanın sözü.

Aynı zamanda ilim ve irfan sahibi idi. O, Hakk'ın tasarrufuna da vâkıftı. Derdi ki: “Önüme birkaç zümre çıkarsalar, şunlar cennet ehli, deseler aldırmam; şunlar da cehenneme gidiyor deseler önem vermem.”

Ve o zat, bütün kabileyi tek açıdan görür, hepsinin arasına ka­tılır, kendisi hangi kabilenin malıdır, bilmez. Allah yolcularını hiçbir şey aldatamaz. Onlar yaptığı işe aldanıp kalmazlar, çünkü yapılan işler, sonucu ile değerlendirilir.

Dünya sultanları halkın çoğuna put oldu. Dünyada zenginlik, afiyet hâli, güç, kuvvet, her biri birer ilâh oldu.

Yazıklar olsun size, dalı tuttunuz, kökü bıraktınız. Hâlbuki asıl olan köktür. Rızka muhtaç olanı, rızık veren olarak tanıdınız. Kulu, efendi bildiniz. Gücünüzü kavi sandınız. Ölüyü diri gördünüz. Ar­tık sizde iyilik kalmadı. Artık size uyamam. Yolunuza giremem. Ben, sizden ırak ve selâmet düzlüğündeyim, Sünnet üzereyim. Bidate sap­mam. Tevhid yolunu tutarım. İhlâsa sarılırım. Riyayı bırakırım. Ni­faka bakmam. Halkı aciz, zayıf ve güçsüz görürüm, ezilmiş bilirim. Dünyanın zalim kişileri azıp kudurduğu zaman, o firavunlar fır­ladığı, o sahte sultanlar köpürdüğü, o zenginler burun kaldırdığı ve Allah'ı unuttuğu gün neden onlara saygı duyarsın? Bunu yaptığın için sana, putların kulu, hükmü verilir. Haksız yere kimi büyütürsen, o senin putun olur.

Yazık, putların sahibine köle ol. Göreceksin ki, onların cümlesi önünde zelil olmuş. Hakk'a yaptığın tazim kadar halk sana saygı gösterir, büyütür. Hak Teâlâ'yı ne kadar seversen, kullar da seni o kadar sever ve sayar. Hak Teâlâ'dan çekindiğin kadar, kullar senden çekinir. Hakk'ın emirlerine ne kadar saygı duyarsan verdiğin emre karşı halktan o kadar saygı bekle. Hakk'a kulluk için ne kadar ya­kınlık duyuyorsan, halk da emirlerine o kadar saygı duyar. Hakk'a yaptığın hizmet kadar kullardan hizmet bekle.



* * *



Ölüm düşüncesi nefsin hastalıklarını giderir, şifa olur. Ve onun kötü huylarını yok eder.

Birçok yıllarını ölümü düşünmekle geçti; gecem, gündüzüm öy­le tükendi. Onu düşünmekle kurtuluşu buldum. Nefsimi öyle erittim.

Bazı geceler ölümü düşündüm ve ta seher vaktine kadar ağladım. O gecelerimde hem ağlar, hem şöyle yalvarırdım: “Allah'ım, ölüm meleğine ruhumu aldırma. Ruhumun kabzına onu memur etme.”

Gözlerim kızardı ve yoruldum. O anda bir ihtiyar gördüm. Gü­zel siması vardı. Kapıdan girdi, ona sordum:

“Kimsin?”

“Ölüm meleğiyim.”

“Ben, Allah'tan, ruhumun kabzını uhdesine alsın ve seni gön­dermesin, diye niyazda bulunmuştum!” dedim. Bunun üzerine:

“Bu dileği niçin yaptın? Benim ne kabahatim var? Ben me­mur bir kulum. Bazı kimselere sertlik yapmak için memurum, bazı­larına da şefkat.” diyerek başını bana yasladı; ikimiz de ağladık.
Sonra uyandım, yine ağlıyordum.



* * *



Ahmed b. Hanbel (rh.a) şöyle derdi: “Bana göre aziz olan kalpler, dünya sevgisini yaktı ve sinesine Kur'ân'ı doldurdu. Sâlih kardeşlerden çoğunun vakti namazla geçer. Onlar, rükû, secde halindedir. İyiliği emreder, yasakları yaptırmaz­lar. Şüpheli işleri o kadar bıraktılar ki, elleri iş tutamaz oldu. Bütün gayretleri Hakk'ı talepten ibaret kaldı. Elinizde bir malınız varsa, on­lara infak ediniz. Yarın onlara büyük bir devlet ihsan edilecektir.”



* * *



Biri şöyle sordu:

“Korku ateşi mi çetin, yoksa şevk ateşi mi?” Şu cevabı aldı:

Mürid için korku ateşi, Murad için de şevk ateşi. Korku ateşi bir şeydir; öbürü de ayrı şey. Ama bunların hangisi sende var?

Ey sebeplere dayanıp kalanlar, hâliniz nedir? Size fayda sağla­yan birdir; zarar veren bir, şahınız bir, sultanınız bir, ilâhınız yine bir. O bire ermek dilemez misiniz? O'na kavuşma vasıtasını neden aramazsınız? Hak Teâlâ'nın şu âyet-i kerimesini dinlemediniz mi: “Bir kimse, Rabb’ine kavuşmak diliyorsa, amel-i sâlih işlesin; Rabb’ine yaptığı kulluğa hiç kimseyi ortak katmasın.” (el-Kehf, 18/110)

Rabb’inle aranda yalnız sen varsın; arala kendini, O kalır; görür­sün.

Sorucu devam etti:

“Kendimi nasıl ayırabilirim?”

Cevap verdim:

Nefsini, muhalefet ve mücahede, sözlerine önem vermemek su­reti ile aradan çıkar. Onun şehvetini, lezzetini kır. Tembelliğini gi­dermeye bak. Bu hâl sonunda onu, düşkün ve kalbinden yüzünü çe­virmiş bulursun. Bu durumda ortada bir yana bırakılan et parçası kadar hükmü kalır. Hareket kudreti olmaz. Ona sükûnet, itminan ruhu serpmeye başlarsın.

Onun varlık ruhu çıkınca itminan ruhu gelir. O kere nefse bak­tığın zaman, kalbi ona terbiyeci görürsün. Her ne zaman nefis itmi­nan hâlini bulursa, ona birinci hâlinde mevcut havanın gayri bir ruh üflenir. Rububiyet ruhu, akıl ruhu, halka karşı zâhidlik ruhu ve Hak'la var olma ruhu üflenir. Hakk'a yönelme ve O'nun Zât’ından gayri her şeyden bir tiksinme hâline sahip edilir.

Yaptığı işte doğru olan, önder olan büyüklere veda eder. Onla­rın emrine göre öteye geçer. Onlara işaretle hâlini anlatır ve der ki: Siz yorulmayın. Ben sizin delâlet ettiğiniz yere varırım.
Erenler anlayış kapın sayılır. Gerekir ki, o kapıya uğramadan öteye geçemeyesin. Bunlar birer misaldir. Hak Teâlâ, kullara bazı hususu anlatmak için misaller getirir.

Allah'a ve Peygamber’e iman ediniz. Allah ve Peygamber’ini tas­dik ediniz. Verilen haberlerin gerçek olduğuna inanınız.

Allah'a vasıl olmanın gerçek yolu, imandır. Hayrın temel kayna­ğı yine imandır. İhlâs, nebiliğin -yeni dinle gelmeyen peygamberli­ğin- temelidir. Nübüvvet ise, risâletin -yeni dinle gelen peygamber­liğin- esası sayılır. Risâlet ise velayetin, bedeliyyet hâlinin, kutub olmanın ve Hakk’ın saklı kullarından olmanın kaynağı sayılır.

Ali b. Fudayl b. İyaz öldü. Babası rüyasında onu gördü ve sordu:

“Hak sana neler etti?” Cevaben şöyle dedi:

“Babacığım, bir kul için Rabb’inden daha hayırlı kimse görme­dim.”



