Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Ahmed Kuddisi (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim

Hazînetü'l- Esrâr ve Ganîmetü'l- Ebrâr

AHMEDi KUDDÛSî kaddasallahu sırrıhu

ÖNSÖZ:

Allah'a hamd, Rasûlü'ne salât ü selâm olsun. Bu çalışmamız üç kısımdan oluşmaktadır:
Birinci kısımda, Hz. Kuddûsî'nin kısaca hayâtını, manevî şahsiyetimi ve eserlerini tanıtmaya çalıştık.
İkinci kısımda, Hz. Kuddûsî'nin pek kıymetli, fakat bu zamâna kadar Türkçe'ye tercümesi yapılmamış "Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr'i isimli Arapça yazılmış eserini Türkçe'ye çevirerek halkımıza sunduk. Bul kıymetli eserde, isminden de anlaşılacağı üzere, Tasavvufi sırlar ve hikmetleri dile getirilmiştir. Nasıl ki, bir altın hazînesi, sahibini madden zengin ederse bu mânevî sırlar hazînesi de okuyup istifâde edeni, mânen zengin edecektir.
Üçüncü kısımda ise, Hz. Kuddûsî'nin, "Dîvân" ve "Hazînetü'l-Esrârı ve Ganîmetü'l -Ebrâr" hacminde olmayan diğer eserlerini, Osmanlıca'danI Türkçe'ye hem latinize, hem de sâdeleştirerek sunduk. Böylece, Hz. Kuddûsî'nin nesir olarak yazılmış eserlerini bu kitabımızda toplamış olduk.
Eser içerisinde geçen Tasavvufî kavramları ve bâzı Arapça kelimeleri, okuyanların anlamasını kolaylaştırmak gâyesi ile, kitabımızın sonunda yen alan Lügatçe bölümünde açıkladık.
Eseri sistematik bir hâle getirmek için; İlim, Namaz ve Zikir bölümlerini kendi içerisinde de konulara göre başlıklandırdık.
Bizi, bu kıymetli eseri hazırlamaya muvaffak kılan Allah'a sonsuz hamdediyor ve çalışmamızda desteklerini gördüğümüz Borlu Ahmed Kuddûsî Vakfı yetkililerine, bilhassa Ali Eren Efendi'ye teşekkürü bir borç biliyorum.

Hüseyin SUNAR
M Ü.İlah.Fak.Y.Lisans Öğrencisi
Mayıs 1998 İSTANBUL
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

BİRİNCİ BÖLÜM: HAYÂTI VE ŞAHSİYETİ

Kuddûsî Hazretleri, 11 Rebîülevvel 1183'de (Temmuz 1769) Niğde'nin Bor kasabasında doğmuştur. Asıl adı Ahmed b. Hâcı İbrahim olan Hz. Kuddûsî, daha çok "Mar'aşî-zâde" ve "Kuddûsî" lakaplarıyla mâruf ve meşhurdur. Bu "Kuddûsî" lakabını ona bizzat Allah Teâlâ vermiştir. Öyle ki, o, anasının karnında iken Allah'ın "Kuddûs" ismini zikreder ve anası da bunu işitirmiş. Hz. Kuddûsî, "Kuddûsîyem!" isimli şiirinin bir beytinde bunu şöyle ifade etmiştir:
"Bil ana rahminde beni ki, etmişem takdis A'nı,
Anam işitmiştür bunu, Kuddûsîyem! Kuddûsîyem!
"

Hz. Kuddûsî'nin babası İbrahim Efendi, Nakşibendî şeyhi olup aynı zamanda zahirî ilimde de derinleşmiş bir âlimdir. O devirde, Maraş Vâlisinin zulüm ve baskısı üzerine çok sayıda Maraşlı civar vilâyet ve kasabalara göç etmiş, bu meyanda Niğde ve Bor'a da gelip yerleşenler olmuştur. Hz. Kuddûsî'nin pederinin de bu sebeple hicret edenler arasında olduğu tahmin edilmektedir. Hz. Kuddûsî, babası İbrâhim Efendi'nin Maraş'tan göçüp Bor'u vatan edinmesinin sebeplerini İcâzetnâme'sinde şöyle ifade ediyor; "Pederim el-Hâc İbrâhim Efendi (r.h), Maraş şehrinden olup ilm-i zahirde derin ve ilmi bâtında kâmil olunca, Bor halkının din, dünyâ ve âhiret işlerinde diğer beldelere nisbetle bid'atleri az ve ilme, âlimlere ve sâlihlere muhabbetleri pek çok olduğundan dolayı ve özellikle de Kevserî Ali Efendi (r.h) ve onun gibi fazîletli kimseler orada bulunduğu için Bor'u vatan edinmiştir."

Şeyh Hacı İbrâhim Efendi'nin çok sayıda evlâdı olmuşsa da bunlardan Mehmet, Ahmed ve Muhammed adlı üç oğlu ile Şerife Emetullah isimli bir tazının kalıp yaşadığı anlaşılmaktadır. Hacı İbrâhim Efendi, rüyâsında üç ay görmüş. Ortadaki ay, hem daha büyük, hem de daha parlakmış. Bunun sırrını sormuş, demişler ki; "Üç erkek evlâdın olacak. İsimleri, Mehmet, Ahmet ve Muhammet olacak. Ahmet, çok ömür sürecek ve hesapsız çile, riyâzat, dert, belâ, keder çekecek. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, halka nasihat ve irşâd hizmetinde çalışacağı için düşmanları dostlarından çok olacak." Hz. Kuddûsî, bu olayı Pendnâme adlı eserinde aynen bu ifadelerle anlattıktan sonra; "Pederimin rüyâsı sâdık imiş ki, dedikleri hep zuhur etti." der. Bu olay aynı zamanda Divân'ın 19 no'lu şiirinde dile getirilmiştir. Hz. Kuddûsî'nin kardeşlerinden Hacı Mehmet Efendi, Bor müftüsü olmuştur. Hz. Kuddûsî, onun hakkında; "Zâhirî ilimde asrının biricik derin âlimi olmak himmetini Peder Efendimiz'den aldı." demiştir. Diğer kardeşi Muhammed de aynı şekilde zâhirî ilimde ilerlemiştir. Hz. Kuddûsî, bu iki kardeşine yazmış olduğu bir mektupta, nasîhatta bulunarak onları haksızlığa meyletmemeye ve doğruluğa çağırmaktadır.

Hz. Kuddûsî, İstanbul'da, Şumnu'da, Bor'da ve Kayseri'de olmak üzere on kadınla evlenmiş ve 114 no'lu şiirinde de ifade ettiğine göre yirmi altı evlâdı olmuştur. 1248 / 1832 yılında beşi erkek ve altısı kız olmak üzere on bir evlâdının hayatta kaldığını yazmaktadır.

Hz. Kuddûsî, Tasavvuf dersini ilk önce, Nakşibendî Tarikatına mensup olan babası Şeyh Hacı İbrâhim Efendi'den almıştır. Hz. Kuddûsî, bunu, Nasâih-i Kuddûsî isimli eserinde şöyle anlatır: "Ey oğullarım! Sizin Ceddiniz (k.s) kâmil ve mükemmel bir zât idi. Allah Tebâreke ve Teâlâ'nın tevfîkı ile daha küçük yaşlarımda iken babam bana kelime-i tevhidi telkin eyledi. Bana; "Ahmed! Benim bu günümde çalış, gayret et."diye emretti ve ben de çalıştım. Kısa zamanda veled-i kalp (kalp çocuğu) doğdu. Sol mememin altında veled-i kalbin hareket ettiğini rahmetli anam da bizzat müşahede ederdi." Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere Hz. Kuddûsî, Tasavvufta "Vilâd-i Sânî" (ikinci doğum) denilen, mülk âleminden melekût âlemine doğma hâdisesini yine birinci doğumuna sebep olan babası Şeyh İbrâhim Efendi'nin terbiyesi altında yaşamıştır.

Hz. Kuddûsî, Nasâih-i Kuddûsî isimli eserinde de yazdığı üzere, kendisi on sekiz yaşında iken (1201/1786) hem babası, hem de şeyhi olan ibrâhim Efendi vefat etmiştir. Daha on sekiz yaşında iken, hem maddî, hem de mânevî babası olan ibrâhim Efendi'yi kaybeden Hz. Kuddûsî, bu acı ayrılıktan sonra büyük bir üzüntü ve kararsızlık içine düşmüş ve iç âleminde dayanılmaz çalkantılar yaşamıştır. Babasının vefatından sonraki olayları dinlemek üzere burada sözü Hz. Kuddûsî'ye verelim;
"Ben on sekiz yaşımda iken pederim âhirete göç etti. Kayseri'de, büyük velî Hüseyin Efendi'den medrese tahsîli görüyor iken Turhal Şeyhi (k.s) Hazretleri'nin huzûruna yürüyerek gittim. Turhal'da bir müddet kaldım ve beni terbiye etti. Şeyh Hazretleri, İstanbul'a gitmeye karar verince, ben oradan Erzincan'a gittim. Orada da biraz kaldıktan sonra bahar mevsiminde yürüyerek Şam'a, oradan da Mekke-i Mükerreme'ye varıp Medîne-i Münevvere'de ikâmet ettim."

Hz. Kuddûsî'nin, binlerce kilometrelik bu yolları yürüyerek katetmesi, onun gönlündeki aşkın ve susuzluğun büyüklüğüne işârettir.
Küçük yaşta medrese tahsîli gördükten sonra, Cenâb-ı Hakk'ı delillerle bilmeğe çalışmanın pek de sağlam ve emin biryol olmadığını, Yüce Allah'ın zahirî ilimle gereği gibi bilinip bulunamayacağını anlayan Hz. Kuddûsî, kendisini büsbütün Tasavvuf yoluna vermiştir.

Hz. Kuddûsî, Medîne-i Münevvere'de bir yıl mücavir kaldıktan sonra Mekke'ye gidip haccetmiş ve Bor'a dönmüş. Ertesi sene Hac mevsiminde tekrar Hicaz'a giderek haccettikten sonra memleketi olan Bor'a dönmüştür. Hicaz'da iken Hz. Kuddûsî, Hira ve Uhud dağında, Hz.Hamza ve diğer Uhud şehitlerinin medfun bulunduğu sahada ve kayalıklar arasındaki mağaralarda uzun günler uzlet hayâtı yaşamıştır. Mescid-i Nebî çevresinde riyâzâtta bulunmuş ve Hz. Peygamber'in lütuf ve hitaplarına kavuşarak üstün derecelere yükseltilmiştir. Bu sırada manevî bir emir ve işaretle, Hz. Kuddûsî'ye, Anadolu'ya gidip orada çok evlenmesi ve kendisi hakkında manevî fütûhât ve tekmîl-i mertebenin ancak çok evlenmekle gerçekleşecek bildirilmiştir. Buna binâen Hz. Kuddûsî, İstanbul, Şumnu, Bor ve Kayseri'de müteaddit defalar evlenerek kesret-i ezvâc ve evlâda mübtelâ olduğunu ve yirmi altı kadar çocuğunun dünyâya gelip bunların çoğunun öldüğünü ve 1248 yılında beşi erkek ve altısı kız olmak üzere on bir çocuğunun hayatta kaldığını Pendnâme'sinde ve mektuplarında ifade etmiştir.

Hz. Kuddûsî, ikinci Hicaz yolculuğundan Bor'a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları sebebiyle, yıllarca evinde inzivâ hayâtı yaşamıştır. Bu inzivâ hayâtı yıllarında, bir gün Cumâ vaktinden önce bir tanıdığı, misafir olarak onun evine gelir. Cumâ vakti yaklaştığı halde Hz. Kuddûsî, hiçbir acelecilik göstermez. O zât, Cumâya gitmek için izin ister. Hz. Kuddûsî, ona; "Biraz daha beklesen iyi olacaktı. Lâkin, namazdan sonra seni beklerim." diyerek misâfirini uğurlar. Cumadan sonra biraz gecikerek gelen misafir zât, yemekle berâber taze hurma ve o mevsimde Bor'da olmayan tâze sebzeler ikram edilinçe çok şaşırır ve; "Efendim! Bu hurma ve sebzeler buranın olamaz. Siz Cumayı nerede kıldınız?" diye sorunca, Hz. Kuddûsî; "Evlâdım! Söz dinleyip biraz daha beklesen, ihlâsının karşılığını görecek ve bizimle birlikte sen de Cumayı Kâbe-i Muazzama' da kılacaktın." buyurur.

