KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta ŞEKk ve ŞÜBHE..

Cevapla
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta ŞEKk ve ŞÜBHE..

Mesaj gönderen çilekeş »

Resim

KULLUKk DENEMEsi'n ASLı,
NİÇİN-NEDENLeR'in>NASLı,
Bir ÖMRüN SoN NEFESİnde,
ŞÜbheden->ŞEHÂDEt FASLı!.

"ŞÜBHe"dir==>AKLın KUŞKUsu,
=>İNKÂRdan=>İKRÂR DOĞRUsu,
=>GÜNEŞsizLiktir==>KARANLık,
SONsuz NÛR TEVHiD DUYGUsu!.

HAVVA ANAM TAVLayAN ŞÜBHe,
==>ÂDEMi==->AVLayAN ŞÜBHe,
==>İLLÎYyÎn’den==->ESFELîN’e,
BiR ÂN’da==>YOLLayAN ŞÜbhe!.

ŞÜbhe==>ŞEYTÂN MESLEĞİdiR,
=>ŞEYTÂN=>ŞÜbhe MELEĞİdiR,
İHVÂNİ’m==>ŞÜbhesiz TEVHİD,
===>RESÛLULLAH==>DİLEĞİdiR!.


ZEVK 10.600

=>AKıL AVCIsı=>ŞÜBHe-ŞEKk'tir.. AKıL=>TAVŞAN.. ŞÜBHe=>TAZı..
HeR AKıL İÇiN=>GERÇEKktir… =>PeŞ=>PeŞedir===>ÇOĞu<=>AZı..
ŞEKksiz-ŞÜbhesizdir=>TEKktir.. KAHHÂR ALLAH=>NÂZ<->NİYÂZı..
====>TEVHiD TELLERi=>ÇİÇEKktir..==>İHVÂNİmin=->SEVgi SAZı!.


01.03.2023 05:14
brsbrsm..tktrstekkemzdedoğmgünümüzzz..


ŞÜBHe=>AKLın TEPe-DİBidir,
ŞÜBHe==->AYNAnın SIRRıdır,
ÇOĞu ÇÜRÜKk ZANN GİBidir,
AKLın=>SONSUZ<=>SIFIRıdır!.

ŞÜBHe=->HAYAtın TUZUdur,
BiR DAMLA SUyun BUZUdur,
ÖMÜRLeR DÖDÜReN ŞÜBHe,
MÂSuMdur->EMLik KUZUdur,
=>DÜŞMe PEŞİne->İHVÂNİm,
ŞÜBHe SIFIR=>SONSUZUdur!.


Resim

KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta ŞEKk ve ŞÜBHE.:

KELÂMULLAH’ta ŞEKk ve ŞÜBHE/KUŞKU.:

ŞÜBHE, sözlükte “benzemek ve benzerlik sebebiyle başka şeyle karışmak” anlamındaki “şbh” kökünden türeyen şübhe (çoğulu şübühât) “benzer ve denk olmak, birbirine benzemesinden dolayı iki şeyi birbirine karıştırmak; belirsizlik, karışıklık ve kuşku” gibi mânalara gelir.
Kur’ÂN-ı Kerîm’de şübhe kelimesi yer almamakla birlikte fiil ve isim olarak çeşitli türevleri on iki âyette geçmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “şbh” md.).

Kur’ÂN-ı Kerîm’de şübhe kelimesi yer almamakla birlikte türevleri sözlük anlamlarında kullanılmakta (meselâ bk. el-Bakara 2/25, 70, 118; Âl-i İmrân 3/7; en-Nisâ 4/157; el-En‘âm 6/99, 141; er-Ra‘d 13/16), “şek” kelimesi hemen hepsi “inanç konularıyla ilgili şübhe ve tereddüd” anlamında on beş âyette geçmekte (meselâ bk. en-Nisâ 4/157; Yûnus 10/94, 104; Hûd 11/62, 110; İbrâhîm 14/9; Sâd 38/8; ed-Duhân 44/9); “reyb” ve türevleri genellikle Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in çağrısına muhalefet edenlere nisbetle “inkârcı şübhe” mânasında birçok âyette zikredilmektedir (meselâ bk. el-Bakara 2/23; et-Tevbe 9/45, 110; el-Hac 22/5; el-Hadîd 57/14). Değişik âyetlerde yer alan “lâ raybe” ifâdesi de “şek ve şübhenin olmadığı kesin bilgi” anlamına gelmekte (meselâ bk. el-Bakara 2/2; Âl-i İmrân 3/9; el-Kehf 18/21),
Bu kökten türeyen “mürîb” şekkin sıfatı olarak kullanılmaktadır (Hûd 11/62, 110; Sebe’ 34/54; Fussılet 41/45). Şübhe, şek, reyb ve türevleri hadislerde de sıkça geçmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “ryb”, “şbh”, “şkk” md.leri).
Mümter.: Şübheci, şübhe eden..
Kuşku.: Şübhe, şekk, reyb..
Kuruntu.: vehm..
İrtiyâb.: Duraklama, şüphelenme, tereddüd..


KUR'ÂN-ı KERÎM’de ŞÜBHE.:

الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
“El hakku min RABBike fe lâ tekûnenne mine’l- mumterîn (mumterîne).: (En doğru) Gerçek (Hakk); RABBinden (gelen Kur’ÂN-ı Kerim)dir. Şu halde sakın KUŞKUya kapılanlardan olma. (Şübhe ve vesvese imânı tahrip edicidir.)” (Bakara 2/147)

الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُن مِّن الْمُمْتَرِينَ
“El hakku min RABBike fe lâ tekun mine’l- mumterîn (mumterîne).: Çünkü Hakk, ancak Senin RABBinden (gelen gerçek)tir. Öyleyse sakın KUŞKUya kapılanlardan olma. (Vesvese ve şübhe imânın özünü bozacaktır.)” (Âl-i İmrân 3/60)

هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن طِينٍ ثُمَّ قَضَى أَجَلاً وَأَجَلٌ مُّسمًّى عِندَهُ ثُمَّ أَنتُمْ تَمْتَرُونَ
“Huvellezî halakakum min tînin summe kadâ ecelâ (ecelen), ve ecelun musemmen ındehu summe entum temterûn (temterûne).: Sizi çamurdan (topraktan beslenen, nebati ve hayvani gıdalardan oluşan meni tohumlarından) yaratan, sonra bir ecel (süreci) belirleyip (yaşatan) O’dur. (Bu) Adı konulmuş (zamanı belli olmuş) ecel (bilgisi) O’nun katındadır. (Buna rağmen) Sonra siz (hâlâ, kitap ve hesap konusunda) KUŞKUya kapılmaktasınız.” (En'âm 6/2)

