EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

Tacüddin Ataullah İskenderi (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

Mesaj gönderen nur_umim »

EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

ا لحكم العطاءيه

TÂCÜDDÎN ATÂULLAH İSKENDERÎ (KS)

Resim


TAKDİM

Tâcüddîn Atâullah İskenderî (ks)

Anadolumuzda tasavuf âleminde “Hikmetler” denilince Ahmed-i Yesevî (ks) akla gelir.
Bir de Tâcüddîn Atâullah İskenderî (ks) nin “El- Hikemü’l- Atâiyye” sindeki hikmetler dilden dile gönülden gönüle akıp gelmiştir.
Bizler tasavuf ilminin öğretimi ve edebinin eğitiminde hikmetlerin önemini bilmekteyiz.
El- Hikemü’l- Atâiyye 19.07.1962 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Saffet Yetkin’ e tercüme ettirip çok az sayıda bastırmıştır.

Biz de elimizden geldiğince bu eseri; dil, mesned ve anlatım açısından katkı da bulunarak gençlerimizin hizmetine sunmaktayız.
İlgilenenler için Arabçasını da yazdık..
Öz ve Muhammedi Tasavvufun değerli eserini sunmakla gençlerimize yardımcı olabildiysek saedece elhamdülillahirabbilâlemin deriz…


Latif YILDIZ


Tasavvuf Âleminin batmayan Yıldızlarından "EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE" yi kısım kısım yeniden DUYup UYmak duâ ve dileklerimle... nur_umim
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

Tâcüddîn Atâullah İskenderî (ks)

HAYATI-I :


İbn Atâullah el-İskenderî (?-1309)
Mısır'da yaşamış İslam âlimlerindendir.
İslâm Dünyasında daha çok "Hikemü'l-Atâiyye" adlı meşhur eseriyle tanınmıştır.
Fıkıh âlimi olarak tanınmış daha sonra Şazelî tarikatına intisap etmiştir.
Yaptığı vaazlarda ve yazdığı eserlerinde, tasavvufun en derin konularına temas etmekle birlikte, bazı sufîlerin tartışmalara konu olan görüşlerine yer vermemiştir.
Hizmetinde ve insanları doğru yola iletmede tefekkürün inceliklerine ağırlık vermiştir.
Risale-i Nur'da ismi zikredilmeden, ünlü eserinde dile getirdiği bir vecizesine yer verilmiştir.
Adı Ahmed'tir.
Ebü'l Abbas Tacüddin Ahmed ve İbn Atâullah lakaplarıyla anılmış,
İbn Atâullah lakabıyla tanınıp meşhur olmuştur.
Memleketinin ismine izafeten İskenderî lakabını da almıştır.
Künyesi Ebü'l-Abbas Tacüddin Ahmed bin Muhammed bin Abdülkerim bin Atâullah Şazelî el-İskenderî şeklindedir.
Tacüddin Ahmed'in İskenderiye'de doğduğu bilinmekle beraber, doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Beni Cüzam kabilesi ve tanınmış bir aileye mensuptur.
Dedesi olan Abdülkerim, Maliki mezhebinin önemli fakihlerinden birisidir.
Ahmed küçük yaştan itibaren eğitim görmeye başladı.
Birçok âlimden dersler aldı.
Özellikle fıkıh, nahiv, hadis, felsefe, mantık, kelam dallarında dersler aldı.
Eğitimini tamamladıktan sonra fıkıh âlimi olarak hizmet gördü ve fıkıh âlimi olarak tanınmaya başlandı.
İlk önceleri tasavvufa karşı mesafeli durdu.
Dedesi Abdülkerim'in de tasavvuf mensuplarıyla anlaşamayıp onların muhalifi olarak tanındığı ifade edilmektedir.
Kendisi de ilk önceleri karşı bir tavır takındı.
Bu tavrı Ebü'l-Abbas el-Mürsî ile tanışmasına kadar devam etti.
El-Mürsî ile tanıştıktan sonra sohbetlerini takip etmeye başladı.
Bir süre sonra Kahire'ye giderek buraya yerleşti.
Tacüddin Ahmed, Kahire'ye yerleştikten sonra etrafında önemli bir topluluk oluşmaya başladı.
Bu arada Mısır'da bulunan İbn Teymiyye müntesipleriyle aralarında yoğun fikri tartışmalar yaşandı.
Tartışmaların ileri boyutlara ulaşmasından sonra İbn Teymiyye tutuklanarak hapse atıldı.
İbn Atâullah, Şazelî tarikatı içerisinde önemli bir konuma sahip oldu.
Tarikatın müessisi olan Ebü'l-Hasan Şazelî ve halifesi olan Ebü'l-Abbas Mürsî'den sonra üçüncü büyük şahsiyet olarak kabul görmeye başladı.
Yaptığı sohbet ve verdiği vaazlarla insanları etkiledi.
Yaptığı konuşmalarda, yazdığı eserlerde tasavvufun tartışmalı konularına girmedi.
İbn Atâullah, fikri temellerini riya ve şöhretten uzak bir ibadet hayatı üzerinde yoğunlaştırdı.
Taate, tevekkül ve teslimiyete önem vererek bunları düşüncesinin temel kavramları haline getirdi.
Sözlerinde aşka ve cezbenin coşkunluğuna kapılmaktan çok düşünmeyi esas alarak tefekkürün inceliklerine ağırlık verdi.
İbn Atâullah'ın, üzerinde önemle durduğu hususların başında, Allah'ın rızasını esas alan ihlas sırrı gelir.
Birtakım şekil ve suretlerden ibaret olan amel ve ibadetlerin, kalblerde yer edinen, bulunması gereken ihlas sırrı ile bir anlam kazandığını ifade etti.
Böylece ihlas, ibadet ve amellerin ruhunu teşkil ettiğini belirtti.
Cenab-ı Hakk'a hakiki kulluk vazifesini yerine getirebilmek için insanın fakrını ve aczini anlaması gerektiği üzerinde durdu.
Allah'a daima muhtaç olduğumuzu akıldan çıkarmamak gerektiğini ilave etti.
İbn Atâullah'ın üzerinde durduğu konulardan birisi de ilmin hayırlı olanıyla ilgilidir.
Allah korkusu ile birlikte bulanan ilimden söz etti.
Âlimin Allah korkusunu ilmiyle beraber tuttuğu ölçüde hayırlara vesile olduğunu, insanlara daha faydalı izah etti.
Bundan ötürü, Allah korkusu ile birlikte icra edilen ve bulunan ilmi en hayırlı ilim olduğunu savundu.
İbn Atâullah verdiği sohbetler ve yazdığı eserleriyle çok sayıda insanı etkiledi.
Birçok kimse onun fikir ve düşüncelerinin etkisinde kaldı.
Bu arada tasavvufa mensup şahsiyetler üzerinde de iz bıraktı.
Yazdığı eserleriyle başta Kuzey Afrika olmak üzere bir çok İslam beldesinde tanınmasına vesile oldu.
Eserleriyle ilgili olarak çok sayıda şerhler kaleme alındı.
Eserleri muhtelif dillere tercüme edildi.
1309 yılında Kahire'de vefat etti.
Cenazesi Karafe Mezarlığına defnedildi.
Risale-i Nur'da, insanoğlunun bela ve musibetlere maruz kalmasının hikmeti üzerinde durulurken, önce Mevlana'dan alıntı yapılmaktadır.
Mevlana'nın, bela çekmenin sırrını, Allah'a karşı fakrını hissedip O'na dayanma yolu olduğu, şeklindeki açıklamasına yer verilmektedir.
Nefis, acizliğinin farkına varıp tevekkül ile Allah'a iltica ettiği zaman kendisine nur kapısının açıldığı, zulmetlerin dağıldığı izah edilmektedir.
Bu arada İbn Atâullah'ın Hikem-i Atâiyye'sindeki "Cenâb-ı Hakk’ı bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?" (Mektubat, 2000, s. 30) ifadelerine yer verilmektedir.
Bu fıkra, "Onu bulan her şeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur" şeklinde izah edilmektedir.
Risale-i Nur'da ismi zikredilen Hikem-i Atâiyye İbn Atâullah'ın en önemli ve meşhur eseridir.
Müellif bu eserinde tasavvufun temel konularıyla ilgili görüşlerine yer vermiştir.
Eserde, üç yüz civarında hikmetli söz aktarılmıştır.
Ayrıca bir kısım mektupları ve münacatı da kayda geçirilmiştir.
Eserde; keramet ve istikamet, ubudiyet ile rububiyet, zühd ve marifet, akıl ve gönül, tevekkül ve teşebbüs, firkat ile vuslat vs. konular üzerinde durulmuştur.
Söz konusu konuların anlamları verilerek aralarındaki ilgi ve alakaya açıklık getirilmeye çalışılmıştır.
Eserde şiir-nesir karışımı bir üslup kullanılarak özlü cümleler halinde sunulmuştur.
İbn Atâullah'ın, bu eseri üzerine yetmiş beşe yakın şerh yazılmıştır.
Bu özelliği ile hakkında en çok şerh yazılan tasavvuf eserleri arasında yer almıştır.
Bu eser ilk kez Ali Urfî tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.
Bu tercüme ile birlikte şerhi de kaleme alınmıştır.
Daha sonra muhtelif kişiler tarafından da Türkçe tercümesi yapılmıştır.
İbn Atâullah, Hikem-i Atâiyye'den başka eserler de kaleme almıştır.
Münacatü'l-Atâiyye'de tevekkül ve teslimiyet konusu üzerinde durmuş ve beyitler halinde kaleme almıştır.
Letaifü'l-minen Şazelîye tarikatına dair eseridir.
Tarikat kurucusu ve halifesinin hayatlarıyla menkıbelerine yer verilmiştir.
Ayrıca, müellifin tasavvufa dair görüşleri de aktarılmaktadır.
Miftahü'l-felah adlı eserinde zikir, tevhid, marifet, halvet vb. konulara yer vermiştir.
Bunların dışında, Tenvir fi iskatı't-tedbir, Tacü'l-arus, Kasdü'l-mücerred, Unvanü't-tevfik, Vasıyye ile'l-ihvan adlı eserleri de kaleme almıştır.


Risale-İ Nur Enistitüsü

Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

HAYATI-II

İBN-İ ATÂULLAH

Evliyânın büyüklerinden.
İsmi Ahmed bin Muhammed'dir.
İbn-i Atâullah İskenderî, Tâcüddîn-i İskenderî adlarıyla meşhûr olmuştur.
Mâlikî mezhebi âlimlerinin ve Şâzilî tarîkatının büyüklerindendir.
1309 (H. 709) senesinde Mısır'da vefât etti.
Kabri, Karâfe Kabristanındadır.