Hz. Kuddûsî'nin feyiz kaynaklarının ilki, babası İbrahim Efendi'dir. Daha sonra Turhal Şeyhi denilen zâttan feyizlenmiş ve kısa bir zaman onun terbiyesi altında bulunmuştur. Hz. Kuddûsî, bu ikisinden başka zahirde, yâni hayatta bulunan bir şeyhe bağlanmamakla birlikte, Abdulkâdir Geylânî, Yûnus Emre'nin şeyhi Taptuk Emre'nin şeyhi olan ve Bor'da medfun bulunan Sarı Saltuk ve Mevlânâ gibi büyük velîlerin rûhâniyetinden feyizlendiğini şiirlerinde ifade etmektedir. Bütün bunların ötesinde, Hz. Kuddûsî, Medine'de mücâvir olduğu zamanlarda, o menba-ı feyiz olan Hz. Peygamber (s.a.v)'in rûhâniyetinden feyizlenip yüce mânevî mertebelere ulaştığını şiirlerinde dile getirmektedir. Hz. Kuddûsî'nin, rûhâniyetten feyizlenmesi, onun Uveysî bir velî olduğunu ortaya koymaktadır. (Üveysîlik için bkz. Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, 1997, İstanbul, s. 100.)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

Hz. Kuddûsî'nin diğer farklı bir özelliği de, hem Nakşîlik, hem de Kadirîlik yönünün olmasıdır. O, Kayseri ulemâsından ve şeyhlerinden Mehmet Sâdık Efendiye gönderdiği bir mek tûbunda, bunu şöyle ifade ediyor: "Peder Efendimiz, fakîre, Muhammed Bahâüddîn Nakşibendî (k.s) tarîkından icâzet verdiği için, ben de, ihvânımıza onun evrâdını okumağa icâzet verdim. Birkaç seneden beri de, Şeyh Abdulkâdir Geylânî (k.s)'un tarîki üzere icâzet verir oldum. Nakşî Tarikatında, zühd, takva ve riyâzât olmadıkça ve şüpheli şeylerden gereği gibi sakınmadıkça, feyiz almanın ve yararlanmanın zorluğu tecrübe ile sâbit bulunduğundan, bir gece eşref vakitte, Semî Basîr, Karîb ve Mücîb olan Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'ne tazarrû ve niyaz eyleyip dedim ki: Yâ Rab! Senin velî kulun Bahâüddîn'in tarîki pek güzeldir. Fakat, biz ve ihvanımız bir takım gafiller, câhiller ve şaşkınlarız. Kalplerimiz mâsivâ kirleriyle bulandı, halkın çoğu dünyâ zînetine yöneldi ve zikirlerimizde halâvet ve huzur kalmadı. Bizler, sâlih amelli geçmişlerimiz gibi mücâhede edemedik. Velî kulun Şeyh Abdulkâdir'in tarîki ise, çok geniştir. Kendisinin himmeti, avâma ve havâssa şâmildir. Müridlerine karşı son derece şefkatlidir ve şöyle demiştir: "Hayâtımda ve vefatımdan sonra, karada ve denizde zorda kalanlara -benden yardım talep etseler-yardım ederim. Halîfelerimden inâbe ederlerse, ben onları rûhâniyetimle irşâd ederim, halîfelerim karışmasınlar. Beni çağıran, sâlih kişi olsun, fasık kişi olsun yermem, yardım ederim." Yâ Rab! Yâ Rab! Şeyh Muhammed Bahâüddîn kulun, bir suçumuz olsa bize küser. Şeyh Abdulkâdir kulun ise, küsmez; olur da bir günah işleseler muhabbetten geçmez. Kâmiller, me'mûren fakir Ahmed kuluna onun tarikatından icâzet-i kâmile verdiler. Kendim halîfe-i kâmile olamayıp terbiye ve seyr ü sülük yaptırmaya gücüm yok ise de, kâmilleri taklit ederek tâliplere Kâdirî tankından zikr-i şerîfe izin vermeyi evlâ ve ahsen ve ehem görüp veririm. Uzakta ve yakında, Arap'ta ve Acem'de her ne miktar münîb ve me'zunlarım var ise, cümlesine huzûr-u izzetinde Kâdirî tarîkından izin verdim. İkinci gece, rüyâda Abdulkâdir Efendimiz'i gördüm. Elime yeşil bir levha verdi. Ortasında güzel bir hat ile şu yazılı idi: "Bir kimse "Lâ ilâhe illallah" zikrini çoğaltırsa, sâbikînden ve mukarrebînden olur." Uyandım ve gördüm ki, gönül evime Tevhîd nûru dolmuş ve lisânımda Nil nehri gibi zikir cereyan eder. Ahir zamanda cehâlet, gaflet, tembellik, bid'at, zînet ve dünyevî meşguliyetler çok olduğundan dolayı Kâdirî tarîki, bu ümmete rahmettir."

Hz. Kuddûsî' nin Nakşîlik ve Kadirîliğini ifade ettikten sonra şunu belirtelim ki, hakikatte o, tarikat taassubundan uzak bir şekilde bütün tarikatları kucaklayan bir tevhîd eridir. Bunu bir beyitinde şöyle dile getiriyor:
"Yok ayrı gayrı evliya yollarının hak cümlesi, Hem Halveti, hem Celvetî, hem Kâdirî, hem Nakşîyem." Hz. Kuddûsî, ilk iki Hicaz yolculuğundan sonra, üçüncü kez yine Hicaz'a gitmiş ve yaklaşık on yedi yıl kalmıştır. Mekke ile Medîne dağlarında, geniş ve ıssız çöllerde nefsini safiyete ulaştıran sayısız halvetler yapmış, çile ve erbainler çıkarmıştır. Hz. Kuddûsî'nin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, o derece muhabbet ve irfanı vardır ki, Medîne şehri dâhilinde asla defi hâcet edemez ve bu ihtiyâcını gidermek için her seferinde Uhud dağı arkasına gidermiş. Kuddûsî Hazretlerinin bu halvetlerinde bir günlük rızkının bir tatlı nar olduğu şiirlerinde ifâde edilir. Hz. Kuddûsî, bu on yedi yıllık Hicaz seferinden Bor'a döndükten sonra bâzı câhil ve hasetçi insanlar tarafından taşlanmış ve onların iftira ve hakâretlerine mâruz kalmıştır. Torunlarından olan İbrâhim Eren'den nakledildiğine göre, Hz. Kuddûsî, zâhir ehli denilen bu nasipsizlerin düşmanlıkları sebebi ile yıllarca evinden çıkmayıp inzivâ ve tecrid hayâtı yaşamıştır.

Hz. Kuddûsî'nin hayâtına genel olarak baktığımızda, onun, on yedi yıl Hicaz'da, Hicaz'dan döndükten sonra uzun yıllar da Bor'da bilfiil halvet ve uzlet hayâtı yaşadığını görmekteyiz. Bu durum, halkın samimiyetsizliğinin ifadesi olmakla birlikte, Hz. Kuddûsî'nin Hakk âşığı bir velî olmasının tezâhüdür. Bundan dolayıdır ki, o, halkla, dünyâ ve dünyâ ehli ile ünsiyet edememiş ve kendisini büsbütün Hakk'a adamıştır.
Hz, Kuddûsî'nin manevî şahsiyetinin önemli bir özelliği de onun, Hakk'ın rızâsının olduğu bir konuda, halkın kınamasına ve tepkisine aldırış etmemesidir. O, sadâkat ve vefadan yoksun samimiyetsiz insanlara, doğru bildiği şeyi söylemekten asla çekinmemiştir. Bu özellik, onun, melâmî meşrep bir velî olduğunun ifadesidir.

Hz. Kuddûsî'nin farklı ve de önemli özelliklerinden birisi de, İcazetname'de belirtildiği üzere, Kıyamet'e kadar gelecek insanlara zikir için izin verme icâzetinin kendisine verilmiş olmasıdır. İcazet kasidesinde, mürşid bulamayanlara zikre izin verdiğini ifade etmektedir.
Hz. Kuddûsî'nin gönülleri kendisine cezbeden önemli özelliklerinden birisi de, engin bir hoşgörü ve tevâzû sâhibi olmasıdır. O, ilim ve marifetin şâhikalarında ikâmet etmesine rağmen, kendisinden bahsederken, "Ben fakir, zelîl, âciz, günahkâr Ahmed der ki..." ifadelerini kullanır. Hz.Kuddûsî, tam manâsıyla, Allah'ın ve Rasûlullâh'ın ahlâkıyla ahlaklanmış, bir büyük velîdir.

Hz. Kuddûsî'nin büyüklüğüne işâret eden bâzı menkıbe ve olayları burada anlatmadan geçemeyeceğiz. Anlatıldığına göre, zamânın pâdişâhı, o devrin büyük velîsi kim ise onunla görüşmek istediğini beyan edip, yakınlarını bu iş için görevlendirir. Hz.Kuddûsî'yi duyanlardan birisi, onu da saraya haber verir ve görevliler onu İstanbul'a çağırır. Değişik yerlerden gelen velîlerle saray erkânı pâdişâhın huzûrunda toplanırlar. Oradaki velîlerin her biri bir şeylerden bahsederler. Vezir ve paşaların çoğu, Hz.Kuddûsî'nin taşralı kıyâfeti ile huzûra girmesini pek beğenmeyip, yukardan bakıcı bir tavır takınırlar. Mecliste bulunanların sözleri tamamlandığı halde hiç bir kelâm etmeyen Hz.Kuddûsî'ye, Pâdişâhın; "Şeyh Efendi! Siz de bir beyanda bulunsanız." demesi üzerine, o, şöyle der: "Pâdişâhım! Bendeniz, ilmi olmayan bir dervişim. Huzûrunuzda bir beyanda bulunmaktan haya ederim. Ancak, emrinize uyarak başımdan geçen bir hâdiseyi size arzedeyim. Bir gün bendeniz Sarayburnu'nda sâhil boyunca gezerken, çok güzel bir hanım sandala bindi. Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek, onu takip ettim. Üsküdar iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük bahçeli konağa giren bu hanımı bir daha göremedimse de aslâ unutamadım. Gönlüm onun hicrânı ile rahatsızdır." Pâdişâh, bu hikâyeyi duyar duymaz, yanında bulunanların hepsini dışarı çıkararak, Ahmed Kuddûsî'ye: "Efendi! Anlattığınız hikâye benim hâlen içinde yaşadığım elemli hâlimin ifadesiydi. Şu anda ise, o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden silindi." der. Sonra Hz. Kuddûsî'ye görülmemiş ihsanda bulunur.

Yine zamânın pâdişâhı, bir gün bir kısım âlimler ile tanınmış ve tavsiye edilmiş bâzı velîleri huzûruna toplar. Onlara: "Şu avucumdaki şey nedir? " diye sorar. Herkes bir şey söylediyse de, kimse bilemez. Tevâzûundan dolayı meclisin gerisinde, bir köşede oturan Hz. Kuddûsî'ye, pâdişâh; "Siz de bir tahminde bulunsanız." der. Hz. Kuddûsî de; "Yedi iklim ve yedi deryâyı gezdim, bir balığı, yavrusunu arar gördüm." der. Meğerse pâdişâhın avucunda küçük bir balık varmış. Bunun üzerine pâdişâh, Hz. Kuddûsî'ye tâzim ve ikramda bulunarak, onun sarayda kalmasını teklif ettiyse de, o; "Ben, âciz bir dervişim. Burada kalsam dünyâ imtihânından berâat edemem." Diyerek, bu teklîfi kabul etmez. Bir süre İstanbul'da kalan Hz. Kuddûsî, Bor'a döndükten sonra bir gün pâdişâh, Bor'a iki memur gönderip, onun durumunu öğrenmeyi murâd eder. Gelen memurlar, onu, bahçesini bellerken bulurlar. Hz. Kuddûsî, onlar daha bir şey söylemeden, "Siz, İstanbul'dan geldiniz. Bizim bir şeye ihtiyâcımız yoktur." buyurur. Onlar; "Pâdişâhımız, bizi vazifeli olarak gönderdi. Size tahsîsât bağlayacağız." derler. Hz. Kuddûsî, onlara; "Açın eteğinizi!" diyerek, her ikisinin eteğine birer kürek toprak döker. İki memur da, bu toprakların altına dönüştüğünü görünce şaşırır. Bu sefer Hz. Kuddûsî, onlara; "Eteklerinizdekileri yere dökün." deyince, hemen yere dökerler ve bu defa altına dönüşen bu topraklann yılan-çıyana dönüştüğüne şahit olurlar. Bunun üzerine Hz. Kuddûsî, onlara; "Evlâtlarım! Allah Teâlâ'nın keremi, ile bizim, pâdişâhımızın tahsîsâtına ihtiyâcımız yoksa da, fakirlere ve âcizlere dağıtmak üzere bırakın." diyerek, bu tahsîsâtı alıp yoksullara dağıtır.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

Hz. Kuddûsî, bir gün Konya'ya giderek, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret etmek ister. Türbenin önüne vardığı zurnan, türbedâr, kapıları kilitlemiş gitmek üzeredir. Hz. Kuddûsî, türbedâra, türbeyi açması için ne kadar ricâ ettiyse de, türbedâr: "Akşam oldu, açma izni yoktur." Diyerek, onun ricâsını kesin bir şekilde reddeder. Bunun üzerine Hz. Kuddûsî, şu güzel methiyeyi okumaya başlar:

[tabs]Sensin velîler şâhı,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!
Affet şu ben gümrâhı,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!

Bed-kâr-u-âvâreyim,
Pür-zenb ü bî-çâreyim,
Âsî yüzü kareyim,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!

