LÜBbü’l- LÜBb- ÖZün ÖZü..

Cevapla
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12886
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

LÜBbü’l- LÜBb- ÖZün ÖZü..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ÖZün ÖZü”n
GÖNÜL gÖZün
HAKkça DİNLe
HaKk’ın sÖZün!.
celle celâluhu


ZEVK 6230

Şu ÂN >ŞeÂN >ŞÂHİDiyim!. ->Kul ihvÂNi ->ŞARABîyem!
->KÛN feyeKÛN >KâiNÂTı!. KaLBî KULum >KÂBe KÜBüm!
VÂHİDul- KÂHHaR KaDERi.. ->HÂL-i HaZıR ->HARABîyem!
MuhaMMedî MeLÂMîyem.. ARABîyem.. ->LÜBbül- LÜBüm!.


18.08.14 >13:14
brsbrs-öğlzÂNı..tktktrstkkdsszısszz…



يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Resim---Yevme hum bârizûn(bârizûne) lâ yahfâ alâllâhi min hum şey’un, li menil mulku’l- yevm(yevme), lillâhi’l- vâhidi’l- kahhâr: O gün, orta yere çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. (Allah sorar:) "Bugün mülk kimindir? Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır." (Mü’min 40/16)


Resim

LÜBl - LÜBb - ÖZün ÖZü

ResimMuhyiddin İbni Arabî kaddesallahu sırrahu

Türkçe’ye çeviren: İsmail Hakkı Bursevî
Sadeleştiren: Abdülkadir Akçiçek…

1- Tasavvuf Dininin yerdeki tek İlâhı İNSAN-ı KÂMİL’dir.:

Burada İNSAN-ı KÂMİL anlatılacaktır. Anlatılan hazarat ve âlemlerin hepsini bu insan kapsar ve benliğinde toplar. İNSAN-I KÂMİL, birleştirici mertebeye sahibtir; İsm-i Azam makamındadır. İsm-i Azam nasıl bütün isimleri özünde toplar ise, İNSAN-ı KÂMİL de onun gibi, mülk, melekût, ceberut ve lâhut âlemlerini toplar. Zâhirde olsun, batında olsun, ÎNSAN-ı KÂMİL'in kuşatmadığı hiç bir makam yoktur. Zâtî olan bir sirâyetle, hepsinde hükmünü geçirir ve hangi şey olursa olsun; onda ayniyle zuhur eder.
Nitekim, Hazret-i Ali şöyle söyledi: “Sen kendini sandın bir parça, küçük; Halbuki sende âlem var, en büyük..
Yani, sen kendini ufak birşey sanırsın; halbuki sende en büyük âlem saklı ve gizli... Bir mürşide gider ÖZüne karşı anlayış alırsan herşeyi sende ve seni herşeyde var görür; yakinen bilirsin.

İNSAN-ı KÂMİL'in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin: On sekiz bin âlem; bir havan içinde döğülse, hamur haline gelse, terkibi İNSAN-ı KÂMiL olur. Bu insan; on sekiz bin âlemi. on sekiz bin gözle seyreder. Her âleme, o âleme has olan gözle bakar. Duygular âlemini, duygu gözüyle; akıllara sezilenleri akıl gözüyle, mânâlrı da kalb gözüyle seyreder. Öbürlerini de buna kıyas et. Duygu "madde" gözüyle, mânâları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir; bu, ehline mâlumdur.


Bir şiir:
"Yürü, bir göz bul çâre eyle;
Bu kez, ondan ona nazar eyle..
"

Gayb âlemini, seyredebilmek için, Hakkanî bir göz gerek.
Âlemleri; on sekiz bin olarak hesap edenler için temel şudur: Küllî akıl, küllî nefis -bunlara levh ve kalem de denir. Arş, kürsî yedi kat semâ, dört tabiat unsuru ve üç mevâlid; bunlar bütün olarak on sekiz eder. Teferruat itibariyle de, on sekiz bin olur.. Bir çok büyükler böyle der. Gerçek durumda esas olan ise; âlemlerin, sayıya gelmeyeceğidir.

İşte bahsi geçen cümle şeyler, melek ve felek, İNSAN-ı KÂMİL'in kalbine konsa orada zerre kadar dahi tartı değmez.
Hazreti Beyazid, bu makama varınca şöyle anlatmıştır: “Arş ve ondakiler, milyon kere büyüse ve ârifin kalbinde bir köşeye konsa; orada bir şeyin varlığını duymaz.”
O gönül ki, yerlere ve göklere, Arşa ve Kürsî'ye sığmayan, Yüce Hakk’ın azamet ve celâlinin, cümle zât ve sıfatının tecellî yeri olmuştur; ona bu kadar büyüklük çok mudur?.
Bunu, şu kudsî hadis de te’yid eder: “Göklerime, yerlerime sığamam, lâkin mü’min kulumun kalbine sığarım.”

Burada mü’minden murad, İNSAN-ı KÂMİLdir. Kalbe sığmaktan murad ise, o kalbin Hak cemâle ayna olmasıdır..
İşte şu hadis-i şerif bunu anlatır: “Mü’min, mü’minin aynasıdır.”
Birinci mü’minden, İNSAN-ı KÂMİL ikincisin den de, Yüce HaKk’ın zâtı kasd edilir. Açık mânâsı: “İNSAN-ı KÂMİL HaKk’ın aynasıdır.” Cümlesi olur.
Büyük mürşid Muhiddin-i Arabî, Füsus'unda kalb azametini haber verirken; Bayezid Hz. nin beyanına da değinmiş, şöyle demiştir: “Onun açıkladığı mânâ, ârifin, cisimlere nisbetle büyüklüğüdür.”

Burada ben de şöyle derim: “Şu sonu olmadığı anlatılan varlık için; kendisini yaratana bakarak bir son bulunur.”

İşbu hali ile anlatılan varlık, İNSAN-ı KÂMİL'in kalbine konmuş olsaydı, onun ağırlığını duymazdı.
Hazretin anlattığı azamet, sayı ve hesaba gelmeyeceği gibi; vehim ve kıyasa sığar cinsten de değildir. O, zevke dayanır. Allah-ü Teâlâ o zevkleri cümlemize nasib eyleye... Huu!..


Hazret-i Bayezid, bu makamda şu şiiri söylemiştir:

"Sevgiyi, kadeh, kadeh aldım;
Ne şarab bitti; ne ben kandım!.
"

Bu makamda anlatılan SEVgi, aynen SEVilendir.
Bu şiiriyle Hâzret, kalb mertebesinden haber vermiş ve onun genişliğini anlatmıştır; ki bu, ehline ma’lumdur.
Tefsir gerekirse, öyle denir: “Kalb aynam, ezelî ve ebedî SEVgilinin tecellî ve feyizleri ne mazhar oldu. İlahî feyizler, birbirini takib ederek inip gelmekte ve kalbim onu kabul etmektedir. Ne SEVgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi; tükenecek gibi de değil!.”

Bunları anlatmaktan gaye, İNSAN-ı KÂMİL'inin azametini ve mertebesini açıklamaktır, dolayısiyle Yüce HaKk’ın yüceliğini.