* * *



Oğlum, sana Allah gerek. O'nun Zât’ından gayri ile uğraşma. Ev onun evi. Rızkı çoktan halk etti; vaktini bile tayin etti. Melekler se­nin rızkını getirmeye tevkil edilmişlerdir. Hayır O'ndandır, şer de O'ndan.

Kula afet okları atılmaya devam eder. Kula gereken onlara karşı gözlerini kapamaktır. Gözünü yumduğun an, yakınlık, şevk, hayır doktorları gelir; seni kucaklar ve himaye eder. İşlerin ilki daima bir güçlükle başlar. Her şeyin çevresi daima kavi şeylerle sarılı durur. Cennetin etrafı da yırtılması hayli güç işlerle sarılıdır. Cennetin etrafı böyle olduktan sonra, ondan kat kat üstün olan Hak yakınlığı nasıl olur? Düşün!

Mü'min dünya içinde şahın tahsildarıdır. Sır ki sema, kalp ki zemin olur, sema tabakalarından kalbe yemekler gönderir, ikram eder. Hak dilerse sırla kalbi birleştirir. Kalple sır bir olduktan. sonra, irfan sahibi, Allah'ın rahmetini yakınında bulur. Âdeta elini atın­ca tutacak gibi olur. Sanki o kul, kâinatta mevcut cümle eşya ile baş başa yaşar.

Ey bu mecliste bulunanlar, yaptığınız hatalar için bize özrünüzü beyan ediniz. Ben hâle bağlıyım, geçmişinizi anmam. Ben bugünü düşünürüm, geleceğe önem vermem. Ben dilsiz olurum, suçunuzu yü­zünüze vurmam. Sağır olurum, geçmişte yaptığınız hataları dinle­mem. Bunları yaptığım için ceddim benimle iftihar eder. Âdem ba­bamı gördüm; bana şöyle buyurdu: “Oğlum, neslini korudun.”

Hiçbir şeyden çekingen durmayınız. Bir kötü işin geleceği mutlak ise, o gelir. Kaçmakla ondan kurtulmak kabil olmaz.

Ölüm geldiği gün, her sarıldığın şeyden seni ayırır. Her yakının­dan uzağa atar. Durum böyle olacağına göre onlar seni bırakmadan sen onları bırak, onlardan kesil. Kabir, Hakk'a varan yolun kendisi­dir. Orası, Hakk’ın tünelidir. Varlığa oradan varılır. O hâlde ölme­den evvel öl, o yolu tut. Hem kendi varlığından yok ol, hem de öteki­lerden. O'nunla, Hak'la dirilirsin. Meyyit gibi olursun. Ezeli kısmet eli sana lokma sunar. Benlik gayretin dışında olarak kısmetini alırsın. Bu hâller tam olduktan sonra hayat gelir. Allah'ın yakınlığı ile can­lılık bulunur. Uçan kuşlar bir yana atılır. Artık onun için kıyamet kopsun veya kopmasın, bir önem taşımaz. Ölüm olsun veya olmasın, mühim değildir. O hâlini kemâle erdiren zat için, Hakk'a vuslat ta­dından başka bir şey yoktur. Ama bilinmeli ki, ilâhî hükümleri kafi­yen ihmal etmez. Hak, onu haddi aşma suçundan mahfuz tutar.

Sizi hikmetle yürüten, ilim yolu ile fesahat ve belagat veren zat, Sübhân'dır.

İçinizden bazı kimseler, sâlih kisvesine girer ve sofi libasına bü­rünür. Hâlbuki bize göre o, tam bir küfür içindedir.

Bu âlem, bir başka âlemdir. Öyle zaman olur ki, kul kazancını yi­yip imanını kavi kılmaya devam eder; bir emir gelir, o kazanç ona haram olur: “Tekvin hazinesini aç, oradan ye ve iç. İlmi de o hazineden al!” emri verilir.

Nedir ki, bu dünya? Hakk’ın kuvveti ve kudreti önünde ne önem taşıyabilir? Bu yüzden; Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şu hadis-i şe­rifi gereğince dikkatli olmak ve Hakk'ı gözetmek gerekir: “Mümkün olduğu kadar dünya derdinden kendinizi beri alınız.”

O, böyle buyururken ne kadar derin manalar anlatmak istiyor.

Ölümü çok düşün. Ondan sonra zuhura gelecek sıratı ve ötesini an. Âhireti de düşün. Ondaki sıkıntıları ve iyilik yapıyorsan bulaca­ğın kazancı hatırla.

Kalbinizi temiz etmek ve Hak'la olmak suretiyle dünya kederle­rini bir yana atınız, ondan uzaklaşınız. Bunda başarı kazanabilmek için nefsinize karşı cihad açınız, şeytana karşı harp ilân ediniz. Her yerde Hakk'ın varlığını arayınız ve her yanı bırakıp O'na mal olunuz.

Hakk'ı tevhid etmek, cümle mahlûku yokluğa gömmektir. Ve ta­bii isteklerle arzuların melek huyuna inkılâp etmesidir. Daha sonra melekler âlemini bırakıp bizzat Hakk'a varmaktır. İçireceğini, O sa­na içirir. Ve O, zahirde yaptığın işler dışında birçok hâller tahsis eder.

İslâm zahirdir, iman ona kuvvet aşılar. İlâhî marifet ise bundan sonra gelir. Daha sonra ilâhî varlığa varmak. Varlığın O'na ait olur­sa her şeyin O'nun için olur.

İman sahibi kazancını yer ve sebeplere de tevessül eder; ama herhalde o kesbin ve sebebin sahibinin Hak olduğunu bilir. İman kuvvet bulunca hem çalışmayı, hem de sebepleri şöyle bir yana iter. Bu tevekkülü de ondan bilir. Bununla beraber iman ve İslâm hudu­dunu aşmaz, şeklini değiştirmez. Her bir vakıa sonu, bin yıl bir ırmak kıyısında otursa, yine kalbi Hakk'a bağlı kalır ve hâlini bozmaz.

Öğüt al ki, Allah sana acısın. O'na hangi yüzle varacaksın? Hâlbuki sen O'nunla çekişir, O'na kafa tutarsın. Hakk'a karşı çıkma, O'na karşı cidal açma. Üzeyir (a.s) Nebi, Hak'la fikir çekişmesi yap­tı. Bu çekişmesi bir yaratma hâdisesi üzerinde olmuştu. O çekişme üzerine Hak Teâlâ yaratacağını yarattı. Ve Üzeyir (a.s) Nebi’ye ha­tasını anlatmak için onu peygamberlik divanından sildi. Yüz yıl o hâlde ölü kaldı. Sonra diriltti ve aldığı manevi hâllerini, peygamber­liğini geri verdi.

Dilden istiğfar eyle. Hatalarını kalben itiraf et. Sırrını sükûna alıştır. Zikri önce dille yap, sonra kalbe geçir. Zikir kalbe işledikten sonra, aşk, şevk dilinden taşmaya başlar.

Hak ehlinin birçoğu ile arkadaşlık ettim. Hiçbirinin yüzüme gül­düğünü görmedim. Birçok iyi şeyler yerlerdi, ama bana bir lokma dahi vermediler. Çok edepli insanlardı.

Bırak senden başka herkes doysun, sen aç kal, ne çıkar? Başkası aziz olmuş bu âlemde güya, sen zillet içinde kalmışsın n'olur? Baş­kası bu dünyanın zengini iken, sen de fakiri olabilirsin; bunun ne önemi olabilir ki? İşte ben bu hâlleri öğretmeye çalışıyorum size. Sizi bu yolda yetiştirmek ve böyle terbiye etmek arzusundayım.

Bugün sizden kesildim; çünkü bana faydanız dokunmaz, aynı zamanda bir zarar da vermeniz imkân dışındadır. Rızkımı artırmanıza ve onu eksiltmenize imkân yok. Artık olan olmuştur, bundan sonra ona el sürmeniz mümkün değildir.