Gayet azîmdir câhın,
Mahbûbusun Allah'ın,
Dârü'l-emân dergâhın,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!

Sen şol ulu Sultânsın,
Ki, server-i merdânsın,
Hem mâden-i irfansın,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!

Çün tıfl iken ey Sultân,
Eflâki ettin seyrân,
Oldu melâik hayrân,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!

Muhtâcınam in'âm et,
Mihmânınam ikram et,
îhsânını itmâm et,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!

Kapunda çok muhtâcân,
Erer murâda her ân,
Devrinde sürer devrân,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!

Bencileyin yok gümrâh,
Lakin dedim eyvallah,
Geldim sana şey'en lillâh,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!

Ariflerin sultânı,
Dertlilerin dermânı,
Kuddûsî'nin cânânı,
Yâ Hazret-i Mevlânâ![/tabs]

Hz. Kuddûsî, bu şiiri okuyup son dörtlüğü söylediği anda, türbenin kapıları kendiliğinden açılır. Hz. Kuddûsî, türbedârın şaşkın bakışlarından habersizce ziyâretini yaparak oradan ayrılır. Ertesi gün bu hâdiseyi duyan Mevlevî şeyhleri ile bir kısım ulemâ:" Bu, mutlaka Borlu Kuddûsî'dir." derler.

Medîne-i Münevvere'ye hicret eden Ali Osman isimli İzmirli bir Türk, Medine'ye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan saatçilik işini yapmak üzere bir dükkân açmak için izin almaya çalışır, fakat bir türlü bu izni alamaz. Parası da biter ve çok zor durumda kalır. Bir gece Allah Teâlâ'ya bütün gönlüyle yalvarıp yakarır. O gece rüyâsında esmer tenli, kır saçlı, uzunca boylu bir zât, ona; "Evlâdım! Resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün üçüncü şahsa mürâcaat et, gerisine karışma." buyurur. Ali Osman Efendi, sabahleyin uyanır uyanmaz doğruca rüyâda gösterilen şahsın yanına gider. O şahıs, Ali Osman Efendi'ye; "Seni Kuddûsî Hazretleri mi gönderdi? Git, hemen dükkânını aç, işine başla." der. Ali Osman Efendi, hemen gidip dükkânı izin almış gibi açar. O şahıs da izin belgesini sonradan gönderir. Ali Osman Efendi, bir zaman sonra rüyâsında Hz.Kuddûsî'yi tekrar görür. Hz. Kuddûsî, ona; "Oğlum! Bana, Kuddûsî, derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et." buyurur. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Hz. Kuddûsî'nin "Ey rahmeti bol Padişah, cürmüm ile geldim Sana." diye başlayan ve aynı zamanda ilâhî olarak da söylenen bu meşhur şiirinin yazılı olduğu kâğıdı bulur. Ali Osman Efendi, o günden sonra bu şiiri okumadan işine gitmez ve verilen vazifeleri harfıyyen devamlı yerine getirir.

Hz. Kuddûsî, 1265/ 1848 târihinde Bor'da vefat etmiştir. Hz.Kuddûsî'nin vefat ettiği gün meydana gelen bir olay vardır ki, onu burada anlatmadan geçmemiz mümkün değildir. Hz.Kuddûsî'nin vefat ettiği gün, köylünün biri de kırılan saban demirini tâmir ettirmek üzere Bor'a geldiğinde, çok kalabalık bir cemâatin cenâze namazına hazırlandığını görünce, abdestini tazeleyerek cenâze namazını kılar. Hemen işine dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir demirci dükkânına girerek, tâmir etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa koyduğu demirin bir türlü korlaşmadığını, saatlerce uğraştığı halde dövülecek hâle gelmediğini görünce, şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada, yakın bir tanıdığı, dükkâna girer. Demirci, durumu ona anlatır. O da, köylüye; "Sen nerelisin, bu demiri nereden getirdin?" diye sorar. Köylü; "Ben filân köydenim. Bu demir, dün çift sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tâmir ettirmek için bu gün buraya getirdim. Bor'a girdiğimde, eşini görmediğim bir cemâate katılarak cenâze namazını kıldıktan sonra bu dükkâna geldim." deyince, o kişi; "Senin, adını sormadan namazına iştirak ettiğin zât, Büyük Velî, Hakk Âşığı Şeyh Ahmed Kuddûsî Hazretleriydi. Allah Teâlâ, değil onun namazını kılanı, o cenâzede hazır olan âlet ve edevatı da ateşten muhâfaza etmiştir." der. îman sahibi olan bu köylü, yeni bir saban alıp köyüne döner.

Hz. Kuddûsî, 1265 Cemâziyelâhir (1848 Mart) tarihinde Bor'da vefat etmiş olup, Sarı Saltuk Hazretlerinin kabrinin karşısında bir yere defnedilmiştir. Sonradan, kabirleri şehirlerin dışına nakletme husûsundaki umûmî karar üzerine de, bu günkü kabristandaki ziyâretgâh olan yerine nakledilmiştir. Bu nakil esnâsında bâzı olaylar çıkmış, işe, Kaymakam, Belediye Başkanı ve Jandarma Komutanı müdâhale ederek, Hz.Kuddûsî'nin kabrine karşı nâhoş sözler sarfedip, edebe aykırı davranışlarda bulunmuşlar. Kabrin nakli hâdisesinde Ahmed Eren Efendi, Bor dışında olduğundan dolayı, bu nakil işini Hacı Emmi'den şöyle nakletmiştir: "Kabr-i şerifi yıkmak için kimseyi râzı edememişler. Ameleler bu şenî işi kabul etmediğinden, ancak hapishâneden getirilen bir kaç mahkûm ile yıkmaya başlamışlar. Bu esnâda Jandarma Komutanı kabrin taşına bir tekme vurarak; "Kazın!" diye emretmiş. Kabri açmışlar ki, kefen bembeyaz duruyor. Ve o esnâda etrâfı, orada bulunanların daha önceden eşine rastlamadıkları çok güzel ve hoş bir koku sarıvermiş. Ve yine hava çok sıcak ve yakıcı iken gökyüzü âniden bulutlanarak, rahmet çiseleyip, serinlik ve ferahlık hâsıl olmuş. O civarda bulunan herkes, o emsalsiz güzellikteki kokuyu hissedip, târifsiz bir hayret içinde kalmışlar. Hz.Kuddûsî'nin kefeni, mübârek nâşı ve kabrin içindeki taş ve topraklar, Ibrâhim Eren'in hazırlattığı yeni bir bez torba içine konarak, bu günkü kabrine konulmuştur. Kabre tekme atan şahıs, azap meleklerinin sillesi ile olacak ki, düştüğü yerden evine götürülmüş ve "Beni kurtarın!" diye bağıra bağıra ölmüştür."
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

İKİNCİ BÖLÜM
ESERLERİ


1- Dîvân-ı Kuddûsî : Hz.Kuddûsî'nin şiirlerini ihtiva eden bu eser, hem önem ve hem de hacim bakımından onun eserlerinin başında yer alır. Dîvan; Şâirlerin, hayatlarının çeşitli zamanlarında yazdıkları şiirlerin ayrı ayrı ve her biri başka adda eserlerle ortaya konmak yerine "dîvan" diye anonim bir ad altında tek kitapta toplanmış şekline denir. Dîvan, şâirin eski ve yeni bütün şiirleri için âdetâ bir mahfaza teşkil eder. (bkz. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Dîvan Edebiyâtı Maddesi, c.9, s.396).

Büyük mutasavvıf-şâir Hz. Kuddûsî, aşk ve mârifetle dolu gönül dünyâsını en güzel bir şekilde şiirlerine aksettiren ender şahsiyetlerdendir. O, tarîkat ve tasavvuf anlayışını, hayâtı boyunca yazmış olduğu şiirlerinde kristalleştirmiştir. Hz.Kuddûsî'nin Dîvânı; şeriat, tarîkat, mârifet ve hakîkate dâir, çerçevelenip göz önüne asılacak mükemmellikteki beyitlerle doludur.

Dîvân-ı Kuddûsî'niıı, ikisi büyük, üçü küçük olmak üzere beş yazma nüshası ve değişik zamanlarda basılmış pek çok baskıları vardır. Dîvân-ı Kuddûsî, ilk defa M. Emin Eminoğlu tarafından latinize edilerek 1973 yılında Hakk Aştkı Mer'aşîzâde Ahmed Kuddûsî Divânı ismi ile Konya Sebat Basımevi'nde 368 sahife olarak bastırılmıştır. Bunu, Merhum İbrâhim Eren Efendi'nin oğlu İhsan Eren'de bulunan yazma Dîvân'ın, Fehmi Kuyumcu tarafından latinize edilerek Hz.Kuddûsî'nin Pendnâme, Vasiyetnâme ve Mektuplarından bâzılarını da içine alan, 1982 yılında Ankara'da Gâye Matbaacılık Sanâyii'nde bastırılan, 855 şiiri ihtiva eden, 604 sahifelik Kuddûsî Dîvânı isimli eser takip eder.

Tasavvufı dîvanlar içerisinde Dîvân-ı Kuddûsî'nin farklı bir yeri vardır. Dîvân-ı Kuddûsî'de Tasavvuf ve tarikatın sâdece bir iki yönü değil, bütün konuları işlenmiştir. Diğer dîvanlar, dar bir çerçevenin içinde kalmış ve ancak bir kaç âlemden tablolar göstermiştir. Meselâ; Nesîmî, Dîvânında, fenâfıllah dürbününden seyrettiği şeyhinin, yâni kâmil insanın değişik portrelerini çizmiştir. Fuzûlî'ye baktığımızda, o, fenâfırresul hâlinin aşk ve muhabbetini Dîvânında dile getirmiştir. Salih Baba'nın Dîvânında ise, müridlik halleri ve tarîkat âdâbı tasvir edilmiştir. Netîcede, bunların hiç birinde bütün olarak Tasavvuf ve Tarîkat ortaya konulamamıştır. Hz. Kuddûsî ise, Tasavvuf düşüncesini, efrâdını câmî ve ağyârini mânî bir tarzda, yâni bütün boyutlarıyla Dîvânında işlemiştir. Dîvân-ı Kuddûsî, okunup idrak edilirse diğer Tasavvuf kitaplarını mütâlaa etmekten kişiyi müstağni kılacak bir kıvâma sahiptir.

1988 yılında Bor'da yapılan Ahmed Kuddûsî'yi anma sempozyumunda, Bor Müftüsü Veysi Patır, Dîvân-ı Kuddûsi'yi değerlendirmesinde, Hz.Kuddûsî'nin, tevhîd düşüncesine ağırlık verdiğini, Dîvân'ın her beyitinin altında tevhîd mânâsının yattığını ve 209 manzûmede bizzat tevhîdden bahsedildiğini ifade etmiştir.
Aynı sempozyumda diğer bir konuşmacı olan Yrd.Dç.Dr. A.Vehbi Ecer, Hz. Kuddûsî hakkında şunları söylemiştir: "Tekke şiiri ustalarından biri olan Hz. Kuddûsî, H.1183 yılında Niğde'nin Bor İlçesinde doğmuş, adını güzel şiirleriyle yaşatmıştır. Bir Edebiyat Tarihçimiz, onun hakkında:" Tekke şiirinin Aşık Ömer'idir. Türk şiirinin umûmî vasıflarını, bilhassa Tekke şiirini, halkın rûhuna ve seviyesine göre ifadede büyük bir başarı göstermiştir." değerlendirmelerini yapar."

Yine bu sempozyumda, o zamanda Millî Kütüphane Başkanı olan Dr. Müjgân Cumbur, Hz. Kuddûsî'nin, 18. yy. sonları ile 19. yy. başlarında Tasavvuf Edebiyatı'nın en güçlü temsilcilerinden biri olduğunu belirtmiş ve şu güzel ifadeyi kullanmıştır: "O, bu gelimli-gidimli dünyâdan göç etmiştir, ancak, onun deyişleri bu gök kubbede bir hoş seda olarak bakî kalmıştır."

2- Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr : Dîvân'dan sonra Hz.Kuddûsî'nin en önemli ve en hacimli eseri olan bu Arapça risâleyi, Allah'ın yardım ve lutfuyla âcizane Türkçe'ye tercüme ettik. Dîvan, Hz.Kuddûsî'nin şâirlik yönünü tanımamıza yardımcı olduğu gibi bu eser de onun hem zâhirî, hem de batınî ilimdeki yetkinliğini ve büyüklüğünü tanımamızı sağladığı için son derece önemlidir.

Namaz, ilim ve zikir bölümlerinden oluşan bu eser, ismi ile müsemmâ olarak pek çok tasavvufî sırları ve hikmetleri içermektedir. Bu eserin sahibi Hz. Kuddûsî, eserinin içinde eserini aynen şöyle tanıtıyor: "Benim bu risâlem, pek çok sırları, faydaları ve hikmetleri içermektedir. Kim onu okuyup mutâlaa ederse, içerisindeki nefis, paha biçilmez ve kıymetli cevherlere muttalî olur ve Allah Teâlâ'nın izniyle de onlardan istifade eder."
Tercümesini sunduğumuz bu eseri genişçe tanıyacağımız için şimdilik bu kadarı ile iktifa edelim.