Bir şiir:

"İnsan, keyfiyyeti ni, bilemedik ten sonra;
Nasıl ezel sahibi Cebbâr Allah'a vara!.
"

Cümle ağaçlar kâlem, denizler mürekkep, insanlar, bu gözle göremediğimiz melekler, cinler de kâtib olsa, İNSAN-ı KÂMİL'in hallerini anlatıp bitiremezler. Zamanları, dünya kuruluşundan, kıyamete kadar uzasa; bu faslın yüzündeki ince zarı dahi atamazlardı.
Bu fasla işaret olarak; şu âyet-i kerimeyi zikredelim:

قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
Resim---Kul lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtu rabbî ve lev ci’nâ bi mislihî mededâ: De ki: "Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi.
(Kehf 18/109)

Resim

İsm-i A'zam: Allah'ın (celle celâluhu) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâcata en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.(İsm-i A'zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor.
Meselâ: İmâm-ı Ali kerremullahi veche hakkında: "Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddus" altı isimdir.
Ve İmâm-ı A'zamın İsm-i a'zamı, "Hakem, Adil" iki isimdir.
Ve Gavs-ı A'zamın İsm-i a'zamı, "Yâ Hayy'dır."
Ve İmâm-ı Rabbâninin İsm-i a'zamı. " Kayyum"
Ve hâkezâ.. pek çok zâtlar daha başka isimleri ism-i A'zam görmüşlerdir. L.) (Bak: Esmâ-i Hüsna)
Hazarat-Hadârat: Bir şeyin yanında bulunmak. Huzur. Yakında olmak. Hazır etmek. Hazır olmak.
Lâhut: İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Ruhanî, manevî âlem.
Mevâlid: (Mevlid. c.) Doğulan yerler. Mevlidler. Doğma vakitleri. Milâdlar.
Terkib: Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. Birbirine karıştırılmış maddeler.
Terkib: Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. Birbirine karıştırılmış maddeler
Sirâyet: Yayılmak, bulaşmak, geçmek.
Zuhur: Meydana çıkmak. Ansızın meydana gelmek. Baş göstermek. Görünmek
Hakkanî: Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır.
Gayb Âlemi: Olduğu halde herkese gözükmeyen âlem.
Felek: Gök, gök katı, devir.
Ârif: (İrfan. dan) Bilen, bilgide ileri olan. Aşinâ, vâkıf. Hakkı, hakkı ile bilen. Sabırlı ve mütehammil. Çok düşünmeğe ihtiyaç kalmaksızın, tekellüfsüz gördüğünü bilen ve anlayan. Zevkî ve vicdanî irfân sâhibi olan.
Feyz: (C.: Füyuz) Bolluk, bereket. İlim, irfân. Mübareklik. Şan, şöhret. İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak. Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su. Bir haberi fâş etmek. İçindeki düşüncesini izhâr etmek
Keyfiyyet: Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
Kemiyyet: (Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş.
Te’yid: (C.: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme. Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme.


Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ARAFe SıRRına ERen..:

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin: Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu: Nefsinin Bilen RABBini BİLir buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)

El Hakku:
Resim

El Cebbâru :

Resim

Hazret-i Ali şöyle söyledi: “Sen kendini sandın bir parça, küçük; Halbuki sende âlem var, en büyük..;

Azîz EfendimİZ İmâmı Alî kerremullahi veche:
Resim---Eyâ insan cirmike cirmis-sâgirun, ve fike intavâ âlemü’l-ekber...” “Ey insanoğlu! Cirmin (cisim, hacim) çok küçüktür, fakat âlemü’l-ekber sende intevadır, mündemictir. İçine sokulmuştur (o kadar da değerin var) ! Buyurması ne hârikadır.


Âlem-i Asgar: Daha küçük âlem. En küçük âlem. İnsan.(adem)
Âlem-i Ekber: En büyük âlem. Kâinat (âlem)
Tavâ kökü: elbiseyi, yatağı v.s. dürüp katlamaktır.
Mündemic: (dümûc’dan) indimâc eden, dürülüp sarılan, içine yerleşen, içine sokulması olup aynı anlamdadır.

Resim

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin: Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu: Nefsinin Bilen RABBini BİLir buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)

Resim---Rasûlullah sallALLAHu aleyhi ve sellem: ALLAH celle celâluhu:
مَا وَسِعَنِى سَمَاۤئِى وَلاَاَرْضِى وَلٰكِنَّ وَسِعَنِى قَلْبُ عَبْدِىَ الْمُؤْمِنِ “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım.
buyurdu. Buyurdu..

(El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:165; İmam ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Mü’min mü’minin aynasıdır, mü’min mü’minin kardeşidir, (ihtiyaç duyduğunda) onun geçimini temin eder/zarardan-ziyandan korur ve arkasından da/gıyabında da elinden geldikçe onu savunur." buyurdu.
(Ebu Hureyre’den; Ebu Davud, Edeb, 49).
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12886
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: LÜBbü’l- LÜBb- ÖZün ÖZü..

Mesaj gönderen kulihvani »

ÎNSAN-I KÂMİL'in bir adıElif-Lâm-Mimdir. Nitekim, Kur’ân'ı Kerim'in başında.
Elif-Lâm-Mîm.. Şu kitab var ya, onda şüphe yoktur. buyurulur.

الم
Resim---Elif, lâm, mim: Elif, Lâm, Mim.
(Bakara 2/1)

ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ
Resim---Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh(fîhi), huden li’l- muttekîn: Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir kitaptır.
(Bakara 2/2)

Bir hadisi şerifte: İnsan ve Kur’ân ikizdir.buyurulur .
Burada insandan murad, İNSAN-ı KÂMİL'dir. Burada ikizden kasd, aynı batında doğan ikiz kardeş mânâsına gelir.

Hâsılı..
Yukarıdan beri ne anlatıldıysa hepsi birbirinin aynasıdır.
LÂHUT'un âynâsı CEBERÛT; ceberûtun aynası, MELEKÛT; melekûtun aynası MÜLKtür. Bunların hepsine ayna, İNSAN-ı KÂMİL'dir. İNSAN-ı KÂMİL, Allahu Taâlâ'nın halifesidir. Ve kendini gösteren bir aynadır. İlahî varlığı, kâinatı gösteren bir aynadır. İNSAN-ı KÂMİL'in özünde olmayan hiçbir mertebe yoktur.

Elde olmayan sebeblerle söz uzadı; sadede gelelim/esas mevzu’, Muhiddin-i Arabî'nin şu cümlesi üzerineydi:
İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir i’tikada bağlanıp kalmazdı.
İnsanın anlatılan hale gelmesi, İNSAN-ı KÂMİL olması sayılır. Buraya kadar saydığımız şeyler İNSAN-ı KÂMİL'in binde bir vasfını teşkil eder. İnsan bu mertebeyi bulduktan sonra, mutlak sûrette HaKk’ın tecellîgahı olur; ki, o hangi yönden kendisine tecellî ederse, kabullenir. Bu mertebeyi bulana: İNSAN-ı KÂMİL denir.
Hak Taâlâ, bu mertebeye ermeyi cümlemize ihsan eylesin. Âmin!. Huu!.

Ey kardeş, insafla düşün!.
HaKk bize büyük isti’dad vermiş. Biz ise, bunu boşa gideriyoruz; lâyık mı?.
“Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın."


وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Resim---Ve lekad zere’nâ li cehenneme kesîran minel cinni vel insi lehum kulûbun lâ yefkahûne bihâ ve lehum a’yunun lâ yubsırûne bihâ ve lehum âzânun lâ yesmeûne bihâ, ulâike kel en’âmi BELHUM eDALLUn ulâike humul gâfilûn(gâfilûne):Ve andolsun ki; cehennemi, insanların ve cinlerin çoğuna hazırladık (yarattık). Onların kalpleri vardır, onunla fıkıh (idrak) etmezler. Onların gözleri vardır, onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler. ONLAR HAYVANLAR GİBİDİR. HATTA DAHA ÇOK DALÂLETTE-dirler-Sapıktırlar.. İşte onlar, onlar gâfillerdir.
(A’râf 7/179)

Âyet-i Kerimesi ile anlatılan zümrenin derekesine kendimizi indiriyoruz: “Bize hayıf oluyor; bize yazık" oluyor!.

İNSAN-ı KÂMİL olmak kolay değil; ancak kâmil bir zâtı bulup elini tutmakla, ona hizmet etmekle kabil olur.
Yüce HaKk o isti’dadı herkese vermiştir; ama, insan kendini alt derekeye düşürür; isti’dadını yitirir.
Kendini bir kâmil mürşide teslim et!. Sen dahi bir insÂN ol!.
Asıl kemâl, insanlığı belli bir i’tikada bağlı bilmemektir. Ama sanılmaya ki: İNSAN-ı KÂMİL

mezhebsiz ve i’tikadsız bir kişidir. Zirâ, onun mezhebi ve i’tikadı İlahî Dilekte ve İlahî Emrin varlığındadır. Onların inanışı, mecazî mezheb ve i’tikad degildir.
Hak erenlerin den bazısına: “Hangi mezhebdensin?”
Dendikte: “Hudâ mezhebindenim!” dedi.


Bir şiir:
Bütün mezhebler kaydından beri ol,
Tüm yolcuların başta gideni ol!.


