KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Cevapla
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12881
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen kulihvani »

https://muhammedinur.com/photos/_data/i ... b6e-me.gif


Resim


KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta,
==->SEVGi=>SEVİNÇ==->HÜZÜN..


Resim
Şu MâSiVâ=>ZITLar ZEVki,
BAŞLangıcın=>SONa SEVki,
DeVRÂN->SEYRÂN,
CEVLÂN->HAYRÂN,
Şu ÂN=>ŞE’ÂNULLAH ŞEVki!.

İnsÂN İÇin GEÇen HeR GüN,
BÂZen SEVİNç BÂZen HÜZüN,
SANALGERÇEKk mi ÂLeM,
Şu ÂN’da=->GELecekLe DüN!.


ZEVK 10.746

BİTKi>HayvÂN>İnsÂN TÜMü==>EMÂNEt CÂNın PEŞİnde,
İnsÂN AKLI=>ESMâ CEM’i===>OLur!. OLMaz!. ATEŞİnde,
GüN OLuR=>GÜLeR-SEViNiR,
GüN OLuR=>HÜZÜNLü DENiR,
İFRAt->MUHİt TEFRİt->MERKEz=>İ’TİDÂLi->AŞKkEŞİnde!.


09.11.2023.. 22:18
brsbrsm.. tktktrstkkmdezıtlrzevkimizzz..


Kur'ÂN’a=>İNÂNmak-DUYmak,
RASÛLün HAYyatı’na=>UYmak,
=>Şu ÂN’da=>ŞE’ÂN İHVÂNİ’m,
=>AKLın KILIFI’nı ===>SOYmak!.


Resim
KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

İnsÂN, fıtratı/yaradılış gereği SEVİNCi, KEDERi, NEŞEyi, HÜZNü YAŞAyan bir VARLIktır. Hayatı boyunca SEVİNCine etki eden birçok olayla karşılaştığı gibi ÜZÜNTÜsüne yol açabilecek olaylarla da yüz yüze kalabilmektedir. ALLAH TeALÂ’nın İnsÂNlara sunduğu en güzel ve en yararlı ni’metlerden biri de MUTLU OLma, SEVme ve SEVİNç DUYma ni’metidir. Bu ni’metler DİN ve AKLIn gözetimiyle daha da değer kazanır. İnsÂNlara güncel yaşamın baskı ve streslerinden kurtulmada yardımcı olur.
Âhireti bırakıp Dünyâ Hayatının tercih edilmesinin yanlışlığı Kur'ÂN-ı Kerîm’de şöyle ifâde edilmektedir.: “Fakat siz (ey İnsÂNlar!) Dünyâ hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlıdır...”

قَالُوا لَن نُّؤْثِرَكَ عَلَى مَا جَاءنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذِي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَا أَنتَ قَاضٍ إِنَّمَا تَقْضِي هَذِهِ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
إِنَّا آمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا خَطَايَانَا وَمَا أَكْرَهْتَنَا عَلَيْهِ مِنَ السِّحْرِ وَاللَّهُ خَيْرٌ وَأَبْقَى
“Kâlû le’n- nu’sireke alâ mâ câenâ mine’l- beyyinâti vellezî fataranâ fakdi mâ ente kâd (kâdin), innemâ takdî hâzihi’l- hayâte’d- dunyâ. İnnâ âmennâ bi rabbinâ li yagfire lenâ hatâyânâ ve mâ ekrehtenâ aleyhi mine’s- sihr (sihri), vallâhu hayrun ve ebkâ.: Sihirbazlar.: “Bize gelen mu’cizeler karşısında asla seni tercih etmeyiz (üstün tutmayız). Çünkü bizi, O yarattı. Bu durumda sen, yapacağını yap. Fakat sen, ancak bu Dünya Hayatında yaparsın.” dediler.
Muhakkak ki biz, hatalarımızı ve ona karşı sihirden bize zorla (istemeyerek) yaptırdığın şeylerden (dolayı) bizi, mağfiret etsin (affetsin ve günahlarımızı sevâba çevirsin) diye RABBimize îmân ettik. Ve ALLAH, daha hayırlıdır ve daha bâkidir (kalıcıdır).”
(Tâ-Hâ 20/72-73)

Müslüman =>Yumuşak Huyluluğu ve Güler Yüzlülüğü kendine şiâr edinmelidir. Böyle olması ALLAH’ın SEVgisine ulaşmasına vesile olur.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH, yumuşak huylu ve güler yüzlü kimseyi SEVer!.” buyurmuştur.
(Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmi’i’s-sağîr, 2/503)

SEVinç Kelimesi; Türkçe’de =>“İstenen veya hoşa giden bir şeyin olmasıyla duyulan COŞku” anlamına gelmektedir. Arapça’da ise =>Neşe, Huzur ve MutLuluk gibi anlamlar; “el-ferah”, “es-sürûr”, “es seâde” gibi kelimelerle ifâde edilmektedir.
SEVinçli, SEVinmiş, MutLu anlamlarına gelen “mesrur”, “mes’ud” ve “saadet” gibi sözcükler, Arapça’dan Türkçe’ye geçerek, SEVinç ve MutLuluğu ifâde eden kelimelerdir. Türkçe’de HUZUR, uzun vâdeli duygusal bir durumu, SEVinç ise kısa süreli heyecan hâlini ifâde etmektedir. Dolayısıyla her fert kendi zihin tasavvuruna göre SEVinç ve MutLuluğu bu duygular çerçevesinde değerlendirmektedir..

İnsÂNın SEVinç, NEŞE, HUZUR hâlini belirterek, MutLuluk ifâdesini doğrudan yansıtan kavramların başında “sürûr” kavramı gelmektedir. Sürûr kelimesi Arapça “ر -ر -س“ kökünden gelmiş olup, İnsÂNın içinde gizlediği, açığa vurulmayan SEVinç hâlidir.
Âyetlerde; SEVincin Dünyâ ve âhiret boyutu ele alınarak gerçek SEVincin âhirette olacağı belirtilmiştir.:

وَيَنقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا
“Ve yenkalibu ilâ ehlihî mesrûrâ(mesrûren).: Ve ehline surur içinde sevinçle dönecek.” (İnşkâk 84/9)

إِنَّهُ كَانَ فِي أَهْلِهِ مَسْرُورًا
“İnnehu kâne fî ehlihî mesrûrâ(mesrûren).: Muhakkak ki o, (dünyada) ehlinin arasında iken surur içinde sevinçliydi.” (İnşkâk 84/13)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, tebessümü kendisine şiâr edinmişti. Sahâbeye =>Neşeli ve Üzüntülü olduğu her durumda mütebessim bir yüzle karşılık vermiştir.

Sahâbeden Cerîr b. Abdullah radiyallahu anhu şöyle anlatıyor.: “Müslüman olduğum günden beri Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, beni her gördüğünde yüzüme bakarak gülümserdi.
Kays b. Âsım radiyallahu anhu.:Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir defâsında buyurdu ki.: "Yemenli iyi bir adam şu kapıdan içeri girecek. Onun yüzünde bir parça melek sûreti vardır!." Bu söz üzerine Cerir kapıdan içeri girdi.”
demiştir.
(Buhârî, “Edeb”, 68; Müslim, “Fezâil”, 135.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Her iyilik bir sadakadır. Din kardeşini güler yüzle karşılaman ve kendi kovandan din kardeşinin kovasına boşaltman bir iyiliktir.” buyurmuştur.
(Câbir b. Abdillâh radiyallahu anhu’dan; Tirmizî, “Birr”, 45.)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12881
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’de SEVinç-HÜZÜN.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsÂNlar madenlerdir.” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/391.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz; O, sizin amellerinize ve kalblerinize bakar!.” buyurmuştur.
(Ebû Hüreyre radiyALLAHu anhu’den; İbn Mâce, “Zühd”, 9; Müslim, “Birr”, 33-34.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem =>Vedâ Haccında bütün Müslümanlara hitâben.: “Ey İnsÂNlar! Bu gününüz, bu ayınız, bu şehriniz nasıl korunmaya lâyıksa ->mallarınız ve kanlarınız da RABBinizle buluşacağınız güne kadar birbirinize haram kılınmıştır!.” buyurmuştur.
(Buhârî, “İlim”, 37, “Hac”, 132; Müslim, “Hac”, 147.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH katında Dünyânın yok olması =>mü’min bir kimsenin öldürülmesinden daha iyidir.” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Diyât”, 7.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Âdemoğlu yaşlanır, onda iki şey baki kalır; mala olan hırs ve çok yaşamaya hırs.” buyurmuştur.
(Müslim, “Zekât”, 115; Tirmizî, “Zühd”, 38.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İki haslet vardır ki bir mü’min’de asla beraber bulunmazlar: cimrilik ve kötü ahlâk.” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Birr”, 41.)

Resim İnsÂN =>SABIRsızdır.:

إِنَّ الْإِنسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا
“İnne’l- insâne hulika helûâ (helûan).: Çünkü hakikaten İnsÂN çok hırslı, SABIRsız (huysuz ve doyumsuz) bir yaratılıştadır.” (Meârîc 70/19)

إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا
“İzâ messehu’ş- şerru cezûâ (cezûan).: Kendisine şer (ve keder) dokunursa, o zaman hemen feryada başlayıp sızlanır.” (Meârîc 70/20)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Gerçek sabır, musibetin ilk ÂNında gösterilendir.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Cenâʾiz”, 31.)

Resim İnsÂN =>NANKÖRdür.:

وَهُوَ الَّذِي أَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ إِنَّ الْإِنسَانَ لَكَفُورٌ
“Ve huvellezî ahyâkum summe yumîtukum summe yuhyîkum, inne’l- insâne le kefû r(kefûrun).: Size (ilk defa) hayat verip (varlığa çıkaran), sonra öldürecek olan, sonra da yeniden diriltecek olan O’dur. (Buna rağmen) İnsan gerçekten pek NANKÖRdür (kadir kıymet bilmezdir).” (Hac 22/66)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Aza şükretmeyen ->çoğa da şükretmez; İnsÂNlara teşekkür etmeyen =>ALLAH’a da şükretmez.” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Birr”, 35.)

Resim İnsÂN =>TARTIŞMACIDIR.:

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِن كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ الْإِنسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا
“Ve lekad sarrafnâ fî hâze’l- kur'âni li’n- nâsi min kulli mesel (meselin), ve kâne’l insânu eksere şey'in cedelâ (cedelen).: Andolsun, Biz bu Kur’ÂN’da İnsÂNlar için (ders alınmak üzere) her örnekten çeşitli (misâller anlatıp) açıklamalarda bulunduk. (Ama) İnsânoğlu çoğunlukla (haklı haksız) her konuda (ve boşuna) TARTIŞMAya pek meraklıdır (gerçeği ve görevini bırakıp alâkasız işlerin peşine düşmektedir).” (Kehf 18/54)

Resim İnsÂN =>ZÂLİMDİR.:

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
“Ve men azlemu mimmenifterâ alâllâhi keziben ev kezzebe bi âyâtih (âyatihî), innehu lâ yuflihu’z- zâlimûn (zâlimûne).: ALLAH’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya O’nun âyetlerini yalanlayıp (yamultarak, haksızlık ve ahlâksızlık sistemlerine yamamaya çalışanlardan) daha ZÂLİM kim vardır? Hiç şüphesiz O, ZÂLİMleri kurtuluşa ulaştırmayacaktır.” (Enʿâm 6/21)

Resim İnsÂN =>KISKANÇTIR ve HASEDÇİDİR.:

أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَى مَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ فَقَدْ آتَيْنَآ آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُم مُّلْكًا عَظِيمًا
“Em yahsudûne’n- nâse alâ mâ âtâhumullâhu min fadlıhî, fe kad âteynâ âle ibrâhîme’l- kitâbe ve’l- hikmete ve âteynâhum mulken azîmâ (azîmen).: Yoksa onlar, ALLAH’ın Kendi Fazlından İnsÂNlara verdiklerini mi KISKANıyorlar? (Oysa ALLAH’ın her takdiri ve taksimi hikmetli ve adaletlidir.) Doğrusu Biz, İbrahîm Âilesine Kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk (servet ve devlet) de bahşettik.” (Nisâ 4/54)

وَإِنِ امْرَأَةٌ خَافَتْ مِن بَعْلِهَا نُشُوزًا أَوْ إِعْرَاضًا فَلاَ جُنَاْحَ عَلَيْهِمَا أَن يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًا وَالصُّلْحُ خَيْرٌ وَأُحْضِرَتِ الأَنفُسُ الشُّحَّ وَإِن تُحْسِنُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
“Ve in imraetun hâfet min ba’lihâ nuşûzen ev ı’râdan fe lâ cunâha aleyhimâ en yuslıhâ beynehumâ sulhâ (sulhan). Ve’s- sulhu hayr (hayrun). Ve uhdırati’l- enfusu’ş- şuhh (şuhha). Ve in tuhsinû ve tettekû fe innallâhe kâne bi mâ ta’melûne habîrâ (habîran).: Eğer bir kadın, kocasının nüşûzundan (baskı ve huysuzluğundan), veya kendisinden yüz çevirip uzaklaşmasından korkarsa, barış düşüncesiyle (ve huzursuzluğu gidermek gayretiyle onların kendi) aralarını bulup düzeltmek (girişimi) her ikisi için de (bu bir ayıp değil) sevaptır; (çünkü her halde) barış daha hayırlıdır. Nefisler ise “KISKANÇlığa ve bencil tutkulara” hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz ALLAH, yaptıklarınızdan haberdâr olandır (her ameliniz O’nun bilgisi dâhilindedir).” (Nisâ 4/128)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de hasedden sakındırarak zararını şöyle haber vermektedir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “HASED etmekten sakının, zira HASED, odunun ateşi yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/391.)

Resim İnsÂN =>FITRATEN ZAYIF YARATILMIŞTIR.:

يُرِيدُ اللّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُمْ وَخُلِقَ الإِنسَانُ ضَعِيفًا
“Yurîdullâhu en yuhaffife ankum, ve hulika’l- insânu daîfâ (daîfen).: ALLAH (ağır yükleri ve zor hükümleri) sizden hafifletmek ister; (çünkü) İnsÂN (fıtratı ve tabiatı, dayanıklılığı az ve) ZAYIF OLARAK HALK edilmiştir. (Ve zaten İslam sıkıntı değil kolaylık dinidir.)” (Nisâ 4/28)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ->Oruçlu olan kişi için.: “Kim yalan sözü, cehâleti ve yalan sözle amel etmeyi bırakmazsa, ALLAH’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Edeb” 51; Müslim, “Savm”, 8.)

Resim 2.7. İNSÂNIN =>İYİ ÖZELLİKLERİ.:

Kur’ÂN-ı Kerîm’de ALLAH’ın Has Kullarının özellikleri şöyle sıralanmaktadır. “Mütevâzi bir şekilde yürürler. Câhillerle tartışmazlar. Geceleri secde ederler. İsraf etmezler. Cimrilik yapmazlar. Şirke düşmezler. Yalana şâhidlik etmezler. Sabırlarından dolayı cennetin en yüksek mevkilerindedirler.”

* RAHMÂN’ın (akıllı, hayırlı ve has) kulları (onlardır ki;) gezip dolaştıkları (her) yerde, (münâsib ve) mütevazı yürürler. Bilgisiz (ve görgüsüz) kimseler kendilerine sataştıklarında ise onlara.: “Selâmetle (barış ve güvenlik içinde olun)!” derler (ve geçiştirirler, yersiz TARTIŞMA ve KAPIŞMAlara girişmezler. Ama kudsallarına sataşıldığında gerekli tepkiyi gösterirler).
* Onlar, (RAHMÂN’ın makbul kulları) gecelerini(n bir kısmını) Rablerine secde ederek ve kıyam halinde (namaz ve niyaz üzerinde) geçirirler. (Herkesin gaflet uykusunda olduğu yarı gecelerde onlar ihlasla ibadet halindedirler.)
* Onlar, “Ya Rabbi, cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Çünkü cehennem azâbı devamlıdır (ve çok şiddetli bir kahırdır;” şeklinde ALLAH’a yönelirler.)
* “Gerçekten orası çok kötü bir duraktır ve çok kötü ve dayanılmaz bir mekândır” diye (yalvarıp DUÂ ederler).
* Onlar infâk edip (harcadıkları) zaman, ne israf edip savururlar, ne de (cimrilik edip) kısarlar; her ikisi arasında (kıvamında) orta bir yol tutan (hayırda harcayan, israftan kaçınan kimselerdir).
* Ve (RAHMÂN’ın sadık ve şuurlu kulları;) onlar ALLAH ile beraber, başka ilâha (hiçbir makama ve güç odağına asla) DUÂ edip yalvarmaya (tenezzül ve tevessül etmeyenlerdir; savaş ve meşru müdafaa gibi) haklı bir sebep olmaksızın ALLAH’ın haram kıldığı (hiçbir) canı öldürmeyen ve (asla) zinâ etmeyen (hatta gözleriyle ve gönülleriyle bile bu çirkeften sakınıveren) kimselerdir. Çünkü her kim bunları yaparsa çok “ağır bir cezâ ile” karşılaşıverecektir.
* (Bunların) Kıyamet günü azâbı kat kat ziyâdeleşir. Orada zelîl ve hakir olarak ebedî (cehenneme mahkûm edilir).
* Ancak, her kim (kesin ve samimi bir) tevbe (ile inkâr ve isyandan dönerse) ve (gerçekten) iman edip (Hakka ve hayra yönelirse) ve (İslam’a ve insanlığa yararlı) sâlih ameller işleyip davranışlarını düzeltirse; işte böylelerinin kötülüklerini, ALLAH iyiliklere çevirir. ALLAH çok Bağışlayandır, çok Esirgeyendir.
* Kim tevbe eder ve amel-i sâlih işlerse, kesinlikle o, ALLAHu TeALÂ’ya tevbesi makbul (olmuş ve O’nun rızasına kavuşmuş) olarak dönecektir.
* (Ve yine RAHMÂN’ın makbul kulları) Onlar yalan yere şâhidlik etmezler, (bildiklerini gizlemezler, ifadelerini eğip bükmezler.) Lağviyata (boş, yararsız ve hayâsız konuşmalara, tartışmalara, sataşmalara ve programlara) rastladıklarında ise vakarla (ve ağır başlılıkla) oradan uzaklaşarak geçip giderler.
* Ve onlar, kendilerine RABBlerinin ayetleri hatırlatılıp anlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör (gibi ilgisiz ve isteksiz) davranmayan (hemen kendilerini toparlayıp Kur’ÂN’ı anlamaya ve uygulamaya çalışan mü’min) kimselerdir.
* Ve onlar: “RABBimiz, eşlerimizden ve soyumuzdan bize, gözümüzün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takvâ sâhiblerine önder kıl” (ki; şuurlu, onurlu ve huzurlu yaşanacak bir düzene ve döneme rehberlik yapalım) diyenlerdir. (Ve bu yönde çaba gösterenlerdir.)
* İşte bunlar (var ya; ibâdet, istikâmet ve dini hizmet üzerinde) sabretmelerine karşılık, (cennetin en gözde konaklarındaki) makamlarla ödüllendirilecek ve orada esenlik dileği ve selâmla karşılanıp (sevindirilecek ve şereflendirileceklerdir)..

(Furkân 25/63-75)

* İnsÂN =>RAHMÂNî AŞKk ve Hüzün Tomurcuğunun nâdide şeklidir. Bu yüzden İnsÂN için.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Men arefe NEFSehu =>fekad arefe RABBehu.: NEFSini/Kendini TANıyan/BİLen =>RABB’ini TANır/BİLir.” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfu’l-Hâfâ, II, 236; (Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed el-ʿArabî et-Tâî el-Hâtimî (İbn ʿArabî), Nefsini Bilen RABBini Bilir: Varlık, Yokluk ve Nefsin Mertebeleri, Tercüme ve şerh M. Esad Erbilî, Haz. Ercan Alkan (İstanbul: Hayy Kitap, 2012), 38, 46-49, 52.)
denilmesinin sırrı da budur. (Sadık Kılıç, Benliğin İnşası (İstanbul: İnsÂN Yayınları, 2000), 69.)


Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Güzel Ahlâk Sâhibi Müslümanın bu ahlâkı sayesinde devamlı nafile namaz kılan ve oruç tutan Âbid Kulun makamına ulaşacağını” bildirmiştir.
(Tirmizî, “Birr”, 62.)

* İnsÂN =>ALLAH’ı tanıyıp bilme kabiliyetini TEMİZ FITRATında taşır.
Bundan dolayı küfür ve inkâr İnsÂNın temiz olarak yaratılan fıtratından bir sapmadır.:

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
“Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevme’l- kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn (gâfilîne).: Hani RABBin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini (bütün insanların ruhaniyetlerini huzuruna) almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhidler kılmıştı: "Ben sizin RABBiniz değil miyim?" (Size vücutlar, çeşitli imkân ve fırsatlar verip dünyaya gönderirsem, Bana iman ve itaat eder misiniz? demişti de) onlar: "Evet (RABBimizsin), biz şâhid olduk" (ve söz veriyoruz) demişlerdi. (Bu,) Kıyamet Günü: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir.” (A‘râf 7/172)

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ الْقَيِّمِ مِن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لَّا مَرَدَّ لَهُ مِنَ اللَّهِ يَوْمَئِذٍ يَصَّدَّعُونَ
“Fe ekim vecheke li’d- dînil kayyimi min kabli en ye’tiye yevmun lâ meredde lehu minallâhi yevmeizin yassaddeûn (yassaddeûne).: (Ey Resûlüm!) Öyleyse Sen (ve ümmetin), ALLAH’tan (bir takdir olarak) geri çevrilmesi mümkün olmayan gün (ölüm ve kıyamet) gelmeden önce, yüzünü dimdik ve dosdoğru ayakta duran (Hakk) DîNe çevir. (Ve İslâm’da sebat et ki, zaten) O gün (âhirette, kâfirler mü’minlerden) ayrılıp bölünecekler (ve lâyık oldukları cehenneme gireceklerdir).” (Rûm 30/43)

* İnsÂN ÖZÜnde =>Diğer canlılarda olmayan bir güç vardır.
Bu yüzden İnsÂN =>Hem Madde ->Hem Mânâ ->Hem Rûh =>Hem de Cisimdir.:

ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِن رُّوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ
“Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumu’s- sem’a ve’l- ebsâre ve’l- ef’ideh (efidete), kalîlen mâ teşkurûn (teşkurûne).: Sonra onu “düzeltip bir biçime soktu” (SEViyeLedi) ve ona (insana, Kendi) RÛHundan (hayat ve şuur sırrından) üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. (Buna rağmen) Pek az şükrediyorsunuz? (Ne nankör insanlarsınız!)” (Secde 32/9)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12881
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim 2.8. İNSÂNIN KÖTÜ ÖZELLİKLERİ.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, çeşitli vesilelerle hasedin tehlikesi üzerinde durmuştur.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Birbirinize kin beslemeyin, birbirinize hased etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, Ey ALLAH’ın kulları! Kardeşler olun!.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Edeb”, 62.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de iki kişiye hased etmek yoktur, diyerek sadece gıbta edilmesine müsaade etmiştir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İslâm da hased etmek yoktur. Sadece iki kişiye gıbta edilebilir. ALLAH’ın kendisine mal verip onu uygun yerler harcayan kimseye; bir de ALLAH’ın kendisine ilim/hikmet verip onu başkalarına öğreten kimseye.” buyurmuştur.
(Buhârî, “İlim”, 15.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, İnsÂNın iyi olmasını kalbinin iyi olmasına bağlamıştır.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsÂNın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur o kötü olursa bütün beden kötü olur dikkat edin o kalbdir.” buyurmuştur.
(Buhârî, “İman”, 39; Müslim, “Müsâkât”, 107.)