3- Pendnâme-i Kuddûsî : Hz. Kuddûsî'nin, hacminin büyüklüğü ve önemi bakımından eserleri içerisinde üçüncü sırayı teşkil eden bu Osmanlıca yazılmış eserini, Fehmi Kuyumcu Hoca, latinize ederek, hazırlamış olduğu Kuddûsî Dîvânı isimli eserinin sonuna almıştır. Biz bu eseri, Osmanlıca'dan Türkçe'ye latinize edilirken yapılan hatâları düzeltmekle birlikte eserin edebî güzelliğini bozmamak kaydıyla mümkün olduğu ölçüde sâdeleştirerek bu kitabımızın sonuna ekledik.
Hz. Kuddûsî, Pendnâme'sinin sonunda, bu risâlesini bir kaç senede, birer ikişer satır, yatakta yatarken külfet ve meşakkat ile yazdığını ifâde eder.
Hz.Kuddûsî'nin, hayâtının son senelerinde yazdığından dolayı bu özlü nasîhatları çok önemlidir. Bu risâlede, âhir zaman ahvâli tasvir edilerek Kıyâmet'in yaklaştığı, ve buna binâen ibâdet ve zikre sarılıp halktan uzlet edilmesi gerektiği vb. hikmetli bilgiler anlatılmaktadır.

4- Vasiyetnâme-i Hazret-i Kuddûsî : Bir iki sahifeden oluşan Vasiyetnâme'de Hz. Kuddûsî, dostlarına ve ihvanına son nasîhat ve vasiyetlerini dile getirmektedir. Hz. Kuddûsî, burada, nasihat kitaplarının okunup onlardan istifâde edilmesini ve ağırlıklı olarak da vefatı ânındaki cenaze işlemlerinde şatafatlı bir cenaze töreninden ziyâde mütevâzî bir tören yapılmasını vasiyet eder.

5- İcâzetnâme-i Hazret-i Kuddûsî: İcâzetnâme, bir sahifelik nesir ile yirmi yedi beyitlik manzûmeden oluşmakta olup, burada, mürşid bulamayanların zikri terketmesinin yanlış olduğu ve Kıyamete kadar gelecek olan mü'minlere zikrullâha icazet verme izninin Hz. Kuddûsî'ye verildiği ifâde edilir.

6- Nasâih-i Ahmed Kuddûsî : Hz. Kuddûsî'nin; "Bu eser, bir cilt kitap gibi faydaları ve esrârı çoktur." dediği bu eser, o nun evlâtlarına, ihvânına ve din kardeşlerine nasîhatlarını içermektedir.

7- Ahmed Kuddûsî'nin Mektupları: Hz.Kuddûsî'nin, Yûsuf Efendi'ye, Ali Efendi'ye, kardeşlerine vb. kişilere göndermiş olduğu bu mektuplar, nasîhat ağırlıklı olup pek çok hikmetli ve faydalı bilgileri ihtivâ etmektedir.

Hz. Kuddûsî'nin, Dîvân'ın dışındaki tanıtmış olduğumuz bütün bu eserlerini kitabımızın sonuna ilâve ettik.

8- Muhtasar Tıbb-ı Nebevî : Hz.Kuddûsî'nin bu isimde bir eserinin olduğu kitaplarda yazılmakla birlikte, Külliyât-ı Kuddûsî isimli eseri taramamıza rağmen böyle bir esere rastlayamadık.

***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

İKİNCİ KISIM
HAZÎNETÜ'L-ESRÂR VE GANÎMETÜ'L-EBRÂR'IN TERCEMESİ

MUKADDİME


Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlar ve O'ndan yardım dileriz.

Bu ümmet-i merhûmeyi diğer ümmetlere üstün kılan; marifetler ve hikmetler vesilesiyle vuslat tarîkini onlara kolaylaştıran; tevbe, istiğfar ve pişmanlıkları bereketiyle onlara bağışlarda bulunmak, onların hatâlarını örtmek ve belâları onların üzerinden defetmek sûretiyle onları değerli kılan; mesh (insandan hayvana dönüştürmek), nesh (ahkâmın ortadan kalkması) ve cezayı acele vermek gibi dünyâda onları rezil ve rüsvay olmaktan koruyan; âhirette de uzun uzun sorgulanmaktan, şiddetli azaptan ve hüzün verici musibetlerden koruyan; iki dünyâda da bol bağış, ihsanlar, mevhibeler ve nimetler vererek onları nimete gark eden; onlardan yanılgı, hatâ ve unutma durumunda günâhı kaldıran; Arab'ın ve Acem'in Efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.v)'in hürmetine geçmiş ümmetlere yüklenmiş ağır yükleri bu ümmetten kaldırıp hafifleten Allah'a hamd olsun.

Salât ve selâm; vesile, fazilet, mühür ve sancak sâhibi olan Hz. Muhammed (s.a.v)'in, onun fazilet, lütuf ve kerem sâhibi âilesinin ve ashâbının üzerine olsun.
Niğde'nin Bor kasabasında doğan, "İbn-i Mar'aşî" diye meşhur ve Ganî olan Allah'a muhtaç Ahmed b. İbrâhim der ki: "Zamânımızın bilgisizlik ve tembellik zamânı olduğunu; fanı dünyânın bâkî olan âhirete tercih edildiğini; tâatin, zikrin, iyiliği emir ve kötülükten nehyin ve müslümanlara nasihatin terkedildiğini; gıybet, hezeyan (saçma sapan boş konuşma), hemz (laf götürüp getirme), lemz (kaş, göz işareti i1e birini ayıplama), ifk (zinâ iftirası), kötülüğü emr ve iyihkten nehyin çoğaldığını; din husûsunda ve özelhkle de dinin direği ve mü'minlerin en faziletli ameli olmasına rağmen namaz konusunda ihtimamın olmadığını görüp farkedince Allahın yardımıyla, Allah'a vuslatı gaye edinen her salkin, din, dünya ve âhiret işlerinin ancak kendisiyle muntazam olduğu ilim, namaz ve zikirden oluşan bu üç şeye teşvik konusunda bir risale te'lif etmeye kesin karar verdim! Bu risalede, bu üç şeyin faziletlerim ve faydalarını, zikrettim ve bu risaleye "Hazînetü'l-esrar ve ganîmetü'l-ebrâr" ismini verdim."

Risale üç bölümden oluşmaktadır: 1- İlim, 2- Namaz, 3-Zikir.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

BİRİNCİ BÖLÜM

ResimİLİMResim

1. ÂYET VE HADİSLER IŞIĞINDA İLMİN VE İLİM EHLİNİN FAZİLETİ


Bil ki, Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: "Allah, sizden inananların ve ilim verilenlerin derecelerini kat kat yükseltir." "Kulları içinde ancak âlimler, Allah'tan hakkıyla korkar...." "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Allah, Ibrâhim'e; "Ey Ibrâhim! Ben Alimim ve de her âlimi severim." diye vahyetti." "Alimin âbide olan üstünlüğü, benim ashâbımdan birine olan üstünlüğüm gibidir." "Kıyâmet gününde şu üç grup insan şefaat edebilecektir: Peygamberler, sonra âlimler ve daha sonra da şehitler." "İlim talep etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır." "Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz."

Ebü'd-Derdâ (r.a) şöyle dedi: "Ya âlim, ya öğrenen, ya da dinleyen ol; sakın dördüncüsü olma, helâk olursun." Allah Teâlâ, Nebî (a.s)'a, ilminin artmasını taleb etmesini şöyle buyurarak emretmiştir: "De ki: Rabbim! İlmimi artır." İlmin şeref ve fazileti saymakla bitmez. Fakat bu risale muhtasar olduğu için ayrıntıya ve tafsilâta girmeye gerek yoktur.


Resim

Resim--- Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" "Allah, Ibrâhim'e
"Ey İbrâhim! Ben Alimim ve de her âlimi severim." diye vahyetti." "


(Süyûtî, Ebu'l-Fazl Celâlüddîn, ed-Dürrü'l-mensûr fi tefsir bi'l-me'sûr, Beyrut (Dârü'l-Fikr, ts,II,75; Müttakî el-Hindî, Alâüddîn Ali b. Abdülmelik b. Kâdî Hân, Kenzü'l-ummâlfi süneni'l-akvâl ve'l-efâl, et-Türâsü'l-İslâmî, ts.h.n: 5159.)


Resim--- Rasûlullah (s.a.v): "Resulullah (sav)'a biri abid diğeri de alim iki kişiden bahsedilmişti.
“ Alimin abide üstünlüğü, benim, sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir.” "

buyurdu.”
(Tirmizi, İlim 19)



Resim--- Ebu Ümâme (ra) anlatıyor: " Kıyâmet gününde şu üç grup insan şefaat edebilecektir: Peygamberler, sonra âlimler ve daha sonra da şehitler."
buyurdu.”
(İbn-i Mâce, Zühd, 37)



Resim--- Rasûlullah (s.a.v):
" "İlim talep etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır." "Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz." "
buyurdu.”
(İbn-i Mâce, Mukaddime, 17; Süyûtî, Ebu'l-Fazl Celâlüddîn, ed-Düreru'l-müntesirafi'l-ahâdisi'l-müştehira, Kahire (Mustafa Halebî), ts, sh. 105.)



Resim


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا قِيلَ لَكُمْ تَفَسَّحُوا فِي الْمَجَالِسِ فَافْسَحُوا يَفْسَحِ اللَّهُ لَكُمْ وَإِذَا قِيلَ انشُزُوا فَانشُزُوا يَرْفَعِ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَالَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ

Resim---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ kîle lekum tefessehû fîl mecâlisi fefsehû yefsehıllâhu lekum, ve izâ kîlenşuzû fenşuzû yerfeillahullezîne âmenû minkum vellezîne ûtûl ilme derecât(derecâtin), vallâhu bi mâ ta’melûne habîr(habîrun): Ey iman edenler! (Peygamber tarafından) size meclislerde: “- Yer açın.” denildiği zaman, hemen yer açın ki, Allah da size genişlik versin. “Kalkın” denilince de kalkıverin ki, Allah iman edenlerinizi yükseltsin. Kendilerine ilim verilenler için ise, (cennetde) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (MÜCADELE 11)



وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ

Resim---“Ve minen nâsi ved devâbbi vel en’âmi muhtelifun elvânuhu kezâlik(kezâlike), innemâ yahşâllâhe min ibâdihil ulemâu, innallâhe azîzun gafûr(gafûrun): İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik olanlar vardır. Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek korkar'. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır. (FÂTIR 28)




أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاء اللَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ

Resim---“Em men huve kânitun ânâel leyli sâciden ve kâimen yahzerul âhırete ve yercû rahmete rabbih(rabbihî), kul hel yestevîllezîne ya’lemûne vellezîne lâ ya’lemûn(ya’lemûne), innemâ yetezekkeru ulûl elbâb(elbâbi): Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyama durarak gönülden itaat (ibadet) eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünürler."
(ZÜMER 9)




فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِن قَبْلِ أَن يُقْضَى إِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا

Resim---“Fe teâlallâhul melikul hak(hakku), ve lâ ta’cel bil kur’âni min kabli en yukdâ ileyke vahyuhu ve kul rabbi zidnî ılmâ(ılmen): "Hak olan, biricik hükümdar olan Allah yücedir. Onun vahyi sana gelip tamamlanmadan evvel, Kur'an'ı (okumada) acele etme ve de ki: "Rabbim, ilmimi arttır." " (TÂHÂ 114)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim2. FAYDALI İLİMResim

Farz olan ilmin hangisi olduğunda ihtilâf olmuştur. Kelâmcılar farz olan ilmi Kelâm ilmine, fakihler Fıkha, müfessirler Kur'ân ilmine, muhaddisler hadis ilmine, sûfıyye de Tasavvuf ilmine yorumlamışlardır. Ve böylece "Her fırka kendilerinde olanla övünmektedir." âyetinin sırrı ortaya çıkmıştır. Akl-ı selîm sâhipleri ise, buradaki farz olan ilmin, vuslata tâlip olanları Allah'a yaklaştıran ilim olduğunda ittifak etmişlerdir.

Bu ilimlerdeki farklılıklar mertebelerine göre değerlendirilir. Bunların en yücesi mârifetullah ilmi, en aşağısı ise şeriat ilmidir. Bu ikisinden başka nice marifetler ve ilimler vardır. Bu iki mertebe arasında gök ile yer arasındaki gibi büyük bir mesâfe vardır.

Sâlihler, takvâ ve verâ sâhiblerinin, akl-ı selîm ve temiz vicdân erbâbı bâtın ehlinin faziletini îtiraf ederler.