Size bunları söylerim ve hükmümü veririm; ama aranızda yok gibiyim. Kendimi bir sahrada ve ovada görüyorum. Sizin her şeyiniz­den manen o kadar uzaktayım.

Şehvet ve hırsla alınıp yenen şeyler kalbi karartır. Sırrı bağlar. Zekâyı öldürür. Uykuyu çoğaltır. Gafleti arttırır. Kötü arzuları kam­çılar. Ümitleri uzatır.

Ey şahsi arzuları içinde hapsolup kalan, kullara kul olan, sonunu bilmeyen, halkı tanımayan! Aziz ve Celil olan Hakkı bilmiyorsun; bunların cahilisin. Aklını toparlayamıyorsun, ölümü düşün. Ölümü düşünüp işleri ona göre ayarlamak her hayrın ve selâmetin anahta­rıdır. Ölümü düşünürsen fuzuli işleri bir yana atarsın.

Hırsın zayıflar, boş ümitlerin azalırsa döner, hataları bırakırsın ve bütün işlerini Hakk'a ısmarlar, rahata erersin.



* * *



Ey evlat! Hakk'ın nimetlerini itiraf etmedikten sonra felah bu­lamazsın. O'nun nimetleri seni tevhid denizinde boğar. Daha sonra, fena hâline erersin, O'nun gayrını görmezsin.

Hakkında durmadan şikâyet edilen ve daima cidal yolu aranan zat için sevgi nasıl iddia edilir? Durmadan şikâyet et, onunla nizaya tutuş, sonra da sevdiğini söyle. İşte bu sevgi olamaz. Bu hâlle onun yakınlığı bulunamaz. Bir zat için sevgi sahih olursa verdiği karar elem getirmez. Sevgiyi benliğine yerleştirirsen, onunla çekişme yo­lunu tutmaz ve töhmet yoluna girmezsin.

Attığın her adımla, kabre biraz daha yaklaşmaktasın. Şunu iyi bil ki, her an kabre doğru sefer etmektesin.

Bazı büyükler şöyle der: “O ki, Hakk'a karşı irfan sahibidir, Hak onu halktan gelen iyi­liği görmekten, ayrıca onların reddine, kabulüne bakmaktan ve kö­tülemelerine üzülmekten beri eyler.”

Nefis eriyip gittiği an, ilâhî emir onun yerini doldurur. Kulun gönlünden dünya hırsı kalkarsa, yerini âhiret alır. Âhiret de eriyip gittikten sonra oraya Hak yakınlığı varır, kul onunla ülfete başlar ve rahata erer.

Kılınan namaz, varacağın yolun yarısı sayılır. Oruç kapıya ka­dar götürür. Doğruluk gösterir, sadaka verirsen içeri girersin. Buna göre bazı ermiş zatlar şöyle buyurur: “Yol katetmek için, sabırla, namaz kılmakla Allah'tan yardım talep ediniz.”

Sâlih zat, ne kadar yalnız ve ne kadar garip? Vah onun yalnızlı­ğına, vah onun garipliğine. Hükümlerin esirgenmesi icap eder. İlâhî emirlerin dışına çıkmak doğru olamaz. O ahkâmın önemi olmasaydı, Bünyamin'in yüküne konan ölçek, usulüne göre aranmazdı. Sadece onun yüküne bakılır, bulunurdu. Ama öyle olmadı; hükme, emre uyu­larak arandı ve çıkarıldı.

Her şeyin olmasına ilim yolu ile hükmedilmiştir. Aksi hâlde bü­tün sırlarımız ve gizli işlerimiz açığa çıkar. Hiçbir işin aniden mey­dana çıkmaması için ilim eteği tutulur ve işler ona göre yürütülür.

Büyük insanlar, nimeti perhiz yolu ile bırakır, onu verenle olur. Gelen nimetlerden kalbini koparır ki, sahibinden ayırmaya. Bir Hak yolcusu, her şeyden beri durup Hak'la olursa, yakınlık hâlini bulur ve tekvin sıfatı ona teslim edilir.

Sözlerimi, sizi görmeden söyler gibiyim. Kelâm sarf ederken var­lığınız gözümde küçülür; hatta yok olur ve erir. İşte bu hâlde, dün­yanızdan geçtim. Âhireti bıraktım. Sonra size bir baktım ki, elinizde ne iyilik, ne de kötülük var; ne bir şey vermeniz kabil, ne de aksi. Sizin benliğinizde tam tasarrufa sahip olan zat yalnız Allah. Aklınızca bir şeye zarar vermek istersiniz, ama yapamazsınız. Olursa Hakk’ın izniyle olur. Bunları anladım ve Allah'a döndüm.

Dünyayı gördüm; fâni, geçici, yok olucu buldum. Öldürücü ve aldatıcı olduğuna baktım. Onunla olmaktan tiksindim; çünkü her şeyi çabuk geçmekte. Ne iyiliği devamlı, ne de kötülüğü.

Sonra âhiret âlemine geçtim. Bir an orada durakladım İşlerine baktım; ayıpları gözüme ilişti. Onun sonradan yapılış olduğunu bildim ve herkesin ortak malı gibi geldi. Ve Allah’ın orada, nefsin hoşlanacağı, gözlerin sürur duyacağı şeyleri hazırladığını anladım. Bunu bizzat Hak Teâlâ haber veriyordu: “Orada nefislerin hoşlanacağı, gözlerin seveceği şeyler var.” (ez-Zuhruf, 43/71)

Hâl böyle olduğuna göre, kalbin huzurunu veren nerede diye aramaya koyuldum. Âhirete ait güzellikleri de bıraktım. Onların Mevlâ’sı olan Hakk'a koştum. Cennetteki nimetleri yaratana, onları halk ve icat edene yöneldim.

Bir kul, ittikâ sahibi olursa, cahilken bilgi verilir. Hak varlığa uzaklık duyarken, yakınlık duygusu ihsan edilir. Sessizliği zikre çevrilir Korkusu varsa, ünsiyet hâlini alır. Karanlıkta ise, ışığa çıkar. Ey nefis, hevâ, tabiat ve irade, benden tevhidi kabul etmeli ve verilme kanaat sahibi olmalısınız. Halktan kesilip, Allah’a bağ­lanmanız gerekir. Halkın varlığını görmemeniz icap eder Buna alışmanız gerek. Hakk'ın kuvvetini, kudretini görmeden halkın elinden tek şey almam. Hakk'ı görmeden, halktan bir şey almamaya yeminliyim; bir lokma dahi almam. Ne yerim, ne içerim, öldüğüm zaman da Aziz ve Celil olan Hakk'a uçarım.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in kurduğu din binasının duvarları düşme tehlikesi arz etmekte ve yapıcısından imdat istemektedir. O din denizinin suyuna gelince kurumak üzere. O yüce dinin emri ge­reğince ibadet edilmesi gereken Zât'a gereği gibi ibadet edilmemekte. Eden varsa pek az; çoğu ibadetine riya ve nifak karıştırmakta.

Bu yüce dinin duvarlarını yükseltmek için kim yardım edecek? Küfür ve nifak ehlinin belini kırmaya kim koşacak?

Konuştuğum, bir bilgiye dayanmakta. Öyle bir hâldeyiz ki, hâli­mizi daha açık anlatmaya imkânımız yok. Bu durumu, bir dünyalık sahibine öğretmek kabil olmadığı gibi derdimizi ifşa edecek kimseyi de bulamıyoruz.

Musa (a.s) Peygamber gibi bir hak sahibi olan pek az. Onları kimse göremez. Ne şeytan görüp şaşırtabilir, ne de sultan kahra uğ­ratabilir.

Hak Teâlâ, Tur dağına kasem etti. Dağın bir kıymeti yoktu, ama orada sevdiği peygamberle kelâm etmişti. Böylece bir kalbe Hak ir­fanı yerleşirse orası yüce olur. O, dıştan görünen bir et parçası, ne­lere mazhar olmaz ki. Oraya insanlar, cinler ve melekler tümüyle sığar. Hatta onu Hak'tan alıkoyan hiçbir şey kalmaz, hepsini benli­ğinde eritir ve yok eder. İşitmedin mi, Musa'nın asasını? O, sihir­bazların ipini, değneğini hep birden yutmuştu. Bu yutuşta, hiç de­ğişiklik olmadığı gibi, bir ağırlık da görülmemişti.