Resim 2.9. İNANÇ YÖNÜNDEN İNSÂNLAR.:

ALLAH celle celâlihu, İnsÂNları inanma yönünden hür bıraktığı için inanmaya zorlamaz. Hür iradeleri ile imânı kabul etmelerini ister. Hatalı bir tercih yapmasının karşılığında ise âhirette hesâbını verir. ALLAH, dini İnsÂNlara zorla kabul ettirme noktasında peygamberlere bile bir yetki vermemiştir. ALLAH, dileseydi yeryüzünde tüm İnsÂNlar inanırdı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e İnsÂNların inanmaları için zor kullanmaması gerektiği de bildirilmiştir.:

وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لآمَنَ مَن فِي الأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا أَفَأَنتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُواْ مُؤْمِنِينَ
“Ve lev şâe RABBuke le âmene men fî’l- ardı kulluhum cemîâ (cemîân), e fe ente tukrihu’n- nâse hattâ yekûnu mu’minîn (mu’minîne).: (Ey Resûlüm!) Eğer RABBin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka imân ederdi. (ALLAH imtihan gereği onları serbest bıraktığı halde,) Sen insanları imân etmeleri için zorlayacak mısın?” (Yûnus 10/99)

Kur’ÂN-ı Kerîm’deki farklı âyetlere göre herkesin din, vicdan, düşünce ve inanç özgürlüğüne sâhib olduğu belirtilmiştir. Dileyen inanır, dileyen inkâr eder.:

وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا
“Ve kulil hakku min RABBikum fe men şâe fel yu'min ve men şâe fe’l- yekfur innâ a'tednâ li’z- zâlimîne nâren ehâta bihim surâdikuhâ, ve in yestegîsû yugâsû bi mâin kel muhli yeşvîl vucûh (vucûhe), bi'se’ş- şerab (şerabu) ve sâet murtefekâ (murtefekan).: De ki.: “Hakk RABBinizdendir. (ALLAH’tan başkası, sizin için haklı ve hayırlı olacak dini ve düzeni bilemez ve gösteremez...) Artık (Hakk geldikten ve Kur’ÂN’a davet edildikten sonra) isteyen imân etsin, isteyen inkâr etsin. Şüphesiz Biz zâlimlere bir ateş hazırlamışız ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar feryat edip yardım isterlerse, (erimiş maden misali) katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan (pis ve acı) bir su ile (güyâ) yardım edilirler. (Oysa) O ne kötü (ve bayağı) bir içecektir ve ne kötü (ve aşağılayıcı) bir destektir!” (Kehf 18/29)

لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ
“Lekum dînukum ve liye dîn(dîni).: “(Öyleyse) Sizin (bâtıl) dininiz (ve düzeniniz) size, Benim (Hakk) dinim (ve âdil düzenim) Bana” (aittir. En azından, herkes birbirlerinin temel insan haklarına saygı göstermelidir.)” (Kâfirûn 109/6)

Bu yüzden dinde zorlama yoktur.:

لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyene’r- ruşdu mine’l- gayy (gayyi), fe men yekfur bi’t- tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bi’l- urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm (alîmun).: (İnsanları İslam’a sokmak için de, ibâdetleri yaptırmak için de) Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapkınlık ve azgınlıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu (İslam dışı sistemleri ve zâlim kişileri terk ve inkâr ederek onları) tanımayıp ALLAH’a inanırsa (İslam nizamına tâbi olursa); artık o, şüphesiz sapasağlam bir kulpa yapışmıştır ki; bunun kopması yoktur (Kur’ÂN’a tutunanların mahrum ve mahcup olma endişesi kalmamıştır). ALLAH, İşitendir, Bilendir.” (Bakara 2/256)

Kur’ÂN, İnsÂNları inanç yönünden farklı sınıflandırmaktadır. ALLAH’a inananlar ve imânlarının gereğini yerine getiren mü’minler.:

* Onlar; (o müttakiler ki kesinlikle ve içtenlikle) gaybe (yani görmedikleri, ama varlıklarından asla şüphe de etmedikleri gerçeklere) imân edenlerdir, namazı dosdoğru (şuurlu ve huzurlu şekilde kılıp) ikâme edenlerdir, ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk edenlerdir. (Helâl ve meşru kazançlarından, ALLAH rızası için, gerekli yerlere ve ihtiyaç giderici ölçüde verenlerdir. Farklı Din ve kavimden herkesin insanca yaşayacağı Âdil bir Düzeni ve devlet disiplinli infâk sistemini kurma gayreti güdenlerdir.)
[Not: Ğayb; olmayan ve aslı bulunmayan şey değildir, çünkü olmayana imân, akla muhaliftir. Oysa Ğayb; zâhiren görünmeyen, ama mevcudiyeti ve etkileri; eserleriyle, tecellî ve tezâhürleriyle kesin bilinen ve inkârı akla ve vicdana ters düşen hakikatlerdir.]

* (Ey Resûlüm!) Onlar, Sana indirilene (Kur’ÂN-ı Kerim’e), Senden önce indirilenlere (Tevrat ve İncil’in orijinaline) imân edenlerdir ve âhirete de kesin bir bilgiyle inanıp (hazırlık görenlerdir. Ki gerçek âhiret inancı, hesâbdan ve azâbdan kurtulma amacı taşımayanlar müttaki mü’minlerden değildir.)

* İşte bunlar, RABBlerinden olan (imân, ittika ve istikametle kazanılan) bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler bu kimselerdir.”
(Bakara 2/3-5)

İnanmayıp inkâr edenler kâfirler.:

* Şüphesiz, (ALLAH’ın varlığını ve Kur’ÂN’ın haklılığını bile bile, ama işlerine gelmediği için) inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için aynıdır; (onlar asla) imân etmeyeceklerdir. (Çünkü yaratılış ve imtihan şuuru ile kulluk sorumluluğu taşımayan kimselerdir.)

* (Bile bile inkâr, i’tiraz ve isyan ettiklerinden dolayı) ALLAH, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir; ve gözlerinin üzerine de perde (çekmiştir). Ve büyük azâb onlar içindir.

(Bakara 2/6-7)

İnanmış gibi görünüp hakikatte inanmayanlar münâfıklar.:

* (Dışlanmaktan ve aşağılanmaktan kurtulmak ve Müslümanların elde edeceği ni’met ve faziletlerden yararlanmak için) İnsanlardan (öyle) kimseler vardır ki.: “biz ALLAH’a ve âhiret gününe inandık" derler. (Ve öyle gözükürler.) Halbuki onlar inanmış değillerdir.

* Onlar (münâfıklar, sözde) ALLAH’ı ve imân edenleri aldattıklarını (zannetmektedirler); oysa onlar, sadece kendilerini aldatmaktadırlar ve (ama bunun) şuurunda değillerdir. (Çünkü ALLAH’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışanlar, ancak kendilerini kandıran kimselerdir.)

* Onların kalblerinde (nifak) hastalığı (yerleşmiştir). ALLAH da hastalıklarını ziyâdeleştirmiştir. (Sürekli) Yalan söylemekte (hile ve hıyanet düşünmekte) olduklarından dolayı, onlar için acı bir azâb (gelecektir).

* Kendilerine.: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde (tam bir pişkinlikle): "Biz sadece (halkın ahlâkını ve toplum nizamını düzeltip iyileştirmek isteyen) ıslah edicileriz" demekte (ve fesatlıklarına ıslah kılıfı geçirilmekte)dir.

* İyi bilin ki; gerçekten, asıl fesadçılar kendileridir, ama (bunun) şuurunda değillerdir.

* Onlara; “siz de diğer insanların imân ettiği gibi imân edin, ” denildiği zaman; “Biz hiç, o bayağı ve aşağı kimseler gibi imân eder miyiz? (Biz bu dine ve davaya öylesıradan ve aklı noksan basit insanlar gibi inanıp, onlar gibi hareket edemeyiz)” derler. Halbuki asıl ayarsız ve akılsız olanlar kendileridir, fakat (farkında değildirler, bunu) bilmezler.

* (Bu münâfıklar) İman edenlerle karşılaştıklarında (sadık din ve dava ehliyle bir arada bulunduklarında): “Biz de imân etmiş kimseleriz (ama İslam’a hizmet için kâfirlerle zâhiren işbirliği görüntüsü vermekteyiz; sakın bizden şüphelenmeyiniz!)” derler. (Ancak) Şeytanları (ve şer odaklarıyla gizlice buluşup) baş başa kaldıklarında (ise); “Şüphesiz biz (asıl) sizinle beraberiz, (sizin hedeflerinize hizmet etmekteyiz.) Biz (mü’min ve Müslüman kesimleri sadece idare ve) istihza etmekteyiz” (zira “onların desteğini almak mecburiyetindeyiz”) derler.

* (Oysa asıl) ALLAH onlarla alay etmekte (Kur’ÂN’ın bir kısmına inanıp bir kısmına itiraz eden münâfıkları,onları kendi hallerine bırakmakla ve bir müddet fırsat tanımakla oyalayıvermekte)dir. (Böylece) Kendi azgınlıkları ve sapkınlıkları içinde bocalayıp durmalarını (istemekte) ve süre vermektedir.

* İşte onlar (münâfıklar) hidâyet karşılığı dalâleti satın alıp (sapıtmış kimselerdir), fakat bu (akılsız ve ahlâksız) ticaretlerinden bir yarar sağlayamamış; artık hidâyeti de bulamamış (kesimlerdir).
(Bakara 2/8-16)

Ve ALLAH’a ortak koşan müşrikler.:

لَمْ يَكُنِ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ مُنفَكِّينَ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ الْبَيِّنَةُ
“Lem yekunillizîne keferû min ehli’l- kitâbi ve’l- muşrikîne munfekkîne hattâ te’tiye humu’l- beyyineh (beyyinetu).: Kitap Ehlinden ve müşriklerden (olan) kâfirler; kendilerine apaçık bir delil (Nebî, Kitap, kanıt) gelinceye kadar, (bulundukları bâtıl ve berbat durumdan) kopup-ayrılacak değillerdi. (Bu nedenle yeni bir peygambere ve İlahi vahye ihtiyaç vardı.)” (Beyyine 98/1)

İslâm Âlimleri de bu bağlamda İnsÂNları inanç yönünden bu sınıflara ayırıp incelemişlerdir.
Mü’min =>“korkusuz, emîn ve güvenli olmak; inanmak, güvenmek ve güvenilir olmak anlamındaki “e-m-n” kökünden türeyen, tasdik eden, i’timat eden, inanan, boyun eğen, itaat eden; güven veren, emîn kılan demektir.” (Fikret Karaman, “Mü’min”, Dini Kavramlar Sözlüğü, ed. İsmail Karagöz, vd. (Ankara: DİB Yayınları, 2010), 357.)

Kâmil bir imâna sâhib olan mü’min sâlih ameller yaparak ALLAH’a KUL olduğunun bilincinde olan kimsedir.137137 (İbrahim Kafi Dönmez, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (İstanbul: MÜİF Yayınları, 2006), 3/1459.)

=>KÂFİR.: “Bir şeyi örtmek, perdelemek, gizlemek, uzak durmak ve ni’mete nankörlük etmek anlamlarındaki “k-f-r” kökünden türemiştir. Sözlükte; bir şeyi örten, gizleyen ve ni’mete, iyiliğe nankörlük eden anlamına gelir. Bu kelimenin asıl anlamı, bir şeyi örtmek, gizlemektir. Bu sebeple, gündüzü örtüp gizlediği için geceye, tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye ve kılıcı örttüğü için kınına “KÂFİR” denmiştir.” (Fikret Karaman, “Kâfir”, Dini Kavramlar Sözlüğü, ed. İsmail Karagöz, vd. (Ankara: DİB Yayınları, 2010), 357.)

Istılahta ise; Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i ve onun ALLAH’tan getirdiği şeyleri yalanlayan, tevâtür yoluyla bize ulaşan hükümlerden birini veya birkaçını inkâr eden kişiye “KÂFİR” denir. (Fikret Karaman, “Kafir”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 357.)

Gazzâlî küfrü, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in getirmiş olduğu şeyleri yalanlamak şeklinde târif etmiştir. (M. Sait Özervarlı, “Gazzâlî’nin Kelâm İlmindeki Yeri”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1996), 13/ 505-511.)

Kâfir kelimesi, Kur’ÂN-ı Kerîm’de ni’metin değerini bilmeyip, nankörlük yapanlar için de kullanılmıştır.: (Dönmez, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, 2/1051.)

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
“Fezkurûnî ezkurkum veşkurû lî ve lâ tekfurun (tekfurûni).: O halde (siz yalnız Bana itaat ve ibâdet ederek devamlı) Beni zikredin ki; Ben de sizi (rahmetim ve mağfiretimle) zikredeyim. (Nimetim ve faziletimle şereflendireyim.) Bana (sürekli ve samimiyetle) şükredin, sakın nankörlük etmeyin.” (Bakara 2/152)

Kur’ÂN-ı Kerîm’de birçok âyette kâfir olarak ölen kişinin cehennemde ebedî azâba uğrayacağı haber verilmiştir.: “Fakat âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte ALLAH’ın, meleklerin ve bütün İnsÂNların lâneti onların üstünedir.”

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
“İnnellezîne keferû ve mâtû ve hum kuffârun ulâike aleyhim la’netullâhi vel melâiketi ve’n- nâsi ecmaîn (ecmaîne).: (Ama ne var ki) Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler (ise, şüphesiz); ALLAH’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti bunların üzerinedir.” (Bakara 2/161)

Kur’ÂN’a göre bütün iyiliklerin kaynağı olarak imân, bütün kötülüklerin kaynağının da küfür olduğu belirtilmektedir. İnsÂNdan sâdır olan kötü davranışlar küfür ehline nispet edilmektedir. Çünkü kâfir işlediği kötülükleri içine sindirmektedir. Pişmanlık duyup tövbe etmesi söz konusu değildir. (Şimşek, Kur’ÂN’ın Ana Konuları, 33.)

=>MÜNÂFIK.: kaybolmak, eksilmek, geçmek ve tükenmek anlamındaki “n-f-k” kökünden türemiştir. Istılahta, kalbi ile inanmadığı halde inkârını saklayıp, dili ile inandığını söyleyerek mü’min görünen kimseye denir. Münâfığın bu davranışına nifak denir.” (Karagöz, vd. “Mü’min”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 495.)

Diğer bir ifâdeyle münâfık, kalben inanmadığı halde ALLAH’ı, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i ve getirdiği vahyi kabul ettiğini söyleyen, Müslüman gibi görünen, özüyle sözü birbirine uymayan kimse demektir. (Dönmez, İslâm’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, 3/1465.)

“İnsÂNlardan bazıları da vardır ki inanmadıkları halde “ALLAH’a ve âhiret gününe inandık derler.”

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ
“Ve mine’n- nâsi men yekûlu âmennâ billâhi ve bi’l- yevmi’l- âhıri ve mâ hum bi mu’minîn (mu’minîne).: (Dışlanmaktan ve aşağılanmaktan kurtulmak ve Müslümanların elde edeceği ni’met ve faziletlerden yararlanmak için) İnsanlardan (öyle) kimseler vardır ki, “biz ALLAH’a ve âhiret gününe inandık" derler. (Ve öyle gözükürler.) Halbuki onlar inanmış değillerdir.” (Bakara 2/8)

Münâfıkların vasıfları olarak da; “mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinirler, ALLAH’ı aldatmaya çalışırlar, namaza üşenerek kalkarlar, ALLAH’ı çok az zikrederler, ne mü’minlerden yana ne de kâfirlerden yana olurlar, bu ikisi arasında bocalayıp dururlar.":

* (Münâfıklar) Ki onlar mü’minleri (İslam kardeşliği cephesini) bırakıp, kâfirlerin (ve zâlimlerin) velâyetini-himâyesini (haksızlık ve ahlâksızlık temelli Haçlı birlikteliğini) hedef ittihaz ediniyorlar. (Bu münâfıklar) İzzeti (şeref, huzur ve hürriyeti) onların (bâtıl ve barbar odakların) yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet (kuvvet ve haysiyet) kesinlikle ALLAH’ındır (ve İslam’dadır).

* O (Allah), size Kitap’ta: "ALLAH’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın (bu hain münafıklardan ayrılın), yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye (ayet) indirdi (ve uyardı). Doğrusu ALLAH, münâfıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacaktır.

* Onlar (marazlı münâfıklar) sizi (uzaktan) gözetleyip duruyorlar. Eğer size ALLAH’tan bir fetih (zafer ve ganimet) gelirse: “Biz de sizinle birlikte değil miydik?” diye (yılışıyorlar). Ama şayet kâfirlere (başarıdan) bir nasib düşecek olursa (zâlimler galip gelirse onlara yanaşıp): “Sizi üstün gelmeniz için (destekleyerek), mü’minlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?” diye (münâfıklık ediyorlar). ALLAH, kıyamet günü aranızda hükmedecektir. ALLAH, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermeyecektir. (Sonunda mü’min mücâhidleri zafere ulaştıracaktır.)

* Gerçek şu ki; münâfıklar ALLAH’ı aldatmaya (çalışmaktadırlar). Oysa asıl O (ALLAH) onları aldatıp (oyalamaktadır). Onlar ki namaza kalktıklarında, tembel ve isteksizce davranmaktadırlar, (her konuda) insanlara (yaranmaya çalışmakta ve) riyakârlık yapmaktadırlar ve ALLAH’ı çok az hatırlamakta (Kur’ÂN’ı okuyup anlamaya ve zikirle uğraşmaya yanaşmamakta)dırlar.

* (O münâfıklar; kaypak ve çıkarcı bir tavırla, kâfirlerle Müslümanlar) Arasında tereddüdle bocalayıp-yalpalayıp durmaktadırlar. Ne o tarafa (bâtıla tam bağlanıp yaranırlar), ne de bu tarafa (İslam’a tam yanaşırlar). ALLAH’ın (kötü niyetleri ve bozuk tıynetleri sebebiyle) şaşırttığı kimselere artık kesinlikle (çıkar bir) yol bulamazsın.”
(Nisâ 139-143)

Kötülüğü emredip, iyiliğe engel olurlar, elleri de cimridir.:

الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُم مِّن بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُواْ اللّهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“El munâfikûne ve’l- munâfikâtu ba’duhum min ba’din, ye’murûne bi’l- munkeri ve yenhevne ani’l- ma’rûfi ve yakbidûne eydiyehum nesûllâhe fe nesiyehum inne’l- munâfıkîne humu’l- fâsikûn (fâsikûne).: Münâfık erkeklerle münâfık kadınlar, (bozuk fıtratları ve fesatçılıkları bakımından) birbirine benzerler. Onlar (birbirine ve çevresine) kötülüğü emreder, iyilikten alıkoymaya girişirler. Ellerini sıkı tutarlar (ALLAH yolunda harcamazlar). Onlar (inkâr ve isyan etmekle) ALLAH’ı unuttular, O (ALLAH) da onları (hidâyetinden ve rahmetinden mahrum etmekle) unuttu. Doğrusu münâfıklar hep fasık olanlardır.” (Tevbe 9/67)

Yalancıdırlar, yemînlerini kalkan olarak kullanırlar, İnsÂNları ALLAH YoLundan alıkorlar, gösteriş yapmayı severler, konuşmalarında çekicidirler, her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler.” şeklinde beyan edilmektedir.

إِذَا جَاءكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ
اتَّخَذُوا أَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَن سَبِيلِ اللَّهِ إِنَّهُمْ سَاء مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا فَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَفْقَهُونَ
وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِن يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُّسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ

* Münâfıklar Sana geldikleri zaman: “Şâhidlik ederiz ki Sen gerçekten ALLAH’ın Resûlüsün” derler. (Üstelik) “ALLAH da bilir ki, Sen elbette O’nun Resûlüsün” (diyerek kendi samimiyetsizliklerini örtmek için ALLAH’ı da şâhid gösterirler. Ama) ALLAH hiç şüphesiz o münâfıkların yalancı olduklarını da (bilmekte ve buna) şâhidlik yapmaktadır.

* Onlar (münâfıklar) yeminlerini kalkan yapıp (yalan yeminlerinin ve sahte samimiyetlerinin arkasına sığınıp insanları) ALLAH’ın yolundan saptırmaktadırlar. Doğrusu bu yaptıkları ne kadar kötü (bir davranıştır).

* Bu, onların (başında; akılları ve vicdanları İslami gerçekleri ve Hakk Dinin gerekliliğini anlayıp) imân etmelerine (rağmen, işlerine gelmediği ve beğenmedikleri için) sonradan (içten itiraz ve) inkâra yönelmeleri (ama zâhiren hâlâ Müslüman görünmeleri) dolayısıyla böyle olmaktadır. Bu yüzden kalblerinin üzerine mühür basılmış (hidâyetleri kararmıştır), artık onlar (gerçeği ve başlarına geleceği) kavrayamaz konumdadır.

* (Ey Nebim!) Sen onları (münâfıkları) gördüğün zaman, (düzgün ve bakımlı) endamları (zâhiri kalıpları ve tavırları) Senin hoşuna gidip beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlemeye (değer sanırsın. Oysa bunlar sözlerine, kıyafetlerine ve zâhir görünüşlerine aşırı dikkat gösterip, suni ve sahte davranışlarla takâa ve tarafsızlık numarası yapmakta ustalaşmışlardır. Aslında) Onlar sanki (sütun misali) dayandırılmış düzgün ahşap-kütükler gibi (şuursuz ve vicdansızdırlar. Bu kofluklarından ve korkularından dolayı da) Her çıkışı ve çağrıyı (her yaygarayı ve konuşulanı) kendileri aleyhlerine sanırlar. Onlar (sinsi ve tehlikeli) düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının (münâfıkları tanımaya çalışın ve onlara karşı tedbirli ve dikkatli olun). ALLAH onları kahretsin; nasıl da (Hakk’tan) çevriliyorlar ve dönekleşip duruyorlar. [Bakara: 204, 205 ve 206 bu âyetin izahıdır.]”
(Münâfikûn 1-4)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de münâfıklar için konuştuklarında yalan söylediklerini, söz verdikleri zaman sözlerinde durmadıklarını, emanete hıyanet ettiklerini, düşmanlıklarında aşırı gittiklerini bildirmiştir. (Buhârî, “İman”, 24; Müslim, “İman”, 107.)

Münâfıklar, Dünyâ menfaatleri için Müslüman görünürler. Zâhiren Müslüman göründükleri için kendilerine İslâm’ın hükümleri uygulanır, Müslüman muamelesi yapılır. Fakat gerçekte kalblerinde imân olmadığı için kâfirdir ve İnsÂNların inkâr bakımından en tehlikelileridir. (Şerafettin Gölcük-Süleyman Toprak, Kelâm, 4. Baskı (Konya: Tekin Dağıtım, 1998), 105.)

Müşrik; “bir şeyde ortak olmak anlamındaki şirk kökünden türemiş, sözlükte; ortak koşan, ortak yapan" anlamına gelir. (Karaman, “Müşrik”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 506.)
Istilâhta ise; ALLAH’a, ilâh, rab, mâ’bud oluşunda sıfat ve fiillerinde eşi ve ortağı bulunduğunu kabul eden kimseye denir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Mecûsilikte olduğu gibi iki ilâhın varlığını kabul etmek hem şirk hem de küfürdür. (Karaman, “Müşrik”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 506.)

Kur’ÂN-ı Kerîm’de müşrikler için şöyle buyurulmaktadır.: “Apaçık deliller kendilerine gelinceye kadar, Ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar (küfürden) ayrılacak değillerdi.”

لَمْ يَكُنِ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ مُنفَكِّينَ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ الْبَيِّنَةُ
“Lem yekunillizîne keferû min ehlil kitâbi ve’l- muşrikîne munfekkîne hattâ te’tiye humu’l- beyyineh (beyyinetu).:
Onlara (münâfıklara): “Gelin (bu nifâk ve tefrikadan vazgeçip tevbe edin) ALLAH’ın Resûlü de sizin için mağfiret dilesin. (Kendinize, çevrenize ve geleceğinize yazık etmeyin)” denildiği zaman, başlarını döndürüp (uzaklaşmaktadırlar) ve görürsün ki kibirlenerek yüz çevirip (gururlu bir tavır takınmaktadırlar).”
(Beyyine 98/1)

Bu yüzden şirk, İnsÂNın yücelip ALLAH’a ulaşmasını engelleyen, şeref ve haysiyetine aykırı, İnsÂNı alçaltan bir inkâr türüdür. (Gölcük, Kelâm, 132.)
Şirk, tevhid inancının zıddıdır. ALLAH’ı ulûhiyetiyle, rubûbiyyetiyle, isim ve sıfatlarıyla birlemeyen her inanç şirktir. Şirkte inançsızlığın hem küfür yönü hem de nankörlük yönü vardır. (Şimşek, Kur’ÂN’ın Ana Konuları, 36.)