Bazı büyüklere şöyle sordular: “Anlatıldığına göre irfân sahibi özel bir inanışa bağlı kalmaz; lâkin halka uyar bir şekilde açığa çıkar.
Çünkü: “İnsanlara, akıl erdirecekleri kadar konuşunuz.” buyurulmuştur.
Eğer kalbindekini açığa vursa, onu hemen öldürürler.
Durum böyle olunca, o irfân sahibi, münafık olmaz mı?
Cevab şu oldu: “Olmaz. Zirâ münafık ona denir ki, gizli bir i’tikada sahib olur; bu i’tikadının aksine amel izhâr eder. Yaptığının yersiz olduğunu kendisi de bilir. Ârif odur ki, hem izhâr ettiği i’tikad Hak olur; hem de içinde olan i’tikada dışı zıt görünür; ama değildir. İrfan sahibinin çerçevesi geniştir. Onda iki zıt dahi birleşir; bu zıtlar zâhirdekilere göre olsa dahî, ona göre zıt olmaz. En iyi bilen Allah'tır!..


Resim

Ceberût: Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.
Melekût: Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. Hükümdarlık. Saltanat. Ruhlar âlemi
İsti’dad: Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.
Dereke: Aşağı inen basamak. Aşağı mertebe. Sıfırın altındaki derece. Düşüklük.
Derece: Yukarı çıkan basamak. Yukarı mertebe. Sıfırın üstündeki derece. Yüseklik.
Mecaz- mecazî: Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak. (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol. Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile konuşmak. İstenilene benzer bir mâna ifadesi.
Mezheb: Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefî, Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî; ve Akaidde Mâturidî ve Eş'arî gibi.
Kayd: Kelepçe, bağ. Bağlamak. Bir şeyi bir yere yazmak. Deftere geçirmek. Sınırlamak. Şart.


Resim

Resim---Rasûlullah sallALLAHu aleyhi ve sellem: İnsanlara ANLAyacakları şekilde konuşunuz!. buyurmuştur.

(Buhârî, İlim, 49)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: El İNSÂNu ve’l- Kur’ÂNu tev’emani: İnsanla Kur’ÂN ikiz kardeştir. buyurdu.

(Seyyid Haydar Amûlî, el-Mukaddimât min Kitâbi Nassi’n-Nusûs, Tus, 1367, s. 239.)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12886
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: LÜBbü’l- LÜBb- ÖZün ÖZü..

Mesaj gönderen kulihvani »

2- “HaKk Teâlâ cümle eşyâyı ZÂTının AYNısı kıldı.” iftirası:

Şeyh İrakî şöyle der: “HaKk Taâlâ cümle eşyâyı, zâtının aynı kıldı. Hikmeti ise, kendinden gayrına ibâdet olunmaya başkası sevilmeye .. İlâhî gayret, (kıskançlık) bunu gerektirdi.

Bir şiir:
Gayreti, yabancı komadı HaKk’ın;
Şüphesiz o, aynı oldu eşyânın..


Bir başka şiir:
HaKk diledi ki, eşyâyı yarata;
Özünden gayrı komadı arada..

Bu âlemde tapanlar ona tapa;
Ki, her yüzde görünen o, halk kapa..

Ki, insan iyi huyla kapabilir;
Ve dar gönüller onunla yapılır..


Yukarıda arz edilen hususlar, şu âyet-i kerimenin bilinen meâlidir: “Rabbın hükmü şu ki; kendisinden gayrına kulluk etmeyesiniz.”

وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
Resim---Ve kadâ rabbuke ellâ ta’budû illâ iyyâhu ve bil vâlideyni ihsânâ(ihsânen), immâ yebluganne indekel kibere ehaduhumâ ev kilâ humâ fe lâ tekul lehumâ uffin ve lâ tenher humâ ve kul lehumâ kavlen kerîmâ: Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne babaya iyilikle davranmayı emretti. Şâyet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: "Öf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle.” (İsrâ 17/23)

Daha açık mânâsı ile ifade edilen mânâ şudur: “ Ey Peygamber, Rabbın takdir ve hükmü şu ki: Sevgide, övmede, senâda ondan başkasını bilmeyesin, görmeyesin ve kul olmayasın!.” Zâten, ondan başkasına ibâdet, mümkün değildir. Hatta puta tapanın tapışı bile sonuçta. HaKk’a varır; çünkü onun varlığı da HaKk’ındır. Bunu anlamak için cümle varlık, HaKk’ın olduğunu anlamak ve bilmek gerekir; sözümüz onlara AYNadır.

İşte irfân sahibi, bu mânâyı anladıktan sonra, ne muayyen bir i’tikada sahib olur; ne de diğer kimselerin i’tikadına sataşır, inkâr eder. Zirâ: Cümleyi bir emir zincirine bağlı gördü; kendisinin de, emir ve iradeden başka bir şey olmadığını anladı. Mevcud, yalnız O.. Yine o irfân sahibi, herkesi mazhar olduğu isim tecellîsi cihetiyle i’tikad ve edeblerini yerli yerinde gördü.


Bir şiir:
Bir zerrecik yerinden kayıp oynasa;
Âlem harap olurdu, baştan ayağa..


İrfân sahibine: “Her ne yana dönerseniz, HaKk’ın (tecellî) yüzü o yandadır.”
Âyet-i kerimesin in mânâsı zâhir olur.:


وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim---Ve lillâhi’l- meşriku ve’l- magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh (vechullâhi) innallâhe vâsiun alîm (alîmun) : Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir.” (Bakara 2/115)

Yâni, zâhirde ve batında cephenizi nereye çevirirseniz, orada HaKk’a çıkan bir yol vardır. Gerçekte: “O, her an, bir şa’n alır.”
“Allah her an bir şe’en de”:


يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
Resim---Yes’ eluhu men fis semâvâti vel ard(ardı), kulle yevmin huve fî şe’nin.: Göklerde ve yerde olanlar, O'ndan isterler (dilerler). O hergün (her an) bir şe'n (ayrı bir tecelli, yeni bir oluş) üzerindedir.” (Rahmân 55/29)

Kaidesine göre, Makamlar ve Mertebeler de bulunur.
Her makamda bir türlü, her mertebede bir başka yüz gösterir. Her yüzde bir başka türlü güzellik, her güzellikte bir başka AŞK, her AŞKta bir türlü gamze, her gamzede bir türlü işve, her işvede bir türlü cilve, her cilvede bir türlü naz, her yerde de bir türlü başlama şekli vardır. Bu yüzden AŞKa mübtelâ olup inleyen zâtlar, çeşitli hallere düşerler. Gâh, Kabz ve Celâl Sıfatına mazhar olurlar. Gâh, bast ve Cemâl Sıfatı tecellîsi nin mazharı olur; zevk alır, zevke dalar, safâ bulurlar. Gâh naza, gâh niyaza kapılırlar. Bu sıfatlar, âşıkın nazarında türlü türlü haller alır; fakat o âşık, hiçbirini istemez. Hal böyle olunca, ârif kendini nasıl muayyen bir i’tikada kaptırsın; gitsin!.

Âşıkın sevdiği mahbub, hangi sıfatı takınsa, hangi libasa bürünse ve her ne şekilde tecellî etse, katiyen gaflete düşmez ve tek yüzüne bağlanmaz. Ayrıca her yüzden onun güzelliğini gördüğü gibi, tek yüze bağlanıp kalanları da ma’zur görür. Dâiresi geniştir. İ’tikad faslında, tek yüze bağlanıp kalmanın da İlâhî Şuûnattan biri olduğunu bilir ve İlâhî İsimlerde n birinin gereği olduğunu kabul eder. Nitekim izzet sahibi Yüce HaKk bir âyetinde şöyle buyurdu: “Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, HaKk onu nasiyesin den tutmuş olmasın; kesin olarak bilinsin ki, Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir.”
Bu âyet-i kerime, Hud Nebînin dilinden anlatılır.:


وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي الأَرْضِ إِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
Resim---''Ve mâ min dâbbetin fîl ardı illâ alâllâhi rızkuhâ ve ya'lemu mustekarrahâ ve mustevdeahâ, kullun fî kitâbin mubîn: Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır.(Hûd 11/6)

Herkes, bir ismin mazharı olup onun tasarrufu altında bulunur. Celâl, Cemâl, Hâdi, Mudilli; bunların hangisi olursa olsun, onun doğru yoludur, i’tikad bahsinde de aynıdır. Bir kimsenin i’tikadı, diğer şahsa göre ayrılık taşısa bile, aslında mazharı olduğu isme binâen, doğru yoldadır; onun müstakim sıfatı odur. Meselâ, yayın doğruluğu eğri olmasından anlaşılır. Şaşkınlık, HaKk’ın Mudill ismine göre doğrudur, Hâdî İsmi onu, eğri bilse de, yine doğru sayılır. İşte, ârif kişi, bu mânâya vâkıf olduğu için, hiç kimsenin dinine sataşmaz..