Hikâye edilir ki, İmam Şafiî (204/819), ilm-i zâhirdeki derinliğine rağmen Şeybân-ı Râî'nin dizinin dibinde, çocuğun mektepte oturduğu gibi oturur ve ona bâzı meseleler sorardı. İmam Şâfıî'ye: "Senin gibi birisi bu bedeviden nasıl meseleler sorabilir?" dediklerinde, İmam Şâfiî: "O, bizim öğrettiğimiz şeylerin hakikatine, özüne muvaffak olmuştur." diye cevap verirdi.

Ahmed b. Hanbel (241/855) ve Yahya b. Maîn, ilm-i zâhirde kendi derecelerinde olmamasına rağmen, Ma'rûf-i Kerhî'nin (220/815) yanına giderler ve ona: "Kur'ân'da ve Sünnet'te bulunmayan bir durum vâkî olursa nasıl hareket edelim?" diye sorarlar, o da: "Sâlihlere sorunuz ve onlarla istişare ediniz." şeklinde cevap verirdi. Bunun için şöyle denilmiştir: "Zahirî âlimler mülk âleminin zîneti, bâtınî âlimler de melekût âleminin zînetidir."

Sûfiyye, aynı zamanda ilimden güzel bir şekilde faydalanmayı inkâr etmezler. Faydası olmayan ilme gelince, ehl-i Hakk'ın katında onun hiçbir îtibârı yoktur. Nebî (s.a.v) bu hususta: "Ey Allah'ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım." buyurmuştur

Cüneyd Bağdâdî (297/909), şöyle dedi: "İlim ikidir: 1-Ubûdiyyet ilmi, 2- Rubûbiyet ilmi. Gerisi nefsin hevâsından ibârettir."

Sâdık bir tâlibe gereken, ilm-i zâhirden kifayet ve ihtiyaç miktarıyla yetinmesidir. Bu miktar da, kendisiyle sahîh îtikad ve amel keyfiyetinin bilinip öğrenildiği miktardır. Bundan sonra tâlibe gereken tarîkat ilmini, nefsi kötü huylardan tezkiye ilmini ve basit gâye ve kuruntulardan kalbi tasfiye ilmini tahsîle gayret etmesidir ki, bu farz-ı ayn olan ilimdir. Ve yine tâlibe gereken, ömrünün kalan bölümünü tâat ve zikrullâha devam etmekle geçirmesidir. Bu şekilde hareket etmek, sevâbı daha çok celbeder ve Allah'la kul arasındaki perdeleri daha hızlı aralar.

Tâlip, ıstılahlardan, Kitap ve Sünnetin mânâlarını çıkarmaya yarayan miktarını tahsil ettikten sonra, eğer, zikir, mürâkabe ve mâsivâya sırt çevirmekle meşgul olursa, din ilimlerinin ırmakları onun kalbine boşalır. Öyle ki, ıstılâhları tedris ve tasnif ederek binlerce yıl yaşasa, o ilimden hiçbir koku alamazdı. Zîrâ, mûteber olan ilim, ancak kalp ilmidir.

Nebî (s.a.v), şöyle buyurmuştur: "İlim ikidir: 1-Lisanî i-lim: Bu, Allah Teâlâ'nın âdemoğlu üzerindeki hüccetidir. 2-Kalbî ilim: Bu ise faydalı olan ilimdir."
Ömer (r.a) şöyle dedi: "Bu ümmet üzerinde en çok korktuğum şey münafık âlimdir." Ona: "Münâfık âlim, nasıl olur?" diye sorduklarında şöyle cevap verdi: "Lisânen âlim, kalben câhil olandır."

Âlim olan bir kimseye, değersiz, bayağı şeyleri elde etmek için ilmi vesîle yapması yaraşmaz. Bilakis, Allah'ın rızâsına ulaşmak için ilminin gereğiyle amel etmesi gerekir. Bir kimse ki, ilmi ile amel etmezse âlim sayılmaz.

Fudayl (187/802 ), şöyle dedi: "Şu üç kimseye acırım: 1-Kavminin azîzi iken zelil olana, 2-Zengin iken fakir olana, 3-Dünyânın kendisiyle oynadığı âlime."
Mukaddime'nin şârihi, şöyle dedi: "Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Allah'a dinde fıkıhdan daha fazîletli bir şeyle ibâdet olunmamıştır. Bir tek fakih, şeytana karşı bin âbidden daha yamandır."

Bütün bunlar, ilim ile ameli birleştirenler hakkında vârid olmuştur. Kim ki, ilme yönelip de onun gereğiyle ameli terkederse, o, şeytanın maskarası ve eğlencesi olur. Böyle birisi şeytana karşı bin âbidden nasıl yaman olabilir?

Ey ilim elde etmeye karşı hırslı ve nefsinde ilme karşı rağbet ve aşırı susuzluk duyan kimse! Eğer senin maksadın münâkaşa ilmini ve mübah ilimleri öğrenmek, ilimde emsallerinin önüne geçmek, insanların teveccühüne mazhar olmak ve dünyânın basit nimetlerini toplamak ise; sen, dînini yıkmaya, nefsini helâk etmeye, dünyâya karşılık âhiretini satmaya çalışıyorsun demektir. Senin ticâretin hüsran ve kesad, muallimin (nefsin) senin isyânına yardımcı ve hüsrânında sana ortaktır. O muallimin durumu, yol kesen kimseye kılıç satan kimse gibidir. Kim ki, yarım kelime de olsa günâha yardımcı olursa, o günâha ortak sayılır.
Eğer senin maksadın, Allah ile aranda mücerred rivâyetten öte, hidâyete götürücü ilmi öğrenmek olursa, sana müjde veririm ki, sen yürüdüğün zaman melekler senin üzerine kanatlarını gerer, gayret ettiğin müddetçe denizdeki balıklar senin için istiğfar eder.

Bil ki, ilim talebinde insanlar üç hal üzeredir:
1- İlmi, âhirete azık edinmek için talep eden ve onunla sâdece Allah'ın rızâsını ve âhiret yurdunu hedefleyenler. Bunlar kurtuluşa erenlerdir.

2- Dünya hayâtına yardım etmesi ve ilmi sebebiyle şeref ve mal elde etmek için ilim talep edenler. Bunlar, dünyânın âlimidir. Kalbinde hâlinin kötülüğünü ve maksadının bayalığını hisseder. Bunlar, akıbeti tehlikeli olanlardandır. Kim ki, tevbe etmeden ölürse, onun sû-i hâtimeyle (kötü ölümle) bu âlemden gitmesinden korkulur ve onun işi sonu ne olacağı belli olmayan kadere kalmış olur. Eğer ecel gelme-den önce tevbeve muvaffak olur, ilimle ameli birleştirir ve noksanlıklarını tedârik ederse, kurtuluşa erenler zümresine katılır. Zîrâ, günâhından tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir.

3- Şeytanın kendisine gâlip geldiği ve ilmini; malını çoğaltmaya, makamla övünmeye ve etbâının çokluğuyla şeref kazanmaya araç edinen kimse. Bu kişi, dünyevî basit işlerini halletmek ümîdi ile her yere ilmiyle girer ve bununla beraber kendinin Allah katında âlimlerden olduğu düşüncesini nefsinde gizler. Zâhiren ve bâtınen dünyâya köpek gibi sıçramakla berâber giyiniş ve konuşmasında âlimlerin şekliyle şekillenir. İşte bunlar helak olanlardan ve mağrur ahmaklardandır. Şöyle ki, onların kendilerini ihsan sâhiplerin-den zannetmeleri tevbe etmekten kendilerini bir nevî mahrum bırakmıştır. Onlar, Rasûlullah (s.a.v)'in, haklarında: "Deccal'dan başka sizin üzerinizde en çok korktuğum bâzı insanlar vardır." Ashap sordu: "Yâ Rasûlullah! Kimdir onlar?" Rasûlullah (s.a.v) cevâben: "Onlar kötü âlimlerdir." buyurduğu kimselerdir. Bunun sebebi şudur: Deccâl'in sapıtması en aşırı safhada ve apaçık olduğu için bilinen bir gerçektir. Böyle bir âlimin durumuna gelince, o, dili ve sözü ile insanları dünyâdan yüz çevirtiyor, amelleri ve halleriyle ise onları dünyâya dâvet ediyor. Halbuki, lisân-ı hal, lisân-ı kâlden daha tesirli olup insanların tabiatları zâhire daha meyyaldir.

Bu konuda şöyle bir söz vardır: Bir kimse bilmiyor, fakat bilmediğini de bilmiyor. İşte o, ahmaktır ve ondan uzaklaşınız. Bir kimse de bilmiyor, fakat bilmediğini biliyor. İşte bu da câhil olup ona öğretiniz. Bir kimse de biliyor, fakat bildiğini bilmiyor. İşte o, uykuda (gaflette) olup onu uyandırınız. Bir kimse de hem biliyor, hem de bildiğini de biliyor. İşte o kişi de, âlimdir ve ona uyunuz.

Mültekaf'da zikredildiğine göre, Muhammed (r.h) şöyle demiştir: "Bir kimseye, şiir ve nahiv bilmesi gerekmez. Çünkü bu işin sonu soru sormak ve çocukları okutmaktır. Bir kimseye, hesap ilmini bilmesi de gerekmez. Çünkü, bu işin sonu da yerlerin alanını ölçmekten ibârettir. Bir kimseye, Tefsiri bilmesi de gerekmez. Çünkü, bu işin de sonu hikâye ve kıssalardan ibârettir. Bir kimseye gereken, helâl ve harâmı, dînin öğretilerini, ahkâmı, nâsih ve mensûhu ve ahbârı bilmesidir."

Câmiu'l-Fetâvâ'da şöyle bir söz zikredilmiştir: "İlm-i nücûmdan, namaz vakitlerini ve kıble işini bilmeye yetecek miktârını öğren. Bunda bir sakınca yoktur. Çünkü bu, namaz için bir ihtiyaçtır. Fakat, bundan fazlasını öğrenmek haramdır. Kelâm, nazar ve münâzara ilimlerini de öğren. Bunların da ihtiyaç miktârının ötesini öğrenmek mekruhtur. Mantık v.b. ilimlerle iştigal etmek de aynen şiir hakkında söylenenler gibidir."

Hakîm Feylesof için denildi ki: "Mantık dersinin öğrenimi haramdır; mantık yapma. Mantık dersinin yöntemlerinden kendini koru. Zîrâ, belâ mantıkla berâber gelir."
Câiz ve mûteber işlerden olan kitâbet ve hat ilmini de öğren. Ali (k.v) şöyle demiştir: "Size, hüsn-i hat gerekir. Zîrâ o, rızkın anahtarlarındandır." Denildi ki: "Hat, ilmin yarısıdır." Fudayl b. Sehl şöyle demiştir: "Bir kimsenin hattının güzel ve lisânının fasîh olması, o kişinin saâdetindendir."

Hâsıl-ı kelâm, kulların geneline ve özellikle de âlimlere gereken, çok gayret etmeleridir. Çünkü onlar, ancak bu iş için yaratılmışlardır.


Not: Câmiu'l-Fetâvâ: el-Hamîdî el-Hanefî; Bu eser "Künye", "Ğunye", "Câmiu'l-fusûleyn, "Bezzazı", "Vâkıât", îzâh", "Kâdîhân" v.b. Fıkıh kitaplarından süzülerek meydana getirilmiştir.

Resim

Resim--- Ebû Hureyre (r.a)'dan rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.v) şöyle duâ ederdi:
" "Allahım, (şu) dört şeyden sana sığınırım: Faydası olmayan ilimden, (Allah'tan) huşu duymaz kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve işitilmeyen (kabul olmayan) duadan. "
( Müslim, Zikir, 73; Nesâî, İstiâze, 13; İbn-i Mâce, Mukaddime, 23 -Sünen-i İbn-i Mace, Dua Bahsi 3837-)


Resim--- Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" "İlim ikidir: 1-Lisanî i-lim: Bu, Allah Teâlâ'nın âdemoğlu üzerindeki hüccetidir. 2-Kalbî ilim: Bu ise faydalı olan ilimdir. "
( Zebîdî, Ebu'l-Feyz Munazâ Muhammed b. Muhammed, İthâfii's-sâdâti'l-müttakîn bi-ferh-i Ihyâ-i ulûmi'd-dîn, Beyrut, ts, I, 349.)


Resim--- Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" "Allah'a dinde fıkıhdan daha fazîletli bir şeyle ibâdet olunmamıştır. Bir tek fakih, şeytana karşı bin âbidden daha yamandır."
( Tirmizî, İlim, 19.)


Resim--- Ebû Zer'den (r.a.) rivayetle: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
" "Ümmetim için Deccal'dan daha fazla korktuğum kimseler vardır: Şaşırtıcı idareciler."
( Mûsned, 6:441.)



Resim


مِنَ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ

Resim---“Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne): "(O müşrikler ki,) Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır. (RÛM 32)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim 3. YAKÎN Resim

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk yapmaları için yarattım." Bunun için kula gereken , yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet etmesidir. Zîrâ, yakîn, dinin sermayesidir.