İbn-i Atâullah hazretleri, Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî ile Yâkût-i Arşî'den ilim öğrenip feyz ve bereketlerinden istifâde etti.
Tasavvufta Ebü'l-Abbâs Mürsî hazretlerinin sohbetlerinde kemâle erdi.
Tefsîr, hadîs, fıkıh, nahiv, usûl ve benzeri ilimlerde söz sâhibi olan âlimlerden oldu.
Kâhire'de yerleşerek, insanların doğru yola gelmesine, Cehennem'den kurtulmasına vesîle olmak için çok çalıştı.
Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasaklarından sakındırmak için, insanlara devamlı vâz ve nasîhat ederdi.
Zamânını, öğrendiği bütün zâhirî ilimleri ve Allahü teâlâyı tanımak için lüzumlu olan mârifet bilgilerini insanlara öğretmekle geçirirdi.

Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terk eder, dünyâ malına hiç meyletmezdi.

En meşhûr talebesi Ebü'l-Hasan-ı Sübkî'dir.
Hikem-i Atâiyye, Letâif-ül-Minen kitapları ile İbn-i Teymiyye'ye yazdığı reddiye çok meşhûrdur.

İbn-i Hümâm, kabrini ziyâret edip, Hûd sûresini okudu:
"Bir kısmı şakî bir kısmı saîddir." meâlindeki âyete gelince, kabirden kendisine yüksek sesle: "Ey Kemâl, bizde şakî yoktur." sesini duydu. Bunun üzerine vefât ettiğinde burada defnolunmağı vasiyet etti.

Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, İbn-i Atâullah için : "Onun kıymetli sözlerinden daha mânâlı bir söz işitmedim. Kendi görüşünde olmayanlar bile, onun söylediklerinde bir hatâ ve kusûr bulamazlardı. Allahü teâlâ ondan râzı olsun." derdi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

ÖNSÖZ

Atâullah İskenderî’nin ölüm tarihi: 19 Kasım 1309 M.- 707 H.
Tercümesini sunduğumuz vel-Hikem-ül­-Atâiyye” hicrî sekizinci asrın ilk yıllarında, kuvvetli bir rivâyete göre 707 tarihinde Mısır'da vefat eden İskenderiyeli Tacüddin Ahmet Atâullah'ın eseridir.
Doğum tarihini tesbit edemediğimiz müellif, Şâzelî tarikatının büyük üstadı Ebu’l- Hasan Ali’ nin (vefatı: 657 hicrî) tilmizlerinden Endülüslü Ebu’l- Abbas-i Mürsî'den ve daha sonra Yakut-i Arşî'den feyz almış sayılı tasavvuf eren­lerindendir.

Şark ve Garb İslâm âleminde büyük bir alâka toplayan bu eser hicrî yedinci asırda en revnaklı çağını yaşıyan Şâzelî tarikatı ocağının ahlâk ve irfan muhiti içinde yetişen Tacüddin Atâullah’ın adını tasavvuf tarihinde ebedîleştirmiş, birçok âlim ve mutasavvıflar tarafından şerh ve izahları yapıl­mıştır.

Tabakat-ı Kübra müellifi Abdü’l- Vahhabi Şâranî'nin hayat ve mazhariyetlerini yüksek bir saygı ile andığı Ebu’l-Hasan Ali Şâzelî şüphe yok ki Mağrib diyarının yetiştirdiği en büyük sofi­lerdendir.
İslâmiyetin geniş ülkelerde yayılıp geliş­mesinde onun kurduğu tarikat ve bu tarikatın fedâkâr mücahitleri büyük roller oynamıştır.

Ebu’l-Hasan'ın tilmizleri arasında yüce mertebelere
erişmiş olan Mürsîyeli Ebu’l-Abbas ve Yakut-i Arşî gibi üstadlar bu tarikatın manevî feyzini Afrika çöllerine kadar yaymakla beraber tasavvuf tarihine de değerli armağanlar verdiler.
Bu iki üstadın terbiye ve irşadı ile yetişen Tacüddin Atâullah da üstadları derecesinde bir şöhret ve itibar kazanmıştır.

Tabakat-i Kübrâ müellifi, Tacüddin Atâullah'ın “Hikem = Hikmetler” adlı eserinden başka Sofiyye ahlâkı ve irfanına dair “Kitabü’t- Tenvir fi İskati't- Tedbir” ve Tabakat = Biyografiye ait “Letaifü’l-Minen” ve daha başka eserlerin müellifi olduğunu ve Tabakat-i Kübra'da Ebu’l- Hasan Şâzelî'nin Hal tercümesini Letaif-ül-Minen'den iktibas ettiğini söyler.

Tam ve izahlı bir tercümesini verdiğimiz “Hikem-i Atâiyye” tasavvuf akidelerini açık ve beliğ birer vecize halinde telkin eden zühdî ve tâlimî bir eser olmakla beraber çeşitli mecâz ve istiarelerle bizi İlâhî hakikatler alanında dolaş­tıran bir meş'ale gibidir.
İçinde sıraladığı hikmet incileri bazan birbirine bağlı nükteler, bazan garib tezadlarla dolu muammalı işaretlerle Vahdet-i Vücud felsefesinin ana fikirlerini ve ilâhî vecdini aksettirmektedir.
Müellif bu hikmetlerde muhtelif makam ve mertebelerdeki görüşleri karşılaştırmak sûretiyle bunlardaki zâhîri tezâtları hakikatın ışığı altında aydınlatmakta, her makamdan, her merte­beden konuşarak İlâhî Şühûd'a yükselmektedir.
Herkes bu sözlerden istidadı nisbetinde bir hisse bulur.

Biz eseri Türkçeye çevirirken gâyet geniş tevil ve tefsirlere yol açan bu irfan vecizelerinin sadece kuru bir tercümesini meydana getirmekle maksadı temin edemeyeceğimizi düşündük.
Çünkü eserde son derece bir îcaz ve belâgat sanatı hâkimdir.
Tasavvuf müntesibleri arasında özel bir mânâ taşıyan bazı terim ve deyimlerin anlaşıl­masını kolaylaştırmak için her vecizenin altına mevzu ile ilgili bazı izahlarda bulunmayı faydalı gördük.
Ancak bu izahların yardımı iledir ki, tercümenin daha geniş bir kütleye hitab edebilmesi mümkün olacaktır.

Şu mütalâamızı teyid için Hikem-i Atâiyye metni üzerinde yedi asırdan beri değerli İslâm bilginlerinin çeşitli görüşlerini belirten şerh ve izahlardan bir nebze bahsetmek isteriz:

1 - Ulemâdan Şahabüddin Ahmed bu eseri on beş defa okutmuş, her defasında birer şerh yazmış, fâkat her birinde başka başka anlayışlara varmıştır.
Bunlar arasında üç şerhin pek muteber sayıldığı anlaşılıyor.

2 - Şâzelî erenlerinden Endülüslü Muham­med bin İbrahim bin Abbadü'r-Ründî tarafından geniş bir şerhi yapılmıştır.

3 - Ali bin Muhammed-ün-Neferî tarafından ayrıca şerh ve tavzih edilmiştir.

4- - 903 hicrî yılında vefat eden ulemâdan Aksaraylı Ebittayyip İbrahim bin Mahmud tara­fından şerh edilmiştir.

5 - Sâfiyyüddin bin Elmevahib şerhi.

6 - 971 hicrî yılında vefat eden ulemâdan Halebli Muhammed bin İbrahim Hanbelî şerhi.

7 - Mısırlı Halvetî şeyhlerinden Abdü'r­-Rauf-ül-Menavî şerhi “Dürer-i Cevheriyye” adiyle

8 - Mısırlı Abdullah-i Şarkavî şerhi.

9 - 1305 yılında vefat eden Göriceli “Vâridat-i Kübra” ve “İnsan-i Kâmil” mütercimi mer­hum Ali Urfî tarafından da Türkçeye bir tercü­mesi yapıldığını Bursalı Tâhir bey Osmanlı Müel­lifleri'nde kaydetmektedir.

Yukarıda sözü geçen bu şerh ve tercümeler­den hususî kütüphanemizde bulunan Endülüslü İbn-i Abbad Ründî ile Mısırlı Abdullah-i Şar­kavî'nin şerhlerinden çok faydalandığımızı da bil­hassa şükranla yâd etmek isteriz.

Millî Eğitim Bakanlığının yüce tensibleriyle tercümesi tarafıma havale edilen bu eseri daha önce Şark İslâm klâsikleri arasında tercüme ettiğimiz İbrahim Fahrüddin Irakî'nin “Lemeat”ı ile Şeyh-i Maktul’ün “Heyakilü'n- Nur” adlı eseri gibi meslekî müktesabatımın bahşettiği imkânlar içinde anlaşılabilir bir hale getirmek için hayli uğraştım.
Zaman zaman geçirdiğim rahatsızlıklarla biraz gecikmiş olan Hikem-i Atâiyye tercümesi için bir yıldan fazla uğraşmak zârureti hasıl oldu
Bütün gayretime rağmen vuku’a gelmiş olması pek muhtemel bulunan beşerî hataların sayın okurlarca müsamaha ile karşılanmasını dilerim.
Bu tercüme ile mânevî alanda feyz ve irşad bekliyen memleket gençliğine naçiz bir armağan sunabildimse ne mutlu


Saffet Kemâleddin YETKİN
(Eski Urfa Milletvekili)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

ا لحكم العطاءيه

TÂCÜDDÎN ATÂULLAH İSKENDERÎ (KS)

HİKMETLER : I-V


HİKMET : I

من علامة الاعتمادِ على العَملِ نُقصانُ الرَّجاءِ عند وجودِ الزَّللِ

Hak yolunda yürüyen bir kimsenin namaz, niyaz
gibi iyi ve güzel amellerine güvenmesinin âlâmeti (böylece devam edib giderken cereyan eden ilâhî kaderler icâbiyle ayağını sürçüp de) bir günah işlediği zaman niyazının eksik oluşudur.


Bu hikmet:
Hak yolunda yürüyenlerin du­rumlarında derecelerini ölçecek pek önemli bir ölçüdür.
Niceleri namaz ve niyaz gibi güzel işlere devam ve mülâzemetle bunlara karşı mukaddes kitabımız ve şerefli hadislerin vaad buyurdukları cennet nimetlerine kavuşmak ve cehennemin aza­bından kurtulmak umudunu beslerken,
Kaderi icâbı ayakları sürçerek bir günah işledikte umduklarına bir fütur arız olur, yapmakta oldukları ibâdet­lerinde gevşeklik başlar.

Daha yüksek niyet ve durumda bulunanlar ise yapmakta oldukları ibâdetleri;
Hakk’ın emrini yerine getirmek ve yalnız rızasını kazanmak için yaparlar.
Başka hiçbir karşılık niyetiyle yapmazlar ve yapmakta oldukları bu güzel ve iyi işler gözlerine asla görünmez. Böyle bir durum: Ancak Ârif ve Âşıkların durum­
larıdır.