Şu âyette “Herkesin kazandığını görüp gözeten ALLAH inkâr edilir mi? Hâlbuki onlar, ALLAH’a ortak koştular. De ki: “Onların isimlerini açıklayın. Yoksa siz (bununla) O’na yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi haber vermiş olacaksınız, yoksa boş söz mü etmiş olacaksınız?” Hayır, inkâr edenlere hileleri güzel gösterildi ve onlar doğru yoldan saptırıldılar. ALLAH, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Raʿd 13/33) müşriklerin durumu açıkça beyan edilmiştir.

أَفَمَنْ هُوَ قَآئِمٌ عَلَى كُلِّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَجَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء قُلْ سَمُّوهُمْ أَمْ تُنَبِّئُونَهُ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي الأَرْضِ أَم بِظَاهِرٍ مِّنَ الْقَوْلِ بَلْ زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ مَكْرُهُمْ وَصُدُّواْ عَنِ السَّبِيلِ وَمَن يُضْلِلِ اللّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ
“E fe men huve kâimun alâ kulli nefsin bi mâ kesebet, ve cealû lillâhi şurekâ’ (şurekâe), kul semmûhum, em tunebbiûnehu bi mâ lâ ya’lemu fî’l- ardı em bi zâhirin mine’l- kavl (kavli), bel zuyyine lillezîne keferû mekruhum ve suddû anis sebîl (sebîli), ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd (hâdin).: Her nefsin (hayır-şer herkesin) bütün kazandıkları (ve davranışları) üzerinde gözetici olana (ALLAH’a başkaldırılır mı? Buna rağmen) Onlar ALLAH’a ortaklar koştular. De ki: “Bunları (putları ve tağutları, onlara uyduruk isim ve sıfatlar takarak) adlandırıp (durun bakâlim). Yoksa siz yeryüzünde (hâşâ ALLAH’ın) bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz? Yoksa sözün zâhirine (veya boş ve süslü olanına) mı (kanıyorsunuz)? Hayır, doğrusu inkâr edenlere kendi hileli-düzenleri süslü-çekici gösterilmiştir ve onlar (şeytanlar ve tağutlar tarafından, doğru) yoldan alıkonulmuşlardır. ALLAH (müstahak olduğu için) kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için hiçbir yol gösterici (hidâyet edici) yoktur, bulunmayacaktır." (Raʿd 13/33)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12881
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 2.8. İNSÂNIN DEĞERİ ve ÜSTÜNLÜĞÜ.:

İnsÂN, ALLAH’ın yeryüzünde kendi adına yetkili kıldığı bir aktördür. Kâinatın tek yaratıcısı ALLAH, İnsÂNı en güzel biçimde yaratmış, çok sayıda ni’met ve meziyetlerle donatmıştır. Bu özellikler, onu diğer varlıklardan üstün kılmaktadır. Sayısız ni’metlerden dolayı haklar, görevleri ni’metler de sorumlulukları doğurur. Bunlardan dolayı İnsÂN ALLAH karşısında sorumludur. Kur’ÂN-ı Kerîm’de bu sorumluluk şöyle ifâde edilmektedir.ALLAH, sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (ni’metler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kıldı. Şüphesiz RABBin, cezâsı çabuk olandır. Ve gerçekten çok bağışlayan çok merhamet edendir.”

وَهُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلاَئِفَ الأَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِّيَبْلُوَكُمْ فِي مَا آتَاكُمْ إِنَّ رَبَّكَ سَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Ve huvellezî cealekum halâifelardı ve refea ba’dakum fevka ba’dın derecâtin li yebluvekum fî mâ âtâkum, inne RABBeke serîu’l- ikâbi ve innehu le gafûrun rahîm (rahîmun).: Ey mücâhid ve müstakîm mü’minler!) O sizi yeryüzünün halifeleri kılıp (seçti) ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. (Kimilerinizi ötekilerinizden mal, mevki, marifet yönündenderece derece üstün kılarak, size verdiğinimet, fazilet ve fırsatlarlasizi imtihan etmektedir.) Şüphesiz Senin RABBin, cezâlandırıp sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, Bağışlayandır, Esirgeyendir.” (Enʿâm 6/165)

Kur’ÂN, İnsÂNa kendisini anlatmaktadır. ALLAH’a kul olmak için yaratıldığı, huzur ve MutLuluğun bu amaca ulaşmakla mümkün olacağı bildirmektedir. İnsÂNın nihâî hedefine ulaşması ve ebedî MutLuluğu elde etmesi için peygamberler gönderilmiştir. ALLAH, İnsÂNı diğer varlıklara göre en güzel şekilde yaratmış, üstün vasıflarla donatmıştır. İnsÂNın en güzel şekilde yaratılması onun şerefli kılınmasının göstergesidir. ALLAH TeALÂ, yaratmanın en güzeliniİnsÂNa hasretmiştir. (Mâtürîdî, Te’vilâtü ehl-i sünne (Beyrut: Müessesetü’r-risale, 2004), 3/178. )
Bu yüzden İnsÂN, diğer varlıklara göre O’nun katında ayrı bir yer sâhibtir. (Murtaza Mutahhari, Kur’ÂN-ı Kerîm’deİnsÂN Tanımı (Me’aric Sûresi’nin Tefsiri), çev. Hasan Kanatlı (İstanbul: Kevser Yayınları, 2008), 56.)
RABBini bilsin ve tanısın diye ona düşünme ve tefekkür kabiliyeti vermiştir. (Mehmet Sarı, Kur’ÂN Işığında İnsÂNın Yaratılış Gayesi (Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2011), 27.)

Diğer varlıkların itaati tefekkür ile değil fıtrîdir. (Akalın, Türkçe Sözlük, “Mesut”, 1663.)
İnsÂNın itaati akıl eksenlidir. Nitekim İnsÂNlardan aklı olanlar dinin emirlerinden sorumlu iken aklı olmayanlar sorumlu değildir. Bu yüzden İnsÂN diğer varlıklara göre hem değerli hem de üstündür. (Mâtürîdî, Te’vilâtü ehl-i sünne, 3/178.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem geçlerin eğitimine de önem vermiş Mescid-i Nebevî’nin yanına eğitim ve öğretim faaliyeti için Suffe mektebi yaptırmıştır. (Mustafa Baktır, “Suffe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2009), 37/469-470.)

Aynı şekilde, toplumun diğer bireyleri gibi yaşlılarla da ilgilenmiş onlara değer vermiş, bazen onlarla şakalaşarak doğruları anlatmaya çalışmıştır. Mesela yaşlı bir kadının cennete girmesi için DUÂ etmesini istemesi üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yaşlıların cennete girmeyeceğini söylemesi üzerine yaşlı kadının üzüldüğünü görmüş yaşlıların cennete genç olarak gireceklerini söylemesi üzerine yaşlı kadının SEVinmesini sağlamıştır. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili (İstanbul: Azim Neşriyat, ts.), 7/400.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, başta anne ve babalar olmak üzere yaşlılara karşı nasıl davranılması gerektiğini de bizlere göstermiştir. (Saffet Sancaklı, “Hadislerde “Yaşlılık Olgusunun” Değerlendirilişi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahîyat Fakültesi Dergisi 10/1 (2006), 57.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kimsesizlerin, yetimlerin ve kocası ölmüş kadınların ihtiyaçların karşılamak için çalışan kişi, ALLAH için cihad eden veya gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiren kimse gibidir.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Nafakat”, 1; Edeb”, 25-26.)

Resim 2.11. İNSÂN ve DUYGU.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir şeyden hoşlanmadığı zaman duygusu yüzünden belli olurdu. İnsÂNlarda gördüğü olumsuz ve kötü davranışları düzeltirken onların onur ve şahsiyetlerini incitmemeye özen gösterir sözü genel ifâdelerle dile getirirdi.(Hüseyin Algül, Âlemlere Rahmet, Hz. Muhammed (Ankara: TDV Yayınları, 2013), 162.)

Onun sabır ve teenni ile hareket edip İnsÂNların şahsiyetlerini rencide etmemesini kendisine 10 yıl hizmet etmiş olan Enes radiyallahu anhu’in şu ifâdesinden anlıyoruz. “ALLAH’a yemîn ederim ki bana bir defâ dahi olsun yaptığım bir şey için bunu niçin böyle yaptın şöyle yapsaydın ya dememiştir.” (Zeynü’d-dîn Ahmed b. Ahmed b. Abdi’l-Latîfi’z-Zebîdî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, çev. ve şerh. Kâmil Miras, 9. Baskı (Ankara: DİB Yayınları, 1991), 12/136.)

fResûlullah sallallahu aleyhi vesellem, SEVginin tezâhürü ve kalb katılığının giderilmesi için yetimin başını okşamayı tavsiye etmiştir. Kalbinin katılığından şikâyet eden adama “Yetimin başını okşa, yoksulu doyur.”[/color] buyurmaktadır.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/263, 387.)

İnsÂNa, duygu ve hislerini dile getirmek her türlü hayır ve güzellikleri bildirmek için konuşma yeteneği verilmiştir. (Konyalı Mehmed Vehbi Efendi, Hulâsatü’l-beyân fî Tefsîri’l-Kur’ÂN (İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1968), 8/3029.)

Resim 2.12. İNSÂNIN DAVRANIŞLARI ve DAVRANIŞLARINA ETKİ ETKİ EDEN FAKTÖRLER.:

İnsÂN, davranışlarını öğrenme yoluyla kazanır. İnsÂNda var olan dinî duygu, ALLAH TeALÂ’ya yönelmesi O’na güvenmesi ve teslim olmasıyla sonuçlanır. Onda birçok içgüdünün yanında ekonomik özgürlüğe sâhib olma duygusu da vardır. Bu durum İnsÂNın mal SEVgisine düşkünlüğünden kaynaklanmaktadır.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsÂNda iki şey yaşlanmaz. Yaşamak arzusu ve mal SEVgisi.” buyurarak İnsÂNın duygu yönüne dikkat çekilmiştir. .
(Tirmizî, “Zühd”, 28.)

Resim 2.13. İNSÂNIN BEDENÎ İHTİYAÇLARI.:

İnsÂNın birçok ihtiyacı vardır. Bunların bir kısmı, hayatın korunması ve neslin devamı için zorunlu ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlar, fizyolojik, sosyolojik ve psikolojiktir.İnsÂN hayatını sürdürebilmesi için yeme, içme, barınma, soğuk ve sıcaktan korunma vb. ihtiyaçlarını karşılaması gerekir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsÂNoğlunun oturacağı bir evi, üzerini örtecek bir elbisesi, katıksız ekmek ve su dışında temel ihtiyacı yoktur.” buyurmaktadır.
(Tirmizî, “Zühd”, 30. 208 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/364.)

Yine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Müslümanlar, su, otlak ve ateşte ortaktırlar.” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/364.)

İnsÂN bedeni, ceset ve ruhtan müteşekkildir. Cesed, et ve kandan oluşan vücudun maddî varlığıdır. Kalb ve ruhu taşıyan binektir. (Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, 39.)

Resim 2.14. İNSÂNIN PSİKOLOJİK ve SOSYOLOJİK İHTİYAÇLARI.:

İnsÂN, beden ve ruhtan oluşan bir varlık olduğundan ihtiyaçları da maddî ve mânevî olmak üzere iki yönlüdür. İnsÂN, ALLAH’ın saymakla bitiremeyeceği ni’metlerle maddî ihtiyaçlarını karşılamaktadır.

وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَةَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ اللّهَ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Ve in teuddû ni’metallâhi lâ tuhsûhâ, innallâhe le gafûrun rahîm (rahîmun).: Eğer ALLAH’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu (bir genelleme yaparak bile kavrayıp) sayamazsınız (ama yine de nankörlüğe kalkışırsınız!); gerçekten ALLAH, (bunca günahınıza rağmen) çok Bağışlayandır, pek Esirgeyendir.” (Nahl 16/18)

Resim 2.15. İNSÂNIN DÜNYEVÎ İHTİYAÇLARI.:

İnsÂN, her zaman elindeki ni’metin kıymetini bilerek ve israf ve cimrilikten uzak durarak kanaât sâhibi olmalıdır. Bu da iyi ahlâkın kaynağıdır. Kanaât eden izzetli olur, hırslı ve tamahkâr olan ise zelîl olur. (Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 3/527.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, İnsÂNın Dünyâ malına hırsını şöyle belirtiyor.: “İnsÂNoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Rikâk”, 10; Müslim, “Zekât”, 116.)

Âyet ve hadislerde bildirildiğine göre Dünyâ hayatının geçici olduğu, Dünyâ zevklerine aldanılmaması gerektiği, gerçek ve ebedî hayatın âhiret olduğu bildirmektedir. “Dünyâ hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için âhiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?”

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَلدَّارُ الآخِرَةُ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
“Ve mâl hayâtu’d- dunyâ illâ leibun ve lehv (lehvun), ve le’d- dâru’l- âhiretu hayrun lillezîne yettekûn (yettekûne), e fe lâ ta’kılûn (ta’kılûne).: (Oysa) Dünya hayatı sadece bir oyun ve bir oyalanmadan başka bir şey değildir. (ALLAH’tan) Korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakınmakta olanlar için âhiret yurdu ise gerçekten daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak (ve gerçeği anlamayacak) mısınız?” (Enʿâm 6/32)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Dünyânın câzibesini ve çekiciliğini şöyle ifâde etmektedir.: “Şüphesiz ki Dünyâ yeşildir, tatlıdır. ALLAH da sizi orada halifeler yapmıştır. Sizin nasıl amelde bulunacağınıza bakmaktadır.” buyurarak bu gerçeği bildirmiştir.
(Müslim, “Zikr”, 99; Tirmizî, “Fiten”, 26; İbn Mâce, “Fiten”, 19.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Eğer Dünyânın ALLAH katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı ondan Dünyâda hiçbir kâfire bir damla SU vermezdi.” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Zühd”, 79.)

Buyurarak Dünyânın değersizliğine işaret etmiştir. Yukarıdaki âyet ve hadislerden anlaşıldığına göre Dünyâ hayatının geçiciliği bildirilmiş, âhireti hesap etmeksizin Dünyâya dalmanın kötülüğüne vurgu yapılmıştır

Resim 2.16. İNSÂNIN UHREVÎ SORUMLULUKLARI ve MUTLULUĞU.:

İnsÂN, ALLAH’tan gelmiştir ve O’na dönecektir.

الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ
“Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (râciûne).: (Sabır ehli mü’minlere) Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki.: “Biz kesinlikle ALLAH içiniz (O’nun rızası ve davası peşindeyiz) ve şüphesiz (öldükten sonra da) O’na dönücüleriz.” (Bakara 2/156)

Kur’ÂN, âhiret hayatını inkâr edenleri eleştirmekte, onları, Dünyânın dış yüzünü bilenler şeklinde tanımlamaktadır. “Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise onlar tamamen gafildir.”

يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِّنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ
“Ya’lemûne zâhiren mine’l- hayâtid dunyâ, ve hum ani’l- âhıreti hum gâfilûn (gâfilûne).: Onlar dünya hayatının sadece dış (görünüşü)nü bilirler (maddenin gerçeğinden ve içyüzünden habersizdirler). Âhiretten ise onlar (daha da) gafildirler.” (Rûm 30/7)
[Not: Dünya’nın, Kâinat’ın ve tüm varlıkların; Cenâb-ı HAKkın “Nûr”unun farklı yoğunluktaki enerji dalgaları, Esmâ ve sıfatlarının tezâhür ve tecellî yansımaları Ve her an İlahî sanat ve kudretle yaratılan görüntü boyutları olduğu gerçeğine dikkat çekilmektedir.]

Dünyâ, tüm İnsÂNlar için imtihan yeri, âhiret ise mükâfat ve cezâ yeridir. Kur’ÂN bu gerçeği “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır.”

الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ
“Ellezî halaka’l- mevte ve’l- hayâte li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ (amelen), ve huve’l- azî zu’l- gafur (gafûru).: O, (İslam’a ve insanlığa uygun davranış, ahlâk ve anlayışta) amel bakımından hanginizin daha iyi (daha güzel ve daha verimli) olacağını denemek (ve hak ettiği karşılığı vermek) için, (dünyada yaşatıp) ölümü ve (âhirete kaldırıp sonsuz) hayatı yaratmıştır. O, Üstün ve Güçlü olandır, çok Bağışlayandır.” (Mülk 67/2)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:ALLAH’ın yaratmasını görüp durduğu halde, ALLAH’ın varlığından şüphe eden kimseye şaşarım. İlk yaratılmayı bildiği dirilmeyi inkâr edene şaşarım. Her gün ve gece ölüyor ve diriliyor iken yani uyuyup uyanırken ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve haşri inkâr edene şaşarım. Cennete ve oradaki ni’metlere inandığı halde aldanış yurdu olan bu Dünyâ için koşturana şaşarım. Başlangıcının atılmış bir damla meni, sonunun da tiksindirici bir leş olduğunu bildiği halde kibirlenen ve övünen kimseye şaşarım.” buyurmaktadır.
(Ebû Abdillâh (Ebü’l-Fazl) Fahrüddîn er-Râzî, et-Tefsîrü’l-kebîr (Mefâtihu’l-gayb) (Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-ʿArabî, 2001), 1/278.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim bir karış miktarı bir yere haksız olarak zulümle sâhib olursa o yerin yedi katı boynuna geçirilir.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Mezâlim”, 13.)

Dünyâda İnsÂNın yaptığı haksızlıkların karşılıksız kalmayacağı vurgulanmıştır.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde ALLAH TeALÂ, yedi sınıfİnsÂNı Arş’ının gölgesinde gölgelendirecektir: Adil devlet başkanı, güzel ve mevki sâhibi bir kadının beraber olma isteğine ben ALLAH ‘tan korkarım diye karşılık verip ona yaklaşmayan adam…” buyurmuştur.
(Buhârî, “Ezân”, 36..)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12881
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

3-) HADİSLERDE SEVİNÇ KAVRAMI VE TEZÂHÜRLERİ.:


3.1. SEVİNÇ KAVRAMININ MÂHİYETİ.:


Resim SÜRÛR.: İnsÂNın SEVinç, neşe, huzur hâlini belirterek, MutLuluk ifâdesini doğrudan yansıtan kavramların başında “sürûr” kavramı gelmektedir. SÜRÛR kelimesi Arapça (ر -ر -س (kökünden gelmiş olup, İnsÂNın içinde gizlediği, açığa vurulmayan SEVinç hâlidir. (İ sfehânî, el-Müfredât, “Sürûr”, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, 490.)
Âyetlerde; SEVincin Dünyâ ve âhiret boyutu ele alınarak gerçek SEVincin âhirette olacağı belirtilmiştir.:

قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاء فَاقِعٌ لَّوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ
“Kâlûd’u lenâ RABBeke yubeyyin lenâ mâ levnuhâ, kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun safrâu, fâkiun levnuhâ tesurru’n- nâzırîn (nâzirîne).: (Bu sefer) Dediler ki.: "RABBine adımıza yalvar da, bize (onun) rengini bildirsin." O (Hz. Mûsâ ise: RABBim) buyuruyor ki.: “O, bakanların içini ferahlatan sarı renkli-parlak tüylü bir inektir" demişti.” (Bakara 2/69)

وَيَنقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا
“Ve yenkalibu ilâ ehlihî mesrûrâ (mesrûren).: Ve kendi ehline (ailesine ve yakın çevresine) sevinç içinde dönmüş olacaktır.” (İnşikâk 84/9)

إِنَّهُ كَانَ فِي أَهْلِهِ مَسْرُورًا
“İnnehu kâne fî ehlihî mesrûrâ (mesrûren).: Çünkü o, (dünyada günahkâr ve isyankâr olmasına rağmen) kendi âile yakınları arasında neşelenip (gururlanmıştı).” (İnşikâk 84/13)

Resim SEVİNÇ.: SEVİNÇ kelimesi; Türkçe’de “İstenen veya hoşa giden bir şeyin olmasıyla duyulan coşku” anlamına gelmektedir. Arapça’da ise; neşe, huzur ve MutLuluk gibi anlamlar; “el-FERAH”, “es-SÜRÛR”, “es SEÂDE” gibi kelimelerle ifâde edilmektedir. SEVinçli, SEVinmiş, MutLu anlamlarına gelen “MESRÛR”, “MES'UD” ve “SAADEt” gibi sözcükler, Arapça’dan Türkçe’ye geçerek, SEVinç ve MutLuluğu ifâde eden kelimelerdir. (Akalın, Türkçe Sözlük, “Saadet”, 1993)
Türkçe’de huzur, uzun vâdeli duygusal bir durumu, SEVinç ise kısa süreli heyecan hâlini ifâde etmektedir. Dolayısıyla her fert kendi zihin tasavvuruna göre SEVinç ve MutLuluğu bu duygular çerçevesinde değerlendirmektedir.


3.2. KUR’ÂN-ı KERÎM’de SEVİNÇ KAVRAMI.:

ALLAH TeALÂ, çâresiz kalan kuluna bir çıkış yolu göstererek, onu ummadığı yerden rızıklandırır.:

فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ فَارِقُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَأَشْهِدُوا ذَوَيْ عَدْلٍ مِّنكُمْ وَأَقِيمُوا الشَّهَادَةَ لِلَّهِ ذَلِكُمْ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مَخْرَجًا
“Fe izâ belagne ecelehunne fe emsikûhunne bi ma’rûfin evfârikûhunne bi ma’rûfin ve eşhidû zevey adlin minkum ve ekîmûş şehâdete lillâh (lillâhi), zâlikum yûazu bihî men kâne yû’minu billâhi ve’l- yevmi’l- âhir (âhiri), ve men yettekıllâhe yec’al lehu mahrecâ (mahrecen).: Sonra (üç iddet bekleme) sürelerine ulaştıkları zaman, artık onları ma’ruf (bilinen güzel bir tarz) üzere ya (yanınızda) tutun, ya da ma’ruf üzere (güzel bir şekilde) onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şâhid tutarak (mahkeme kararı ve resmiyet kanalıyla boşanın). Şâhidliği de ALLAH için dosdoğru yapın. İşte bununla, ALLAH’a ve âhiret gününe iman edenlere öğüt verilip (uyarılmaktadır). Kim ALLAH’tan korkup (haksızlık ve ahlâksızlıktan) sakınırsa (ve RABBine güvenip sığınırsa, ALLAH) ona (her türlü darlık ve zorluktan kurtulacak) bir çıkış yolu açacaktır.” (Talâk 65/2)

Resim FELÂH.: Kur’ÂN-ı Kerîm’de el-FELÂH kelimesi, (ح-ل-ف (kökünden türemiş olup yarmak, kurtulmak, önündeki engeli kaldırıp istediğine ulaşmak, talep edilen şeyi elde etmek ve hayırların devam etmesini istemek284 umduğunu ele geçirmek, nail olmak ve kurtuluşa ermek mânâlarında kullanılmaktadır.
(İbn Manzûr, “F-l-h”, Lisânü’l-ʿArab, 2/547.; Süleyman b. Mukâtil, Kurân Terimleri Sözlüğü, çev. M. Beşir Eryarsoy (İstanbul: İşaret Yayınları, 2004), 424.)