Resim---Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Yakîn, îmânın tamâmıdır. Kullar bu konuda fıtratlarına göredir. Allah, kime yakîni verirse, yakîn onu rızâya sevkeder. İşte bu, Allah'ın dilediğine (veya dileyene) verdiği bir fazlıdır."
(Buhâri, İman, I)

Resim---Rasûlullah (s.a.v)'e soruldu: "Bir kimse ki, yakîni güzel, fakat günâhı çok; diğer bir kimse de tâat ve ibâdette gayretli, fakat yakîni az: Bunlar hakkında ne buyurursunuz?" Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Hiç bir âdemoğlu yoktur ki, onun günâhı olmasın. Fakat, kim yaratılış îtibâriyle akıllı, tabiat olarak yakîn sâhibi olursa, günahlar ona zarar vermez. Çünkü o, her günah işlediğinde tevbe ve istiğfar eder, pişmanlık duyar ve günahlarını düşünür. Neticede, onun için kendisini cennete girdirecek bir fazilet kalır."
(İthâf, 1,409)

Bundan dolayı;
Resim--- Rasülullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Size en az verilen şeyler, yakîn ve sabırdır. Kime bu iki meziyetten nasibi verilmişse, gece namaz kılmak ve gündüz oruç tutmak nev'inden kaçırdığı şeylere üzülmesin, aldırış etmesin."
(İthâf, IX, 10; Aclûnî, Ebu'l-Fidâ İsmâil b. Muhammed, Keşfu'l-hafâ ve muzilü'l-ilbâs amma iştehera mine'l-ahâdîsi alâ elsituri'n-nâs, Mektebet-ü Dari't-Türâs, ts, 1,305)

Mutasavvıfların ve ulemânın ekserisi katında yakîn, tasdikin galebesinden ve kalbi istilâsından ibârettir. Tâ ki, o kimse, gerçekte mutasavvıf olsun. Hakikat ehlinin katında yakînin ne olduğuna gelince, Allah Teâlâ'nın: "Yakîn gelinceye kadar Rabbına ibadet et." buyurduğu gibi, yakîn, ancak ve ancak apaçık bir şekilde Kadîm olan Allah'ı görmekle gerçekleşir. Bu âyetteki niyet, görmektir (ıyândır). Amel olmaksızın ibâdet, bu niyet olmaksızın da yapılan amel, ibâdet olmaz; bilakis âdet sayılır. Sâdık talibin maksat ve azimeti, Bâkî olan Allah'ın vechini müşâhede etmek olması gerekir ki, onun niyeti çok amelden daha hayırlı sayılsın ve Allah katında sa'y ü gayreti meşkûr olsun.

Yüce Allah'tan, bizi, ulemâyı âmilinden ve ârifîn-i sâbikîndan kılmasını niyaz ederiz.



Resim

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Resim ---"Ve ma halaktul cinne vel inse illa li ya´budun : Ben cinleri ve insanlari ancak bana ibadet etsinler diye yarattim." (Zariyat 51/56)



وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّىٰ يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
Resim ---"Ve´büd rabbeke hatta ye´tiyekel yekıyn : Ve sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et. " (Hicr 15/99)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

2. BÖLÜM
NAMAZ

1.HADÎS-İ ŞERİFLER IŞIĞINDA NAMAZIN FAZİLETLERİ
Ubâde b. Sâmit (r.a)'den rivayetle, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Beş vakit namazı Allah farz kılmıştır. Kim ki, güzelce abdestini aldıktan sonra vaktinde namazlarını kılar ve namazın rükû ve huşûunu tam yaparsa, Allah'ın o kimseyi bağışlayacağına dâir ahdi vardır. Kim de bunları yapmazsa, o kimse için Allah'ın bağışlama ahdi yoktur. Dilerse onu affeder, dilerse ona azâb eder."
(bknz: Ebû Dâvud, 425; İbn Mâcc, 2401; İbn Hanbel, 5,217)

Ebû Hüreyre (r.a)'den rivâyetle, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Beş vakit namaz, iki cumâ arası ve iki Ramazan arası, büyük günahlardan kaçınıldığı müddetçe, küçük günahlara keffarettir."(bknz: 20Müslim, Tahâret, 14,16; Ebû Dâvud, Tahâret, 127; Tirmizî, Salât,46.)

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Sizden birinizin kapısı önünden bir ırmak aksa, o kimse de günde beş defa orada yıkansa, o kimsede kirden eser kalır mı?" Ashap cevap verdi: "Hayır, kalmaz". Rasûlullah (s.a.v) buyurdu: "İşte Allah'ın kendisi sebebiyle hatâları sildiği beş vakit namazın durumu, aynen böyledir."(bknz: 21Buhârî, Mevâkît, 6; Müslim, Mesâcid 282; Tirmizî, Emsâl 5)

İbn-i Mes'ûd (r.a)'den rivâyetle, ashaptan bir adam, bir kadından bir bûse aldı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v)'e geldi ve bunu haber verdi. Bunun üzerine Allah şu âyeti indirdi: "Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir..."( Hûd:ll/114) Adam, Rasûlullah (s.a.v)'e sordu: "Bu sâdece bana mı mahsup Rasûlullah (s.a.v) buyurdu: «Ümmetimin butunü için geÇerli dir." (bknz: Buhârî, Mevâkît, 45; Müslim, Tevbe,39.)Başka bir rivayette de: "Ümmetimden bununla amel edenler içindir." buyurduğu vâriddir.


وَأَقِمِ الصَّلَاةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ ۚ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ۚ ذَٰلِكَ ذِكْرَىٰ لِلذَّاكِرِينَ
Resim ---"Ve ekımıs salate tarafeyin nehari ve zülefem minel leylv innel hasenati yüzhibnes seyyiat zalike zikra liz zakirın
:
Gündüzün her iki tarafinda ve gecenin saçaklarinda (gündüze yakin olan saatlerinde) namaz kil! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. Bu ise, düsünebilenlere bir ögüttür." (Hud 11/114)


Enes (r.a)'den rivayetle, bir adam Rasûlullah (s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü, ben haddi (cezayı) gerektirecek bir iş yaptım, bu haddi bana uygula." Enes diyor ki: “Allah'ın Rasûlü ona hiçbir şey sormadı. Derken namaz vakti geldi ve o adam, Rasûlullah (s.a.v)'le berâber namaz kıldı. Nebî (s.a.v) namazını bitirince, adam ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Ey Allah'ın Rasûlü, ben haddi gerektirecek bir iş yaptım. Allah'ın kitabında olanı bana uygula." Rasûlullah (s.a.v) sordu: "Biraz önce sen bizimle berâber namaz kılmadın mı?" Adam: "Evet." dedi. Rasûlullah (s.a.v) buyurdu: "Allah, senin günâhını veya haddini affetmiştir."( bknz:Buhârî, Hudûd, 27; Müslim, Tevbe, 44,45; Ebû Dâvud, Hudûd, 10.)

İbn Mes'ûd (r.a), şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.v)'e: "Allah Teâlâ'ya en sevimli gelen amel hangisidir?" diye sordum." Buyurdu ki: "Vaktinde kılınan namaz." Sordum: "Sonra hangisidir?" Buyurdu ki: "Ana-babaya iyilik etmek." Sordum: "Sonra hangisidir?" Buyurdu ki: "Allah yolunda cihâd etmektir." İbn Mes'ûd dedi ki: "Şâyet artırmasını isteseydim, hadîsi bana artıracaktı." İbn Mes'ûd dedi ki: "Kullukla küfür arasında namazın terki vardır." Bunu Câbir (r.a) rivâyet etti.(bknz: Buhârî, Mevâkîtü's-Salât, 5; Ebû Dâvud, Edeb, 120; Müslim, îmân, 137.)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

2. NAMAZDA HUŞÛUN ÖNEMİ
"Salât" kelimesi, "suliyi" (ateşte yanmak) kelimesinden türemiştir. Bu da ateşe girmek demektir. Odun kendiliğinden eğri olduğu zaman ateşe atılır ve doğrultulur. Kötülüğü çokça emreden nefs-i emmârenin varlığından dolayı kulda da eğrilikler ve sapmalar vardır. Namaz kılan kimseye, ilâhî satvet ve Rabbânî azamet ateşi isabet ettiği zaman, ondaki eğrilikler yok olur gider. Bilakis, onun mîrâcı tahakkuk eder. Namaz kılan kimse, ateş üzerinde yanan kimse gibidir. Kim ki, namazın ateşiyle yanarsa, ondaki eğrilikler zail olur ve ateşe atılmaz. Vârid olmuştur ki, Allah Teâlâ bir şeye tecellî ettiği zaman o şey ona boyun eğer. Kim ki, namazda vuslatı gerçekleştirirse tecellî nurları ona parlar ve huşû duyar. Kurtuluş, ancak namazlarında huşû sahibi olanlar içindir. Huşûun uzaklaşmasıyla kurtuluş da uzaklaşır.

Rasûlullah (s.a.v), namazda iken sakalını karıştıran bir adamı gördü ve şöyle buyurdu: "Eğer bu adamın kalbinde huşû olsaydı, organları da huşûlu olurdu."
(bknz.:İthâf, III,23; Müttakî el-Hindî, Alâüddîn Ali b. Abdülmelik b. Kâdî Hân, Kenzü'l-ummâl fi süneni'l-akvâl ve'l-efâl, Beyrut, 1985, 5. Bsk; III, 144;Süyûtî, Ebu'l- Fazl Celâlüddîn, el- Câmiu's-sağîr fi ehâdisi'l-beşeri'l-münîr,t.s, III, 44.)


Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Namaza durduğun zaman, dünyâya vedâ eden kimsenin namazı gibi namaz kıl. Zîrâ, namaz kılan, kalbi ile Rabbine doğru yolculuk yapar; dünyâya hevâsına ve Allah'tan gayrı her şeye vedâ eder."(bknz.:İbn Mâce, Zühd, 15; Ahmed b. Hanbel, V, 412.)

"Salât", sözlükte "duâ" mânâsına gelir. Namaz kılan kimse, bütün âzâlarıyla Allah'a duâ etmiş olur. Böylece onun bütün âzâları baştan ayağa dil kesilir ve zâhiren ve bâtınen duâ eder. Tazarrû ve yalvarma hâlinde zahirle bâtın ortaktır. Namazın hey'etlerindeki halden hâle geçişler bir nevî tazarrû ve niyazda bulunan kulun yalvarışları gibidir. Bütün varlığıyla duâ ettiği zaman, Mevlâsı ona icabet eder. Çünkü, Mevlâsı bunu vâdetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Bana duâ edin ki, size icâbet edeyim." (bknz.:Gâfîr (Mü'min):40/60.)

وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ ۚ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ
Resim ---"Ve kale rabbükümüd´unı estecib leküm innellezıne yestekbirune an ıbatetı seyedhulune cehenneme dahırın : Halbuki Rabbiniz: "Bana yalvarin, dua edin ki size karsilik vereyim. Çünkü bana ibadet etmekten kibirlenip yüz çevirenler yarin horlanmis olarak cehenneme gireceklerdir." buyurdu." (Mü'min 40/60)


Ümmü Rûmân rivâyet etti ve dedi ki: "Ben namazda sağa -sola bakmıyor iken Hz. Ebû Bekir beni gördü ve beni şiddetli bir şekilde çekti. Öyle ki, neredeyse namazımdan çıkacaktım. Sonra şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.v)'in şöyle dediğini işittim: "Sizden biriniz namaza kalktığı zaman azalarını teskin etsin (rahatlatsın). Yahûdîlerin sağa-sola meylettiği gibi sağa-sola dönmesin. Zîrâ, âzâların sükûneti, namazın tamamlığına delâlet eder."(bknz.:Kenzü'l-ummâl, VII, 525; el-Câmiu's-sağîr, 1,27.)

Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Münâfıklık huşûundan Allah'a sığınınız." Ashap sordu: "Münâfıklık huşûu nedir?"! Nebî (s.a.v) buyurdu: "Bedenin huşûlu, kalbin ise nifak içinde olmasıdır."(bknz.:ed-Dûrrü'l-Mensûr, V, 3; İthâf, VIII, 326; Kenzü'l-ummâl, VII, 526.)

Muâz Nesefî (r.h)'den rivayetle o, şöyle der: "Bize ulaştığına göre Nebî (s.a.v), şöyle buyurmuştur: "Cesediyle Allah'ın huzurunda kâim, fakat kalbi cesedi ile berâber olmayana Allah lânet etsin."(bknz.:Kaynağı bulunamadı.)Yine bu mânâda, Rasûlullah (s.a.v), vesvese ehlini inkâr için şöyle buyurmuştur: "Bedenleri mevcut, fakat kalpleri gaip olduğundan dolayı İsrâîl oğullarının kalplerinden Allah'ın azameti çıkmıştır."

Bedeni iştirak ettiği gibi, kalbi namaza iştirak etmeyen kimsenin namazını Allah kabul etmez. Bir kimsenin kalbi, namazda gafil ve dalgın ise, namazında dâim de olsa, ona on sevap yazılmaz. Bil ki, Allah Teâlâ, beş vakit namazı farz kılmıştır.