أَفَغَيْرَ اللّهِ أَبْتَغِي حَكَمًا وَهُوَ الَّذِي أَنَزَلَ إِلَيْكُمُ الْكِتَابَ مُفَصَّلاً وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْلَمُونَ أَنَّهُ مُنَزَّلٌ مِّن رَّبِّكَ بِالْحَقِّ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
“E fe gayrallâhi ebtegî hakemen ve huvellezî enzele ileykumu’l- kitâbe mufassala (mufassalan), vellezîne âteynâhumu’l- kitâbe ya’lemûne ennehu munezzelun min RABBike bi’l- hakkı fe lâ tekûnenne mine’l- mumterîn (mumterîne).: Şimdi O, size Kitabı (Peygamber tarafından) açıklanmış olarak indirmişken ve kendilerine Kitap verdiklerimiz(in sadıkları da), bunun gerçekten RABBinden Hakk olarak indirilmiş olduğunu bilmekteyken, (ben kalkıp) "ALLAH’tan başka bir hakem (ve Kur’ÂN’dan-Resûlüllah’tan başka mihenk) mi arayayım?" Şu halde, sakın KUŞKUya (ve umutsuzluğa) kapılanlardan olmayasın!” (En'âm 6/114)

إِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ فِي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ
“İnnemâ yeste'zinukellezîne lâ yu'minûne billâhi ve’l- yevmi’l- âhiri vertâbet kulûbuhum fe hum fî raybihim yeteraddedûn (yeteraddedûne).: Ancak ALLAH’a ve ahiret gününe (gerçekten) inanmayanlar, kalpleri (Hakk’tan ve hayırdan kayıp) KUŞKUya kapılanlar, şübheler (ve endişeler) içinde bocalayıp duranlar (cihaddan kaçmak için yalan özürler uydurup) Senden izin isteyeceklerdir.” (Tevbe 9/45)

فَإِن كُنتَ فِي شَكٍّ مِّمَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ فَاسْأَلِ الَّذِينَ يَقْرَؤُونَ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكَ لَقَدْ جَاءكَ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
“Fe in kunte fî şekkin mimmâ enzelnâ ileyke fes’elillezîne yakreûne’l- kitâbe min kablik (kablike), lekad câeke’l- hakku min RABBike fe lâ tekûnenne mine’l- mumterîn (mumterîne).: (Ey Resûlüm!) Eğer Sana indirdiğimizden (ve geçmiş peygamberlerin hayat hikâyelerinden) KUŞKUdaysan (ve şayet bunların Rahmâni mi şeytani mi olduğu konusunda ŞÜBHE duyuyorsan), Senden önce kitabı (Tevrat’ı) okuyanlara (Yahudi ve Hristiyanların âlim ve insaflı takımına) sor. Andolsun ki, RABBinden Sana Hakk ve gerçek gelmiştir, şu halde sakın KUŞKUya kapılanlardan olmayasın!” (Yûnus 10/94)

قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِن كُنتُمْ فِي شَكٍّ مِّن دِينِي فَلاَ أَعْبُدُ الَّذِينَ تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ وَلَكِنْ أَعْبُدُ اللّهَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
“Kul yâ eyyuhen nâsu in kuntum fî şekkin min dînî, fe lâ a’budullezîne ta’budûne min dûnillâhi, ve lâkin a’budullâhellezî yeteveffâkum, ve umirtu en ekûne mine’l- mu’minîn (mu’minîne).: (Ey Resûlüm!) De ki.: "Ey insanlar! Eğer Benim dinimden (ve davet ettiğim düzen ve disiplinden) yana bir KUŞKU içindeyseniz, (hiç aldırmıyorum zirâ) Ben, sizin ALLAH’tan başka ibâdet ettiklerinize tapınmıyorum (ve Kur’ÂN’a aykırı kurallarınızı tanımıyorum). Ben ancak, sizin hayatınıza son verecek (ve hesaba çekecek) olan ALLAH’a ibâdet ediyorum. Ben, mü’minlerden (imân ve itaat ehli kimselerden) olmakla emrolunmuş bulunmaktayım." (Yûnus 10/104)

قَالُواْ بَلْ جِئْنَاكَ بِمَا كَانُواْ فِيهِ يَمْتَرُونَ
“Kâlû be’l- ci’nâke bi mâ kânû fîhi yemterûn (yemterûne).:
Dediler ki.: "Gerçekten biz sana, onların (sapkın halkının) hakkında KUŞKUya kapıldıkları şeyle (azâb emriyle) geldik." (Hicr 15/63)
[/b]
أَفِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ أَمِ ارْتَابُوا أَمْ يَخَافُونَ أَن يَحِيفَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَرَسُولُهُ بَلْ أُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“E fî kulûbihim maradun emirtâbû em yehâfûne en yehîfallâhu aleyhim ve resûluh (resûluhu), bel ulâike humuz zâlimûn (zâlimûne).: (Ama Kur’ÂN’ın va’ad ettiği zaferden kuşku duyanların, ALLAH’ı ve Hakk davayı bırakıp dünyadaki zalim ve şeytani güçlere dayananların; acaba) Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa ŞÜBHEye (ve ümitsizliğe) mi kapıldılar? Veya, ALLAH’ın ve Elçisinin, kendilerine "hayf"=hükümde haksızlık ve vefasızlık yapacağından (ümit ve gayretlerini karşılıksız bırakacağından) mı korkup çekiniyorlar? (Oysa, ALLAH asla adaletsiz değildir.) Asıl zâlim olan kendileridir!..” (Nûr 24/50)

وَمَا كُنتَ تَتْلُو مِن قَبْلِهِ مِن كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَمِينِكَ إِذًا لَّارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ
“Ve mâ kunte tetlû min kablihî min kitâbin ve lâ tehuttuhu bi yemînike izen lertâbe’l- mubtılûn (mubtılûne).: (Ey Nebim!) Bundan (Kur’ÂN’dan) önce Sen hiç kitap okuyan birisi değildin ve onu kendi elinle de yazmıyordun. Böyle olsaydı, bâtılda olanlar (bunları kendisi uydurup yazdı diye) KUŞKUya kapılırlardı. (Bu nedenle ALLAH CC Seni "Ümmiy" kıldı.)” (Ankebût 29/48)