Mülâzemet : Devamlı bir işle meşguliyet. * Sımsıkı bir işe bağlılık. * Staj görme. * Gidip gelme.
Fütur : Yeis. Ümidsizlik. Usanç. * Zaaf. * Keder, gam. * Gevşeklik.



HİKMET : II

إرددتُكَ التجريدَ مع إقامةِ اللِّه إيَّاكَ في الأسباب من الشَّهوة الحفيةِ و إرتُكَ الأسبابَ مع إقامةِ اللّه إيَّاكَ في التجريد إنحطاطٌ عن الهِمَّةِ العليَّة .

İçinde yaşadığın sebebler âleminde iken
tecrid âlemine geçmek isteyişin bu âlemden gizlice
hoşlandığın içindir.
Yaşadığın tecrid âleminde iken sebebler âlemine geçmek isteyişin de yüksek bir himmet mertebesinden aşağı düşmektir.


Hak yolunda gidenler iki kısımdır.
Biri tecrid ehli kimseler diğeri de sebebler durumunda bulunanlardır.
Tecrid ehli olanlar yaşamak için insanın muhtaç olduğu rızkın husulüne çalışmayı terk edib Rezzak-ı Taâlâ'ya tevekkül ile Hakk’ın manevî yakınlığına erişecek taât ve ibâdetlere devam eyliyenlerdir.
Sebebler durumunda bulu­nanlar; yaşamak için muhtaç oldukları rızkın tedârikinde, alışverişte çalışan kimselerdir.

Tecrid âleminde bulunanların mertebeleri daha yüksek olduğu halde bu âlemde iken alışveriş gibi vesile­lerle sebebler âleminde bulunmak istediğinin gizli bir hoşlanma eseri olduğunu söylüyor.
Bu halin bir hoşlanma oluşu: Hakk’ın muradı üzere bulunduğu âlemde kalmak istemediğindendir.
Gizli olması dahi yüksek bir âlemde bulunmak isteğidir.

Tecrid mertebesi Hakk’ın has kulları mertebesidir.
Böyle yüksek bir mertebede iken daha aşağı bir mertebenin istenmesi yüksek bir himmetten aşağı düşmek olacağı şüphesizdir.
Himmet: Kalbin ahvalinden bir hâlettir.
Kuvvetli bir irade ve içten gelen şiddetli bir istek herhangi bir maksada yöneltilecek olursa Allah'ın izniyle o işin başan­lacağı muhakkaktır.
Böyle bir himmet maksada göre vasıflandırılır.


Tecrid : Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek.
Himmet : Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret. * Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi. * Tabiî şevk ve meyil ve heves. * Lütuf, yardım.



HİKMET : III

سَوابِقُ الهِمَمِ لا تخرِقُ أَسوارَ الأقدَارِ

En ileri ve keskin himmetler bile kaderlerin etrafını çevreliyen surları delemez.

Kaderler iki kısımdır:
Birinci kısım kaderler:
Zuhura gelmesi bazı hususların oluşuna bağlı olanlardır ki, bunlar da;


يَمْحُو اللّهُ مَا يَشَاء وَيُثْبِتُ وَعِندَهُ أُمُّ الْكِتَابِ

Resim--- “Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır.” (Ra’d 13/39)

âyeti gereğince Allah dilediğini mahveder, dilediğini isbat eder.

İkinci kısım kaderler:
Tebdil ve tagayyürden mahfuz bulunan ve “kalem-i âl┠ile “levh-i mahfuz”da yazılı olanlardır ki bunlarda hiçbir değişiklik olamaz.
Âyetin sonunda : “Ana kitab Allah’ın indindedir”
cümlesi ile bu kısma işaret buyurulmuştur.


Sur : Bir şehri kuşatan yüksekçe kale duvarı. Yüksek duvar. Kale. Hisar.
Tebdil : Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
Tagayyür : Değişmek. Başkalaşmak. * Bozulmak. Renk değiştirmek.
Mahfuz : Bütün rüzgarlara kapalı olan ve her türlü hâllerde emniyet ile barınmağa müsâit bulunan limanlar.
Kalem-i âlâ : Yüce kalem..
Levh-i mahfuz : Her şeyin hayatının ind-i İlâhîde yazılması. İlm-i İlâhînin bir ünvanı.



HİKMET : IV

أَرِحْ نَفْسَكَ مِنَ التَّدْبيرِ فما قامَ غيرُكَ عنكَ لا تَقُم به لنفسِكَ

Kendi kendine tedbir yapmakla uğraşmaktan nefsini dinlendir.
Senin yerine başkasının yaptığı işi sen kendi nefsin için yapmaya uğraşma!


Dünyada yaşamak için insanın muhtaç ol­duğu rızkın husulüne çalışmak:
Gerçek velilere göre boşa giden bir harekettir.
Çünkü yaşamak için zâhirî olan şeyleri Hak Taâlâ vereceğini yere basıp yürüyen ve rızkını beraber taşıyan herhangi bir mahluku ve sizi Allah rızıklandırır, âyeti gereğince her mahlukun rızkını Allah, üzerine almıştır.


وَكَأَيِّن مِن دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اللَّهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Resim--- “Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah'tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (Ankebut 29/60)

Rızık için çalışmak ve tedbirlerde bulun­mak beyhude yorgunluktur.
Büyük mutasavvıf­lardan Sehl-i Tüsterî :
“Tedbiri bırakın; halkın yaşayışlarını bulandırır!”demiştir.


Tedbir : Bir şeyi te'min edecek veya def' edecek yol. * Cenab-ı Hakk'ın Hakîm ismine uygun hareket, riayet. * Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık.



HİKMET : V

إجتهادُكَ فيما ضَمِنَ لكَ و تقصيرُكَ فيما طَلَبَ منكَ دليلٌ على إنطماسِ البصيرةِ منكَ .

Karşılık ve kefâletle sana verile­cek bir şey için gücün yettiği kadar çabalamak ve senden istenileni geri vermekte savsaklamak basiret gözünün körlüğüne delildir.

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

Resim--- “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyâ 51/56)

Mukaddes kitabımızda : "Cin ve insi ancak ibâdet etmeleri için yarattım" buyuruyor.
Yaşamak için muhtaç olduğu­muz rızkımızı vereceğini tekeffül etmekle beraber bizleri kendine yaklaştıracak ve ilâhî kudsal rızasına kavuşturacak ibâdetlerin enva’ına devam ve mülâ­zemeti emrediyor.
Bizden istediği ruhlarımızı besli­yecek ibâdetlerin enva’ıdır. Cisimlerimizi besleyecek erzakın verileceğini tekeffül etmiştir.
Basar, hisse­dilen şeyleri gördüğü gibi,
Basiret dahi kalbin manevî işleri görmesidir.

Basiret'in körlütü, Ba­sar’ın körlüğünden daha acıklıdır.


Tekeffül : Boynuna almak. * Birine kefil olmak. Kefâlet etmek veya vermek.
Enva’ : (Nev'. C.) Neviler, çeşitler, türler.
Mülâ­zemet : Devamlı bir işle meşguliyet. * Sımsıkı bir işe bağlılık. * Staj görme. * Gidip gelme.
Erzak : (Rızık. C) Rızıklar. Azıklar. Yiyecek içecek maddeler. İhtiyaçlar. Maddi, mânevi muhtaç olduğumuz şeyler.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

ا لحكم العطاءيه

TÂCÜDDÎN ATÂULLAH İSKENDERÎ (KS)

HİKMETLER : VI-X


HİKMET : VI

لا يكُنْ تَاخُّرُ أمَد العَطاءِ مَعَ الإلْحاحِ في الدُّعاءِ موجباً ليأسِك فهو ضَمِنَ لَكَ الإجابَةَ فيما يختارُهُ لكَ لا فيما تختاره لنَفْسكَ و في الوقْتِ الذيي يريدُ لا في الوقت الذيي تُريدُ .

Dilek dualarında ısrar etmekle beraber dileklerin gecikmesi de ümidini kırmamalıdır.

Allah, dilek dualarının kabul oluna­cağını vaad buyurmuştur ama O’nun icâbet buyu­racağı dua ancak senin için beğeneceği âkibet olup yoksa senin kendi nefsin için beğeneceğin dilek olmıyacaktır.
Sonra vereceğini de kendi istediği zamanda verecek, senin istediğin zamanda ver­miyecektir.


وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ

Resim---"Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme -gireceklerdir.” (Mü’min 40/60)

Benden dileyiniz, kabul edeyim, âyeti gereğince Allah dilekleri kabul edeceğini vaad buyurmuştur.
Dilek dualarının husulünde acele etmemelidir.

Peygamberimiz de :


يستجاب لاحدكم ما لم يعجل

“Herhangi biriniz acele etmedikçe dileği kabul olunacaktır.” şerefli hadisiyle acelede bulunmaktan nehyetmişlerdir.

Musa ve Harun Peygamberler aleyhimesselâm Firavun ve
kavmi iman etmeyince haklarında :


وَقَالَ مُوسَى رَبَّنَا إِنَّكَ آتَيْتَ فِرْعَوْنَ وَمَلأهُ زِينَةً وَأَمْوَالاً فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا رَبَّنَا لِيُضِلُّوا عَن سَبِيلِكَ رَبَّنَا اطْمِسْ عَلَى أَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُوا حَتَّى يَرَوُا الْعَذَابَ الأَلِيمَ
َ
Resim---“Musa dedi ki: Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında zinet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! (Onlara bu nimetleri), insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler, diye mi (verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver (ki iman etsinler).” (Yûnus 10/88)

“Ya Rabbi mallarını batır ve kalbleri üzerindeki bağları sıkıştır. Bunlar çetin sancılı azab görme­dikçe iman edici değillerdir!” diye beddua etmişlerdi.


Bu dileklerine karşı :

قَالَ قَدْ أُجِيبَت دَّعْوَتُكُمَا فَاسْتَقِيمَا وَلاَ تَتَّبِعَآنِّ سَبِيلَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ

Resim---“(Allah): İkinizin de duası kabul olunmuştur. O hâlde siz doğruluğa devam edin ve sakın o bilmezlerin yoluna gitmeyin! dedi.” (Yûnus 10/89)

“Dilekleriniz hakikaten kabul ve mücâb oldu. Müstakim olunuz. Bilmiyen­lerin yollarına uymayınız!” âyetiyle Firavun ve kavminin helâkları arasında kırk sene geçmiş idi.
Ebül Hasan Ali Şâzelî : “Müstakim olunuz, istical etmeyiniz ve bilmiyenlerin yollarına uymayınız!” hitabı istical edenlerden kinayedir.” buyurmuşlardır.