Rasûlullah (s.a.v), şöyle buyurmuştur: "Namaz dînin direğidir. Kim ki, namazı terkederse küfre düşmüştür."
(bknz.: Dürer, s. 104; Keşfü'l-hafa, II, 31.)
"Münye"(bknz.:Kaşgârî, Ebû Abdullah Sedîdüddîn Muhammed b.Muhammed, Münyetü'l -musallî, İst, 1831)şârihi şöyle dedi: "Cumhûra göre, buradaki terkden maksad, îtikâdî olarak kabul etmemektir. Bu da, namazın vücûbiyyetini inkâr etmek demektir."

Ubûdiyyetin tahkiki ve Rubûbiyyetin hakkının edâsı ancak namazla gerçekleşir. Diğer ibâdetler, namazın sırrının ortaya çıkması için bir araçtır. Sehl b. Abdullah Tüsterî (283/896), şöyle demiştir: "Kul, farzları tam yapabilmek için sünen-i revâtibe, sünneti tam yapabilmek için nâfilelere, nâfileleri tam gerçekleştirmek için de âdaba muhtaçtır. Dünyâyı terketmek edebtendir." Sehl'in zikrettiği söz Ömer (r.a)'in söylediği şu sözle aynı anlamı taşır. Ömer (r.a), minber üzerinde iken şöyle dedi: "Öyle kimseler'vardır ki, saçları İslâm uğrunda ağarır da (yaşlanır da), Allah için namazı kâmil olmaz." "Bu nasıl olur?" diye sorulduğunda, Ömer (r.a) şöyle cevap verdi: "Huşûu, tevâzuu, namazda Allah'a yönelişi tam olmadığı için."

Ahbârda şöyle vârid olmuştur: "Kul namaz için kıyâma kalktığı zaman, Allah, kendisiyle kulu arasındaki perdeyi kaldırır ve kerim veçhiyle ona yönelir. Melekler, namaz kılanın o muzu tarafından havaya kalkarlar, onun namazıyla beraber na maz kılarlar ve onun duasına "âmin" derler. Namaz kılanın üzerine tâ semânın ufkundan iyilik ve bereket saçılır. Bir mü-nâdî şöyle nidâ eder: "Namaz kılan kimse, kiminle karşılıklı konuştuğunu bilse hiçbir tarafa iltifat etmezdi veya kimin huzurunda eğildiğini bilse hiçbir tarafa iltifat etmezdi."

Allah Teâlâ, semâvât ehli için dağınık olarak verdiği şeyleri namaz .kılanlar için tek bir rek'atta toplamıştır. Allah'ın öyle melekleri vardır ki, Allah'ın kendilerini yarattığı günden beri rükû hâlinde olup, Kıyâmet gününe kadar da rükûdan başlarını kaldırmayacaklardır. Aynı şekilde secdede, kıyamda, kuûdda olan melekler de vardır. Şuurlu bir kul, rükûsunda meleklerden rükû hâlinde olanların sıfatına; secdesinde secde eden meleklerin sıfatına ve her durumda o durumun sıfatına bürünür veya sanki onlardan, onlar arasından biri gibi olur.

Farzların dışındaki namazlar da namaz kılanın, rükûdan başını kaldırmayı istemeksizin rükûdan haz duyarak rükûda beklemesi gerekir. Yaratılış gereği bir bıkkınlık duyarsa bundan istiğfar eder ve bu hey'ete lâyık huşû duygusu doğana kadar bu hey'eti devam ettirir. Tâ ki, kalbi o hey'etin rengine dönüşsün. Gerçek mânâda rükû yapan kimse, rükû ve secde hâlinde başını kaldırmayı, o hey'etin hakkını vermeden düşünmez. O durumda, onun arzu ve gayreti o hey'ette müstağrak olup, sanki onun dışındaki hey'etlerden habersizcesine sâdece o halle meşgul olur. Böylece, her hey'etin bereketinden alınan haz artmaktadır. Zîrâ sür'at, kaçınılmaz olarak gerekli şeylerin eksik yapılmasına ve fetihler kapısının kapanmasına sebep olur. Namaz kılan, ilâhî nefhaların çıktığı yerde durur; tâ ki o kul, namazdan kâmil mânâda haz duyar. Neticede, her şeyi yerli yerinde yapmak sûretiyle kulun kendi özellikleri yok olur ve o, visal makamında karar kılar.

Namaz hakkında şöyle denildi: "Namazda dört hey'et ve altı ezkar vardır. Hey'etler: Kıyam, kuûd, rükû ve sücûd. Ezkâr: Tilâvet, teşbih, hamd, istiğfar, duâ ve salât ü selâm. Böylece ona tamam olur. Bu on şey, on saf hâlindeki meleklere dağıtılır. Her safta on bin melek vardır. Böylece yüz bin meleğe dağılan şey iki rek'atta toplanılmıştır. "
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

3. CEMÂATLE NAMAZIN ÖNEMİ
Bil ki, namazı cemâatle kılmak sünnet-i müekkededir. Ve buradaki te'kid çok kuvvetlidir. Şöyle ki, kasaba ehli, cemâatle namazı terketse onların silâhla öldürülmesi vâcip olur. Çünkü, cemâat, İslâm'ın şiarlarındandır. Cemâatle namazı kasaba ehlinden bir kişi özürsüz olarak terketse, ona tâzir cezâsı uygulanır ve onun şehâdeti kabul edilmez. Komşular, imam ve müezzin de sükût geçip ona bir şey söylemedikleri için günah işlemiş olurlar. Fetâvâ sâhibi şöyle dedi: "Tâzir olarak malının alınması dövmekten daha fazla tesirlidir." Aynı şey El-Cevâhir de de vardır.

Nebî (s.a.v), şöyle buyurmuştur: "Kim, kırk gün cemâatle namaza devam ederse, Allah, o kimseyi cehennemden âzâd eder ve münâfıklıktan siler."
(bknz.:Tirmizî, Salât, 38,64.) Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kim cemâatle namaza devam ederse, cennete, hesap vermeksizin girer."(bknz.:Kaynağı bulunamadı.)

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Kim cemâate katılırsa, Allah, gidiş ve dönüş olmak üzere her adımına on iyilik yazar, onun on günâhını da siler ve onu on derece yükseltir."
(bknz.:Kaynağı bulunamadı.) Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Kim namazını cemâatle kılarsa, Sırat köprüsünü şimşek çakması gibi hızlı geçer." Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Mescide komşu olanın namazı, ancak mescidde sahîh olur."(bknz.:Kenzü'l-ummâl, VII, 650.; İthâf III, 29; Keşfü'l-hafâ, II, 509)

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Cemâatle namaz, dünyâdan ve dünyâdaki şeylerden daha hayırlı bir rahmettir."
(bknz.:Kaynağı bulunamadı.)

Cemâatin farz-ı kifaye ve farz-ı ayn olduğunu söyleyenler vardır. Hatta şöyle söylemişlerdir: "Bir kimse, namazı cemâatle edâ etmeye imkân varken, tek başına kılsa, bu, cemâatin yerini tutmaz." Aynı şey Kunye de de geçmektedir.

Şeyh Muhammed Buhârî (k.s), şöyle demiştir: "Hasan dedi ki: "Bir kimseyi annesi, ona şefkatinden dolayı yatsı cemâatinden menederse, annesine itâat etmez."

Abdullah b. Yûsuf dan tahdîsen bize Mâlik haber verdi; ona Zinâd haber verdi; ona A'reç haber verdi; ona da Ebû Hüreyre (r.a) haber verdiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki, içimden şöyle geçiyor: Odun yığılmasını emredeyim ve odun yığılsın. Sonra namaz kılınmasını emredeyim ve namaz için ezan okunsun. Sonra bir kişinin, mü'minlere imam olmasını emredeyim. Sonra o kişileri bırakıp namaza gelmeyenlerin evlerini başlarının üstüne geçirip yakayım. Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki, onlardan birisi etli bir but veya güzel iki paça bulacaklarını bilselerdi, yatsıya koşa koşa gelirlerdi."
(bknz.:Buhârî, Ezan,29; Muvattâ, Cemâat,3.)

Ebû Hüreyre (r.a)'den rivâyetle, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Cemâatle namaz, evde ve çarşıda kılman namaza göre yirmi beş kat daha faziletlidir. Bir kimse güzelce abdest aldıktan sonra evinden sırf cemâatle namaz kılmak gâyesiyle çıkarsa, her bir adıma karşılık bir derece yükselir ve bir hatâsı silinir. Namaz kıldığı zaman namaz kılınan yerde bulunduğu müddetçe, melekler ona şu şekilde duâ ederler: "Allah'ım! Ona yardım et. Allah'ım! Ona acı." Sizden bir kimse, namazı beklediği müddetçe namazda gibidir."
(bknz.:Buhârî, Ezân,3.)

Ebû Hüreyre (r.a)'den rivâyetle, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Yedi sınıf insan vardır ki, Allah, hiçbir gölgenin bulunmadığı günde onları gölgelendirecektir. Bunlar: 1- Adâletli başkan, 2- Rabbına ibâdet uğrunda yetişen genç, 3- Kalbi mescidlere bağlı kişi, 4- Allah için birbirini sevip, Allah için biraraya gelip, Allah için ayrılan iki kişi, 5- Makam ve güzellik sâhibi bir kadın kendisinden murâd almak isteyip de, ona: "Ben Allah'tan korkarım." diyen kişi, 6- Sağ elinin infak ettiğini sol eli bilmeyecek derecede gizli olarak sadaka veren kişi, 7- Yalnız olarak tenhâ bir yerde Allah'ı zikredip gözlerinden yaşlar boşanan kişi."
(bknz.:Buhârî, Zekât, 36; Müslim, Zekât,30.)Bu hadis Buhârî'nin kitâbındadır. Eğer öğrenmek istersen "Mescidde cemâatle namazın fazileti" bölümüne bak.

Cemâatten ayrılmamaya gayret et. Zîrâ, Nebî (s.a.v): "Allah'ın eli cemâat üzerindedir."
(bnknz.:Tirmizî, Fiten,7; Nesâî, Tahrîm,6.)buyurmuştur. Cemâatin fazîletleri, mufassal ve mûteber kitaplarda yazılı olup saymakla bitirilemez.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

4. NAMAZIN ZÂHİRÎ VE BÂTINÎ ŞARTLARI

Sen dersen ki: "Allah Teâlâ: "Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar." Ankebût: 29/45 buyuruyor ve ben de namaza devam ediyorum, buna rağmen bu âyetin sırrını nefsimde müşâhede edemiyorum." Sana şöyle cevap veririm: "Öyle zannediyorum ki sen, namazın zahirî ve bâtınî şartlarına riâyet etmiyorsun ve buna rağmen kendini, kurtuluşa ermiş namaz kılanlardan zannediyorsun. Zîrâ, namaz işi, çok zor ve büyük bir iştir. Namazın sırrına ancak, ilmini tahsîl eden ve az önce açıkladığımız gibi amel etmeye gayret eden kimseler nâil olabilir."

Denilir ki, Mûsâ (a.s), Benî İsrâîl ile, onların bâtınlarındaki şeylerin azlığından dolayı, sâdece zâhirî işlerde muamelede bulunurdu. Benî Îsrâîl'in bu özelliklerinden dolayı Hz. Mûsâ (a.s) da, zâhirî işlere önem verir ve o işleri yüceltirdi. Bunun için Allah Teâlâ, Mûsâ (a.s)'a, Tevrât'ı altınla süslemesini vahyetti. İşte bu mânâdan dolayı, Yüce Allah'ın azameti onların kalplerinden çıktı. Rezil rüsvay olmaktan Allah'a sığınırız.

Allah'ın rızâsına tâlip olan ey kardeşim! Bil ki, kim namaza başlamayı isterse, sünen-i râtibeyi namazdan önce yapması gerekir. Bunda pek çok sır ve hikmet vardır. Bunları en iyi Allah bilir. Bir kul, insanların içine karıştığı zaman, onlarla kaynaşması; geçim kaygıları taşıması; yaratılışı gereği bâzı hatalar işlemesi; âdetin gerektirdiği üzere yeme, içme ve nefsinin ve ailesinin hukûkunu edâya gayret sarfetmesi sebebiyle bâtını (iç dünyâsı) şûbelere bölünür, gayret ve azmi parçalanır. Namazdan önce gerekli olan sünneti yerine getirdiği zaman ise, bâtını, namaza cezbolur ve kul, Rabbı ile münâcâta hazırlanmış olur. Sünnet-i râtibe, bâtından; gaflet, bulanıklık ve kir eserini temizleyip yok eder. Böylece bâtın, salâha kavuşur ve farza hazır bir kıvama gelmiş olur. Sünnet, bereketlerin inmesine sebep olan sâlih bir öncü gibi olup ilâhî nefhalann kapılarını açar. Farz namazda, umûmî olsun, husûsî olsun, işlenmiş her türlü günâha tevbe etmek sûretiyle, kul ile Allah Teâlâ arasındaki tevbe yenilenmiş olur. Umûmî olan günahlar şerîatin vahyettiğı, Kitap ve Sünnetin söylediği büyük ve küçük günahlardır. Husûsî olan ise, şahsın özel hâline göre var olan günahlardır. Her şahsın, kendi iç dünyâsımn temizliğine göre mevcut olan, kendi hâli ile mütenâsip ve sâhibinin açıkça bildiği günahları vardır. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: "Ebrârın (iyi olmaya tâlib olanların) hasenâtı, mukarrebînin (Allah'a yakınlık kesbedenlerin) seyyiâtıdır."