Burada bir soru akla gelir. O sorunun cevabını Kader Sırrına âşinâ olamayan vermeye kâdir olamaz, ehli olana kolaydır.
Sual şudur: “Cümle ibâdet ve diğer bütün ahvâl, İlâhî Esmâ Tecellîsi gereği oluyor ve kulun da onları yapıp yapmamakta bir seçme ehliyyeti olmuyor. Bundan anlaşılıyor ki, herkes bulunduğu işi yapmaya mecbur.. Bu da cebre girer ve zülum olur.
Cevabı şöyle olabilir: “Yukarıda sorulan sorunun tahkikî neticesin de iki durum hâsıl olur. Bir defa mâhiyetler, önceden yapılmış değildir. İkincisi ise, ilmin, bilinen şeye tabi olmasıdır. Bu iki duruma vukuf peyda olunca az da olsa, kader sırrına vukuf peydan olur. Beyan edilen iki şeyi aslına uygun şekilde anlamak icâb eder. Onlara vukuf peydah olunca,
Allah'ın yardımı ile kader sırrına da nüfuz peydah olur. Çünkü bunlar anahtar mevkiindedir.

Yukarıda: “Mâhiyetler.” Diye arz edilen kelimenin mânâsı şudur: “Eşyânın İlâhî Bilgi Denizinde mevcud olan sûretleri..” Ama ilimle sınırlı sûretleri .. Mâhiyetlerin bir adı da “A’yan-ı Sâbite” olarak anlatılır.
Orada HaKk’ın ilimi Zâtının aynıdır. Bu hal, İNSAN-ı KÂMİL için dahi böyledir.
Diğer bir itibarla da, ilim zâta aynadır. O mâhiyetle re HaKk'tan gelen feyz; yine onların zâtında mevcud olan, isti’dad ve kabiliyyet e göre gelir, i’tikad ve diğer hallerde, onun dışına çıkamaz. İsyan, küfür, itaat bunların her biri, o mâhiyetin, kabiliyet ine göre istemiş olduğu şeylerdir. isti’dadı nisbetinde HaKk'tan ne diledi ise o verilmiştir.
Meselâ: Buğdayda isti’dad, buğday olmak; arpanınki arpa, darınınki de darı., diğerlerini de var buna kıyas eyle.
Eğer arpanın dili olsa, ekene itirazla: “Beni niçin buğday yapmadın?.”
Dese, ekinciden alacağı cevab: “Senin isti’dadın, kabiliyetin buydu!.” Olur. Ayrıca arpa, tohumunu ektikten sonra, buğday ummak ahmaklık sayılır. Bu anlatılanlara göre, herkesin mâhiyeti, A’yan-ı Sâbitesi ezelde her ne hal ve özellikte idiyse, hangi ismin tecellîsi kısmetine düştü ise, bu âlemde onu gösterebilir. Her-şey ezelde verilen şekilde âşıkâr olur ilâhî bilginin ona bir tesiri yoktur.
“İşleri yerli yerince yapıcılara yemin olsun.” :


فَالْمُدَبِّرَاتِ أَمْرًا
Resim---Fel mudebbirâti emrâ: Derken işi bir düzen içinde evirip çevirenlere(Nâziât 79/5)

Mânâsını taşıyan âyetteki kurala göre, ârif olanlar bu sırra vâkıftır. Haddizâtında, malûm olan bir şey ne halde ise, ilâhî bilgi onu ilgilendirir ve o esmâ ve sıfatın iktizası olarak zuhura gelir. Ve: “İlim, malûma tâbidir: Bilgi bilinene bağlıdır...”
Demeden maksat da, bunu ifâde etmektir.


El Celîlü:
Resim

Zü'l-Celâli Ve'l- İkrâmü:
Resim

El Cemîlü:
Resim

El Hâdî:

Resim

Resim

Kabz u bast: Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. Birini diğeri üzerine tercih etme. Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. Beyan ve ifâde etmek. Uzun uzun ve etraflıca anlatmak.
Ma’zur: Özürlü. Özrü olan.
Şuûnat: Şuunlar. Keyfiyetler, haller. Emirler. Kasıtlar. Talepler. Her ÂN yeniden yaratışlar-tecellîler..
Mazhar: Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. Bir şeyin göründüğü, izhâr olunduğu yer. Çıktığı yer.
Mudilli: İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici.
Ahvâl: Haller. Vaziyetler. Oluşlar.
Ehliyet: Yeterlik. Bir işin ehli olduğuna dâir vesika. İktidar. Liyâkat. İstihkak. Meharet ve mensubiyet.
Cebr: Zor. Kuvvet.
Tahkikî: Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak. Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir.
Mâhiyet: Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.
İcâb: Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak.
Vukuf: Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. Bir hâlde kalma. Durma, duruş.
İsti’dad: Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.
A’yan-ı Sâbite: Tas: İlm-i İlâhide eşyânın ezelden beri sâbit olan sûret ve hakikatları. Mevcudat-ı ilmiye.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12886
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: LÜBbü’l- LÜBb- ÖZün ÖZü..

Mesaj gönderen kulihvani »

3- “HaKk Teâlâ kendi varlığını yarattı.” İftirası:

Muhiddin-i Arabî Hz. devamla der ki: “Bir haberde şöyle anlatıldı: "HaKk Taala kendi varlığını yarattı."
Ama bu mânâyı akıllar idrâk edemediler, reddettiler. Çünkü onlar, maddî şeyleri düşünebilen akıllar idi. Maddiyata taalluk eden akıl, yüce şeylerin anlayışında kusurludur. Bunu anlamak için maddeyi geçip ötelere varan akıl gerektir.
Haddizâtında: "HaKk Taâlâ VARlığını yarattı...." demek; dış bakımdan iyi görülmez. Ama, mânâ cihetiyle gerçektir ve herşeyi âciz hale getiren bir haldir; bize gereken ise budur, yani mânâdır.

Akılların alamadığı önemli bir mesele de şudur:
Her kim HaKk Taâlâ hakkında bir kelâm etse, ona sûret vermiş olur. İbadet dahi etse, o sûret verdiği şeye ibâdet eder; O da, Allahu Taâlâ'nın kendisidir, başkası değildir. HaKk Taâlâ kulun tasavvuruna, i’tikadına ve anlayışına göre Kalb 'Aynasında asıl meseleye geliyoruz . Şöyleki: Bu tasavvurda ve düşüncede HaKk’ı elbette ki o kul yaratmadı; ancak, mutlak HaKk Taâlâ kendi varlığını yaratmış oldu. Her şeyi yaratan, Allahu Taâlâ'dır; ondan başka yaratıcı yoktur. O kulun i’tikadında zuhur eden dahi, HaKk’ın yarattığı eşyâ cümlesindendir; ki, onları dahi HaKk yaratmıştır., "HaKk Teâlâ, kendi varlığını yarattı.” Cümlesinin derin mânâlarından biri de budur.

Bilinmesi gereken bir husus daha var; onu da anlatalım:

“Halk, caâl, icâd, sun ve tekvin kelimeler inin her biri bir başka mânâya delâlet eder. Şöyleki;
HALK'ın mânâsı yaratmak;
CEÂL'ın mânâsı kılmak;
İCÂD'ın mânâsı var etmek;
SUN'un mânâsı kudret eseri göstermek, Eser, yapılan iş, Sanat.
TEKViN'in mânâsı görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır, kevniyyet..

Az, çok ayrı mânâda taşısalar dahi, hepsi aynı yola çıkar. Hepsinden gaye HaKk’ın zuhuru ve tecellîsidir.