Hasan-ı Basrî şöyle demişti: “Bir ilim sahibi, dünyalığa karşı hırslı olur da zâhid olmazsa,
zamanın ehli için bir bela kesilir.”

Bu kelâmın hikmetini Kâmil Milâh adında biri sordu ve şu ceva­bı aldı: “Çünkü o ilim sahibi, ihlâs sahibi değildir. Yaptığı işleri dürüst değildir. Bu yüzden sözü kalplere işlemez. Orada bir yer tutmaz. Din­leyenler gereğini yerine getiremez. Bir kalp ilim nuru ile aydınlanır­sa, onunla halkın isyan ateşini söndürür. İman sahibinin nuru öbür âlemde cehennem ateşini söndürmeye yettiği gibi o ilim sahibinin ışı­ğı da isyan ateşini söndürür.”

İşte, Hasan-ı Basrî'nin buyurduğu kelâmın manası budur. Derler ki: “İnzivaya çekilmek, nefsin, şeytanın ve halkın arzusuna muha­lefeti öğrendikten, zaferi kazandıktan sonra olmalı.”

Ama en önemlisi, sohbet arkadaşını bulup köşeye çekilmektir.

Yalnız kalmak, âhiret yolculuğuna atar. Nefisle yol arkadaşlığı iyi olmaz. Hevâ da insanı azdırır. Şeytan düşmandır. Bunların hiç bi­ri sohbete layık değildir.

Kötü arzulardan sakın. Onların her biri bir felâkettir ki, zekâ gözünü kör eder. Yoldan şaşarsın. Halka da pek aldanma. Onlar, hâl yolunun vurguncularıdır.

Yalnızlık köşesine geçeceğin zaman isteğini bırak, oraya yalnız gel. Bu hâlde dostunu bulursun.

Bir gün Havariler İsa Peygamber’e gittiler: “Bize en büyük ilmi bellet!” dediler. O da, şunları söyledi:

“Allah'tan korkmak, onun hükümlerine boyun eğmek ve Allah sevgisi!”

Sen zındık sayılırsın, yalnız kaldığın zaman isyanla dolar taşar­sın; halk arasına atılınca ibadet, zâhidlik taslarsın. Sanki akıbetinden emin bir hâldesin.

Acırım sana, kısmetlerin tümü Allah'ın kudret elindedir. Hora­san'da biri ölür. Onun tek vârisi Irak'ta bulunur, ölen zattan kalan miras, Iraklının olur. Ve aniden zengin olur. Ölen kimin mülkünde yaşadı, bilir misiniz? Iraklı vârisinin. Sonra o, aniden zengin ola­cağını nereden bilirdi? Elbette bilemezdi.

Siz avam halk tabakası oldunuz. Size has olan, yemek, içmek ve giymek lafıdır. Hâl bize galip gelir, arzunuz dışında konuşuruz, onu da siz anlamaz oldunuz. Hâliniz n'olacak?

Kalp, nefsin maddi taleplerini istemez; sebebi ise seni Hakk'a vardırmak. Kalbine bir kimse için darılmak, diğeri için öfke duygu­su gelse, neylersin? Tabii olarak, duygu ölçülerine vurur, öyle sever­sin veya darılırsın. Bundan hayır çıkmaz.

Her şeyi Kitab’a ve Sünnet’e arz et. Hareketlerin onlara uyarsa iyi, aksi hâlde dön. Onlara uyan hâlleri ara. Kalbini temizle, işlerini O'nun emriyle yap. Yaptığın işin gerçek olduğuna dair fetva dahi ve­rilse, yine kalbine danış.

Bir kalp, Kitap ve Sünnet üzere amel ederse, Hak yakınlığını bu­lur. O yakınlıktan ilim hâsıl olur, o ilmi bulduktan sonra lehine ve aleyhine olan cümle şeyleri bilir. Hakk'a ait olanla batılı sezer. Rah­mânî ve şeytanî işlere aklı erer. Aziz ve Celil olan Mevlâ'yâ yakınlı­ğını âdeta görür ve Hak ona ebedi bir yakınlık duygusu verir.

O kalp, artık ferah hâlini Rahman'da bulur. Artık büyük sulta­nın satın alman malı olur ve halk arasından ayrılır.

Buraya geldiğin zaman ilmî kisveni at, her bakımdan üryan gir. Zühdünü verâ hâlini bize göstermeye bakma. Hâllerini de sakla. Çeşitli kisve ile buraya gelirsen mahcup olursun. Kendini bile bırak.

Her şeyini bir yana at, burada bulunanı al. Sendeki mevcut tükenir, ama buradaki bitmez, tükenmez.



* * *



Bazı büyüklerin yanına vardım, çeşitli hatıralar anlatıyorlardı. İçlerinden biri bana:

“Şu hâlleri seviyor musun?” dedi. Sevdiğimi söyledim. Devam etti:

“Ben her zaman oruç tutarım ve yalnız seher vakti iftar ede­rim. Buranın yemekleri de hoş şeyler değil; onlardan sakın.”

Sırr-ı Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî'yi anlatırdı. Onun hâlinden bah­seder ve bizzat Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in nurundan alarak Hakk'a kelâm ettiğini işaret ederdi. Ve onun, Peygamber’i (s.a.v) rü­yada gördüğünü: “Ancak emrimiz dâhilindeki şeyleri kabul ettin!” dediğini an­latırdı.

Onlar Hazret-i Peygamber’in ruhaniyetinden istimdat ederek ko­nuşurdu. Ama sen bir başka hâlde konuşursun. Bir şeyin sözünü edersin, fakat işin ondan hayli uzak. Ve çömlek karası…

Ben, yalnız Hak’tan korkarım, yalnız O'ndan bir şeyler bekle­rim. Yerdekiler, göktekiler, dünya ve öbür âlemin sakinleri bana bir iyilik veya kötülük yapamaz. Zaten onlardan böyle bir şey ummam.

Bazı büyüklere:

“Rabb’ini görüyor musun?” diye sordular.

“Görüyorum!” cevabını aldılar. Görüş şeklini sorunca da şöyle anlattı:

“O'nu görmesem yerimde duramam. O'nun varlığı gözlerimi kaplar, gözlerim öylece Rabb’imi görür. O cennette nasıl görülmesini diliyorsa, burada da öyle görüyorum. Gözlerim, O'nun varlığını, sıfa­tını, ihsanını, lûtfunu, iyiliğini ve esirgemesini görür.”

Ebu'l-Kasım Cüneyd şöyle derdi: “Benim sofi grubu ile işim yok. Esas mesele insanın kendi varlığından arınmasıdır. O olunca kalben Hakk'a sefir olur. Hiç kimse sofi olamaz. Olması için Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i rüyada görme­si, ondan emirleri ve yasakları öğrenmesi icap eder. Bu hâli bulunca, kalbi yücelere çıkar, sırrı temiz olur ve şahın kapısına varır. Eli, Pey­gamber (s.a.v) eli ile bir olur.”



* * *



Âdem (a.s) Nebi’nin ilk konuşma dili Süryani idi. Kıyamet günü halk aynı dille hesap verecek. Cennete girdikten sonra Peygamberi­miz’in dili olan Arapça üzerinden olacaktır.

Bazı büyükler şöyle temel bir kaide zikretmişlerdir: Allah'a taat üzere olan kula marifet hâli verilir. İsyan yolunu tutarsa, o hâli elin­den alınmaz. Kıyamet günü olunca marifet hâlinde iken yaptığı ha­taların cezası kat kat artırılır. Ve o marifet, elde bir hüccet olur.