İcâbet : Kabul olmak. Kabul etmek. * Râzı olma, rızâ gösterme, muvafakat etme.
Müstakim : (Kıyam. dan) Doğru, istikametli. * Eğri olmayan, düz, dik. * Hilesiz, temiz.
Mücâb : Cevabı verilmiş olan. Kabul cevabı almış olan. * Duası, istediği kabul edilen.
İstical : Sonraya bırakılmasını istemek.



HİKMET : VII

لا يشككنك في الوعد عدم وقوعٍ الموعود و إن تَعَيَّن زمانُه لءلا يكونَ ذلك قدحاً في بصيرنِكَ و إخماداً لنور سرير تك

Zamanı tâyin edilmiş olsa bile vadedilen bir şeyin vuku’ bulma­ması, seni şek ve şüpheye düşürmemelidir.
Çünkü şek ve şüpheye düşmek kalbin basiretine
sataşmak ve içindeki sırrın nurunu söndürmektir.


Olabilir ki va’d edilenin vuku’u: Hakk’ın ezelî bilgisinde bazı şeylerin vuku’una bağlı olur ve böyle olduğunu kabul bilemez.
Kul, kulluğunun kadrini bilmeli ve Mevlâsına karşı şek ve şüpheye düşmemeli itikadı sarsılmamalıdır.
Basiretinin selâ­metine ve içindeki sırrın nurlu kalmasına dikkat etmelidir.”



HİKMET : VIII

إذا فتحَ لكَ وِجهةً من التَّعرُّفِ فلا تبالِ معها أن قلَّ عملُكَ فإنه ما فتَحَها لك إلا و هو يريد أن يتعرَّفَ إليكَ الم تعلم انَّ التَّعَرُّفَ هو مُورِدُهُ عليكَ و الأعمالَ أنت مهديها اليه و أين ما تُهديه إليه مما هو مُورِدُهُ عليكَ

Hak Taâlâ'nın kendini sana bildirmek için fütuhatı yüz gösterince yapmakta olduğun ibâdetler gibi güzel işlerinin de azlığına bakma!
Çünkü futuhatının yüz gösterişi; ancak kendini sana bildirmek içindir.
Bilmiyor musun ki, kendini sana bildirmesi lütfunu da ihsan eden odur.
Amel ve ibâdet gibi güzel işleri ona hediye eden sensin.
Hâlbuki ona hediye eylediğin nerede?
Onun sana ihsan eylediği nerede?


Futuhat : (Fütuh. C.) Fetihler, zaferler, galibiyetler.


HİKMET : IX

تنوَّعتْ أجناسُ الأ عمالِ لتنوُّعِ و ارداتِ الأحوالِ

Sâliklerin işliyecekleri işlerin değişik olması ahvalin vâridatındaki değişiklikten ileri gelmektedir.

Ahvalin vâridatı: Rabbanî maârifin ve ruhanî esrarın gönüllerde tecellî etmesidir.
Bu teceli­lerden övülmeye değer güzel sıfatlar belirmektedir.
Bunlardan kimi üns'i, kimi heybet'i, kimi kabz'i
ve kimi bast'i ve böylece muhtelif hâlleri ve güzel sıfatları getirmektedir.
Bu vâridat türlü türlü olunca bunların iktiza eyledikleri güzel sıfatlar dahi o nisbette türlü türlü olur.
Zâhîri ameller
Daima gönüllerin bâtın hâllerine bağlıdır.”


Sâlik : (Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan.
Ahval : Hâller. Vaziyetler. Oluşlar.
Vâridat : (Vâride. C.) Kâr, gelir. * Vârid olan. Bir kimseye veya hazineye ait gelir ve paralar. * Hatıra gelen, içe doğan.
Üns : Alışkanlık, alışma. * Arkadaş. Hemdem.
Heybet : Hürmetle beraber koruk hissini veren hâl. Sakınıp korkulacak hâl. Azamet.
Kabz : Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk.
Bast : Genişlemek, açmak, yaymak. * Bir şeye el uzatmak. * Sevindirmek. * Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak. * Özür kabul etmek. * Kaplamak. * Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması.
İktiza : Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama.



HİKMET : X

الأعمالُ صُوَرٌ قاءمةٌ و أرواحُها وجودُ سِرّ الإخلاص فِيهَا

Ameller bir takım sûretlerden ibarettir.
Bunların ruhları ise içlerinde ihlas sırrının bulunmasıdır.


Her sâlikin ihlası kendi makam ve rütbesine göredir. Ebrâr zümresinden olanın, ihlas dere­cesinin müntehası ve amellerinin celî vasfı her türlü riyâdan sâlim olmasıdır.
Ebrâr zümresinden bulunmakla güzel ve iyi işlerinde halkı nazarından çıkarmakla beraber kendi nefsini görmesi ve ona itimat etmesidir.
Ebrâr zümresinden ilerleyip de Mukarribin mertebesine varınca bu mertebedeki ihlas:
Bütün hareketlerinin Hakk’ın havl ve kuv­vetiyle olduğunu müşahede etmekle beraber kendi nefsinde hiçbir havl ve kuvvet göremiyeceğinden tevhid ve yakîn yolunda bulunmuş olacaktır.
Şeref ve celâlet itibariyle her iki makamın aralarındaki
fark anlaşılmış oluyor.”


Ebrâr : (Berr. C.) Özü sözü doğru olanlar, hamiyetliler. Sâdıklar. İyiler.
Celî : Parlak, açık, âşikâr, meydanda. * Kur’ân harfleri ile yazılan bir çeşit yazı.
Mukarrib: Takrib eden. Yaklaştıran.
Celâlet : (Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım. İlm-i Kelâm'da: Cenâb-ı Hakk'ın kahrının ve azametinin tecellisi, Cenâb-ı Hakk'ın nev'deki tecellisi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

ا لحكم العطاءيه

TÂCÜDDÎN ATÂULLAH İSKENDERÎ (KS)

HİKMETLER : XI-XV


HİKMET : XI

إدفنْ وجودَك في أرضِ الحمول فما نَبَتَ مما لم يُدْفَنْ و لا يَتِمُّ نَتاجُه

Kendi varlığını belirsizlik ve bilinmezlik toprağına göm.
Böyle bir toprağa gömülmeyen varlığın filizlenebilmesi tam bir sonuç veremez.


Hak yolu sâliklerinin halk arasında şöhretleri kadar zararlı bir şey yoktur.
Nefsin hoşlandığı isteklerden en büyüğü halk arasında meşhur oluştur ki, sâlikin son derece bundan sakınması icâbeder.

İbrahim bin Ethem: “Şöhreti seven bir kimse Allah'a karşı sadık bir kul değildir!” buyuruyor.
Hak yolu sâliklerinden diğer bir zât: “Bizim yolumuz ruhları ile mezbeleleri süpürenlere yaraşır demiştir.



HİKMET : XII

ما نَفَعَ القلبَ شيء مثل عُزْلَةٍ يدخلُ بها مَيْدَانَ فكرة

Halk ile görüşmekten uzaklaşarak uzlet köşesine
çekilip tefekkür meydanına girmek gibi kalb için faydalı bir şey yoktur.


Halk ile görüşmekten uzaklaşarak kalbin manevî hastalıklarını tedâvîye çalışmak Hak yolu sâliklerinin vecibelerindendir.
Bu manevî hasta­lıklar:
Uygunsuz kimselerle görüşmek ve nefsin hevâsına uymak gibi hissiyat âlemiyle uğraşmaktan ileri geldiği için bunların tedâvîsi birçok tarik ile olabilir.
En iyisi ve faydalısı: Halkın yaramaz sohbetlerinden uzaklaşıp kurtulmaktır.
Böyle bir kurtuluş Hak yolunda yürüyenlerin iltizam edecekleri dört şartın biridir.
Diğerleri de açlığa, uykusuzluğa ve pek az konuşmaya alışmaktır.
Bunlara devam pek doğru tefekkürlere yol açar.


تفكّر ساعة خير من عبادة سبعين سنة

“Bir saatlik tefekkür yetmiş senelik ibâdetten daha hayırlıdır.” meâlindeki bir şerefli hadis rivâyet edilmiştir.

Resim---Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Bir saatlik tefekkür 60 senelik ibâdetten daha hayırlıdır.” buyurmuştur.
(Aclûnî, Keşfü’l-Hâfâ I-370)

Peygamberimizin ashabından Ebudderdâ'nın vâlidesinden : “Oğlunun en faziletli işi ne idi?” diye soruyorlar.
“Tefekkür idi” cevabını veriyor.


Çünkü tefekkürde devam etmek: Allah’ın rızasını kazandıracak iyiliklerin ve gâdabı mucib olacak kötülüklerin ilham kay­naklarıdır.


Tarik : Yol. Tarz, usûl. * Vâsıta. Meslek. * Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası.
Mucib : (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.



HİKMET : XIII

كيف يُشرقُ قَلْبٌ صُوَرُ الأ كوانِ مُنْطَبِعَةٌ في مرآته ؟ أمْ كيف يرحلُ إلى اﷲ و هو مكَبَّلٌ بشَهواته ؟ أم كيف يطعم أن يدخل حصرةَ اﷲ و هو لم يتطهَّرْ من جَنَابَة غفلاته ؟ أم كيف يرجو أن يفهم دقاءقَ الأسرارِ و هو لم يَتُبْ من هَفَواتِهِ ؟

Varlıkların sûretlerini aynasında aksettiren bir kalb nasıl parlıyabilir?
Eli ayağı şehvetlerin bukağulariyle bağlı olan kimse Allah'a doğru nasıl gidebilir?
Gafletlerinin kir­lerınden temizlenemiyen insan, ilâhî huzura varabilmek arzusunda nasıl bulunabilir?
Saçma saban işlerden tövbe edib de çekinmiyenler esrarın ince­liklerini nasıl anlıyabilirler?


Müellifin bu cümlelerdeki hayreti: Birbir­lerine zıt olanların bir arada bulunmuş olmalarıdır.
Zikreylediği şeyler hep birbirlerinin zıt ve nakiz­leridir. İman ve Yakîn nurlariyle parlıyan bir kalb: Allah'ın gayrine istinad ile etrafı kablıyacak karanlıkların zıddıdır.
Bu dört cümlenin her biri sonradan zikredilenlerin başlıca sebebleridir.
Hik­metlerin nâzımı bundan sonra, sâlikin manevî maâriften zevk alabilmesi için varlığın birlğine işaret ediyor.
Bu birliğe dair ümmetin ârifleri müstakil eserler yazmışlardır.


Nakiz : (Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş. Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey.
İstinad : Dayanma. Güvenme. * Sened veya delil söylemek, göstermek.
Müstakil : Kendini idare edebilen. Başlıbaşına. Bağımsız.



