melâmet daşı

Cevapla
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

melâmet daşı

Mesaj gönderen MBurak »

melâmet daşı

Sevgili dostum,

Ben –bir mütefekkirin deyişiyle – hasbi tefekküre inananlardan değilim. Kendimi bildim bileli de hiç tarafsız olmadım. Tarafsızlığın başka bir şey, dürüstlüğün daha başka bir şey olduğuna inandığımdan, hem taraf oldum, hem de dürüst olmaya çalıştım. Bu nedenle, tarafsız fikirleriseslendirdiklerini iddia eden zevâtı da hep tebessümle izledim ve tabiatıyla ne kendilerini ne de fikirlerini ciddiye aldım.

Hasbi tefekkür adı altında kamuoyunun huzuruna çıkarılan görüşlerin; parlatılan, cazip hâle getirilen ve yaygınlaştırılan söylemlerin de kezâ ne tür bir siyaseti tahkim ve tezyife yaradığını, yarayabileceğini hep merak ettim durdum. Parlaklığın gözlerimi kamaştırmasına müsade etmedim; bunun için elimden geleni yapmaya, ister istemez başka taraflara bakmaya, bu arada durmadan etrafta dolaşıp “Aaa! Cambaza bakın!” diyen şarlatanların ellerinden kurtulmaya gayret ettim. Gayretlerimde ne derece muvaffak olabildiğime gelince, bu bir bahs-i diğer. Lâkin gayret sahibi olmak mavaffakiyet sahibi olmaktan evlâdır deyû muvaffakiyet sahibi değil, her daim gayret sahibi olmaya ehemmiyet verdim.

Ucuz adamlardan, ucuz fikirlerden, ucuz işlerden hep nefret ettim. Her ne kadar hasbi tefekküre inanmadığımı söylediysem de ben her zaman hasbi adamlara ivazsız-garazsız konuşan, inandıklarının bedelini ödeyen, ödemeyi göze alan sâfi sadakat kesilmiş erlere kıymet verdim, davalarına râm oldum, iddialarını hep yürekten destekledim. Yanlış dediklerinde sözlerine yanlış demedim, yalnız kaldıklarında onları yalnız komadım, acınacak hale geldiklerinde bir tekme de ben vurmadım. Deliyse bizim delimiz dedim, sahiplendim, atmadım, itmedim, satmadım, en nihayet deli oldum, divane oldum; belki dağları delmedim, çölleri aşmadım, lâkin Şirin’e Ferhat, Leyla’ya Mecnun gibi göründüm. Ariflerin sohbetine eremedim, velilerin huzuruna varamadım, ağyârdan vazgeçtim, yine de yârin zülfünü göremedim; hayfa ki kitapların arasında dindirmek istedim acımı. Aşk imiş her ne var âlemde/İlim bir kıyl û kâl imiş ancak sözünü telaffuz ettim ve fakat bir türlü sırrına mazhar olamadım.

Meğer sadra şifa olmazmış şu satr-ı mürtesem dedikleri. Ben de uzleti seçtim, inzivaya çekildim, daha ziyade tahammül gösteremeyip nâdan huzurundan itizal eyledim. Savm-ı samt adayıp cühelâ önünde sustum, fakat Dutabilseydim su içerdüm kılardum def’ini diyemedim, iftarımı erenlerin sohbetiyle açtım. Dostlar, Sen ki gelesin meclise yer mi bulunmaz/Baş üzre yerin var dediler diye terki terk ettim. Dağlara çıkmış iken indim, eteklerinde hizmeti seçtim; ez dil u can emek verdim, ömür verdim, can verdim vâ esefâ yine canâna eremedim. Gayret ettim ise de Fuzûlî gibi “Ne bilür ohumayan mushafı hüsnün şerhin/ Yere gökden ne içün indügini Kur’anun” demeyi beceremedim; açtım Niyazî’nin divanını, mushaf-ı hüsnüne çün tefe’ül eyledim ben; yine de aradığıma nâil olamadım. Hâsılı hiç sesli düşünmedim; düşünceme ses, sesime can veremedim. Çok istedim, lâkin bu can bu tende kaldıkça ölmeden önce ölemedim.
Bâki selâmlar.