“HaKk Teâlâ kendi varlığını yarattı.” cümlesine verilecek bir başka mânâ ise şudur:
“Düşünen kulun zannına ve düşüncesine, göre varlığını izhâr eder.”
Şöyle bir misal var: Bir kimse aynayı karşısına alır, kendini orada var eder, görür ve bilir. İnsanın aynada kendini bakıp görmesinde bir ayrı safâ vardır. Bu sebebten HaKk Taâlâ bu Âlemi ve Âdem'i yarattı ve bunları varlığına ayna kıldı.
Şu mühimdir ki: Âlem aynasında kendi yaşayışını. Âdem aynasında ise, aynını görür ve seyreder. Burada Âdem'den murad, insandır.
“O, Âlemi ve Âdem'i yarattı, varlığına ayna kıldı.”
Demekten murad ise, şudur: “Zâtını ayna sûretinde izhâr etti” Cemâlini o aynadâ zâtına arzetti. Bu yüzden bakar oldu. Kendi güzelliğini görüp AŞKa düştü. Hayran oldu, niyaza kapıldı. Diğer yüzden Mâşuk oldu, naz ve işveye girdi. Kendi Hüsnünü yine kendine arzetti ve tecellî etti.
Burada BAKan, BAKılan ve BAKmak ve AYNa, TEK ŞEY’dir.
Bu İNSAN-ı KÂMİL, öyle saf, öyle temiz MUTLAK AYNA’dır ki, Mutlak Cemâl olan HaKk, zâtını kayıtsız orada müşâhade eder.
İNSAN-I KÂMİL'in aynası, HaKk’ın tecellîsi ne göredir. Diğerlerinde olan tecellî, Külün harınına, kabulüne ve isti’dadına göredir.
Gerçeği söyleyen HaKk'tır ve doğru yola hidâyeti o verir!..


Resim

Müşâhade: Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. Muayene, kontrol.
Mutlak: Salıverilmiş. Itlak olunmuş. Serbest. Kat'i. Şüphesiz. Aslâ bir şarta bağlı olmayan. Yalnız, tek.


Resim

“Düşünen kulun zannına ve düşüncesine, göre varlığını izhâr eder.”:


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Allah Teâlâ: "Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O , beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira' yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim." buyurdu” buyurdu.
(Buharî, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizî, Da'avât 142, (3598)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12886
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: LÜBbü’l- LÜBb- ÖZün ÖZü..

Mesaj gönderen kulihvani »

HAZARÂT-ı HAMSE:
-BEŞ MAKAM-


Şunun bilinmesi gerekir ki, Allah-ü Teâlâ'nın Zâtına ve sıfatına bir son olmadığı gibi, âlemlerin dahi, sonu yoktur. Zirâ âlemler, isim ve sıfatların zuhûr yeridir. Zuhûr eden, sonsuz olduğuna göre, zuhûr yerlerinin de sonsuz olması gerekir:

يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
Resim---Yes’ eluhu men fi’s- semâvâti ve’l- ard(ardı), kulle yevmin huve fî şe’nin.: Göklerde ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir.” (Rahmân 55/29)

Âyet-i kerimesindeki mânâ icâbı, HaKk’ın tecellîsine son yoktur.
Yüce HaKk’ın kudreti, tam, mükemmel haldedir. Bu yüzden, bir kula bir tecellîyi iki defa eylemez. O, dâima, yeni yeni tecellî eder. Ve aynı tecellî şimdiye kadar, iki kula olmadığı gibi; bundan sonra da olmaz.
Onun kudreti yüce; şanı büyük ve ondan başka İlâh yok.
Hakk’ın Tecellîsi için son bir nokta, tecellî yerleri içinde de bir bitiş olmamakla beraber; derler ki: “Bütün olarak on sekiz; parça olarak da, on sekiz bin âlem var.”
Bu görüşlerini, İbn-i Abbas radiyallahu anhu hazretlerinden rivâyet edilen şu hadis-i şerîfe istinad ettirirler, Allah ondan razı olsun: “Allahu Taâlâ'nın on sekiz bin âlemi var; sizin şu dünyanız o âlemin ancak biri sayılır.”
Bu âlemlerin cÜMMLesi anlatacağımız: “Hazarât-ı Hamse” tâbir edilen, beş bölümde toplanır:

I- GAYB-ı MUTLAK:

Bu Makama: “Mutlak gayb, lâhut âlemi, hiçbir ölçüye, şekle sığmayan LÂ TÂAYYÜN âlemi, itlak âlemi, mutlak a’mâ, yalnız vücud, mutlak varlık, sırf zât, ümmü’l- kitab, mutlak beyân, engin bir nokta ve GAYBLERİN GAYBî..” derler.
Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de buyuruldu: “Gayb'ın anahtarları onun katında olup onları ancak o bilir.”

وَعِندَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِن وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
Resim---Ve indehu mefâtihul gaybi lâ ya’lemuhâ illâ huve, ve ya’lemu mâ fîl berri vel bahr(bahri), ve mâ teskutu min varakatin illâ ya’lemuhâ ve lâ habbetin fî zulumâtil ardı ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn: Gaybın anahtarları O'nun katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır.” (En'âm 6/59)

Yukarıda zikredilen isimler, yalnız bir mertebenin adıdır. Dolayısiyle Yüce HaKk, bu makamda tam bir izzet ve her şeye karşı istiğna ile anılır. Aslında bu makama: İsim, şekil, sıfat ve sıfatlanan sözleri yaramaz; ama, maksadı anlatabilmek için, bazı tâbirleri kullanmak icâb ediyor. Zirâ, bu makamda ZÂT-ı İLÂHî, her şeyden tenzih edilir. Çünkü henüz esmâ ve sıfat dairesine tenezzül etmemiştir. Bütün isimler, Yüce HaKk’ın Zât’ında yokluğa gömülmüş ve istihlâk haline geçmiştir.
Sunacağımız âyet-i kerimeler, bu mânâyı anlatır:

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
Resim---Fîhi âyâtun beyyinâtun makâmu ibrâhîm(ibrâhîme), ve men dahalehu kâne âminâ(âminen), ve lillâhi alen nâsi hiccul beyti menistetâa ileyhi sebîlâ(sebîlen), ve men kefere fe innallâhe ganiyyun anil âlemîn(âlemîne).: Orada apaçık ayetler (ve) İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de inkâr ederse, şüphesiz, Allah alemlere karşı muhtaç olmayandır.” (Âl-i İmrân 3/97)

هَلْ أَتَى عَلَى الْإِنسَانِ حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُن شَيْئًا مَّذْكُورًا
Resim---Hel etâ alel insâni hînun mined dehri lem yekun şey’en mezkûrâ: Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan (dehr) bir süre (hin) gelip geçti.” (İnsân 76/1)

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ
Resim---Subhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yasifûn: Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan- nitelendirdiklerinden yücedir, münezzehtir.(Sâffât 37/180)

Gelelim hadîs-i şerîflere:

Resim---Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den hadis-i kudsi: “ALLAH (celle celâluhu): “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve bu yüzden âlemi yarattım.” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l- Hâfâ II, 132)

Resim---Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Kânellahu ve lem yekûn mâahu şey’un: ALLAH vardı ve O’nunla birlikte hiçbirşey yoktu!” buyurmuştur.
(Buhârî, Bedü’l-Halk1; El Hindî, Kenzu’l-Ummâl X-29850)

Bu âyet ve hadislerdeki cümleler, anlattığımız makamın plânını çizer.
Ne olursa olsun; Yüce HaKk’ın Zâtına ârif, yâni anlayış sahibi olana değişen bir şey yoktur. Evvel zamanda ne idiyse, şimdi de öyledir.
Hazret-i Ali: “Allahu Taâlâ, öyle bir halde idi ki, onunla beraber olan şey yoktu.” Hadis-i şerîfi işitince: “Şu anda dahi öyledir.” dedi. Hazret, zikri geçen hadis-i şerîfi âdeta tasdik eder gibi konuşmuş ve hadis-i şerîfin bir başka yüzünü açıklamış ve şerhini yapmıştır; Allah ondan razı olsun!.


Resim

Hadârat: Bir şeyin yanında bulunmak. Huzur. Yakında olmak. Hazır etmek. Hazır olmak.
Hazarât-ı Hamse: Beş Mertebe:
1- Ulûhiyyet Mertebesi.
2- Ruhlar mertebesi-Emr Âlemi
3- Misâl Âlemi,
4- Cisimler Âlemi,
5- İnsÂN-ı Kâmil OLgun-ERgin insÂN

İstinad: Dayanma. Güvenme. Sened veya delil söylemek, göstermek.
İnzâl: (Nüzul. dan) İndirme. İndirilme. Nüzul ettirme.
Tenezzül: Tecellî edip zuhur etmek.
İstihlâk: İçinde helâk olup yok oluş.
Zuhûr: Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek. * Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr.
Tecellî: Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.
Gaib: OLduğu halde gözükmeyen. Ruh gibi, akıl ve can gibi..
Kayıb: Yitik, yitmiş ve nerde olduğu bilinmeyen..