HİKMET : XIV

الكونُ كلُّه ظُلْمةٌ و إنَّما أنارَهُ ظهورُ الحقِّ فيه فمن رأي الكونَ و لم يشهدْهُ فيه أو عندَه أو قبْلَه أو بَعْدَه فقد أعْوَزَهُ وجودُ الأنوارِ و حُجبَتْ عنه شموسُ المعارفِ بسُحُبِ الآثار.


ٍٍVarlık hep karanlıktır bunları nurlandıran Hakk’ın bunlarda zuhurudur.
varlığı gören bir kimse: içinde yahut beraberinde veyahut evvelinde veya sonunda Hakk’ı müşahede etmezse nurların ışığı kendi­sinden geçmiş ve maârif güneşleri eşyanın bu­lutlariyle perdelenmiş olur.


Hikmetlerin nâzımı, bu hikmette demek istiyor ki, müşahede ehline göre kimi eşyadan önce Hakk’ı görmüş olur.
Mesela hayvan gibi bir şeye gözü ilişince onun hayvan veya başka bir şey olduğunu tahattur etmezden önce Hakk’ın onunla kaim olduğunu görür ve kimi hayvana gözü ilişince hayvan olduğunu gördükten sonra Hakk’ı müşa­hede eder ve kimi Hakk’ı beraberinde ve kimi de
içinde görmüş olur.
Keyfiyeti bu sûretle beyan etmek bu görüşleri anlayışlara yaklaştırmak içindir.
Yoksa bu müşahedeler ancak zevk ile idrak edile­ bilir.




HİKMET : XV

مما يَدُلُّك على وُجُودِ قَهْرِه سبحانه أنْ حَجَبَك عنه بما ليس بموجودٍ معه

Hak Taâlâ’nın sana kahrını bildirecek delil:
Hakikatte kendi nefsinde hiçbir varlığı olmayan şeylerle gözlerini perdeliyerek kendisini müşahede etmekten seni mahrum etmiş olmasıdır.


Allah'ın gayri her ne varsa hep yokluk olduğuna irfan ehli olan zevat ittifâk etmişlerdir.
Özü itibariyle hiçbir şeyin varlığı yoktur.
Ümmetin ârifleri: Kayyumiyet'in şühûdu ve Deymumiyet'in ihatası ile tahakkuk eylediklerinden Allah’ın gay­risini göremezler.
Nâsın gördükleri ekvandan ibarettir.
Bunların mükevvini değildir.


Zevat : (Zât. C.) Zatlar, şahıslar, kimseler. * Üzüm, buğday gibi şeylerin kabuğu.
Kayyumiye : Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum)
Deymumiyet : Daimlik, devam, dâimiyet.
İhata : Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak. * Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak.
Ekvan : (Kevn. C.) Alemler. Mahluklar. Varlıklar. Oluşlar.
Mükevvin : Yaratan, yapan (Allah C.C.). Tekvin eden. (Bak: Tekvin)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

ا لحكم العطاءيه

TÂCÜDDÎN ATÂULLAH İSKENDERÎ (KS)

HİKMETLER : XVI-XX


HİKMET : XVI


كَيْفَ يُصَوَّرُ أن يَحْجُبَهُ شَيءٌ و هو الذي أظهر كل شيء ؟ كَيْفَ يُتصور أن يَحْجُبَهُ شَيءٌ و هو الذي أظهر بكل شيء ؟

Hakk Teâlâ her şeyi izhar eylediği hâlde bir şeyin kendine hicâb olması nasıı tasavvur edilir?
O her şey ile zâhir iken bir şeyin kendine hicâb oluşu nasıl tasavvur olunabilir?


سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

---“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kuran'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?” (Fusssilet 41/53)

Hakk’ın Hak olduğunu kendilerine belirtinceye kadar ufuklarda ve nefislerinde âyetlerimizi onlara göstereceğiz, meâlindeki âyet eşyanın görünüşle­riyle gerçek varlığın ne olduğunu göstermektedir.

كَيْفَ يُتصور أن يَحْجُبَهُ شَيءٌ و هو الذي في كل شيء ؟

O her şeyde zâhir iken bir şeyin ona hicâb oluşu nasıl tasavvur edilir?
Çünkü hilkatlerinin ve isimlerinin güzellik­leriyle her şeyde tecellî eden O'dur.


كَيْفَ يُتصور أن يَحْجُبَهُ شَيءٌ و هو الذي ظهر لكل شيء ؟

Her şeye zâhir iken bir şeyin ona hicâb oluşu nasıl düşünülebilir?

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَـكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا

Resim---“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.” ( İsrâ 17/44)

Her ne varsa Hakk’ın senâsiyle tesbih etmektedir.
Lâkin tesbihlerini anlamazsınız meâlindeki âyet gereğince her şey daima Hakk’ı tesbih ediyor.
Lâkin biz anlamıyoruz.
Muhiddin İbn-i Arabî : “Eşyanın daima tesbih ve takdiste bulunması bir harika değildir. Eğer biz bunları işitip anlırabilirsek bizim bu anlayışımız bizim için bir harika olur!” diyor.


كَيْفَ يُتصور أن يَحْجُبَهُ شَيءٌ و هو الذي الظاهرُ قبل وجودِ كلِّ شيءٍ ؟ كَيْفَ يُتصور أن يَحْجُبَهُ شَيءٌ و هو الذي أظهر بكل شيء ؟

Her şeyin mecâzî var oluşlarından evvel Allah'ın varlığı “VAR” iken bir şey ona nasıl hicâb olur?
Çünkü Allah’ın varlığı ezelî ve ebedî olarak muhakkaktır.


كَيْفَ يُتصور أن يَحْجُبَهُ شَيءٌ و هو أظهر من كلِّ شيءٍ ؟


O her şeyden daha ziyâde zâhir iken bir şeyin ona hicâb olması nasıl tasavvur edilir?
“Çünkü varlık yokluğa göre herhâlde daha zâhirdir. “


كَيْفَ يُتصور أن يَحْجُبَهُ شَيءٌ و هو الواحدُ الذي ليس معهُ شيء ؟

Allah “BİR” iken hiçbir şey beraberinde olmadığı hâlde bir şeyin ona hicâb olması nasıl tasavvur olunabilir?
“Çünkü Allah’ın gayri hep yokluktan ibaret ve ademdir. Kendisine hicâb olabilecek hiçbir şey yoktur.
Hakiki varlık yalnız Allah'ın varlığıdır.


وحده لا شريك له

Allah BİRdir, birliğinde ortağı yoktur, cümlesi dahi bu mânâyı teyid etmektedir.
“Vahdehu lâ şerikeleh” zâtında ve sıfatlarında ortağı yok demektir ki, varlığın yalnız kendine münhasır olduğunu göstermektedir.”


كَيْفَ يُتصور أن يَحْجُبَهُ شَيءٌ و هو أقربُ إليك منْ كلِّ شيء ؟

Her şeyden daha ziyâde sana yakın iken bir şeyin ona hicâb olması nasıl tasavvur edilir?
“Seni ihatası ve sana kayyumiyyeti sabit olunca


وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

Resim---“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)

“Biz ona boyun dama­rından daha yakınız” meâlindeki âyetle Hakk’ın yakınlığı keyfiyeti anlaşılıyor.
Şühûd ehline göre Hakk’ın yakınlığı zâtı iledir.
Hicâb ehli ise yakın­lığın ilim ve irade ve kudretle olduğunu söyle­mektedirler.


شَيء و هو الذي أظهر بكل شيءٌ ولولاه ما كان وجوودُ كلِّ

O olmasaydı hiçbir şey olamazdı.
Ona hicâb olacak bir şey nasıl tasavvur edilir?



سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

Resim---“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kuran'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?” (Fusssilet 41/53)

Her bir şey üzerine şâhid oluşu Rabbın Teâlâ’ya kâfi değil
midir?
Âyeti mucibiyle müşâhidler eşyaya istidlâl eylemişlerdir .


Teaccüb edilecek şey:
يا عجباً كيف يظهرُ الوجودُ في اللعدم ؟

Yokluk içinde varlık nasıl zâhir olabilir?
“Çünkü yokluk zulmettir, varlık ise nurdur.
Birbirlerinin zıdlarıdırlar.
Nasıl bir arada buluna­bilirler ?”

Yahut :


أم كيف يشبت الحادثُ مع مَنْ له وصْفُ القِدَم ؟

Sonradan olan bir şey kıdemi yâni ezelîyet vasfı ile mevsuf bulunana karşı nasıl durabilir?
“Çünkü Hakk’ın huzuruna karşı bâtıl dura­maz”


وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا

Resim---“Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur.” (İsrâ 17/81)

De ki, Hak geldi? Bâtıl mahv ve muzmahil oldu Hakikaten bâtıl mahv ve muzmahil olucudur.
âyeti Hakk’a karşı bâtılın kalamayacağını göstermektedir.”


İzhar : Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek. * Yalandan gösteriş.
Hicâb : Perde. Örtü. Hâil. * Utanma. Kendini kusurlu bilip insanlar arasından çekilmek. * Men'etmek. * Allah ile kul arasındaki perde. * Setretmek. Gizlemek.
Keyfiyet : Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
Teaccüb : şaşma, hayret etme. Tahayyür.
İstidlâl : Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak.
Muzmahil : Çökmüş. Darmadağın olmuş. Perişan olmuş.
Mahv : Harab olma. Yıkılma. Ortadan kalkma. Çökme. Bozulma. * Tas: Beşeri noksanlıklardan kurtuluş hâli.
Bâtıl : Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi.



HİKMET : XVII

ما تَرَكَ من الجهلِ شياً مَنْ أراد أنْ يَحْدُثَ في الوقت غيرُ ما أظْهَرَهُ ﷲ فيه


Bir kimse vakit içinde Allah'ın onda izhar eylediği hâlin gayrini istiyecek olursa cehâletten hiçbir şey terk etmiş olmaz.

Allahu Teâlâ şer’in zemmetmediği herhangi bir hâlde kulunu bulunduruyorsa o hâlde kalmasını ihtiyar ederek edebi iltizam ile bulunduğu âleme razı olmalıdır.
“Vakit” kelimesi tasavvufun terim­lerindendir.
Sâlikin bulunduğu hâlin hükmüne razı olması demektir. Ebu Osman Hayri: “Kırk seneden beridir Allahu Teâlâ beni hangi hâlde bulunduruyorsa ondan ve nakledeceği diğer her­ hangi hâlden hoşnutsuzluk göstermedim” demiştir.


İltizam : Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma. * Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.


HİKMET : XVIII

إحالتُكَ الأعمالَ على وجودِ الفراغِ من رُعُونااتِ النفسِ
İyi işleri işlemeyi bulacağın boş bir zamana bırakmaklığın: nefsin anlamazlığındandır.