Not: Bu satırların yazılı olduğu kağıdın arka yüzünde şöyle bir kayıt düşülmüştü: Kesdi men şifteden ehl-i selâmet yolunu/ Bes ki etrafuma cem oldu melâmet daşı.
Başlık işbu beyitten alınmadır.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Mesaj gönderen gullale »

Bu satırları okuduğumda acaba dedim... Âlemde tek kemter varsa o benim. Tek istenmeyen, sevilmeyen, beğenilmeyen varsa o benim demek mi ola hâlim? Kendim gayrında kim ve ne var ise âlâ ancak ve illâ benim esfel... Sanırım hayat denilen bu oluşta şu âna değin kendimi iyi kendim dışındakileri kötü belledim de kendimi mi seçtim âdemliğe? Oysa âdem meleklerin secde emrine muhatap olandı. Kibirle bakıp görüp hissedip gayrımı alta alıp kendimi üste mi oturtmuştum?

Bensem âlemin sefîli kime nasıl taraf olabilirim ki? Haddime mi düşerdi taraf olmak? Ben gibi yokken âlemde kimin yanına, cenûbuna geçebilirdim? Olduğum ve oturduğum yer yalnız bana mahsussa akıl sahibi isem bunu idrak edersem kendimi yermekle de oyalanmamalı kendim dışındakilere haklarını teslim edip hâlime boyun eğip hiç olmazsa bu aklu fikr ile teslim ve râzı olmam düşer dedim...

ALLAH Celle Celaluhu razı ola kardeşim güzel gönlüne selâmet dilerim acizâne...
Resim
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Melâmet hırkasını sen kendin giy eynine!

Mesaj gönderen MBurak »

Melâmet hırkasını sen kendin giy eynine!

İbadet ile âdet arasındaki fark nedir? İbadet ile âdet arasındaki bağıntı görülmediği takdirde, aralarındaki fark da kolay kolay görülemez.

İbadet ile âdeti yanyana getiren ortak nokta, her ikisinin de özünde `tekrar`ın, yinelenme`nin bulunuyor olmasıdır. Bu yüzden yinelenen`in adıdır âdet. Yani olagelen, olmakta olan, süregiden, alışkanlık hâline gelendir. Kısaca: olağan.

Hadi, gazetecilerin kullanmaktan hoşlandıkları bir sözcükle de ifade edelim: `routine`.

Artık `âdet` yerine daha çok `rutin` demeyi tercih ediyoruz.

Hâl bu ise, soruyu yineleyebiliriz: Her ikisinin de özünde yinelenmek (tekrar) olduğuna göre ibadeti `rutin`den ayıran nedir?

Bu mesele, İslam dünyasınca ihmal edilmiştir.

Çünkü sual... sualin kendisi... özü... unutulmuştur.

Cevabı da.

* * *

Bir işin âdet hâline geldiğini söylediğimizde, bir alışkanlığın ortaya çıktığına işaret etmiş oluruz. Meselâ `âdetullah` (Allah`ın âdeti) terimiyle kastedilen, doğa`da düzenli olarak vukua gelen (olağan) hâdiselerdir. Yani doğa`nın bir diğer adı da âdet`tir. Doğal olansa âdetullah.

Bu terim, mucizelere geçit veren bir doğa tasavvurunu temsil eder; istisnalara imkân tanıyan bir düzenliliği.

Fevkalâde`nin aslı fevk`al-âdet`tir. Yani âdet-üstü ve/veya doğaüstü.

Hârikulâde`nin aslı da hârik`ul-âdet`tir. Yani âdeti yakan/bozan/değiştiren: âdet-dışı, sıradışı veya doğaüstü.

Her iki kelimenin de ortak ikinci anlamı: muhteşem.

Kimsenin kuşkusu olmasın, bu ihtişam, doğadan değil, hep doğaüstü`nden gelir; yani duyuların üstünden...

* * *

Demek ki `âdet` kelimesinin anlam haritasında bir `sıradan` ve `olağan` taraf bulunduğu kadar, sıradışına, olağandışına yol veren bir taraf daha var. İstisnalara izin veren bir taraf.