Allah'ın rızâsına tâlip olan kişiye gereken, namazını ancak cemâatle kılmasıdır. Ona gereken, zâhiriyle Kıble'ye, bâtını ile ise, Hz.Allah'a yönelmesidir. Sonra, niyetten sonra ellerini tekbir getirerek kulak memeleri hizâsına kadar kaldırır. Parmaklarını ne tam açar, ne de tam kapatır, normal hâli üzere bırakır. Avuçlarının içini kıbleye doğru döndürür. Cüneyd (k.s.)'un şöyle dediği hikâye edilmiştir: "Her şeyin bir özü vardır. Namazın özü de, ilk tekbirdir."

Ebû Saîd Harrâz'a: "Namaza nasıl başlayalım?" diye soruldu. O şöyle dedi: "Allah'a yönelişin, sanki Kıyâmet günündeki yönelişin gibi olsun. O'nun huzûrundaki bekleyişin, sanki seninle O'nun aranda hiçbir tercüman yokmuş gibi olsun. Öyle hisset ki, Allah (c.c), sana yöneliyor, sen de O'nunla yüz yüze konuşuyorsun. Ve de iyi bil ki, sen, Yüce bir Melik'in huzûrandasın."

Ariflerden birine soruldu ki: "İlk tekbîri nasıl getirelim?" O zât şöyle cevap verdi:" "Allahü Ekber" dediğin zaman senin dostunun Allah olması gerekir. Azamet elif ile, heybet lâm ile, murâkabe ve fark he ile berâberdir. Sonra sağ elinin içiyle sol elinin üzerini tutarsın. Burada, gayb perdelerinin arkasından keşfolunabilecek gizli bir sır vardır. Bu, Allah Teâlâ'nın hikmetinin latîf olmasından dolayıdır. Allah, insanı yarattı ve onu şerefli ve kerîm kıldı. Onu; nazarının mahalli, vahyinin indiği yer, rûhânî-cismânî ve arzî-semâvî olarak yer ve gökteki varlıkların seçilmişi tâyin etti. İnsanın boyu dik ve hey'eti yüksektir. Onun üst yansı yukarıya bağlı olup kalbin bittiği yerden başlar. Göklerin esrârı orada bulunmaktadır. Onun alt yansı aşağıya bağlı olup orada da yeryüzünün esrârı gizlidir. Nefsin mahalli ve merkezi insanın alt yansıdır. Rûhânî rûhun ve kalbin mahalli, insanın üst yansıdır. Rûhun cazibeleri ile nefsin câzibeleri birbirini devamlı kovalar ve harbederler. Birbirlerini kovalamaları, birbirleriyle harbetmeleri ve birbirlerine gâlip gelmelerine göre, kişi, ya meleğin, ya da şeytânın arkadaşı olur. Özellikle namaz vakti gelince îmân ile kalbin mühürlenmesi arasındaki çekişmenin varlığından dolayı ruh-nefis kovalamacası daha da çoğalır. Namaz kılan kişi, kalbinin, semâ-vî olarak fenâ ile bakâ arasında gidip geldiğini keşfeder. Nefsin câzibeleriyle merkezinden çıkıp yükselir.

Namazda, organların tasarruf ve hareketlerinin bâtınî mânâlarla müvâzeneli bir irtibatı vardır. Meselâ, namazda, sağ eli sol elin üzerine koymakta nefsi hapsetmek ve nefsin câzibelerinin yükselmesini menetmek vardır. Bunun te'sîri, namazda, vesvesenin defi ve nefsin fısıltılarının yok olması şeklinde görünür. Sonra, üns hâlinin kemâli ânında, rûhun câzibeleri vücûdu istîlâ edip baştan ayağa vücûd şehrine mâlik olduğu zaman, kurret-ü ayn (göz nûru) olan namaz gerçekleşip müşâhede olunan Sultânın vücûd ülkesini istîlâ ettiği zaman nefis zelîl bir halde rûha boyun eğer ve nefsin merkezi rûhun nûru ile aydınlanır. İşte o zaman nefsin câzibeleri kesilir ve nefsin merkezinin aydınlanma derecesine göre ibâdetin yorgunluğu ortadan kalkar."

Namaz kılan, kıyâmında başını önüne eğer ve gözlerini secde mahalline diker. Düzgün bir şekilde ayakta durmasıyla kıyam kâmil olur. Kıyâmda, cesedinin bütünüyle sanki yeryüzüne bakıyor gibi durur. Bu hal, diğer cüzlerin de huşûundandır. Namaz kılanın, namazda, hareketi terkedip sanki cansızmış gibi olması gerekir. Çünkü, zâhirî olarak namazın huzûru zâhirin boyun eğmesiyle, bâtınî olarak namazın huzûru ise, namazda kalbin mâsivâdan boşalıp bâtının boyun eğmesiyle gerçekleşir. Namaz kılan kişinin, zihninin herhangi bir şeye takılı olmasından sakınması ve zihni ve gönlü pâk olarak namaza başlaması gerekir. Denildi ki: "Bir kimsenin, namazdan önce kazâ-i hâcetini yapıp da ondan sonra namaza başlaması onun fıkhından (ince dûşünceliliğinden)dir." Bu hikmetten dolayı şu vârid olmuştur: "Akşam yemeği ile akşam namazı çatışırsa, akşam yemeğini akşam namazının önüne alınız." Buhârî, Et'ıme, 58; Müslim, Mesâcid,65; Ebû Dâvud, Et'ıme,10. Bir kimsenin yanında bâtınî mizâcının îtidâlini bozacak bir şey bulunmakla birlikte namazını kılması edebe aykırıdır. Meselâ; küçük ve büyük abdestin sıkıştırması, mestin dar olması, bir şeye
kafayı takıp aşırı önem vermek, öfkeli olmak, sinirlenip surat asmak.

Hadiste geldiğine göre, namazdaki şu yedi şey şeytandandır:
1-Burnun kanaması,
2-Uyuklama,
3-Esneme,
4-Vesvese,
5-Sağa-sola dönme,
6-Faydasız şeyle oyalanmak,
Yedincisinin yanılma ve şüphe olduğu söylenmiştir. Tirmizi, Edeb,8.

Abdullah b. Abbâs (r.a)'den rivayetle, o şöyle demiştir: "Namazda huşû, namaz kılanın, sağındaki ve solundaki kimseyi tanımamasıdır." Süfyân'dan nakledildiğine göre, o şöyle demiştir: "Kim ki, huşû duymazsa onun namazı fasid olmuştur." Muâz b. Cebel (r.a)'den, bundan daha şiddetli olanı rivayet edilmiş ve o şöyle demiştir: "Kim ki, namazda iken, sağında ve solunda olan kimseyi kasden tanımaya çalışırsa, onun namazı yoktur."

Denildi ki: "Namazın dört şûbesi vardır:
1-Mihrapta huzûr-u kalp,
2- Melikü'l-Vehhâb olan Allah'ın huzûrunda kalbin Allah'ı müşahede etmesi,
3-Şüphe duymaksızın kalbin huşûlu olması,
4- Tâdîl-i erkân.

Zîrâ, bir kişi, bu dört şûbeye riâyet ederek namaz kılarsa, onun için şu dört Rabbânî mevhibe hâsıl olur:
1-Ruhun huzûru ânında mânevî kapıların açılması,
2- Tâdîl-i erkân ânında sevâbın var olması,
3- Huzûru'l-kalp ânında aradaki hicabın kalkması,
4- Şuhûdu'1-akl â-nında kınamanın kalkması.

Kim ki, namaza huşûsuz olarâk gelirse o, hatalı bir namaz kılandır. Kim ki, namaza tâdîl-i erkân olmaksızın gelirse, o, içi boş bir namaz kılandır. Kim ki namaza huzûru'l-kalp olmaksızın gelirse, o, gâfil bir namaz kılandır. Kim ki, namaza şuhûdu olmaksızın gelirse o, dalgın ve gâfil bir namaz kılandır. Kim de, namaza vasfedilen bu özellikleri yerine getirerek gelirse, o da, tam bir namaz kılandır.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Hazînetü'l-Esrâr ve Ganîmetü'l-Ebrâr

Mesaj gönderen Ahmed »

Nebî (s.a.v)'in şöyle buyurduğu vârid olmuştur: "Kul, kalbi, kulağı ve gözüyle Allah'a yönelmiş olarak namaza kalktığı zaman, namazından anasından doğduğu gün gibi günahlardan sıyrılmış olarak ayrılır. Allah, kulu yüzünü yıkarken yüzüyle yaptığı bir hatâyı, ellerini yıkarken elleriyle yaptığı bir hatâyı, ayaklarını yıkarken de ayaklarıyla yaptığı bir hatâyı bağışlar. Tâ ki, o kul, namazına üzerinde bir yük (günah) olmaksızın girer.[Dârimî, Vudû',44; İbn Mâce, İkâme, 173.]

Rasülullah (s.a.v)'in yanında hırsızlıktan konuşuldu da, Rasûlullah (s.a.v): "Hangi hırsızlık daha çirkindir?" diye sordu. Ashap: "Allah ve Rasülü daha iyi bilir." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Hırsızlığın en çirkini, bir kimsenin namazından çalmasıdır." Ashap sordu: "Bir kimse namazından nasıl hırsızlık yapar ki?" Rasûlullah (s.a.v) buyurdu: "Namazın rukûsunu, secdesini, huşûunu ve kırâatını tam yapmazsa bir nevî hırsızlık yapmış olur."[Dârimî, Salât,78; Muvattâ, Sefer, 76. ]

Ammâr b. Yâsir'den rivâyetle, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kula, namazından ancak aklettiği kadarı sevap olarak yazılır." Diğer bir lafızda, şöyle vârid olmuştur: "Sizden namazı tam olarak kılan, namazın yarısını kılan, üçte birini kılan, dörtte birini kılan, beşte birini kılan ve hattâ onda birini kılan kimseler vardır."[ İthâf, III, 112,116; İhyâ, 1,161 (İbn Hanbel'den). ]

İbrâhim Havvâs (291/903) şöyle dedi: "Bir kimsenin, nâfılelerine farzları adına niyet etmesi gerekir. Şayet böyle niyet etmezse, nâfılelerden ona sevap yazılmaz." Bize ulaştığına göre,
farzı edâ edene kadar, Allah Teâlâ, kulunun nâfılesini kabul etmez. Bu durum hakkında Allah şöyle buyurur: "Sizin durumunuz, borcunu ödemeden önce hediye vermekle başlayan kötü kulun durumu gibidir." İbrahim Havvâs, aynı şekilde şöyle dedi:

"Halk iki hasletleri sebebiyle Allah Teâlâ Ve Tekaddes'den kesilmiştir:

1-Nâfıleleri talep edip farzları ihmal ettiklerinden,

2-Zâhirleriyle amel işleyip nefislerinde sadâkat ve samimiyete yer vermediklerinden. Allah, ancak sıdkla, ihlâsla, hakkı gözeterek yapılan ameli kabul eder."

Denilir ki, Muhammed b. Yûsuf Fergânî, Hâtim Esam'ı (237/851) insanlara va'z ediyorken görmüş ve ona şöyle demiş:

"Yâ Hâtim! Seni insanlara va'z ediyor olarak görüyorum, ama, sen kendin namazını güzelce kılıyor musun acaba?"

Hâtim: "Evet, kılıyorum." dedi.

Fergânî: "Nasıl kılıyorsun?" diye sordu.

Hâtim, cevâben şöyle dedi: "Emri yerine getiriyorum, haşyetle yürüyorum, namaza heybet ve sekînetle başlıyorum, azametle tekbir getiriyorum, Kur'ân'ı tertîl ile okuyorum, huşû ile rükûya eğiliyorum, tevâzû ile secdeye varıyorum, teşehhüde tam olarak oturuyorum, sünnet üzere selâm veriyorum ve o namazı Rabbıma teslim ediyorum, namazdan aldığım manevî gıdâyı hayâtım boyunca muhâfaza ediyorum; namazdan sonra nefsime dönüp onu kınıyorum, namazımın benden kabul edilmeyeceğinden korkuyor ve kabul edilmesini de ümit ediyorum, bu durumda ben korku ile ümit arasında bulunuyorum, namazı bana öğretene teşekkür ediyorum ve bana sorana da onu öğretiyorum, beni hidâyete erdirdiğinden dolayı Rabbıma hamdediyorum."

Bunun üzerine Muhammed b. Yûsuf, ona: "Senin gibi birisi vâiz olmaya uygundur." dedi.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Cevapla

“►Ahmed Kuddisi◄” sayfasına dön