Resim


“Allahu Taâlâ öyle bir halde idi ki, onunla beraber olan şey yoktu.” :

Kâinât ve İnsan...
ALLAHu zu'l-Celâl var idi... Nokta... Söz bitti!...
Ahadiyyet, bilinemezlik perdesinde a'mâda idi...

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e soruluyor: “RABB’ımız, gökleri ve yeri yaratmadan önce neredeydi?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Üstünde ve altında hava bulunmayan bir “a’mâ” daydı” buyuruyor.”
(İbni Mâce, Mukaddime 13)

İmâm-ı Alî kerremullâhi veche ise:“Elân dahi öyledir” buyuruyor.
A’mâ ise körlüktür...
Sonsuz ve zifirî karanlıkta asla bir şey görememek oraya ait bir husûsu bilememektir...
İşte ALLAHu zu'l-Celâl’e âit bu bilinemezlik karanlığının adı AHAD’dır...
Zâtı bilinemez AHAD Celle Celâluhu...
Koyu bir karanlığa benzetildiğinden câhilliğe de mecâzen “Ümmî” denilmiştir.

Azîz Efendim İmâmı Alî keremullahi veche’nin bunu şerheden sözü ise;
“Eyâ insan cirmike cirmis-sâgirun, ve fike intavâ âlemü’l-ekber...”buyurmuştur.
Tavâ kökü: elbiseyi, yatağı v.s. dürüp katlamaktır.
Mündemic: (dümûc’dan) indimâc eden, dürülüp sarılan, içine yerleşen, içine sokulması olup aynı anlamdadır.

“Ey insanoğlu! Cirmin (cisim, hacim) çok küçüktür, fakat âlemü’l-ekber sende intevadır, mündemictir. İçine sokulmuştur (o kadar da değerin var) !”buyurması ne hârikadır.

Resim---Hz. Câbir radiyallahu anhu: “Yâ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem! Anam babam sana fedâ olsun, Allah'ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Ey Câbir! Her şeyden önce Allah'ın ilk yarattığı şey senin Peygamberinin Nurudur. O nur, Allah'ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş/cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı. Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levhi (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş'ı yarattı. Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsî'yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı. Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan mü’minlerin basîret nurunu/iman şuurunu, ikinci parçadan -mârifetullahtan ibaret olan- kalblerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhidden ibâret olan ünsiyyet nurunu (Lâ ilâhe illallah Muhammedu’r- Resulûllah Nurunu) yarattı.” buyurdu.
(Aclunî, Keşfu’l- Hâfâ, I/265-266)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
وَهُوَ الَّذِي خَلَق السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاء لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً وَلَئِن قُلْتَ إِنَّكُم مَّبْعُوثُونَ مِن بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ مُّبِينٌ
Ve huvellezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin ve kâne arşuhu alâl mâi li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ(amelen), ve le in kulte innekum meb’ûsûne min ba’dil mevti le yekûlennellezîne keferû in hâzâ illâ sihrun mubîn: O'nun arşı su üzerinde iken amel bakımından hanginizin daha iyi olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Andolsun onlara: "Gerçekten siz, ölümden sonra yine diriltileceksiniz" dersen, inkâr edenler mutlaka: "Bu, açıkça bir büyüden başkası değildir" derler.” (Hûd 11/7)
âyeti ile ilgili: “Allah vardı ve onunla birlikte başka hiçbir şey yoktu. Arşı da su üzerindeydi.” Buyurmuştur.
(Buharî, Bedul-ahlak, 1)

Hadis-i Şerifinden anlaşıldığına göre ALLAHu zü’l- CeLÂL, önce SU yaratılmış, sonra da ARŞ yaratılmıştır.
İ. Ahmed b. Hanbel (Müsned, 4/11-12) ve Tirmîzî’nin (Tefsiru Sûreti 11/1,9) rivâyet ettiği hadiste bu husus açıkça belirtilmiştir.

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah'ın ilk yaratığı şey kalemdir.” buyurdu.
(Tirmizî, Tefsiru Sureti 68; Ebû Dâvud, Sünnet, 17/4700. İbn Hacer, 6/289)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Allah, göklerle yeri yaratmadan elli bin sene önce, mahlûkatın kaderini yazdı. ARŞı da, SU üzerindeydi.” buyurdu.
(Müslim, Kader, 2/16)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9091
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: LÜBbü’l- LÜBb- ÖZün ÖZü..

Mesaj gönderen nur-ye »

kulihvani yazdı:
Şunun bilinmesi gerekir ki, Allah-ü Teâlâ'nın Zâtına ve sıfatına bir son olmadığı gibi, âlemlerin dahi, sonu yoktur. Zirâ âlemler, isim ve sıfatların zuhûr yeridir. Zuhûr eden, sonsuz olduğuna göre, zuhûr yerlerinin de sonsuz olması gerekir:

يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
Resim---Yes’ eluhu men fi’s- semâvâti ve’l- ard(ardı), kulle yevmin huve fî şe’nin.: Göklerde ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir.” (Rahmân 55/29)

Âyet-i kerimesindeki mânâ icâbı, HaKk’ın tecellîsine son yoktur.
Yüce HaKk’ın kudreti, tam, mükemmel haldedir. Bu yüzden, bir kula bir tecellîyi iki defa eylemez. O, dâima, yeni yeni tecellî eder. Ve aynı tecellî şimdiye kadar, iki kula olmadığı gibi; bundan sonra da olmaz.
Onun kudreti yüce; şanı büyük ve ondan başka İlâh yok.
Hakk’ın Tecellîsi için son bir nokta, tecellî yerleri içinde de bir bitiş olmamakla beraber; derler ki:Bütün olarak on sekiz; parça olarak da, on sekiz bin âlem var.”
Bu görüşlerini, İbn-i Abbas radiyallahu anhu hazretlerinden rivâyet edilen şu hadis-i şerîfe istinad ettirirler, Allah ondan razı olsun:Allahu Taâlâ'nın on sekiz bin âlemi var; sizin şu dünyanız o âlemin ancak biri sayılır.”
Bu âlemlerin cÜMMLesi anlatacağımız: “Hazarât-ı Hamse” tâbir edilen, beş bölümde toplanır:

ONSEKİZ BİN ÂLEM : Çeşitli boyutlarıyla birlikte, bütün bir kainata onsekizbin âlem denmiştir. Âlemin onsekizbin sayısına ulaştırılması şu şekilde açıklanır : "Bu, dokuz felekle beraber kürre-i hava, kürre-i mâ, küre-i türâb, küre-i nâr, yani anasır-ı erbaa, Cemâd, hayvan, nebat yani mevâlid-i selâse, insan ve insan-ı kamil; onsekiz olur ki, zuhur itibariyle herbiri bin sayılırsa onsekiz bin olur."
Bu kozmolojik telakkiye, göre, bütün bir varlık âlemi onsekiz temele dayandırılmaktadır ki onlar da şunlardır.
a) Dokuz felek = 9
b) Hava küresi = 1
c) Su küresi = 1
d) Ateş küresi = 1
e) Toprak küresi = 1
f) Cansızlar = 1
g) Bitkiler = 1
h) Hayvanlar = 1
i) insan = 1
j) insan-ı Kâmil = 1
------------ 18
Bu onsekiz temel, 18.000 olacak çeşitlilikle ortaya çıkar. Âlemler boyut farklılığıyla çeşitlenir. Mesela, Amerika'da NASA merkezinde, uzaya araç veya uydu gönderme konusu gündeme gelince, üç boyutlu dünyaya ait matematik işlemlerinin yetersizliği ortaya çıkıyor, deniliyor. Uzaya araç göndermek için, bu açmazın giderilmesi gerekir... İşte bunun için 26'ncı boyutlu bir alana ait astro-matematik gündeme geliyor, problemi çözüyor ve uzaya, bu sayede araç gönderilebiliyor. Sırf bu olay, yaşadığımız âlemin ötesinde, zihinsel planda bile olsa, bir takım varlık boyutlarının bulunduğu gerçeğini dile getirir. On sekiz bin âlemin ne olduğunu anlamak istiyorsak, bu açıdan, yani, günümüz modern astro-fizik, astro-matematik, astro-geometrik hesaplarından yola çıkmamız gerektiğine inanıyoruz. Ancak yine de kabul etmek gerekir ki, on sekiz bin âlemin ne olduğu hususu, hâlâ, problem olma özelliğini korumaya devam edecektir.


http://muhammedinur.com/forum/viewtopic ... 4&start=50
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12886
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: LÜBbü’l- LÜBb- ÖZün ÖZü..