Kulun kendisini Mevlânasına yaklaştıracak iyi işleri işlemeyi: elindeki dünya işlerinin bitiril­mesine bırakması keyfiyetinin anlamazlığından ileri gelişi: birkaç yöndedir.
Birincisi dünyayı âhiretten üstün tutmaktadır ki bu hâl: İman ehlinin akılları başlarında olanlarına yakışmaz.
İkincisi yapılması gereken iyi işleri boş kalacağı
zamana bırakmakla zamanı bilinmeyen ölüm ile karşılaşınca fırsat kaçırılmış olur.
Yahut dünya işleri daima birbirlerini davet eder olduklarından beklenilen boş zaman bulunamaz. Üçüncüsü boş bir zaman bulunacak olsa bile iyi işleri işlettirecek azim ve kuvvetin devamına nasıl emin olunabilir?”


HİKMET : XIX

إحالتُكَ الأعمالَ على وجودِ الفراغِ من رُعُونااتِ النفسِ

Bulunduğun hâlden seni çıkarıp da diğer bir hâlde kullanmasını Allah'tan isteme
Eğer o istemiş olsaydı seni bu hâlden çıkar­maksızın dilediği diğer bir hâlde kullanılır idi.


Bir kimse gerek din gerek dünyaca herhangi bir hâlde ise kendi isteğine uygun bulmıyarak başka bir hâlde bulundurulmasını Allah'tan istiye­cek olursa vaktin hükmüne karşı itirazda bulun­muş olur.
Hikemin sahibi Tecüddin Atâullah Tenvir adlı eserinde sâliklerden bir zâtın hikâye­sini şöyle anlatıyor:
Bu zât esbab âleminde bulun­durulmakta iken eğer her gün iki ekmek gelirim olsa bütün esbabın terkiyle müsterih olurdum!” diyor.
Bunun üzerine bu zât hapsediliyor.
Kendine günde iki ekmek veriliyor.
Böyle bir hâlde günler geçiyor.
Sıkılmağa başlıyor.
Bu sıkıntıyı düşünür­ken sen bizden günde iki ekmek isteğinde bulun­dun ve afiyet dilemedin denildiğini içinden işitiyor.
Bununun üzerine ayrılarak tövbe istiğfara başlayınca hapisten kurtuluyor.
Bu hikâyenin akibinde bulun­duğun hâl bilgi diline uygun ise kulun iltizam edeceği edebe dikkat et, bir hâlden seni çıkarıp diğer bir hâlde kullanmasını isteme diyor.




HİKMET : XX


اررادتْ هِمَّةُ سالِكٍ أن تقف عندما كُشِفَ لها إلا ونادةهُ هواتفُ الحقيقةِ : الذي تَطْلُبُ أمامَكَ ، ولا تبرَّجَتْ له ظواهرُ المكوَّناتِ إلا ونادته حقاءقُها: إنما نحن فتنةٌ فلا تكفر

Sâlikin himmeti mükaşefede durmak isteyince hakikat hatifleri; aradığın ileridedir diye seslenirler ve kâinatın zevâhiri cilvelenirse bunların hakikat­leri: bizler ancak birer fitneyiz, küfretme diye nida ederler.

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُوا الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَـكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

Resim---“Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” (Bakara 2/102)

Şâzelî müntesiblerinin büyük üstadları Ebu’l- Hasan Ali Şâzelî'nin sâliklerin seyir ve sülûk­lerinde geçirecekleri hâllere dair çok önemli sözleri vardır.
Bunların bu arada iradı, bu hikmeti iyice açıklamış olacaktır.
Şöyle buyuruyorlar:
Evliyanın nasib ve kısmetlerine nail olabilmek diler isen bütün halkı birdenbire terk etmelisin.
Ancak kitab ve sünnetin kabul ettiği pek doğru bir işaret ve tam yerinde yapılacak iyi ve güzel bir hareketle seni Hakk’a eriştirecek yola delâlet edecek bir zât ile görüşebilirsin.
Dünyadan bütün yüz çevir­melisin.
Fâkat şu hareketin, mukabilinde sana başka bir şey verilmesi için olmamalıdır.
Belki Allah’ın bir kulu olduğundan O emreylediği için dünyayı terk etmelisin.
Bu iki hususu yâni halktan yüz çevirmek ve dünyada zâhid olmak hususlarını yerine getirebilirsen daima Allah'ı, murakabeyi ve tevbeyi iltizam ile istiğfar ve istikamete devam etmelisin.
Âlemde Allah için olmıyan bir şey gömeyerek bu sıfatlarda bulunabilirsen İlâhî izzetin nurları içinde hatifler sana seslenerek derler ki: gözlerin rüşd ve reşad yolunu görmüyor mu?


وكان ﷲ على كل شيءٍ رقيبا

Allah her bir şey üzerine rakibdir.
Her şeyin gözeticisi ve koruyucusudur, âyetini işittiğin hâlde Allah'a karşı murakabe nerede? Sen nerede?


İşte bu sırada hayâ ve utancın seni tevbeye devam ettirirken Hakk’ın hatiferi :
“Tevbe ondan ve inabe dahi ona uymaktadır derler.
Böyle bir hâlette kendi sanatın ile iştigalin nefsinle dileğin arasında bir perde olduğunu bildirirler.
Böyle bir hâlette kendi sıfatların zâhir olur, Allah’a sığınmaya başlar ve istiğfara çalışırsın.
Bu esnada benim hükümlerime boyun eğ, benimle müna­zaayı bırak, kendi iradeni atmakla benim irademle müstakim ol.
O ancak ubudiyete mütevelli bir Rububiyettir.
Hiçbir şeye gücü yetmeyen bir köle oluver, ne zaman sende bir güc görecek olsam seni ona tevkil eylerim.
Ben her şeyi bilirim!” der. Eğer bu dediklerimi başarabilirsen âlemlerde kimselerden işitemiyeceğin ilâhî esrara vakıf ola­bilirsin.”


Mükaşefe : Gizli şeyleri birbirine açıp keşf ve izhar etmek, açığa çıkarmak. Meydana çıkarmak. * Bir hususu keşif yolu ile anlamak, bilmek. * Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarına ve sâir sırlarına vukufiyyet. (Bak: Keşfiyat)
Hatif : Gayıptan haber veren cinnî. * Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı.
Zevâhir : (Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. * Göze çarpan yerler. Yüksek yerler.
Cilve : Esmâ-i İlâhînin tecellisi. * Tecelli. * Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.
İnabe : Günahları terk ile Hakka dönüş. Hakka tâbi bir mürşide bağlanmak.
Müna­za : Ağız kavgası, mücadele, çekişmek.
Mütevelli : (Vely. den) Birinin yerine geçen. * Bir vakfın idaresine memur edilmiş kimse.
Tevkil : Kendine birisini vekil etmek. Vekil tâyin etmek.

Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

ا لحكم العطاءيه

TÂCÜDDÎN ATÂULLAH İSKENDERÎ (KS)

HİKMETLER : XXI-XXV


HİKMET : XXI


طلبكَ منه اتهامٌ له ، و طلبكَ له غيبةٌ منك عنه ، و طلبكَ لغيره لقلةِ حياءِكَ منه ، و طلبكَ من غيره لوجودِ بُعْدِكَ عنه

Haktan isteyişin Hak için bir töhmet,
ve kendisi için isteyişin senin için Haktan gıybet,
ve Hakk’ın gayrı için isteyişin Hakk’a karşı hayâda kıllet,
ve Hakk’ın gayrinden isteyişin Haktan uzaklık ve bûdiyet alâmetidir.


Bir kulun Haktan isteyişleri dört türlüdür.
Bunun dördü de iletli ve çürüktür.
Haktan isteyiş Hakk’a karşı bir töhmettir.
Çünkü kul kendisine yarıyanları bir dileği olmadan Haktan kendine erişeceğine emin olsaydı onları istemeğe lüzum olmazdı.
Hak için isteyişi de Haktan gaib oluşudur.
Çünkü huzurda bulunan bir şey istemez.
Hakk’ın gayri için isteyiş dahi hayânın kılletindendir. Çünkü Haktan hayâ edib utanç icâbı Hakk’ın gayrını hatıra getirmemek gerektir.
Hakk’ın gayrından bir şey istemek ise Haktan ırak oluş alâmetidir.
Müvahhid ve ârif olanlara göre bu isteyişlerin cümlesi çürüktür.
İsteyişlerde ancak Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve ihtiyaç ve fakrını belirtmek için olursa çürüklük kalmaz.”


Kıllet : Azlık. Nâdirlik. Kıtlık.
Bu’d: (C.: Eb'ad) Uzaklık. Baid olma. * Aralık. * Geo: Bir cismin uzunluk, genişlik ve derinliği.
Müvahhid : Allah'ın birliğine inanan. Tevhid eden. * Birleştirici olan.



HİKMET : XXII

مَا مِنْ نَفَسٍ تُبْدِيهِ ، إلّا و له قَدَرٌ فيكَ يُمْضِيه

Alıp verdiğin hiçbir nefes yoktur ki, o nefeste Hakk’ın sende infaz edecek bir kaderi olmasın.

İnsan yaşadıkça verdiği nefesler birbiri arka­sından giden pek kısa bir takım zamanlardır.
Her nefes alıp verişinde Allah'ın infaz edeceği bir kaderi vardır.
Kulun bütün inceliklerini Allah'ın hüküm ve kaderleri kaplamış olunca her bir nefeste yapılacak vazifeler ve icâbeden haklar vardır ki, kul bunların ifâsiyle mükelleftir.
Bu nefesler Allah'ın emânetleridir.
Şu hâlde dünyanın işleriyle ve hevâ ve hevesle uğraşacak bir mecal kalmıyor demektir.


İnfaz : Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme. * Aldığı emre göre birisini öldürme. * Öte tarafa geçirme.


HİKMET : XXIII

لا تترقبْ فررَاغَ الأغيارِ ، فإن ذلك يقطعُكَ عن وجود المراقبةِ له فيما هو مُثقيمُكَ فيه

Ağyârdan fariğ olmayı gözetleme
Çünkü seni bulundurduğu hâl içinde ve Hakkını yerine getireceğin murabbeye engel olur.


Allah, kulunu sebeblerden hangi bir sebebde
bulunduruyor ise kula vâcib olan: onun hakkını ifâ etmek ve edeb'i iltizam ile ikinci bir bulunuşa müterakkib olmamaktır.
İkinci bir bulunuşu dile­mesi birinci bulunuşun hakkını yerine getirmeğe ve icâbını ifâ etmeğe engel olur.
Sâlik bundan sakınmalıdır.
Sehl-i Tüsterî'den : “Sâlik ne zaman müsterih olur?” diye soruyorlar.
Cevabında: “Bulun­duğu vakitten gayri bir vakte ihtiyaç görmeyince müsterih olur!” diyor.



كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ

Resim---“Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21/35)

“Sizi şer ve hayır ile imtihan ederiz” âyetinde şer ve hayırı: şiddet ve bolluk, sağlık ve hastalık, zen­ginlik ve yoksullukla tefsir etmiştir.”


Müterakkib : (Rükub. dan) Gözleyen, bekleyen.


HİKMET : XXIV

لا تَسْتَغْرِبْ وقوعَ اللأكدارِ ما دمت في هذه ااالدارِ ، فإنها ما أبرزتْ إلا ما هو مُسْتَحَقُّ وَصْفِها و واجبُ نَعْتِها


Dünyada kaldıkça uğradığın kederleri garib görme
Çünkü dünyanın açıkladığı şey ancak müstehak ve vâcib olanın vasfıdır.


“Allah dünyayı fitne ve ibtila yurdu kılmıştır.
Herkes hakkında ezelî ilâhî bilgide ne denilmiş ise ona göre hareketle âhirette karşılığını görecek­tir.
Herkesin işliyeceği iş nefsin şehvetlerine muha­lefet yahut muvafâkattır.
Bu ise şüphesiz hoşa gidecekleri ve gitmiyecekleri iltizam etmektedir.
Meşakkatler ve kederler dünyanın zâhirî hâletleridir bunları garib görme;
Cafer-i Sadık:
“Yara­dılmıyanı arıyan yorulur!” buyuruyor. Yaradılmıyanın ne olduğu sorulunca :
“Dünyada rahattır! diyor.
Beliğlerden bir zât:
“Bu ibtilâ ve meşakketler yurdunda selâmeti arıyan yılanların süzülüp aktıkları ve akreblerin basıp gezdikleri yerde enine boyuna uzanıb yatan kimse gibidir!” demiştir.



HİKMET : XXV

ما تَوَقَّفَ مَطْلَبٌ أنت طالُبهُ بربِّكَ ، و لا تَيَسَّرَ مطلبٌ أنت طالُبُهُ بنفسك

Rabbın ile aradığın istek gecikmez ve nefsin ile aradığın isteğin müyesser olamaz.

Her kim yapacağı işleri Allah'a bırakıp bütün umurunda tevekkül ederse ihtiyaçları görülmüş olur ve bütün uzaklar yakınlaşır ve çetinler kolay­laşır.
Kendi bilgi ve aklına güvenirse işlerini Allah nefsine havale etmekle muvaffakiyetlerden mahrum olur.
Dinî ve dünyevî bütün isteklerde umumîyetle bu hâl böyledir.
Tevhid yolunda isteklerin Allah ile ilişikleri olduğundan bunlar isteklerin en şeref­lileridir.
Sâlikin her hâlinde Allah'a dayanması evlâ ve elzem olanıdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

ا لحكم العطاءيه

TÂCÜDDÎN ATÂULLAH İSKENDERÎ (KS)

HİKMETLER : XXVI-XXX


HİKMET : XXVI

من علاماتِ النُّجْحِ في النِّهايات ، الرجوعُ إلى اﷲ في البدايات

Sâlikin ilk seyir ve sülûkünde Allah'a dönmüş olması; sonunda işinin revâ görüleceğine alâmettir.

Sâlikin bir başlangıcı ve bir sonucu vardır.
Başlangıcı sülûke başlamış ve sonucu Allah'a eriş­miş olmasıdır.
Herhangi sâlik başlangıçta gidişini doğru bilebilirse sonunda isteği revâ görülmüş ve yolu kesilmkten ve geri dönmekten kurtulmuş olur.
Âriflerden bir zât:
“Dönmüş olan, yoldan dönmüş demektir. Erişmiş olan, dönemez!” demiştir.
Allah’ın gayriyle Allah'a ermek imkansızdır.
Allah'a tap­mak için kendi nefsinden yardım dileyen kendi nefsine havale edilir.
Sâlik yalnız Allah’ın yar­dımını dilemeli ve bütün işlerinde kendinde hiçbir kuvvet ve kudret görmiyerek her hâlinde daima Allah’ı görmelidir.
Sülûkün esası ve bu esas üzerine kurulan kaideler hep böyledir.”



HİKMET : XXVII

من أشرَقَتْ بدايتُه ، أشرقت نهايتُه

Kimin bidâyeti parlak olursa nihâyeti de parlak olur.

Bu cümle diğer bir ibare ile geçen hikmetin ifâdesidir. Sâlikin Allah'a doğru seyir ve sülûkü başlangıcında bütün işlerini Allah'ın kuvvet ve kudretine bırakmasını ve başlangıcına göre sonu­cunun da Allah'ın yakınlığına kavuşmasını göster­mektedir.”


Bidâyet : Başlangıç. İlk önce. Evvel ve ibtida. İlk olarak.
Nihâyet : Son, uç, son derece. * Çok.



HİKMET : XXVIII

ما استُودِعَ في غيبِ السَّراءرِ ، ظَهَرَ في شَهادةِ الظَّواهرِ

Gizli sırlara emânet edilen; görülenlerin şahade­tleriyle âşikâr olur.

Bu bir alâmettir ki sâlikin hâli bununla belli olur.
Çünkü zâhir, bâtının aynasıdır.
İnsanın kalbinde ne varsa yüzünden anlaşılır.
Seyir ve sülûkün müntehilerinden Ebu Hafas Bağdad'a gelince muasırı Cüneyd-i Bağadi'nin ziyâretine gidiyor. Ebu Hafas'ın yâranını başı ucunda her emrini ifâya hazır bir durumda görünce :
“Yâranını sülûkün terbiyesi ile terbiye etmişsin!” diyor.
Ebu Hafas cevabında : “Hayır ya Ebel-Kasım zâhirde görülen edeb bâtındaki edebin unvanıdır!” diyor.
Ebu Talib Mekkî :
“Allah-u Teâlâ zikredilince imanı olmayanların gönülleri sıkılmağa başlar. Allah’ın gayri söylenirse hoşlanırlar!” demiştir.
Mukaddes kitabımızda :


وَإِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَحْدَهُ اشْمَأَزَّتْ قُلُوبُ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ وَإِذَا ذُكِرَ الَّذِينَ مِن دُونِهِ إِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ

Resim---“Allah, tek olarak anıldığı zaman, ahirete inanmayanların içlerine sıkıntı basar. Ama Allah'tan başkası anıldığı zaman hemen yüzleri güler.” ( Zümer 39/45)buyuruluyor.
“Allah zikredilince âhirete imanı olmıyanların kalbleri sıkılır, katılaşır” meâlindedir.



Müntehi : Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan. Biten.
Muasır : Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan.
İfâ : Ödemek. Yerine getirmek. Söz verdiğini veya vazife bildiğini yerine getirmek. Kılmak. Yapmak.



HİKMET : XXIX


شَتَّانَ بين مَنْ يَسْتَدِلُّ به أو يَسْتَدِلُّ عَلَيْهِ ، المُسْتَدِلُّ به عَرَفَ الحقَّ لأهلِهِ ، و أثبتَ الأمْرَ مِنْ وُججودِ أصْلِهِ ، و الاستدلالُ عليه مِنْ عَدَمِ الوصولِ إليه و إلاَّ فَمَتَى غَابَ حتى يُسْتَدَلَّ عليه ؟ ومتى بَعُدَ حتى تكونَ الآثارُ هي التي تُوصِلُ إليه ؟

Hak ile istidlâl etmek ve Hak üzerine delil araştır­mak: birbirinden çok uzak ve farklı şeylerdir.
Hak ile istidlâl eden hakkı ehli için bilmiş ve işi
kökünden isbat eylemiştir.
Hak üzerine istidlâl ise ona erişilmemiş olmaktandır. Yoksa o ne zaman gaib olmuştur ki, eserlerle araştırılsın ve ne zaman uzaklaşmıştır ki eserler ona eriştirilmiş olsun?


Âdem oğulları bilgisizlik ve cehâlet içinde­dirler.
Mukaddes kitabımız :


وَاللّهُ أَخْرَجَكُم مِّن بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ لاَ تَعْلَمُونَ شَيْئًا وَجَعَلَ لَكُمُ الْسَّمْعَ وَالأَبْصَارَ وَالأَفْئِدَةَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Resim---“Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl 16/78)

“Hiçbir şey bilmediğiniz hâlde Allah sizi analarınızın karınlarından çıkardı” buyuruluyor ve bundan sonra :


قُلْ هُوَ الَّذِي أَنشَأَكُمْ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ

---“(Resûlüm!) De ki: Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalpler veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz!” (Mülk 67/23)

“Sizin için işitici kulaklar, görücü gözler ve düşü­nücü gönüller yarattı” buyuruyor.
Bunlar hep bilgi âletleridir.
Âyetin sonunda :


ثُمَّ عَفَوْنَا عَنكُمِ مِّن بَعْدِ ذَلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Resim---“O davranışlarınızdan sonra (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.” (Bakara 2752)

“Ola ki, şükredesiniz” diyor ki bunlar kemâle erenlerin işaret­leridir.

Kemâle erenler iki kısımdır.
Biri murad diğeri mürid olanlardır.
Murad olanlar İlâhî bir cezbe ile Allah'a kavuşunca bu karşılaşma saye­sinde Allah'ı bilerek Allah'ın gayri her bir şey gözlerine görünmez olur.
Allah ile Allah'ın gayri eserlerle istidlâl ederler.
Müridlere gelince, bunlar seyir ve sülûkta olanlardır. “Muradların aksine kendilerine görünen eserler ile Allah'a istidlâl etmekte bulunurlar.
Meçhul ile malûmu ve mâdum ile mevcûdu bulmak için uğraşırlar.
Çünkü hak ve hakikati görebilmekte gözlerindeki perde henüz kalkmıştır.
Seyir ve sulükü tamamlıyanlar mu­rad olanlara iltihak ederler.”


Meçhul : Bilinmeyen. Belli olmayan.
Malûm : Bilinen, belli olan. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona intisab dileklerinden dolayı bu isim verilmiştir. *
Mâdum : Mevcut olmayan. Yok olan. Yok.
Mevcûd : Var olan. Bulunan. Hazır olan. Topluluğun hepsi. * Kâinat. Mükevvenat.



HİKMET : XXX

لِيُنفِقْ ذُو سَعَةٍ مِّن سَعَتِهِ الواصلونن إليه وَمَن قُدِرَ عَلَيْهِ رِزْقُهُ الساءرون إليه


لِيُنفِقْ ذُو سَعَةٍ مِّن سَعَتِهِ وَمَن قُدِرَ عَلَيْهِ رِزْقُهُ فَلْيُنفِقْ مِمَّا آتَاهُ اللَّهُ لَا يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلَّا مَا آتَاهَا سَيَجْعَلُ اللَّهُ بَعْدَ عُسْرٍ يُسْرًا

Resim---“İmkânı geniş olan, nafakayı imkânlarına göre versin; rızkı daralmış bulunan da Allah'ın kendisine verdiği kadarından nafaka ödesin. Allah hiç kimseyi verdiği imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.” (Talâk 65/7)

Geliri bolca olup da bolluğundan infak edenler Allah'a erişenlerdir.
Rızkı darca olup da eline geçebilenden verenler ise: Allah yoluna giden sâliklerdir.