وَلَوْ تَرَى إِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَأُخِذُوا مِن مَّكَانٍ قَرِيبٍ
“Ve lev terâ iz feziû fe lâ fevte ve uhızû min mekânin karîb (karîbin).: (Hakkın bâtıla galip geldiği Mehdiyet ve medeniyet devriminde ve nihayet kıyametin gerçekleştiği günde) Eğer o vakit Sen onların (nasıl) korkuya ve telaşa kapıldıklarını bir görsen (hepsi şaşkın ve perişan olacaklardır). Artık hiçbir kaçış (imkânı) yoktur ve (cehenneme) yakın bir yerden yakalanmış (ve çaresiz bırakılmış)lardır.” (Sebe' 34/51)

وَقَالُوا آمَنَّا بِهِ وَأَنَّى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِن مَكَانٍ بَعِيدٍ
“Ve kâlû âmennâ bih (bihî), ve ennâ lehumu’t- tenâvuşu min mekânin baîd (baîdin).: (Bu durumda mecburen) "Biz O’na (ALLAH’a ve Kur’ÂN’ına) imân ettik" derler; ancak onlara böyle uzak bir yerden (ve çok geç kalınmış bir halde hidayete) el uzatmaları (ve imân ni’metine kavuşmaları artık) nerede (ve nasıl mümkün olacaktır? Çünkü son pişmanlık faydasızdır.)” (Sebe' 34/52)

وَقَدْ كَفَرُوا بِهِ مِن قَبْلُ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ
“Ve kad keferû bihî min kabl (kablu), ve yakzifûne bi’l- gaybi min mekânin baîd (baîdin).: Oysa daha önce Onu (Kur’ÂN’ı ve Resûlüllah’ı) kesinlikle inkâr ediyorlardı; ve onlar uzak bir yerden (asılsız ihtimallerle tahmin yürütüyor) gayba (görünmeyen karanlıklara taş) atıp duruyorlardı (ve İslam’a dil uzatıyorlardı).” (Sebe' 34/53)

وَحِيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِأَشْيَاعِهِم مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا فِي شَكٍّ مُّرِيبٍ
“Ve hîle beynehum ve beyne mâ yeştehûne kemâ fuile bi eşyâihim min kabl (kablu), innehum kânû fî şekkin murîb (murîbin).: (Şimdi) Artık kendileriyle aşırı arzuladıkları (huzurlu ve sonsuz bir hayata ulaşmak gibi) şeyler arasına bir perde-engel çekilmiştir; daha önce benzerlerine yapıldığı gibi (reddedilip cehenneme sürüklenmişlerdir.) Çünkü onlar, (inkârcılar ve münafıklar, dünyada) KUŞKU verici bir tereddüt içinde bulunup bocalıyorlardı. (Görünüşte inanıyor, gerçekte Hakkın hâkimiyetine ve ahirete ŞÜBHE ile bakıyorlardı.)” (Sebe' 34/54)

وَلَقَدْ جَاءكُمْ يُوسُفُ مِن قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ فِي شَكٍّ مِّمَّا جَاءكُم بِهِ حَتَّى إِذَا هَلَكَ قُلْتُمْ لَن يَبْعَثَ اللَّهُ مِن بَعْدِهِ رَسُولًا كَذَلِكَ يُضِلُّ اللَّهُ مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ مُّرْتَابٌ
“Ve lekad câekum yûsufu min kablu bi’l- beyyinâti fe mâ ziltum fî şekkin mimmâ câekum bih(bihî), hattâ izâ heleke kultum len yeb’asallâhu min ba’dihî resûlâ (resûlen), kezâlike yudıllullâhu men huve musrifun murtâb (murtâbun).: Andolsun Yûsuf da, daha önce size apaçık deliller getirmişti. Onun size getirip (haber verdiklerin)den (dolayı) da KUŞKUlara kapılıp gitmiştiniz. Nihayet o ölünce (bu sefer) "ALLAH bundan sonra, asla hiçbir peygamber göndermez (bunun gibisi dünyaya gelmez)" demiştiniz. İşte ALLAH, aşırı giden, ŞÜBHEci kimseleri böyle şaşırtıp (Hakk’tan çevirir).” (Mü'min 40/34)

وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِّلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ
“Ve innehu le ilmun li’s- sâati, fe lâ temterunne bihâ vettebiûni, hâzâ sırâtun mustekîm (mustekîmun).: ŞÜBHEsiz O (Hz. İsâ, Mehdiyet ve kıyamet) saati(nin gelişi) için de bir ilimdir. (Yeniden dünyaya gönderilişi önemli bir belge ve işârettir.) Öyleyse ondan yana hiçbir KUŞKUya kapılmayın ve Bana uyun. İşte dosdoğru yol budur. (Hz. İsâ’nın kıyametten önce ortaya çıkacağına ve Deccalizmi yıkacağına işâret buyrulmaktadır.)” (Zuhruf 43/61)

إِنَّ هَذَا مَا كُنتُم بِهِ تَمْتَرُونَ
“İnne hâzâ mâ kuntum bihî temterûn (temterûne).: "Gerçekten bu (hesap ve azap), sizin KUŞKUya kapıldığınız (olacağını pek hesaba katmadığınız) şeydir." (Duhân 44/50)

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ
“İnneme’l- mû’minûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî summe lem yertâbû ve câhedû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâh (sebîlillâhi), ulâike humus sâdikûn (sâdikûne).: (Hakiki) Mü’minler ancak o kimselerdir ki: ALLAH’a (Kur’ÂN’ın hükümlerine) ve Resûlüne (Hz. Peygamberin öğretilerine tamamen ve samimiyetle) imân getirirler; sonra hiçbir KUŞKUya (ve korkuya) kapılmadan (ve asla Hakk’tan caymadan) mallarıyla ve canlarıyla ALLAH Yolunda (Din, Millet ve Vatan uğrunda) cihad ederler. İşte bunlar, (imân davasında) sâdık olanların ta kendileridir.” (Hucurât 49/15)