İman sahibinin kalbine, meleklere has bazı hatıralar gelir. O imanlı Zât’ın kalbi ayık olduğu için, yanına gelip duran hatırayı an­lar ve sorar: “Kimsin, nesin, neredensin?” Buna karşılık o hatıra şöyle der: “Ben peygamberlik makamından nasibinim, Hak’tan geliyo­rum, gerçeğim. Ben sevgilidenim, daima sana yakın olandanım.”

Bu konuşma ve anlaşma sonu, o kulun içi nurla dolar. Gözü O'nu görür, kulağı O'nu işitir.

Artık görür ki, o nur halveti seviyor, bulunduğu ülkeden gider. Bu arada peş peşe bir sürü hâl gelir. Her gelen hâl, bir sıkıntı verir. Ta, sessizlik kaplayıncaya kadar... O geldikten sonra, tümden konuş­ma olur. O daima dinler. Bakıldığı zaman, sanki bir yana kulak ver­miş, bir şeyler dinliyormuş gibi sanılır.

Konuşmalar sırasında zatın biri kalktı ve dünyalık istedi. Geylâni Hazretleri ona oturmasını emretti ve şöyle buyurdu: Dünya ve âhirete ait işlerin cümlesi için gani gönüllü olmanı isterim. Sonra arzuların için Allah'a dua et ve çalış. Alacağın şeyleri hırsa kapılarak alma, zâhid ol, Allah sana ihsanını yağdırır.

Allah, İsa Peygamber’e şöyle vahyetti: “Dikkatli ol; silerim.”

Musa Peygamber, Hakk'a yalvardı ve O'ndan bir tavsiye istedi: “Beni dile” buyurdu.

Yine istedi, aynı cevabı aldı. Bu tavsiye ve dilek dört defa tekrar edildi, aynı cevap verildi.

Sana şimdilik pek söz hakkı tanınmaz; ta, vücudunu kaplayan kabuk kırılıncaya ve şeriat kanatları seni bağrına basıncaya, işinden ulvi sadalar gelinceye kadar. İşte o zaman fazilet danelerini toplar, onları aldığın için de her şeyden üstün tutulursun. Bu sözlerden son­ra, kendini halka üstün tutup onlara karşı sözde yetkili görme. On­ları Allah'a çağırmak için manevî bir cezbeye tutulman ve salâhiyet sahibi kılınman gerekir, öğüt vermek için, manevi bir vazife almış olman icap eder.

Zahiren yapılması icap eden işleri ve dış durumu önce tahkim et, sonra bak, Hak yakınlığı tadından neler duyuyorsun ve O'nunla olan münacatından nasibin nasıl?

Halk, yalnız taamın âşığıdır. Konuşmaya devam ederim, yanım­da yalnız yokluk vardır. Bana göre, yer ve gök yokluk içindedir. Ve onların ne faydasını, ne de zararım umarım. Zararı ve faydayı yalnız Allah verir.






***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »



62. Meclis (devamı)

Geylâni Hazretlerine, biri şöyle sordu: “Bazı büyükler, Hak yolcusunu, fitnet -keskin zekâ- sahibi olmadan yakalayınız.” buyurdu. Manası nedir?”

Şu cevabı aldı: O yolcuyu namazda ve oruçta devamlı etmeye bakınız. Bu hâ­linde o, Hakk'a yakınlığını ve O'nun lûtfuna gark olduğunu bilme­sin. Şayet bilecek olursa tembelliğe sapabilir. Sen şirkinle maddi eş­ya talebinle bunu arzularsın. Rastgele herkesi taşlamakla bu hâlin
elde edileceğini umarsın.

İnsanların her biri maddi ve geçici şeylerle olmaya baktı. Kimi şöhretin kulu, kimi parasına tapmış. Kimi başındaki şaha tapar, ki­mi nefsinin ve giydiği libasın kulu. Bunlar tamamen dalâlet içinde. Bazı ibadet eden kullara bakınca onların da tam halis niyeti bulunmadığı görülür. Onların da kimi orucuna güvenir, kimi kıldığı na­mazın kendini kurtaracağını sanır ve avunur. Bazı kimseler de rivavetlerle geçinir. Bir kısım şahıslar cehennemden korktuğu için necat bulacağını sanır. Diğer şahıslar da, sadece cennet sevgisini bilir ve bunu bir halâs çaresi sayar.

O kimse ki, uyanıktır; kalbi Allah aşkı ile doludur. O'nunladır, varlığını O'na vermiştir, halka karşı ruhen bir istiğna duyar ve di­lencilik etmez. İşte böylesi lazım! Yeryüzünü geziniz. Böylesini bulur­sanız, hemen bağlanınız.

İman sahibinin hüznü yüzünde, sevinci kalbinde olur. Bu hâl za­manla aksine de döner ve yüzde sevinç, kalpte hüzün olabilir.

Yüzden gösterilen keder gösterisi halka edep belletmek için olur. Kalbe dolan sevgi ise, kaza ve kaderden gelen müjde ile olur.

Dünya iman sahibi için bir zindan sayılır. Mademki imanlıdır, hâli öyle olur. Takva hâli devamlı olursa, zindan hâlini Hak açar. Sı­kıntılı hâlini bilmez olur.

İşte hüccetiniz: “Bir kimse Hakk'a karşı ittikâ sahibi olursa, kurtuluş yolunu Hak açar ve ummadığı yönden geçimini gönderir.” (et-Talâk, 65/2-3)

İman sahibi, vücut yumurtasının kabuğunu kırarsa, hikmet danelerini toplar. Hak yakınlığı kanadı onu sarar, o canibe çeker. Onu sofraların ve şenliklerin sahibi eder.

Ey akılsız, sana şimşekler çakar, ama faydalanman kabil değil. Benliğinde onu tutacak ve sebat ettirecek hâlin yok. Bazı şeyler sa­na arz edilir, ama geldiği gibi gider.

Bin defa ölmeye ve yok olmaya muhtaçsın. Sonra hâlinle sebat eder, kalırsın. Geceler olur, gündüzler geçer, sen hâline devam eder­sin ve durumunda değişiklik olmaz.

Yedi kat yeri tutan bir kuvvet olduktan sonra, bazı temennile­rin olabilir ve gölgende gelişmen mümkün sayılır. Ama bugünkü pe­rişan hâlinle, öyle şeyleri beklemen abestir.

Öyle bir hâlin var ki, bir yeşil sebze için, mideni oynatır ve kıya­metini koparırsın. Bir akşamlık sofranda lokma eksik olsa, dünya başına dar olur ve kıyametin kopar.

Olagelen hâlleri serbest kıl, kalbine girsin ve birleşsin. Onlardan hâsıl olan kuvvetle sana uçmak düşer. Bir kuş olursun, şarkı, garbı öyle dolaşır gezersin.

Sen uykudasın. Peygamber (s.a.v) Efendimiz: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” buyurdu.

O, ne kötü uyanıştır ki, ölümden sonra hâsıl olur. Varlığını Hak yolunda hare eden fakir kimseye o gerekir ki, ka­naat örtüsünü örte ve iffet perdesine bürüne. Ta Hakk'a vasıl oluncaya kadar onları açmaya. Ve doğruluk ayağı ile Hakk'a koşa; O-nun yakınlık duygusunu bula. Aynı şekilde dünyadan da, ahretten de geçe. Halkı bıraka, varlığını bir yana ite. Bunları kalben yapmalı, aksi hâlde kurtuluş yoktur.

Kul, kalbini gerçek yola koyar ve ilerlemeye devam arzusunu du­yarsa, Hakk'ın yardımı onu karşılar, O'nun rahmeti, şefkati kucak­lar. O'nun cezbesi çeker ve ilâhî nazarları kavuşur, övgüleri gelir. Peygamber’lerin, meleklerin süvarileri o kulun yardımına koşar. Ve o zata melekler, peygamberlerin ervahı sahip olur. Hakk'ın zevk ve sa­fa âlemlerine götürürler.

Ey kalbi ölüler, cennet arzunuz, sizi Hakk'a karşı bağladı. Ayrılınız, ayrılınız, yaptığınız hatalardan dönünüz.