Kur’ÂN da FELÂH iki manada kullanılmıştır. Dünyevî FELÂH, Dünyâ hayatının güzel hale gelmesini sağlayan saadetleri elde etme şeklindedir.:

فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَأَطِيعُوا وَأَنفِقُوا خَيْرًا لِّأَنفُسِكُمْ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Fettekûllâhe mesteta’tum vesmeû ve etîû ve enfikû hayren li enfusikum, ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar ALLAH’tan korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakınıverin, (Kur’an’ın ve Resulüllah’ın emirlerini) dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize bir hayır yatırımı (en büyük yarar kaynağı) olmak üzere infakta bulunun (helâl kazancınızı cihad ve hayır yolunda harcayın). Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Tegâbün 64/16)

وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Vellezîne tebevveûd dâre ve’l- îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yû’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah (hasâsatun), ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler (Ensar sahabiler) ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu ve kıskançlık duygusu) hissetmezler. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından sıyrılıp korunmuşsa, işte onlar felaha (kurtuluşa) erişecek kimselerdir.” (Haşr 59/9)

أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Ulâike alâ huden min RABBihim ve ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: İşte bunlar, RABBlerinden bir hidâyet üzerindedirler ve felah bulanlar da onların ta kendileridir.” (Lokmân 31/5)

أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Ulâike alâ huden min RABBihim ve ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: İşte bunlar, RABBlerinden olan (iman, ittika ve istikametle kazanılan) bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler bu kimselerdir.” (Bakara 2/5)

لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءهُمْ أَوْ أَبْنَاءهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ أُوْلَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُم بِرُوحٍ مِّنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ أُوْلَئِكَ حِزْبُ اللَّهِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Lâ tecidu kavmen yû’munûne billâhi ve’l- yevmi’l- âhîri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimu’l- îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâ’l- enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh (hizbullâhi), e lâ inne hizbullâhi humu’l- muflihûn (muflihûne).: ALLAH’a ve âhiret gününe (gerçekten) iman eden hiçbir kavmi (kesimi ve kişileri); ALLAH’a ve ReSuLü’ne başkaldıran, (Âyet ve Hadislere dayalı İslâm düzenine ve Müslüman ülkelere düşman olup savaş açan) kimselerle bir sevgi (ve işbirliği) içinde asla bulamazsın; velev ki, bu (zalim ve hain çevreler), isterse kendi babaları (olsun), ister çocukları (olsun), ister kardeşleri (veya tarikat-cemaat ihvanı olsun), isterse âşiretleri (partileri, müttefikleri) olsun, (yine de şuurlu mü’minler asla zalimlerin ve hainlerin başarısını arzulamaz, destek çıkmaz ve saygı duymazlar. Çünkü, ülkede faizi, fuhşu, içki ve uyuşturucuyu, kumarı ve şans oyunlarını yürütenlere, Siyonist Yahudi ve Hristiyan merkezlerin güdümüne girenlere “meveddet”=benimseyip desteklemek ve sevgi göstermek imana ve insanlığa aykırıdır); işte bunlar (sadık ve sağlam Müslümanlar), öyle(sine samimi ve nasipli) kimselerdir ki, (ALLAH) kalblerine imanı yazıp (yerleştirmiş) ve onları Kendinden (İlahî izzet ve inayetinden) bir ruh (ve şuur) ile desteklemiştir. (Âhirette de) Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak ve orada süresiz kalacaklardır. ALLAH onlardan razıdır, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bunlar, (Kur’ÂN Nizamına karşı çıkanlarla kalbi alâkalarını koparanlar) ALLAH’ın hizbi (partisi, takipçisi, ekibi ve taraftarları)dır. Dikkat edin (kesinlikle bilin ve bekleyin) ki; şüphesiz ALLAH’ın fırkası olanlar, felaha ulaşacak (dünyada zafer ve devlete, âhirette ise cennet ve saadete kavuşacak)lardır.” (Mücâdile 58/22)

قَدْ أَفْلَحَ مَن تَزَكَّى
“Kad efleha men tezekkâ.: Doğrusu, (kötülükten) temizlenip arınan (zekât ve cihada katılan) felah bulacaktır.” (A’lâ 87/14)

قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا
“Kad efleha men zekkâhâ.: Onu (nefsinin kötü arzu ve alışkanlıklarını) temizleyip terbiye eden felaha (huzura ve kurtuluşa) erişmiştir.” (Şems 91/9)

قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Kad efleha’l- mu’minun(mu’minune).: Kesinlikle ve elbette felaha (gerçek kurtuluşa ve mutluluğa) ermiştir (ve erecektir, samimi) mü’minler (ki, onlar şu özellikleri taşıyan kimselerdir):” (Mü’minûn 23/1)

وَمَن يَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا بُرْهَانَ لَهُ بِهِ فَإِنَّمَا حِسَابُهُ عِندَ رَبِّهِ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ
“Ve men yed’u maallâhi ilâhen âhare lâ burhâne lehu bihî fe innemâ hısâbuhu inde RABBih (RABBihi), innehu lâ yuflihu’l- kâfirûn (kâfirûne).: Her kim ALLAH ile birlikte başka bir ilaha DUÂ edip yalvarırsa (yani: “Biz de Müslümanız, ALLAH’a inanmışız ama, filan kişi ve kesimlerin gücünü ve kudretini de kabul etmek ve onların himâyesine girmek lazım” diyerek, bazı şahısları veya güç odaklarını tanrılaştırıp tapınırsa) ki -bunu (haklı gösterecek) hiçbir bürhânı (ve bahânesi) geçerli değildir- o kimsenin hesabı (sorgulanıp cezâlandırılması) ancak RABBinin indindedir. Şurası muhakkak ki (gizli veya açık) inkâr edenler asla iflah olup (başarıya erişemeyeceklerdir).” (Mü’minûn 23/117)

Geçim rahatlığı sağlayan MutLuluk, zenginlik ve onurla olur iken, âhiretle ilgili felâh ise; ebedî hayat, zenginlik, izzet ve ilim olarak dört şeyle gerçekleşeği belirtilmiştir. (İsfehânî, el-Müfredât, “F-l-h”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 806.)

وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
“Ve mâ hâzihi’l- hayâtud dunyâ illâ lehvun ve laib (laibun), ve inned dâre’l- âhırete le hiye’l- hayevân (hayevânu), lev kânû ya’lemûn (ya’lemûne).: (Oysa) Bu dünya hayatı, sadece bir oyun ve (eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadan ibarettir. Gerçekten âhiret yurdu ise, asıl hayat odur. Keşke (insanlar bu gerçeği) bilmiş olsalardı.” (Ankebût 29/64)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hayat ancak Âhiret Hayatıdır.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Cihad”, 110.)

Buyurarak Dünyâya gereğinden fazla değer vermemeyi, âhirete ise önem verilmesi gerektiğini ifâde etmektedir. Hadislerde "felah" kavramı genellikle “ALLAH’ın affına mazhar olma, O’nun rızasını elde etme” olarak tanımlanmıştır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/257, 3/127.)
ALLAH TeALÂ’nın birliğine inanıp şirkten uzak duran Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in YoLundan giden ve fitneden uzak duran mü’minlerin de felaha erecekleri müjdelenmiştir.(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/441.)

Resim TEBŞÎR.: Kur’ÂN-ı Kerîm’de “BEŞÂREt” (ر-ش-ب) kökünden türetilmiş et-TEBŞÎR müjdelemek, SEVindirici bir haberin sonucunu bildirmek manasına geldiği gibi inkârcılar için alaylı bir şekilde azâbın müjdelenmesi manasında da kullanılmaktadır.:

وَأَذَانٌ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى النَّاسِ يَوْمَ الْحَجِّ الأَكْبَرِ أَنَّ اللّهَ بَرِيءٌ مِّنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ فَإِن تُبْتُمْ فَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُواْ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّهِ وَبَشِّرِ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
“Ve ezanun minallâhi ve resûlihî ilân nâsi yevmel haccıl ekberi ennallâhe berîun minel muşrikîne ve resûluhu, fe in tubtum fe huve hayrun lekum, ve in tevelleytum fa'lemû ennekum gayru mu'cizîllâh (mu'cizîllâhi), ve beşşirillezîne keferû bi azâbin elîm (elîmin).: (Hacc-ı Ekber) En büyük Hacc gününde (ve Kurban Bayramı sürecinde bu gerçek) Allah ve Resulü’nden (bütün) insanlara ilan edilip duyurulacaktır ki: Allah ve Resulü kesinlikle müşriklerden ve (bâtıl sistemlerinden) uzaktır ve (zulüm düzenleri yıkılacaktır). Eğer tevbe ederseniz (ve İslam’a dönerseniz) bu sizin için daha hayırlıdır; yok eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allah’ı elbette aciz bırakacak değilsiniz. İnkâr edenleri acı bir azapla müjdele.” (Tevbe 9/3)

إِنَّمَا تُنذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَأَجْرٍ كَرِيمٍ
“İnnemâ tunziru menittebeaz zikre ve haşiyer rahmâne bil gayb (gaybi), fe beşşirhu bi magfiretin ve ecrin kerîm (kerîmin).: (Ey Nebim!) Sen ancak, Zikre (Kur’an-ı Kerim’e) uyan ve gayb ile (zahiren görmedikleri, ama harika yaratılış eserleriyle tanıyıp iman ettikleri) Rahman olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylelerini, bir bağışlanma, yüksek ve cömertçe bir mükâfatla müjdele (ki onlar dünyada izzet ve devlete, ahirette ise cennete ulaşacaklardır).” (Yâsîn 36/11)

إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَيَقْتُلُونَ الِّذِينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِ فَبَشِّرْهُم بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
“İnnellezîne yekfurûne bi âyâtillâhi ve yaktulûnen nebiyyîne bi gayri hakkın ve yaktulûnellezîne ye’murûne bil kıstı minen nâsi, fe beşşirhum bi azâbin elîm (elîmin).: Allah’ın ayetlerini (gereksiz ve geçersiz görüp bile bile) inkâr edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri (Hakk düzenigerçekleştirmek ve yürütmek isteyenleri) katledenler (var ya); işte onlara acıklı bir azabı müjdele. (Ki bunu yakında göreceklerdir.)” (Âli-İmrân 3/21)

بَشِّرِ الْمُنَافِقِينَ بِأَنَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
“Beşşiri'lü munâfikîne bi enne lehum azâben elîmâ (elîmen).: (Dindar geçinmelerine ve dini istismar etmelerine rağmen, Kur’an nizamı karşıtı ve Hakk Dava kaçkını) Münafıkları ise öylesine acıklı (ve alçaltıcı) bir azapla müjdele (ve uyarıp haber ver) ki, onlar için (gerçekten sancılı bir süreç ve akıbet vardır).” (Nisâ 4/138)

Kur’ÂN, mü’minleri yaptıkları sâlih amellerin karşılığı olarak onları müjdelemektedir. Bazı âyetlerde bu müjde, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e hitâben onları müjdele şeklinde ifâde edilmektedir.: Hicr 15/53-54-55; Âli-İmrân, 3/171; Yûnus 10/64; Furkân 25/22; Hûd 11/69; Yûsuf 12/19; Rûm 30/46..
Hadislerde beşâret kavramı genellikle başa gelen musibetlere sabretme (Buhârî, “Merdâ”, 7.) ve ibâdetlere sabır (İbn Mâce, “Fiten”, 23.) neticesinde verilecek cennet müjdesi olarak kullanılmaktadır. ALLAH’ın farz kıldığı vazifeleri eda etmeye, haram kıldığı şeylere sabır neticesinde de cennet müjdesi verilmektedir.(Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 4/91.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, beşâreti mü’minin gördüğü sâlih rüyâ olarak belirtmiş ve.: “Mü’min kul onu görür veya kendisine gösterilir.” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Rü’ya”, 3.)
Bu hadiste verilen müjde ile mü’minlerin SEVindirileceği bununda BEŞÂREtin bir yönü olduğu belirtilmiştir.

Resim HABR.: el-HABR kelimesi.: (ر-ب-ح) kökünden türetilmiş olup beğenilen, hoş bulunan eser ve alâmet manalarına gelmektedir. (İsfehânî, Müfredât, “H-b-r”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 259.)

“HABR” kelimesi Kur’ÂN-ı Kerîm’de ni’met anlamında da kullanılmıştır. “Artık onlar bir bahçede SEVinç içinde kalırlar.”

فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَهُمْ فِي رَوْضَةٍ يُحْبَرُونَ
“Fe emmellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe hum fî ravdatin yuhberun (yuhberune).: Böylece iman edip salih amellerde bulunanlar; artık onlar ’bir cennet bahçesinde’ ’sevinç içinde ağırlanıp (sonsuz mutluluğa kavuşacaklardır.)” (Rûm 30/15)

Âyet, İnsÂNlardan cennet ehlinin âhirette çok fazla SEVindirileceği bunun neticesinde bahşedilen ni’metlerden dolayı oluşan SEVincin üzerlerinde ortaya çıkacağı bildirilmektedir. Burada ifâde edilen manaya göre cennete girenlerin tam bir ni’mete erecekleri kanaâti vardır. (İbn Manzûr, “H-b-r”, Lisânü’l-ʿArab, 4/158.)

“Siz ve eşleriniz cennete girin; SEVinç içinde ağırlanacaksınız.”

ادْخُلُوا الْجَنَّةَ أَنتُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ تُحْبَرُونَ
“Udhulû'l- cennete entum ve ezvâcukum tuhberûn (tuhberûne).: "(Haydi) Siz ve eşleriniz cennete girin; (orada) ’sevinç içinde ağırlanacaksınız." (Zuhrûf 43/70)

Âyette cennette ikram edilen ni’metler ve yüksek derecelere nail olma ifâde edilmektedir. Bundan dolayı İnsÂNların SEVinci ve neşesi yüz hatlarından ve davranışlarından belli olarak büyük bir MutLuluk içinde süslendirilerek cennete girecekleri belirtilmektedir. (Bursevî, Muhtasar Rûhu’l-Beyân Tefsîri, 7/569.)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12881
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen kulihvani »


Resim RECÂ Kelimesi.: (و-ج-ر (kökünden türetilmiş olup, kuyu, gök ve benzeri şeylerin kenarına denir. Çoğulu (أرجاء (şeklinde gelir. İçinde bir sürûrun bulunduğu zan ve bir şeyi umma demektir. (İsfehânî, Müfredât, “R-c-v”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 418; el-Hâkka 69/17.)

“Size ne oluyor ki ALLAH için SAYgı ummuyorsunuz.”

مَّا لَكُمْ لَا تَرْجُونَ لِلَّهِ وَقَارًا
“Mâ lekum lâ tercûne lillâhi vekârâ (vekâren).: "Size ne oluyor ki, ALLAH’tan (mü’minlere yakışır) bir vakarı (SAYgı duyulmayı ve adil bir iktidarı) ummuyorsunuz (ve bu yolda gayret göstermiyorsunuz. Bu nasıl bir şaşkınlık ve sapkınlıktır?)” (Nûh 71/13)

Bazıları bu âyeti size ne oluyor ki ALLAH’ın şanına büyüklüğüne itikat etmiyorsunuz şeklinde tefsir etmişlerdir. (Konyalı, Hülâstü’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ÂN, 15/6163.)

er-RECÂ.: ALLAH’ın Rahmetini ummak anlamında da kullanılmıştır.

“ALLAH’ın RAHMEtini umarlar.”

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أُوْلَئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“İnnellezîne âmenû vellezîne hâcerû ve câhedû fî sebîlillâhi, ulâike yercûne rahmetallâh (rahmetallâhi), vallâhu gafûrun rahîm (rahîmun).: Şüphesiz imân edenler, hicret edenler ve ALLAH YOLUnda cihad edenler; işte onlar, ALLAH’ın Rahmetini umabilirler. (Hakk hâkim olsun diye cihad etmeden cennet özleyenler ise boş bir aldanış içindedirler.) ALLAH Bağışlayandır, Esirgeyendir.” (Bakara 2/218)

وَلاَ تَهِنُواْ فِي ابْتِغَاء الْقَوْمِ إِن تَكُونُواْ تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللّهِ مَا لاَ يَرْجُونَ وَكَانَ اللّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
“Ve lâ tehinû fîbtigâi’l- kavm (kavmi). İn tekûnû te’lemûne fe innehum ye’lemûne kemâ te’lemûn(te’lemûne), ve tercûne minallâhi mâ lâ yercûn (yercûne). Ve kânallâhu alîmen hakîmâ (hakîmen).: (Düşmanınız olan) Topluluğu (takip edip) aramakta (şerli merkezlere ve şeytani kesimlere karşı uyanık ve hazırlıklı olmak ve istihbarat faaliyetleri yapmak hususunda, aleyhinize yazılan internet sitelerini ve gazeteleri araştırıp gerekli tedbirleri almak konusunda) gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı ve sıkıntı çekiyorsanız, şüphesiz onlar (düşmanlarınız) da sizin acı çektiğiniz gibi (çeşitli) acı ve sıkıntı(lar) çekiyorlar. Üstelik siz (çok farklı ve şanslı durumdasınız çünkü), onların (asla) umut etmediklerini ALLAH’tan umuyorsunuz (dünyada zafer ve izzet, âhirette ise cennet bekliyor ve bunun huzur ve onurunu yaşıyorsunuz). ALLAH; (her şeyi, niyetinizi, gayretinizi ve teslimiyetinizi hakkıyla) bilip durmaktadır, Hüküm ve Hikmet sâhibi olandır.” (Nisâ 4/104)

إَنَّ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا وَرَضُواْ بِالْحَياةِ الدُّنْيَا وَاطْمَأَنُّواْ بِهَا وَالَّذِينَ هُمْ عَنْ آيَاتِنَا غَافِلُونَ
“İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bi’l- hayâti’d- dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn (gâfilûne).: Gerçekten (dirilmeyi inkâr edip, hesap vermek üzere) Bize kavuşmayı ummayanlar, (âhiretten gafil olduklarından dolayı) dünya hayatına (geçici servet, şöhret ve lezzet ortamına) razı olmuşlardır ve bununla tatmin olup rahatlamışlardır ki, onlar âyetlerimizden (Yüce Yaratanın varlığını gösteren delillerden ve Kur’ÂNî Hükümlerden) gafil olanlardır.” (Yûnus 10/7)

وَلَوْ يُعَجِّلُ اللّهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُم بِالْخَيْرِ لَقُضِيَ إِلَيْهِمْ أَجَلُهُمْ فَنَذَرُ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
“Ve lev yuaccilullâhu lin nâsi’ş- şerresti’câlehum bi’l- hayri le kudiye ileyhim eceluhum, fe nezerullezîne lâ yercûne likâenâ fî tugyânihim ya’mehûn (ya’mehûne).: Şâyet insanların hayrı istemelerinde acele ettikleri gibi, ALLAH da onlara, şerri (ve cezâlarını) vermekte acele etseydi, (alınan) karar gereği ecel süreleri hemen bitirilmiş (ve sonları getirilmiş) olurdu. Ama Biz huzurumuza çıkacağına (ve ettiklerine kavuşacağına) inanmayanları (bir zaman kendi hallerine) bırakırız, böylece azgınlık ve şaşkınlık içinde bocalayıp duracaklardır (ve sonunda hak ettiklerini bulacaklardır.)” (Yûnus 10/11)

وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا ائْتِ بِقُرْآنٍ غَيْرِ هَذَا أَوْ بَدِّلْهُ قُلْ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أُبَدِّلَهُ مِن تِلْقَاء نَفْسِي إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ إِنِّي أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ
“Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlellezîne lâ yercûne likâena'ti bi kur'ânin gayri hâzâ ev beddilh (beddilhu), kul mâ yekûnu lî en ubeddilehû min tilkâi nefsî, in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyy (ileyye), innî ehâfu in asaytu rabbî azâbe yevmin azîm (azîmin).: Onlara (münâfıklara ve inkârcılara); apaçık belgeler olan âyetlerimiz okunduğu zaman, (günahları ve din tahribatları nedeniyle) Bizimle karşılaşmayı (ve huzurumuza çıkmayı ummayan ve) arzulamayanlar: “(Bu hükümler ve haberler bize ağır geliyor) Bundan başka bir Kur’ÂN getir, veya (nefsimizin hoşuna gidecek şekilde) Onu değiştir” derler. (Ey Resulüm!) Onlara de ki: “Onu (Kur’ÂN’ın apaçık hüküm ve haberlerini) kendi nefsi tahmin ve tedbirimle değiştirmem asla olacak şey değildir. Ben sadece Bana vahyedilene tâbiyim. Eğer RABBime isyan ederek (Kur’ÂNî haber ve hükümleri değiştirir ve yanlış mana verirsem) gerçekten büyük bir günün azâbından çekinirim.” (Yûnus 10/15)

وَالْقَوَاعِدُ مِنَ النِّسَاء اللَّاتِي لَا يَرْجُونَ نِكَاحًا فَلَيْسَ عَلَيْهِنَّ جُنَاحٌ أَن يَضَعْنَ ثِيَابَهُنَّ غَيْرَ مُتَبَرِّجَاتٍ بِزِينَةٍ وَأَن يَسْتَعْفِفْنَ خَيْرٌ لَّهُنَّ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“Ve’l- kavâıdu minen nisâillatî lâ yercûne nikâhan fe leyse aleyhinne cunâhun en yeda'ne siyâbehunne gayra muteberricâtin bi zîneh (zînetin), ve en yesta'fifne hayrun lehunn (lehunne), vallâhu semîun alîm (alîmun).: Kadınlardan (artık) evliliği ummayıp da (doğumdan kesildiklerinden ve yaşları ilerlediğinden dolayı evinde) oturmakta olanların, süslerini (mahrem yerlerini) açığa vurmaksızın (dış) elbiselerini çıkarmalarında (ve o vaziyette gezip dolaşmalarında) kendileri için bir sakınca yoktur. (Buna rağmen) Yine de iffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. ALLAH, İşitendir, Bilendir.” (Nûr 24/60)

وَقَالَ الَّذِينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءنَا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْنَا الْمَلَائِكَةُ أَوْ نَرَى رَبَّنَا لَقَدِ اسْتَكْبَرُوا فِي أَنفُسِهِمْ وَعَتَوْ عُتُوًّا كَبِيرًا
“Ve kâlellezîne lâ yercûne likâenâ lev lâ unzile aleyne’l- melâiketu ev nerâ rabbenâ, lekad istekberû fî enfusihim ve atev utuvven kebîrâ (kebîren).: (Huzurumuza çıkmaktan hoşlanmayıp) BİZE kavuşmayı ve karşılaşacaklarını ummayanlar (dirilmeye ve hesap vermeye inanmayanlar) dediler ki.: “Bize meleklerin indirilmesi ya da RABBimizi görmemiz gerekmez miydi?” Andolsun, onlar kendi nefislerinde büyüklüğe (boş gurur ve kibire) kapılmış ve büyük bir azgınlıkla başkaldıran (şımarmış) kimselerdir.” (Furkân 25/21)

وَلَقَدْ أَتَوْا عَلَى الْقَرْيَةِ الَّتِي أُمْطِرَتْ مَطَرَ السَّوْءِ أَفَلَمْ يَكُونُوا يَرَوْنَهَا بَلْ كَانُوا لَا يَرْجُونَ نُشُورًا
“Ve lekad atev ale’l- karyetilletî umtırat mataras sev’ (sev’ı), e fe lem yekûnû yerevnehâ, bel kânû lâ yercûne nuşûrâ (nuşûren).: Andolsun onlar, (müşrikler ve münâfıklar) üstüne felâket yağmuru yağdırılmış bulunan o belde(lere ve bölgelere) uğramışlardır; yine de hâlâ onu görmüyorlar (ve ibret almıyorlar) mıydı? Hayır, onlar (aslında) dirilmeyi (ve hesap vermeyi) ummuyorlar (ve istemiyorlar diye böyle davranıyorlar)dı.” (Furkân 25/40)

قُل لِّلَّذِينَ آمَنُوا يَغْفِرُوا لِلَّذِينَ لا يَرْجُون أَيَّامَ اللَّهِ لِيَجْزِيَ قَوْمًا بِما كَانُوا يَكْسِبُونَ
“Kul lillezîne âmenû yagfirû lillezîne lâ yercûne eyyâmallâhi li yecziye kavmen bi mâ kânû yeksibûn (yeksibûne).: İman edenlere de ki: "(Din düşmanlarını) Onları kendi kazandıklarıyla (küfür ve kötülük olarak yaptıklarıyla) cezâlandırması için (Cenab-ı HAKkın bunların yularlarını uzatıp fırsat tanımasına bakıp aldanmasınlar), ALLAH’ın (hesap ve intikam) günlerini ummayanlara (ve inanmayanlara aldırmasınlar,şimdilik tebliğ görevini yaparak, onları boş verip) bağışlasınlar (kendi hallerine bıraksınlar).” Çünkü ALLAH her toplumu yaptıklarına göre cezâlandıracaktır.” (Câsiye 45/14)
[Not: Bu âyet, fiilî ve askerî cihad farz olunmadan öncesi için emredilen bir tavırdır.]