يُنَادُونَهُمْ أَلَمْ نَكُن مَّعَكُمْ قَالُوا بَلَى وَلَكِنَّكُمْ فَتَنتُمْ أَنفُسَكُمْ وَتَرَبَّصْتُمْ وَارْتَبْتُمْ وَغَرَّتْكُمُ الْأَمَانِيُّ حَتَّى جَاء أَمْرُ اللَّهِ وَغَرَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ
“Yunâdûnehum e lem nekun meakum, kâlû belâ ve lâkinnekum fe tentum enfusekum ve terebbastum vertebtum ve garret kumu’l- emâniyyu hattâ câe emrullâhi ve garrekum billâhi’l- garûr (garûmu).: (Galibiyet döneminde ve ahirette münafıklar, sadık ve salih) Olanlara (yalvarıp): "Biz de sizlerle birlikte değil miydik? (Niçin şimdi bize yüz vermiyor ve sahip çıkmıyorsunuz?)" diye seslenince, onlar da derler ki: "Evet (önceleri bizimle beraberdiniz), ancak siz kendinizi fitneye sürüklediniz. (Hakk davadan vazgeçip bizim yenilmemizi ve zillete düşmemizi) Gözetleyip beklediniz. (ALLAH’ın va’adine karşı çeşitli ve şeytani) KUŞKUlara kapılıverdiniz. (Nefsi ve dünyevi) KURUNTUlar sizleri yanıltıp günaha sevk etti. Sonunda ALLAH’ın emri (olan ölüm) geliverdi; ve o aldatıcı (olan şeytanlar ve şarlatanlar) da sizi ALLAH ile (ALLAH’ın adını kullanarak, ve kendilerini sizden birileri gibi tanıtarak) aldatıp (peşlerinden sürükledi.)" (Hadîd 57/14)

وَمَا جَعَلْنَا أَصْحَابَ النَّارِ إِلَّا مَلَائِكَةً وَمَا جَعَلْنَا عِدَّتَهُمْ إِلَّا فِتْنَةً لِّلَّذِينَ كَفَرُوا لِيَسْتَيْقِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَيَزْدَادَ الَّذِينَ آمَنُوا إِيمَانًا وَلَا يَرْتَابَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَالْمُؤْمِنُونَ وَلِيَقُولَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ وَالْكَافِرُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلًا كَذَلِكَ يُضِلُّ اللَّهُ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَمَا يَعْلَمُ جُنُودَ رَبِّكَ إِلَّا هُوَ وَمَا هِيَ إِلَّا ذِكْرَى لِلْبَشَرِ
“Ve mâ cealnâ ashâben nâri illâ melâiketen ve mâ cealnâ ıddetehum illâ fitneten lillezîne keferû li yesteykınellezîne ûtû’l- kitâbe ve yezdâdellezîne âmenû îmânen ve lâ yertâbellezîne ûtû’l- kitâbe ve’l- mu’minûne, ve li yekûlellezîne fî kulûbihim maradun ve’l- kâfirûne mâzâ erâdallâhu bi hâzâ meselâ (meselen), kezâlike yudıllullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ (yeşâu), ve mâ ya’lemu cunûde RABBike illâ hû (huve), ve mâ hiye illâ zikrâ li’l- beşer (beşeri).: Biz o ateşin görevli memurlarını meleklerden başkasını kılmadık. Ve onların sayısını inkâr edenler için yalnızca bir fitne (konusu) yaptık ki; kendilerine kitap verilenler, ŞÜBHEden kurtulup kesin ve yakîn bilgiye varsın, imân edenlerin de imânları artsın; kendilerine kitap verilenler ve imân edenler (böylece) kuşkuya kapılmasın. Kalplerinde bir hastalık olanlar ile kâfirler de şöyle desin.: "ALLAH, bu (gereksiz) örnekle neyi anlatmak istiyor ki?" İşte ALLAH, dilediğini böyle şaşırtıp-saptırır, dilediğini böyle hidâyete erdirir. RABBinin (çok farklı hizmetlerle görevli milyarlarca manevi-melek-enerji) ordularını Kendisinden başka (hiç kimsenin) bilip (kavraması mümkün olmayacaktır). Bu (anlattıklarımız) ise, beşer (insan) için sadece bir zikir (öğüt ve hatırlatmadır).” (Müddessir 74/31)
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta ŞEKk ve ŞÜBHE..

Mesaj gönderen çilekeş »

Resim

Kur'ÂN-ı Kerîm’de ŞüBHe İLe İLGiLi KaVRMLaR.:

Kur’ÂN’da =>şübhe =>“rayb’, “şekk”, “mirye”, “zann”, “maraz” ve “harec” kavramlarıyla ifâde edilmiştir. Ayrıca bu kavramlara mânâ ilişkisi içerisinde olan “vesvese” kelimesi de konuyla olan ilişkisinden ötürü önem arz etmektedir

1-) RAYB.:
“ب ي ر” kökünden gelen “rayb” kelimesi sözlükte zamanın akışı içerisinde meydana gelen musibet ve felaketleri ifâde eden “sarfu’d-dehr” ifâdesi ile açıklanmıştır ki insan bu musibetler karşısında kuşkuya düşmektedir. Yine bu kelime şekk, zan ve töhmet manalarına da gelmektedir. Zemahşerî ise bu kelimeyi, nefsin sıkıntı ve ızdıraba düşmesi olarak açıklamaktadır. Rayb kelimesi türevleriyle birlikte Kur’ÂN-ı Kerîm’de yirmi altı âyette yer almaktadır.

2-) ŞEKk.:
Kur’ÂN-ı Kerîm’de on beş yerde geçen8 kökünden “ش ك ك” ve gelen “Şekk” kelimesi; kesin bilgi ve inanç anlamındaki yakîn kavramının zıddı , birbiriyle tenakuz durumunda bulunan iki düşünce yahut inanışın zihinde eşit miktarda bulunması ve kalbin bu iki taraftan hiçbirine meyletmeme durumu olarak tarif edilmektedir. Şekk, bir şeyin varlığı veya yokluğu, türü, cinsi, niteliği, amacı gibi konularda meydana gelebilir. Şekk içerisinde bulunmak, kanun ve kuralları çiğnemeye; onları ihlal etme ve hiçe saymaya yol açabilir. Zira bu durumda olan kimse, kesin ve kararlı bir görüş sahibi olmadığı için dayanacağı sabit bir düşünce bulamaz ve bunun sonucu olarak da kuralları çiğnemek için kendisine daha rahat hareket edebileceği bir alan bulur.