Geliri bol kimsenin bolluğundan ve rızkı darca olanın da eline geçebilenden Allah yolunda sarfedecekleri nafâkalar hakkındaki âyet yukarıdaki açıklamada geçen Murad ve Mürid kısımlarına .
güzel bir işaret telmih etmiş oluyor.
Murad olanlar, Allah’ın gayrini görmek bağlarından kurtulmuş olduklarından tevhidin gâyet geniş âleminde görüş­lerini dilekleri gibi kullanırlar.
Bilgi ve anlayışta kısmetleri darca olan Mürid ve sâlikler ise dar­lıkları nisbetinde hâllerine göre nafâkada bulunurlar.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

EL- HİKEMܒL- ATÂİYYE

ا لحكم العطاءيه

TÂCÜDDÎN ATÂULLAH İSKENDERÎ (KS)

HİKMETLER : XXVI-XXX


HİKMET : XXXI

إههتدى الراحلونَ إليه بأنوارِ التوجُّه ، والواصلونَ لهم أنوارُ المواجهةِ فالأوَّلون للأنوارِ ، و هؤلاء الأنوارُ لهم لأنَّهم اﷲ لا لشيءٍ دونَه ، قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ


وَمَا قَدَرُوا اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى بَشَرٍ مِّن شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاء بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِّلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيراً وَعُلِّمْتُم مَّا لَمْ تَعْلَمُوا أَنتُمْ وَلاَ آبَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

Resim---“(Yahudiler) Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü «Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi» dediler. De ki: Öyle ise Musa'nın insanlara bir nûr ve hidayet olarak getirdiği Kitab'ı kim indirdi? Siz onu kâğıtlara yazıp (istediğinizi) açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilemediği şeyler (Kur’ân'da) size öğretilmiştir. (Resûlüm) sen «Allah» de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!” ( En’âm 6/91)

Allah yoluna gidenler:
Allah'a teveccühün nurlarıyle hidayeti bulmuşlardır.
Müvacehe (yüz yüze gelmek) nurları dahi ermişler içindir.
Evvelkiler nurlar için ve nurlar berikiler içindir çünkü berikilerin gidişleri sırf Allah içindir.
Allah'ın gayri bir şey için değildir.
“Allah ile yüzyüze gel, sonra onları bırak, dalgınlıkları içinde oynasınlar.”


Teveccühün nurları:
Allah yoluna giden­lerde beliren ibâdetler ve mücahedeler ve muva­cehe nurları dahi Allah’ın yakınlaşması ve kendini bildirmesi gibi ilâhî sıfatlarıdır.
Daima yalnız Allah 'ı görmek ve onun gayri hiçbir şeyi görme­mek: Hakkel-yakîn ve hakiki tevhid makamıdır.
Masivayı görmek dalgınlık eseri ve oyundan
ibarettir.


Masiva : Allah’tan gayrısı..


HİKMET : XXXII

تشوُّفُك إلى ما بَطَنَ فيكَ مِنَ العيوبِ ، خَيْرٌ من تشوُّفُك إلى ما حجب عنك من الغيوب

Senden gizli olan ayıplarını araştırmak: senden kapalı kalan gaibleri araştır­maktan daha hayırlıdır.

Sâlike lâzım ve elzem olan kendi nefsindeki ayıpları aramaktır.
Bu hâl: Hak Teâlâ’nın kulu üzerindeki haklarındandır.
Şu hâlde nefsindeki ayıpları aramak ve iyi işlerinin her türlü âfetlerden ve hâllerinin her türlü bulantılardan saf ve temiz kalmasına çalışmaktan geri durmamalıdır.
Ken­dinden gizli olan kaderleri ve ilâhî esrarı öğren­mek isteyişleri nefsin hoşlanacağı şeylerdir.
Gönlü bunlarla işgal etmemelidir.”



HİKMET : XXXIII

الحقُّ ليسَ بمحجوبٍ ، وإنَّما المحجوبُ أنْتَ عن النَّظرِ ن إذ لو حَجضبَهُ شيءٌ لسَتَرَه ما حَجَبَهُ ، و لو كان له ساترٌ لكانَ لوجودِهِ حاصرٌ ، و كلُّ حاصرٍ لشيء فهو له قاهِرٌ وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ


وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ وَيُرْسِلُ عَلَيْكُم حَفَظَةً حَتَّىَ إِذَا جَاء أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ تَوَفَّتْهُ رُسُلُنَا وَهُمْ لاَ يُفَرِّطُونَ

Resim---“O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Niha-yet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler.” ( En’âm 6/61)

Hak perdelenmiş değildir.
Kendini görebilmekten perdelenmiş olan ancak sensin. Hakk’ı herhangi bir şey perdelemiş olsaydı onu kapamış olurdu.
Kapıyanı olsaydı varlığını çevirip sıkıştırmış ola­caktı.
Bir şeyi çevirip sıkıştıran ise o şeyin kâhiri olur.


وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ

Hâlbuki kulları üzerinde kâhir olan O'dur.

Hakk’ın perdelenmiş olması olacak şeylerden değildir. Yukarıdaki delil gâyet açıktır.
Kulun perdelenmiş olması zâtı itibariyle zâhirîdir.
Çünkü varlığı yoktur.
Yokluk varlık arasında nisbet aran­maz.
Hak Teâlâ bu perdeyi istediği kulundan ne zaman ve ne sûretle kaldırmak isterse:


فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ

Resim---“O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şûrâ 42/11)

O kul misli ve benzeri olmayan o işi­tici ve görücüyü görmekle ebediyen bahtiyar olur…


HİKMET : XXXIV

إُخْرُجْ من أوصاافِ بشريَّتِكَ ، عن كل وصْفٍ مناقضٍ لعبوديتك ، لتكوونَ لناءِ الحقِّ مجيباً ، و من حضْرَتِهِ قريباً

Beşeriyetin vasıflarından olup kulluğu bozan her türlüsünden çık; tâ ki Hakk’ın çağırışına icâbet etmiş ve ilâhî huzuruna yakınlaşmış olasın.

Beşeriyetin vasıflarından din ile ilişiği olanlar iki kısımdır:
Biri kulun bedeni, diğeri gönlüdür.
Bedenle ilişiği olanlar: Kulun yapacağı işlerdir.
Gönülle ilişiği de bağlanmış olduğu bağlardır.

Yapılacak işler dahi iki kısımdır:
Hakk’ın emir­lerine uygun olanına taât ve uygun olmıyanlarına mâsiyet denilir.
Gönülle ilişiklisine gelince: Haki­kate uyan kısmı iman ve ilim ve uymayanı nifâk ve Cehâlet'tir.
Ahval ehli terimlerinde yapılacak işlerin uygun kısmına tefakkuh ve gönlün haki­katina uyanına dahi tasavvuf derler.
Kulun dışı içine daima uymaktadır.
Çünkü insanın gönlü bedeninde padişah gibidir.
Bedenin diğer kısımları bir padişahın milletine ve adamlarına benzerler.
Padişah milletini ve adamlarını istediği gibi kul­lanır.
Bu anlama Peygamberimiz:


ان في لجسد مضغة اذا صلحت صلح الجسد كله و اذا فسدت فسدت الجسد كله

İnsanın bedeninde bir çiynem et vardır ki bu çiynem et iyileşirse bütün beden iyileşmiş olur ve bozulacak olursa bütün beden bozulur” şerefli hadisinde işaret buyurmuşlardır.
Gönlün iyileşmesi ise bütün çirkin sıfatlardan temizlenmesiyle olur.
Hakk’ın yoluna sâlik olan kimse böylece temizlendikten sonra riyâzâtlar ve mücahedelerle nefsini kendi hükmüne alarak ezkârın nurlariyle daima ilerlemesini gözetlemelidir..


Tefakkuh : Gül gibi açılma.
Nifâk : Müslüman gibi görünüp kâfir olmak. İki yüzlülük. * Bozuşukluk, ara açılmak. * Dinde riyâ etmek. * İhtiyaca sarf olunacak şeyler.
Riyâzât : (Riyazet. C.) Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak.
Mücahede : (C.: Mücahedât) Cihad etme. * Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma. * Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme
Ezkâr : (Zikr. C.) Zikirler.


HİKMET : XXXV

أصل كل معصيةٍ و غَفْلَةٍ و شهوةٍ الرِّضا عن النَّفْس ، و أصل كل طاعة أصل كل طاعةٍ و يقَظَةٍ و عِفَّةٍ عدمُ الرِّضا منك عَنْها

Her bir mâsiyet ve gaflet ve şehvetin kökü: nefsinden razı olmaktadır.
Ve her tâatın ve uyanıklığın ve iffetin kökü: senin ondan razı olmayışındadır.


Nefisten razı olmak: bütün çirkin sıfatların kökü olduğu gibi nefisten razı olmamak dahi ne kadar iyi ve övülmüş güzel sıfatlar varsa hepsinin aslıdır.
Bunun üzerinde bütün ârifler İttifâk etmiş­lerdir.
Çünkü nefisten razı olmak: Kötülüklerini ve çirkinliklerini kapatmayı mucib olur.
Sâlik nefsinden razı olmayınca daima onun kusurlarını
araştırır.
Fâkat nefsi hoş görecek olursa gaflet etmeğe başlar.


ولأنْ تَصْحَبَ جَاهِلاً لا يرضَى عن نفْسهِ ، خيرٌ لك من أن تصحب عالماً يرضَى عن نفْسهِ ، فأيُّ علمٍ لعامٍ يرضَى عن نفْسهِ ؟ و أيُّ جهلٍ لا يرضَى عن نفْسهِ ؟

Nefsinden razı olmayan bir cahil ile arkadaşlığın;
Nefsinden razı olan bir âlimle arkadaşlığından senin için daha hayırlıdır.


Arkadaşlığın faydası hâlin artmasındadır.
Eksilmesinde değildir.
Nefsinden razı olanın arka­daşlığı eğer âlim ise su katılmamış sâfî bir şerdir!.
Çünkü ilminin kendisine hiçbir faydası yoktur.
Nefsinden razı oluşunun cehli ise zararın gâyetidir. Nefsinden razı olmayan cahil olsa da cahilliğinden bir zarar görmez.
Nefsinden razı olmaması büyük faydalar temin eder. Kendine faydalı bir ilim verilmiş olur.


Gâyet : Çok, pek çok. * Nihayet. Gaye. Encam.
Resim
Cevapla

“►Ataullah İskenderi◄” sayfasına dön