Kısa emelli olmalısın. Kalbinin Hakk'a yakınlık bulması için maddi emellerden ayrılman icap eder. Sır âleminin halktan temiz ve Hakk'a yakın olması için hemen her arzunun yerine gelmesini dile­me.

Ümitlerini kıs ve ezeldeki yazını okumaya başla Onları okurken satır satır üzerinde dur. Kelime kelime bak. Her harfi incele. Onlar­da vakitlerini, zamanlarını görmeye başlarsın. Hatta saatini, anını dahi öğrenirsin. O vakit gideceğin yerler sana gözükmeye başlar. Se­ni kaplayan her ilâhî korku, Hakk'a iletir. O cezbe anında sana dü­şen, sebat ve olgunluktur. Hiçbir şeyi düşünme, ömrün uzaması veya kısalması, kıyametin kopması veya kopmaması, senin için bir önem taşımasın. Hak sana ister öfke duysun veya dargın kalsın. İster sana bir şey versinler, isterse mahrum bıraksınlar.



* * *



Sonra Geylâni Hazretleri bağırarak ayağa kalktı, yüzünü elleri ile kapadı ve “Ey ateş, selâm ve serin ol!” dedi. Daha sonra dua etti: “Allah’ım, ayıplarımızı yüzümüze vurma.”

Daha sonra oturdu ve öğütlerine devam etti. Daha önce anlattı­ğı gibi, Süfyân-ı Sevri'nin, Fudayl b. İyaz'a söylediği: “Gel, oturalım, Hak katında bilinen hâlimizi düşünelim ve ağ­layalım!” sözünü anlattı. Sonra, öğütlerine devam etti:

Onlar, Hak'tan çekinir ve korkardı. Hak onlara neler verdi ise, onlar da onu dağıtırdı. Kalpleri daima hüzünle dolar ve taşardı. Onlar, yaptıkları işin kabul olmayacağını düşünür ve ağlardı. Son nefeslerinin iyi geçmeyeceği üzüntüsüne kapılır, sızlarındı. İmam-ı Ahmed son nefesle değişen âlemi anlatırken şöyle derdi: “O bir başka libastır, bir başta taamdır ve günler gayet azal­mıştır.”

Ey evlat! Halka minnet kapısını ört, göreceksin ki, o dem Hakk'ın iyilik kapısı sana açılacak.

Geylâni Hazretleri ayağa kalktı; sağa, sola hafif hafif sallandı ve öne doğru eğildi; elini göğsüne koydu ve bastırdı. Sonra oturdu ve devam etti:

Ey gözsüz, işte kapı açık, içeri gir. Kapılar ancak iki tanedir. Onların biri açık, öbürü de kapalıdır. Şu açık kapıdan gir.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in sünnetini ihya için sebepleri bırakma. Bu yoldan yürü ve sebeplerin sahibini bulmaya bak. Bunu yaparken Peygamber’e (s.a.v) uyduğunu bil; onun hâlini benimsediği­ni sez. Çalışmak onun âdeti, sebepleri bırakıp sahibine karşı tevekkül göstermek ise, onun hâlidir. Bunları yaptıktan sonra, varlığını at­maya gücün yeterse yap. Sebepleri bir yana at. Hâli bırak, işlerini Hakk'a ısmarla; o sana yeter. Seni yükseltir, yakınlığını verir. Ve an­lamadığın şeyleri sana anlatır. Her şeyi Allah bilir, hâlbuki siz bile­mezsiniz. Onun kader dalgalarına teslim ol. Artık nerede kalsan, ilâhî fazlı orada bulursun. Ne yana dönerseniz, ilâhî tecelli oradadır.

O'na dön, dönmek iste; yakınlığını, ünsünü ve şefkatini görür­sün.

Maddi bir zenginin misali, bir âmânın misalidir. Yemeği gelir, yer, ama nereden geldiğini bilemez. Geldiği yeri öğrenince o tarafa bakar. Yalnız kısmetinin geldiği ciheti açar, öbür yönleri kapar. İç varlığından, mana zenginliğinden haberi olmayan zengin de âmâ gi­bidir. Alır, yer fakat hazinesini bilmez.

Kul, aslında manen zengindir. Hazinesi vardır. Ama ondan haberi olmadığı için sadece önüne geleni alır. Manevi gözleri açılmadı­ğı için ötesini göremez. Eğer bir kul, her şeyi kolaylaştıran, rahatlık veren, ihsan eden ve kendi varlığına çevirenin yalnız Allah olduğunu anlayabilse, kalbini O'na bağlar, başkalarını bırakır.

Nefsine âşık oldun. Onun sana düşmanlığını anlasaydın, ona uy­mazdın, yanlış hareketlerine karşı yanardın. Onu öldürücü düşman olarak tanımış olsaydın, yemek, içmek bile vermezdin. Ancak hakkı olan miktarı verir, ötesinden mahrum bırakırdın.

Sana bugünkü hâlinle zaviye yaramaz. Bir köşeye çekilip otur­mak seni ıslah edemez. Çünkü sen sokaklardan hoşlanırsın. Bu hâ­linde de sana Hakk’ın sırrı verilmez. Hakk'ın sırrına ittilâ peyda eden kimse, dilsiz olur. Sır saklamayana, sır verilmez.

Sırrını saklamaya güçlü olmayan, halka uzak durmalı; mağara­lara, sığınaklara kaçmalı. Sahillere, ovalara, yabanlara gitmeli.

İlmin ve hikmetlerin asasını bulamayan, her ikisini benliğinde saklama gücüne sahip olmayan, şahın sopasına düşer; ilâhî kamçı ile terbiye alır. Açlık Hakk’ın kamçısıdır. İşler hükme göre yürütülmezse Allah kıtlık verir; şiddetin ve darlığın zuhuru kulların hata­sından ileri gelir.

Yazık, ilâhî sevgiyi iddia edersin, ama dünyalık ararsın ve âhiretin güzelliğine talip olursun.

Ey ahmak, bir taraftan Hakk'a bağlılığını ve sevgini iddia eder­ken öbür taraftan da O'ndan küçük işler talep edersin. Bir zorluk ge­lince ondan sızlanmaya başlar, iyiliğin gelmesini dilersin. Sen, Allah yolcularından olamazsın; onlara yanaşma. Bu hâlinle onlardan uzak ol. İyi olmak için onlar gibi hareket etmen icap eder. Sen halkın kulu ve kölesisin. Nefse taparsın; boş arzuların ardından gidersin. Şehvet duygularını benimsemektesin.

Yanımızda, sizin durumunuzu ölçebilecek âlet var. Nakkadımız var. Kalp ve bozukluğunuzu meydana çıkaracak kuvvetimiz mevcut. Hâlinizi tahlil eder, size anlatabiliriz.

Ey iddiacı, iş iddia ile bitmez. Söylediğin şeylerin hiçbiri yerinde olmuyor. Her şeyin kendine has bir zamanı var. Dua için durumun müsait olması, konuşmak için hâlin olması gerekir. Sessizlik için de daha başka şey gerek. Ona nazar için hâl gerek. Ona karşı göz yum­manın da, ayrı bir manası var. Nerede her şeyi yerli yerince yapan zatlar ki, onlarla sohbet edelim. Bu sözümüz, doğruların bulunmadı­ğı manasına gelmez. Doğru iş tutanlar, her zaman mevcuttur; hatta zamana göre artar bile Onlar için ibadet her hâlde vaciptir. Nimeti gönderene şükür için ibadetten ayrılmazlar. Onlar her nimeti şükürle Çarşılar, taatle mukabele ederler.

Bu yol, sana helâlin azını almayı emreder. Bugün, içinde bulunduğun helâli azalt. Çoğaltırsan herkesin müşterek işi olan mubaha dalarsın; senin bir özelliğin kalmaz. Ona da dalınca, şüphelere gir­men ihtimal dâhiline girer. Şüphelinin sonu ise, insanı harama iter. Haramın sonu ateştir.