3-) MİRYE.:
“Mirye” ise “ي ر م” kökünden türemiş, şübhe ve cedel anlamına gelen, bir iş hakkındaki tereddüd halini ifâde eden bir kelimedir. Bu kökten türemiş olan “imtirâ” fiili bir mesele hakkında oluşan sübhe ve tereddüdü, bu mesele hakkında bir başkasıyla tartışma ve münakaşa etme manasına gelir.
Türevleri ile birlikte bu kelime Kur’ÂN-ı Kerîm’de yirmi âyette geçmektedir..

4-) ZANN.:
ن-ن-ظ / ظن/Zann =>İtham, töhmet, hakkında kesin bilgi olmaksızın bir şey hakkındaki varsayım anlamlarına gelen “zan/ظن” kelimesi de Kur’ÂN’da şübhe anlamında kullanılan kavramlardan biri olmakla birlikte Kur’ÂN’da, kesin bilgi/yakîn anlamını da ifâde etmektedir.
Zann kavramı şu âyette şübhe mânâsına karşılık gelirken.:

وَإِذَا قِيلَ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَالسَّاعَةُ لَا رَيْبَ فِيهَا قُلْتُم مَّا نَدْرِي مَا السَّاعَةُ إِن نَّظُنُّ إِلَّا ظَنًّا وَمَا نَحْنُ بِمُسْتَيْقِنِينَ
“Ve izâ kîle inne va’dallâhi hakkun ve’s- sâatu lâ reybe fîhâ kultum mâ nedrî me’s- sâatu in nezunnu illâ ZANNen ve mâ nahnu bi musteykınîn (musteykınîne).: (Ey iman içlerine oturmamış ve dünya hayatı kendilerini aldatıp kuşatmış kimseler!) Size: "Gerçekten ALLAH’ın va’adi Hakk’tır ve (kıyamet-âhiret ve hesap) saati kesindir (ve gelecektir)" denildiği zaman siz (şöyle cevap vermiştiniz: "Hesap ve kıyamet) saati de neymiş? (Biz bunu yakinen ve kesinlik derecesinde) Biliyor (ve inanıyor) değiliz. Bunları sadece bir ZANN ve ihtimal olarak görmekteyiz... Kesin ve yakîn bir bilgiyle iman etmemekte (ama zâhiren elbette Müslüman geçinmekte)yiz!" demekten (sakınmamıştınız).” (Câsiye 45/32)

Şu âyetlerde ise yakîn anlamında kullanılmıştır.:

فَإِن طَلَّقَهَا فَلاَ تَحِلُّ لَهُ مِن بَعْدُ حَتَّىَ تَنكِحَ زَوْجًا غَيْرَهُ فَإِن طَلَّقَهَا فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا أَن يَتَرَاجَعَا إِن ظَنَّا أَن يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
“Fe in tallakahâ fe lâ tahıllu lehu min ba’du hattâ tenkiha zevcen gayrah (gayrahu), fe in tallakahâ fe lâ cunâha aleyhimâ en yeterâceâ in ZANNâ en yukîmâ hudûdallâh (hudûdallâhi), ve tilke hudûdullâhi yubeyyinuhâ li kavmin ya’lemûn (ya’lemûne).: Eğer yine onu (kadını üçüncü defa tekrar) boşarsa, (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça, artık ona (eş olarak) helâl olmaz. Eğer (bu yeni kocası da) onu boşarsa, onlar (ilk koca ile karısı) ALLAH’ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar birbirlerine dönmelerinde ikisi için bir günah yoktur. İşte bunlar, ALLAH’ın sınırlarıdır; bilen bir topluluk için bunları (böyle) açıklayıp (öğütlemektedir).” (Bakara 2/230)

قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ إِلَى نِعَاجِهِ وَإِنَّ كَثِيرًا مِّنْ الْخُلَطَاء لَيَبْغِي بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَلِيلٌ مَّا هُمْ وَظَنَّ دَاوُودُ أَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَاكِعًا وَأَنَابَ/
“Kâle lekad zalemeke bi suâli na’cetike ilâ niâcih (niâcihî), ve inne kesîren mine’l- huletâi le yebgî ba’duhum alâ ba’dın illellezîne âmenû ve amilû’s- sâlihâti ve kalîlun mâ hum, ve ZANNe dâvûdu ennemâ fetennâhu festagfere RABBehu ve harre râkian ve enâb (enâbe). (Secde Âyeti).: (Davud) Dedi ki: "Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiş (ve haksızlık yapmıştır.) Doğrusu (emeklerini ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı (böyle) tecâvüz ederler; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka; (ama) onlar da ne kadar azdır" (diyerek onları uzlaştırıp yatıştırdı). Davûd, gerçekten Bizim onu imtihan ettiğimizi ANLADI, böylece RABBinden bağışlanma diledi ve rükû ederek yere kapandı ve (Bize gönülden) yönelip-bağlandı. ۩” (Sâd 38/24)

إِنِّي ظَنَنتُ أَنِّي مُلَاقٍ حِسَابِيهْ
“İnnî ZANENtu enniy mülâkın hısâbiyeh.: "Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağıma (zâten İNANmış ve) kesin kanaatle (hazırlanmıştım" diye ferahlanacaktır.)” (Hâkka 69/20)

Zann kelimesi Kur’ÂN’da çeşitli formlarda atmış dokuz âyette yer almaktadır..18

5-) MARAZ.:
Kur’ÂN’da şübhe anlamında kullanılan bir diğer kelime “maraz/مرض” kelimesidir. Sözlükte sağlığın zıttı, hastalık, kalb için kullanıldığında nifak ve düşmanlık mânâlarına gelen bu kelimenin aslı noksanlık olarak belirtilmiş, bedendeki hastalık kuvvet noksanlığı, kalbteki hastalık ise din noksanlığı olarak tanımlanmıştır. Bu iki kavram arasındaki anlam ilişkisi; dindeki eksikliğin imân eksikliği olduğunun düşünülmesi ve imân eksikliğine yol açacak sebeplerden biri olarak da şübhenin kabul edilmesi olarak kurulabilir. Kur’ÂN’da yirmi beş âyette türevleri ile birlikte geçen bu kelime şübhe anlamında kullanılmıştır.:

يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Yekâdul berku yahtafu ebsârehum kullemâ edâe lehum meşev fîhi, ve izâ azleme aleyhim kâmû ve lev şâellâhu le zehebe bi sem’ihim ve ebsârihim innallâhe alâ kulli şey’in kadîr (kadîrun).: (Öyle ki) Çakan şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecektir; önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler, üzerlerine karanlık basıverince de yerlerinde kalakalıp (şaşırıverirler). ALLAH dileseydi, işitmelerini de görmelerini de (hepten) gideriverir (onları kör ve sağır hale getirir)di. (Ama bu durumda da sorumlulukları biterdi.) Şüphesiz ALLAH, her şeye güç yetirendir.” (Bakara 2/20)

وَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا إِلَى رِجْسِهِمْ وَمَاتُواْ وَهُمْ كَافِرُونَ
“Ve emmâllezîne fî kulûbihim MARADun fe zâdethum ricsen ilâ ricsihim ve mâtû ve hum kâfirûn (kâfirûne).: (Ama) Kalblerinde hastalık (inkârcılık, münafıklık, yalancılık ve haksız çıkarcılık MARAZı) olanlara gelince: (Bu sûre ve âyetler, tüm Kur’ÂNîi mesaj ve müjdeler) Onların murdarlığına murdarlık katıp (adileştirir. Döneklikleri, ödleklikleri ve çeşitli kötülükleri sebebiyle manevî pislik yuvasına dönmüş ruhlarının hastalık ve husumetleri ziyâdeleşir.) Ve artık bunlar (iflah olmayıp) kâfir olarak öleceklerdir.” (Tevbe 9/125)

وَيَقُولُ الَّذِينَ آمَنُوا لَوْلَا نُزِّلَتْ سُورَةٌ فَإِذَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ مُّحْكَمَةٌ وَذُكِرَ فِيهَا الْقِتَالُ رَأَيْتَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ يَنظُرُونَ إِلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَأَوْلَى لَهُمْ
“Ve yekûlullezîne âmenû lev lâ nuzzilet sûreh (sûretun), fe izâ unzilet sûretun muhkemetun ve zukire fî hel kıtâlu re’eytellezîne fî kulûbihim MARADun yanzurûne ileyke nazara’l- magşiyyi aleyhi mine’l- mevt (mevti), fe evlâ lehum.: Mü’minlerden (bir kısmı da: "Kur’ÂN’da, silahlı savunma ve savaşa izin veren) bir sûre indirilse ya! (Bununla ilgili âyetlerin gelmesi gerekmez mi? Yeter artık eli kolu bağlı beklediğimiz)" deyip dururlardı. Fakat (ne zaman ki) içinde "kıtal" zikri (çatışma ve cihadın emredilmesi) geçen, hükmü açık bir sûre indirilip, (düşmanlarla) çarpışmaktan söz edilince, kalblerinde HASTALIK bulunan (bu tipleri) görüyorsun ki; ölümden korkarak bayılıp düşenler gibi, (ürkek ve isteksiz) Sana bakıyorlardı! Halbuki evlâ olan (ve onlara yakışan şöyle davranmaktı:)” (MuhaMMed 47/20)

يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Yekâdul berku yahtafu ebsârehum kullemâ edâe lehum meşev fîhi, ve izâ azleme aleyhim kâmû ve lev şâellâhu le zehebe bi sem’ihim ve ebsârihim innallâhe alâ kulli şey’in kadîr (kadîrun).: (Öyle ki) Çakan şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecektir; önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler, üzerlerine karanlık basıverince de yerlerinde kalakalıp (şaşırıverirler). ALLAH dileseydi, işitmelerini de görmelerini de (hepten) gideriverir (onları kör ve sağır hale getirir)di. (Ama bu durumda da sorumlulukları biterdi.) Şüphesiz ALLAH, her şeye güç yetirendir.” (Bakara 2/20)

وَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا إِلَى رِجْسِهِمْ وَمَاتُواْ وَهُمْ كَافِرُونَ
“Ve emmâllezîne fî kulûbihim MARADun fe zâdethum ricsen ilâ ricsihim ve mâtû ve hum kâfirûn (kâfirûne).: (Ama) Kalblerinde hastalık (inkârcılık, münafıklık, yalancılık ve haksız çıkarcılık MARAZı) olanlara gelince: (Bu sûre ve âyetler, tüm Kur’ÂNî mesaj ve müjdeler) Onların murdarlığına murdarlık katıp (adileştirir. Döneklikleri, ödleklikleri ve çeşitli kötülükleri sebebiyle manevî pislik yuvasına dönmüş ruhlarının hastalık ve husumetleri ziyâdeleşir.) Ve artık bunlar (iflah olmayıp) kâfir olarak öleceklerdir.” (Tevbe 9/125)

وَيَقُولُ الَّذِينَ آمَنُوا لَوْلَا نُزِّلَتْ سُورَةٌ فَإِذَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ مُّحْكَمَةٌ وَذُكِرَ فِيهَا الْقِتَالُ رَأَيْتَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ يَنظُرُونَ إِلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ فَأَوْلَى لَهُمْ
“Ve yekûlullezîne âmenû lev lâ nuzzilet sûreh (sûretun), fe izâ unzilet sûretun muhkemetun ve zukire fî hel kıtâlu re’eytellezîne fî kulûbihim MARADun yanzurûne ileyke nazara’l- magşiyyi aleyhi mine’l- mevt (mevti), fe evlâ lehum.: Mü’minlerden (bir kısmı da: "Kur’ÂN’da, silahlı savunma ve savaşa izin veren) bir sûre indirilse ya! (Bununla ilgili âyetlerin gelmesi gerekmez mi? Yeter artık eli kolu bağlı beklediğimiz)" deyip dururlardı. Fakat (ne zaman ki) içinde "kıtal" zikri (çatışma ve cihadın emredilmesi) geçen, hükmü açık bir sûre indirilip, (düşmanlarla) çarpışmaktan söz edilince, kalblerinde HASTALIK bulunan (bu tipleri) görüyorsun ki; ölümden korkarak bayılıp düşenler gibi, (ürkek ve isteksiz) Sana bakıyorlardı! Halbuki evlâ olan (ve onlara yakışan şöyle davranmaktı:)” (MuhaMMed 47/20)

6-) HAREC.:
ج-ر-ح / حرج/Harec Zorluk, darlık, yasak ve günah anlamlarındaki “harec/حرج" kelimesinin de Kur’ÂN’da şübhe mânâsında kullanıldığı görülmektedir. Kur’ÂN’da on beş âyette kullanılan bu kelime şu âyetlerde şübhe anlamında kullanılmıştır.

فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًا
“Fe lâ ve rabbike lâ yu’minûne hattâ yuhakkimûke fîmâ şecera beynehum, summe lâ yecidû fî enfusihim HARACen mimmâ kadayte ve yusellimû teslîmâ (teslîmen).: (Ey Nebîm!) Hayır (onların zannettiği gibi) değil; Senin RABBine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde Seni hakem kılıp, sonra Senin verdiğin hükme, (hem de) içlerinde hiçbir SIKINTI (ve gizli itiraz) duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, onlar hakkıyla iman etmemişlerdir. (Çünkü iman; Âyet ve Hadisleri kutsal ölçü edinmeyi gerektirir. Bu âyete göre âdil devlet ve hükümet kararlarına da itaat edilmelidir.)” (Nisâ 4/65)

فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاء كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ
“Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu li’l- islâm (islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’a’l- sadrehu dayyikan HARACen, ke ennemâ yassa’adu fî’s- semâi, kezâlike yec’alûllâhu’r- ricse alâllezîne lâ yu’minûn (yu’minûne).: ALLAH, kimi (layık görüp) hidâyete erdirmek isterse, onun göğsünü (gönlünü) İslâm’a açar; (ibadet ve hizmet yoluna sokar.) Kimi de (müstahak olduğundan) saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar (Kur’ÂN’a İslami kurallara ve sorumluluklara karşı ilgisiz ve sevgisiz bırakır). ALLAH, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik ve gayretsizlik (hamiyetsizlik ve haysiyetsizlik) çökertir.” (En‘âm 6/125)

كِتَابٌ أُنزِلَ إِلَيْكَ فَلاَ يَكُن فِي صَدْرِكَ حَرَجٌ مِّنْهُ لِتُنذِرَ بِهِ وَذِكْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
“Kitâbun unzile ileyke fe lâ yekun fî sadrike HARACun minhu litunzire bihî ve zikrâ lil mu’minîn (mu’minîne).: (Bu Kur’ÂN öyle) Bir Kitap’tır ki Onunla (insanları) uyarman için ve mü’minlere bir öğüt (ve ölçü) olmak üzere Sana indirildi. Öyleyse (Sen görevini yap, cihadını sürdür, zalimlerin ve kâfirlerin hıncına ve hücumuna aldırma) bundan dolayı göğsünde bir SIKINTI olmasın. (Sen tebliğle memursun.)” (A‘râf 7/2)

7-) VESVESE.:
Kur’ÂN’da bütün bu kavramlarla mefhum olarak benzerlik gösteren “vesvese-وسوسة” kavramının da yer aldığı görülmektedir. İmanî boyutta vesvesenin farkı, diğerleri gibi insanın kendi nefsinden kaynaklanan bir hal olmayıp şeytani bir dayanağı bulunmasıdır. Sözlükte vesvese, insanın zihnine gelen bir takım fısıltıları ifâde etmekte, ıstılahta ise şeytanın veya nefsin insana kötü ve zararlı telkinde bulunması, şeytandan yahut nefisten gelen, insanı dine aykırı aşırı davranışlara yönelten telkin mânâsına gelmektedir.
Kur’ÂN’da VESVESE kavramı beş âyette geçmektedir. Bu âyetlerin ikisinde şeytanın Âdem ve Eşine vesvese vererek onları günah işlemeye teşvik ettiğinden bahsedilmekte.:

فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِن سَوْءَاتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَذِهِ الشَّجَرَةِ إِلاَّ أَن تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ
“Fe VESVESE lehumu’ş- şeytânu li yubdiye lehumâ mâ vuriye anhumâ min sev'âtihimâ ve kâle mâ nehâkumâ RABBukumâ an hâzihi’ş- şecereti illâ en tekûnâ melekeyni ev tekûnâ minel hâlidîn (hâlidîne).: Şeytan kendilerinden örtünüp gizlenmesi (gereken) çirkin-edep yerlerini (avret mahallerini) açığa çıkarmak (böylece cinsi tahrikle şehvet tuzağına kaptırmak) için onlara VESVESE verip (akıllarını çeldi) ve dedi ki: "RABBinizin size bu (şehvet) şecerini (iştah kabartıcı ağacın meyvesini) yasaklaması, sadece, sizin iki melek (veya yetkili melik, sultan ve hükümdar) olmamanız, ya da cennette ebedî kalmamanız içindir." (Oysa cennetlerde ebedi sultan olmak çok güzeldir ve tam da size göredir!..)” (A‘râf 7/20)

فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَّا يَبْلَى
“Fe VESVESE ileyhi’ş- şeytânu kâle yâ âdemu hel edulluke alâ şecereti’l- huldi ve mulkin lâ yeblâ.: Sonunda şeytan (aklını karıştırmak üzere) ona VESVESE verip.: "Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü (saltanatı) haber vereyim mi?" deyip (sureti Hakk’tan görünerek ve güya onun hayrını gözeterek, Hz. Âdem’in ayağını kaydırmaya çalışmıştı).” (TâHâ 20/120)

Şu âyetlerde ise insanları günah işlemeleri için sinsice kışkırtmasından ötürü bu işi yapan cin ve insanlardan ALLAH’a sığınılması bir DUÂ kalıbında bildirilmektedir.:

مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ
الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ
“Min şerri’l- VESVÂSi’l- hannâs (hannâsi). Ellezî yuVESVİSu fî sudûri’n- nâs (nâsi).: Kalblere, sinsice (küfür ve kötülük tohumları ve) şüphe duyguları eken ve bunu sürekli tekrar eden VESVESEcilerin şerrinden (sakınırım ve ALLAH’ın ipine, Kur’an-ı Kerim’e sarılırım.) Ki o (iblis pusuya yatıp, şeytaîi heves ve dürtüleri kışkırtmak üzere) insanların göğüslerine (gönüllerine) VESVESE vermekte (zihinlerine şüphe ve fitne düşürmektedir, devamlı ve farklı şekilde içlerine kuşku ve kuruntu üflemekte)dir.” (Nâs 114/4-5)

Şu âyette ise ALLAH, yeniden diriltilme hususunda şübhe içerisinde bulunanları zikrettikten sonra insanı yarattığını ve nefsinin ona verdiği vesveseleri bildiğini dile getirmektedir ki bu da imânî meseleler hakkındaki şübhe ile vesvese ilişkisini açıkça ortaya koymaktadır.:

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
“Ve lekad halakne’l- insâne ve na’lemu mâ tuVESVİSu bihî nefsuh (nefsuhu), ve nahnu AKREBu ileyhi min habli’l- verîdi.: Şu kesin bir gerçektir ki, insanı elbette Biz yarattık ve (her an) nefsinin ona ne VESVESEler vermekte olduğunu (ve içinden neler geçirip durduğunu dahi) biliriz. Biz ona şah damarından daha YAKINız. (Bütün organlarını, organizmalarını, hücre yapılarını ve hayat sırrını her an Biz yaratıp yararlandırmaktayız.)” (Kâf 50/16)
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta ŞEKk ve ŞÜBHE..

