SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Abdulkadir Geylani (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim

SIRRU'L- ESRAR


ÖNSÖZ


Hamd Allah’a (CC) hastır..

Çünkü O (CC); güçlü, bilgiyi zatında toplayan, ezeli yaratıcı, hikmeti varlığında kaim kılan, cömert, kerim ve şefkatli bir Rab’dır (CC)…

Çünkü O (CC); en kavi dinle doğru yolu gösterene: Özünde hikmet olan zikri, azamet taşıyan Kur’an’ı gönderdi.

Selat ve selam ümmi Muhammed’e (SAV) olsun…

Ki O (SAV); risalet zincirini tamamlayan, sapık hallerden alan bir peygamberdir. Peygamberler (AS) arasında en çok şeref alan, kitaplar arasında en şereflisi ile müşerref kılınandır…

O’nun (SAV), âli hidayeti arayanlara birer önder olmuştu. O’nun (SAV) Ashabı (RA); hayırlı, hayırla dolu ve seçme idi.

Bu büyüklere de bol salat ve selamlar olsun.

Gerçekten ilim; değeri anlatılanlar arasında en üstün şerefi taşımakta, en yüce mertebeye sahip olmakta, en pahalı ziynet olmakta, manen en üstün ticareti getirmektedir.

Çünkü alemlerin Rabbı olan Allah’ın (CC) tevhidine ilimle erilir.

Nebileri, resulleri tasdik edebilmek ilimle olur. Onlara salat ve selam olsun…

Alimler, Allah’ın (CC) has kullarıdır; onları dinî ilimleri için seçti. Taşıdıkları fazilet meziyeti icabı ilim nurunu onlara verdi. Onları halk arasından tercihle ayırdı.

Çünkü onlar, nebilerin varisi, halifesi ve resullerin halka efendi kıldığı kimselerdir. Aynı zamanda peygamberler için, en iyi irfan duyusunu onlar taşır.

Hak Teala (CC) ilim sahiplerini överken şöyle buyurur:
“Sonra, kitabı öyle kimselere bıraktık ki, onları kullarımız arasından ayırdık… Onların bir kısmı nefsine zulmeder, bir kısmı orta halli gider -hataları ile sevapları eşit geçer-. Bir kısmı da hayra koşar.”(FATIR - 32)

Sonra… Peygamber (SAV) Efendimiz de o zatları överken şöyle buyuruyor:
“İlim sahipleri; peygamberlerin varisleridir. Sema ehli onları sever. Denizdeki balıklar, kıyamete kadar onlar için bağış diler.”

Allah-ü Teala (CC), bir başka Ayet-i Kerimede ilim sahiplerini şöyle tavsif eder:
“Ancak, Allah’tan (CC) alim kullan korkar.”(FATIR - 28)

Bir başka Hadis-i Şerifinde Peygamber (SAV) Efendimiz şöyle buyurur:
“Allah-ü Teala (CC) kıyamet günü halkı bir arada toplar. Sonra alimleri aralarından ayırır. Ve şu hitabı yapar: ‘Ey ulema zümresi, sizi bildiğim için ilmimi verdim. Size azap etmek için onu vermedim. Doğruca cennete gidiniz, sizi bağışladım’.”

Alemlerin Rabbı olan Allah’a (CC) hamd olsun ki; abid kulları esirgemek için dereceler verdi. Aynı şekilde arifler için yakınlık hallerini ihsan buyurdu.

Talebelerden bazıları; diğerlerine ihtiyaç bırakmayacak bir eser tertip etmemizi diledi. Onların arzusuna uygun olarak bu kısa eseri tertip ettik… Gaye: Hem onlara, hem de başkalarına yete ve şifa ola…

Eserin ismini, Sırr’ül - Esrar Fîmâ Tehtâcü İleyh’il-Ebrar - Ebrar Zümresinin İhtiyaç Hissettiği Sırların Sırrı- koyduk… Çünkü bu eserde; dinimize, yolumuza ait olan gerçekleri anlattık… Bunlar daima arzulanan şeylerdir.

Eseri, bir takdimden sonra, yirmidört bölüme ayırdım. Çünkü Kelime-i Tevhid yirmi dört harftir; gece-gündüz yirmidört saattir…



Alıntıdır
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »


TAKDİM

-Öte alemlerde yaratılışın başlaması beyan olunur-

Allah (CC) sana sevdiği ve hoşlandığı işlerde başarı ihsan eylesin.

Söylediklerimi belle ve anla…

Allah-ü Teala (CC), cemâlinin nurundan ilk önce Hz. Muhammed’in (SAV) nurunu yarattı. Bu, bir hadis-i kudsi’de şöyle bildirilmiştir: “Muhammed’i (SAV) yüzümün nurundan halk ettim.”

Bu durumu, Peygamber (SAV) Efendimiz de şöyle beyan etmektedir: “Allah (CC), önce ruhumu yarattı… Allah (CC), önce nurumu yarattı… Allah (CC), önce Kalem’i yarattı… Allah (CC), önce Aklı yarattı…”

Bunların hepsinden tek şey murad edilmektedir: Hakikat-i Muhammediye, yani Hz. Muhammed’in (SAV) gerçeği. Durum böyle olunca, ona birtakım adlar takıldı.

Nur (ışık) dendi. Çünkü o, celâl sıfatı altında saklı karanlıklardan saftır. Bunu Hak Teala (CC) haber verdi:

“Allah (CC) tarafından size Nur, her şeyi açık anlatan kitap geldi.”(Yunus S. A.57)

Akıl dendi. Çünkü her şeyi idrak ederdi.

Kalem dendi. Çünkü ilim onunla yayıldı.

Ruh-u Muhammedî, olanların özü, kainatın öncesi ve aslıdır. Bunu Peygamber (SAV) Efendimiz şöyle anlatır:

“Ben Allah’tanım (CC), müminler de bendendir.”

Allah-ü Teala (CC), lahût aleminde ve hakiki ahsen-i takvim’de; bütün ruhları O’nun (SAV) ruhundan yarattı.

O; (SAV) yukarıda bahsi edilen alemde, bütün insanlığın adıdır. O (SAV), vatan-ı aslidir.

Bu yaratılıştan dört bin yıl sonra, Hazret-i Muhammed’in (SAV) göz nurundan arşı yarattı. Kainatın kalan kısmını da arştan yarattı. Ondan da kainatı…

Sonra, yaratılan ruhları, kainatın en aşağı derekesine indirdi. Yani bu cesetler alemine demek istiyorum.

“Sonra, onu aşağıların en aşağısına gönderdik…”(Tin S. A.5)

Yani, o nuru; ilk önce Lahût âleminden ceberut alemine gönderdi. O nurdan olan ruhlara, iki harem arasında ceberût nurundan kisveler giydirdi. Buna Sultani ruh, tabir edilir.

Sonra bu kisve ile melekût alemine saldı… Orada da melekût nurundan kisve giydirdi; buna da ruhani ruh, tabir edilir…

Sonra mülk alemine gönderdi. Mülk kisvesine bürüdü; buna da cismani ruh, tabir edilir.

Sonra, bundan cesetleri halk etti. Bu değişik halleri şu Ayet-i Kerime haber verir:

“Sizi ondan yarattık, ona iade edeceğiz, ikinci bir sefer yine ondan çıkaracağız.”(Taha S. A.55)

Bu hallerden sonra; Allah-ü Teala (CC) o ruhlara, bu cisme girmeleri için emir verdi; onlar da Allah’ın (CC) emriyle girdiler. Bunu da şu Ayet-i Kerime haber vermektedir.

“Ona ruhumdan üfledim”(Sad S. A.72)

Zaman oldu; o ruhlar bu cesetle ilgisini artırdı. Bu yüzden, ahdi unuttular. Halbuki, Allah-ü Teala (CC) onları yarattı:

“Sizin Rabbınız değil miyim?” buyurdu. Onlar da:

“Evet…” cevabını verdiler…

İşte bu sözü unuttular. Asli vatana dönemediler.

Fakat… Rahmân (CC), yani varlığın yardım kaynağı, onlara acıdı. Bu sebeple semavi kitaplar saldı. Bunlarla asli vatanı hatırlatmak istedi. Bu manaya da şu Ayet-i Kerime işaret eder:

“Onlara Allah’ın (CC) günlerini hatırlat.”(İbrahim S. A.5)

Yani: Ruhlara geçen, o visal günlerini hatırlat.

Bu aleme pek çok enbiya geldi ve devresini tamamladı göçüp gitti. Hepsinin gayesi bu durumu anlatmak ve halkı ayıktırmaktı. Fakat onu anan, ona yönelen, o aleme iştiyak duyan ve o aleme vasıl olan zamanla azaldı.

Nübüvvet; Büyük Muhammedî Ruh’a varıncaya kadar devam etti… O (SAV) risaletin sonuncusu idi.

Allah-ü Teala (CC) basiretlerini açmak için O’nu (SAV) bu gafil insanlara gönderdi. Gaye, onları gaflet uykusundan uyarmak; visaline, ezeli cemaline ermeye… yani Allah’ın (CC) zatına davet idi.

Peygamber (SAV) Efendimizin yolunu tayin için bildirilen şu Ayet-i Kerime bu duruma işaret eder:

“Söyle, yolum şu: basiret üzerinedir. Ben ve bana uyanları; aynı yola davet ederiz.”(Yusuf S. A.8 )

Peygamber (SAV) Efendimizin de şu Hadis-i Şerifi, aynı şekilde bize asıl gayeyi anlatır:

“Ashabım (RA) gökteki yıldızlara benzer, hangisine uyarsanız, doğruyu bulursunuz…”

Basiret, ruh gözesinden gelir. Evliya için Fuad makamından açılır. Elde ediliş tarzına gelince, zahiri bilgi ile olmaz. Ötelerden, batından coşup gelen ilim lazım… Şu, Ayet-i Kerime bizi işin özüne iletir:

“Ona canibimizden -ötelerden- ilim vermiştik.”(Kehf S. A.65)

İnsana gereken, basiret sahiplerini bularak, telkin yolu ile onlardan birşeyler almaktır… O telkini yapan zat, velî, mürşid ve lahut aleminden haber veren olmalı…

Kardeşler!… Ayılınız. Tövbe yolu ile Rabbınızdan (CC) marifet talebinde bulununuz. Bunun için koşunuz.

Bunu Allah-ü Teala (CC) şu Ayet-i Kerime ile haber verir:

“Rabbinizden (CC) gelen bağış için; keza, arzı yer gök arası kadar olan cennet için de konuşunuz… Ki o, ittika sahiplerine hazırlandı…” (Al-i İmran S. A.133 )

Yola giriniz. Şu ruhani kafilelerle Rabbınıza (CC) dönünüz. Yakında yol kesilecek… O aleme gidiş için arkadaş bulunmayacak… Biz, bu harap dünyaya, oturmaya gelmedik. Yemek, içmek ve ahbes nefsin ihtiyaçlarını tatmin için de gönderilmedik…

Peygamberimiz (SAV) sizi gözetmekte ve halinize bakıp üzülmektedir… Ki bunu şu Hadis-i Şerif bize anlatıyor:

“Üzüntüm, ahir zamanda gelecek ümmetim içindir.”

Bize gelen iki şekil üzeredir; zahir, batın… Yani, şeriat yolu ve marifet…

Allah-ü Teal (CC) şeriatla dış alemimizin düzenini, marifetle de iç alemimizin düzenini emreder. Her ikisinin birleşmesinden ise, hakikat peyda olur. Bu sözümüze, ağaçla yaprağı misal getirebiliriz; bundan sonra, meyve hasıl olur. Şu Ayet-i Kerime, anlatmak istediğimiz manaya işaret eder:

“İki deniz yürür, karşılaşır; hatta mahcuplara göre birleşir, fakat aralarında berzah -insan-ı kamil- vardır, şaşmazlar.”(Rahman S. A.20)

Her iki mana birden alınmalı. Aksi halde, yani yalnız zahiri bilgi ile hakikat elde edilemez. Esas gayeye varılamaz. İbadet tam olması için, biri değil; ikisi lazımdır. Yani, şeriat ve marifet…

Allah-ü Teala (CC) bu manayı şu Ayet-i Kerime ile işaret eder:

“Cin ve insi, bana ibadet etmeleri için yarattım.”(Zariyat S. A.56)

Yani, Zatıma karşı irfan sahibi olalar diye. Her kim, ona karşı irfan duygusuna sahip olmaz nice ibadet edebilir?

Marifet, nefsin kara perdesini kalb aynasından açmak ve onu temizlemekle hasıl olur. O zaman cemal-i ilahi’nin gizli hazinesi gözükmeye başlar. Ki bu, kalb sırrının özünde gözükür.

Allah-ü Teala (CC)bir kudsî hadiste şöyle buyurur:

“Gizli bir hazine idim. Zatıma irfan duygusu taşınmasını istedim. Halkı, bunun için yarattım.”

Bundan anlaşılıyor ki, Allah-ü Teala (CC) insanı marifet için yarattı.

Marifet; yani irfan sahibi olmak, iki şekilde anlatılır; biri Allah’ın (CC) zatına; öbürü de sıfatına karşı irfan duygusuna sahip olmak…

Allah-ü Teala’nın (CC) sıfatına karşı arif olmakta dünya ve ahirette cismin alacağı tad vardır. Ama O’nun (CC) zatına karşı irfan duygusunda, öbür alemde mukaddes ruhun alacağı haz vardır. Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyuruldu:

“Biz onu kudsî ruhla teyid ettik.”( Bakara S. A.87)

Allah-ü Teala’nın (CC) zatına karşı irfan duygusu taşıyanlar, kudsî ruhla kuvvet bulmuşlardır.

Anlatılan bu iki marifet; ancak iki yönlü ilimle meydana gelir; zahiri ilim, bir de batini ilim Anlattığımız işlerin husulü bu iki ilme bağlıdır.

Peygamber (SAV) Efendimiz bu iki ilmi anlatırken, şöyle buyurdu:

“İlim, ikiye ayrılır. Biri dilde olur ki, bu Allah’ın (CC) kulları üzerindeki hüccetidir. Biri de kalbde olan ilim var ki; gayelerin husulü için, faydalı olan da budur.”

İnsan, önce şer’i bilgilere muhtaçtır. Bu ilimle; sıfatlar aleminde Hakk Teala’nın (CC) zatına ait bilgiler tahsil edilir. Bundan sonradır ki, batın ilmine sıra gelir. Bu ilimle de marifet aleminde Hakk’a (CC) irfanın tam kendisi elde edilir.

Buna erebilmek için, dinin emirlerine uymayan işleri bırakmak gerekir. Hatta, tarikat adabına uymayan hataları da bırakmak icab eder. Bu anlatılan halin husulü için de, nefse ve ruha ağır ve güçlü gelen vazifeleri yaptırmalı. Bunlar yapılırken yalnız Hakk’ın (CC) rızası gözetilmeli. Görsünler veya işitsinler için iş yapılmamalı. Allah-ü Teala (CC) anlattığımız hale şu Ayet-i Kerime ile işaret eder:

“Her kim, yaradanına kavuşmayı diliyorsa yarar iş görsün; yaradanına yaptığı ibadete, kimseyi ortak etmesin.”(Kehf S. A.110)

Marifet alemi, şeklinde tabir edilen alem; Lahût alemidir. Orası ise, asli vatandır; ki, yukarıda anlatılan kudsî ruhun yaratıldığı alemdir. Hakiki insanlık oradadır, ki o hakikat, kalbin özüne emanet olarak kondu. Onun varlığı tevbe ve telkinle meydana çıkar. Ve; La İlahe İllallah kelime-i tevhidine devamla kendini açığa vurur.

Kelime-i tevhide önce dille devam edilir. Kalb hayatı bulununca da, kalb ile söylenir.

Tasavvuf ehli; kudsî mana hallerine, Tıfl -çocuk- adını taktılar.

Ona Tıfl denmesi, bazı sebeplerden ileri gelmiştir.

Şöyle ki:

  • 1) O hal kalbden doğar ve orada terbiye görür, büyür. Nasıl ki, anne de yavruyu doğurur, besler, büyütür ve buluğ çağına erdirir.

    2) İlim tahsili, çok kere yavrulara hastır. Marifet ilmi ise, o kalbin yavrusuna talim edilir.

    3) Çocuk, zahirdeki günah kirlerinden temizdir. O kalbin yavrusu ise; şirk, gaflet ve cismani hatalardan paktır.

    4) Bahsedilen temiz suret, çocuklarda daha çok görülür. Bundandır ki, çok kere mana alemlerine dair temiz hal, melaike suretinde görülür.

    5) Yapılan amellerden sonra, cennete girilir, sonra onları Allah-ü Teala (CC) Tıfllarla, yani yavrularla mükafata erdireceğini anlatır.

    İşte, bu manaya işaret eden iki rima: Ayet-i Kerime:

    “Onların çevresinde daima, yavrular döner.”(Vakıa S. A.17)

    “Onlar için hazır bekleyen gılmanlar, hazinelerde saklı inciler gibidir.”(Tur S. A.24)

    6) Tıfl -çocuk- isminin ona takılm asındaki bir başka sebep ise; letafet ve nezafet halidir.

    7) Sonra, ona verilen bu isim mecaz yolu iledir. Çünkü o, bedenle ilgilidir. Beşer suretine bürünmüştür. Çünkü onunla alakası vardır. Sonra, onun melaneti de bu ismi almasına sebep olmuştur. Sonra o, beşerin rengini de değiştirmiştir. Onun bidayetine nazar edilirse, bu hal daha iyi sezilir. Çünkü o, hakiki insandır. Çünkü Hak Teala’ya (CC) nisbeti vardır.


O insanlığın hakiki yönü; öyle birşeydir ki, ona göre, ne cisim, ne de cismani olmak var…

Onun varlığı; Hakk’ın (CC) zatına karşı bir mahrem teşkil etmez. Bunu Peygamber (SAV) Efendimizin şu Hadis-i Şerifi anlatır:

“Allah (CC) ile öyle bir zamanım olur ki; o anda, ne -Melek’ül mukarreb- Hakk’a (CC)yakın Melek, ne de -Nebi Mürsel- bir Peygamber (SAV) girebilir.”

Hadis-i Şerifte bahsi geçen mürsel peygamber, Efendimizin (SAV) beşeri yönüdür. Yakın melek -Mukarreb melek- ise, ceberût nurundan yaratılan Peygamber (SAV) Efendimizin ruhani durumudur ki; oraya melek için giriş yoktur. Lahût nuru da oraya giremez.

O alemi anlatırken Peygamber (SAV) Efendimiz, bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:

“Allah’ın (CC) bir cenneti vardır; orada köşkler olmaz. Bal lafı edilmez. Süt bulunmaz. Orada yalnız ilahi yüze nazar kılınır.”

Bu durumu şu Ayet-i Kerime teyid eder:

“Yüzler vardır, tazedir, parlar o günde…”(Kıyamet S. A.22)

Bir Hadis-i Şerif de, bu hali başka yönden teyid eder:

“Rabbınızı seyre dalacak, mehtaba bakar gibi bakacaksınız.”

O öyle bir alemdir ki, oraya melek veya cismiyet uğrayacak olsa, derhal yanar.

Burada, bir Kudsî Hadis anlatmak yerinde olacaktır:

“Şayet; celâl yüzümden perdeyi aralayacak olsaydım; gözümün aldığı yerlere kadar olan her şey yanardı.”

Keza, Cibril’in de (AS) bu hususta Peygamberimize (SAV) bir sözü vardı; onu da zikredelim:

“Bir karınca boyu, öteye geçecek olsam derhal yanarım.”

...


***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »


BİRİNCİ KISIM - İnsanın Asli Vatanına Dönüşü

İnsan, iki yönden müteala edilir: Cismani, ruhanî…

Cismanî, -yani dış görünüşteki maddi hali demektir.- Bu bapta herkes eşittir. Ve umumi bir hüküm alır. Ruhanî duruma -bu kalıbın ötesinde saklı duruma- gelince orada özel bir hal başlar.


Umumi hükümde mütalaa edilen insan, bazı derecelerle asli vatanına dönebilir. O dereceleri almak için, dinimizin zahirdeki emirlerini birer sebep olarak ele alır ve ilerler… Ve sırası ile, manevi yola, marifet alemine geçer. Hele marifet çok yücedir. Peygamber (SAV) Efendimiz onu överken, şöyle buyurur:

“Herşeyi özünde toplayan bir hikmet var ki, o hak marifetidir.”

Kulun bunlara erebilmesi için; görsünler, işitsinler diye, iş tutmaması gerekir.

Yapılacak işler için dereceleri üç bölüme ayıracağız. Ki bunlara cennet tabir edilir:

  • Bir: Mülk alemindeki cennet… Buna Meva denir.

    İki:Melekût alemindeki cennet… Buna Naîm cenneti tabir edilir.

    Üç: Ceberût alemindeki cennet… Buna da Firdevs cenneti denir.


Bu anlatılanlar, cismanî, -bu maddi- varlığın tadacağı nimetlerdir ki bunlara ancak, üç çeşit ilmi benlikte toplamakla erilir: Şeriat, tarikat, marifet…

Yeri gelmişken yukarıya yarısı beyan edilen Hadis-i Şerifin tümünü zikredelim.


“Bütün hayırları, hikmeti derleyen şey: Hakk’a (CC) karşı irfan sahibi olmak ve onunla amil olup, sonra, batılın da ne olduğunu bilmek ve terktir.”

Sırası gelmişken Peygamber (SAV) Efendimizin yaptığı bir duayı da anlatalım:

“Allah’ım (CC), bize hakkı göster ve ona uymayı nasip et! Batılı bildir ve ondan kaçmayı kolay eyle!”

Keza, Peygamber (SAV) Eendimizin bu hususta bir Hadis-i Şerifini yine zikredelim:

“Herkim nefsini bilir, onun uygunsuz arzularına muhalif kalırsa, gerçekten Rabbını (CC) bilmiş ve O’na (CC) uymuş olur.”

Buraya kadar anlatılan şeyler, umuma şamil olan işlerdir. Bir de üstün istidada sahip insanların hali var ki, onları da aşağıda anlatacağız… Bunlara, Has İnsan tabirini kullanıyoruz.

Bu insanın vusulü, Hakk’a (CC) tam yakınlıktır. Oluşu sebebine gelince tek şeyle olur, o da hakikat ilmi ki buna, lahûtî olan yakınlık aleminde: Tevhid tabir edilir. Bu hal adet olduğu üzere dünya hayatında olur. Bu hale ermek için, uykuda olmakla, ayıklık arasında bir fark yoktur. Belki de esas uykuya dalınca, kalb bir aralık fırsat bulur ve asıl vatana gider. Bu gidiş külli de olur, cüz’i de… Nasıl ki Allah-ü Teala (CC) bir ayette şöyle ferman eyler:

“Allah-ü Teala (CC), nefisleri ölüm zamanı gelince öldürür. Bazılarını da uykularında… Hakkında ölüm hükmü olanı tutar. Kalanları, muayyen bir zaman için geri salar.” (Zümer S. A.42)

Buna işaret olarak Peygamber (SAV) Efendimizin bir Hadis-i Şerifini zikredelim:

“Alimin uykusu, cahilin ettiği ibadetten hayırlıdır.”

Burada kasdedilen alim, tevhid nuru ile içini nur eden, sonra da, harfsiz, sessiz, sır dili ile Tevhid Esmasına devam eden zattır. Asıl insan budur. Bunu anlatan birkaç tane hadis-i kudsî zikredelim.

“İnsan, sırrımdır; ben de onun…”

“Batın ilmi sırlarımdan bir sırdır; onu, kullarımın kalbine koyarım, benden gayrı o hali bilen olmaz.”

“Kulumun zannına göreyim. Beni aradığı an, onunlayım. İçinden anarsa, zatımda anarım. Bir topluluk içinde anarsa, daha hayırlı bir cemaat içinde anarım…”


Bu anlatılanlardan arzu edilen tek şeydir. O da: insan varlığında cüz’î bir yer işgal eden, Tefekkür İlmi… en önemlisi bu…

Bu tefekküre dair Peygamber (SAV) Efendimizin buyurduğu birkaç Hadis-i Şerifi anlatalım:


“Bir anlık Tefekkür, bir yıllık ibadetten hayılrıdır.”

“Bir anlık Tefekkür, yetmiş yıl ibadetten hayırlıdır.”

“Bir anlık tefekkür, bin yıl ibadetten hayırlıdır.”


Her işte basarı, Hakk’ın (CC) zatında saklıdır.

Tefekküre dair zikri geçen Hadis-i Şerifler, biraz tefsir ister. Çünkü aynı mevzu üç şekilde anlatılıyor.

Herkim, bazı hikmet taşıyan işleri düşünür, onun bir parçasından birçok parçalar olduğunu, onlardan dahi nice şeyler husule geldiğini düşünürse, ki buna tefekkür denir, yaptığı bu tefekkür bir yıllık ibadete bedel olur.

Herkim, yaptığı ibadeti düşünür ve onların hikmetine karşı irfan duygusu taşırsa, bu tefekkürü yetmiş yıllık ibadete bedel olur.

Herkim, ilahî marifeti düşünür; Allah-ü Teala’ya (CC) karşı tam irfan duygusuna sahip olmayı dilerse, bunun yaptığı tefekkür de bin yıllık ibadete bedel olur. Asıl irfan ilmi budur. İrfan ilmi demekle Tevhid halini kasd ediyorum. Arif kişi iştiyakını duyduğu zata, mahbubuna bununla erer. Bu halin neticesi ise, ruhanî bir halle, tam yakınlık alemine uçup gitmek olur…

Abidler, cennete yürür giderler… Arifler ise, yakınlık alemine uçar giderler.


Aşıkların kalbine has gözleri var;

Onlar görür, bakamaz başka nazırlar.

Kanatları bir başka, ne hacet damara;

Uçarlar, melekûta, alemlerin Rabbına (CC).


Bu uçuş, irfan sahibinin iç aleminde olur. Bu hale erene hakikî insan, adı verilir. Allah’ın (CC) sevgilisi, mahremi, gelini tabir edilir. Bayezid-i Bistami Hz.leri şöyle buyurur:

“İrfan sahipleri, Allah’ü Teala’nın (CC) gelinleridir.”

Diğer rivayette ise, şöyle anlatılır:

“Evliya zümresi Allah’ın (CC) gelinleridir. Gelinleri ise, ancak sahipleri bilir.”

İrfan sahibi olan veli kullar, bu görünen kalıp perdesine bürünmüştür. Allah-ü Teala (CC) bir kudsî hadiste şöyle buyuruyor:

“Velîlerim, kubbelerim altındadır. Benden gayrı onları tanıyan olmaz.”

İnsanlar, duvaklı süslü geline bakarken ne görebilir ki?… Ancak, dıştaki süsünden başka…

Yahya b. Maaz-ı Razı Der ki:


“Velî yeryüzünde, Allah-ü Teala’nın (CC) reyhanıdır, onları siddık zümresi koklayabilir.”

O kokuyu alır, Rablarına (CC) iştiyak duyarlar. Değişik huylarına göre, ibadetleri artar. Bu da varlıklarından soyundukları fena haline göredir.

Hakk’ın (CC) zatî varlığına yakınlık, maddî varlıktan soyunup, fena alemine geçiş kadardır. Fena hali ne kadar artarsa, Hakk’a (CC) yakınlık o kadar artar.

Asıl velî, halinde tam yokluğa varan ve Hakk’ın (CC) varlığını müşahedeye dalandır.

Onun nefsinde, bir seçme kudreti yoktur. Ve onun benliğinde Hakk’la (CC) beraber ikinci bir varlık, karar kılamaz.

O, birçok kerametle teyid edilmiş olmasına rağmen, hepsinden beridir. Hiç biri ile ilgisi yoktur.

Orada hiçbir halin ifşası görülmez. Çünkü Rububiyet sırrının ifşası küfürdür.


Mirsad adlı eserde şöyle denir:

“Keramet sahiplerinin hepsi, hallerinden perdelidir. Keramet gösteren için keramet hayız hali sayılır. Böyle olmakla beraber bir velînin en az bin makamı vardır. İlki kerametler kapısıdır. Ondan geçen öbürlerine nail olur. Aksi halde hiç birine…"

...
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

İkinci Kısım : İnsanın Esfeli Sâfiline Reddi

ALLAHu Teâlâ (CC); lâhût âleminde kudsî rûhu, tam kıvâmında yarattıktan sonra, onu aşağılara göndermeyi diledi ve gönderdi. Bundan kasdı, güçlü pâdişahın katındaki doğruluk otağında, yakınlık bulmak ve ünsiyetin artmasıydı. Ki orası, evliyâ ve enbiyanın makâmıdır.

ALLAHu Teâlâ (CC) o kudsî rûhu önce, ceberût âlemine gönderdi. Berâberinde Tevhid tohumu bulunuyordu. Uğradığı âlemde onun benliğine nûrâniyet hâli emânet edildi. Ve orada bir kisve giydi.

Oradan mülk âlemine geçti. Orada kendi benliğine has HAKK’ın (CC) yarattığı kisveyi giydi. O kisvenin giydirilmesindeki murad, bu mülk âleminin yanmamasını temindi… işte bu yoğun ceseddir.

Bu kudsî rûha, giydiği ceberût kisvesi dolayısıyla, sultânî ruh, tabir edilir. Melekût âleminden aldığı kisve îcâbı, ona seyrânî ve revânî ruh, ta'bir edilir. Mülk âlemine nisbeti ile ona cismânî ruh, ta'bir edilir.

Bu esfel âleme gelmeden maksud, kalb ve kalıp vâsıtası ile, yakınlık ve derece kazanmaktır. Bu âleme gelecek, kalb arzına Tevhid tohumunu ekecek ve orada Tevhid ağacını bitirecek… “O ağacın aslı olduğu yerde durur” ve dalları sürur boşluğunu doldurur. Ve orada ALLAH (CC) rızâsı için, Tevhid meyveleri verir.

Ve sonra, kalb arzına, şeriat tohumu ekti. Orada şeriat ağacını büyütmeyi istedi. Ve derecelere âit meyvelerin hâsıl olmasını istiyordu.

ALLAHu Teâlâ (CC) ruhlara cesetlere gitmeyi emredince, her birine has yer ayrıldı.

Cismânî rûhun yeri etle kan arası oldu.

Kudsî rûhun yeri sırda yapıldı. Bu iki ruhtan, her birinin ayrı ayrı yerleri ve bu vücud ülkesinde metâı, kan ve ticâreti vardır. O ticâretler bol ve bereketlidir.

ALLAHu Teâlâ (CC) onları anlatırken şöyle buyurdu:


“Gizli ve âşikâre bol ve bereketli kâr ümit ederler…”
[Fatır S. A.29]


Her insana layık olan odur ki, bu vücud âleminde yapacağı işi bile… anlaya… Çünkü bu âlemde, boynuna hangi hüküm asılmış ise, o hâsıl olmaktadır. Ama bir Âyet-i Kerîme'de zikredilen, o hırs ve dünyâ düşkünü insan için şöyle buyrulur:

“Kabirlerin açılacağı, ve sinelerde olanların ayrılıp ortaya atılacağı zamanı düşünmez mi?”
[Adiyat S. A.9-10]

“Biz, insanların yapacağı işin özetini boynuna taktık.”
[İsra S. A.13]


...
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

Üçüncü Kısım : Ruhların Cesetteki Yeri

Cismanî ruhun cesetteki yeri, sinedir. Zahiri duygularla beraberdir. Onun metaı şeriattır. Yaptığı iş, Allah’ın (CC) emri olan farzlardır. Allah-ü Teala (CC) o emirleri ile, zahirdeki ahkamı düzenlemiştir.

O ruh farzları eda ederken şirk ehli olmaz. Çünkü Allah-ü Teala (CC) onun için şöyle buyurdu:


“O yaptığı ibadette Rabbına (CC) şirk koşmasın.” [Kehf S. A.110]

Allah (CC) BİRdir, BİR’i sever. Yani, ibadetin yalnız kendine has olmasını ister. Dahası var; Ameller gösterişsiz olmalı, duysunlar diye yapılmamalı. Sonra yapılan ibadetin, dünyada iken kârı gözetilmemelidir.

Yapılan ibadetten hasıl olacak velayet hali, keşif ve müşahede hali mülk alemine aittir. Bu haller yer zemininden sema yüksekliğine kadar böyledir.

Sonra, bazı bu aleme has Kevni keramet tabir edilen, ruhbanlara ait işler vardır. Onlar da, suda yürümek, hava boşluğunda uçmak, az zamanda çok yer kat etmek… Uzaktan söyleneni duymak ve iç alemde gizli şeyleri haber vermek gibi şeylerdir…


Ahiret aleminde ise, bazı iyilikler bulabilir. Onlar da cennet, huri, köşkler, gılman, içkiler(*) ve cennetin diğer nimetleri… Bunlar, birinci cennet olan meva cennetindedir.
(*)Burada içkilerden kasıt, dünyada tabir edilen sarhoş edici içecekler değil, ahiret alemine has içeceklerin yekünu olarak kast edilen içeceklerdir.

Revani ruhun yeri kalbdir. Metaı, manevî yolculuğa dair olan ilimdir. Bu ruhun meşgalesi Hakk’ın (CC) zatına ait isimlerin ilk dördü iledir. Diğer on iki isimde olduğu gibi, bu dört isimde de ses, harf, konuşma olmaz. Allah-ü Teala (CC) bu hale işaret için şöyle buyurdu:

“İster Allah (CC) deyiniz, isterse Rahmân (CC); hangisini çağırırsanız, çağırınız; güzel isimlerin hepsi O’nundur (CC).”[İsra S. A.110]

Yine buyurdu:

“Güzel isimler O’nundur (CC). Onlarla çağırınız.”[Araf S. A.180]

Bu ayetlerdeki işaret şudur ki, uğraşılması gereken esaslı iş, ilahî isimlerdir. O da iç alemine dair olan bilgidir. Bu bilgiden hasıl olan marifete gelince: Tevhid esmasının sonucu olduğunu söyleriz.

İlahî esmaya dair Peygamber (SAV) Efendimizin şu Hadis-i Şerifi vardır:

“Allah-ü Teala’nın (CC) doksan dokuz ismi vardır; herkim onları ezbere sayarsa, cennete girer.”

Anlatmak istediğimiz mevzuu açıklayan Peygamber (SAV) Efendimizin bir Hadis-i Şerifi de şöyledir:

“Ders bir harftir, tekrarı bindir.”

Yani, zata has isim bir tane; ama, onun huyuna bürünen sayısız…

On iki ilahî isim, Lâ İlâhe İllallah cümlesinin esasına dayanır. Çünkü bu cümlenin Harfleri on ikidir.

Allah-ü Teala (CC) , kalb işlerindeki her harfe bir isim verdi.
Ayrıca her alemin üç ismi vardır. Allah-ü Teala (CC), sevenlerin kalbini öylece, sevgide sabit kıldı…

Bu durumu, Allah-ü Teala (CC) şöyle haber verdi:

“Allah (CC) iman eden kimselerin kalbini dünyada ve ahirette sabit söz üzerine tesbit etti.”[İbrahim S. A.27]

Ve onlara, ünsiyet zevkini ihsan eyledi.

Tevhid ağacını onların kalbine yerleştirdi. Aslı, yerin yedinci zemininde sabit olup, belki daha aşağıda; dallarına gelince, sema yüksekliğinden taa arşa kadar veya daha yukarı uzar.

Allah-ü Teala (CC) diğer Ayet-i Kerimede şöyle buyurur:

“O bir pak ağaca benzer, kökü yerde, dalı semaya uzar.”[İbrahim S. A.24]

Revani ruhun yeri, kalb hayatıdır. Melekût alemini müşahede eder. Müşahede ettiği şeylerin bir kısmı, cennetler ve onun ehli, nurları, ve içinde bulunan meleklerdir.

Sonra konuşması iç aleme dair olur. İlahî isimlerin batın manasını düşünür; sessiz ve harfsiz konuşur. Bu ruhun, ahiretteki yeri ise, Naim cennetidir.

Sultani ruha gelince… Onun da olduğu ve tasarruf ettiği bölge Fuad’dır. Bunun metaı ise, marifettir. İşine gelince, kalb dili ile vasıta kılınıp yalvarıları ilahî ilimlerin hepsidir.

Peygamber (SAV) Efendimiz ilmi anlatırken şöyle buyurur:


“İlim iki çeşittir. Biri, dildeki ilim; bu Allah’ın (CC) kullarına karşı bir tutanağıdır, öbürü de kalblerdeki ilimdir. Faydalı olan da budur.”

Esas yararlı bilgi bu ilmin çerçevesi içindedir. Peygamber (SAV) Efendimiz diğer bir Hadis-i Şerifinde ise. şöyle buyurur:

“Kur’an’ın bir dış, bir de iç manası vardır.”

Yine buyurur:

“Allah-ü Teala (CC) Kur’an’ı on batında inzal eyledi… Her batın mananın bir sonrası daha faydalı ve daha karlıdır. Çünkü gerçeğe daha yakındır…”

Bahsettiğimiz, on iki ilahi isim, bir nevi Musa Nebinin (AS), tasa vurup açtığı on iki çeşmeye benzer. Bu durumu, Allah-ü Teala (CC) bize şöyle haber verdi:

“Musa (AS), kavmi için bizden su talebinde bulundu. Ona (AS): ‘Tasa sopanla vur.’ dedik, o zaman on iki göze fışkırdı. Her cemaat, içeceği yeri bildi.”[Bakara S. A.60]

Zahirdeki ilim, geçici yağmur suyuna benzer. Batınî ilme gelince, temeli olan bir hazinedir; ki bu, zahir ilimden daha yararlıdır.

Allah-ü Teala, bir misal olarak şöyle buyurur:

“Ölü yer, onlara kudretimizi bildiren bir delil olmalıdır. Oraya can verdik, habbe çıkardık; ondan yemektedirler.”[Yasin S. A.33]

Allah-ü Teala (CC) bu afakta habbe yarattı. Bu habbe, hayvani nefsin kuvvetidir. Bir de enfüsî aleme habbe halk etti. O da, ruhanî ruhların kuvvetidir; gıdasıdır.

Peygamber (SAV) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:


“Her kim kırk gününü ihlas ile sabahlarsa, hikmet kaynakları kalbinden diline akar.”

Bu sultanî ruhun kârına gelince, Cemâl sıfatının tecellisini seyre dalıp hayran olmaktır. Bunu Allah-ü Teala (CC) şöyle haber verdi:

“Fuad gördüğünü yalanlamadı.”[Necm S. A.11]

Bir Hadis-i Şerifte ise, bu durum daha başka anlatılır:

“Mümin, müminin aynasıdır.”

Birinci müminden imanlı kulun kalbi, ikinci, müminden ise, Allah-ü Teala (CC) murad ediliyor. Allah-ü Teala (CC) bir sıfatının Mümin olduğunu bize şu ayetiyle bildirdi:

“O Mü’min (CC) ve Müheymin’dir (CC).”[Haşr S. A.23]

Bu sultanî ruhun meskeni öbür alemde, üçüncü cennet sayılan Firdevs cennetidir. Kudsî ruhun tasarruf ve durak yerine gelince, o da SIR’dır.

Bu ruhun hali, şu kudsî hadisle anlatılır:


“İnsan benim sırrım; ben de insanın sırrıyım.”

Bu ruhun metaı hakikat ilmidir; bu ilim aynı zamanda Tevhid ilmidir. Yaptığı işlere gelince, Tevhid isimlerine devamdır. Buradaki devam, sır lisanı ile olur. Öbürlerinde olduğu gibi, burada da zahiri nutuk yoktur:

“Sözü bağırarak demekte isen; o gizliyi bildiği gibi, en hafiyi de bilir.”[Taha S. A.7]

Kudsî ruhun haline Allah-ü Teala’dan (CC) başkası vakıf olamaz.

Bu ruhun kârı, mana yavrusunun zuhurudur. Müşahede ettiği ve gördüğü, Allah-ü Teala’nın (CC) vechidir. Hem Celâl, hem de Cemâl sıfatlarına bakar. Bakışı sır gözü iledir. O günde yüzler parlak olarak Rablarına (CC) bakarlar. Orada benzeme ve benzetilme yoktur. O (CC) işitir ve görür.

İnsan, gayesini bulunca, akıl inhisarı altına girer. Kalbler hayrete dalar. Diller tutulur; bu hallerden haber vermeye gücü yetmez. Çünkü Allah-ü Teala (CC) görünen misallerden münezzehtir.

Anlattığımız bu haberler ilim sahiplerine ulaşınca, onlara gerekir ki, ilim makamlarını anlamaya çalışalar. Bütün rağbetlerini, oraya yönelteler, gerçek yüzünü anlamaya bakalar. Teveccühlerim daha ötelere aşıralar… Daha yükseklere varalar. Daha ilerisi ledünnî ilme ereler. Anlattığımız halleri inkara sapmadan, zatî olan ehadiyet makamını bulmaya, irfan sahibi olmaya bakalar.

***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

DÖRDÜNCÜ KISIM:İLİMLERE DAİR

Zahirdeki ilimler, sayı olarak on iki bölüme ayrılır. Keza batın ilmi de on ikiye bölünmüştür.
Bunlar, avam ve has kullar arasında, herkesin kabiliyetine göre taksim edilmiştir.
Biz, burada ilimleri dört bölüme ayırıp anlatmaya çalışacağız.

Birincisi: Şeriatın zahirdeki emri,yasağı ve koymuş olduğu diğer hükümler.

İkincisi: O ahkamın iç hükümleri ki, ona batın ilmi ve tarikat ilmi, ismini verdim.

Üçüncüsü: Batının bizzat kendisi… buna marifet ilmi ismini veriyorum.

Dördüncüsü: Batından daha batın. Buna da hakikat ilmi, adını veriyorum.

Bu saydıklarımızı tümden öğrenmen, bilmek ve onlara varan yolları bulmak lazımdır.
Peygamber (SAV) Efendimizin bir Hadis-i Şerifi vardır, onu da yeri gelmişken zikredelim:

“Şeriat bir ağaçtır. Tarikat onun dalları, marifet yaprakları, hakikat ise meyvesidir.
Kur’an’a gelince, gerek tevil, gerekse tefsir bakımından hepsini camidir.”


Mecma adlı eserin sahibi der ki:
“Tefsir avam için, tevil ise, havas kullara hastır. Çünkü havas kullar, manevi ilimde rasihdir.
Rasih burada ilim cihetinden sebatlı, kararlı, hüküm çıkarmaya yetki sahibi kimseler, manasına gelmektedir.
Onlar, tıpkı hurma ağacı gibidir. Kökü yerle sabit; dallarına gelince, semaya doğru baş salmıştır.”


Burada anlatılan rüsuh, kalbin özüne kalbe yerleşir.
Ayetteki Verasihune cümlesi, İllallah kelimesine atf olunmaktadır. Bu, bir kavle göre tefsir edilmiştir.
Tefsir-i Kebir sahibi, bu ayetin tefsirinde der ki:

“Eğer bu ayetteki kapı açılaydı, batın aleminin kapıları tümden açılırdı.”

Sonra kulun haline gelince, o emir veya yasakları yerine getirmeye memurdur,
ileride anlatacağımız dört daire içinde nefse muhalif hareketle mükelleftir.
Şeriat dairesinde nefis, muhalefet için vesvese verir.
Tarikat dairesinde ise, uyma emrini verir.
Velayet ve nübüvvet davalarını karıştırır. Müridi, yersiz iddia peşinde koşmayı sevk eyler.
Marifet dairesinde ise, daha başka şeyleri emreder. Rububiyet davasına yeltenir. Gizli sirke düşer.
Bir Ayet-i Kerimede Allah-ü Teala (CC) şöyle buyurur:

“Boş arzularını ilah tutanı gördün mü?”[Furkan S. A.43]

Hakikat dairesine gelince, orası başkadır. Oraya nefsin, şeytanın yolu uğramaz. Hatta melekler de giremez.
Allah’tan (CC) gayrı herşey orada yanar. Cibril (AS), bu hali Peygamber (SAV) Efendimize anlatırken:

Bir karınca adımı ileri geçsem, yanarım.” dedi.

Kul bu halinde nefis ve şeytan hasmından azad olur, ihlasa bürünür.
Allah-ü Teala (CC) şeytanın sözünü hikaye ederek, şöyle buyurdu:

“İzzetine yemin olsun ki, ihlas sahibi kulların hariç, hepsini azdıracağım.”[Sad S. A.82]

Kul, ihlas sahibi olmayınca hakikata eremez. Çünkü beşeri sıfatlar, ancak zatî tecelli ile sona erer.
Cehaletin ortadan kalkması, Allah-ü Teala’nın (CC) zatına karşı irfan sahibi olmakla olur. Bu da tahsille elde edilmez.
Allah-ü Teala (CC) vasıtasız öğretir. Tıpkı Hızır Nebiye (AS) olduğu gibi…
Kendi kalından ilim verir; o da verdiği o duygu ile arif olur ve ihsanla da ibadet eder.

Bu aleme eren, kudsî ruhları müşahede eder. Peygamberi –Muhammed’i- (SAV) görür. Onunla olup bitenleri baştan sona konuşur.
Diğer Peygamberler de ona sonsuz vuslatla müjde verirler. Allah-ü Teala (CC) onları anlatırken şöyle buyurdu:

“Onların arkadaşlığı ne iyi oldu.”[Nisa S. A.69]

Bu ilmi benliğinde bulamayan kimse, milyon ciltlik kitap okusa; yine de alim olamaz.
Zahirdeki ilimlerle elde edilen mükafat, ancak cennete götürebilir. Orada ancak ilahi sıfatların nuru tecelli eder.

Alim, zahiri bilgi ile kudsî hareme giremez; yakınlık alemine de eremez. Çünkü, o bir uçuş alemindedir.
Uçmak için iki kanada ihtiyaç vardır. Kul odur ki, zahir ve batın bilgisi ile çalışır ve anlattığımız aleme kavuşur.
Allah-ü Teala (CC), kudsî bir hadiste şöyle buyuruyor:

“Kulum! Haremime dahil olmak dilersen, mülke, melekûta, ceberûta bakma!”

Çünkü, mülk alimin şeytanı, melekût arifin şeytanı, ceberût ise, gerçeğe vakıf olanın şeytanıdır.
Her kim onların biriyle razı olsa, dergahtan tard olunmuştur; Allah’ın (CC) katında böyledir.
Demek istiyorum ki, zat-ı ilahî'ye yakınlık hakkını kaybetmiştir. Dereceleri durur.
Halbuki, onlar, yakınlık istiyordu; o aleme bu halleri ile eremezler.
Çünkü esas arzu edilecek şeyi istemediler. Onların tek kanadı vardır.

Hak yakınlığına erenler için öyle nimetler vardır ki, onları hiçbir göz görmedi, kulak işitmedi, beşer kalbi adlarını duymadı.
Ki, o yakınlık cennetidir. Orada huri, köşk olmaz…

İnsana layık olan odur ki kadrini bile. Hakkı olmayan şeyi nefsi için iddia etmeye.

Hz. Ali (KV) der ki:
“Kadrini bilen, haddini aşmayan, diline sahip olan, ömrünü boşa sarfetmeyen kimseye Allah (CC) rahmet eylesin.”

İlim sahibine gereken manalar çocuğu -Tıfl-ı Maani- adı verilen, insanlığın hakikatini anlaya…
Tevhid esmasına devamla, onu terbiye ede… Cismanî alemden geçip, ruhanî aleme ere…
Orası sır alemidir. Allah-ü Teala’nın (CC) zatından gayrı orada yoktur. Orada bir başka diyar da yoktur.
Orası sonsuz, bir sahradır. Manalar çocuğu -Tıfl-ı Maani- orada uçar. Acaip ve garip şeyler görür.
Ama, onlardan haber vermek mümkün olmaz. Orası kendi varlıklarından fena bulan, tevhid ehlinin makamıdır.
Vahdet gözü ile bu böyledir. Allah-ü Teala’nın (CC) cemalini görmekle, kendine has fani vücudu kalmaz.
Güneşten gözü kamaşan da kendini göremez. Allah-ü Teala’nın (CC) cemal tecellisi önünde, nefsin nesi kalabilir ki?… hiç… İsa Peygamber (AS) der ki:

“İnsan, melekût alemine geçmesi için, iki defa doğması lazım; ki kuşlar da iki defa doğar.”

Bu kelamdan murad; ruhanî olan, mana aleminin doğmasıdır. O insanın, gerçek kabiliyetinden gelir. O da insanın sırrıdır.
Onun varlığı ve ilgileri şeriat ve hakikat ilminin birleşmesinden doğar. Çünkü yavru iki suyun bir araya gelmesinden hasıl olur.
Allah-ü Teala (CC) bunu anlatmak için şu ayetini inzal eyledi:

“Biz insanı karışık sudan halk ettik; onu tecrübe ederiz.”[ İnsan S. A.2]

Bu mana hasıl olduktan sonra, halk denizinden geçip, emir derinliğine inmek kolay olur.
Alemlerin tümü, ruh alemine göre bir katredir.
İşte bunlar anlaşıldıktan sonradır ki; ruhanî ve ledünnî ilimlerin feyzi ve nuru, harfsiz, sessiz kainata dağılır.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen MINA »

CENAB-I HAK RAZI OLSUN..
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

AMİNN, ECMAİN MİNA CAN!
Cenab-ı ALLAH BİZi Hayrlara Gark Etsin, İnşae ALLAH!
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

BEŞİNCİ KISIM : Tevbe ve telkin üzerine

Buraya kadar bazı meratib(mertebeler) izah edildi; onların hangisi olursa olsun, tevbe ile elde edilir. Bunu böylece bilesin.
Tevbenin tam olması da şarttır. Ayrıca ehli olandan da, o yolların telkinini almak gerekir.
Allah-ü Teala (CC) şöyle buyurdu:

“Onları takva kelimesi ilzam etti.”[Fetih S. A.26]

O takva kelimesi Lâ ilâhe illallâh, cümlesidir. İşte ona sahip olanı bulup almak icab eder.
Sonra o kelimenin alındığı yerin, ALLAH (CC), lafza-i celalinden gayrı herşeyden pak ve temiz olması da icab eder.
Bilhassa avam halkın ağzından duyulan bütün sözlerle, o kalb sahibi tarafından söylenen söz ayırd edilmeli…
Ayrıca söylenenlerin, söyleniş tarzına da dikkat etmeli. Zahirde aynı manayı taşısalar bile, batın itibarı ile tamamen değişiktir.
O zattan çıkan kelamla, diğerleri aynı olamaz.
Kalb; manen diri bir kalpten Tevhid tohumunu alınca hayata kavuşur. Ve o tohum tam olur.
Kemale ermeyen tohumdan bir bitki bitmez. Kur’an-ı Kerim’in iki yerinde geçen:
Lâ İlâhi İllallâh cümlesi, anlatmak istediğimizin esasına işaret eder.

Birinde: “Lâ İlâhi İllallâh, cümlesi onlara okunduğu zaman büyüklenirler.”[Saffat S. A.35]

Bu ayet zahirî duruma işaret eder; yani avama dairdir. Diğer yerde ise, şöyle buyurulur:

“Şunu bil ki, -Lâ İlâhe İllallâh- Allah’tan (CC) başka ilah yoktur, sonra senin ve kadın, erkek müminlerin günahına bağış talebinde bulun!”[Muhammed S. A.19]

Bahsettiğimiz telkin bu ayetin delaleti ile olmaktadır. Ki bu, havas kullar için buyurulur.
Zikir telkini: Bu yolu, Resulullah (SAV) Efendimizden ilk taleb eden Hz. Ali (KV) Hz.leri olmuştur.
Peygamber (SAV) Efendimizden en yakın, en değerli ve en kolay yolu belletmesini temenni etmişti.
Bunun üzerine Peygamber (SAV) Efendimiz Hz. Cibril’in (AS) gelmesini bekledi..
Geldi; üç defa Peygamberimize (SAV) yukarıda zikri geçen Tevhid kelimesini telkin etti.
Sonra Peygamber (SAV) Efendimiz aynı şekilde tekrar etti. Bundan sonra Hz. Ali’ye (KV) belletti.
Daha sonra Ashab’a (RA) geldi. Aynı cümleyi onlara öğretti..
Ve aynı manayı anlatmak için birgün, şöyle buyurdu:

“Biz küçük cihaddan döndük; büyük cihada geliyoruz.”

Bunu söylerken nefisle edilen cengi murad ediyordu. O büyük Peygamber (SAV) birgün Ashap’tan (RA) birine şöyle diyordu:

“En büyük düşmanın; iki kaburga kemiğin arasındaki düşmandır.”

İlahî sevgi, vücud düşmanı ölmeyince ele gelmez.
Vücudun, ilk defa emmare, levvame ve mülhime derecelerinde olan nefisten temizlenmesi lazımdır.
Sonra, hayvani adetlerden de pak olmak icab eder.
Özellikle; çok yemek, çok içmek, çok uyumak, boş şeylerle meşgul olmaktan…
Sonra, yırtıcı hayvani huylardan sayılan öfkelenmek, kızmak, dövmek, saldırmak ve benzeri huyları da bırakmalıdır.
Şeytanî huylardan sayılan, büyüklenmek, kendini beğenmek, hased etmek, kin ve benzeri huyları da bırakmak icab eder.
Bunların dışında kalan, kalbe ve bedene dair afetlerden de korunmak, temiz olmak icab eder.
Bunlardan arınan kimse, esasta sayılan hatalardan arınmış olur. Temiz, pak, tövbekar kullardan sayılır.
Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurulur:

“Allah (CC) , tövbekarları, sever; pak, temizleri sever.”[Bakara S. A.222]

Zahirde mücerret günahlardan tevbe eden için gereken şudur ki, aşağıya alınan cümlenin tehdidi altına girmeye…

“Her nekadar tevbe ettiyse de, tövbekar olmamıştır.”

“Tevbekar olmamıştır.” cümlesi biraz mübalağa ile zikrediliyor.
Bundan çıkan mana şudur: Havas kullara has olan tevbe ile tevbe etmiyor…
Dıştan tevbe edip işin özüne geçmeyen kimse odur ki: Otu keserken, kökünü kesmiyor; yalnız dışta görünen kısmını koparıyor.
Bu hale göre, o ot ilk halde; öncesinden daha çok dal salacaktır.
Hataları, bilhassa kötü huyları tam bırakan kimse, kopardığı otu kökten keser.
Şüphesiz, o bir daha dallanmaz; dallanması nadir olur; ki onu kurutmak kolaydır.
Bu sökülme ameliyesi yapılırken,. diğer bir büyük zattan gelen manevî telkin de, bir alet sayılır.
Yapılan telkin kime ise; onda mevcut olan Hakk’ın (CC) zatından gayrı şeyleri keser atar.
Acı ağacı, kökünden kesip geçmeyen kimse, tatlı ağaca eremez.

“Ey basiret sahipleri ibret alınız; iflahınız ve vuslatınız, bu yolda umulur.”[Haşr S. A.21]

Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurulur:

“O öyle bir Allah’tır (CC) ki, kullarından tevbeyi kabul eder; hatalardan geçer.”[Şura S. A.25]

Yine buyuruyor:

“Kim tevbe ve iman eder, iyi işi yaparsa.. Allah (CC) böyle bir zümrenin kötülüklerini iyiliğe çevirir.”[Furkan S. A.70]

Tevbe iki kısımdır. Avam halkın tevbesi bir de, has kulların tevbesi…
Avam halkın tevbesi; Zikirle, ciddî çalışma ile olur. Böylece isyandan taate, kötülükten iyiliğe, geçilir ve cehennemden cennete gidilir.
Sonra tövbenin aslına, bedenin rahatından geçip, nefsin güç işlere sokulması neticesinde varılır.
Has kulların tevbesine gelince… O, bir başka durum arz eder.
Onlar, iyi görünen kimselerin iyi hallerinden daha ileride bir marifet makamındadırlar. Dereceler onlar için yok olur, tam yakınlığa varmışlardır.
Cismanî tadları bırakıp ruhanî lezzete ererler.
Bu lezzet; Allah-ü Teala’nın (CC) zatından gayrı herşeyi bir yana atıp, O’nunla (CC) ünsiyet etmek ve O’na (CC) yakın gözü ile nazar eylemektir.

Yukarıda bahsi geçen tadlar, maddi varlığın kazancı sayılır. Halbuki o maddî varlığın bizzat kendisi hatadır; kazancı da ona göre..
Nasıl ki şöyle bir büyük kelam vardır: “Vücudun öyle bir günahtır ki, onunla hiçbir günah kıyas edilemez.”
Bazı büyükler, Allah (CC) onlara rahmet eylesin şöyle derler: “Yakınlık makamına varamayan iyilerin yaptığı iyi iş; yakınlık makamına varanlara nazaran, hata sayılır.”
İşte bundandır ki, Peygamber (SAV) Efendimiz günde yüz defa istiğfar ederdi.
Bunu Allah-ü Teala (CC), bize talim için Peygamber (SAV) Efendimize buyurmuştur:

“Günahına bağış talebinde bulun.”[Muhammed S. A.19]

Yani, varlığını silmeyi Allah’tan (CC) dile.. Bu hale, tevbeden daha çok İnabe, tabir edilir.
İnabe, Allah’ın (CC) zatından gayrı herşeyden geçip ona dönmektir. Ve O’nun (CC) yakınlık evine girip, ilahî yüze nazar eylemektir.
Bu aziz kulları Peygamber (SAV) Efendimiz anlatırken, şöyle buyurur:

“Allah’ın (CC) birtakım kulları vardır ki; onların bedeni dünyadadır; ama kalbleri arş altında.”

Onların kalbi arş altında olması, dünyada ilahî rüyetin olmayışındandır. Kalb aynasında ilahî sıfatlann tecellisi görülür. Ki, Hz. Ömer R.A. bu hususta der ki:

“Kalbim, Rabbımı (CC), Rabbımın (CC) nuru ile gördü.”

Kalb, CEMAL sıfatının tecellisine bir aynadır. Bu anlatılan alemin bir ismi de müşahededir.
Bunun hasıl olması için: Ergin, vuslat alemini bulmuş, geçmiş zatlar tarafından makbul olan bir zatın telkini lazımdır.
Bu zat, o aleme erdikten sonra. Allah’ın (CC) emri ile, noksan kişilerin eksiğini tamamlamak için, bu aleme gönderilmiş olmalıdır.
Bu gelişte vasıta bizzat Peygamber (SAV) Efendimiz olmalıdır.
Velî zatların kullara gönderilişi özel bir durum arz eder. Bunların daveti umuma şamil değildir.
Bu yüzden Peygamberlerle (AS) tefrik edilirler. Çünkü Peygamberler (AS) hem havas kullara hem de avama gönderilmiştir.
Sonra, bunlar, yani, Peygamberler (AS), kendi işlerinde tam istiklale sahiptir.
Velîler müstakil değildir; Peygambere (AS) uymak zorundadırlar. Derler ki:
“Kendi istiklalini ilan etmeye yeltenen bir velî, kendisini Peygambere (AS) benzetmek ister ki; bu isteği onu küfre götürür…”

Peygamber (SAV) Efendimiz, ümmetinden ulema güruhunu İsrail devri peygamberierine benzetmiş olması başka mana taşır.
Musa (AS), Peygamberden (AS) sonra gelen nebi onun kurduğu dini esas üzerine yürümekte idi.
Yeni bir şeriatle değil, aynı şeriatı takip edip gelmekte idi.
Bu ümmetin uleması ise, havas kullara gönderilmiştir, emri ve yasağı yeni bir şekilde sunarlar.
Açık bir şekilde, amelleri talim eyler, din temelindeki güzelliğe halkı devam ettirmeye bakarlar.
Marifet için bir temel yeri olan kalbi temizletirler.
Bunlar; Ashab-ı Suffa (RA) gibi, Peygamberin (SAV) verdiği bilgiye göre, haberler verirler.
Ashab-ı Suffa (RA) öyle bir hale ermişti ki, Peygamber (SAV) Efendimiz, miraç hadisesini anlatmadan önce; onlar, miracın sırlarından bahsederdi…
Velî, Peygamberin (SAV) velayet haline de sahiptir.
Çünkü taşıdığı hal, Peygamberliğin bir cüzüdür, iç alemi Peygamberin (SAV)emanetindedir.

Bu anlatılanları dinlerken: Zahiri ilme sahib olan herkesin, bu hale ereceği akla gelmesin.
Bizim anlattığımız Peygamber (AS) varisleri, neseb itibarı ile ona yakın olanlardan da ileridir.
Peygambere (AS) tam varis olan, bir oğul derecesindedir; ki o manevî neseb itibarı ile en yakındır
Zahiri neseb, bu nesebe göre sönük kalır…

Oğul, hem iç, hem de dış itibarı ile babanın sırrını taşır. Bu durumu Peygamber (SAV) Efendimiz şöyle anlatır:

“Öyle ilim vardır ki, gizli bir hazine gibidir. Onu ancak Allah’ın (CC) zatına karşı alim zatlar bilir. O sır konuşulduğu zaman, izzet sahipleri inkar etmez.”

Bu ilim, Peygamber (SAV) Efendimizin kalbine micaç gesesi doğdu. O bu sırrı o kadar gizledi ki, otuz bin perde arkasına sakladı.
Peygamber (SAV) Efendimiz onu, yakın Ashab (RA) ve Ashab-ı Suffa’dan (RA) gayrına açmadı.
O sırrın bereketi iledir ki, şeriat ahkamı kıyamete kadar devam edecek…
Batın ilmi, o sırra iletir.
İlimler ve marifet nevinden olan şeyler o sırrın kabukları sayılırlar.
Zahiri bilgiye sahip olanlar da, ona bir nevi varis sayılır.
Zahiri alimlerin bir kısmı, farzlara sahip olurlar. Bir kısmı da Zevil Erham makamında olup, zahirdeki ilmi muhafaza eder.
İyi öğütle kulları Allah’a (CC) çağırırlar.
Bazı ehl-i sünnet yolunu tutan zatlara gelince, onların zinciri Hz. Ali’ye (KV) kadar uzar. Çünki ol ilmin karargahıdır.
Hikmetli davetin kapısı oradadır. Allah-ü Teala (CC) bir Ayet-i Kerime’de şöyle buyurur:

“Hikmetle, güzel öğütle Rabbın (CC) yoluna davet et… Onlarla en iyi şekilde mücadele et…”[Nahl S. A.125]

Onların kelamı esasta bir olmakla beraber, teferruat itibarıyla çeşitlidir.
Anlatmak istediğimiz üç mana vardır ki, yukarıda zikri geçen ayette mevcuttur.
Bunların ilmi Peygamber (SAV) Efendimizin zatında birleşir. Zaten bu ağır vaziyete ondan başkası tahammül edemez.

Biz o vazifeleri biraz tefsir ederek aşağıda anlatacağız.

Birinci Vazife: Hal ilmi… Bu işin özüdür. Er kişilere verildi. Er kişiler, bu hali elden kaçırmamaya bakarlar.
Peygamber (SAV) Efendimiz onları anlatırken şöyle buyurur:

“Erkeklerin himmeti, dağları yerinden oynatır.”

Buradaki dağdan murad, kalbin ağırlığıdır. Onların duası ve yakarması ile arzuları yerine gelir, yok olmasını diledikleri şey de erir…
Bunların halini şu Ayet-i Kerime anlatır:

“Her kime hikmet verildiyse, şüphesiz ona bol hayır verilmiştir.”[Bakara S. A.269]

İkinci Vazife: Yukarıda anlatılan özün, kabuğudur. Bu hal zahiri bilgi sahiplerine verildi.
İyi öğüt, iyiliği söylemek, yasakları yaptırmamak vb… bunların yaptığı işler arasında sayılır.
Bu zümreyi Peygamber (SAV) Efendimiz şu Hadis-i Şerifinde daha iyi anlatır:

“Alim, öğüdünü bilgi ve edeble verir. Cahil, öğüdünü öfke ve vurarak verir.”

Üçüncü Vazife: Bu üçüncü derece, kabuğun kabuğu sayılır. Emirlere has işlerdir.
Zahiri adalet ve siyaset gibi… Bu hale, önce zikredilen ayetin:
“Onlarla iyi şekilde mücadele et.” cümlesi işaret eder.
Bunlar Kahhar sıfatının mazharıdır. Ve dinî nizamı korurlar. Taze cevizin yeşil kabuğu misali…
Zahirî bilgi sahipleri ise, cevizin özünü saklayan sert kabuğuna benzer.
Batın alimlerine gelince onlar da öz sayılır.
Peygamber (SAV) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:

“Ulema meclisinde oturmalısınız. Hakimlerin sözünü dinlemelisiniz. Allah-ü Teala (CC), yağmur suyu ile, yeri yeşerttiği gibi; hikmetle de ölü kalbleri ihya eder.”

Yine buyurur: “Hikmet, müminin yitiğidir, bulduğu yerde alır.”

Avam halkın dilinde olan kelam, Levh-i Mahfuz’dan iner; orası ceberut alemidir.
Derece itibarı ile hesaplanır. Hakk’a (CC) vasıl erlerin dilinden akıp gelen cümleler en büyük makamdan coşar…
Orası yakınlık ilidir; arada vasıta yoktur. Herşey aslına dönecektir.
Bu sebeple kalbin dirilmesi için, ehl-i telkini arayıp bulmak gerek… Bu farzdır.
Peygamber (SAV) Efendimizin şu Hadis-i Şerifi buna işaret eder:

“İlim, her müslüman kadın ve erkeğe farzdır.”

Burada farz olan ilimden murad, marifet ve Hakk (CC) yakınlığı ilmidir. Geri kalan bilgilerin, ancak lüzumu kadarı farzdır.
Farz ibadetlerini edası için gereken fıkıh ilmi gibi…
Allah-ü Teala’nın (CC) hoşnut olduğu odur ki, kulu derece ve makam hırsından geçe.
Yakınlık alemine vara…
Derecelerin hiç birine iltifat etmeye…
Allah-ü Teala (CC) bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurur:

“Söyle, ben yaptığım işe sizden ücret istemiyorum. Ancak yakınlıklara bağlılık, sevgi…”[Şura S. A.23]

Bazı rivayetlere göre, buradaki yakınlıktan murad. Hakk (CC) yakınlığı bilgisini talimdir.


***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ALTINCI KISIM - Tasavvuf Ehline Dair


Onların Tasavvuf Ehli olarak ad almalarına yegane sebep; iç alemlerim Tevhid ve marifet nuru ile aydın kıldıkları içindir. İkinci bir sebep de, Ashab-ı Suffa’ya (RA) intisapları.

İlk zamanlarında koyun postu giydikleri için de olabilir. Orta halde olanlar koyun postundan elbise giyer.

Tasavvufun son devresine gelenler de eski, yamalı libasa bürünür… Dış halleri böyle olduğu gibi, iç alemleri de aynıdır… Yemek, içmek işlerinde de mertebe takib ederler.

Mecma tefsiri sahibi der ki: “Zühd ehline gerek yemek, gerekse giymek işlerinde kaba saba şeyler giymek yaraşır. Marifet ehli yumuşak ve narin olmalı…
Çünkü onlar, insanların uğrak ve durak yerleridir. Sünneti takip etmek onlara gerekir.
Onlar birinci ilk safta gözükür, ilk bakanların yoldan şaşmaması için, ilk saftakiler iyi giyinmeli, kibar olmalı…
Sonra onlar Ehadiyet makamındadır.
"

Tasavvuf kelimesi dört harften ibarettir: Ta, Sad, Vav, Fa

Ta: Tevbeyi ifade eder. Bu da ikiye ayrılır:

Zahiri tevbe, batıni tevbe…

Zahiri tevbe odur ki: Sözde, işde, bütün dış duygular, günahtan ve kötü işlerden beri alınıp taate sevk edile… Baş kaldırma bırakılıp uyarlık hali alınmalı…

Batınî tevbeye gelince… Ona da: Kalbin tasfiyesi ve zahirî tevbeden bir başka olan, tam muvafakata geçmek… denilebilir…

Kötü halin, iyiye geçmesi ile Ta makamı tamam olur.

Sad: Safa halini ifade eder. Bu da, Ta harfi gibi iki yönden mütalaa edilir. Biri, kalbin safiyeti, öbürü de sırrın…

Kalbin safası odur ki: Beşeri kederlerden beri ola… Mesela çok yemek, çok içmek, çok uyumak ve çok konuşmak kalbi dünyaya çeker. Dünyalık işleri düşünmek onu yorar…

Kalbi yoran, dünyaya salan şeyler arasında: Çok kazanmak, cinsî ifrat, ehlini ve evladını haddinden fazla sevmek gösterilebilir. Bu anlatılan şeyler bir kalbde olursa, saflık ve temizlik çağına eremez.

Kalbin safiyeti zikrullah ile olur. Bu zikir ilk zamanda cehren yapılmalı. Sonra, hafi zikre geçilir.

Allah-ü Teala (CC) bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurur:

“Müminler, onlara denir ki: Allah (CC) anıldığı zaman, kalbleri titrer.”[Enfal S. A.2]

Buradaki titremenin bir manası da haşyet olur. Haşyet, kalbin ayık hali bulması ile başlar.
O gaflet uykusundan uyanır, temizlenir, parlarsa, gayb aleminden hayır ve şerre dair işlerin sureti kalbine nakşedilir.
Peygamber (SAV) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:

“Alim, teftiş eder, arif ise, kalbini parlatmaya bakar.”

Sırrın temizliğine gelince, o da Allah’ın (CC) zatından gayri işlerden beri durmaktır. Ve O’nun (CC) sevgisini kalbe yerleştirmektir.
Sır dili ile, Tevhid esmasına devamdır; bu içten yapılır. Bu hal de tamam olursa, Sad makamı da tamam olur.

Vav: Velayet hali olarak anlatılır. Bu hal, iç alemin safiyeti üzerine düzenlidir.

Allah-ü Teala (CC) velayet halini bulanlar için şöyle buyurur :

“Ayık olunuz, Allah’ın (CC) velî kullarına korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.”[Yunus S. A.62]

Yine buyurur: “Onlara dünya ve ahiret müjdeler olsun.”[Yunus S. A.64]

Velayet halinin neticesi ilahî huylarla bezenmiş olmaktır. Peygamber (SAV) Efendimiz bu manada şöyle buyurdu: “İlahî huyları, huy edinin….”

Bu halde beşeri sıfattan soyunup, ilahî sıfata bürünmek vardır. Bunu Allah-ü Teala (CC) şu kudsi hadisle bize bildirir:

“Bir kulu seversem, gözü, kulağı, dili, eli vs. ayağı olurum. Benimle işitir. Benimle görür. Benimle konuşur. Benimle tutar ve benimle yürür.”

Allah-ü Teala’nın (CC) zatından gayri şeylerden temiz olunuz. Şu Ayet-i Kerime bu makamı daha iyi anlatır:

“Hak geldi, batıl eridi. Batıl mutlaka eriyip gitmeye mahkumdur.”[İsra S. A.81]

İşte bundan sonra, Vav makamı hasıl olur.

Fa: Fena -yokluk- makamıdır. İlahi sıfatlar arasında eriyip gitmektir. Beşeri sıfatlar gidince, yerini Ehadiyet sıfatı alır.

Haddi zatında, Hakk Teala (CC) ne fena bulur, ne de zeval… Bu olanlar arasında kul, baki yaratanla beka bulur. O’nun (CC) rızasına varır… Fani kalb, baki sırla varlığa kavuşur.

“Onun vechinden gayrı herşey helak olur.”[Kasas S. A.88]

Ayet-i Kerimesi, bu iddiamızın şahididir. İhtimal ki, O’nun (CC) varlığına rıza ile gidilir. O’nun (CC) varlığı için iyi işler görülür, rızası gözetilir ve zatına varılır. Bu arada; bir razı olan, bir de razı olunan kalır… İyi amel, manalar çocuğu -Tıfl-ı Maani- olarak adlandırılan hakikî insanlığın hayatını doğurur.

Allah-ü Teala (CC) şöyle buyurur: “Güzel kelam, O’na (CC) varır; iyi işler O’na (CC) yükselir.”[Fatır S. A.10]

Hangi iş olursa olsun, Allah (CC) için yapılmıyorsa, şirktir. Sahibini helak eder. Fena hali hasıl olunca, beka tamam olur.
Bu beka yakınlık alemindedir. O alemi Allah-ü Teala (CC) şöyle anlatır:

“Doğruluk otağında. güçlü padişahın katında…”[Kamer S. A.55]

Orası lahût aleminde olup, nebilerin, velilerin makamı olmuştur. Sonra; Allah (CC) doğrularla beraberdir.

Sonradan olan bir varlık, ezeli var'la birleşince ona vücud düşünülemez.

Fark halin tamam olunca, Hakk’la (CC) ebedî safiyet kalır. Bu hali bulanların sonsuz lezzetini Allah-ü Teala (CC) şöyle anlatır:

“Cennete gidenler, orada ebedî kalırlar.”[Araf S. A.42]

Yine buyurur:

“Allah (CC) sabredenler iledir.”[Enfal S. A.66]
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

YEDİNCİ FASIL - EZKAR (ZİKİRLER)

Allah Teala,
"Arafat'tan kalabalıklar halinde dalga dalga indiğinizde, kutsal mahalde Allah'ı anın. O'nun size doğrusunu öğrettiği gibi zikredin / Yolunuzu gerçekten kaybetmişken size doğru yolu gösteren bir ilah olarak anın o'nu"[Bakara,2/98]
buyruğuyla, zikredeceklere zikrin mertebeleri hususunda yol göstermiştir.
Nebi (a.s.m) de
"Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en üstün zikir (cümlesi), LA İLAHE İLLALLAH'tır" buyurmuştur.

Her bir makam için, ya cehri veya hafi olmak üzere özel bir mertebe vardır.
Önce lisanın zikri, sonra sırasıyla, nefsin, kalbin, ruhun, sırrın, hafinin ve nihayetinde ahfa'l-hafinin zikirleri gelmektedir.

Lisanın zikri ile kalbe unuttuğu Allah(cc) tealanın zikri hatırlatılmış olur.
Nefsin zikri, harfler ve ses ile duyulmayan bir zikirdir.
Bilakis o, batında his ve hareket ile duyulur.
Kalbin zikri, kendi derunundaki celal ve cemali mülahaza etmesidir.
Ruhun zikrinin neticesi, sıfatların tecellilerinin nurlarını müşahede etmektir.
Sırrın zikri, ilahi esrarın mükaşefesini murakabe(gözetlemek) etmektir.
Hafinin zikri, (saf) gerçeğin tahtı üzerinde, Zat'ı ehadiyye'nin hakikatine bakmaktır.

"O, (insanın) gizli (düşüncelerini de) bilir, gizlinin gizlisi(duygularını) da"[Taha, 20/7]
ayetinde ifade edildiği gibi. Buna Allah'tan (CC) başka kimse muuttali olamaz.
Bu derece, bütün alemlerin ulaşılabilecek son noktası ve bütün gayelerin en sonudur.

Şu da bilinmelidir ki, orada başka bir ruh daha vardır.
O, bütün ruhlardan daha latiftir. İşte bu ruh, tıflu'l-meani olup, bu merhaleler vasıtasıyla Allah tealaya çağıran bir latifedir.
Mutasavvıflar:
"Bu ruh, herkes için değil, bilakis havas için söz konusudur" derler.
Nitekim Allah(cc):

"O, kullarından dilediğine kendi iradesiyle vahiy(ruh) indirir ki, (bütün insanları) O'na kavuşacakları Gün(ün gelip çatacağı) konusunda uyarsın" [Gafir, 40/15]
buyurmuştur. Bu ruh, hep kudret alemiyle birlikte hakikat aleminin müşahadesinde olup, asla Allah tealadan başkasına meyletmez.
Rasulüllah'ın (SAV) şu hadisinde buyurduğu gibi :

"Dünya, ahiret ehline; ahiret de, dünya ehline haramdır. Dünya ve ahiretin ikisi de, Allah(CC) ehline haramdır."

Allah(CC) teala'ya vuslun yolu, bedenin, sırat-i müstakim üzere, şeriatin ahkamına bağlılığını her an devam ettirmesidir.
Allah'ın zikrine devam da, talipler üzerine kuvvetli bir farzdır. Nitekim bir ayet-i kerimede

"Onlar ki, ayakta dururken(kıyam), otururken(kuud) ve uyumak için uzandıklarında (cünub) Allah'ı anarlar ve gökler ile yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler" [Al-i İmran, 3/19]
buyrulmaktadır. Bu ayette geçen "kıyam" dan kasıt, "gündüz" ; "kuud" dan kasıt ta "gece"dir.
"Cünub" kelimesi ile de, "darlık-genişlik, sıhhat-hastalık, zenginlik-fakirlik, saygınlık-zillet gibi hususlar" kastedilmektedir.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim


SEKİZİNCİ FASIL - ZİKRİN ŞARTLARI



Zâkir (zikredecek kişi), güzel bir abdest alarak, şiddetli bir vurma ve yüksek bir sesle zikretmelidir.
Böylece, zâkirlerin bâtınlarında, zikrin nurları hâsıl olur ve onların kalpleri bu nurlar sebebiyle ebedî-uhrevî bir hayatla hayat bulur.

Nitekim bir âyette şöyle buyrulur:
"Orada, önceki ölümlerinden sonra, (başka) bir ölüm tatmayacaklar" (Dühân, 44/56).

Rasûlüllah (SAV)’da: "Peygamberler ve veliler, evlerinde kıldıkları gibi, kabirlerinde de namaz kılarlar" buyurmuştur.

Bu hadisteki "namaz kılmak" tan kasıt, onların sürekli Rablerine münâcât (gizlice yalvarma) etmeleridir.
Yoksa kıyam, rükû, sücûd ve kuûd rükünlerinden oluşan zâhirî namaz değil. Zaten kul tarafından mücerret münâcât yapılır.
Marifet hediyesi ise, Hak Teâlâ'dandır. Arif kişi, kabrinde münâcâtı artırmak suretiyle, Allah Teâlâ için ihramlı (kendini O'na adamış) olur.

Nitekim Rasûlüllah (SAV) bir hadisinde: "Namaz kılan, Rabbine münâcât (gizli görüşmek) etmektedir" buyurmuştur.

Diri kalp, uyumadığı gibi, ölmez de. Nebî (a.s.m.): "Gözüm uyur, ama kalbim uyumaz" buyurmuştur.

Rasûlüllah (SAV) bir hadisinde de "Kim ilim tahsili yaparken ölürse, Allah onun kabrine iki melek gönderir. Bu iki melek, ona marifet ilmini öğretir. O, kabrinden âlim ve ârif bir kişi olarak kalkar/dirilir" buyurmaktadır.

Bu "iki melek"ten kasıt, Nebî ve velînin rûhâniyetidir. Çünkü melekler, marifet âlemine giremez ve onu öğretemezler.

Başka bir hadiste şöyle buyrulur: "Nice kimse vardır ki, câhil olarak öldüğü halde, kıyâmet gününde âlim ve ârif olarak dirilir. Yine nice kimse vardır ki, âlim olarak öldüğü halde, kıyâmet gününde câhil ve müflis olarak dirilir."

Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurur:
"Hakikati inkâra şartlanmış olanlar, ateşin karşısına getirilecekleri Gün, (onlara) "Bütün güzel şeyler(deki payınızı) dünya hayatında tükettiniz, (öteki dünyayı hiç düşünmeden) onlarla sefa sürdünüz"denilecektir."O halde bu gün, yeryüzünde küstahça büyüklük tasladığınız ve haklı olan her şeye karşı mücadele ettiğiniz için ve yaptığınız bütün sapkınlıkların karşılığı olarak, aşağılanma cezası ile cezalandıracaksınız." (Ahkâf, 46/20)

Hz. Peygamber şu iki hadisinde niyetin önemini dile getirmektedir:
"Ameller, niyetlere göre değerlendirilir...";
"Müminin niyeti, amelinden daha iyidir. Fâsıkın niyeti ise, amelinden daha kötüdür."

Zira ameller, niyet üzerine bina edilir. Bu yüzden, "sahihin (sağlam) sahih üzerine bina edilmesi sahih, fasidin (bozuk) fasit üzerine bina edilmesi ise fasittir" denilmiştir.

Bu konudaki bir âyet meâli şöyledir:
"Kim, öteki dünyada kazanç elde etmek isterse, onun kazancında bir artış sağlarız. Bu dünyada bir kazanç isteyene ise, ondan bir şeyler ver(ebil)iriz. Fakat böyle biri, öteki dünya(nın nimetlerin)den hiçbir pay alamayacaktır." (Şûrâ, 42/20)

O halde, kula gerekli olan şey, vakti kaçırmadan önce, daha dünyada iken, telkin ehlinden uhrevî kalbî hayatı talep etmektir.

Rasûlüllah (SAV): "Kim, âhiret amelleri ile dünyayı talep ederse, âhirette onun için hiçbir pay yoktur" buyurur.

Zira dünya âhiretin tarlasıdır. Burada ona bir şey ekmeyen, âhirette bir şey hasat edemeyecektir. "Âhiretin tarlası"ndan kasıt, dünyada yani varlık âleminde olandır, yoksa göklerde olan değil.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

DOKUZUNCU FASIL - ALLAH TEALA'NIN RÜ'YETİ

Rü'yet (görmek) iki çeşittir:

1. Âhirette, kalp aynası vasıtası olmaksızın, Allah'ın cemâlini görmek

2. Dünyada, kalp aynası vasıtasıyla gönül gözü ile O'nun cemâl nurlarının aksinden olan sıfatlarını görmek,

Nitekim Allah teâlâ: "(Kulunun) kalbi, gördüğünü yalanlamadı" (Necm, 53/11) buyurmuştur.

Nebî (S.A.V.) de: "Mümin, müminin aynasıdır" buyurur. Bu hadiste geçen ilk "mümin"den kasıt, "mümin kulun kalbi"dir. İkinci "mümin" ile de "Allah teâlâ" kastedilmiştir.

Allah, kendisini "... Kurtuluşun tek kaynağı (es-Selâm), İman bağışlayan (el-Mü'min), Doğru ile yanlışın tek belirleyicisi (el-Müheymin) ..."(Haşr, 59/23) âyetinde görüldüğü gibi "el-Mü'min" olarak vasıflamıştır.

Dünyada O'nun sıfatlarını görenler, âhirette nasıllığı olmaksızın Zâtını görecekler. Evliyâdan, Allah'ı görme hususunda sâdır olan iddiaların tamamında, "O'nun sıfatlarını müşahede etme" söz konusudur. Meselâ Hz. Ömer (r.a.): "Kalbim, Rabbimi -yani O'nun nurunu- gördü" derken; Hz. Ali (r.a.) de: "Ben görmediğim bir Rabb'e kulluk etmem" demiştir. Bu sözlerdeki "görmek" ile "Allah'ın sıfatlarının müşahedesi" kastedilmektedir. Nasıl ki, pencere vb. gibi bir yerden güneşin ışığını gören birinin, "ben güneşi gördüm" demesi, mecaz yoluyla doğru kabul ediliyorsa, velîlerin "Allah'ı gördüm" demesi de bu şekilde açıklanır.

Allah, kelâmı olan Kur'ân'da, "nûrunu" sıfatları İtibariyle şu benzetme izah eder:

"Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, İçinde kandil bulunan bir oyuk(tan yayılan ışığa) benzer..." (Nûr, 24/35)

Bu âyette geçen "mişkat" in müminin kalbi; "misbâti" ın da, fuâdın sırrı olduğu söylenmiştir, işte bu (fuâdın sırrı), rûh-u sultanîdir. " Zücâce" ile de, fuâd kastedilmiştir, O (zücâce), çok nurlu olmasından dolayı, "parlayan bir yıldız" olarak tavsif edilmiştir.

Sonra Allah, kaynağı şöyle açıklar:

"O kandilin yakıtı, eşine ne doğuda ne de batıda rastlanan mübarek bir zeytin ağacından alınmaktadır" (Nûr, 24/35).

O, telkin ve has tevhid ağacıdır ki, vâsıtasız bir şekilde kuds lisanından hâsıl olur.
Bu husus, "Kur'ân'ın aslında doğrudan Nebi'ye (SAV) taalluk ettiği halde, sonradan avâmın maslahatı, kâfir ve münâfikların İnkarının ortaya çıkması için Cebrail'in (a.s.m.) onu indirmesi" gibidir.
Nitekim

"Emin ol ki sen, bu Kur'ân'ı, her şeyin aslını bilen (ve dolayısıyla) her konuda doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen (Allah) kâtından almaktasın." (Neml, 27/6)

âyeti buna delildir. Bundan dolayı, Nebî (SAV) hemen başlayarak, gelen vahyi okumada Cebrâil'den önce davranıyordu.
Öyle ki, bu hususta şu âyet nâzil olmuştur;

"Kur'ân'ın vahyi sana bütünüyle ulaştırılmadan önce, onun hakkında (görüş bildirmekte) tezlik gösterme ve (daima) 'Ey Rabbim benim İlmimi artır' de."(Tâhâ, 20/114)

Yine bundan dolayıdır ki Cebrâîl (a.s.m.), Miraç gecesinde arkada kalmış ve sidretü'l-münteha'nın ilerisine geçememiştir.

Allah, yukarıda zikredilen âyette (Nûr, 24/35) temsil olarak zikrettiği, "mübarek bir zeytin ağacı"nı, "ne doğuda, ne de batıda eşine rastlanan" şekilde tavsif etmiştir.
O ağaca, hudûs (sonradan olma), adem (yokluk), doğuş ve batış ârız olamaz. Bilâkis o, hep ezelîdir.
Zira vâcibu'l-vücûd olan Allah, hep kadim, ezeli ve ebedî olduğu gibi, O'nun sıfatları da böyledir. Çünkü bu sıfatlar, O'nun nurları ve tecellîleridir.
Onlar, Allah'ın zâtı İle kâim nispettir, O halde, kalp yüzünden nefis perdesinin kaldırılması mümkündür.
Böylece, o nurların İlavesiyle kalp hayat bulur. Ruh da, o pencereden Hakk'ın sıfatlarını müşahede eder.
Zaten, âlemin yaratılmasındaki asıl gaye, yukarıda geçen beyitte dile getirildiği gibi bu gizli hazinenin ortaya çıkmasıdır.

Allah teâlâ'nın zâtının görülmesine gelince, bu inşaallah tıflü'l-meâni denilen sır nazarı ile ayna vasıtası olmaksızın âhirette olacaktır. Nitekim bir âyet-i kerimede:
"Bazı yüzler, o gün mutlulukla parlayacak. Rablerine bakarken" buyrulmaktadır.

Peygamber'in (a.s.m.): "Rabbimi, (rüyamda) yeni yetme bir delikanlı suretinde gördüm"(bu hadisin kaynağı bulunamamıştır) hadisiyle kastedilen, muhtemelen tıflü'l-meânidir.
Rab, ruh aynasında, tecelli eden ile tecelli olunan arasında vasıta olmaksızın bu surette tecelli eder.
Yoksa Hak Teâlâ, sûretten, maddeden ve cisimlerin özelliklerinden münezzehtir.
O halde sûret, görünenin aynasıdır, ayna ve gören değil. Bunu iyi anla, zira o sırrın özüdür.
Bu durum, sıfatlar âleminde söz konusudur. Zât âleminde ise, bütün vasıtalar yanıp yok olur.
O âlemde Allah teâlâ'dan başkası bulunamaz.
Nitekim Rasûlüllah (S.A.V.): "Rabbimi, Rabbim ile -yani Rabbimin nuru île- tanıdım" buyurmuştur.

İnsanın hakikati, o nur için ihrama girmiştir (yani kendisini ona adamışa).
Bu konudaki bazı hadislerin meâlleri şöyledir:
"İnsan, benim sırrımdır; ben de onun sırrıyım" (kudsî hadis)
"Ben Allah teâla'danım, müminler de bendendir".
"Muhammed'i vechimin nurundan yarattım" (kudsi hadis).
Buradaki "vecih"ten kasıt, Erhamiyye sıfatları ile tecelli eden zât-ı mukaddese'dir.
Şu kudsi hadiste ifade edildiği gibi:
"Rahmetim, gazabımı aşmıştır/ona üstün gelmiştir".

Yüce Allah Peygamberi hakkında:
"Biz seni, yalnızca bütün âlemlere Rahmetimiz(in bir işareti) olarak gönderdik" (Enbiyâ, 21/107)
buyurmuştur.

Başka bir âyette de şöyle buyurur:

"Şimdi size, Allah'tan bir nur ve apaçık bir ilâhî kelâm ulaşmıştır" (Mâide, 5/15).

Bir kudsî hadiste:
"Sen olmasaydın, sen olmasaydın, Ben felekleri (yıldızları/gezegenleri) yaratmazdım" buyrulmuştur.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ONUNCU FASIL ZULMANİ VE NURANİ PERDELER

Allah teâlâ:
"Bu (dünyada kalbi) kör olan, âhirette de kör olacak ve (doğru yoldan) daha da sapmış bulunacaktır" (İsrâ, 17/72)
buyurmuştur.

Bu âyetteki "körlük"ten maksat, "kalp körlüğü"dür. Nitekim diğer bir âyette şöyle buyrulur:

"Zira hakikât budur ki, gözler körelmez velâkin sinelerdeki kalpler körelir!" (Hac, 22/46)

Kalbin körelmesinin sebebi, Rabbinden uzun süre uzak kalması nedeniyle, unutma, gaflet ve perdelerin zulumâtıdır.
Gafletin sebebi, emr-i ilâhînin hakikâtini bilmemektir. Bu cehlin sebebi, kibir, kin, haset, cimrilik, kendini beğenme, gıybet,
nemime(iftira) ve yalancılık gibi kötülenen zulmânî sıfatların onu kaplamasıdır.
Aşağıların aşağısına (esfel-i sâfilîn) inmesinin sebebi, işte bu sıfatlardır.

Bu kötü sıfatlar, kalp aynasının, tevhid, ilim, amel ve güçlü bir mücâhede cilası ile zâhirî ve bâtinî olarak cilalanması ile giderilebilir.
Böylece kalp, isimlerin ve sıfatların nuru ile hayat bularak, aslî vatanını hatırlar ve onu özler.
Nihayet, ona döner ve Rahmân'ın inayetine kavuşur. Bu zulmânî perdeler kalkınca, geride nûrânî olanlar kalır.
Kalp, ruh basîreti ile görür hale gelir ve isim ve sıfatların nuru ile nurlanır.
Nihayet, tedrîcî bir şekilde, nûrânî perdeler de kalkar ve Zât'ırı nûru ile aydınlanır.

Şu bilinmeli ki, kalbin bâtında iki gözü vardır; küçük göz ve büyük göz.
Küçük göz, isim ve sıfatların nuru ile derecât âleminin sonuna kadar sıfatların tecellilerini müşâhede eder.
Büyük göz ise, lâhût âleminde Zât'ın nurlarının tecellisini müşahede eder. Bu ehadiyyet tevhidinin nuru ile kurbet demektir.
İnsan, bu mertebeleri ölümle elde edebilir, ölümden önce de, nefsânî-beşerî vasıfların yok olmasıyla bunlara ulaşmak mümkündür.
Kulun o âleme ulaşması, nefsânî-beşeri özelliklerinden sıyrılması ile doğru orantılıdır.
Bunlardan ne kadar uzaklaşırsa, o âleme o kadar yaklaşmış olur.

Allah'a vuslat'ın manası, cismin cisme, ilmin malûma, aklın makûla, vehmin mevhûma vuslatı türünden bir kavuşma değildir.
Bu vuslatın manası, Allah'tan başkasından ilişkisini kestiği ölçüde, yakınlık-uzaklık, yön-karşıgelim,
bitişiklik-ayrılık söz konusu olmaksızın, O'na yakın olmaktır.
Zuhûrunda-hafâsında, tecellisinde-istitârında ve marifetinde büyük bir hikmet olan Zât'ı tespih ve tenzih ederiz.
Kim, dünyada iken, bu manayı elde eder ve hesaba çekilmezden önce kendini hesaba çekerse, başarıya ve kurtuluşa erenlerden olur.
Aksi takdirde, kendisini, kabir azabı, haşr, hesap, mızân, sırât gibi âhiretin dehşetli yaptırımları beklemektedir.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ONBİRİNCİ FASIL SAADET VE ŞEKAVET

Bilinmeli ki, insanlar mutlaka bu iki kısmın (saâdet-şakâvet) birindendir. Saâdet ve şakâvet, aynı insanda birlikte de bulunabilir.
Onun iyilikleri ve ihlâsı ağır basarsa, şakâvet ciheti saâdete, yani nefsâniyeti rûhâniyete dönüşür.
Hevâsına tâbi olunca, iş tersine döner. İki cihet aynı derecede olursa, recâ (ümit) ve iyilik tarafı baskındır.

Nitekim bir âyette:
"Kim, (Allah'ın huzuruna) iyi bir iş ve davranışla çıkarsa, bu yaptığının on katını kazanacaktır" (En'âm, 6/160)

buyrulur. Allah dilerse daha da (kat-kat) arttırır.

Mîzân, saâdet ve şekâvetin birlikte bulunmasından dolayı kurulur. Zira nefsâniyetin tamamen ruhaniyete dönüşmesi durumunda, mîzâna ihtiyaç kalmaz.
Bu kişi, hesaba çekilmeksizin cennete girer. Aksi de böyledir, yani rûhâniyeti tamamen nefsâniyete dönüşen de, hesaba çekilmeden cehenneme girer.
İyilikleri ağır basan, azap görmeksizin cennete girer. Kötülükleri ağır basan ise, suçunun karşılığı kadar azap gördükten sonra, şayet imanlı idiyse,
cehennemden çıkarak cennete girer. Bu konuyla ilgili bir âyet grubunun meâli şöyledir:

"O zaman, (iyiliklerinin) tartısı ağır basan, kendisini mutlu bir hayat içinde bulacak; tartısı hafif gelen ise, bir uçurumun girdabına sürüklenecektir. Bilir misin nedir o (uçurum)? Dağlayan bir ateştir." (Kâri'a, 101/6-11)

Saâdet ile şekâvetten kastımız, bunların iyilikler ve kötülükler manasında olup, birinin diğerine dönüşebilmesidir.
Nitekim Rasûlüllah (SAV) "Said bazen şaki olabilir. Şaki de, bazen said olabilir" buyurmuştur.
İyilikleri çok olan said. kötülükleri çok olan ise şaki olur. Kim, tövbe edip mümin olur ve sâlih amel işlerse, Allah onun şekâvetini saâdete dönüştürür.

Ezelde belirlenen (kader) saâdet ve şakâvete gelince -ki, "saîd, anasının karnında iken saîddir; şaki de anasının karnında iken şakidir" hadisinde belirtildiği gibi, ikisinin de bir kapsayıcılık alanı vardır- hiç kimsenin bu hususta araştırma yapma hakkı yoktur. Zira o, kader sırrındandır. Hiç kimsenin kader sırrına delil getirmesi caiz değildir.

Tefsîru'l-Buhârî adlı eserin müellifi şöyle demektedir:
"Kader sırrı gibi birçok sır bilinir, ancak anlatılmaz. Zira iblîs, durumunu kader sırrına havale ettiği için lânetlenmiş;
Âdem (a.s.m..) ise, isyanını nefsine nispet ettiği için kurtulmuş ve merhamet görmüştür."


Nakledilir ki, âriflerden biri: 'ilâhî, Sen takdir ettin, Sen irade buyurdun, nefsimdeki masiyeti Sen yarattın' diye münacatta bulunduğunda,
ona şöyle bir nida gelmiştir: 'Ey kulum bu, tevhidin alâmetlerindendir, kulluğun alâmeti nedir?'
Bunun üzerine o kişi pişman olarak: 'Ben hata ettim, günah işledim, nefsime zulmettim', demiştir.
Karşılığında şöyle bir nidâ duyulmuştur: 'Ben de bağışladım, affettim ve merhamet ettim.'

Yukarıdaki hadiste geçen "anne" ifadesi, "kendisinden beşeri kuvvelerin ortaya çıktığı ana unsurlar" şeklinde yorumlanmıştır.
Öyle ki, toprak ve su, saâdetin belirtisidir. Zira bu ikisi, kalpte ilim, iman ve tevâzuu yaşatır ve yetiştirir.
Ateş ve rüzgar ise bunun tersinedir. Onlar yakıcı ve öldürücüdür.
Bu zıtları tek bir cisimde bir araya toplayan Zât'ı teşbih ve tenzih ederiz.
Bulutta, su ile ateşi ve ışık ile karanlığı bir arada tuttuğu gibi.

Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
"(Hem) korkuyu, (hem de) umudu tattırmak için, size şimşeği gösterip, (yağmur) yüklü bulutları yükselten O'dur." (Ra'd, 13/12)

Yahya b. Muâz er-Râziye, "Allah teâlâ ne ile bilinir?" diye sorulduğunda, "zıtları bir araya toplamasıyla" cevabını vermiştir.
İşte bundan dolayı insanoğlu, ümmü'l-kitabın nüshası, celâl ve cemâl yönüyle Hakk'ın aynası ve mevcüdâtın toplanmış hali olmuş;
"câmi' bir varlık" ve "büyük bir âlem" adını almıştır. Zira Allah, onu, iki eliyle yani kahr ve lutf sıfatlarıyla yaratmıştır.

Ayrıca, bir aynada mutlaka kesâfet ve letâfet olarak iki yön bulunmalıdır.
O halde, cami' ismin mazharı, diğer eşyanın tersine olur. Zira onlar, bir el ile yani bir sıfatla yaratılmıştır.

Melekler gibi sadece lutf sıfatı ile yaratılanlar, yalnız sübbûh ve kuddüs isminin mahzarıdırlar.
İblîs ve zürriyeti gibi kahr sıfatı ile yaratılanlar, cebbar isminin mazharıdır.
Bundan dolayı Âdem'e (a.s.m..) secde etme hususunda kibirlenip büyüklük taslamışlardır.

İnsan oğlu, bütün kâinâtın ulvî ve süfli özelliklerini kendinde toplayan bir varlık olunca, peygamberler ve veliler zelleden tamamen uzak kalamamışlardır.
Zira peygamberler, nübüvvet ve risâletten sonra, kebâirden (büyük günahlar) masumdurlar, sağâirden (küçük günahlar) değil.
Velîler ise masum değildir. Şöyle bir görüş de vardır: Velîler, vilâyetin kemâlinden sonra, kebâirden mahfuzdur.

eş-Şakîk el-Belhî (rh. a.) şöyle demiştir:
"Saâdetin alâmeti beştir: Kalp yumuşaklığı, çok ağlamak, dünyaya karşı zâhidlik, ileriye dönük beklentilerin az olması ve hayânın (utanma) çokluğu.
Şekâvetin alâmeti de beştir: Kalp katılığı, gözün yaşarmaması, dünyaya rağbet, ileriye dönük beklentilerin çokluğu ve hayanın azlığı."


Rasûlüllah'ın (SAV) bu konudaki bir hadisi şöyledir:
"Saîd kişinin alâmeti dörttür: Güvenilince âdil davranır, söz verince yerine getirir, konuşunca doğru söyler, hasım (düşman) olunca küfretmez.
Şakî kişinin alâmeti de dörttür: Güvenilince hıyanet eder, söz verince sözünde durmaz, konuşunca yalan söyler, hasım olunca insanlara söver ve onları hoş görmez."


Nitekim bir âyette şöyle buyrulmaktadır:
"O halde kim, düşmanı affeder ve barış yaparsa, mükâfatı Allah katındadır. Çünkü O, zâlimleri sevmez" (Şûrâ, 42/40)

Şu da bilinmeli ki, şekâvetin saâdete veya saâdetin şekâvete dönüşmesi,
Rasûlüllah'ın (SAV.) "Her doğan, İslam fıtratı üzere doğar. Ancak anne-baba, onu Yahûdî veya Hıristiyan yahut Mecûsî yapar"
hadisinde belirttiği gibi, terbiye ile olur.
Bu hadis, her insanda, saâdet ve şekâvet kabiliyetinin bulunduğuna işaret etmektedir.
Bu yüzden, "şu kişi, mahza saiddir" veya "mahza şakidir" denmesi câiz olmaz.
Ama şöyle denmesi caiz olur: "İyilikleri kötülüklerinden fazla ise saiddir" veya "Kötülükleri iyiliklerinden fazla ise şakidir".

Kim, bu ölçüyü değiştirirse, sapıtmış olur. Zira o, "bazı insanların amel ve tövbe olmadan cennete gireceğine" veya
"bazılarının günah olmadan cehenneme gireceğine" inanmış demektir.
Hâlbuki bu görüş, naslarda belirtilene aykırıdır.
Çünkü Allah teâlâ, cenneti, salâh ehline; cehennemi de günah, şirk ve küfür ehline vaad etmiştir.
Bu konudaki bazı âyetlerin meâlleri şöyledir:

"Kim doğru ve yararlı bir iş yaparsa, kendi iyiliği için yapmış olur; kim de kötülük işlerse, kendi aleyhine işlemiş olur. Allah hiçbir zaman kullarına haksızlık yapmaz" (Fussilet, 41/46)

"O gün, her insan, kazandığının karşılığını görür. O gün hiçbir haksızlık yapılmaz. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir" (Ğâfir, 40/17)

"İnsana, uğrunda çaba gösterdiği dışında, bir şey verilmeyecektir, zamanı geldiğinde kendisine çabası (nın gerçek anlamı) gösterilecek
ve sonra ona tam karşılığı verilecektir"
(Necm, 53/39-41)

"Kendiniz için önceden yaptığınız her iyiliği, Allah katında mutlaka bulacaksınız" (Bakara, 2/110).

***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ONİKİNCİ FASIL - FUKARA KİMLERDİR ?

Onlara sûfi" adının verilmesi hakkındaki üç görüş şu şekilde sıralanabilir:
  • 1- Yün elbise (süf) giymeleri
    2- Kalplerini Allah'tan başka şeylerden temizlemeleri (tasfiye)
    3- Kıyâmet gününde ilk safta durmaları (saf), ki o kurbet âlemidir.


Zira dört âlem vardır: Mülk âlemi, melekût âlemi, ceberût âlemi ve lâhût âlemi. Bunlar hakikat âlemidir.
Aynı şekilde dört ilim vardır: Şeriat ilmi , tarikat ilmi, marifet ilmi ve hakikat ilmi.
Yine dört çeşit ruh vardır: Cismânî ruh, ravânî-seyrâni ruh, sultânı ruh ve kudsî ruh.
Tecelliler de dört türlüdür: Âsârın tecellisi, fiillerin tecellesi, sıfâtların tecellisi ve Zât'ın tecellisi.
Akıl da dört çeşittir: Meâşî akıl, meâdî akıl, zamânî akıl ve akl-ı küll.

İnsanlar; ilim, ruh, tecelli ve akıl yönünden bu dörtlerle kayıtlıdırlar. Bazıları, ilk sıradakilerle, yani birinci ilim, birinci ruh, birinci akıl ile kayıtlı olup, ilk cennettedir. İlk cennet, me'vâ cennettidir. Bazıları, ikinci sıradakilerle kayıtlı olup, ikinci cennettedir. İkinci cennet, naim cennetidir, Bazıları, üçüncü sıradakilerle kayıtlı olup, üçüncü cennettedir. Üçüncü cennet, firdevs cennetidir.

Üç grup da, bu İşin hakikatinden gafildir, Fukarâ-i arifinden hak ehli ise, bu mertebelerin tümünü geçerek, kurbete varmışlardır. Onlar, Allah teâlâ'dan başka hiçbir şeyle kayıtlı değillerdir.
"Böylece (ey Muhammed onlara söyle;) (sahte ve kötü olan her şeyden) Allah'a sığının" (Zâriyât, 51/50)
buyruğuna tâbi olmuşlardır. Rasûlûllah (SAV) da: "O ikisi (dünya ve âhiret), ehlullaha haramdır" buyurmuştur.

Bir kudsi hadiste: "Muhabbetim, fukarânın muhabbetidir" buyrulmaktadır. Peygamber (SAV) başka bir hadisinde: "Fakirlik, övüncümdür" buyurmuştur.

Fakirlik'ten kasıt, fenâ fillahtır. öyle ki, onun nefisinde kendisi için hiçbir düşünce kalmaz; kalbine Allah'tan ve O'nun sevgisinden başka hiçbir şey girmez. Nitekim bir kudsi hadiste: "Arzıma ve semâma sığmam, ama mümin kulumun kalbine sığarım" buyrulmaktadır. Yani kalbi beşerî sıfatlardan tasfiye olan ve ağyârdan (Allah'tan başka şeyler) tamamen boşalan mümin kulun kalbine. Hak (c.c.) aks yoluyla sığar.

Ebû Yezîd el-Bistâmi (ra.) şöyle demiştir: "Şayet, arş ve içindekiler, arif kulun kalbinin bir köşesine atılsaydı, o bunu hissetmezdi bile." Kim, o muhipleri severse, âhirette onlarla beraber olur. Onları sevmenin alâmeti, sohbetlerini sevmek, Allah'a ve O'na kavuşmaya iştiyak duymaktır. Şu hadis-i kudsîde ifade edildiği gibi: "Bilin ki, ebrârın bana kavuşma arzusu uzun sürdü. Ben onlara daha fazla arzu duymaktayım."

Sûfilerin giysileri üç çeşittir: Mübtedi (tasavvufa yeni giren) koyun yününden, orta derecede olan keçi yününden, sona varmış ise keçi kılının alandaki kısa tüylerden (mir'ız yünü) mamul sert elbise giyer.

Tefsirul-Mecma' adlı eserin müellifi: "Zahidlere, giyecek, yiyecek ve içeceklerden hep sert/katı olanlar uygundur. Çünkü onlar henüz İşin başındadırlar. Vâsıl olan âriflere ise, bunların hep yumuşak olanları lâyıktır" der.

Müptedinin (başta olan) ameli, övgü ve yergi ile renklenir (yani değişir). Mütevassıtın (ortada olan) ameli de, şerîat, tarikat ve marifet nuru gibi övgü renkleri ile renklenir. Bunların giysileri, beyaz, mavi ve yeşil gibi renklerle boyalıdır. Mûntehinin (sona varan) ameli ise, bütün renklerden uzaktır. Güneşin nuru gibi. Zira onun nuru hiçbir rengi kabul etmez. Giysileri de böyledir, hiçbir rengi kabul etmez. Siyah renk gibi ki, o fena (yokluk) alâmetidir. Siyah renk, marifetlerinin nurunun peçesidir. Gecenin, güneşin nurunun perdesi olduğu gibi. Gece ile ilgili iki âyette şöyle buyrulur:
"Şüphesiz, Allah'tır... gündüze kendisini ivedilikle kovalayan geceyi sarıp-sarmalayan ..." (A'râf, 7/54).
"Uykunuzu ölüm (ün bir sembolü) kıldık. Geceyi (onun) örtüsü yaptık. Gündüzü de hayat(ın sembolü)" (Nebe\ 78/9-11).
Kavrayış sahipleri için burada latif bir işaret vardır.

Kurbet ehli; dünyada, hapishane, gurbet, keder, sıkıntı, mihnet, şiddet ve zulmet içinde yaşar gibidir. Nitekim Rasulullah (SAV) bir hadisinde: "Dünya, müminin hapishanesidir" buyurmuştur. Zulmete (karanlığa), siyah elbise yaraşır. Sahih hadislerde belirtildiği gibi, Peygamber (SAV) siyah elbise giymiş ve başına siyah sarık takmıştır. Siyah giysi, belâ ve musibete uğrayanların elbisesidir. Müşahede, mükâşefe ve muâyeneye ehliyet nurunu kaybetme ve şevk, aşk, kudsî ruh, kurbet ve vuslat mertebesi gibi ebedî hayatın ölümü musibetine uğrayanların! Bunlar, en büyük musibetlerdendir. O halde ömrü boyunca, musibete uğrayanların giysisi gibi siyah giymek gerekir. Zira o, uhrevî faydayı kaçırmıştır. Bilindiği gibi, Allah teâlâ, kocası ölen kadına, dünyevî faydayı kaçırması sebebiyle, dört ay on gün boyunca yas elbisesi giymeyi emretmiştir. Uhrevî faydayı kaçırmanın yas müddeti için ise bir son yoktur.

Bu konudaki bazı hadislerde Rasulullah (SAV) şöyle buyurur: "İnsanların (dünyada) en fazla belâya uğrayanı peygamberlerdir. (Sonra veliler, sonra sâlihler) daha sonra da, sırasıyla üstün olanlar gelir." "İhlâslı kişiler, büyük bir tehlike içindedir."

Bunların hepsi, fakr ve fena sıfatındandır. Şöyle bir söz nakledilir: "Fakirlik, iki dünyada da yüz karasıdır". Bunun anlamı şudur: Allah'ın vechinin nurundan başka hiçbir rengi kabul etmez. Siyah renk, güzel bir yüzdeki ben konumunda olup, onunla o yüzün güzelliği ve hoşluğu artar, öyle ki, kurbet ehli O'nun cemaline bakar. Bundan sonra, onların gözlerinin nuru, Allah teâlâdan başkasını kabul etmez ve O'ndan başkasına muhabbetle bakmazlar. Bilâkis, iki dünyada da mahbûb ve matlûpları, yalnız O olur. O'ndan başkasına yönelmezler. Zira Allah, insanı, kendisini tanıması ve O'na kavuşması için yaratmıştır.

O halde, insanın görevi, iki dünyada da, yaratılış gayesini talep etmektir. Böylece, ömrünü lüzumsuz şeylerle zâyi etmemiş, ömrünü zâyi etmediği için de ölümden sonra ebedi pişmanlık duymamış olur.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ONÜÇÜNCÜ FASIL - TAHARET

Taharet iki çeşittir: Zâhirîn tahareti ve bâtının tahareti.

Zâhirin tahâreti, şeriat suyu ile hâsıl olur. Bâtının tahâreti ise, tövbe, telkîn, tasfiye suyu ve tarike girme ile elde edilir. Şerî abdest, (bedenden) necis olan bir şeyin çıkması sebebiyle bozulunca, onun yeniden alınması gerekir. Rasûlüllah(SAV): "Kim, abdestini yenilerse, Allah da onun imanını tecdid eder" buyurmuştur.

Bâtinî abdest de, kibir, kin, haset, kendini beğenme, gıybet, yalan ve hıyanet gibi kötü fiiller ve âdi huylar sebebiyle bozulunca, onun yenilenmesi, fesat kaynağı olan bu hususlara ihlaslı bir tövbe, pişmanlık ve istiğfar ile inâbetin yenilenmesi ve bâtından bu kötülüklerin kökünün kazınmasıyla meşgul olma ile mümkün olur. Burada kötü huylar arasında sayılan hıyanetle; gözün, ellerin, ayakların ve kulakların hıyâneti gibi hususlar kastedilmektedir. Nitekim Rasûlüllah (SAV): "Gözler zinâ eder, kulaklar da zinâ eder" buyurmuştur.

Arifin, tövbesini, bu âfetlerden koruması gerekir. Böylece onun namazı tam olur.
Nitekim bir âyet-i kerimede: "Size vaad edilen (yer) budur!' denilecek, 'Allah'a yönelen ve O'nu her zaman aklında tutanlara (vaad edilen)" (Kâf, 50/32) buyrulmuştur. Zâhirî abdest ve namaz, belirli vakitlerle kayıtlıdır. Bâtinî abdest ve namaz ise, kişinin bütün ömrünü kaplar, süreklidir, her gün ve gece devam etmektedir.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ONDÖRDÜNCÜ FASIL - ŞERİAT VE TARİKAT NAMAZI

Şerîat namazı, şu âyet-i kerime ile sabittir: "Namazlarınıza ve orta namaza dikkat edin" (Bakara, 2/238). Bu âyetteki namazlardan kasıt, zâhirî organların cismânî hareketiyle yerine getirilen rükünlerdir. Kıyâm, kırâat, rükû, sücûd, kuûd, ses ve lâfizlar gibi. Bundan dolayı, "namazlarınıza" şeklinde çoğul söylenmiştir.

Tarikat namazı ise, kalbin namazı olup, devamlıdır. Bu namaz, yukarıdaki âyette geçen "orta namaz" ifadesinden anlaşılır. "Orta namaz"dan kasıt, kalbin namazıdır. Zira kalp, bedenin ortasında, sağ ile sol, ulvî ile süflî ve saâdet ile şekavet arasında yaratılmıştır. Rasûlüllah (SAV) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Kalp, Rahmân'in parmaklarından iki parmak arasındadır. Onu dilediği gibi çevirir." Bu hadisteki "iki parmakla, kahr ve lutf sıfatları kastedilmiştir. Yoksa Allah teâlâ, parmakları olmaktan münezzehtir.

Yukarıda zikredilen âyet ve hadisin delâletiyle, kalp namazının asıl olduğu anlaşılır. Öyle ki, kişi bundan gafil olunca, namazı ve organların namazı fasid olur (bozulur). Nitekim Rasûlüllah (SAV) "Kalp hazır olmadıkça, namaz (sahih) olmaz" buyurmuştun Ayrıca, namaz kılan, Rabbine münâcâtta bulunmaktadır. Münâcâtın mahalli de kalptir. O halde, kalp gafil olunca, kişinin namazı bâtıl ve organların namazı da bozulmuş olur. Zira kalp asıl, diğer organlar ise ona tâbidir. Şu hadiste belirtildiği gibi: "Dikkat edin, bedende öyle bir et parçası vardır ki, o iyi olduğu sürece bütün beden iyi; o bozuk olduğu zaman bütün beden bozuk olur. Dikkat edin, işte o et parçası kalptir."

Şerîat namazı, her günde beş vakittir. Bu namazın, Kâbe'ye yönelerek, riya ve gösterişten uzak bir şekilde, imama uymak suretiyle mescitte cemâat ile kılınması sünnettir. Tarikat namazı ise, ömür boyu hep devam eder. Onun mescidi kalptir. Cemâati, bâtinî kuvvelerin, bâtın lisânı ile tevhîd isimleriyle iştigal üzere bir araya toplanmasıdır. İmamı, gönüldeki (fuâd) şevktir. Kıblesi de, hazret-i ehadiyye ve cemâl-i samediyyedir ki, zaten asıl kıble budur. Kalp ve ruh, daima bu namaz ile meşguldür. Zira kalp, ne ölür, ne de uyur. Ârif kişi, kalbin devamlı canlı olması sebebiyle, uykuda ve uyanıkken, hiçbir ses, kıyâm ve kuûd olmaksızın bu namaz ile meşguldür. Böylece o, Nebfye (a.s.m.) tâbi olarak, Allah'ın "Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz"(Fâtiha, 1/5) buyruğu ile hitap etmektedir.

Kâdı Beydâvî, Tefsirinde şöyle demiştir: Bu âyette, ârif kişinin haline ve onun gaybet (yokluk) halinden hazrata (mevcut olma) intikaline bir işaret vardır. Bu yüzden o, böyle bir hitaba hak kazanmıştır. Rasûlüllah (SAV) bir hadisinde: "Peygamberler ve veliler, evlerinde kıldıkları namaz gibi kabirlerinde de namaz kılarlar" buyurur. Yani, kalplerinin canlı olması sebebiyle, Allah ve O'na münâcât ile meşguldürler.

Şeriat ve tarikat namazı, zâhirî ve bâtinı olarak bir araya toplanınca, salât (namaz) tamam olmuştur. Yani, o kişinin namazı, tam-kâmil bir namaz olur. Böyle bir namazın, rûhâniyet yönüyle kurbette, cismâniyet yönüyle de derecâtta ecri çok büyüktür. Bu kişi, zâhirde âbid, bâtında da ârif biri olur. Buna karşılık, kalp canlılığı ile tarikat namazı elde edilmedikçe, o kişi noksandır; ecri de kurbet cinsinden değil, derece cinsinden olur.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ONBEŞİNCİ FASIL - TECRİD ALEMİNDE MARİFET TAHARETİ

Marifet tahâreti iki çeşittir: Marifet-i sıfât tahâreti ve marifet-i zât tahâreti.
Sıfatları marifet tahâreti, ancak telkinle ve kalp aynasını isimler vasıtasıyla beşerî ve hayvânı nefislerden tasfiye yoluyla elde edilir.
Böylece, kalp arınmış olur. Öyle ki kalp aynasında Allah'ın cemâlinin yansımasına, sıfatların nuru ile bakması için,
Allah'ın nurundan olan kalp gözüyle nazar hasıl olur. Bu konudaki iki hadis şöyledir:
"Mümin, Allah'ın nuru ile bakar." "Mümin, müminin aynasıdır."
Şöyle bir söz de nakledilir:
"Âlim, nakşeder: arif ise cilâlar."
isimlere bağlılıkla tasfiye gerçekleşince, kalp aynasında müşahedeleriyle sıfatların marifeti hâsıl olur.

Sır makamında zâtı marifet tahâretine gelince, bu ancak sır gözüyle, tevhid nuru ile, on iki tevhid isminden son üçüne mülâzemetle (devamla) hâsıl olabilir.
Zâtın nurları tecelli edince, her şey tamamen erir ve yok olur. İşte bu, istihlâk ve fenâü'l-fenâ makamıdır. Bu tecelli,

"O'nun (ebedî) zâtından başka, her şey, herkes yok olmaya mahkumdur" (Kasas, 28/88)

âyetinde ifade edildiği gibi, bütün nurları yok eder.
Nihayet, rûh-u kudsî, kuds nuru ile ona bakar vaziyette, onunla, ondan, ona bakar halde kalır ve böylece,
hiçbir keyfiyet ve teşbih olmaksızın O'na delâlet eder. Zira Allah:

"Hiçbir şey O'na benzemez. Yalnız O'dur her şeyi işiten, her şeyi gören" (Şûrâ, 42/11) buyurmuştur.

Sonunda sırf mutlak nur kalır. Bunun ötesinden bir şey anlatmak mümkün değildir. Çünkü o, mahv (yokluk) âlemidir.
Orada, ondan haber verecek bir akıl kalmaz, orada Allah'tan başka hiç bir şey yoktur.
Nitekim Rasûlüllah (sav) şöyle buyurur:
"Benim, Allah ile birlikte olduğum öyle bir vakit vardır ki, o zamanda, ne bir mukkarrab meleğe, ne de mürsel bir peygambere yer vardır."

İşte bu, Allah teâlâdan başka her şeyden tecrîd âlemidir (âlemü't-tecrîd). Bir kudsî hadiste:
"Tecerrüt et (her şeyden sıyrıl), kavuşursun" buyrulur.

Bu tecerrütten kasıt, beşerî sıfatların bütünüyle yok olmasıdır. Böylece, kendi âleminde, Allah'ın sıfatı ile muttasıf olarak kalır.
Nitekim Peygamber (sav.): "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanınız" buyurmuştur. Yani "Allah teâlânın sıfatları ile sıfatlanınız" demektir.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ONALTINCI BÖLÜM - TARİKAT ZEKATI

Şerîat zekâtı, dünya kazancının bir kısmını, hakkı olanlara vermektir. Bu, belirli bir zamanla kayıtlıdır.
Her yılda, bir defa, belirlenen nisaptan verilir. Tarikat zekâtı ise, âhiret kazancının tümünü,
Allah rızası için, din fakirlerine ve uhrevi miskinlere vermektir.

"Sadakalar, yalnızca, yoksul ve düşkünler,... içindir" (Tevbe, 9/60)

âyetinde olduğu gibi, şeriat zekâtına, Kur'an'da "sadaka" da denmiştir.
Zira sadaka, fakirlerin eline ulaşmazdan önce, Allah'ın eline ulaşır.
Yani, onu, önce Allah teâlâ kabul etmektedir.

"Âhiret kazancının sevabını, Allah rızası için günahkârlara vermek" anlamına gelen "tarikat zekâtı" devamlıdır.
Allah bundan dolayı onları bağışlar. Namaz, zekât, oruç, hac, tesbih-tehlil, Kur'ân tilâveti ve hayır-hasenat gibi hususların sevabının tamamen verilmesi gibi.
Öyle ki, iyiliklerinin sevabından kendisine hiçbir şey bırakmaz, âdeta kendini müflis duruma düşürür.
Zira Allah, cömertliği ve eli açıklığı sever.

Şu hadis-i şerifte ifade edildiği gibi:
"Müflis (iflas eden?), iki dünyada da Allah'ın himayesindedir."

Bilindiği gibi, kulun kendisi ve sahip olduğu şeyler, aslında efendisinindir.
Kıyâmet gününde, Allah teâlâ, onun her bir iyiliğine, on kat mükâfat verecektir.
Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:

"Kim, (Allah'ın huzuruna) iyi bir iş ve davranışla çıkarsa, bu yaptığının on katını kazanacaktır" (En'âm, 6/160)

"Zekât" terimi, kalbin nefis sıfatından tezkiyesi (temizlenme) anlamına da gelir.
Allah teâlâ bir âyet-i kerimede şöyle buyurur:

"Allah'ın kat kat fazlasıyla geri ödeyeceği güzel bir borcu, O'na verecek olan kimdir?" (Bakara, 2/245).

Bu âyetteki "borç verme" den kasıt, kazandığı iyiliklerini, Allah yolunda, sırf O'nun rızası için,
bir iyilik olmak üzere kullarına vermek ve başa kakmadan onlara şefkat göstermektir.
Şu âyette belirtildiği gibi:

"Siz ey imana ermiş olanlar, servetini gösteriş ve övgü için harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kişinin yaptığı gibi, iyiliğinizi başa kakarak ve (muhtaç kimsenin duygularını) inciterek, yardımlarınızı (sadakalarınızı) değersiz hale sokmayın" (Bakara, 2/264)

Bir de, dünyalık bir karşılık beklentisi olmamalıdır, İşte bu da, şu âyet-i kerimede ifade edilen

"Allah yolundaki infak"ın bir şartıdır (kısmıdır): "Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) başkaları için harcamadıkça, gerçek erdeme ulaşmış olamazsınız" (Âl-i İmrân, 3/92)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ONYEDİNCİ BÖLÜM - TARİKAT ORUCU
Şeriat orucu, gündüzün yiyecek içecek ve cimadan uzak durmaktır.
Tarikat orucu ise, kişinin, bütün azalarını, zâhirî ve bâtını olarak, haram, yasak ve kötü olan şeylerden uzak tutmasıdır.
Kendini beğenme, kibir, cimrilik vb. gibi, Zira bunların hepsi, tarikat orucunu bozar.

Şeriat orucu belli bir zamanla kayıtlıdır. Tarikat orucu ise kişinin ömrü boyunca devam eder.
Bundan dolayı Rasûlüllah (sav): "Nice oruç tutan vardır ki, orucundan elde ettiği kazanç, sadece aç kalmasıdır" buyurmuştur.
Yine bundan dolayı şöyle denmiştir: "Nice oruçlu, aslında oruçsuzdur. Nice oruçsuz da, aslında oruçludur."
Yani, azalarını günahlardan alıkoymakta ve organlarıyla insanları incitmekten geri durmaktadır.
Bir kudsi hadiste şöyle buyrulmuştur: "Oruç ibadeti, yalnızca Benim için yapılır, onun mükâfatını da Ben veririm."
Başka bir kudsi hadiste de: "Oruç tutanın iki sevinç zamanı vardır: İftar esnasındaki sevinç ve cemâlimi görme anındaki sevinç" buyrulmuştur.

Şeriat âlimleri, bu son hadisteki "iftar" ve "rüyeti" şöyle açıklar:
"İftar ile, güneşin batışıyla birlikte yenilen yemek; rü'yet ile de, bayram gecesinde hilâlin görülmesi kastedilmiştir."
Tarikat ehli ise, bu iki kavramı şöyle açıklar:
"İftar, cennete girme esnasında orada bulunan nimetlerden yemek; rü'yet de kıyâmet gününde Allah'a kavuşma anında, sır nazarı ile O'nu görmek demektir."

Aynca, bir de hakikat orucu vardır. Bu oruç, gönlü Allah'tan başka her şeyin sevgisinden,
sırrı da O'nun müşahedesinin dışındaki muhabbetten uzak tutmaktır.
Bir kudsi hadiste şöyle buyrulur: "İnsan, benim sırrım; Ben de, onun sırrıyım". O halde "sır",
Allah'ın nurundan olup, O'ndan başkasına meyletmez.
Sırrın, dünyada ve âhirette, Allah'tan başka sevgilisi, arzu ettiği ve istediği yoktur.
Bu yüzden, onda Allah'tan başkasına bir muhabbet olunca, hakikat orucu bozulur.
Bu kişi, Allah teâlâya ve O'na kavuşmaya dönmek suretiyle orucunu kaza edebilir.
Bu orucun (hakikat orucu) mükâfatı, âhirette Allah'a kavuşmadır.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ONSEKİZİNCİ BÖLÜM - TARİKAT HACCI

Hac iki çeşittir: Şeriat haccı ve tarikat haccı.
Şeriat haccı, beytullahı (Kâbe) şartlarına ve erkânına uygun olarak ziyaret etmektir.
Bu şekilde yapılınca, hac sevabı hâsıl olur.
Şartlarında bir eksiklik olursa, haccın sevabı da eksik olur.

Zira Allah teâlâ,

"Haccı ve umreyi, Allah için tamam yapın" (Bakara, 2/196)

buyruğuyla, bize haccı tamamlamayı emretmiştir.

Haccın şartlarından bazıları şunlardır: İhrâm. Mekke'ye girme, kudüm tavâfı, Arafat'ta vakfe yapma,
Müzdelife'de bir müddet durma, Mina'da kurban kesme, Harem'e girme,
Kâbe'yi yedi şavt (tur) ile tavâf, zemzem suyu içme,
İbrahim'in (a.s.m..) makamında iki rekât tavaf namazı kılma.

Bu vazifeler yapıldıktan sonra, av vb. gibi Allah'ın kendisine (ihramı sebebiyle) haram kıldığı şeyler helâl olur.
Bu haccın mükafatı, cehennemden azat ve kahr sıfatından emin olmaktır.
Nitekim Allah teâlâ:

"... kim (Mescid-i Harâm'ın) içine girerse, emin olur" (Âl-i İmrân, 3/97)

buyurmuştur. Daha sonra, sudûr (vedâ) tavafı yapılıp, vatana dönülür.

Tarikat haccının, azığı ve bineği, öncelikle telkin sahibine meyledip, ondan telkin almaktır.
Sonra, lisan ile zikre devam etme ve manasını düşünme gelir.
Böylece, o kişi için, kalp hayatı hâsıl olur.
Sonra, bâtın zikri ile iştigal ederek, sıfatlann isimlerine devam etmek suretiyle bâtınım tasfiye eder.
Böylece, sıfatların nurları ile sır kâbesi ortaya çıkar.
Nasıl ki, Allah teâlâ, İbrâhîm ile İsmâil'e (a.s.m..) ilk önce Kâbe'yi temizlemelerini şu şekilde emretmiştir:

"İbrâhîm ile İsmâil'e şöyle emrettik: Mabedimi, onu tavaf edecekler,... için temiz tutun" (Bakara, 2/125)

Zâhirî kâbenin temizlenmesi, onu tavaf edecek insanlar içindir.
Bâtinî kâbenin temizlenmesi ise, kendisinden başka şeylere yöneltebilecek hususlardan, Yaratıcı'nın nazarı içindir.
Sonra, kudsi ruhun nuru ile ihramlanıp, kalp kâbesine girer.
İkinci isme devamla kudüm tavafını yapar.
Sonra, münâcât yeri olan kalbin Arafat'ına gider.
Üçüncü ve dördüncü isme mülâzemetle orada vakfe yapar.
Sonra, füâd (gönül) Müzdelife'sine giderek, beşinci ve altıncı ismin arasını cem eder.
Sonra, sır Mina'sına geçer ki, orası iki Harem'in arasıdır, o ikisinin arasında durur.
Sonra, yedinci isme devamla mutmainne nefsi kurban eder.
Zira bu isim, fenâ (yokluk) ismi ve küfür perdesini kaldırıcıdır.

Nitekim Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur:

"Küfür ve iman, Arş'ın ötesinden iki makamdır. Bu ikisi, kul ile Hak arasında iki perdedir. Birisi siyah, diğeri beyazdır."

Sonra, sekizinci isme devamla ruh başını beşeri sıfatlardan tıraş eder.
Sonra, dokuzuncu isme devamla sır haremine girer.
Âkiflerin (itikafta olanların) rü'yetine ulaşarak, onuncu isme devamla üns ve kurbet yaygısında itikafa girer.
Sonra, hiçbir keyfiyet ve teşbih olmaksızın cemâl-i samediyyeyi görür.
Sonra, furûâttan altı isimle birlikte on birinci isme devamla yedi şavt ile tavaf eder.

Sonra,

"Rableri onlara en temiz içeceklerden ikram edecek" (İnsan, 76/21)

buyruğunda ifade edildiği gibi, on ikinci ismin kadehi ile kudret elinden içer.

Bâkî-mukaddes vechin ref'i ile yücelerek, O'nun nuru ile O'na bakar.
İşte bu, bir kudsi hadiste geçen "hiçbir gözün görmediği" ifadesinin anlamıdır ki,
bundan maksat, Allah'a kavuşmaktır. "Hiçbir kulağın işitmediği"nden kasıt,
harfler ve ses vasıtası olmaksızın Allah teâlâ'nın kelâmıdır. "Hiçbir beşerin kalbine gelmeyen" ile,
rü'yet ve hitap zevki kastedilmektedir.
Sonra tevhid isimlerinin tekrarı sayesinde kötülüklerin iyiliklere dönüştürülmesiyle,
(ihramlı iken) Allah'ın haram kıldıkları helâl olur.

Şu âyette ifade edildiği gibi:

"... Ancak, pişman olup doğru yola dönen, iman ederek dürüst ve erdemli davranışlarda bulunanlar, bunun dışındadır. Zira Allah'ın (önceki) kötü hallerini iyi hallere dönüştürdüğü kimseler işte böyleleridir." (Furkân, 25/70)

Sonra, nefsâni tasarruflardan azat olmak.

Sonra,

"Unutmayın ki, Allah'a yakın olanların (evliyâ) korkmaları için bir sebep yoktur. Onlar acı ve üzüntü ekmeyecekler" (Yûnus, 10/62)

buyruğunda belirtildiği gibi, korkudan ve hüzünden emin olmak.

Allah, fazl ve keremiyle, bizi ve sizi (bununla) rızıklandırsın.
Sonra, bütün isimlerin tekrarıyla sudûr (sader/veda) tavafinı yapar.
Daha sonra, yakın âlemine tutunmuş olarak,
on ikinci isme mülâzemetle âlem-i kudsîdeki aslî vatanına en güzel şekilde geri döner.

Yapılan bu yorumlar, lisan ve akıl dairesinde olan yorumlardır.
Daha ötesinden haber vermek mümkün değildir. Zira anlayışlar ve zihinler O'nu idrak edemez.
Akılların bunu kaldırmaya gücü yetmez.

Nitekim Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur:

"İlmin gizli bir kısmı vardır. Onu ancak Allah teâlâyı tanıyanlar bilebilir. Onlar, bu ilimden bir şeyler anlattıkları zaman, onu sadece dünya hayatına aldanmış gafiller inkâr eder."

"Arif olan", altındaki; "Allah'ı bilen" ise, üstündeki şeylerden bahseder.
Çünkü ârifin ilmi, Allah teâlânın sırrıdır, onu Allah'tan başkası bilemez.

Şu âyette ifade edildiği gibi

"0 dilemedikçe/O'nun dilediği kadarından başka, insanlar O'nun ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavrayamazlar" (Bakara, 2/255)

Buradaki insanlardan kasıt, peygamberler ile velilerdir.

Allah teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:

"Sözü (ister gizle, ister) açığa vur. O, (insanın) gizli (düşüncelerini de) bilir, gizlinin gizlisi (duygularını) da. Allah ki, kendisinden başka tanrı olmayan O'dur. En güzel, en yüce nitelikler (isimler) O'nundur." (Tâhâ, 20/7-8)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

ONDOKUZUNCU KISIM - VECD ve SAFA

Bu babda, Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerif vardır. Ayrıca birçok büyük velîler de, bu hususta güzel kelam etmiştir.

Ayet-i Kerimeler:

“Onlar, Rablarından (CC) korkarlar, tüyleri ürperir, sonra bedenleri yumuşar,
kalbleri ile Allah’ı (CC) anlamaya koyulurlar.”
[Zümer S. A.23]

“Bir kimsenin sinesini Allah (CC) açarsa, o Rabbı (CC) tarafından verilen bir nur üzerine yürür.
Kalbleri Allah’ı (CC) anmaya karşı katılaşan kimselere yazıklar olsun.”
[ Zümer S. A.22]

Hadis-i Şerifler:

“Hakk (CC) tarafından gelen bir cezbe, iki cihanın işine bedeldir.”

“Bir vecde sahip olmayanın hayatı yoktur.”

Cüneyd-i Behre (Bağdadi) (RA) Hz.leri der ki:

“Vecd, iç alemde, ilahî tecelli ile karşılaştığında sahibi, ya sevinç içindedir; ya da hüzün…”


Vecd iki kısımdır: Cismanî ve ruhanîCismanî vecd, nefisten gelir. Ruhî bir haz vermez.
Maddî duyguların tesiri ile olur. Görsünler, işitsinler diye yapılan işler bu vecdin mahsulüdür.
Bu cins vecd tamamen boştur. Çünkü, irade vardır; seçme duygusu geçmemiştir.
Bu gibi hallere uymak caiz değildir. Ruhanî vecde gelince, o bir başka hal arz eder.
Ruhanî kuvvetin taşmasından meydana gelir. Bu hal çok kere, güzel sesle okunan Kur’andan,
veya bir şiirin okunuşundan, yahut bir zikir esnasında hasıl olur.
Bu durumda cismin bir kuvveti kalmaz. İrade ve seçme kabiliyeti erir.
Bu vecd tamamen ruhanîdir. Buna uymak iyidir.

Allah-ü Teala (CC) buna işaret ederek şöyle buyurdu:

Sözü işitip onun güzelliğine uyan kullarımı müjdele..”[Zümer S. A.18]

Aşıkların inlemesi, kuşların tatlı sesi, hep ruhî kuvveti harekete getiren sebepler arasında sayılır.
Bu ve benzeri vecd için, nefse ve şeytana pay çıkmaz. Şeytan, nefsin karanlık işlerinde tasarruf eder.
Rahmani nur alemine onun sözü geçmez. Rahmani alemde, şeytan, suda eriyen tuz gibi erir.
Aynı şekilde
Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâhil ‘Aliyyil ‘Azîm
-
yüce ve azim olan Allah’tan (CC) başkasında güç ve kuvvet yoktur.
-
cümlesi okununca, yine o şeytan eriyip, gider.

Bir Hadis-i Şerifte şöyle anlatılır:

“Okunan Ayetler, hikmetli aşk ve sevgi şiirleri, hüzün dolu sesler ruha nuranî kuvvet verir.”

Gerek olan, nuru nura kavuşturmaktır. Yani, ruhu o nura erdirmektir. Allah-ü Teala (CC) bu manada şöyle buyurdu:

“İyiler iyileredir.”[Nur S. A.26]

Duyulan bir vecd, şeytandan ve nefisten gelirse, orada nur olmaz.
Küfür ve şaşkınlık olur. Zulmet zulmete layıktır, yani nefse…

Bunu: “Kötüler, kötülere.”[Nur S. A.26]

Ayeti açıklar. Orada ruh için bir kuvvet yoktur.
Vecd halinden doğan hareketler ikiye ayrılır. Biri insanın kendi arzusuna bağlıdır.
Öbürü de irade ve seçme hali ötesindedir. İhtiyarî tabir edilen arzu ile hareket, insanın bedeninde ağrı,
sızı ve hastalık olmadan bir vecde tutulmuş gibi hareket etmesidir ki bu meşru sayılmaz.
Meşru olan içten gelen iztirarî harekettir.

İztirarî hareket, ruhî kuvvetin tesiri ile olur. Bu hali insan; kendi kendine yapamaz.
Ruhî sayılan bu vecd hareketi, dış duygulara galiptir…
Mesela sıtma ateşinin verdiği hararet gibi…
O ateş basınca inşanın tahammülü kolay olmaz.
O anda olan hareketler irade haricidir. Vecd hali, ruhani kuvvetin galip gelmesi sonunda olursa, hakiki ve ruhanî sayılır.
Vecd ve sema’ aşıkların ve irfan sahiplerinin kalbini tahrik eden iki alettir.
Aynı zamanda sevenlerin gıdası ve Hakk’ı (CC) arayanların güç kaynağıdır.

Peygamber (SAV) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:

“Sema’, bir cemaat, için farz, bir cemaat için sünnet, bir cemaat için de bid’attır.”

Peygamber (SAV) Efendimiz; diğer Hadis-i Şerifinde ise şöyle buyurur:

“Sema’, ve onda okunan şiirlerden, bahar ve onun çiçeğinden;
ud ve onun titreyen sesinden kim zevk almıyorsa mizacı bozuktur.”


Bu Hadis-i Şerifte anlatılan hastanın ilacı yoktur. Kuşlardan, bütün hayvanlardan, hatta merkepten bile aşağıdır.
Çünkü onların hemen hepsi, güzel nağmelerden zevk alır. Davud (AS) okuduğu zaman, kuşlar basında saf olurdu;
onun güzel sesini işitmek isterlerdi. Bu vecd halinin önemini şu Hadis-i Şerif beyan eder:

“Vecd olmayanın, dinî zevki yoktur.”

Vecd halı on çeşittir. Bir kısmı, açıktadır, eseri dış hareketlerde görülür.
Bir kısmı da gizlidir, dıştan görünmez. Kalbin, gizliden Allah-ü Teala’yı (CC) anması ve Kur’an-ı Kerim’i okuması,
buna bir misal olarak verilebilir. Ağlamak, elem duymak, korkmak, hüzünlü olmak, Allah-ü Teala (CC) anıldığı an,
boş günleri için esef ve hayret etmek, içten ve dıştan gelen bazı hallerle rengin değişmesi,
Allah’a (CC) talib olmak, ona iştiyak duymak, vücudu hararet sarması, bundan hasıl olan hastalık ve keder gibi haller vecd sayılır.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

YİRMİNCİ KISIM - HALVET VE UZLET


Gerek halvet, gerekse uzlet iki şekilde ele alınır: Zahir ve batın…

Halvet halinin zahirdeki manası şöyledir: İnsan; nefsini alıştığı şeylerden alabilmesi,
manevi duyguların açılması ve yersiz huyları ile halka eza etmemesi için, kendisini bir yere hapseder
ve insanlardan ayrı yaşar. Bunu yaparken iyi niyet sahibi olması, arzusu ile bir nevi ölüm haline geçmesi,
aynı şekilde mezara girmesi gerekir. Gaye Allah’ın (CC) rızası olmalı. Kalbinde; nefsinin şerrini,
müslüman ve mü’min kardeşlerinden uzak etmeyi bulundurmalı. Bunu Peygamber (SAV) Efendimiz
bir Ha-dis-i Şerifinde şöyle anlatır:

“Müslüman odur ki, İslam cemaatı onun elinden, dilinden, emin ola.”

Aynı şekilde dilini de; lüzumsuz işlerden ala… Bunu da Peygamber (SAV) Efendimiz, şu Hadis-i Şerifi ile bildirir:

“İnsan selameti dilinden gelir; keza rüsvay olması da dilin belasıdır.”

İman sahibi, gözünü harama bakmaktan almalı. Hiçbir şeye hain gözle bakmamalı.
Ayakları kötüye gitmekten alıkoymalı. Kulağına kötü şeyler duyurmamalı.
Duyuların, tek başına hata işleyeceğini Peygamber (SAV) Efendimizin şu Hadis-i Şerifi beyan eyler:

“Gözler; zina ederler.”:

Anlatılan duygulardan biri; hata işlediği zaman, kıyamette ondan kötü ve kara suratlı biri peyda olur.
Allah-ü Teala’nın (CC) katında aleyhinde şehadette bulunur. Sonra Allah-ü Teala (CC) cehenneme atar, azab eder.

Bu hatalardan tevbe edip nefsini o iyilerden alıkoyan için Allah-ü Teala (CC) şöyle buyurur:

“Kim nefsini körü şeylerden alırsa, şüphesiz onun yeri cennet olur.” [Naziat S. A.40]

O kötü sureti, bir tevbe sonunda; güzel bir genç olur. Cennet hizmetçilerinden biri olur. O kötünün şerrinden kurtulur.

İşte yapılan halvet, bir nevi hatalardan koruyan bir hisar olur. Uzlet edenin yaptığı işler iyi kalır; temiz bir kul olur.
Şu Ayet-i Kerime ne kadar manalıdır:

“Kim Rabbına (CC) kavuşmak diliyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbına (CC) yaptığı ibadete kimseyi ortak etmesin.”[Kehf S. A.110]

Buraya kadar anlatılan; halvet halinin zahirdeki manası idi… Bir de batini manası var.

Batıni manadaki halvet; kalbe, nefse ve şeytana ait herhangi bir fikrin sokulmaması;
yemek, içmek, giymek gibi işlerin sıraya koyulmaması, çoluk, çocuk, evde beslenen at ve benzeri mahlukun
sevgisi oradan uzak tutulması ile mümkündür. Görsünler ve işitsinler için hiçbir iş yapılmaması da lazımdır.
Peygamber (SAV) Efendimiz, bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:

“Şöhret ve getirdikleri afettir; şöhreti bırakıp kaçmak ve bunun getirdikleri rahatlıktır.”

Batıni halveti arzu eden kimse; kalbine, arzusu ile, kibir, beğenmişlik, kin gaflet ve koğuculuk, çekememezlik,
kahretmek, öfkelenmek ve benzeri işleri sokmamalı…

Halvet halini benimseyen kimsenin; kalbine bu kötü huylardan biri girse, halvet hali bozulur; kalbi kirlenir.

Kalbinde bulunan iyilikler de safiyetini yitirir. Ve o kalbin hiçbir iyiliği kalmaz. Bunu:

“Allah (CC), fesatların işini iyi etmez…”[Yunus S. A.81]

Ayet-i kerimesi daha güzel anlatır. Zahirde iyi görülse bile, yukarıda sayılan hataların birini işleyen,
zikri geçen ayetteki fasitlerden sayılır.

Aşağıda anlatacağımız Hadis-i Şerifler ne kadar güzeldir:

“Böbürlenmek ve kendini beğenmişlik, imanı ifsad eder.”

“Gıybet; zindandan daha kötüdür.”

“Ateş odunu yakıp bitirdiği gibi; kin de, yapılan iyilikleri yer bitirir.”


“Fitne uyur; uyandırana Allah lanet etsin.”

“Cimri; abid bile olsa, cennete giremez.”

“Riya, gizli şirktir.”

“Koğuculuk eden cennete giremez.”


Kötü huyları anlatan daha birçok Hadis-i Şerif vardır. Biz bu kadarla yetiniyoruz.
Burası ihtiyat alemidir. Dikkatli ve titiz olmalıdır…

Tasavvufun ilk gayesi, kalbin pak olmasını temindir. Nefsin, boş arzularını kesip atmaktır.

Halvetle, riyazetle, susmak ve zikre devamla nefsini ıslah ederse, Allah-ü Teala (CC) onun kalbini ilmini ve
amelini nura boğar. Bunları yaparken hiç kimse, iradesini kullanmamalı. İşe severek başlamalı;
ihlasa, sahih itikada sahip olmalı. Geçmişteki iyi zatların, ashab ve onlara uyanların, bildiği ile amel eden
zatların işaret ettiği yolu takip etmeli.

İman sahibi koştuğumuz şartlar dahilinde, tevbe ve telkin yolunu tutarak kalbini temiz ederse,
Allahü Teala (CC) onu kötü şeylerden halas eder. Cildi latif, zahir ve batın duygular temiz olur.
Yaptığı işleri İlahi Hazretin (CC) katına çıkar ve makbul olur.

“Allah (CC), hamd edeni işitti…”

Cümlesi, anlatmak istediğimiz manayı ifade eder. Geçen cümlenin tefsirinde denir ki:

“Allah (CC) onun duasını yakarmasını kabul etti. Övmesini işitti. Arzularını verdi…”

Şu Ayet-i Kerime ne kadar manalıdır:

“Güzel kelime, O’na (CC) gider; iyi işler O’na (CC) varır.”[Fatır S. A.10]

Güzel kelime, dili boş sözlerden korumaktır. Çünkü dil Allah’ın (CC) zikri için bir alettir; o tevhid etmeye yarar.

“Namazlarını huzurla kılan iman sahipleri, iflah olur; o iman sahipleri, boş sözleri söylemekten kaçarlar.”[Müminun S. A.1-3]

Ayet-i Kerimeleri ne kadar değerlidir.

Allah-ü Teala (CC), iyi niyetle elde edilen ilmi, ameli ve yapanı rahmetine erdirir.
Yakınlığını verir ve derecesini yükseltir. Razı olur ve bağışlar.

Bu sayılan meratib bir kimsede bulunursa; kalbi deniz gibi olur. İnsanlardan gelen hafif eza ile renk değiştirmez.
Peygamber (SAV) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:

“Deniz ol, şeklin değişmez; ama orada nefsin karacı askerleri ölür.”

Firavun ve adamları da boğulmuştu…

Bu hallerden sonra, şeriat gemisi peyda olur. Salimen o yüce denizden yürür gider.
Ve onun kudsî ruhu bu denizin derinliğinde yüzer; hakikat incisini bulur.
Oradan marifet incisini açığa çıkarır, letaif mercanlarını meydana atar.

Allah-ü Teala (CC) şöyle buyurur:

“Oradan inci ve mercan çıkar.”[Rahman S. A.22]

Böyle bir denizin bir kimsede bulunabilmesi için, anlatılan bu zahir ve batın hallerin birleşmesi icab eder.
Bu hal tamam olunca o kalb denizinde fesad, olmaz.

Bu hali bulan kimsenin tevbesi tam olur. Bilgisi faydalar verir. İşi yararlı olur. Kötülüğe meyli kalmaz.
Unuttuğu, yanıldığı olursa, affolur. Zaten böyle hallerde, istiğfar eder; pişman olur. Esasen tam yakınlık içindedir.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: SIRR'UL ESRAR - ABDULKADİR GEYLANİ

Mesaj gönderen Ahmed »

YİRMİBİRİNCİ KISIM - Halveti evradı


Halvet halinin; kendine has okunması gereken duası, virdi vardır.

Bu yolu tutan zata gerekir ki: Duaları ve virdi okumaya oturduğu zaman oruçlu buluna… imkan olduğu takdirde terk etmeye…

Beş vakit namazı cemaatla kılması icab eder. Vaktinde ve mescitte kılmalı. Namazı kılarken sünnetlerine, şartlarına, erkanına, usulüne riayet etmeli.

Her gece yarısından sonra teheccüd olarak tarif edilen oniki rekat namaz kılmalı. Bu namazın her iki rekatında selam verilir.
Çünkü Peygamber (SAV) Efendimiz:

“Gece namazları ikişer - ikişer kılınır…”

Buyurdu. Sonra, üç rekat vitir namazı kılmalı.

Teheccüd namazı için Allah-ü Teala (CC) şöyle buyurur:

“Gecenin bir kısmını ibadetle geçirir; bu, sana mahsustur.”[ İsra S. A.79]

Diğer Ayet-i Kerimede ise, gece namazına kalkanlar övülür:

“Onların yanı yataktan ayrılır ve yaradanlarına dua ibadet ederler.”[Secde S. A.16]

Gün doğduktan sonra; iki rekat, istiaze namazı kılınmalı. Birinci rekatında Felak suresini; ikincide Nas suresini okumalı.

Bundan sonra, iki rekat istihare namazı kılmalı. Her rekatında birer defa Fatiha ile Ayet-el Kürsî’yi; yedi defa da İhlas suresini okumalı.

Sonra, altı rekat duha namazı kılmalı ve Fatiha’dan sonra arzu edilen sure okunmalı.

Bunu kıldıktan sonra iki rekat da üzerine sıçramış olması muhtemel necaset için kefaret namazı kılar. Her rekatında bir defa Fatiha suresini,
yedi defa da Kevser suresini okumalı. Bu sakınamadığı necaset için kefaret olur ve kabir azabından kurtulur.
Bu hususta Peygamber (SAV) Efendimizin bir Hadis-i Şerifi vardır:

“Küçük su dokunurken sıçramasına dikkat ediniz; çünkü o kabir azabı için bir işarettir.”

Sonra, dört rekat yine kılmalı. Hanefi mezhebinde ise, dört rekatını birden kılar. Şafii olduğu takdirde yalnız iki rekat kılar.
Bu şart gündüz içindir, gece için şafii ve hanefi aynıdır; iki-iki kılarlar. Buna tesbih namazı derler.

Hanefi mezhebine göre tesbih namazının tarifi şöyledir: Gündüz kılıyorsa, dört rekat tesbih namazı kılmaya niyet eder. Sonra ilk tekbiri alır.
Sübhaneke’yi okur, yahut, teveccüh ayetini… Sonra onbeş defa tesbih okur:

“Sübhânellahi Velhamdü Lillâhi Ve Lâ İlâhe İllallâhü Vallâhü Ekber Ve Lâ Havle Ve Lâ Kuvvete İllâ Billâhil ‘Aliyyül ‘Azîm.”

Manası şöyledir:

“Allah (CC) sübhandır, hamd O’na (CC) hastır. Allah’tan (CC) başka ilah yoktur ve en büyük Allah’tır (CC).
Allah’tan (CC) başkasında güç kuvvet yoktur, O (CC) yüce azimdir.”

Bu tesbihten sonra Fatiha suresini ve dilediği ayet veya sureyi okur. Bakara suresinin son iki ayetini okusa da olur.
Bundan sonra yukarıda zikri geçen tesbihi, on defa yine söyler. Rükuya varır; rüku tesbihini üç defa söyledikten sonra, on defa aynı tesbihi tekrar eder.
Rükudan doğrulunca yine on defa söyler. Secdeye varır, secde tesbihinden sonra on defa okunur. Secdeden kalkar, on defa yine okur.
İkinci secdeye gider, secde tesbihinden sonra yine on defa okur.

Birinci rekat böyle tamam olunca; ikinci rekata kalkar. Birinci rekatta olduğu gibi yapar; bitince tahiyyata oturur.
Geri kalan üç ve dördüncü rekatı da aynı minval üzere kılar. Böylece dört rekat namaz kılınmış, her rekatında yetmişbeş tesbih okunmuş olur;
toplamı, üç yüz tesbih eder.

Şafii mezhebinde namaz farksız olup yalnız niyette az değişiklik vardır. Niyeti, ister gece, ister gündüz olsun; iki rekat kılmaya niyet eder.
İlk ikisi bitince sonuncuya niyetlenir. İlk tekbiri aldıktan sonra, sübhanekeyi okumaz, teveccüh ayetini okur.
Tesbihleri Hanefi bahsinde tarif ettiğimiz gibi, okur.

Halveti yolunu tutan herkesin bu namazı kılması icab eder. İmkan olduğu takdirde her gün; olmazsa, her cuma; olmazsa, her ay;
olmazsa, yılda bir defa; hiç olmazsa, ömürde bir defa kılınmalı… Çünkü Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz, amcası Abbas (RA) Hz.leri’ne şöyle anlattı:

“Bu namazı kılanın bütün günahlarını Allah bağışlar; isterse kum taneleri sayısınca, isterse semadaki yıldızlar kadar ve isterse,
yeryüzünde olanların sayısı kadar olsun.”


Bu yolu tutan kimse hergün Seyfi duasını bir veya iki defa okumalı… Ve hergün ikiyüz ayet kadar Kur’an’dan okumalıdır.

Bundan sonra; aşikar olarak Allah’ı (CC)anar. Gizli zikrin ehli ise, gizli olarak anar.

Gizli zikir, kalb hayatı bulunduktan sonra başlar; bu zikirde dil, sır lisanıdır. Herkes istidadına göre, Allah-ü Teala’yı (CC) anar.

Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurulur:

“Allah’ı (CC), verdiği hidayete göre anınız.”[Bakara S. A.198]

Yani: Kendi zikir kabiliyetinize göre… demektir.

Ayrıca, her zikir makamının ismi ve edası vardır ki; ehli anlar.

Hergün yüz defa ihlas suresini, yüz defa da Peygamber (SAV) Efendimize salavat okumalı. Ve şu duayı da ayrıca yüz defa okumak icab eder:

“Estağfirullah el ‘azîm, Lâ İlahe Hüvel Hayyül Kayyûm, Mimmâ Kaddemtü vemâ ahhertü vemâ a’lentü vemâ estertü vemâ esreftü
vemâ Ente A’lemü bihî minni Entel Mükaddimü ve Ente ‘Alâ külli şey’in Kadîr.”


Manası: Yüce ve azim olan ve ondan başka ilah olmayan, Hay ve Kayyum olan Allah’tan (CC) mağrifet taleb ediyorum.
Gelmiş ve gelecek günahlarımın, gizli ve aşikar işlediğim hatanın, affını diliyorum. İsraf ettiğim zaman için de bağış diliyorum.
Benim hatalarımı benden daha iyi bilirsin. Önce getiren sonraya bırakan sensin. Ve sen herşeye kadirsin…

Anlatılan namaz, tesbih, salavat, istiğfar ve duadan sonra istediği kadar nafile namaz kılar ve Kur’an okur.


***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Cevapla

“►Abdulkadir Geylani◄” sayfasına dön