Asıl zâhidlik, helâl işlerde kendini gösterir. Zaten haramda, her­kes zâhid sayılır.

Her bakımdan kemal yolunu arayan zatın kalbine bazı varidat gelir. O varidatı almak kolay olmaz. Doğum anında, sancıların verdi­ği acı neticesi üstünü başını yırtan ananın hâline benzer. Akıl onu kolayca idrak edemez. O anda gelen sese dayanılmaz ve onun getirdiği vecde kolay tahammül edilmez.

Bizim hâlimiz, ilâhî vaadi intizardır. Halka karışır, dua ederiz, ama kalbimiz Hakk'a bağlıdır. O'nun vaadini gözetiriz. Ta onun fa­zilet taamını tadmcaya ve orada sebat buluncaya kadar hâlimiz böy­le devam eder.

Hakk'ın arzusuna uyma bahsinde zafer umuyorsan, arzularını bı­rak, dileğini terk et. Sevginin şartı, şahsi iradeden ve arzudan geç­mektir.

Hâlin yukarıda anlatıldığı gibi olursa, dilin söz ettikçe, kulakla­rın ses aldıkça, gözlerin gördükçe ilâhî lütuflar ve keremler sana gel­meye başlar. Ve ruh âleminin temizlik haberi, meyveler ve cevherler hâlinde süzülür gelir. Hizmeti ve hizmetçileri bulursun. Her şey sana hizmet eder ve her şey seni över. Hak Teâlâ, senin iyiliğini bütün varlığa ilân eder.

Hak Teâlâ buyurdu: “Peygamber’in getirdiğini alınız, yasak ettiği şeylerden kaçını­nız.” (el-Haşr, 59/7)

Allah'ın ve Peygamber’in emirlerine yapışınız, onlarla amel edi­niz. Bu yolda benlik davasına kapılmayınız. Hakk'ın emrine uyunuz. Bu yolda ben ve biz yok, Sen, Sen var. Evvel, âhir, zahir, bâtın, hep O.

Hak Teâlâ: “Sema ve yolcusuna yemin olsun ki!” buyurur.

Bu âyetteki sema malûm. Yolcusu da Peygamber (s.a.v) Efendi­miz’dir.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz, yedinci kat semaya kadar yükseldi ve Hak Teâlâ'yı baş gözü ile gördü. Kalbi ile bütün varlığı ile gördü. Ve Rabb’i ile orada kelâm etti.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz yükselmeden evvel yeryüzünde onu kalbi ile gördü. Çünkü kalbi sahih olan zatlar, Hak Teâlâ'yı kalpten görür. Perdeler aralanır, semaların varlığı silinir. Hakk'ın Zât’ı kalır. O dem, himmetler yürür, sırlar yola revan olur.

Doğruların kalbi, âlemleri Yaratan’ın nuru ile parlar. Onların si­nesi kâinata ışık saçar.

“Mü'minin ferasetinden sakınınız!” mealine gelen hadis-i şerif bunu anlatır.

Kalp, Hak yakınlığını bulursa sema olur. Orada ilim yıldızları parlar ve marifet güneşi doğar. Onlardan hâsıl olan nurdan melek­ler ışık bulur.

Üzerinde Hak tarafından bir muhafızı olmayan şahıs yoktur, O muhafız, şeytanın kapmasını önler. Bazı fertler vardır ki, onların muhafızı saflar hâlinde durur ve yabancıya kapılmalarını önler. Hak, onların sahibi olup bütün hâllerini kuşatır, başarı ihsan eder.

Güzel konuşmak ve iyi laf etmek evini yıktın. Daima yerinde say­makta ve dar çemberin içinde dönmektesin. Değirmen devesine ben­zersin. Mihverini aşmadan orada dur bakalım; sonun ne olacak? Ga­liba bazı veli kulların intizarını almışsın. Basiret gözün kör olmuş. Hakk'ı unutmuş bir hâlin var. O, seni bir yana bırakmış. Gayret yo­lun, sabit bir yol olmuş; hep aynı şeyi bilirsin. Boşuna olan gayretin artmış. Maksat kanatların kopmuş. Dünya ile âhiret arasında bir et parçası hâlinde kalmışsın. Seni duası ile diriltecek gerçek ere ihtiya­cın var. Onun hayır duasını almak için perişan hâlini itiraf etmelisin.

Hakikaten Allah yolcuları ile ülfete devam et. Sonra meleklere karış, ülfet edersin. Bunlara karışıp anlaşınca, başka kapılar açılır.

Halka karışır, insanlarla sohbete, ülfete devam edersen, netice­de onları bırakır, cin tayfası ile ünsiyet yolunu bulursun. Bunun so­nunda da, mülke düşer, onların tabii havasında boğulursun.

Kâinatın içinde mevcut olan eşya aslında hiçbir iş yapmaya ka­dir değildir. Ateş kendi başına bir şeyi yakamaz; su insanı kandıra­maz; ancak Allah'ın onlara verdiği kuvvet sayesinde vazifelerini ya­pabilirler. Nitekim Nemrut'un ateşi İbrahim Peygamber’i yakmadı, Ebû Müslüm-i Havelâni'yi ateşe attıkları zaman yanmadı. Ateşin içinde yaşayan semender böceği ateşte yanmaz.

Yaptığın işlerde ihlâs olursa, halkın şerrinden halâs bulur, kal­bini onların arasından çıkarırsın. Zaten Hakk'a vasıl olman, halkın arasından manen sıyrılmana bağlıdır; Aziz ve Celil olan Hakk'ı ta­lebine dayanır.

Senin Hakk'ı araman bir garip kişinin hâline benzer. O, bir so­kağa girdi, dostunu arıyordu. Sokağın bir yanından öbür ucuna gidip gelmeye devam ediyordu, bir türlü kapıyı bulamıyordu. Hâli, dostun kapısını tanımamaktan ibarettir. Hâl böyle iken dostu onu gözetli­yordu; şaşkınlığını ve hayretini görünce içini sevgi kapladı. Çıktı, yanına gitti, başını başına dayadı ve ona sarıldı. Yusuf Peygamber de, kardeşi Bünyamin'e aynı şeyi yapmış ve demişti ki: “Ben senin öz kardeşinim.”

Allah, kalp zeminini marifet ve ilim karargâhı kıldı. Hak Teâlâ o zemine gece gündüz üç yüz altmış nazar kılar. Eğer, orası marifet ve ilim karargâhı olmasaydı, az zamanda parçalanır ve dağılırdı.

Kalp sıhhat bulup Hak yakınlığına erdiği an, yollarından ırmak­lar coşar, hikmetler aşar ve yaratılmışlar ondan faydalanır.

Allah'ın büyük kıldığı insanlar vardır. Onlar dini ayakta tutar­lar. Onların en büyüğü Peygamber (s.a.v) makamına yakın, en küçü­ğü ise Sahâbe derecesine yetişkindir. Arta kalanlar ise, tabiin zümre­sine dâhil sayılır. Onlar, söyledikleri her şeyle amel ederler. Sözle işi birleştirirler. Onlar için gizli ve aşikâr aynıdır. Peygamber’ler onlara bakar, sürür duyarlar. Hak Teâlâ onları, meleklere karşı över. O bü­yük zatlara uyana saadetler ola. Dünya ve ayal yükünü onlardan alana ne mutlu!

Bir kısım cemaat vardır, onlar kazanç yoluna pek gitmez, halkın iyiliği için koşarlar. Halk, onlar için evlat sayılır. Onlar, dünyaya bağlanmaz. Dünya, nefsini onlara arz etse de kabul etmezler, kaçar­lar.

Bugün elinde bulunan senin değildir, müşterektir. Komşuların dahi bir nevi ortaklarındır. Elinde bulunan kazanç sorguyu mucip ol­duğu gibi elinden alınır da. Allah yolcuları, bugün onların yerine saklamakta olduğunuz şeyleri dağıtmışlardı. Aslında her şey Hakk'ındır, sizin nice iş tutacağınıza bakar. Elinde olandan, az da olsa kom­şularına dağıt, muhtaçlara ver. Doğruların evi dıştan dar olsa dahi içi geniştir.