Mesaj gönderen çilekeş »

Resim

RESÛLULLAH’ta ŞEKk ve ŞÜBHE.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:"Sana ŞüBHe veren şeyi bırak, ŞüBHe etmediğini yap!.” buyurmuştur.
(Buharî, Büyü 3; Tirmizî, Kıyâme 60.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“Sana ŞüBHeli geleni bırakıp ŞüBHeli olmayanı al!.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Nesaî, İmam Ahmed, Şeyh Ahmed Şakir, senedi sahihtir, demiştir.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:"Doğruluk bir itminan ve huzur hâlidir. Yalan ve yalancılık ise bir ŞüBHe ve sıkıntı hâlidir.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Kıyâme, 60; Müsned, 1/200.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“Helâl bellidir, haram da bellidir. Bu ikisi arasında birçok insanın bilmediği ŞüBHeli şeyler vardır, bunlardan sakınan kimse dinini ve ırzını korumuş olur. ŞüBHeli şeylere yaklaşan kimse bir koru çevresinde hayvan otlatan ve neredeyse hayvanları koruya girecek olan çobana benzer. Dikkat edin, her hükümdarın bir korusu vardır; ALLAH’ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı şeylerdir” buyurmuştur.
(Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâḳāt”, 107-108.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“Sana ŞüBHe veren şeyi bırak, ŞüBHe vermeyene bak” (Tirmizî, “Ḳıyâmet”, 60); “Kalbine danış; iyilik nefsi mutmain ve kalbi ferah kılan şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana fetva verse bile içinde tereddüd uyandıran şeydir” buyurmuştur.
(Müsned, IV, 227-228; Dârimî, “Büyûʿ”, 2.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“Bir kul, günaha girme endişesiyle yapılması sakıncalı olmayan bazı şeylerden uzak durmadıkça müttakiler derecesine ulaşamaz” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Ḳıyâmet”, 19.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“Kendinizle haram arasına bir helâl perdesi koyun” buyurmuştur.
(Heysemî, II, 1150.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:"Helâl da bellidir, haram da bellidir. İkisinin arasındada (birtakım) ŞüBHeli şeyler vardır ki çok kimseler onları bilmezler. Her kim ŞüBHeli şeylerden sakınırsa ırzını da dinini de kurtarmış olur. Her kim de ŞüBHeli şeylere da¬larsa, koru etrafında (hayvanlarını) otlatan bir çoban gibi, çok geçmeden içeriye dalabilir. Haberiniz olsun ki, her kralın bir korusu olur. Bilmiş olun ki, ALLAH'ın yeryüzündeki korusu, haram kıldığı şeylerdir. Yine haberiniz olusn ki, bedenin içinde bir lokmacık et (parçası) vardır. O iyi olduğu zaman bü¬tün beden iyi olur, bozuk olduğu zaman da bütün beden bozuk olur. İşte o (et parçası) kalbtir." buyurmuştur.
(Buharî, Kitabu'l-İman.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:ŞüBHesiz ALLAH safların sağ tarafında bulunanlara rahmet eder; melekleri de DUÂ ederler.” buyurmuştur.
(Âişe radıyallahu anhâ’dan; Ebû Dâvûd, Salât 95. Ayrıca bk. İbni Mâce, İkamet 55..)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“Makbul olduğunda ŞüBHe bulunmayan üç DUÂvardır:
Mazlumun DUÂsı; Misafirin DUÂsı; Babanın çocuğuna DUÂsı.”
buyurmuştur.
(Ebû Hureyre radıyallahu anh’den;Ebû Dâvûd, Vitr 29; Tirmizî, Birr 7, Daavât 47. Ayrıca bk. İbni Mâce, DUÂ 11..)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:“Hiç ŞüBHesiz, benden sonra, adam kayırmalar ve yadırgayacağınız bazı işler olacaktır!.” buyurdu. Ashâb-ı kirâm:
-“Yâ Resûlullah!! O zaman nasıl davranmamızı tavsiye edersiniz?” dediler.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de.:
-“Siz üzerinize düşen görevleri yapar, kendi hakkınızı ise, ALLAH’tan beklersiniz!.”
buyurmuştur.
(Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den; Buhâri, Menâkıbu’l-enbiyâ 8; Fiten 2 ; Müslim, İmâre 45, 48; Riyazu’s- Sâlihin, 52 Nolu Hadis..)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:ŞüBHesiz ALLAH safların sağ tarafında bulunanlara rahmet eder; melekleri de DUÂ ederler.” buyurmuştur.
(Âişe radıyallahu anhâ’dan; Ebû Dâvûd, Salât 95. Ayrıca bk. İbni Mâce, İkamet 55; Riyazu’s- Sâlihin, 1096 Nolu Hadis..)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:ŞüBHesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de CeNNete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye ALLAH katında “sıddîk” (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da ceheNNeme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince ALLAH Katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır!.” buyurmuştur.
(Abdullah İbni Mes’ud radıyallahu anh’den; Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; DUÂ 5.; Riyazu’s- Sâlihin, 55 Nolu Hadis..)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hiç ŞüBHe siz ALLAH TeALÂ kıyâmet günü.: “Nerede BENim rızâm için birbirlerini sevenler? Gölgemden başka gölgenin bulunmadığı bugün onları, KENDİ ARŞIMın gölgesinde gölgelendireceğim!.” buyurmuştur.
(Ebû Hureyre radıyallahu anh’den; Müslim, Birr 37. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 53; Riyazu’s- Sâlihin, 378 Nolu Hadis..)


Resim

ALLAHumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebîyyike ve
RasûLike ve
Nebîyyi'L- ÜMMiyi ve alâ âlihi, EHL-i BeYtihi ve's- Sahbihi ve ÜMMetihi...
Cevapla

“Divanında Muhammedi Tasavvuf” sayfasına dön