İstisnalara, yani mucize ve kerametlere...

* * *

Hemen burada yavaşlayalım ve şu sözcüğün temsil ettiği ikircikliğin nedeni üzerinde biraz düşünelim: `âdeta`.

Bu kelimenin, asıl anlamına uygun yazımı şöyle olmalıydı: `âdeten`. Yani âdet olarak.... âdet itibariyle...

Kabul etmek gerekir ki zarfların, sözgelimi evvelen`in `evvel`, aslen`in `asl`, meselen`in `mesel` yazılıp okunması gibi âdeten`in de `âdeta` şeklinde yazılıp okunması, dille düşüncenin izdivacı bağlamında hakikaten çok erotik bir ayrıntı teşkil eder.

Hâsılı, âdeta kelimesinde hissettiğimiz `sanki` vurgusu, gerçekte mutlak olanı, kesin olanı, zorunluluğu yadsıyan bir renge sahiptir: âdeta... sanki... mış gibi...

Bu ikircikle ihtimallerin/imkânların/tesadüflerin dünyasında karşılaşıyoruz: doğada.

Ama çok eskiden, ve bir de şimdi.

* * *

Bu arada `sünnetullah` terimini unutmamalı. Zira sünnetullah, tabiî (doğal) olgularla değil, aksine iradî, daha doğrusu ictimaî (sosyal) olgular hakkında kullanılan bir terimdi.

XIX. yüzyılda pozitivist bilim anlayışının da etkisiyle İslâm dünyasında âdetullah`ın yerini sünnetullah terimi aldı. Çünkü sünnetullah terimi, matematiğin yardımıyla doğa`nın yasalarından, değişmez kanunlarından, doğanın mutlaklığından söz etmenin revaçta olduğu bir devrin taleplerini karşılamaya daha uygundu.

Adetullah, doğal olgularda düzenlilik ve sürekliliği içeriyor ve fakat kesinlik ve mutlaklık olmadığını da açıkça ilan ediyordu. Oysa toplumların kaderiyle ilgili olarak Tanrı`nın hükmünde bir değişme olmayacağını belirten sünnetullah terimi, Modernist İslâmcıların ihtiyaç duydukları kesinlik kavramı için çok daha elverişli, istismara çok daha müsaitti.

Allah`ın âdetinde değişme bulunabiliyordu ama Allah`ın sünnetinde aslâ! Böylelikle toplumsal olguları tanımlayan bir terim, doğal olgular alanına taşındı. Sünnetullah terimini öne çıkaran modernistler, ister istemez mucizelerden de yüz çevirdiler.

Güya itizal edip kendilerini mutezile saydılar.

* * *

İbadetler de birer âdet, birer rutin midir?

Evet, ibadetin en temel özelliklerinden biri tekerrür etmesidir, tekrarlanmasıdır. Eylemin sarsılmaz bir süreklilik kazanmasıdır. Sarsılmaz bir süreklilik, en son tahlilde `alışkanlık` demektir.

Süreklilik kazanmış bir eylemin, bir alışkanlığın, bir âdetin hem en kuvvetli, hem de en zayıf tarafı aynıdır: şuurdan uzaklığı... bilinçsizliği... tekdüzeliği... bu nitelikleri sebebiyle zahmetsizce ve kolaylıkla yapılıvermesi...

* * *

Ey talib, iyi kulak ver, sana ibadetin ahkâmından değil, esrarından söz ediyorum:

İbadet, kolaylıkla yapılabilir hâle geldiğinde, bir zevk kaynağı hâline dönüştüğünde hemen ara verilmeli ve yeniden, adam gibi bir kez daha niyet edilmelidir. Alışkanlıktan korkulmalıdır; ve dahî şuursuzluktan...

İbadetle âdeti ayıran niyettir; yani eylemin bilincinde olmak!

İbadet etmek artık nefsine ağır gelmiyorsa ey talib, hemen niyetini tazele de melâmet hırkasını sen kendin giy eynine!


D.C.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/brk.jpg[/img]
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön