Allah'ın Merhameti ve İmtihan Sırrı

Cevapla
Kullanıcı avatarı
aksiseda
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1147
Kayıt: 11 Haz 2012, 10:01

Allah'ın Merhameti ve İmtihan Sırrı

Mesaj gönderen aksiseda »

Ö. Tuğrul İnançer ile Söyleşi

"Allah'ın Merhameti ve İmtihan Sırrı"konusunda yapılan bir söyleşi

30 Haziran 2014

Feyz Dergisi

Röportaj: Dr. Alper Yücel ZORLU


Allah (Celle Celâlühü) insanla ilgili ne yapacağını bilmeye, ne olduğunu anlamaya, neler olacağını görmeye muhtaç olmadığı halde, insanın imtihan edilmesindeki sır nedir? Bilindiği üzere sırf bu soruya tarihte ve günümüzde verilen cevaplar, bir kısım insanları kadercilik anlayışıyla Cebriye'ye sürüklemiştir. Bir kısmı da hakikaten bu sorunun hikmetli cevaplarını alamamış ve idrak edememiştir. Bir merhamet ve hikmet vesilesi olarak bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Bir kere, emrolunduğumuz şeylerin hikmetini anlamakla mükellef değiliz. Öyle bir mükellefiyetimiz yok, yapmakla mükellefiz. Evvelâ neyin mükellefi olduğumuzun bir adını koyalım. Yaptıktan sonra anlamak mümkün olabilir, Allah isterse o hikmeti de anlatır. Ama biz, dini vecibelerimizin, akaidden amele kadar vecibelerimizin, ne yazık ki, özellikle Batı'nın öğrenim sistemi, maarif hikmeti diyelim- böyle bir maarifin hikmeti olmaz ama aslında maarifin bir hikmeti vardır- Batı'nın maarif-i hikmetiyle "evvelâ öğrenelim sonra yapalım"a gelmişiz. Halbuki hadis ma’lum; "Siz bildiklerinizle amel edin, Allah bilmediğinizi öğretir" buyuruyor Hz. Peygamber…

Her hadisin mutlaka -biz çözebilelim veya çözemeyelim- ama âyetten dayanağı vardır, bunu büyüklerimiz söylemişler, anlatmışlar. Bu hadisin dayanağı iki kelimeden ibâret; Sûre-i Bakara'nın sonlarındaki bir âyetin içinde iki kelime. "Allah'tan ittika edene, Allah herşeyi öğretir" diyor. İttikanın ölçüsü nedir; takvadır. Takvanın ölçüsü nedir, ameldir. Peki, adam namaz kılmasını yanlış öğrenmiş… Yanlış kılsın, Allah doğrusunu öğretir. Ne Allah va'dinden döner, ne Efendimizin sözü yanlıştır estağfirullah!.. "Siz bildiğinizi yapın, Allah bilmediğinizi öğretir" diyor. Adam namazı yanlış kılmasını öğrenmiş bir yerden… Ama kılıyor, Allah ona doğrusunu öğretir, Âmennâ ve saddekna. Biz böyle yapmıyoruz. Ben evvelâ öğreneyim, sonra yaparım diyoruz… Her ilim, evvelâ öğrenilir, sonra tatbik edilir. Din evvelâ taklid edilir, sonra tahkike erilir. Namaz kılmayı çocukken "birdirbir" oynayarak öğrendik. Dedemizin ninemizin yanında onun gibi yatıp kalkarak -namaz yatıp kalkmak mıdır, estağfirullah, değildir, ama onu taklid ederek- öğrendik. Kılabildiğimiz miktarca da yanlışlarımızı bize birisi ikaz etti. Hem de "sen yanlış yapıyorsun" diye değil… Bir sohbet sırasında biri bir şey söyledi: "aa, ben onu yanlış yapıyormuşum!" diyerek öğrendik. Ma’lum bir hikayedir. Bir zât bir su başında abdest alırken, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimiz çocuk… Yanlış abdest aldığını görmüşler fakat yaşlı adama, yanlış olduğunu söylememişler…

Demişler ki; ya ne yapalım; "amca, biz iki kardeş, aramızda anlaşamadık, abdest nasıl alınır diye, biz bir abdest alalım, siz bakın, siz bize yanlışımızı gösterin" demişler… İkisi de doğru dürüst erkan ile abdest almışlar, o ihtiyarsa: "Yavrum, sizinki yanlış değil, benimki yanlışmış, ben şimdi anladım. Siz kimsiniz bakayım?" demiş; "Biz, Ali'nin çocuklarıyız." demişler… O da "belli belli" demiş… Şimdi bakın, bu aynı zamanda tabii, bir terbiye sistemi… Fakat, konuştuğumuz mevzu ile sınırlandırırsak, eğer o zat, o ihtiyar, yanlış bilse bile abdest almasa idi nasıl düzeltecekti yanlışını!.. Allah öğretir derken, Allah yeryüzünde "Allahlığını" insanlar vasıtasıyla yapar. O ikazları da yani Cenâb-ı Allah'ın "Mudil" esmâsının da "Hadi" esmâsının da mazharı insanlardır. Bir adamın koluna girer bir arkadaşı, yürü meyhaneye gidelim der. Oraya gider, işte Mudil... Öteki koluna girer, haydi camiye gidelim der, camiye giderler. İşte Hadi… Onun için, fiil önemlidir. Biz, imtihan kelimesini de, karşılığını da kendimize göre algılıyoruz. Bizi öğretmenlerimiz imtihan ediyor. Niçin? Bizim ne kadar çalıştığımızı ve ne kadar öğrendiğimizi ancak imtihan neticesinde öğreniyorlar. O imtihanı da Allah'ın imtihanıyla aynı kefeye koyu-yoruz. Dünya imtihanları, yani hocalarımızın yaptığı imtihanlar, bizim ne kadar bildiğimizi hoca-larımızın öğrenmesi içindir. Allah'ın yaptığı imtihan ise, bize bizi öğretmek içindir. İşte bundan ibârettir bunun hikmeti. Ayrıca bu murad-ı ilahinin niçin öyle tecelli ettiğini, Allah'ın niye öyle murad ettiğini çözmeye çalışmanın sonu deliliktir. "İdrak-i mali bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez." Evvelâ mahluk olduğumuzu bileceğiz. Mahluk, Halık'ını çözebilir mi? Bu, Tanrı fikrinin –Allahu- Zülcelâl'den bahsetmiyorum- genel Tanrı fikrinin, Tanrı telakkisinin insanlar Tanrı'yı eğer kendi kafalarında yarattıkları bir varlık olarak görürlerse, çözmeye çalışırlar. Ama Allah-u Zülcelâl'i Halık olarak da bilirlerse zaten mahluk, "Ben nerden bilicem O'nu" der, aczini idrak eder. Aczini idrak etmek, Allah'ı bilmek demektir.

Resulullah Efendimizin övülemeyeceğini bilmek, onu övmek demektir, gibi… Onun için, Allah ihtiyaçtan ve her türlü mecbûriyyet ve mahkûmiyetten berîdir. Onun için, ne ibadetin karşılığında cennet vermeye mecburdur, ne kabahatin karşılığında ceza vermeye mecburdur. "Ceza veririm" demiştir, yalnız, vaad ile vaîd arasındaki farkı, öğrenmek lâzımdır. Güzel sözler vermek vaaddir, tehditvâri sözler vermek vaîddir. Allah "Benim rahmetim gadabımı geçmiştir." Hadis-i kutsisinde belli ettiği gibi, rahmeti bol, kızması azdır. Kendisi öyle buyuruyor ve bildiriyor bize. Onun için, Allah vaadinden dönmez, vaidinden döner. Bu Allah'ın dönekliği gibi falan algılanmamalıdır, böyle algılayanın beynine turp sıkmak lâzım. Biz yeryüzünde Allah'ın halifesi miyiz? Âmennâ… İster kâfir, ister putperest, ister ayyaş, ister fâhişe; Allah'ın halifesidir, Hz. İnsan…
Onlar nedir? Sıfattır… Sıfatlar bozulur. Zât olarak her insan halifetullahtır. Sıfatı değişir, yükselir… İşte tipik misâl Hz.Ömer'dir. Kâtil Ömer olarak gitti, huzur-u peygamberîde; Hz.Ömer olarak döndü. Aynı Ömer, zâtında bir değişiklik yok. Ama sıfatı değişti. Birinde kâfirdi, öbüründe mü’mindi. Şimdi de bir adam kâfir diye kızıyoruz, hiçbir hakkımız yok…

Çünkü sıfattır o, "Eşhedüenlâilâhe illâllah ve eşhedüenne muhammeden abduhu ve rasûluhu!" der, din kardeşimiz olur; sıfatı değişiverir. Ayyaştır, tövbe eder, bitti; sıfatı değişti. Onun için, zât itibariyle hepimiz halifetullahız. Müstahlefte yani halife tayin edende ne varsa, halifede o vardır. Hepimiz, çocukken anamızdan dinledik, biz de çocuklarımız olunca çocuklarımıza yaptık… "Bir daha parmağını elektriğe uzatırsan parmaklarını kırarım!" dedi annemiz… Hangimizin kafası kırık? Biz de söyledik çocuklarımıza… "Bir daha yaparsan bacaklarını ayırırım senin!" Hangi çocuğumuzun bacağını ayırdık?.. Ama meselâ çocuğa dedim ki ben: "Oğlum, dersine çalış, sana çikolata alacağım." Çikolatayı hep aldık… Ama kafalarını hiç kırmadık… Bu bile, Cenâb-ı Allah'ın ahlâkını gösteriyor. “Cehennemime koyarım!” der, koymaz. Kim mahkûm edecek O'nu? Kim O'na: "Mecbursun!"diyecek!.. Olmaz!. Ama bir güzellik, bir mükafat vaad ettiyse, ondan dönmemek de O'nun şanındandır. İşte Cenâb-ı Hakk'ı böyle doğru tanımak lâzım. Hiçbir mecburiyyeti, hiçbir mahkumiyeti, hiçbir yükümlülüğü yok… Onun için, o imtihan, bizim ne halt olduğumuzu öğretmesi içindir, öğrenmesi için değildir. Bize öğretmesi içindir. Hikmeti de işte bundan ibârettir. Ha bu yeterli midir? Bu konuyla ilgili… Yoksa Cenâb-ı Hakk'la ilgili hiçbir konuda, şu şundan ibârettir demek mümkün değildir. Sınır gelmez. Nasıl zâtına, sıfatına, fiiline, rahmetine sınır yoktur; O'nun hakkındaki söylenecek sözler de hiçbir şekilde sınırlandırılamaz.

Efendim, Kitap'ta Allah (celle celâlühü) "Nefsin olanca gücüyle kötülükleri emredeceğinden" bahsediyor. Diğer taraftan; "Allah, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez!." yüce kelâmı da mevcud. Tasavvuf kültürümüzde bu konu hangi inceliklere haizdir, izâh buyurur musunuz

Tabi tasavvuf kültürü dediğimiz zaman iş ne mülâkatla, ne kitapla olmaz. Zâten tasavvuf satıra girmez, sadırdan okunur. O, ayrı bir bahis… Ama tasavvufun ahaliye intikâl etmiş davranış biçimlerinde bunu nasıl algılamak lâzım diye düşünürsek, bu bir tesbittir, o yapılabilir. Şimdi esas soru daha başlangıç tarafında "Nefsin kötülükleri emrettiği halde, Allah'ın da insana taşıyamıyacağı yükü yüklemeyeceği" gerçeği… Yükü burada ayırmak lâzım. Cenâb-ı Hakk'ın bizden istedikleri, nefis tarafından "yük" olarak algılanır. Nefis onu yük olarak algılar. Halbuki bu mükellefiyetlerin emredicisi Allah (celle celâlühü) olduğu için, taşınmayacak derecede ağır değildir "yük.." Nefis onu ağır gösterir. Daha zaten oradan başlıyor. Nefis, hep kötülükleri emreder. Sure-i Yusuf'ta Hz.Yusuf'un ağzından;"Ben nefsimi aklamam, çünkü o hep kötülükleri emreder." Koca bir Peygamber… Vahy-i İlahiye muhatap olmuş bir peygamber-i Zîşan Yusuf (aleyhi's-selâm)… O bile, "Ben nefsimi aklayamam,…." dedikten sonra, bize ne oluyor ki!.. Biz kimiz ki.. Peki o zaman, "yük" meselesi neden? Yük diye bir şey yok. Nefis, Allah'ın emirlerini yük göstererek, kaçındırıyor…

Yani Hz. Âdem'e secde etmesini şeytanın nefsi ona yük gösteriyor. Ne diyor âyette: "Ben sana secde ederim ya Rabbi, Âdem'e etmem." diyor. Halbuki secde eğer bir yükse, Allah'a da secde etmemesi lâzım. Hayır, nefis öyle gösteriyor. Çünkü ilk materyalist şeytandır. Niçin materyalist? Âdem'in maddesine baktı, Âdem'e "toprak" dedi."Ben ateştenim, o topraktan…" Âdem'in (aleyhi's-selâm) bırakalım mânevî o içteki nur-u Muhammedî'ye haiz olmasını, zâhir olarak şeytanın da bildiği olarak; esmâyı taşımıyor muydu Hz. Âdem, o esmânın mânâsına secdeyle emrolundu. Mânâya bakmadı, maddeye baktı…

İlk materyalist şeytandır. Toprakla ateşi mukayese etti. Halbuki o da kul, o da kul… Esmâya hâvi olmasını nazar-ı itibâre almayınca: "Sana secde ederim, o mahluka secde etmem." dedi. İşte nefis secdeyi değil, Âdem'e"eyvallah etmeyi" ağır gösterdi ona. İşte nefis ve yük meselesini böyle mütalaa etmek lâzım. Âdem (aleyhi's-selâm) yasak ağaca yaklaşmamayı beceremedi. Diyelim ki, zelle sadır oldu. Ne dedi? "Biz nefsimize zulmettik." Çünkü nefse en büyük zulüm, Allah'ın emrine muhalefettir. En büyük zulüm… Biz yaptık dedi. Sen eğer affetmezsen biz zarar görürüz. Sadakte... Şeytan ne dedi; "Beni sen azdırdın." dedi. Halbuki Cenâb-ı Allah, Hz. Âdem'i o ağaca yaklaştırmamak kudretine sahip… "Vehüve ala külli şey'in kadir." Şeytanı da ensesinden tutup Hz. Âdem'e secde ettirme kudretine sahip. Yapmadı öyle… Ha, niye yapmadı? İşte orada insanın beyni durmalıdır. O soruyu sormamalıdır. Murad-ı ilahi öyle... Murad-ı ilahiyeye intibak edilemez. Birleşilemez onunla... Öyle oldu. Fakat bu fiillerin sonunda Âdem (as) kabahati kendi üstüne aldığı için, -zaten öyle- o âdem, insan oldu… Şeytan, kabahati Allah'a yüklediği için şeytan oldu… Şeytanla Âdem arasındaki en büyük fark budur. Kabahati Allah'a yükleyenler… Hala devam ediyor. Onlar şeytanın varisleridir. Kabahati kendine yükleyip Cenâb-ı Allah'tan af dileyenler, tövbe edenler, Âdem'in çocuklarıdır… Âdemiyyet mertebesindedir. Ötekiler şeytan derecesindedir. Adam içiyor, çekiyor rakıyı…

Allah istese bana içirmez diyor. Biliyoruz içirmez, içme!.. Allah içirdi diyor!.. Kendi kabahatini Allah'a yüklüyor. Şeytan… Bugün ikindi kaçtı maalesef diyor. İşte kabahati üstüne almak insanlık, kabahati Allah'a yüklemek şeytanlık… İşte bu tasavvufta bütün bir hayat felsefesi olarak kabul ediliyor. Kabahatler bizim, ikramlar Allah'ın; adı üstünde, "kerîm" tecellisi… Ve biz hiçbir zaman ibadetlerimizin sonunda duasız bırakmıyoruz ve her duamızda "Duamızı kabul eyle ya rabbi!" diyoruz. Yani biz o fiili yapmakla, kabulüne dair senedimiz olmadığını bilip, Cenâb-ı Hakk'tan kabul dileniyoruz. Bu da kendimizin marifeti olarak değil, Rab-bimizin ikra-mı ve lütfu olarak kabul ediyoruz. Namazı ben kıldım demek de şeytanlıktır. Rabbim ikram etti beni huzuruna kabul etti. Zaten hakikatte öyle değil mi yani…

O kabul etmese çıkabilir miyiz huzuruna? Ha, o şekli gösterip de huzura çıkmayanlar var, ayrı mesele… Kabeyi tavaf edenler de var, Kabe etrafında bostan beygiri gibi dönenler de var. Öyle değil mi? O zaman, yüklenilemeyecek bir yükü yüklemeyen Allah, nefsin bunları yük olarak göstermesinden de bizi muhafaza buyursun. Çünkü hakikatte yük değildir. Nefis öyle gösterir. İşte nefsin terbiyesi, onun dediğinin tersini yapmakla mümkün olur. O yükü kaldırmak imandır. Taklitten tahkike geçmek için, genel emirler yapılacak... ve bu genel emirlerin yapılması, genel yasaklardan kaçınılması, insanı nefs-i mutmainneye kadar getirir. Zaten bakın Kur'an-ı Kerim'de insanlara hitap var; "Ya eyyühennas!", Mü’minlere hitap var; "Ya eyyühellezine amenu!", kâfirlere hitap ver; "Ya eyyühel kâfirun!"… Bir de bir özel hitap var, bir tek yerde var;"Ya eyyühetennefsü mutmaine!" Mutmainneye gelenler için diyor ki; "Bana dönün!" peki, çünkü hala nefis orada. Önemli yanlışlıklar yapabiliyor mutmaine de… "Bana dönün!" Nasıl döneceğiz? "Benden razı olun…" "Ki Ben sizden razı olayım." İşte biz birbirimize konuşuyoruz günlük hayatımızda… Teşekkür mahiyetinde, Allah razı olsun diyoruz. Allah'ın bizden razı olması çok önemli değildir, bizim Allah'tan razı olmamız önemlidir.

Çünkü biz Allah'tan razı olmazsak o bizden razı olmaz. Evvelâ biz Allah'tan razı olmayı öğreneceğiz. Bunu öğrenmek için ne yapacaksınız? "Benim kullarımın arasına girin…" Peki biz kul değil miyiz? Hayır!... Kul var kulcuk var. Bir de has kul var. Şimdi Resulullah Efendimiz de "Abduhu ve rasuluhu." Yahu Allah aşkına, Resulullah Efendimizin kulluğuyla benim kulluğum bir mi ya!?.." O abd-i has… Özel kul O… Ve makam-ı mahmud, makam-ı abdiyyettir… Kulluk makamıdır. Biz kul diye hepsini bir araya koyduk mu tabi büyük bir yanılgı içindeyiz demektir. Böylelikle yani "Kullarımın arasına girerek, Cennetime girin."diyor… Bakın, diğer âyetlerin hepsinde cennet, cennet'ül meva, cennet'ül …. diyor. Bu âyette ise "Cennetî" diyor. Cennet demiyor âyette. "Benim Cennetime girin" diyor. Yani, Zât Cenneti… Zât Cenneti'ne girmek için, mutlaka o "İbâdî" yani kendine muz'ar kılıyor. Benim kullarım, özelliği olan kullar… Yani bilfiil evliyaullah hazeratı… Efendim herkes evliya!.. Herkes evliya filan değildir. Velâyet-i hassa ile velâyet-i ammeyi ayırmak lâzımdır. İnsanlar iki türlüdür; ya adivvullahtır ya veliyullahtır. Yani Allah'a ya dosttur ya düşmandır. Her Muhammedî, bir kere, Allah'a dosttur. Günahıyla vebaliyle, Allah'a dosttur. Dolayısıyla Velîdir, Veliyullahtır. Ama bu, velâyet-i ammedir. Bir de velâyet-i hassa var; "Bilmiş olunuz ki, Allah'ın dostları vardır, onlar için mahzunluk yoktur, onlara korku da yoktur." Niye böyle bir özel âyet sevketmiş Allah?.. "Ela inne evliyaullah…" Allah'ın özel dostları vardır. İşte o özel dostlara yani rasul-u Kibriya Efendimizin velâyet sıfatının varisleri denir. Risalet sıfatının varisleri, ulema efendilerimizdir. Hepsinin ayaklarının altını öperiz. Ama bir de velâyet sıfatı var Efendimizin… O da işte, meşayih-ı kiram hazeratıdır. Ve bunların zaten kısm-ı küllisi de ulemaya dahildir. Cahilden veli olur mu, olur… Allah kimi dost edineceğini bana mı soracak!.. Zâhiri cahil olabilir, batınına bakmak lâzım.. Ne fizik biliyordur, ne kimya biliyordur, ne tıp biliyordur, ne fıkıh biliyordur, ama Allah'ı öyle bir seviyordur ki… Allah ona dostluk gösterir. Bize mi soracak yani!.. Biz ne yazık ki dostluğu da maddi ölçülere bağlamışız. Olmaz öyle şey, yanlış o…

Yani bir ordinaryus profesörün çöpçüden dostu olmaz mı? Bitti, bu kadar... Onun için, velâyet, inkarı mümkün olmayan bir kurumdur. Zaten âyetle de sabittir. Ayrıca bir başka âyette, "Benim nebilerim, velilerim, sadıklarım, şehidlerim vardır, bir de bunları sevenler vardır. Onlar da onlar gibidir." diyor. Velileri; nebilerle, salihlerle şehidlerle bir grup olarak sayıyor. Velilerim vardır, dostlarım vardır diyor. Hala niye inkar ediyorlar? Ha, kim veli? Aklımıza geldiğinde o zât, Allah aklımıza geliyorsa, o zât velidir. Ha mertebesi? Orada durmak lâzım… Filanca zat-ı şerif, falanca zat-ı şeriften daha büyük! Sana sorarım, hangi teraziyle tarttın kerata diye… Senin o teraziyi kaldıracak kolun mu var? O teraziyi seyredecek gözün mü var? Hepsine eyvallah… Birine eyvallah, binine eyvallah demektir… Binine eyvallah, birine eyvallah demektir… Ayırmak yok, herkese o gözle bakacağız. Ortak paydayı nazar-ı itibara almadan kendi nefsimize göre adam ölçmeye kalkıyoruz!. Ne haddimize yahu… Sordu afedersiniz salağın biri; "Siz Resulullah efendimizin ismi geçtiğinde de elinizi göğsünüze koyu-yorsunuz, sonra bir velinin ya da bir şairin ismi geçtiğinde, ona da elinizi göğsünüze koyuyorsunuz. Bu onu da Peygamber seviyesine çıkarmaktır." dedi. "Haa, tabi, tabi, onu peygamber seviyesine çıkarıyoruz, peygamberi de onun seviyesine indiriyoruz" dedim. "Sen askerlik yaptın mı?" dedim. "Yaptım" dedi. "Onbaşıya verdiğin selâmla yüzbaşıya albaya generale genelkurmay başkanına verdiğin selâm arasında fark var mıydı?" dedim. Biz neferiz, onbaşıya da selâm veririz, genelkurmay başkanına da selâm veririz. Lateşbih, Resulullah efendimiz genelkurmay başkanıdır. Olamaz mı, hiçbirşeyle ölçülmez tartılmaz ama meselâ genelkurmay başkanının özel bir selâmı yok ki… Onbaşının da özel bir selâmı yok. Selâm, selâmdır. Biz neferiz, en aşağıdayız. Tabandayız biz. Bizim için herkes büyüktür. Dervişilik böyle bir şeydir. Biz onbaşıya da hazırola geçeriz, paşaya da hazırola geçeriz. İşte bu… "Ha, ben öyle düşünmedim!" dedi. Sen öyle düşünmedin değil, sen tenkid edecek yer arıyorsun… İşte nefsin Allah'ın emirlerini ağır göstermesi gibidir bu iş. Yoksa Allah, kuluna raufurrahimdir, rauf ne demek? "Allah bütün kullarının dostudur." "İbad" diyor, "mü’min" demiyor. Bütün kullarının dostudur. Biz o dostluğu, Rabbimizin emirlerine riâyet, yasaklarından kaçarak teşekkürünü ifa ve ifade etmeliyiz. Bundan ibârettir. Yoksa Allah, bütün kullarının dostudur. Biz bir de cemiyet olarak yanlış düşünüyoruz. Rabbül alemin'i Rabbülmüslimin yapmaya çalışıyoruz. Rahmetenlil alemini de Rahmetenlilmüslimin yapmaya çalışıyoruz.

Gavurların da peygamberidir Hz. Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Sellem). Bunu bir algılasak çok iyi olacak. Tam mânâsıyla algılasak… Nedir bu? Efendimiz onların da gavur kalmasına razı değil... Bedir'deki kâfirler, müşrikler geberince, koydukları çukurun başına gidip üzüntüsünü beyan etmedi mi? "Ey hemşerilerim, niye beni dinlemediniz? Niye benim sözümü dinlemediniz? Şimdi daha iyi mi oldu bak başınıza gelen!.." Ölmelerini demiyor, gördükleri azap için söylüyor… Kâfirin azap çekmesinden razı olmayan bir peygamberin ümmetiyiz biz. Böyle mi davranıyoruz peki?.. Hiç farkında değiliz. Merhamet denilen şeyden uzaklaşmışız… Din kardeşliği dayanışması namı altında, düşmanlık beslemişiz. Onun için, Efendimizi çok iyi tanımak mecburiyetindeyiz. Efendimizi tanıdıkça dünya ve âhiret saadetimiz artar.

İnsanlarda kompleks, zillet, yetişme bozuklukları var. Herkeste, belli bir yaş grubunda yetişme bozuklukları, davranış bozuklukları, nefis hastalıkları var. Bu kaçınılmaz bir şey… Tasavvuftan istifade etme noktasında, kompleksli bir toplumda ya da herhangi bir toplumda yetişen insanların kendi benini görmesin diye kendi benini görmesini nefsaniyet, amellerini görmesini ucub olarak değerlendirip, bu insanları belki de yanlış bir şekilde frenliyoruz. İnsanın kendi "müsbet benini" farkedemeden "Biz kimiz ki, ben adiyim, ben rezilim" diyen insanların mânevîyata talip olabilir mi, mânevîyattan nasiplenebilir mi? Kulluğa gerçekten talip olması düşünülebilir mi? Kendini bu denli yok görerek mânevîyata talip olunabilir mi? İnsanın kendini manen sevmesiyle Allah'ı sevmesi arasında ne tür bir ilişki olduğunu açıklar mısınız?

Bakın bu yanlışlıklar günümüze mahsus değildir. Biz Hz. Âdem çocuğu olduğumuz kadar, Habil ve Kabil çocuğuyuz. Yani Hak ve bâtil münakaşası, daha Hz.Âdem'in birinci nesil evladında başlamıştır. Habil ve Kabil kavgasının doğru görüş açısı, Hak ve bâtil kavgası değil midir? Dolayısıyla Hak ve bâtil kavgası Âdem'in birinci nesil evladıyla başlamış ve kıyamete kadar devam edecektir. Bu buyurduğunuz tesbit, daha evvel de var. Bunun için meselâ, bir önemli tasavvuf ekolü olan Şâbanîlikte, pir-i sânî, kol sahibi olan Mustafa Behrî Hz. Vardır ve Şâbanîliği Mısır'a ve oradan Arabistan'a taşıyan bir zattır. Onun kitabında var. "Ahaliden hürmet gören, bir mevkideki zat, tevazu göstereceğim diye, ahalinin, o mevkinin kıymetini azaltıcı görüşüne sebep olacak, aşağı derecede hareket sergilemesi günahtır, yasaktır." diyor. Dört asır evvel yazılmış kitap… var demek ki… Meselâ bir kadı efendi, giyinmesinden sokakta yürüyüşüne kadar, hal içinde olacak. Lafları yanlış anlayan sadece biz değiliz, beni affetsinler, hepsinin ayağının tozu olayım ama ashab-ı kiramdan da var. Efendimiz tevazunun öneminden bahsettikten sonra ma’lum, ashab-ı kiramdan zengin bir zat, yırtık vs. elbiseler giyinmeye başlıyor. Efendimiz buyuruyor ki, "ne yapıyorsun sen böyle?" O zât "Tevazulu olmamızı söylediniz ya…" deyince, "Ben öyle söylemedim." diyor. "Ben size, malınızla mülkünüzle burnu büyüklük yapmayın. Ama Allah, kuluna verdiği nimeti, kulunun üzerinde müşahade etmeyi sever dedim." diyor. Yani Allah sana zenginlik vermiş, zengin gibi giyineceksin. Ki ihtiyaç sahibi biri senden bir şey isteyebilsin… Bunun tersi, fukara, borç parayla zengin gibi giyiniyor!.. Bir zenginin ona yardım etmesine mani oluyor, görünüşü zengin çünkü. Ama borçla yapıyor. Olduğun gibi görünmek, ya da göründüğün gibi olmaktır mesele…

Hz. Mevlânâ'ya atfedilen bu söz… Bu zâhir görünüşten, batınına girmek gerekirse konunun… Demin arzet-meye çalıştım; biz yeryüzünde Allah'ın halifesiyiz. Sair mahlukata karşı halifetullah olmanın izzetini yaşamalıyız ve yaşatmalıyız. Tevazu, halifetullaha ters davranacak bir biçim almak demek değildir. Fakat bunu da tam kendi kendimize beceremeyeceğimiz için, Cenâb-ı Allah bu hususta da davranış biçimimizi belirleyecek bir âyet sevketmiş…"Mü’minler, birbirlerine karşı mütevazi, kâfire karşı izzetli olurlar." diyor. Meselâ "Yer-yüzünde ayaklarınızı yere vurarak burnu büyük bir şekilde dolaşmayın" âyeti geldi. Fakat ma’lum, Resulullah Efendimizin hayat-ı seniyyelerindeki gazvelerde evvelâ şiir okunuyor karşılıklı, hem hakaret ediyor hem kendilerini övüyorlar. Asr-ı saadetteki savaşlarda evvelâ şiir okunuyor, sonra mubarizler çıkıyor, sonra ordu kapışıyor. Bu mubarizlerden birisi Dıhyetü'l Kelbi Hz., Efendimize simaen de en çok benzeyen, Efendimizin de çok sevdiği birisi… O böyle salına salına gavurun üstüne doğru gidiyor. Efendimizin huzurundaki zatlardan biri;"Ya Resulullah, böyle yürünmeyecekti yeryüzünde…" dedi. Peygamberimiz ona burada böyle yürüneceğini söylü-yor. Yani emirlerin bile nerede nasıl tatbik edileceğini anlamamız lâzım. Kul Rabbine karşı elbette her zaman zilletlidir. Ama nefsine karşı izzetli olmalıdır. Nefse izzet, nefsin dediğinin tersini yapmakla olur.

Mesnevi-i Şerif'te Hz.Pîr buyuruyorlar ki, "Nefis ateş gibidir. Sen onu söndürmek istiyorsun, üzerine odun atıyorsun. Korun üzerine odun attığın zaman; o kor, odunu tutuşturana kadar ateş biraz söner gibi gelir. Fakat sonra daha çok büyür. Ateşi söndürmek istiyorsan, üstüne su dök, odun atma." diyor. Yani ateşin istediği odundur. İstemediği sudur. Söndürmek istiyorsan tersini yap… Yani tersini yap… Misâlle anlatıyor bunu Hz. Mevlânâ. Biz, halifetullah olduğumuz idrakinin izzeti, kul olduğumuz idrakinin zilletiyle yaşamalıyız. Ben kimim ki derken, evvelâ Resulullah Efendimizin, "Nefsini bilen Rabbini bilir." derken, nefsinin evvelâ aczini bilecek, -oradaki nefis, nüfusun tekili olan, kişilik yani- kişiliğini, Allah karşısında zilletini, kulluğunu bilecek ama Allah'ın ona diğer mahlukatın yanı sıra sadece ona halifetullahlık sıfatını verdiği, Allah'ın halifesi sıfatını verdiğini, onun da vakarını yaşayacak… "Güneşi de ayı da yıldızları da semayı da arzı da ikisi arasındakileri de sizin emrinize musahhar kıldım."diyor Allah-u Teala… Sizin içinizden kendime yar seçtim, Habib seçtim diyor. Hep insanlara söylüyor bunu. Daha ne yapsın bizim izzetimizi anlatmak için… Ancak o şeytan ve Âdem bahsinde arzettiğim gibi, ibadeti bile "Ben yaptım"deyince benlik olur, "Sen lütfettin ya Rabbi" deyince beşerlik olur. Bu ikisinin arasındaki dengeyi kurmak… Biz maalesef Rabbimize karşı göstermemiz gereken zilleti, maddeten bizden kuvvetli insanlara karşı da göstermeye başladık. Bu, ne İslam'a yakışır, ne insan sıfatına yakışır. Olmaz, bu yanlış… "Ben yaptım" ne, kabahat; "Sen lütfettin Ya Rabbi" ne… İbadat-u taat. Zaten âyette demiyor mu; "Size bir musibet isabet ederse, nefsinizden bilin. Bir hasenat isabet ederse Rabbinizden bilin." Rabbinizdendir ve nefsinizdendir demiyor. Bilin diyor… Çünkü o zaman ne olur bunun bir adım ilerisi… Nefis, kötülük tanrısı, Allah-u Zülcelâl iyilik tanrısı olur!.. Tevhid nerede kaldı!... Tevhidi de muhafaza etmek için Rabbül aleminin esmâ tecellilerine iyi dikkat etmek lâzım. Bunun da yolu Cenâb-ı Hakk'ın lütfu, kötülükleri ve yanlışlıkları nefsimizin iğvası kabul etmektir.

Bu topraklarda kültür emperyalizmi bitti mi? İnsanlar böyle algılayıp bir boşvermişlik içinde mi? Bu topraklar, kader birliği yapacak bu insanlar İslam dünyası açısından da çok önemli… Nasıl görüyorsunuz?

"İnnemel mü'minine ıhvetün" âyetinin mânâsına tam intibak edemediğimiz için böyle oluyor. Bir de biz Cenâb-ı Hakkın bazı dünyevi yaşayıştaki önem verdiği âyetlere kendimiz başka kaideler üretmişiz. Meselâ Allah, anlaşmalarınızı yazın diyor. Sure-i Bakara'nın sonunda ma’lum.. Yazamazsanız adil bir katibe yazdırın diyor. Ne yapıyoruz? Benim sözüm söz arkadaş merak etme diyoruz. Allah yazın diyor, biz söz veri-yoruz. Buyurun… Sözden dönmemek ayrı, o zaten mü’minin tarifi. Sözden dönmeyeceğiz, tamam. Ama Allah, hem sözünüzden dönmeyin diyor, hem yazın diyor. Niye yazmayı ihmal ediyoruz? Bugün hadi Türkiye'yi ele alalım, ben avukatım aynı zamanda… Bütün anlaşmazlıklar, yazılmadığı için, "öyle konuştuk, ama ben o mânâda söylemedim!.." kavgasından çıkıyor. Yazsak… "Emaneti ehline verin" diyor Allah. Biz Emaneti ehline mi veriyoruz, kendimize türlü vesilelerle yakın olanlara mı veriyoruz!.. Bunun içine din kardeşliği dahil… Resulullah Efendimizin hicret sırasındaki zâhiren bakarsak can pazarı değil mi, bulsalar kesecektiler. Bu can pazarında dahi Efendimizin ve Hz. Ebubekirin kılavuzu kim? Abdullah İbni Uraykıt… Bir müşrik!.. Gavur yani. Hicret, 26 Safer günü başlıyor, 12 Rebiülevvel günü bitiyor. Bu ne demek? Ayın en az gözüktüğü zamanlar demek. Gündüz zaten yolculuk yapmıyor Efendimiz, gece yapıyor. İhbar olmasın diye gece yapıyor yolculuğu. O Abdullah İbni Uraykıt öyle bir usta ki, yıldıza bakarak yol buluyor. Tabi, Abdullah İbni Uraykıt isminde kılavuzu var Efendimizin…

Ve o kılavuz henüz müşrik fakat yıldızdan bile yol bulacak kadar usta bir kılavuz. Yani işinde ehil bir adam. Bunun farkında değiliz... Çünkü Resulullah Efendimizin kırk yaşından evvelki ha-yatında da kırkından sonraki kendisine henüz vahyedilmemiş âyetlerde muhalefeti hiç yoktur. Yani diyelim ki altmış yaşındayken Efendimize bir âyet geldi. Zaten o yaşa kadar Efendimiz ahlâk olarak, davranış biçimi olarak o âyete uygun yaşıyordu. "Emaneti ehline verin." âyeti, Mekke'nin fethi günü gelmiştir. Halbuki hicret, Mekke'nin fethinden senelerce önce... Senelerce önce bile emaneti yine ehline veriyordu zaten Efendimiz… Abdullah İbni Uraykıt kadar usta bir kılavuz, o civarda yok, en ustası o, "Bana kılavuz ol." diyor. Onu tutuyor. Küfrüne bakmıyor, çünkü iman Allah ile kul arasındadır. Ama ehliyet, ikimiz arasındadır.

İslam'ın maalesef dışarıdakiler tarafından anlaşılmayan tarafı, fıtrat dini olmasıdır. Yaradılışa uygun yegane dindir. Fıtrat dinidir İslam. Zaten evrenseldir. İnsanlar, Allah'ın kullarıdır. İnsanlar ya dinde kardeştir, ya yaradılışta eştir. Sıfatlar bozuktur. Kâfire zât olarak bakılmaz, sıfat olarak bakılır. Bir kelime-i şehadet farkı var aramızda… Efendim, onun günahı çok!.. Acaba bizimki tartılıyor mu? Sarhoşa kızıyoruz hepimiz, şunu düşünmek lâzım; her günah içki gibi sarhoşluk verseydi, hangimiz ayık gezebilirdik?.

Ayık gezenimiz olur muydu? Allah'ın "settar" sıfatı he-pimizde tecelli etmese birbirimizin yüzüne bakabilir miyiz? Ne güveniyoruz kendimize? Bir tek güvenç vardır, bir tek güvenç.. Allah'a güveneceğiz. İtimat O'na… O'na direk ulaşılmaz. Bakın bugün bazı şeyleri bildiğimiz teknik konularla açıklamak daha kolay… Tabi bunlar, benzetme yoluyla… Şimdi burada bir ampul yanıyor. Bu ampulün burada yanması için 220 volt olması lâzım. Peki, bu mahallenin trafosunda kaç volt var? Belki binlerce volt var, ben anlamam… Peki İstanbul'un trafosunda, peki enterconnected sistemde? Adam beli gibi kalın telden geçiyor o elektrik... Burada, bir saç teli kadar geçiyor. Kaç bin volt geçiyor kim bilir orada? O volta bu ampul tahammül edemez değil mi? Cenâb-ı Hak, lateşbih, güneşe çıplak gözle bakılmayacağı gibi öyle bir voltajdır. Ona ulaşmanın yolu yani muhavvile –indirgeme demek- en büyük muhavvile merkezi, Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizdir. Sonra, Resulullah Efendimiz de kendi başına büyük bir trafo… Ona nasıl ulaşacağız? Küçük tellerle…

Yani bu evin bütün kablosu, incecik tellerden oluşuyor. Ama bu binaya giren kablo daha kalın, bu mahalleye giren daha kalın. Bu şehre giren en kalın… O adam beli kalınlığındaki kablolar daha kalın. Yani Resulullah'a bakmak için Resulullah'a bakmasını, görmesini bilenlere bakacağız evvelâ.. Sonra Resulullah'a sonra Allah'a… Ha, bu aradan gitmeden ben direkt Allah'a bakarım!.. Dediğin gibi olsaydı, onlara lüzum kalmazdı… Ve "ben, Allah'la arama kimseyi sokmam!.." diyorsun. Halt etmişsin sen… Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizle Allah (Celle Celâlühü) arasındaki Cebrail neci?... Allah isteseydi Cebrailsiz, Habibinin gönlüne aklına, ne istediyse, o fikirleri, o düşünceleri, o emirleri, veremez miydi? Verirdi. Ama demekki Cebrail diye bir kurum var. Melek, Âmennâ da, ama onu bir kurum olarak görelim… Cebrail kurumu var. Ne işe yarıyor o? Veya kullarına peygambersiz kendi isteklerini iletmeye kadir değil mi? Estağfirullah… "Vehüve ala külli şeyin kadir"; her şeye kadir… Ama Peygamber koymuş araya… Çünki sizin cinsinizden… Bunu Hz. Mevlânâ Mesnevi-i Şerif'te bir hikaye ile anlatır. Hz. Ali Efendimiz, sokakta bir çığlık duymuş. Çıkmış dışarıya, n'oluyor diye. Bir kadıncağız ve kadının çocuğu bir şekilde, nasıl olduysa, dama çıkmış, henüz emekliyor… kadıncağız da çocuk damdan düşecek diye feryad içinde… Hz. Ali Efendimiz kadına hemen "sus" demiş… "Gürültü etme, şimdi çabuk bana, komşudan emekliyen bir çocuk bul." Bulmuşlar. Hz. Ali Efendimiz uygun bir yerden dama çıkmış, kendisi görünmeden, o damdaki çocuğa kucağında taşıdığı kendi yaşıtı, akranı çocuğu göstermiş… Çocuk çatının kenarından –kendi akranı ya- pıtır pıtır emekliyerek akranı olan çocuğun yanına gidince, Hz. Ali Efendimiz tutmuş, ikisini de almış indirmiş…

Bunu niye anlatıyor Hz. Mevlânâ Mesnevi'de… O çocuğu, anasının bağırması ya da Hz. Ali'nin dama çıkması kurtarmaz. Neden, çünkü elini bacağını bir adım dışarıya atsa ‘lap' diye düşecek… Ama kendi cinsinden emekleyen bir çocuk oldu mu, o, onun cazibesiyle onun yanına gitti kurtuldu. İşte Allah-u Teala bize melekten cinden değil, kendi cinsimizden tebliğciler gönderdi. Bu kadar açık bunun hikmeti. Ne münakaşa ediyoruz ki… Ama biz, bunları anlamamak, "Ben Allah'ın kuluyum, ben bunu anlarım." diyorsunuz. Olur!.. Bakın siz tabipsiniz, tabip mektebine gitmek için kaç sene tahsil ettiniz. Onu niye nazar-ı itibâre almıyorsunuz? Ben şimdi açıyım anatomi kitabını okuyayım, sonra doktor diye ortaya çıkayım… Olur, o kadar ucuzdu!.. Siz anatomiyi anlamak için kaç sene tahsil yaptınız?... Şimdi ben Kur'an'ı açayım, dinimi anlayayım, olur!... O kadar kolay mı be!.. Yani 60,70,80 senelik ömre sahip bir bedenin sağlığının temini ilmi olan Tıp için, tıbbı öğrenmek için evvelâ 15 sene tahsil yapıyorsunuz, sonra tıbbı öğrenmeye başlıyorsunuz… Ben hiçbir ön çalışma, ön tahsil yapmıyacağım; Kur'an'ı okuyacağım, anlayacağım!.. İşte bu ucuzculuk, bu olmaz… Bunları doğru yaptığımız zaman, kimliğimiz de, kişiliğimiz de, şahsiyetimiz de, dayanışmamız da, toprağı vatan edinme, fikrî vatan edinme de hepsi hallolur. Çünkü böyle yaptığımız zaman, Domaniç yaylasından Viyana'ya gittik. Böyle yapmadığımız zaman, Viyana'dan Edirne'ye döndük… Bu kadar kolay... Ve dikkat buyurun, bize empoze edilen maarif sisteminde, hep Viyana'dan dönüş sebepleri anlâtilır ve sadece din olarak anlâtilır. Domaniç'ten Viyana'ya gitme sebepleri anlâtilmaz!.. Niye acaba? Bir daha gitmesin diye… Bunda domuz dolabı vardır, gavur parmağı vardır. Kim ne derse desin...

Lozan'ın siyasi sınırları ile birlikte 80 senedir, fikrî sınırlarımızda Ardahan, Hakkari, Muğla, Edirne dörtgenine sığdırılmaya çalışıyoruz. Böyle şey olmaz… Biz âlem şümul bir milletiz. Bizim sınırlarımız, beygirlerimizin su içtiği yerdedir. Toprak sınırı değil, fikrî sınırımız. Zaten fıkıhta bir kaide var. Bir toprak parçası arazi, İslam olduğu zaman, yani Müslümanların elinde olduğu zaman, ebeden Müslüman toprağıdır. İşgale uğramış olsa da… Onun için, İspanya Müslüman toprağıdır, Viyana'ya kadar, bütün Romanya vs. İslam toprağıdır. Başkasının eline geçmiş olsa da… Peki, İslam toprağıdır diye de Müslümanlar mı idare edecek? Hayır. İdare, dünyevî bir meseledir. Ebedi hayattan bahsediyoruz. Biz dünyaya talip değiliz, ebedi hayata talibiz. Oradaki insanların yanlış yoldan çevrilmesi, bizim üzerimize farz-ı ayndır. Onun için, fikriyatımızı Edirne'nin dışına taşımalıyız. Ve unutmamak lâzımdır, fütuhat-ı İslamiye, o zamanların gereği topraktaydı, bugünün gereği fikriyattadır. Ve bu oluyor. Üç buçuk milyon Türk var Almanya'da…

Ben eskiden hep o Avrupa'ya gidenlere kayıp gözüyle bakardım, yazık oluyor bu insanlara diye. Şimdi onların hepsini bir fedai olarak görüyorum. Bugün Almanya'da yüzlerce cami var. Hollanda'da meselâ bir Fatih Camii var. Ben oraya gittiğim zaman en az Eyüp Sultan Camii kadar huzur duyuyorum. O camide bir ruhaniyet var, bir evliya ayağı değmiş oraya… Öyle acaip bir cami. Ha, başkasına tesir etmeyebilir, başkasına da başka yer tesir eder. Ama bugün kiliseden bozma, apartman katından bozmanın yanı sıra çifte minareli kubbeli camiler var. Beş vakit ezan okunuyor Avrupa'da. Bu bir fütuhat değildir midir?

Geçen sene 2007 Ramazan'ında Londra'da ben teravih kıldım. Faslı, Suudlu, Orta Afrikalı, kara yüzlü, siyah derili insanlar… Teravih kıldım. Ve emin olun, camiye giderkenki yürüyüşümle camiden çıktıktan sonraki yürüyüşüm değişmişti. Yani ben de iki sene evvel 61 yaşında koca adamdım yani. Ama bir çocuk gibi, dönüşte hoplaya zıplaya geldim. Ve nasıl dolu cami biliyor musun, kocaman… ve dolu… Bu işte, meselâ bugün Newyork'ta 86.caddede galiba, minaresiyle kubbesiyle bir cami var Türklerin yaptığı… İlay-ı kelimetullah, her müslümanın üzerine farz-ı ayndır. Yapamıyorsak da yapanları sevmek gerekir. Herkes nebi, veli, salih, şehid değil, ama Allah öyle bir ikram sahibi ki, "onları sevenlere de onlar gibi muamele yaparım" diyor. Evet, benim nebilerim salihlerim şehidlerim velile-rim vardır – dört grup sayıyor- bir de bunları sevenler vardır –beşinci grup- onlar da onlar gibidir diyor. Bak, bak, bak, bak… Sevmeyi, onlarla aynı teraziye konmak olarak değerlendiriyor.

Elbette, Resulullah Efendimizle – hatemü'l enbiya- nübüvvet bitmiştir, ama bütün peygamberleri sevmek, peygamberler gibi muamele görmektir. Allah vaat ediyor, dönmez ki va'dinden… Onlar da onlar gibidir diyor. Şehitlerimizi de seviyoruz. Salihlerimizi de seviyoruz. Velilerimizi de seviyoruz. E bize de öyle muamele yapıcak… Ha bu muameleyi yapsın diye seviyoruz dersek olmaz. Sevmenin göstergesi vardır... Nedir? Onlar gibi olmaya çalışmak.. Yani şehidi seviyorum, sonra askerden kaçıyorum, böyle şey olur mu ya!.. Sevmiyorsun demek ki kerata… Yani sevmek, onlara benzemeye çalışmak, onlar gibi davranış biçimine sahip olmakladır. Yani kendimize onları numune edeceğiz. Zaten Hz. Peygamberi her davranışta kendimize numune etmek farz-ı ayndır. Bir beş şart ezberlemişiz, -İslam'ın şartı beş- bitmiş... Öyle değil, o asgarisi, mükellefiyetin asgarisi… Hz. Peygamber'den gayrıyı kendine örnek almak küfürdür. Başkasını örnek alamayız… Âyet var, öyle değil mi? Fıkıh olarak öyle, başkasını örnek alamayız... Ha, onu örnek almış olduğuna inandıklarımızı örnek alırız. Neden? Çünkü henüz ona ulaşamadık… O'nu örnek alanı örnek alırız, ona ulaşayım, sonra O'na da ulaşırız. O caiz.

Çünkü hedefte yine örnek alınacak insan olarak Hz. Peygamber var. İşte, efendim nasıl güneşe açık gözle bakılmıyor, Resulullah Efendimize de pek öyle açık gözle bakılmaz. Veliler hepimize uygun güneş gözlüğü koyuyorlar gözümüze…

Efendimizin ışıltısını algılayalım… Sonra gözümüz alışırsa çıplak gözle bakarız, evvelâ bir gözümüz alışsın..

Efendim, çok teşekkür ediyoruz. İnanıyoruz ki, okurlarımız da çok istifade edecekler.

Feyz Dergisi

Röportaj: Dr. Alper Yücel ZORLU



**

Vaad: Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus. Bir şeyi yapmak veya bir şey için söz vermek va'ddır. Hayır işlenecek iş için masdar "va'd" veya "vaide" dir. İşlenecek şey şer ise; ev'ide denir. Masdarı "Îâd: $ " dır. Va'd hayırda, îâd ve vaîd şerde kullanıldığına göre; vaîd: masdarı şerre niyet ettiğini, korkulacak iş işleyeceğini haber vermekle korkutmaktan ibârettir. Cenneti va’d etmek.
Vaîd: İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak. Cehennemi haber vermek.
Vecibe: Borç hükmünde olan vazife. Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey.
Mudill: İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici. Dalaleti-sapıklığı tercih edenleri dileğine kavuşturucu.
El Hâdî:
Resim

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Bildiklerinizle amel ederseniz bilmediklerinizi Allah size öğretir" buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü'l hafâ, II, s.265,h. no: 2542)

ALLAHu zü’l- CeLÂL de Kur'ân-ı Kerimde:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإن كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُواْ شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُواْ وَلاَ تَسْأَمُوْاْ أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيرًا أَو كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُواْ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْاْ إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُواْ فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ tedâyentum bi deynin ilâ ecelin musemmen fektubûh(fektubûhu), velyektub beynekum kâtibun bil adl(adli), ve lâ ye’be kâtibun en yektube kemâ allemehullâhu felyektub, velyumlilillezî aleyhil hakku velyettekıllâhe rabbehû ve lâ yebhas minhu şey’â(şey’en), fe in kânellezî aleyhil hakku sefîhan ev daîfen ev lâ yestatîu en yumille huve felyumlil veliyyuhu bil adl(adli), vesteşhidû şehîdeyni min ricâlikum, fe in lem yekûnâ raculeyni fe raculun vemraetâni mimmen terdavne mineş şuhedâi en tedılle ıhdâhumâ fe tuzekkire ıhdâhumâl uhrâ ve lâ ye’beş şuhedâu izâ mâ duû, ve lâ tes’emû en tektubûhu sagîran ev kebîran ilâ ecelih(ecelihî), zâlikum aksatu indallâhi ve akvemu liş şehâdeti ve ednâ ellâ tertâbû illâ en tekûne ticâreten hâdıraten tudîrûnehâ beynekum fe leyse aleykum cunâhun ellâ tektubûhâ ve eşhidû izâ tebâya’tum, ve lâ yudârra kâtibun ve lâ şehîd(şehîdun), ve in tef’alû fe innehu fusûkun bikum, vettekûllâh(vettekûllâhe), ve yuallimukumullâh(yuallimukumullâhu), vallâhu bi kulli şey’in alîm(alîmun).: Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir katip doğru olarak yazsın, katip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah'tan sakınsın, ondan hiç bir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), düşük akıllı ya da za'f sahibi veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri şaşırdığında öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur). Şahidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun, çok olsun, süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında en adil, şahitlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış-veriş ettiğinizde de şahid tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin. (Aksini) Yaparsanız, o, kendiniz için fısk (zulüm ve günah)tır. Allah'tan sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilendir.” (Bakara 2/282)

وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).: (Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yusuf 12/53)

قَالَ يَا إِبْلِيسُ مَا مَنَعَكَ أَن تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَيَّ أَسْتَكْبَرْتَ أَمْ كُنتَ مِنَ الْعَالِينَ
“Kâle yâ iblîsu mâ meneake en tescude limâ halaktu bi yedeyy(yedeyye), estekberte em kunte minel âlîn(âlîne).: Allah! Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin? dedi.” (Sâd 38/75)

قَالَ أَنَا خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ
“Kâle ene hayrun minh(minhu), halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn(tînin).: İblis: Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.” (Sâd 38/76)
Resim
Cevapla

“►İslami Sohbetler◄” sayfasına dön