Nerede o kimse ki, halka açılan kapıyı kapadı, Hakk'ın kapısına durdu ve bütün dertlerini Yaratan'ına ısmarladı.

Sebepleri kes, putları temizle, sonra neler göreceksin, bekle. O'-nun kapısına dur; sabrı, sıkıntılar üzerine yastık kıl. O'nun kaza ve kaderi keser, fakat sen üzülme. Bunlar olunca hikmetli şeyler görür­sün. Tekvin sıfatı, hâli ne yapıyor, görürsün. Rahmet eli seni nasıl büyütüyor, anlarsın. Sevgi hâli seni nasıl yükseltiyor, bakarsın.

Dönüp dolaşılacak, sonunda gelinecek tek nokta: Sükût. Bu sü­kûn, maddi ihtiyacın hitamında başlamalı, zaruret hâsıl olmadan konuşmamalı. Lüzumsuz laf etmemeli. Kulun lüzum dışı laf etme­mesi Hakk’ın seveceği hâldir. Kul bu hâli benimsedikten sonra Hak Teâlâ, ona halk sütünü emzirmez, sebepleri siler, onu yakınlığa götürür.

Hakk’ın lütuf kucağından ilettiği ulvi koku sana kâfi. Üzüntü anlarında oradan gelen güzellik sana yeter. O'nun rahmeti seni içine alır. Senin için elbette dar anlarında imdada koşan daha hayırlıdır, başkası daha hayırlı olabilir mi? O'na dua et, darda kalınca O'na yalvar, sana yetişir. O, duada ısrar etmeyi sever, Zât’ına her an yalvarıl­masını arzular.

Kapıların yüzüne kapanmasına darılma. Hak Teâlâ, sana yakın­lık kapısını açmak için bunu yapar. O'nun kapısında devamlı kalman için maddi yönleri örter. Sevenler, O'nun kapısını daima açık olarak bulurlar. Yabancılar, oradan içeri giremez. Bir ana evladı için hazırla­dığı şefkat kucağını başkasına açar mı? Bu da ona benzer. Hak Teâlâ, sevdikleri için hazırladığını başkalarına vermez. Yavrusuna tut­kun ana, komşulara tembih eder. Yavrusunu içeri almamalarını ister. Çünkü kendine dönmesini arzular. O yavru, bu hâlde evden kaçsa cümle kapıları kapalı bulur. Ağlar, sızlar, yine anasına dönmek zo­runda kalır.

Hak Teâlâ, bazen kulunu dara atar. Bundan maksadı, kulun kal­bi, yaratılmışlara bağlanmasın ve Zât’ına dönsün.

İçi doğru olan fakir kişiye gerekir ki, nefsine hadden fazla yu­muşak davranmasın. Nefsi için bir şeyler bulması icap ediyorsa, ye­teri kadarını bulup almalı.

Sana bir sıkıntılı hâl geldiği zaman nimet bil ve Yaratan'a ibadet et. Aksi hâlde Hak seni onların içine iyice sokar; bir daha da kur­tulman kabil olmaz. Hakk’ın yakınlık duygusu o dar hâllerin içinde gizlidir.

Maddi eşyaya fazla düşkün olma. Onlara gönül kaptırırsan işle­rin karışır. Her hâlde Hak yakınlığını ara. Şunu bil ki, O'na yakınlık derecen güç hallerdeki sabrınla ölçülür.

Allah'tan korkmayanın aklı yoktur. Tuzsuz ülkede yaşamak kabil olmaz. Çobansız sürü yutulur. Din korkudan ibarettir. Korkan, he­men sahibinin yoluna çıkar. Hiçbir yerde durmaz, yoluna devam eder. Allah yolcularının son durağı Hak yakınlığıdır. Burada anlatı­lan yolculuk, bir köy ve kasabaya taşınma gibi değil, kalp yolculuğu­dur. Sırların yolculuğudur. Asıl yolculuk O'nun yolculuğudur.

Kalp ve sır Hak yolculuğuna çıkıp o yüce kapıya varırsa, içeri girme iznini sır ister, izin verilir. Sonra o âlemde, aldığı ülfet netice­si kalbi de içeri aldırır.

İnsan her hâlini, Peygamber’e (s.a.v) benzetebilmeye çalışmalı. O'nun kalbinde yıldızlar ay, ay da güneş olmuştu. İçindeki nurlar, dışa vurmuş, gizli hâlleri açık olmuştu. Her yan ve yön ona göre tekti.

İnsan, benliğine dikkat etmelidir, o daima bir med ve cezir ha­lindedir. İyilik hâlleri çoğalırsa mana âlemi açılır, aksi olunca ka­panır.

Büyük insanlar, başlarını yakasına eğip sır yuvasına dalınca, bütün varlığı seyre dalar. Deniz dibindeki mevcudu görür ve elini uzatır. Yanındakilere işaretle der ki: “Sen şunu al.” Sonra öbürüne döner: “Şu da senindir, al.” der.

Onlar, sultanlardır. Semanın ve zeminin sultanı onlardır. Hakk’ın kuvvet ve kudret eli önünde dururlar. O'na vekil ve halife olmuşlar­dır.

Ben de şahın kapısındayım. O büyükleri gözetirim. Uykuda ve ayıklık hâlimde size de bakarım. Bu şehirde zahmet çeker, sıkılırım. Onların güç işleri altında sabra çalışırım. Karanlığı ışıkla açmaya bakarım. O ışıkla gamı, kederi gidermeye gayret ederim. Bir sürü fi­kir zahmeti ve susuzluktan ötürü peyda olan yorgunluğa rağmen, yılmadan olanlara tahammül ederim. Ara sıra kaçıp kurtulmayı arzu­larım, fakat attığım her adım geri çevrilir.

İbrahim Edhem'in, çok ağlamaktan gözleri yorgun düşüp ka­panmıştı. Hak Teâlâ ona ilham yollu şu duayı okumasını emretti: “Allah'ım, kazana rıza yolunu göster. Belana karşı sabrımı art­tır. Nimetlerine şükrü kalbime alıştır. Nimetlerin dahasını, afiyetin tümünü isterim. Sevgi işinde bana sebat ver.”

Peygamber (s.a.v) Efendimiz hani o zaman kalbinde bir ses işitmişti. Ehline haber verdi ve Hira dağına doğru koştu. O dağ, Sina da­ğından bir parça idi.

Orada vahiy nesiminin kokusunu almaya başladı. Orada bir ma­ğara vardı; içinde bir âbid dururdu. İsmine Ebû Kebşe derlerdi.

Peygamber’imiz orada ibadete devam ederken, rüya gibi bir şey gördü. Sanki ortalığa sabah aydınlığı yayılıyormuş gibiydi. Ve şu nida geliyordu: “Yâ Muhammed, yâ Muhammed.”

Bu sese dayanamadı; kaçtı kaçtı. Evine geldi. Orada olanlara: “Beni örtünüz, her yanımı sıkıca kapayınız. Ben ‘Yâ Muham­med’ diye, hatiften -gizliden- bir ses duydum.”

Allah dilediğini yapmaya güçlüdür. O örtünmenin ve bürünme-rıin ne faydası olabilir ki?




***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

acakir77 yazdı:

Ey evlat! Rabb’ine karşı ittikâ sahibi isen, O'nu zikreden ve O'na karşı tevhid sahibi isen, daima O'nu gözetiyorsan anlatılan işleri bela gelmeden yapmakta isen, bela anı senin için gül gülistan olur. Ateşe atılsan, “Ey nâr, nur ol, serin, selâm ol!” denir ve öyle olur.

Allah'ım, biz hak etmesek de bizi öyle olan kullardan eyle. Bize kereminle muamele et. Bizi cezalandırma. Bizi nimetinden saklı tut­ma. Bizi şefkatsiz bekletme.
Âmin!

Aminn...
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Cevapla

“►Abdulkadir Geylani◄” sayfasına dön