Mesaj gönderen kulihvani »


II- ÂLEM-i CEBERRUT:


Bu makama: “Ceberut âlemi, Birinci Taayyün, Birinci Tecellî, İlk Cevher, Hakikat-ı Muhammedîye, İzafî Ruh, Küllî Ruh, Muzaf Olan Gayb ve Kitabu’l- Mübîn” derler.
Ümm'ül-kitabda, her şey toplu görüldüğü halde, kitab'ül- mübînde tafsilâta geçilir. Ümm'ül- kitab, Zât’tır.
Bu makama: “İsimler Âlemi, A’yan-ı Sâbite, Mâhiyet Âlemi ve Büyük Berzah
dahi, derler. Bunların hepsi birinci mertebenin ismidir. Ama hepsi birer itibârla söylenir; ehli için gizli sayılmaz..

III- ÂLEM-i MELEKÛT:

Burası Melekût Âlemidir. “Misâl Âlemi, Hayâl Âlemi, Birincilik, İkinci Taayyün, İkinci Teccelli, Sidre-i Müntehâ, Emir Âlemi, Küçük Berzah ve Tafsil Âlemi..”dedikleri dahi vaki’dir.
Özetle, şu mânâ dahi verilebilir: “Ruhlara, nefislere hass olan Gizli Âlem.”


Resim

Ceberut: Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.
Taayyün: Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.
Tecellî: Görünme. Bilinme. Kader. Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.
Cevher: Bir şeyin özü, esası.
İzafî: İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek.
Küllî: Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. Çok, ziyade, fazla.
Muzaf: (Zayf. dan) Bağlı. Katılmış. İzâfe olmuş. Bağlanmış.
Tafsilât: (Tafsil. C.) Açıklamalar, izahlar.
A’yan-ı Sâbite: Tas: İlm-i İlâhide eşyânın ezelden beri sâbit olan sûret ve hakikatları. Mevcudat-ı ilmiye.
Berzah: İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası. Perde. Sıkıntılı yer. İki yer arasındaki geçit.
Sidre-i Müntehâ: Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.
Tafsil: Etraflı olarak bildirmek. Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.


El Mübîn :
Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12886
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: LÜBbü’l- LÜBb- ÖZün ÖZü..

Mesaj gönderen kulihvani »

IV- ŞÜHÛD-ü MUTLAK:

Buraya: “Şahâdet âlemi, Mülk Âlemi, Nasut Âlemi, Halk Âlemi, His Âlemi, Unsurlar Âlemi, Felekler ve Yıldızlar ve Mevalid Âlemi” derler. Bunlardan murad, madenler, bitkiler ve hayvanattır. “Arş-ı Azîm”i de bu makamdan sayarlar. Cisimler Âleminin hepsini bu makam kuşatır.
Bunlar, Şehâdet Âlemine ait tâbirlerdir. Bu âlemlerin dışında kalanların cümlesine: “Gayb Âlemi, Emir Âlemi.” olarak, iki isim verildiği de olur. Ayrıca: “Gayb ve Şehâdet” tâbiri kullanırlar ve: “Dünya İşi, Âhiret İşi” olarak da anlatılabilir..

Aşağıda anlatılacak olan, dört âlem, dört deryâ mesâbesindedir.
Onlar şudur: Mülk, Melekût, Ceberut ve Lâhut Âlemi.
Bu dört deryâ, ezelî ve ebedî olup evveli ve âhiri yoktur.
Söze, işin başından başlayalım. O, Zât Deryâsıdır; buna: “Lâhut” tâbiri kullanılır.
Gizli bir hazine idim; bilinmemi istedim.”
Düsturuna göre; Zât-ı İlahî coşarak, Ceberut Âlemini zuhûra getirdi; buna: “İzafî Ruh” dahi denir. Âlem-i Ceberut coşunca da, melekutu zuhûra getirdi. Melekût Âleminin coşmasiyle mülk zuhûr etti. Burada coşmadan kasd, zâtî meyildir ve o zâtın iktizasıdır. Bu anlatılan işler, göz açıp kapayacak kadar az bir zaman içinde olur; belki daha da tez olur.
Şu âyet-i kerime bu mânâyı daha güzel anlatır: “İşlerimizin oluşu, bir göz işareti kadar az bir zamandadır; belki daha kısa bir zamanda.”

وَلِلّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim ---Ve lillâhi gaybus semâvâti vel ard(ardı), ve mâ emrus sâati illâ kelemhıl basari ev huve akreb(akrebu), innallâhe alâ kulli şey’in kadîr: Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. (Kıyamet) Saatin(in) emri de yalnızca (süratli) göz açıp kapama gibidir veya daha yakındır. Şüphesiz, Allah her şeye güç yetirendir.(Nahl 16/77)

Bu bir emir işidir. Buna: “KÛN-Ol!” emri denir.
Kâinata, göz işareti anı gibi, az zamanda: “Ol!” dedi; o ÂNda her şey oldu.
Olan işlerin hiçbiri, yoktan zuhûra gelmedi. Hepsi bir zâtî inkılâbtan ibarettir: “Yoktan oldu” demeden kasd: “Zât’ı, Zât’ında saklı iken, isteği ile açığa çıktı.” demektir.
Zirâ, ne var, yok olabilir; ne de yok, var olabilir. Zât Deryâsında meydana gelen inkılâb sayesinde âlemler zuhûr etti.

Meselâ, denizleri düşünelim; birinin akıttığı su ile ikinci, ondan akanla, üçüncü, daha sonrası da, dördüncü olur; böylece dört deryâ zuhûr eder.
Hava, suya; su da soğuğa nasıl inkılâb ederse, bu haller böylece olup gider.
Bu anlatılanlar bir nurdur. Her inkılâbın da bir yeni şekil olur. Ârifler katında öncesi ne idiyse, şu anda yine öyle...
Anlatılan âlemlerin cümlesi, bir nur denizidir; dâima dalgalanır ve yeni, yeni tecellîler olur: “O her an bir şan alır.” düsturuna göre, o İlâhî dalga Zât’tan gelir; yine Zât’a gider.

Allah her an bir şe’en de

يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
Resim ---Yes’ eluhu men fis semâvâti vel ard(ardı), kulle yevmin huve fî şe’nin.: Göklerde ve yerde olanlar, O'ndan isterler (dilerler). O hergün (her an) bir şe'n (ayrı bir tecelli, yeni bir oluş) üzerindedir.” (Rahmân 55/29)

Şu cümledeki mânâ da önemlidir: “Her şey ondan geldi; yine ona gider.”
Bundan başka: “İşlerin hepsi ona döner.”

وَلِلّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِلَيْهِ يُرْجَعُ الأَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Resim ---''Ve lillâhi gaybus semâvâti vel ardı ve ileyhi yurceul emru kulluhu fa’budhu ve tevekkel aleyhi, ve mâ rabbuke bi gâfilin ammâ ta’melûn: Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır, bütün işler O'na döndürülür; öyleyse O'na kulluk edin ve O'na tevekkül edin. Senin Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.(Hûd 11/123)

Allah, yerin ve semâların nurudur.”

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim ---''Allâhu nûrus semâvâti vel ard(ardı), meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâh(mısbâhun), el mısbâhu fî zucâceh(zucâcetin), ez zucâcetu ke ennehâ kevkebun durrîyyun, yûkadu min şeceratin mubâraketin zeytûnetin lâ şarkîyetin ve lâ garbiyyetin, yekâdu zeytuhâ yudîu ve lev lem temseshu nâr(nârun), nûrun alâ nûr(nûrin), yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu, ve yadribullâhul emsâle lin nâs(nâsi), vallâhu bi kulli şey’in alîm: Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah, her şeyi bilendir.” (Nûr 24/ 35)

Âyet-i Kerimelerindeki mânâ, maksadı anlatmak için kâfi gelir.

Bir şiir:

Cümle âlem Zât’mış;
Hikmet Deryâsıymış;
HaKk’a vuslat imiş;
Allah var, İlâh yok?!.