إِنَّهُمْ كَانُوا لَا يَرْجُونَ حِسَابًا
“İnnehum kânû lâ yercûne hısâbâ (hısâben).: Doğrusu onlar, (böyle) hesâba çekileceklerini (hiç) ummuyorlardı.” (Nebe' 78/27)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, vefât etmek üzere olan bir gencin yanına girer ve sorar.: “Kendini nasıl buluyorsun?” Genç.: “ALLAH’tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum!.” diye cevap verir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bunun üzerine şu cevabı verir.: “Bir kulun kalbinde ümit ve korku birleşti mi ALLAH o kulun ümit ettiğini mutlak verir ve korktuğundan da emîn kılar.” (Tirmizî, “Cenâʾiz”, 11; İbn Mâce, “Zühd”, 31.)

Hadiste RECÂ kelimesi ummak ve ümit içinde olmak manasında kullanılmıştır. Ümit, İnsÂNı hedeflerine ulaştırmada büyük öneme sâhibtir.

Resim SÜKÛN Kelimesi.: (ن-ك-س (kökünden türetilmiş olup, varlıkların bir sıfatı olarak hareketliliğin zıddı durağan bir durumdur. Sükûn, bir şeyin hareket ettikten sonra durulması sakinleşmesi demektir. (İsfehânî, Müfredât, “S-k-n”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 504.)

SÜKNÂ, müjde anlamına da gelmektedir. (Ebü’t-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya’kūb b. Muhammed el-Fîrûzâbâdî, elKâmûsü’l-muhît (Kâhire: Dârü’l-hadîs, 2008),787.)

“RABBinizden size bir ferahlık ve sükûnet vardır.”

Şiddetli korkunun neden olduğu tedirginlik, sıkıntı ve huzursuzluk halinde ALLAH’ın Kullarının kalbine yerleştirdiği gönül rahatlığı ve iç huzuru ifâde eder. Yorgunluktan sonra dinlenmek ve istirahat etmekte es-sükûn lafzıyla ifâde edilmektedir. (İbn Manzûr, “S-k-n”, Lisânü’l-ʿArab, 13/211.)

“Îmanlarına imân katmak için mü’minlerin kalblerine sekînet ve emniyet indiren O’dur.”

هُوَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَّعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
“Huvellezî enzeles sekînete fî kulûbi’l- mu’minîne li yezdâdû îmânen mea îmânihim, ve lillâhi cunûdu’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), ve kânallâhu alîmen hakîmâ (hakîmen).: (Böylece) O (ALLAH celle celâlihu) imânlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü’minlerin kalblerine sükûnet (huzur, itminan ve emniyet) indirdi (ve indirecektir). Göklerin ve yerin orduları (elbette) ALLAH’ındır. ALLAH (celle celâlihu) her şeyi (nasıl yapacağını en iyi) Bilendir; Hüküm ve Hikmet Sâhibidir.” (Feth 48/4)

Âyetiyle anlatılan sekînet, mü’minlere bahşedilmiş ilâhî bir şevk olarak anlaşılabilir. Bu müjdeye nail olmuş mü’min dünyevî korku ve endişelerle sarsılmayacağı için bir Huzur İnsÂNı haline gelmesi söz konusudur.

Resim RAVH Kelimesi.: (ح-و-ر (kökünden türetilmiş olup, rahat, huzur, kolaylık, sıkıntının, üzüntünün ve yorgunluğun bitmesi demektedir. (Mukâtil b. Süleyman, Kurân Terimleri Sözlüğü, 207.)

Falanca kişi ailesinin yanına rüzgâr gibi geldi. SEVİNÇ ve sürûrdan dolayı rahata kavuştu manalarına da gelmektedir. Yûsuf Sûresinde “ALLAH’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.”.:

وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى وَأَخِيهِ أَن تَبَوَّءَا لِقَوْمِكُمَا بِمِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلُواْ بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ
“Ve evhaynâ ilâ mûsâ ve ahîhi en tebevveâ li kavmikumâ bi mısra buyûten vec’alû buyûtekum kıbleten ve akîmu’s- sâlah (sâlate), ve beşşiri’l- mu’minîn (mu’minîne).: (Sonra evlâdlarına dönüp:) “Ey oğullarım, haydi gidiniz de (hayırlı bir haber getirmek için) Yusuf’u ve kardeşini (dikkatle ve titizlikle) araştırıveriniz... (Ey Müslümanlar! Siz de nice yıllardır kaybettiğiniz izzet ve hâkimiyetinizi yeniden bulmaya gayret ediniz...) Sakın ALLAH’ın Rahmet ve İnâyetinden ümit kesmeyiniz!.. Zira kâfir olanlardan başkası ALLAH’ın Nusret ve Merhametinden ümit kesmez (kesmemelidir).” (Yûsuf 12/87)

Âyetinde geçen RAVH, ümit ve recâ olarak rahatlık, gam, keder ve sıkıntının izâle edilmesi şeklinde izah edilmiştir. Çünkü ALLAH’ın Yardımından kâfirlerden başkası ümit kesmez. Olsa olsa ancak onlar ümitsizliğe düşerler. (Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili, 5/85.)

İnsÂN, sıkıntı ve zorlukları aştıktan sonraki, maddî ve mânevî rahatlama hali de “râhatun” tabiri ile anlatılmaktadır. Sıkıntı ve zorluklardan sonra rahatlama ve SEVince kavuşma manasına gelen er-Ravh, kelimesi ümit duygusunu da içinde barındırmaktadır. İnsÂNlar ümit duygularıyla sıkıntı ve zorlukları aşabileceklerine inanırlar. Bu duyguyu kaybedenler sıkıntı ve zorlukları aşamaz, rahatlık ve genişliğe erişemezler.

Resim BEHCET Kelimesi.: (ج-ه-ب (kökünden türetilmiş olup, rengi güzel olmak, SEVincini görünür şekle getirmek renk ve ten güzelliği ile SEVincin ortaya çıkmasıdır. (İsfehânî, Müfredât, “B-h-c”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 173.)
İnsÂNın bir şeyden dolayı çok SEVinmesi, bu SEVincin etkisinin yüzünde belirmesi anlamında kullanılmaktadır. (İbn Manzûr, “B-h-c”, Lisânü’l-ʿArab, 2/216.)

Bu hakikat; “Orada gönül açan her türden bitkiler yetiştirdik.”

وَالْأَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَأَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ
“Ve'l- arda medednâhâ ve elkaynâ fîhâ revâsiye ve enbetnâ fîhâ min kulli zevcin behîcin.: Yeri de (nasıl) yayıp-döşemişiz? Onda (hızla dönerken dengesi bozulmasın ve içindekiler dağılmasın diye) sarsılmaz dağlar yerleştirmişiz ve onda “göz alıcı ve iç açıcı” her çiftten (nice bitkiler) bitirmişiz!” (Kâf 50/7)

“Gözler gönüller açan bahçeler bitirdik.”

أَمَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَأَنزَلَ لَكُم مِّنَ السَّمَاء مَاء فَأَنبَتْنَا بِهِ حَدَائِقَ ذَاتَ بَهْجَةٍ مَّا كَانَ لَكُمْ أَن تُنبِتُوا شَجَرَهَا أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ بَلْ هُمْ قَوْمٌ يَعْدِلُونَ
“Emmen halakas semâvâti ve’l- arda ve enzele lekum mines semâi mâ’ (mâen), fe enbetnâ bihî hadâika zâte behceh (behcetin), mâ kâne lekum en tunbitû şecerehâ, e ilâhun meallâh (meallâhi), be’l- hum kavmun ya’dilûn (ya’dilûne).: (Onlar mı hayırlı) Yoksa, gökleri ve yeri yaratıveren ve size gökten SU indiren mi? Ki onunla (o suyla) güzel manzaralı (gönül okşayıcı ve keyif alıcı) bahçeler bitirdik, (yoksa) sizin için (bunların) bir ağacını (ve yaprağını) bitirmek bile mümkün değildir. ALLAH ile beraber başka bir ilâh (edinip ona yalvarmak) mı? (Bu ne bilinçsiz bir harekettir.) Hayır, onlar sapkınlıkta devam eden (ALLAH’a denk şefaatçiler edinen ve şirke düşen) bir kavim (olmuşlardı.)” (Neml 27/60)

Âyetlerinde cennette İnsÂNın seyretmekten doyamayacağı, baktığı zaman gönlünü rahatlatan, türlü türlü bitkilerden bahsedilmektedir. Güzel bahçeler ve nebâtâtın göz okşayan görünümü, nefsin hoşuna giden güzelliklerdir. İnsÂNın bunlardan aldığı lezzet ve zevk hali dışına aksetmektedir. İşte bunun gibi SEVİNÇ ve sürurun İnsÂNda görünür haline de “BEHİC” denilmektedir.

Resim TEBESSÜM Kelimesi.: (م-س-ب (fiilinden türetilmiş olup, gülerek tebessüm etmek demektir. İnsÂNın iki dudağı açıldığında azı dişlerin görünmesine tebessüm denmektedir. (İbn Manzûr, “B-s-m”, Lisânü’l-ʿArab, 12/50. )

Tebessüm, gülmenin (dahk) başlangıcı olup sessiz olur. Dahk ise yüz hatlarının yayılması SEVİNÇten dilin kısık bir sesle görülmesi olarak anlaşılır. Tebessüm ile dahk aynı değildir. Aşırı derecede gülme dahk olarak isimlendirilmektedir. (Kurtûbî (v. 671/1273), Hz. Süleymân’ın karıncanın sözüne tebessüm etmesini gülerek tebessüm şeklinde açıklamaktadır. (Kurtubî, el-Câmi li ahkâmi’l-Kur’ÂN, 13/175.)

Bir Peygamberin kahkaha ile gülmesi söz konusu olamaz. Tebessüm ifâdesi daha çok Peygamberlere izafe edilen bir tavırdır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, tebessümü yüzünden eksik etmezdi.
Hz. Âişe’nin; “Ben Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ı küçük dili görünecek şekilde güldüğünü görmedim. O sadece tebessüm ederdi.” demektedir. (Buhârî, “Tefsir”, 2; “Edeb”, 68; Müslim, “İstiskâ”, 16; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 113.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in tebessüm konusundaki tavrı tam olarak anlaşılmaktadır. Mütebessim bir yüze sahip olmak pozitif bir duygudur. Bu da insanda ümit duygusunu güçlendirmektedir. (Nevzat Tarhan, Mutluluk Psikolojisi (İstanbul: Timaş Yayınları, 2007), 164.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in, etrafındaki insanlara ümit aşılaması onlara zorluklar karşısında mukavemet gücü vermiştir. Tebessüm, insanın SEVİNÇ ve neşelenmesinden dolayı yüzünde beliren bir genişliktir. Bu olumlu duyguların yanında karşısındaki insana da bir mesaj vermektedir. (Necati Kara, Kur’ÂN’da Beden Dili (İstanbul: Bilge Yayınları, 2004), 382-383.)
Bu yüzden insanın içinde bulunan duyguları dışarıya daha etkili bir biçimde yansıtılmaktadır.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12881
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen kulihvani »


Resim DAHK Kelimesi.: (ك-ح-ض (fiilinden türetilmiş olup, SEVİNÇten dolayı yüzün genişlemesi ve dişleri gösterme gülme ed-dahk diye ifade edilmektedir. Bu esnada dişlerin görülmesinden dolayı ön dişlere de “davâhik” ismi verilmektedir. (İbn Manzûr, “D-h-k”, Lisânü’l-ʿArab, 10/459; İsfehânî, Müfredât, “D-h-k”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 611.)

DÂHİKÛN kelimesi müstear olarak, eğlenmek, alay etmek veya kendisine gülmek anlamında kullanılmaktadır.:

فَاتَّخَذْتُمُوهُمْ سِخْرِيًّا حَتَّى أَنسَوْكُمْ ذِكْرِي وَكُنتُم مِّنْهُمْ تَضْحَكُونَ
“Fettehaztumûhum sıhriyyen hattâ ensevkum zikrî ve kuntum minhum tadhakûn (tadhakûne).: (Ama) "Siz onları alay konusu edinmiştiniz (Hakka ve hayra çağıran mü’minleri terk edip, küçümseyip; zalimlerin ve hâin kesimlerin peşine gitmiştiniz); öyle ki, (düşüncesiz ve dengesiz tarafgirliğiniz) size BENİM Zikrimi (Kur’ÂNi hüküm ve haberlerimi) unutturmuştu ve siz onlara gülüp duruyordunuz" (diye hatırlatılacaktır).” (Mü’minûn 23/110)

فَلَمَّا جَاءهُم بِآيَاتِنَا إِذَا هُم مِّنْهَا يَضْحَكُونَ
“Fe lemmâ câehum bi âyâtinâ izâhum minhâ yadhakûn (yadhakûne).: Fakat (Mûsâ) onlara âyetlerimizle (mucizelerimiz ve emirlerimizle) geldiği zaman, (ibret almak ve tâbi olmak yerine,) onlar bunlara (alay edip) gülüyorlardı.” (Zuhrûf 43/47)

أَفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ
“E fe min hâze’l- hadîsi ta’cebûn (ta’cebûne).: Şimdi siz, bu sözden mi şaşkınlığa düşüyor (bu Kur’ÂNi haberlere mi hayret ediyor)sunuz?” (Necm 53/59)

وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ
“Ve tedhakûne ve lâ tebkûn (tebkûne).: Âkıbetinize ve âhirete hazırlanmak yerine, gafletle ve dalga geçerek hâlâ) Gülüyorsunuz ve (sonunuzu ve sorumluluklarınızı düşünüp) ağlamıyorsunuz!” (Necm 53/60)

Bu kavram farklı anlamlara da gelmektedir. Bu itibarla; sadece SEVİNÇli olmayı ifade etmek için kullanıldığı yerler de olmuştur. “Bazı yüzler o gün parıldar. Güler ve SEVİNÇ içindedir…”

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ مُّسْفِرَةٌ
“Vucûhun yevmeizin musfirah (musfiratun).: O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır (parıldayıp nur saçacaktır);” (Abese 80/38)

ضَاحِكَةٌ مُّسْتَبْشِرَةٌ
“Dâhıketun mustebşirah (mustebşiratun).: (Onlar mutluluktan) Gülecek ve SEVİNÇ içinde olacaklardır." (Abese 80/39)

Âyetinde olduğu gibi mü’minlerin âhirette SEVİNÇ ve ferah içinde olduğu belirtilmektedir.

Kur’ÂN-ı Kerîm’de iyi işlerin gülmek; kötü işlerin ağlamakla sonuçlanacağı belirtilmiştir. “Öyleyse kazandıkları günahların cezâsı olarak az gülsün, çok ağlasınlar.”

فَلْيَضْحَكُواْ قَلِيلاً وَلْيَبْكُواْ كَثِيرًا جَزَاء بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
“Fe’l- yadhakû kalîlen ve’l- yebkû kesîrâ (kesîran), cezâen bi mâ kânû yeksibûn (yeksibûne).: Öyleyse bu yaptıklarının (çeşitli bahanelerle cihaddan kaçtıklarının ve Hakk’tan kaytardıklarının) cezâsı olarak, artık az gülsünler çok ağlasınlardı!” (Tevbe 9/82)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de.: “Siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız…”
(Buhârî, “Rikak”, 27; Müslim, “Salât”, 112; Tirmizî, “Zühd”, 9.)

Kur’ÂN-ı Kerîm’de yerilen SEVİNÇ örnekleri olarak; münâfıkların ALLAH YoLunda cihaddan geri kalmaları ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve ashâbının başına gelen musibetlerden dolayı alay etmeleri ve SEVinmeleri yerilmiştir. Âyetlerde; “ALLAH’ın resûlüne muhalefet etmek için (sefere çıkmayıp) geri kalanlar oturmaları ile SEVindiler...”

فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلاَفَ رَسُولِ اللّهِ وَكَرِهُواْ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَالُواْ لاَ تَنفِرُواْ فِي الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَّوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ
“Feriha’l- muhallefûne bi mak’adihim hılâfe resûlillâhi ve kerihû en yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâhi ve kâlû lâ tenfirû fî’l- harr (harri), kul nâru cehenneme eşeddu harrâ (harran), lev kânû yefkahûn (yefkahûne).: ALLAH’ın Elçisine muhalif olarak (cihaddan) geri kalanlar, (evlerinde) oturup-kalmalarına ferahlanıp SEVindiler ve ALLAH YOLUnda mallarıyla ve canlarıyla cehd etmeyi (çaba harcamayı) çirkin ve tehlikeli görerek (çevrelerine): "Bu sıcakta (sefere) çıkmayın" dediler. De ki.: "Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Keşke bir kavrayıp-anlasalardı.” (Tevbe 9/81)

“Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır, başınıza bir musibet gelse, buna da SEVinirler…”

إِن تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِن تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُواْ بِهَا وَإِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ لاَ يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْئًا إِنَّ اللّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ
“İn temseskum hasenetun tesû’hum, ve in tusibkum seyyietun yefrahû bihâ ve in tasbirû ve tettekû lâ yadurrukum keyduhum şey’a (şey’en), innallâhe bi mâ ya’melûne muhî t (muhîtun).: (Ey sâdık mü’minler!) Size bir iyilik dokununca (kâfirler ve münâfıklar) kıskanıp tasalanırlar, size bir kötülük isâbet ettiğindeyse buna SEVinip ferahlanırlar. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların “hileli düzenleri” (ve hıyanet girişimleri) size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ALLAH, onların amellerini (ve kötü niyetlerini) kuşatıvermiştir.” (Âl-i İmrân 3/120)

Buyurularak münâfıkların, Müslümanların başına gelen kötülüklere SEVindikleri ve başlarına gelen iyiliklere de üzüldükleri anlatılmaktadır. Bir kimsede böyle bir durumun olması da münâfıklık olarak da anlaşılmaktadır. (Münâfık ve müşriklerin alaya almaları karşısında Müslümanların takınmaları gereken tavırlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Sıcak, Ahmet Sait, “Kur’ÂN-ı Kerîm’e Göre Dini Alaya Alanlara Karşı Müminlerin Takınmaları Gereken Tavırlar”, İnsÂN ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi 4/2 (2015), 433-454; el-Mü’minûn 23/53.)

فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلاَفَ رَسُولِ اللّهِ وَكَرِهُواْ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَالُواْ لاَ تَنفِرُواْ فِي الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَّوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ
“Feriha’l- muhallefûne bi mak’adihim hılâfe resûlillâhi ve kerihû en yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâhi ve kâlû lâ tenfirû fî’l- harr (harri), kul nâru cehenneme eşeddu harrâ (harran), lev kânû yefkahûn (yefkahûne).: ALLAH’ın Elçisine muhalif olarak (cihaddan) geri kalanlar, (evlerinde) oturup-kalmalarına ferahlanıp SEVndiler ve ALLAH yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd etmeyi (çaba harcamayı) çirkin ve tehlikeli görerek (çevrelerine).: "Bu sıcakta (sefere) çıkmayın" dediler. De ki.: "Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Keşke bir kavrayıp-anlasalardı.” (Tevbe 9/81)

إِن تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِن تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُواْ بِهَا وَإِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ لاَ يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْئًا إِنَّ اللّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ
“İn temseskum hasenetun tesû’hum, ve in tusibkum seyyietun yefrahû bihâ ve in tasbirû ve tettekû lâ yadurrukum keyduhum şey’a (şey’en), innallâhe bi mâ ya’melûne muhit (muhîtun).: (Ey sâdık mü’minler!) Size bir iyilik dokununca (kâfirler ve münâfıklar) kıskanıp tasalanırlar, size bir kötülük isâbet ettiğindeyse buna SEVinip ferahlanırlar. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların “hileli düzenleri” (ve hıyanet girişimleri) size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ALLAH, onların amellerini (ve kötü niyetlerini) kuşatıvermiştir.” (Âl-i İmrân 3/120)

Kur’ÂN-ı Kerîm’de bid’at ve dalâlet ehlinin kendi yaptıklarıyla SEVinmeleri de anlatılmaktadır. “Ne var ki İnsÂNlar işlerini parça parça böldüler. Her grup kendilerinde bulunan (davranış ve fikirler) ile SEVinip böbürlenmektedirler.”

فَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ زُبُرًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
“Fe tekattaû emrehum beynehum zuburâ (zuburan), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn (ferihûne).: Fakat onlar, (buna rağmen din) işlerini kendi aralarında (sonradan yazılmış farklıkitaplar okuyan) fırkalar halinde böldüler; her bir hizip (ekip-parti), kendi ellerinde olanla yetinip-beğenip SEVinmekte (ve şımarıp böbürlenmekte)dirler.” (Mü’minûn 23/53)

Buyurularak bid’at ehlinin SEVinci yerilmektedir. Kur’ÂN-ı Kerîm’de gaflet ehlinin ve şımaranların SEVinci de yerilmektedir. Âyette; “Nihâyet kendilerine verilenlerden dolayı şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, onlar, biranda bütün ümitlerini yitirdiler.”

فَلَمَّا نَسُواْ مَا ذُكِّرُواْ بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُواْ بِمَا أُوتُواْ أَخَذْنَاهُم بَغْتَةً فَإِذَا هُم مُّبْلِسُونَ
“Fe lemmâ nesû mâ zukkirû bihî fetahnâ aleyhim ebvâbe kulli şey’ (şey’in), hattâ izâ ferihû bimâ ûtû ehaznâhum bagteten fe izâhum mublisûn (mublisûne).: Derken, kendilerine öğretilip hatırlatılan (İlahi gerçekleri ve uhrevî mesuliyetleri) unutup, (Hakk’tan ve hayırdan sapıtarak bâtıla ve barbarlığa yanaştıklarında, Biz de tutup) onların üzerine (dünyalık zenginlik ve etkinlik gibi) her şeyin kapısını açtık. (Ve onları nefsi hevâları ve şeytanlarıyla baş başa bıraktık.) Öyle ki, kendilerine verilen (bu fani ve fena lezzetlerle) ferahlanıp şımardıkları, (zâhiren mü’min ve müttaki rolü oynadıkları halde, hakikatte imân huzurunu, kulluk sorumluluğunu ve cihad şuurunu unutup gaflet içinde oyalandıkları) bir sırada, ansızın onları (musibet ve ölümle) yakaladık. O vakit, artık bütün ümitleri tükenmiş (müblis ve müflis) kimseler olarak onları (mahrum ve mahcup şekilde âhirete yolladık).” (Enʿâm 6/44)

[Not.: BuÂyetle, kendi günahları ve azgınlıkları yüzünden toplumu kuşatan ekonomik krizler ve ahlâki çöküşler sonrasında, geçici ve zâhiri bir rahatlık ve ferahlık döneminin ardından, hiç beklenmedik sarsıntılar ve yıkımlar yaşanacağına işaret olunmaktadır.]

Buyurularak onların acıklı durumları ve ümitsizlik içindeki halleri anlatılmaktadır. Kur’ÂN-ı Kerîm’de SEVİNÇ çeşitlerinden ikincisi övülen (medh) edilen SEVİNÇ ise; “(Şehitler) ALLAH’ın kendi fazl-ı keremînden onlara verdikleriyle (ferahlanıp) SEVİNÇ içinde (MutLudurlar). Onlar, geride kalanlardan henüz kendilerine ulaşmayanlara şunu müjdelemek isterler, onlara hiçbir korku yoktur. Mahzun da olmayacaklardır.”

فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُواْ بِهِم مِّنْ خَلْفِهِمْ أَلاَّ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“Ferihîne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî, ve yestebşirûne billezîne lem yelhakû bihim min halfihim, ellâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn (yahzenûne).: (Şehîdler) ALLAH’ın Kendi Fazlından onlara verdikleriyle (ferahlanıp) SEVİNÇ içinde (mutludurlar). Onlar, arkalarından henüz kendilerine ulaşmayanlara (şunu) müjdelemeyi isterler ki.: “Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Âl-i İmrân 3/170)

Buyurularak ALLAH YOLUnda canlarını feda eden şehîdlere ALLAH’ın fazlı keremînden ikram etmesiyle SEVİNÇ içinde olacakları bildirilmektedir. Övülen SEVİNÇ çeşitlerinden ikincisi; mü’minlerin ALLAH’ın Lütuf ve Rahmetiyle SEVinmeleridir. “Deki: Ancak ALLAH’ın Lütfu ve Rahmetiyle, işte bunlarla SEVinsinler. Bu, onların (Dünyâ malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.”

قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذَلِكَ فَلْيَفْرَحُواْ هُوَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
“Kul bi fadlillâhi ve bi rahmetihî fe bi zâlike felyefrehû, hûve hayrun mimmâ yecmeûn (yecmeûne).: (Ey Nebim!) De ki: "ALLAH’ın Fazilet ve Rahmetiyle (bunlar gönderilmiştir. Öyle ise mü’minler), yalnız bununla (Kur’ÂN’la) ferahlansınlar. (Her konuda ve her sorunda Kur’ÂN’a başvurup rahatlasınlar.) Bu, onların (kâfir ve münâfık takımının) toplayıp yığmakta olduklarından hayırlıdır." (Yûnus 10/58)

İbn Kesîr (v. 774/1373), bu Âyetteki lütuf ve rahmeti hidâyet ve hak din olan İslâm’la müşerref olma olarak açıklamaktadır. (Ebü’l-Fidâ İmâduddîn İsmâil b. Ömer İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ÂN’il-ʿazîm, thk. Mustafa es-Seyyid vd. (Kâhire: Müessesetü Kurtubâ, 1412/1991), 7/371.)

ALLAH’ın kullarına olan lütuf ve keremi Dünyâ malından daha değerlidir. Bundan dolayı Müslümanlar, ALLAH TeALÂ’nın rızasını kazanmak için gayret etmelidirler. Övülen SEVİNÇ çeşitlerinden üçüncüsü; mü’minlerin ALLAH’ın yardımına SEVinmeleridir. “O gün Mü’minler de ALLAH’ın yardımıyla SEVineceklerdir.” Âyeti buna delildir.

فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِن قَبْلُ وَمِن بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ
“Fî bıd’ı sinîn (sinîne), lillâhi’l- emru min kablu ve min ba’d (ba’du), ve yevme izin yefrahu’l- mu’minûn (mu’minûne).: (Şu gelecek) Birkaç sene (üç ile dokuz yıl) içinde (bu haber gerçekleşecektir). Önünde ve sonunda emir ALLAH’ındır. (İşte) O gün (Mecusî ve müşrik İran’a karşı Ehl-i Kitab olan Bizans’ı tutan) mü’minler ferahlanıp SEVİNeceklerdir.” (Rûm 30/4)

بِنَصْرِ اللَّهِ يَنصُرُ مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ
“Bi nasrillâh (nasrillâhi), yansuru men yeşâ’ (yeşâu), ve huve’l- azîzur rahîm (rahîmu).: ALLAH’ın Yardımıyla (bu zafere erişilecektir). O, dilediğine yardım edip (zafere eriştirir). O, Güçlü ve Üstün olandır, Esirgeyendir.” (Rûm 30/5)

Yukarıdaki belirtilen SEVİNÇ çeşitlerinin yanında razı ve hoşnutluk ifâde eden SEVİNÇ..

فَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ زُبُرًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
“Fe tekattaû emrehum beynehum zuburâ (zuburan), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn (ferihûne).: Fakat onlar, (buna rağmen din) işlerini kendi aralarında (sonradan yazılmış farklıkitaplar okuyan) fırkalar halinde böldüler; her bir hizip (ekip-parti), kendi ellerinde olanla yetinip-beğenipSEVİNmekte (ve şımarıp böbürlenmekte)dirler.” (Mü’minûn 23/53)

Kibir ve şımarıklık ifâde eden SEVİNÇ..

إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِن قَوْمِ مُوسَى فَبَغَى عَلَيْهِمْ وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ إِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لَا تَفْرَحْ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِحِينَ
“İnne kârûne kâne min kavmi mûsâ, fe begâ aleyhim, ve âteynâhu mine’l- kunûzi mâ inne mefâtihahu le tenûu bi’l- usbeti uli’l- kuvveh (kuvveti), iz kâle lehu kavmuhu lâ tefrah innallâhe lâ yuhıbbu’l- ferihin (ferihîne).: Gerçek şu ki, Karun da Mûsâ’nın Kavmindendi (onun yakın akrabasıydı), ancak onlara karşı azgınlaşıp (gururlanmıştı). BİZ, ona öyle hazineler vermiştik ki, (sadece) anahtarlarını, (bu hizmet için özel kiralanmış) birlikte davranan güçlü bir topluluk zor taşırdı. Hani kavmi ona (servetiyle gururlanan Karun’a) demişti ki.: "Şımararak SEVİNme, çünkü ALLAH (mal ve makamla ferahlanıp) şımararak böbürlenip SEVİNce kapılanları SEVmez” diye (uyarmıştı).” (Kasas 28/76)

Ve gurur ve büyüklenme ifâde eden SEVİNÇ çeşitlerini de ekleyebiliriz..

فَلَمَّا جَاء سُلَيْمَانَ قَالَ أَتُمِدُّونَنِ بِمَالٍ فَمَا آتَانِيَ اللَّهُ خَيْرٌ مِّمَّا آتَاكُم بَلْ أَنتُم بِهَدِيَّتِكُمْ تَفْرَحُونَ
“Fe lemmâ câe suleymâne kâle e tumiddûneni bi mâlin fe mâ âtâniyallâhu hayrun mimmâ âtâkum, bel entum bi hediyyetikum tefrahûn (tefrahûne).: Nihâyet (Belkıs’ın elçileri hediyelerle) Süleymân’a geldiği zaman onlara.: "Sizler bana mal ile yardımda bulunmak (ve kararımdan caydırmak) mı istiyorsunuz? (Oysa) ALLAH’ın bana verdiği (yüksek ve mucizevi teknoloji ilmi), size verdiğinden daha hayırlıdır; belki siz, (bu) hediyenizle SEVİNip övünebilirsiniz (ama ben çok daha değerli manevi yardımla desteklenmişim)" demişti.” (Neml 27/36)

Kur’ÂN, İnsÂNın her yönüne ve ihtiyacına cevap verdiği gibi duygularını da ihmal etmemiştir. Huzur ve MutLuluk ifâdesi olan SEVİNÇ, Kur’ÂN-ı Kerîm’de farklı yönleriyle, Dünyâ ve Âhiret boyutuyla anlatılmaktadır..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


3.3. HADİSLERde SEVİNÇ KAVRAMI.:


Peygamber aleyhisselâm, tebessümü kendisine şiâr edinmişti. Sahâbeye neşeli ve üzüntülü olduğu her durumda mütebessim bir yüzle karşılık vermiştir. Sahâbeden Cerîr b. Abdullah radiyallahu anhu şöyle anlatıyor.: “Müslüman olduğum günden beri Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, beni her gördüğünde yüzüme bakarak gülümserdi.
Kays b. Âsım radiyallahu anhu.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir defâsında buyurdu ki.: "Yemenli iyi bir adam şu kapıdan içeri girecek. Onun yüzünde bir parça melek sûreti vardır." Bu söz üzerine Cerir kapıdan içeri girdi.”
demiştir.
(Buhârî, “Edeb”, 68; Müslim, “Fezâil”, 135.)

Câbir b. Abdillâh radiyallahu anhu’n rivâyet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Her iyilik bir sadakadır. Din kardeşini güler yüzle karşılaman ve kendi kovandan din kardeşinin kovasına boşaltman bir iyiliktir.” buyurmuştur.
(Tirmizî, “Birr”, 45.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in SEVinci ve NEŞEsi hemen yüzünde belirirdi, çoğu zaman sahâbe bunun sebebini sorardı.
Muâz b. Abdullah radiyallahu anhu.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir gün üzerinde yıkanma eseri bulunduğu halde meclise geldi. O gün NEŞEli idi. Biz âilesiyle bir araya geldiğini zannederek dedik ki.: Yâ Resûlullah! Sizi NEŞEli görüyoruz.”. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Evet ALLAH’a hamdolsun!.” buyurdu. Sonra zenginlikten bahsedildi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Takvâ Sâhibi kimse için zenginlikte bir mahzur yoktur. Ancak Takvâ Sâhibi için sağlıklı olmak, zengin olmaktan daha iyidir. Gönül hoşluğu ni’metlerdendir.” buyurdu.
(İbn Mâce, “Ticâret”, 2141.)

SEVgi, hadislerde hem ALLAH’a hem İnsÂNlara nisbet edilerek geniş bir şekilde yer almıştır. Bu hadislerde hoşgörü, iyilik, kolaylaştırıcı olma, yumuşak huyluluk, hata ve kusurları örtme, iffet, hayâ, takvâ ve güzel davranışlar ALLAH’ın SEVdiği özellikler arasında belirtilir. ALLAH için İnsÂNların birbirini SEVmelerini isteyen çok sayıda Hadis bulunmaktadır. Bu SEVginin ALLAH Rızası için olması gerektiği belirtilmektedir. Bunlardan bazıları.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Amellerin en üstünü ALLAH için SEVmektir.” buyurmuştur.
(Nesâî, “Sünnet”, 2.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: SEVdiğini ALLAH için SEVmek, yerdiğini de ALLAH için yermek imândandır.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Îmân”, 1.)

Gibi hadisler SEVginin imânla arasında bir bağın olduğuna işârettir. SEVİNÇte netice olarak SEVginin tezâhürüdür.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bütün mü’minler birbirlerine SEVgide, Merhamette, Lütuf ve Yardımlaşmada bir vücut gibidir. O vücudun bir organı hastalanınca diğer organlar da elem duyarlar.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Edeb”, 27.)

Böylece mü’minlerin SEVİNÇ ve üzüntülerinde yakın ilişki olduğu belirtilmiştir. Diğer bir hadiste;

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi SEVmedikçe de gerçekten imân etmiş olamazsınız. Size yaptığınız zaman birbirinizi SEVeceğiniz bir şeye işâret edeyim mi? Selâmı aranızda yayınız.” buyurmuştur.
(Müslim, “Îmân”, 49; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 13.)

Buyurarak mü’minlerin birbirlerini SEVmelerinin imânî bir sorumluluk olduğu vurgulanmıştır.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:Sizden hiçbiriniz kendisi için SEVip istediği şeyi, kardeşi için de istemedikçe gerçekten imân etmiş olamaz.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Îmân”, 7.)

Hadiste bildirildiğine göre SEVgi, İMÂNın ÖZÜdür. Kâmil İmâna Sâhib olmak isteyen Müslüman SEVgiyi arar ve SEVmeyi ister. (Özafşar, vd., Hadislerle İslâm, 3/77.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’minin işine şaşılır. Onun her hâli kendisi için HAYIR vesîlesidir. Bu özellik sadece mü’mine hastır. Başına SEVinecek bir durum gelse şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir musibet gelse, sabreder; bu da onun için hayır olur.”
(Müslim, “Zühd”, 64.)

Buyurarak, Müslümanın her durumda SABIR ve ŞÜKÜRle HAYRa nail olacağı bildirilmektedir.
Hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i hayrete düşüren şeyin kulun, ni’metleri veren ALLAH’a şükretmesi, şer gibi görünen musibetlere, hastalıklara ve dertlere sabretmesi neticesinde kazanacağı müjdesi verilmektedir.

Sahâbe, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e her konuda bağlı ve itaatkâr idi. Bazı zamanlar Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Ashâbından emirlere itaat ve yasakları yapmama noktasında söz alırdı. Sahâbe bu sözü verir, verdikleri sözün de gereğini yerine getirirlerdi.
Bunlardan biri de Ubâde b. Sâmit radiyallahu anhu olup Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir.: “Biz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e, şöyle söz vermiştik. Zorlukta ve kolaylıkta, üzüntülü ve SEVİNÇli anlarımızda, başkasını bize üstün tutsa dahi, sözlerini dinleyip itaat edeceğimize, başımıza emir olarak tâyin edilen kimselerle çekişmeyeceğimize, bazılarının bizi kınamasına aldırmadan nerede bulunursak bulunalım hakkı ve doğruyu söyleyeceğimize söz verdik. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, devamla şöyle buyurdu.: “İdarecide açık bir inkâr görürseniz ve bunu da ALLAH’ın Kitabı’ndan bir delille ispatlarsanız, o zaman itaat söz konusu olmaz.”
(Buhârî, “Fiten”, 3; Müslim, “İmâre” 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/314.)

Buyurarak bir Müslümanın SEVİNÇli ve ÜZÜNTÜLü anlarında dahi ALLAH’ın Kitabı’ndan ve Resûlünün Sünnetinden ayrılmamak gerektiği vurgulanmaktadır. Müslüman, kardeşine onu SEVdiğini söylemelidir. Kalbinin onunla olduğunu hissettirmeli, sıkıntısının devam etmesinden dolayı üzüldüğünü göstermelidir. Onun SEVİNÇli hallerine ortak olduğunu belirtmelidir. Kardeşliğin mânâsı, SEVince ve SIKINTIya ortak olmaktır.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sizden biri kardeşini SEVdiğini ona bildirsin.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 113; Tirmizî, “Zühd”, 54.)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


3.4. HADİSLERde SEVİNÇ KAVRAMININ MÜRÂDİFLERİ.:



Resim 3.4.1. es-SÜRÛR.:

Mürâdif.: Diğer bir kelime ile mânâsı bir, eş ve aynı olan..


Arapça’da SEVİNÇ mânâsına gelen kavramlardan biridir. “Surirtü” ve “serartü fülâne”, SEVindim, falancayı SEVindirdim mânâlarına gelmektedir. (Ebü’l-Hasen Ali b. Seyda, el-Muhkem ve muhîti’l-âzam, thk. Abdulhamîd Hendâvî (Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ʿilmiyye, 2000), 8/408.)

“es-SÜRÛR” ile “el-FERAH” arasındaki fark; SÜRÛR, SEVİNÇten dolayı kalbde hissedilen bir lezzet olup medh edilen SEVİNÇ için, FERAH ise kibir ve kendini beğenme gibi yerilen ve zemmedilen SEVİNÇ için kullanılır. SÜRÛR kelimesi fikir ve düşünce kuvvetinden olur. FERAH ise şehevî gücün etkisinden dolayı gerçekleşir. (Ebü’l-Bekâ Eyyûb b. Mûsâ el-Kefevî, Kitâb-ı Külliyât, thk. Adnân Dervîş vd. (Beyrut: Müessesetü’r-risâle, 1419/1998), 1/804.)

“Şımarma! ALLAH şımaranları SEVmez.”

إِنَّ قَارُونَ كَانَ مِن قَوْمِ مُوسَى فَبَغَى عَلَيْهِمْ وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ إِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لَا تَفْرَحْ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْفَرِحِينَ
“İnne kârûne kâne min kavmi mûsâ, fe begâ aleyhim, ve âteynâhu minel kunûzi mâ inne mefâtihahu le tenûu bil usbeti ulil kuvveh(kuvveti), iz kâle lehu kavmuhu lâ tefrah innallâhe lâ yuhıbbul ferihîn(ferihîne).: Gerçek şu ki, Karun da Mûsâ’nın kavmindendi (onun yakın akrabasıydı), ancak onlara karşı azgınlaşıp (gururlanmıştı). BİZ, ona öyle hazineler vermiştik ki, (sadece) anahtarlarını, (bu hizmet için özel kiralanmış) birlikte davranan güçlü bir topluluk zor taşırdı. Hani kavmi ona (servetiyle gururlanan Karun’a) demişti ki.: "Şımararak SEVİNme, çünkü ALLAH (mal ve makamla FERAHlanıp) şımararak böbürlenip SEVİNce kapılanları sevmez” diye (uyarmıştı).” (Kasas 28/76)

Âyetinde FERAH Kelimesi yerilen ve zemmedilen SEVİNÇ çeşidine örnek verilebilir.
Diğer bir âyette de SEVİNÇli olarak âilesine dönecektir.”

وَيَنقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا
“Ve yenkalibu ilâ ehlihî mesrûrâ(mesrûren).: Ve kendi ehline âailesine ve yakın çevresine) SEVİNÇ içinde dönmüş olacaktır.” (İnşikâk 84/9)

Buyurulmakta ve bu da medh edilen SEVİNÇ çeşidine girmektedir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Müslüman kardeşine SEVİNÇ yaşatman bağışlanma vesilesidir!.”
(Ebü’l-Kâsım Süleymân b. Ahmed b. Eyyûb et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat (Kâhire: Dârü’l-Haremeyn, 1415/1995), 8/153.)

Buyurarak “SÜRÛR” Kelimesinin kişinin kalbinde hissettiği rahatlamayı ifâde etmektedir.
Zebîdî (v. 1205/1791), “Tâcü’l-arûs” adlı eserinde SÜRÛR ve FERAH kelimelerinin arasında bir farkın olmadığını aynı mânâya delâlet ettiğini bildirmektedir. (Zebîdî, Tâcü’l-ʿarûs min cevâhiri’l-kâmûs, 7/12.)

Resim 3.4.2. el-BEŞÂŞE.:

Arapça’da güler yüzlülük, yumuşaklık, nezâket, Müslüman kardeşin derdiyle dertlenme, ona gülümseme, arkadaşın SEVinciyle SEVinme gibi mânâlara gelmektedir. (Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-muhît, 133.)

Ebû Zer el-Gıfârî’den rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Müslüman kardeşine güler yüz göstermen sadakadır.” buyurmaktadır.
(Tirmizî, “Birr”, 3.)

İnsÂNlara güler yüz göstermek Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in güzel ahlâkının bir eseridir. Kalbleri birbirine kaynaştıran, SEVİNÇ ve MUTLULUKların artmasına vesîle olan ve Müslüman’a Sevâb kazandıran bir uygulamadır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, uygulamalarıyla Güler Yüzlülüğü Sahâbesine göstermiştir. BEŞÂŞE, kişinin arkadaşının SEVincine ister SEVincinin başında ister orasında, isterse de sonunda olsun ortak olabilmektir.. diye belirtilmektedir. (Ebî Hilâl el-Askerî, el-Fürûku’l-luğaviyye, thk. Muhammed İbrâhîm Selîm (Kâhire: Dârü’l-ʿilm ve’s-sekâfe, ts.), 101.)

Hadislerden de anlaşıldığına göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, genellikle güler yüzlü, beşuş çehreli idi. O, en sıkıntılı anlarında bile üzüntülerini belli etmez, yanındakilere üzüntü verecek bir tavır sergilemezdi. Çok SEVdiği kimselerle karşılaştığında yüzündeki tebessüm bir kat daha artardı. (Tirmizî, “Menâkıb”, 10; Ebû Dâvûd, “İstiskâ”, 2.)

İnsÂN fıtratında SEVincin yansıması olarak gülme yer alırken, hüznün yansıması olarak da ağlama yer almaktadır. ALLAH TeALÂ, İnsÂN fıtratına gülme ve ağlama duygusunu yerleştirmiştir.:

وَأَنَّهُ هُوَ أَضْحَكَ وَأَبْكَى
“Ve ennehu huve adhake ve ebkâ.: Kesinlikle, GÜLDÜRen ve AĞLATAN O’dur.” (Necm 53/43)

İnsÂNda gülme ve ağlama duygusu ile iki zıddın bir arada bulunması, SEVİNÇ ve HÜZÜN hâlinin olduğu ifâde edilmektedir.
Bazı âyetlerde gülmenin bir aşağılama ve alay ifâdesi olduğu bildirilmektedir.:

إِنَّهُ كَانَ فَرِيقٌ مِّنْ عِبَادِي يَقُولُونَ رَبَّنَا آمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَأَنتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ
“İnnehu kâne ferîkun min ibâdî yekûlûne rabbenâ âmennâ fagfir lenâ verhamnâ ve ente hayru’r- râhımîn (râhımîne).: Çünkü gerçekten BENİM kullarımdan bir fırka (inançlı ve şuurlu bir hizip, parti veya ekip): “RABBimiz, (biz SANA, Resâlullah’a ve Kur’ÂN Ahkâmına) imân ettik (ve İslam Yolunda Hakk hâkim olsun diye gayret göstermekteyiz,ALLAH’ım) SEN artık bizi bağışla (başarıya ulaştır) ve bize MERHAMEt buyur, (zira) SEN merhamet edenlerin en hayırlısısın” deyip (yalvarırlardı, sizi de Hakka ve Hayra çağırırlardı).” (Mü’minûn 23/109)

فَاتَّخَذْتُمُوهُمْ سِخْرِيًّا حَتَّى أَنسَوْكُمْ ذِكْرِي وَكُنتُم مِّنْهُمْ تَضْحَكُونَ
“Fettehaztumûhum sıhriyyen hattâ ensevkum zikrî ve kuntum minhum tadhakûn (tadhakûne).: (Ama) "Siz onları alay konusu edinmiştiniz (Hakka ve Hayra çağıran mü’minleri terk edip, küçümseyip; zâlimlerin ve hâin kesimlerin peşine gitmiştiniz); öyle ki, (düşüncesiz ve dengesiz tarafgirliğiniz) size BENİM Zikrimi (Kur’ÂNî Hüküm ve Haberlerimi) unutturmuştu ve siz onlara GÜLÜP duruyordunuz" (diye hatırlatılacaktır).” (Mü’minûn 23/110)

فَلَمَّا جَاءهُم بِآيَاتِنَا إِذَا هُم مِّنْهَا يَضْحَكُونَ
“Fe lemmâ câehum bi âyâtinâ izâhum minhâ yadhakûn (yadhakûne).: Fakat (Mâsâ) onlara âyetlerimizle (mucizelerimiz ve emirlerimizle) geldiği zaman, (ibret almak ve tâbi olmak yerine,) onlar bunlara (alay edip) GÜLÜYORLARdı.” (Zuhruf 43/47)

وَأَنَّهُ هُوَ أَضْحَكَ وَأَبْكَى
“Ve ennehu huve adhake ve ebkâ.: Kesinlikle, GÜLDÜREN ve AĞLATAN O’dur.” (Necm 53/43)

أَفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ
“E fe min hâze’l- hadîsi ta’cebûn (ta’cebûne).: Şimdi siz, bu sözden mi şaşkınlığa düşüyor (bu Kur’ÂNî Haberlere mi hayret ediyor)sunuz?” (Necm 53/59)

وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ
“Ve tedhakûne ve lâ tebkûn (tebkûne).: (Âkıbetinize ve Âhirete hazırlanmak yerine, gafletle ve dalga geçerek hâlâ) GÜLÜYORsunuz ve (sonunuzu ve sorumluluklarınızı düşünüp) AĞLAMIYORsunuz!” (Necm 53/60)

Meselâ Dünyâda müşriklerin alaycı tavırlarla mü’minlere gülmeleri, âhirette ise gülme sırasının onlara geleceği belirtilmektedir.:

إِنَّ الَّذِينَ أَجْرَمُوا كَانُواْ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا يَضْحَكُونَ
“İnnellezîne ecremû kânû minellezîne âmenû yadhakûn (yadhakûne).: (Oysa dünyada iken) O suçlu günahkârlar (müşrik ve mücrim takımı), gerçekten imân edenlere GÜLÜP geçerlerdi.” (Mutaffifîn 83/29)

وَإِذَا مَرُّواْ بِهِمْ يَتَغَامَزُونَ
“Ve iza merrû bihim yetegâmezûne.: (Mü’minler onlara uğradıkları ve) Yanlarına vardıkları zaman, (alay etmek ve küçümsemek için) birbirlerine kaş-göz ederlerdi.” (Mutaffifîn 83/30)