El İLÂH celle celâluhu var!..

" İlâhe İllâ ALLAH!."

El İlâhu:
Resim

Bir başka şiir:

Mutlak varlık, denizinde çıkınca dalga;
Gizli açık: “HaKk BEN” sırrını söyler halka.


İşte bu denizin dalgasına: “Mâsivâ” denir.
Deryâ için de: “Ezelî ve Ebedî VARlık” denilmiş;
dalgalar için de: “Sonradan zuhûra gelen hadiseler” adı verilmiş.
Evvel âhir varlık, Yüce HaKk’ındır. Var görünen mâsivâ ise, mutlak olan varlıkta sayılır. Bütün mevcud, şeyler, Mutlak Zât’tan zuhûra gelir. O varlığa can olan tecellî bir an kesilse, o anda hepsi yokluğa gömülür.


Resim

Nasut: İnsanlık. İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler.
Unsur: Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi. * Umumdan ayrılan kısım. * Tam olan şeyin her bir parçaları. * Madde, esas, kök. Element.
Mevâlid: (Mevlid. C.) Doğulan yerler. Mevlidler. Doğma vakitleri. Milâdlar.
Mâsivâ: Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler.
İnkılâb: Başka tarza değişme. Bir hâlden diğer hâle geçme. Başka türlü olma. * Altüst olma.
Ezelî: Ezele mensub ve müteallik. Devamlı var olup varlığının başlangıcı olmayan.
Ebedî: Sonsuza ve ebediyete âit. Ebediyete dâir ve müteallik.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12886
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: LÜBbü’l- LÜBb- ÖZün ÖZü..

Mesaj gönderen kulihvani »

V- İNSAN-ı KÂMİL:

Burada İNSAN-ı KÂMİL anlatılacaktır. Anlatılan hazarat ve âlemlerin hepsini bu insan kapsar ve benliğinde toplar. İNSAN-ı KÂMİL, birleştirici mertebeye sahibtir; İsm-i Azam makamındadır. İsm-i Azam nasıl bütün isimleri özünde toplar ise, İNSAN-ı KÂMİL de onun gibi, Mülk, Melekût, Ceberut ve Lâhût Âlemlerini toplar. Zâhirde olsun, bâtında olsun, İNSAN-ı KÂMİL'in kuşatmadığı hiçbir makam yoktur. Zâtî olan bir sirâyetle, hepsinde hükmünü geçirir ve hangi şey olursa olsun; onda ayniyle zuhûr eder.

Nitekim, Hazret-i Ali kerremullahi veche şöyle söyledi:

Sen kendini sandın bir parça, küçük;
Halbuki sende âlem var, en büyük
.”

Yâni: “Sen kendini ufak bir şey sanırsın; halbuki sende en büyük âlem saklı ve gizli.”

Bir mürşide gider özüne karşı anlayış alırsan her şeyi sende ve seni her şeyde var görür; yakînen bilirsin..

İNSAN-ı KÂMİL'in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin: On sekiz bin âlem; bir havan içinde dövülse, hamur haline gelse, terkibi İNSAN-ı KÂMİL olur.
Bu insan; on sekiz bin âlemi, on sekiz bin gözle seyreder. Her âleme, o âleme has olan gözle bakar. Duygular Âlemini, duygu gözüyle; akılla sezilenleri akıl gözüyle, mânâları da kalb gözüyle seyreder. Öbürlerini de buna kıyas et!.
Duygu (madde) gözüyle, mânâları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir!. Bu, ehline ma’lûmdur.

Bir şiir:
Yürü, bir göz bul çâre eyle; bu kez, ondan ona nazar eyle.
Gayb Âlemini, seyredebilmek için, Hakkanî bir göz gerek.


Âlemleri, on sekiz bin olarak hesab edenler için temel şudur:
Küllî Akıl, Küllî Nefis -bunlara levh ve kâlem de denir- Arş, Kürsî, Yedi kat semâ, Dört tabiat unsuru ve üç Mevâlid;
Bunlar bütün olarak on sekiz eder. Teferruât itibariyle de, on sekiz bin olur; birçok büyükler böyle der.
Gerçek durumda esas olan ise; âlemlerin, sayıya gelmeyeceğidir.

FAYDALI BİLGİLER:

Konumuza dâir birkaç faydalı bilgi verelim. Şöyle ki;
Yeryüzünde bulunan cümle yaratılmışlar, sularda olanların ancak onda biri sayılır.
Yerde ve sularda yaşayanlar bir arada sayılsa, havadakilerin ancak onda biri olabilir.
Yerde, sularda, havada bulunan varlıklar bir arada sayılsa, birinci kat gökte yaşayan meleklerin ancak onda birini teşkil eder.
Yerde, sularda, havada ve birinci kat gökte yaratılmışlar toplansa; ikinci kat gökte olanların onda birini tutabilir.
Bu kıyas yedinci kat göğe kadar aynı şekilde devâm eder.
Ve yedi kat yer derinliğinde, yedi kat gökte yaşayan melekler ve mahlûkat ancak KÜRSÎ'de olan meleklerin onda bir sayısını tutar.
Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur: “Onun Kürsî'si yeri gökleri içine aldı.”

اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
Resim ---Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyu’l- kayyûm (kayyûmu), lâ te’huzuhu sinetun ve lâ nevm (nevmun), lehu mâ fî’s- semâvâti ve mâ fi’l- ard (ardı), menzellezî yeşfeu indehû illâ bi iznih (iznihî) ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum, ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe, vesia kursiyyuhu’s- semâvâti ve’l- ard (arda), ve lâ yeûduhu hıfzuhumâ ve huvel aliyyu’l- azîm: ALLAH... O'ndan başka ilâh yoktur. Diridir, kâimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiç birşeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür.” (Bakara 2/255)

KÜRSÎ'de, yedi kat yerde, yedi kat gökte ve denizlerde bulunanlar, Arşın bir köşesine sığınan meleklerin onda biridir.
Ve bu sayılanların cümlesi, MÜHEYMÎN Melâikenin onda biri olabilir.
Muheymîn Melâike; yaratıldığı günden bu yana, HaKk Cemâlinin hoşluğunu seyirden bir an bile ayrılmamış, o cemâlin seyrinde hayran olmuşlardır. Ne kendilerini bilirler, ne de başkalarını,. Henüz âlemlerin yaratıldığından ve Âdem Peygamberin yaratıldığından haberleri yoktur. İblisin varlığını da bilmezler; bunlardan asla haberdâr değillerdir.

RUH Adlı Melek;
Sonra Yüce HaKk’ın ulu bir meleği vardır; başında hesapsız saç bulunur. Ona nisbetle anlatılan melekler, arş, ferş, bir insanın eline veya saçının teline takılan inci gibidir.
Eğer HaKk Taâlâ, ona bir emir verseydi, cümle varlığı bir lokmada yutar ve boğazından zerre kadar bir şey geçtiğini bilmezdi; bunun adı şudur: RûH...


Resim

Sirâyet: Yayılmak, bulaşmak, geçmek.
Muheymîn: Mü'min. * Hazır. Sâdık. * Hâfız. Hıfz edici. Koruyucu.
Levh: Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük. Levha.
Teferruât: Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları.


Nitekim, Hazret-i Ali kerremullahi veche şöyle söyledi:

İmâmı Alî keremullahi veche: “Eyâ insan! Ve tezeimu inneke cismi'’s- sâgir ve fike intivae’l-âlemi’l- kebir: Ey insan, sen cismi sagirsin, zum’ edersin!... Hâlbuki Âlemû’l-Ekber sende müntâvidir : Ey insan! Senin cirmin küçücüktür, fakat Âlemi Ekber sende tâvadır.”””


“Ey insanoğlu; sen kendini, küçücük bir şey, bir C-İSİM mi sanıyorsun?
Hâlbuki en büyük âlem
(Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın) sende dürülüp C-AN olup toplanmıştır...”


Zum’ etmek: Bâtıl zann, sanı, şüphe.
Tâva: Dürülüp, yerleştirilmiş.
Müntâvi: İhtivâ eden, bükülüp sarılıp sokulan, katlanan.
Cirm: Cüsse, cisim.
Sagir: Küçük
Âlemi Ekber: Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın Sırları..
Resim
Cevapla

“Divanında Muhammedi Tasavvuf” sayfasına dön