وَإِذَا انقَلَبُواْ إِلَى أَهْلِهِمُ انقَلَبُواْ فَكِهِينَ
“Ve izenkalebû ilâ ehlihimunkalebû fekihîn (fekihîne).: Kendi evlerine (ailelerine) geri gittikleri zaman da, (mü’minlere hakaret etmenin) NEŞEsiyle (ve ŞeytÂNî Zevkiyle) dönerlerdi.” (Mutaffifîn 83/31)

وَإِذَا رَأَوْهُمْ قَالُوا إِنَّ هَؤُلَاء لَضَالُّونَ
“Ve izâ reevhum kâlû inne hâulâi ledâllûn (ledâllûne).: Mü’minleri (her) gördükleri vakit.: “İşte bunlar şaşkın ve sapkın kimselerdir” derler (ve hakaret ederler)di.” (Mutaffifîn 83/32)

وَمَا أُرْسِلُوا عَلَيْهِمْ حَافِظِينَ
“Ve mâ ursilû aleyhim hâfızîn (hâfızîne).: Oysa kendileri, onların (Müslümanların) üzerine gözcü olarak gönderilmemişlerdi. (Kendi görevlerini ve kulluk bilincini yitirmişlerdi.)” (Mutaffifîn 83/33)

فَالْيَوْمَ الَّذِينَ آمَنُواْ مِنَ الْكُفَّارِ يَضْحَكُونَ
“Felyevmellezîne âmenû mine’l- kuffârı yadhakûn (yadhakûne).: İşte bugün de mü’minler, (o) kâfirlere (ve nankör döneklere) GÜLÜYORlar (elbette güleceklerdir)!” (Mutaffifîn 83/34)

عَلَى الْأَرَائِكِ يَنظُرُونَ
“Alel erâiki yanzurûn (yanzurûne).: Taht gibi koltuklar üzerinde bakıp-seyretmek sûretiyle (kendi hallerine şükredeceklerdir.)” (Mutaffifîn 83/35)

هَلْ ثُوِّبَ الْكُفَّارُ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
“Hel suvvibe’l- kuffâru mâ kânû yef’alûn (yef’alûne).: “Nasıl, kâfir olanlar, (şimdi) işlediklerinin (küfür ve kötülüklerinin feci) karşılığını gördüler mi?” (diye sorup SEVİNeceklerdir.)” (Mutaffifîn 83/36)

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ مُّسْفِرَةٌ
“Vucûhun yevmeizin musfirah (musfiratun).: O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır (parıldayıp NÛR saçacaktır);” (Abese 80/38)

ضَاحِكَةٌ مُّسْتَبْشِرَةٌ
“Dâhıketun mustebşirah (mustebşiratun).: (Onlar mutluluktan) GÜLECEK ve SEVİNÇ içinde olacaklardır.” (Abese 80/39)

وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ عَلَيْهَا غَبَرَةٌ
“Ve vucûhun yevmeizin aleyhâ gaberah (gaberatun).: Ve o gün, öyle yüzler de vardır ki üzerini (kirli ve tiksindirici bir) TOZ ve DUMAN kaplamıştır.” (Abese 80/40)

تَرْهَقُهَا قَتَرَةٌ
“Terhekuhâ katerah (kateratun).: Kendilerini bir KARARtı (kahredici bir karanlık) sarıp-kuşatmıştır.” (Abese 80/41)

أُوْلَئِكَ هُمُ الْكَفَرَةُ الْفَجَرَةُ
“Ulâike humu’l- keferetu’l- fecerah (feceratu).: İşte bunlar da; kâfir takımıdır, fâcir olanlar (her türlü günahı utanmadan yapanlar)dır.” (Abese 80/42)

Âyetleri bunun örneklerindendir.
Günümüz Müslümanlarının çoğu bir tebessümü bile kardeşinden esirgemektedir. Bu yüzden İslâm Kardeşliği tam mânâsıyla tesis edilememekte, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bu Sünnetine gerekli özen gösterilmemektedir. Müslümanların birbirlerinden esirgedikleri tebessüm neticesinde aralarında tam bir muHABBet oluşamamaktadır..

Resim 3.4.3. el-BİŞR.:

Arapça’da müjde, neşe, SEVİNÇ, MutLu ve güleç gibi mânâlara gelmektedir. (Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-muhît, 133.)

Ferah kelimesi ile istibşâr kelimesi arasındaki fark, ferah, SEVilen bir şeyin olmasından sonra meydana gelen SEVİNÇtir. İstibşâr ise gelecekte olması kesin olan şeyden dolayı duyulan SEVİNÇtir. (el-Askerî, el-Fürûku’l-lugaviyye, 44. )

“(Şehidler) ALLAH’ın kendi fazlı keremînden onlara verdikleriyle (ferahlanıp) SEVİNÇ içinde (MutLudurlar). Onlar, geride kalanlardan henüz kendilerine ulaşmayanlara şunu müjdelemek isterler, onlara hiçbir korku yoktur. Mahzun da olmayacaklardır.”


فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُواْ بِهِم مِّنْ خَلْفِهِمْ أَلاَّ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“Ferihîne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî, ve yestebşirûne billezîne lem yelhakû bihim min halfihim, ellâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn (yahzenûne).: (Şehîdler) ALLAH’ın Kendi Fazlından onlara verdikleriyle (ferahlanıp) SEVİNÇ içinde (mutludurlar). Onlar, arkalarından henüz kendilerine ulaşmayanlara (şunu) müjdelemeyi isterler ki.: “Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Âl-i İmrân 3/170)

Âyette görüldüğü gibi ferah kelimesi geçmiş olaya taalluk ederken, istibşâr ise henüz olmamış ama gelecekte mutlaka olacak olan SEVince delâlet etmektedir. Gülümsemek, İnsÂN için bir SEVİNÇ göstergesidir. Genelde muhataba yönelik pozitif bir sinyal olarak değerlendirilir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, uyukladığı bir sırada gülümseyerek başını kaldırmış, orada bulunanlar gülümseme sebebini sormuşlar, Kevser Sûresinin indirildiğini ve CeNNette ALLAH’ın bir ikramı olarak kendisine vereceği NEHİR olduğunu belirtmiştir. (Müslim, “Salât”, 53.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in gülümsemesine sebep olan şeyin CeNNet Irmağı olduğu ve SEVincini de gülümseme ile ifâde ettiği anlaşılmaktadır..

Resim 3.4.4. el-GIBTA.:

el-GIBTA =>Arapça’da iyi hal, özenmek ve SEVinmek gibi mânâlara gelmektedir. (Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-muhît, 1173.)
el-İğtıbât Kelimesi, elde edilen ni’metlere SEVinmektir. (Zebîdî, Tâcü’l-arûs min cevâhiri’l-kâmûs, 19/509.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, gıpta ile ilgili olarak Abdullah b. Mesud’un rivâyet ettiği hadiste.: “Başkalarına hased etmek yoktur, sadece iki kişiye gıpta edilebilir: Birisi, ALLAH’ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse, diğeri de ALLAH’ın kendisine verdiği ilimle hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.” buyurmaktadır.
(Buhârî, “İlim”, 15.)

Gıpta etmek, bir kimsenin sâhib olduğu meziyet ve ni’metlere imrenmek, bunlara kendisinin de sâhib olmasını arzu etmektir. Bu haslet yanlış bir şey olmadığı gibi haram da değildir. Çünkü gıpta eden kimse ni’metin sâhibinden gitmesini istemez ve kendisinin de ona sâhib olmasını arzu eder. Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyet edilen bir hadiste,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hasedden sakının. Çünkü ateşin odunu yakıp tükettiği gibi hased de iyi amelleri yakar, bitirir.”

(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 44; İbn Mâce, “Zühd”, 22.)

Buyurarak hased, kişiye Dünyâ da eziyet olduğu gibi âhirette de azâb olmaktadır. Başkasında bulunan ni’mete hased etmek, ALLAH’ın Takdirine razı olmamak demektir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem DUÂsında şöyle derdi.: “ALLAH’ım! Bize hayırları arttır, eksiltme. Bizi azîz kıl, zillete düşürme. Bize hayırlar ihsân et, mahrum bırakma. Bizi düşmanlarımıza üstün kıl, onları bize gâlib eyleme. Bizi hoşnut eyle ve bizden razı ol!.”
(Ahmed b. Hanbel, Mûsned, 1/34.)

Bu hadiste gıpta kelimesi, “Gıpta/İzzet” olarak belirtilmekte onun tersi olan “Hebta/Zillet” olarak açıklanmaktadır..

Resim 3.4.5. el-HABRAH.:

HABRAH =>Arapça’da sevinç, sevinçten dişleri göründü, nimete sevindi gibi manalarda kullanılmaktadır. Çoğulu “HUBÛR”dur. (Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-muhît, 320.)

ALLAH TeALÂ, Rûm Sûresinde şöyle buyurmaktadır.: “İman edip salih amel işleyenlere gelince, onlar CeNNette ni’metlere ve SEVince kavuşacaklardır.”

فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَهُمْ فِي رَوْضَةٍ يُحْبَرُونَ
“Fe emmellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe hum fî ravdatin yuhberun (yuhberune).: Böylece imân edip salih amellerde bulunanlar; artık onlar ’bir CeNNet bahçesinde’ ’SEVİNÇ içinde ağırlanıp (sonsuz mutluluğa kavuşacaklardır.)” (Rûm 30/15)

Âyette geçen (yuhberûn) kelimesi ni’met ve SEVİNÇ mânâlarında kullanılmıştır.
Abdullah b. Mes’ûd radiyallahu anhu anlatıyor.: "Ehl-i kitaptan bir din adamı ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e şöyle dedi.: “Ya Muhammed! (Ya Ebe’l-Kasım) ALLAH (kıyâmet gününde) gökleri bir parmağı, yerleri de bir parmağı üzerinde tutar. Dağları ve ağaçları bir parmağı, suyu ve toprağı da bir parmağı üzerinde tutar ve diğer mahlûkları da bir parmağı üzerinde tutar sonra da (onları sallayarak) “Melik benim, melik benim” der.” Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, adamın bu sözünü hayretle karşıladığından (onu tasdik edercesine) güldü ta ki azı dişleri göründü. (Müslim, “Sıfâtü’l-Kıyâme”, 19.)

Sonra da “Ama onlar, ALLAH’ın Kudret ve Azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tazimi göstermediler. Hâlbuki bütün bir Dünyâ kıyâmet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak elinin içindedir. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sâhibi olan ALLAH, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.” âyetini okudu.

وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَالْأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّماوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî vel ardu cemîan kabdatuhu yevme’l- kıyâmeti ves semâvâtu matviyyâtun bi yemînih (yemînihi), subhânehu ve te’âlâ ammâ yuşrikûn (yuşrikûne).: (İnkârcılar, münafıklar ve DEİST sapkınlar) Onlar ALLAH’ın Kadr-u Kıymetini hakkıyla takdir edemediler. (Yaratılış sırrını ve kulluk imtihan programını bilemediler.) Oysa Kıyamet Günü yer (Dünya) bütünüyle O’nun (kudret) avucundadır; gökler de (film şeridi gibi) sağ eliyle dürülüp bükülmüş (bulunmaktadır. Yani bütün hayat, tabiat ve kâinat, ruh ekranımıza yansıtılan kader filminin görüntüleri olmaktadır.) O, onların şirk koştuklarından münezzeh ve yüce konumdadır.” (Zümer 39/67)

Âyette geçen “parmaklar” ALLAH’ın kudreti olarak tevil edilmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ın gülmesi, onu tasdik değil, sözlerinin yanlışlığına yönelik bir tepkidir.
el-HABR ile es-SÜRÛR arasındaki fark ise;
el-HABR =>Kişinin kendisine verilen ni’metlere SEVinmesidir.
es-SÜRÛR ise =>SEVilen şeye ulaşmakla kalbin mutmâin olmasıdır. Sürûr, etkisini İnsÂNın yüzünde gösterir. Bu, SEVİNÇlerin en etkili olanıdır. (el-Askerî, el-Fürûku’l-lugaviyye,175.)

ALLAH TeALÂ, ez-Zuhruf sûresinde şöyle buyurmaktadır: “Siz ve eşleriniz ağırlanmış olarak CeNNete giriniz.”

ادْخُلُوا الْجَنَّةَ أَنتُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ تُحْبَرُونَ
“Udhulûl cennete entum ve ezvâcukum tuhberûn (tuhberûne).: "(Haydi) Siz ve eşleriniz CeNNete girin; (orada) ’sevinç içinde ağırlanacaksınız." (Zuhruf 43/70)

Buradaki (tuhberûn) kelimesi CeNNet ni’metlerine kavuşma ve bu ni’metlere ulaşmadan dolayı kişide görülen SEVİNÇ hâlidir.

Resim 3.4.6. el-BECAH.:

BECAH =>Arapça’da SEVİNÇ, bir şeye SEVinmek (Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-muhît, 94.) SEVindirdi, SEVİNÇli adam, beni SEVindirdi bende SEVindim. (İbn Manzûr, “B-c-h”, Lisânü’l-ʿArab, 2/406.) mânâlarında kullanılmıştır.
Ümmü Zerr’in, Kocası Ebû Zer hakkında.: “Benim kocam Ebû Zer’dir. O ne iyi adamdır. Beni dâima ferahlandırır, gönlümü hoş eder. Her ne söylersem sözüm reddedilmez.” diyerek kocası Ebû Zer hakkında medh-ü senada bulunmuştur. (Buhârî, “Nikâh”, 82; Müslim, “Fedâilü’s-sahâbe”, 92.)

Dilbilimcileri, SEVİNÇ (ferah) kelimesinin derecelerini azdan çoğa doğru şu şekilde sıralamaktadırlar.:
Birincisi =>el-CEZEL ve’l-İBTİHÂC =>Neşeli, Güzel, Hoş ve Sevinmek.
İkincisi =>el-İSTİBŞÂR =>Saadet, Mutluluk, Keyif, Haz ve Güler Yüzlülük.
Üçüncüsü =>el-İRTİYÂH =>SEVİNÇ Uyandırma ve Büyük Memnuniyet.
Dördüncüsü =>el-FERAH =>Coşku, Kendinden Geçme, Coşkunluk ve Taşkınlık.
Beşincisi =>el-MERAH =>Neşeli, Şen, Mutlu, Keyifli, Enerjik, Güleç ve SEVİNÇLi mânâlarında kullanılmaktadır. (Abdulmelik b. Muhammed b. İsmâîl Ebû Mansûr es-Sa’lebî, Fıkhu’l-luga ve sirru’l-ʿArabiyye, Kaydeden ve Yayınlayan, Reşîd Dahdâh, 96. www.alukah.net. Ayrıca bu konuda geniş bilgi için bkz. Nâdir Nemr Vâdî, el-Ferah ve’l-hüzn fî dav‘i’s sünnetü’n-nebeviyye (Yüksek Lisans Tezi, Gazze Câmiatü’l İslâmiyye, Külliyyetü Usûliddîn 2010).)

Yukarıdaki kavramlardan bir kelimenin ifâde ettiği manâyı diğer bir kelimenin ifâde etmediği anlaşılmaktadır. SEVİNÇ kelimesinin türevleri de kendi içinde farklı anlamlara geldiği ve ayrıntılı olarak kavramı izâh ettiği görülmektedir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, SEVİNÇ ve SEVinci ifâde eden lafızları hadislerinde kullanmıştır. O’nun farklı kelimeler kullanarak bir kavramı izâh etmesi “Cevâmiü’l-Kelim” Özelliğindendir.


3.5. RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in SEVİNCİ YAYMA ÇABASI VE METODU.:


Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, insanların birbirine muhabbetlerini artırıcı olumlu duygulardan sevgi ve sevinç duygusunu da etkili bir şekilde kullanmıştır. Onun Nebevî Kimliğinin yanında Beşerî Kimliğinin de bilinmesi gerekir. Bazı sevinç ve hüzünleri de beşerî yönüyle ilgilidir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, en sıkıntılı anlarında bile üzüntülerini belli etmez, yanındakilere hüzün verecek bir tavır sergilemezdi. Kendisine yapılan kötülüklere karşılık vermezdi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, sürekli âilesi ve sahâbe ile yardımlaşmaya önem verirdi. İçinde yaşadığı toplumun sevinçlerine, kederlerine, sıkıntı ve üzüntülerine onlarla ortak olurdu. Özellikle düğün, bayram ve mutlu günlerde âile bireylerinin tamamını sevindirirdi. Bir kimsenin sıkıntısı olduğunda o sıkıntıyı gidermeye çalışırdı. Örneğin kızı Zeyneb (radiyallahu anha)’in çocuğu hastalandığında ona gitmiş ve onu teselli etmiştir. Her seyahatten döndüğünde Kızı Fâtıma (radiyallahu anha)’ya uğrar, hal ve hatırını sorardı. Arkadaşlarından biri hastalandığında ziyâretine gider ve ona DUÂ ederdi. (Buhârî, “Tıb”, 37.)

SEVİNÇ, ALLAH TeALÂ’nın kullarından dilediğine tattırdığı ve mü’minlere Dünyâ ve Âhirette vaad ettiği bir ni’mettir. “ALLAH, onları o günün fenalığından korur; (yüzlerine) parlaklık (gönüllerine) SEVİNÇverir.”

فَوَقَاهُمُ اللَّهُ شَرَّ ذَلِكَ الْيَوْمِ وَلَقَّاهُمْ نَضْرَةً وَسُرُورًا
“Fe vekâhumullâhu şerra zâlike’l- yevmi ve lakkâhum nadreten ve surûrâ (surûren).: (Dedikleri ve bu sözlerine uygun hareket ettikleri için) ALLAH da, onları böyle bir günün şerrinden (ve dehşetinden) koruyup esirgeyecek ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir SEVİNÇ verecektir.” (İnsân 76/11)

Bir diğer âyette ise; “ALLAH’ın dostlarına korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklar.”

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn (yahzenûne).: İyi bilin ki; EVLİYÂULLAH’a (ALLAH’ın dinine ve düzenine sahip çıkan ve ALLAH tarafından SEVilen Velî Kullara) asla korku (kuşku, stres ve bunalım) yoktur; onlar mahzun (ve mahrum) da olmayacaklardır! (Çünkü iman tevhidi, tevhid teslimi, teslimiyet tevekkülü ve Rabbine güveni, bu ise dünya ve âhiret saadetini gerektirmekte ve getirmektedir.)” (Yûnus 10/62)

Buyurulmaktadır. Bu âyetler doğrultusunda risâletin amaç ve gayelerinden biri de İnsÂNları uyarmak ve müjdelemektir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Sahâbeye SEVİNÇ ve MÜJDELi şeyleri bildirme konusunda çok gayretli idi. (Vâdî, el-Ferah ve’l-hüzn fî dav‘i’s-sünnetü’n-nebeviyye, 30.)

Kendisine amellerin hangisinin efdal olduğu sorusuna.: “Müslüman kardeşinin gönlüne SEVİNÇ koyman, onun borcunu ödemeye yardımcı olman ve ona yemek yedirmendir.” diye cevap vermiştir. (Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmii’s-sağîr, 2/542.)

Hadiste Müslümanları SEVindirmenin kişiye haz veren ve Sevâb kazandıran bir ibâdet olduğu vurgulanmaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, her dâim çeşitli vesîlelerle SEVinci ve NEŞEyi yayma gayretinde olmuştur. Bunların başında da bayramlar ve düğünler gelmektedir. Aynı şekilde Hac Aylarında Mekke’de ve Hac Menâsikinin yapıldığı yerlerde İnsÂNların toplanması, birlik ve beraberlik oluşturmaları, Hac Farizasını yerine getirmeleri de Müslümanlar için birer SEVİNÇ vesîleleri olmuştur.
Ukbe b. Âmir’den rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Arefe Günü, Kurban ve Teşrik Günleri biz Müslümanların Bayramıdır. Bu günler yeme ve içme günleridir.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, “Savm”, 50; Tirmizî, “Savm”, 59; Nesaî, “Menasik”, 195.)

Bu sebeple bayramlara önceden hazırlanmak, güzel ve temiz elbiseler giymek, güzel kokular sürmek ve güler yüzlü olup SEVinç ve NEŞE içerisinde olmak onun hal ve davranışlarından idi. Müslümanların bayram günlerinde İslâmî ölçüler çerçevesinde eğlenip oyunlar oynamaları câizdir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir bayram günü Hz. Âişe ile Buâs Harbine ait bazı ezgiler söyleyen iki genç kıza müdahale etmek isteyen Ebû Bekir radiyallahu anhu’e.: “Onlara ilişme ve “Her Milletin bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır.” dediği rivâyet olunmuştur. (Buhârî, “ʿÎdeyn”, 3; Müslim, “Salâtü’l-ʿîdeyn”, 16.)

Yine bayram günleri Hz. Âişe (radiyallahu anhâ) ile birlikte mescidde mızrak kalkan oyunu oynayanları seyrettiği bilinmektedir. (Buhârî, “ʿÎdeyn”, 2; Müslim, “Salâtü’l-ʿîdeyn”, 17.)

Hadislerden anlaşıldığına göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, her münâsebette SEVİNÇ ve NEŞEyi yaymada azami gayret göstermiş ve Müslümanları da buna teşvik etmiştir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’min bir kimse Din Kardeşini SEVince, bu SEVgisini ona bildirsin!.” buyurmuştur. (Tirmîzî, “Zühd”, 53.)

Din kardeşini SEVdiğini ona söylemek karşılıklı muhabbeti, dostluğu, güven duygusunun gelişmesine ve ALLAH TeALÂ’nın da kendisini SEVmesine vesîle olur.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bunun karşılığında kardeşler arasında SEVgisizliği, kötü niyet ve düşünceleri, ortaya çıkarıcı davranışlardan uzak durmayı tavsiye etmektedir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’min bir kimse, din kardeşini hakir görmesi, ona değer vermemesi, kötülük olarak ona yeter!.” buyurmuştur.
(Müslim, “Birr”, 32.)

Buyurarak din kardeşine karşı ne derece dikkatli olunması gerektiğini hatırlatır.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, mü’minlerin birbirlerini SEVmelerini, hakir ve hor görmemelerini, böyle yapmalarında aralarındaki SEVgi bağlarının kuvvetleneceğini ifâde etmektedir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


3.5. RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in SEVİNCİ YAYMA ÇABASI VE METODU.:



Resim 3.6.SEVİNÇ İLKELERİ.:

İnsÂN, fıtratı gereği SEVinci, kederi, neşeyi, hüznü yaşayan bir varlıktır. Hayatı boyunca SEVincine etki eden birçok olayla karşılaştığı gibi üzüntüsüne yol açabilecek olaylarla da yüz yüze kalabilmektedir. ALLAH TeALÂ’nın İnsÂNlara sunduğu en güzel ve en yararlı ni’metlerden biri de MutLu olma, SEVme ve SEVİNÇ duyma ni’metidir. Bu ni’metler din ve aklın gözetimiyle daha da değer kazanır. İnsÂNlara güncel yaşamın baskı ve streslerinden kurtulmada yardımcı olur.
Âhireti bırakıp Dünyâ hayatının tercih edilmesinin yanlışlığı Kur’ÂN-ı Kerîm’de şöyle ifâde edilmektedir.: “Fakat siz (ey İnsÂNlar!) Dünyâ hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlıdır...”

قَالُوا لَن نُّؤْثِرَكَ عَلَى مَا جَاءنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذِي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَا أَنتَ قَاضٍ إِنَّمَا تَقْضِي هَذِهِ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
“(Sihirbazlar ise ona:) “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratan (RABBimize) karşı seni asla ‘tercih edip-seçmeyiz.’ Ne şekilde hükmünü yürütebileceksen, haydi durma, hükmünü yerine getir; zâten sen, sadece bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin” deyip (imanlarında sağlam durmuşlardı.)” (Tâhâ 20/72)

إِنَّا آمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا خَطَايَانَا وَمَا أَكْرَهْتَنَا عَلَيْهِ مِنَ السِّحْرِ وَاللَّهُ خَيْرٌ وَأَبْقَى
“Bizim (hem bilmeden) yaptığımız hatalarımızı (hem de) senin bize zorla yaptırdığın sihir (günahımızı) bağışlaması umuduyla ALLAH’a iman ettik. Çünkü Allah, (sevabı) daha hayırlıdır ve (cezâsı) daha sürekli (Bâki) olandır.” (Tâhâ 20/73)

Müslüman, yumuşak huyluluğu ve güler yüzlülüğü kendine şiâr edinmelidir. Böyle olması ALLAH’ın SEVgisine ulaşmasına vesîle olur.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH, yumuşak huylu ve güler yüzlü kimseyi SEVer.” buyurmaktadır.
(Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmi’i’s-sağîr, 2/503)



3.7. ALLAH’ın, MELEKLERİNİN ve RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in SEVİNCİ.:



Resim 3.7.1. ALLAH’ın SEVİNCİ.:

ALLAH TeALÂ yaratıkları içerisinde İnsÂNa ayrı bir önem vermiştir. Akıl Ni’meti, kendi bilgisini, yakınlığını, SEVgisini ve ikramını vererek ona hususiyet kazandırmıştır. İnsÂNlardan peygamber seçerek, onlara göndermiştir. Peygamberle muhatap olmuş ve onun vasıtasıyla İnsÂNlarla konuşmuştur. İnsÂN için her iyiliğin başı ALLAH SEVgisidir. Dünyâda MutLu bir hayat, âhirette CeNNetin sonsuz ni’metleri bu SEVgi sâyesinde elde edilir. ALLAH TeALÂ’yı SEVmek, O’nu bilmeye ve tanımaya bağlıdır. İnsÂN, ancak bildiğini ve tanıdığın SEVer. Hasan-ı Basrî.: “RABBini BİLen O’nu SEVer’’ sözü bunu anlatmaktadır. (Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 4/537.)

Kalblerinde ALLAH SEVgisi yer etmiş olan kimseler her zaman ve her yerde ALLAH’ı anarlar. Bu da ALLAH TeALÂ’nın hoşuna gider, kulunun bu SEVgisinden dolayı onu SEVer ve bu durumdan dolayı da SEVinir. ALLAH’ın SEVinmesinin mâhiyeti kulların SEVinci gibi değildir. Yaratılmışların SEVinmesi, neşe, zevk veya şımarıklık ve azgınlık dolayısıyla olabilirken; ALLAH TeALÂ, bütün bunlardan münezzehtir. (İbn Teymiyye, el-Akîdetü’l-Vâsıtıyye ve Şerhi, çev: Beşir Eryarsoy (İstanbul, Guraba Yayıncılık, 2010), 252.)

Hadislerde SEVİNÇ hali ALLAH’a nisbet edilerek de kullanılmıştır. Hadislerde geçen ALLAH’ın mü’min kulunun tevbesine SEVinmesi, kulun ALLAH’ı RABB olarak kabul etmesi ve affına sığınması, ALLAH’ın da kulunu bağışlaması netice olarak kulun menfaatine tahakkuk eden bir durumdur.

İbn Mes’ud radiyallahu anhu’un rivâyet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’min, günahını şöyle görür.: “O sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur. Fâcir ise günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.”
İbn Mes’ud bunu söyledikten sonra eliyle, burnundan sinek kovalar gibi yapmıştır. Sonra dedi ki.: “Ben Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle söylediğini duydum: ALLAH, mü’min kulunun tevbesinden, tıpkı şu kimse gibi SEVinir: “Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız, tehlikeli bir çölde, beraberinde yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş olduğu bineği ile seyahat etmektedir. Bir ara yorgunluktan başını yere koyup uyur. Uyandığı zaman görür ki hayvanı gitmiştir. Her tarafta arar ve fakat bulamaz. Sonunda aç, susuz, yorgun ve bîtap düşüp.: “Hayvanının kaybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar uyuyayım” der. Gelip ölüm uykusuna yatmak üzere kolunun üzerine başını koyup uzanır. Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün! Başı ucunda hayvanı durmaktadır, üzerinde de yiyecek ve içecekleri. İşte ALLAH’ın, mü’min kulunun tevbesinden duyduğu SEVİNÇ, kaybolan bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu adamın SEVincinden fazladır. “Müslim’in bir rivâyetinde şu ziyâde var: “Sonra adam SEVincinin şiddetinden şaşırarak şöyle dedi.: “Ey ALLAH’ım, SEN benim kulumsun, ben de SENin RABBinim.” buyurdu. (Buhârî, “Deavât”, 4; Tirmizî, “Kıyâmet”, 50.)

Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’nin rivâyet ettiği hadiste ise Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, şöyle buyurdu.: “Kıyamet günü ALLAH TeALÂ kulları arasındaki hükmünü tamamlayacak. Derken CeNNetle CeheNNem arasında bir kul kalır. CeNNete girmede CeheNNemliklerin sonuncusudur. Yüzü CeheNNeme doğru ilerlerken.: “Ey RABBim! Yüzümü ateş tarafından çevir! Kokusu beni perişan etti, alevi de beni kavurdu." diye yalvaracak. Sonra ALLAH TeALÂ.: “Ben bu istediğini versem, bundan başkasını da ister misin?” diye soracak. Adam.: “İzzet ve celâline yemîn olsun ki hayır! Bundan başkasını istemem!” diyecek ve istemeyeceği hususunda ALLAH’a söz verecek. ALLAH, bunun üzerine yüzünü ateşten çevirecek. Adam yüzüyle CeNNete yönelince ve onun güzelliğini görünce, ALLAH’ın dilediği bir müddet susacak. Sonra dayanamayıp.: “Ey RABBim! Beni CeNNetin kapısına yaklaştır!” diyecek. ALLAH TeALÂ.: “Sen bana istemiş olduğundan başka bir talepte bulunmayacağına dair söz vermedin mi? Ey Âdemoğlu yazık sana!" diyecek. Adam.: “Ey RABBim! Mahlûkâtın en bedbahtı ben olmayayım!” diyecek. ALLAH TeALÂ.: “Sana bu istediğin verilse, acaba başka bir şey istemeyecek misin?” der. Adam.: “Hayır! İzzetine ve celâline yemîn olsun ki hayır! Başka bir şey istemeyeceğim!” diyecek. ALLAH da onu mazur addecek. Çünkü o, sabredilemeyecek bir şeyler görmüştür. Adam, RABBine, istediği ahd u misakta bulunur. RABBi de onu CeNNetin kapısına yaklaştırır. Kapıya yaklaşıp onun güzelliğini ve içindeki dirlik ve sürûru görünce, ALLAH’ın dilediği kadar sesini keser. Fakat daha fazla dayanamayıp atılır.: “Ey RABBim! Beni CeNNete koy!” der. ALLAH TeALÂ.: “Ey Âdemoğlu yazık sana! Sana verilenlerin dışında bir şey istemeyeceğine dair bana söz vermedin mi?" diyecek. Adam.: “Ey RABBim! Beni mahlûkâtın en bedbahtı yapma!” diyecek. ALLAH onun bu haline gülecek. Sonra ona CeNNete girmesi için izin verecek ve.: “Dile (ne dilersen)!” diyecek. Adam dileyecek. Öyle ki hiçbir arzusu kalmayacak. ALLAH yine de.: “Şunları şunları da iste!” deyip, istemesi gereken şeyleri zikredecek. Böylece istenecek şeyler bitince ALLAH TeALÂ.: “Bütün bunlar, bir misliyle sana verilmiştir!” buyuracak.” Ebû Saîd der ki.: “Resûlullah’ın.: “Bütün bunlar, on misliyle birlikte sana verilmiştir!” dediğini işittim.” (Buhârî, “Rikâk”, 52, “Ezân”, 129, “Tevhid”, 24; Müslim, “İman”, 299; Tirmizî, “CeNNet”, 20.)

ALLAH TeALÂ, İnsÂNın Dünyâ ve âhirette MutLu ve huzurlu olmasını istemektedir. Bunun yolunu, kitaplar ve peygamberler aracılığıyla göstermektedir. İlâhî kitaplar İnsÂNlar için bir rahmettir. (el-Enʿâm 6/154; el-A’râf, 7/52, 103; Hûd, 11/17; Yûnus 10/57; en-Nahl 16/89; elİsrâ 17/82.)

ثُمَّ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ تَمَامًا عَلَى الَّذِيَ أَحْسَنَ وَتَفْصِيلاً لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لَّعَلَّهُم بِلِقَاء رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ
“Sonra Biz Mûsâ’ya; en güzel şekilde ve titizlikle (ibadet ve amel) işleyenlerin (Dinde dikkat ve cihad ehlinin) üzerlerine (nimetimizi) tamamlamak, her şeyi (onlara) ayrı ayrı açıklamak (üzere) ve bir hidâyet ve rahmet (vesilesi) olarak kitabı (Tevrat’ı) verdik. Umulur ki RABBlerine kavuşacaklarına (ahiret hayatına ve Allah’ın huzuruna çıkacaklarına ve cennete ulaşacaklarına) inanırlar (diye bunları bildirmekteyiz).” (Enʿâm 6/154)

وَلَقَدْ جِئْنَاهُم بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“Andolsun, Biz onlara (kutlu) bir Kitapla gelip (Peygamber gönderip uygulamalı anlatmış); iman edecek her topluluğa bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere (kesin) bilgiye (ilme) dayanarak Onu çeşitli biçimlerde açıklamıştık.” (A’râf 7/52)
[Not: Kur’ÂN-ı Kerim; ilmi prensiplere ve bilimsel gerçeklere uygun olmak şartıyla yorumlanabilen bir kitaptır.]

يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
“Ey insanlar! RABBinizden size bir öğüt ve uyarı, sînelerde olana (kalbi ve ruhi hastalıklarınıza, stres ve bunalımlarınıza) bir şifâ ve mü’minler için bir Hidâyet ve Rahmet (olarak Kur’ÂN-ı Kerim) gelmiştir.” (Yûnus 10/57)

أَفَمَن كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّهِ وَيَتْلُوهُ شَاهِدٌ مِّنْهُ وَمِن قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَى إَمَامًا وَرَحْمَةً أُوْلَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمَن يَكْفُرْ بِهِ مِنَ الأَحْزَابِ فَالنَّارُ مَوْعِدُهُ فَلاَ تَكُ فِي مِرْيَةٍ مِّنْهُ إِنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يُؤْمِنُونَ
“RABBinden apaçık bir delil üzerinde bulunan, onu yine O’ndan (ALLAH tarafından görevli) bir şâhid (her amelini kaydedici melek) izleyip duran ve ondan önce bir önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı (kendisini doğrulamakta) olan kimse, (Hz. Muhammed aleyhisselâm ve ümmeti artık onlar) gibi midir? (İnkârcılarla bir midir?) İşte onlar (Müslümanlar) Buna (Kur’ÂN’a bütünüyle ve samimiyetle) iman etmektedirler. Artık hangi topluluk (hangi hizip ve ekip) Onu (Kur’ÂN’ı ve Resulüllah’ı tamamen veya kısmen) inkâr ederse, ona va’ad edilen yer (cehennem) ateştir. Öyleyse bundan hiç kuşkun olmasın, çünkü O RABBinden olan bir Hakk’tır. Ancak insanların çoğunluğu inanmazlar. (İnanmayacaklardır.)” (Hûd 11/17)

وَيَوْمَ نَبْعَثُ فِي كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا عَلَيْهِم مِّنْ أَنفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَهِيدًا عَلَى هَؤُلاء وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ
Her ümmete kendi içlerinden birisini (görevli nebi ve davetçilerini) onların üzerine bir şâhid getirdiğimiz diriltme günü, (ey Nebim!) Seni de onlar üzerine bir şâhid olarak getireceğiz (Baş müşâhid makamına eriştireceğiz). Biz Kitabı (Kur’ÂN’ı) Sana, her şeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir Hidâyet, bir Rahmet ve bir Müjde (kaynağı) olarak indirdik.” (Nahl 16/89)

[Not: Bu düşünce yapısı ile mü’minler, olayları; cahiliye toplumunun değer ölçülerine göre değil, Kur’ÂN’ın hükmüne göre yorumlamak mecburiyetindedirler.]

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا
“Biz Kur’ÂN’dan mü'minler için Şifâ ve Rahmet (vesilesi) olan şeyleri (gerekli hüküm ve haberleri) indiriyoruz. Oysa O (Kur’ÂN; sadece istismar için okuyan ama hükmünü uygulamayan) zâlimlerin ise ancak zararını (hüsran ve hırçınlığını) artırır. “ (İsrâ 17/82)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“(Ey Nebim!) BİZ Seni (ve Kur’ÂN-ı Kerim’i) bütün Âlemlere (ve dönemlere) Rahmet (vesilesi ve selâmet rehberi) olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ALLAH’ın rahmetinin gazâbını geçtiğini bildirmiştir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH celle celâlihu.: “Şüphesiz benim rahmetim gazabımı geçmiştir.” buyurdu.” buyurmuştur.
(Buhârî, Tevhid, 22, II, 3003; Ahmed, II, 381; Tirmizî, “Deavât”, 99.)

İbn Mes’ud (radiyallahu anhu)’un rivâyet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’min, günahını şöyle görür.: “O sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur. Fâcir ise günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.”
İbn Mes’ud bunu söyledikten sonra eliyle, burnundan sinek kovalar gibi yapmıştır ve sonra dedi ki.: “Ben Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle söylediğini duydum.: “ALLAH, mü’min kulunun tevbesinden, tıpkı şu kimse gibi sevinir.: “Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız, tehlikeli bir çölde, beraberinde yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş olduğu bineği ile seyahat etmektedir. Bir ara yorgunluktan başını yere koyup uyur. Uyandığı zaman görür ki hayvanı gitmiştir. Her tarafta arar ve fakat bulamaz. Sonunda aç, susuz, yorgun ve bîtab düşüp.: “Hayvanımın kaybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar uyuyayım!.” der. Gelip ölüm uykusuna yatmak üzere kolunun üzerine başını koyup uzanır. Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün! Başı ucunda hayvanı durmaktadır, üzerinde de yiyecek ve içecekleri. İşte ALLAH’ın, mü’min kulunun tevbesinden duyduğu sevinç, kaybolan bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu adamın SEVincinden fazladır." buyurdu.
Müslim’in bir rivayetinde şu ziyâde var.: “Sonra adam SEVincinin şiddetinden şaşırarak şöyle dedi.: “Ey ALLAH’ım, SEN benim kulumsun, ben de SENin RABBİNim.” buyurdu.”
(Buhârî, “Deavât”, 4; Tirmizî, “Kıyâmet”, 50.)

ALLAH’ın, kulunun tevbe etmesine SEVinmesi İnsÂNların bildiği en büyük SEVİNÇtir. (Vâdî, el-Ferah ve’l-hüzn fî dav‘i’s-sünnetü’n-nebeviyye, 20.)
Bu da tövbe edeni, ALLAH’ın SEVmesinden kaynaklanmaktadır. (İbn Kayyim, ALLAH SEVgisi, 157.)

İbn Kayyim, ALLAH TeALÂ’nın en üstün Sifâtlarla sifâtlandığını ve O’nun SEVinmesini Kemâl Sifâtı olarak açıklamaktadır. Bu Sifâtla yukarıdaki hadiste geçtiği gibi ALLAH’ın kulunun tövbesine SEVinmesini bir kimsenin ıssız çölde üzerinde azığı olan binitini kaybedip daha sonra bulunca SEVinmesinden daha fazla SEVinmesi şeklinde açıklamaktadır. (İbn Kayyim, Medâricü’s-sâlikîn, 3/160.)

Hadiste geçen ALLAH’ın SEVinmesinin sırrı, O’nun el Kerîm, el Halîm ve el Gufrân Sıfatlarının tecellî etmesi şeklinde açıklanmıştır. Çünkü İnsÂN ALLAH’ın yeryüzündeki halifesidir. ALLAH’ın sıfatları da İnsÂN üzerinde tecellî etmektedir. (Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmiu’s-sağîr, 5/305.)

Ebû Süleymân el Hattâbî (v. 388/998).: ALLAH’ın kulunun tövbesine SEVinmesini, İnsÂNların kendi aralarında SEVinmesi gibi anlamak ve yorumlamak câiz değildir” demektedir. (Hayruddîn Mahmûd ez-Ziriklî, el-Â’lâm, 15. Baskı (Beyrut: Dârü’l-ʿilm li’lmelâyîn, 2002), 2/273.)

Bu, ALLAH’a yakışır bir şekilde, O’nun hakiki bir sıfatı olup, kudretine tabîdir. ALLAH TeALÂ bu tür sıfatlardan münezzehtir. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.”

فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
“Göklerin ve yerin yaratıcısı (olan ALLAH), sizin için kendinizden eşler, hayvanlardan da çiftler var etmiştir. Sizi bu şekilde çoğaltıp (sevindirir). O’nun benzeri (ALLAH’ın misli ve dengi hiç) bir şey yoktur (bu mümkün değildir). O her şeyi (hakkıyla ve tüm ayrıntılarıyla) İşitendir, Görendir.” (Şûrâ 42/11)

Âyette ALLAH’ın sıfatlarının İnsÂNların sıfatlarına benzemediğinin delili olarak açıklanmaktadır. Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Müslüman bir kimse, namaz ve zikir için mescide gitmeyi alışkanlık haline getirdiği zaman ALLAH’ın onun bu halinden duyduğu SEVİNÇ, tıpkı gurbette adamı olan kimselerin onun yanlarına dönmesiyle (kavuşmaktan) duydukları SEVİNÇ gibidir.” buyurmaktadır.
(İbn Mâce, “Mesâcid”, 19.)

Hadisten anlaşılan kulun yaptığı her hayırlı iş, ALLAH’ın Rızasını ve hoşnutluğunu kazandırmaktadır. Hadislerde geçen “kunût” kelimesinin “yeis” anlamında kullanıldığı da görülmektedir. Şöyle ki;

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH, ümitsizliğe düşen kuluna güldü.” buyurdu.
(İbn Mâce, Sünen, “Mukaddime”, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 26/106-118.)

Bu hadiste “kunût” kelimesi, kulun yapacak bir şeyi kalmayınca, artık ümidini kestiği bir anda ALLAH’ın Rahmetinin tecellî edeceği anlaşılmaktadır. Âhirette mü’min kulun, ALLAH TeALÂ’nın Rahmetinin genişliğini ve büyüklüğünü unutup, günahlarından dolayı ümitsizliğe düşeceğini bu durumun rahmeti ve bağışlaması geniş olan ALLAH TeALÂ’nın hoşuna gitmesi ve o kulunu bağışlayıp CeNNetine girdirmesine sebeb olacağı ifâde edilmektedir. Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyet edilen bir diğer hadiste.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e bir adam geldi ve.: "Yâ Resûlulla! Açlıktan bitkinim!" dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, derhal hanımlarına haber gönderip yiyecek bir şeyler istedi. "Seni hak ile gönderen ALLAH’a yemîn olsun ki yanımızda sudan başka bir şey yok!" diye cevap geldi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, oradakilere hitâben.: "Bu açı kim misafir eder, doyurur!" diye sordu. Ensardan Ebû Talha.: "Ben yâ Resûlullah!" diye cevap verdi. Ebû Talha radiyallahu anhu, adamı evine götürdü. Evde hanımına yiyecek bir şey var mı? diye sordu. Hanımı da.: "Hayır sadece çocuklara ayırdığımız çorba var!" dedi. Bunun üzerine hanımına.: "Sen onları bir şeylerle oyala sonra da uyut. Misafir yemek yemeye başlayınca kandili söndür, biz de onunla sofrada yiyormuş gibi görünelim." diye tembihatta bulundu. Hanımı söylenenleri yaptı. Beraber sofraya oturdular. Misafir yedi. Karı koca ve çocukları geceyi aç geçirdiler. Sabah olunca mescide namaza gittiler. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Ebû Talha’ya.: "Dün gece misafirinize ne yaptınız. ALLAH, misafire yaptığınız davranışınız sebebiyle taaccüp etti ve güldü.” buyurdu.

“… Ve kendileri muhtaç durumda olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler.”

وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler (Ensar sahabiler) ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu ve kıskançlık duygusu) hissetmezler. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından sıyrılıp korunmuşsa, işte onlar felâha (kurtuluşa) erişecek kimselerdir.” (Haşr 59/9)

Âyeti nazil oldu. Hadiste ifâde edilen ALLAH TeALÂ’nın taaccüp etmesi ve gülmesi mecâzîdir. ALLAH’a nisbet edilen bu iki beşer hali ile kastedilen şey, karı kocanın, misafirine yaptığı güzel davranıştan dolayı ALLAH’ın razı olduğunu belirtmektir.

Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu.: ALLAH TeALÂ şöyle buyurdu.: “Kim benim velî kuluma düşmanlık yaparsa, ona harp ilan ederim. Kulumu BANA yaklaştıran şeyler arasında ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum BANA nafile ibâdetlerle yaklaşmaya devam ederse, SEVgime erer. Onu SEVdim mi artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, konuşan dili olurum. BENden isteği şeyi ona veririm. BANA sığındığı zaman onu himayeme alır, korurum. Fâili olduğum hususların hiçbirinde mü’min kulumun ruhunu almak için tereddüd ettiği kadar tereddüd etmedim. Çünkü o ölümü SEVmemekte bende onu üzmek istememekteyim.”
(Buhârî, “Rikak”, 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/244; İbn Mâce, “Fiten”, 16.)

Hadiste geçen velîyyullah tabiri ile kastedilen, ALLAH’ı bilen, ibâdetlerine ihlâsla ve düzenli bir şekilde devam eden kimselerdir. ALLAH’ın, kulunun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı vs. anlamlar, temsilî bir ifâdeyle, SEVgisine mazhar olmuş kuluna yakınlaştığını belirtmek sûretiyle ona büyük bir ikramlarda bulunmaktadır.
(Ebü’l-Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Alî b. Muhammed b. Hacer el-Askalânî, Fethu’lbârî şerhi Sahîhi’l-Buhârî, 3. Baskı (Kâhire: Mektebetü’s-selefiyye, 1407/1986), 11/418; Mehmet Emîn Özafşar, vd.. Hadislerle İslâm, 1/462.)

İbn Hacer (v. 852/1449), yukarıdaki hadisin şerhinde bazı Câhil Sûfîlerin.: “Eğer kalb ALLAH tarafından korunursa, kalbe gelen şek ve şüpheler de ALLAH tarafından korunmuştur!.” şeklindeki düşünceyi eleştirmekte ve.: “İsmet Sifâtının sadece Peygamberlere has olup onların dışındakiler, hata yapabilir!.” demektedir.
(İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 11/420. 426 Ahmet Saim Kılavuz, Ana Hatlarıyla İslâm Akâidi ve Kelâm’a Giriş (İstanbul: Ensar Neşriyat, 1987), 185.)

ALLAH TeALÂ’nın kullarının tevbesine SEVinmesi, kullar için büyük bir SEVİNÇtir. Bunu ancak O’nun Yüceliğini bilenler anlar. İnsÂN için ALLAH SEVgisi, Dünyâ ve Âhiret MutLuluğunun vesîlesidir. Bu da kul için en büyük bahtiyarlıktır..



Resim 3.7.2. MELEKLER’in SEVİNCİ.:


Melekler, ALLAH TEALÂ’nın yarattığı nûrânî varlıklardır. O’nun emrini yerine getirmekle görevlidirler. İnsanların göremediği bu varlıklar, her an onlarla birlikte olan, her halini kaydeden, insanları iyiliklere sevk eden, onlara DUÂ eden, şeytana karşı koruyan insanı bir an olsun yalnız bırakmayıp iyi bir kul olması için çalışan ALLAH TEALÂ’nın sadık kullarıdır. Onlar iradeleri ile hareket etmezler. Bu yüzden kendi başlarına iş yapmaları ve hareket etmeleri olmayınca, kötü iş yapmaları ve günaha düşmeleri de asla mümkün değildir. (Ahmet Saim Kılavuz, Ana Hatlarıyla İslâm Akâidi ve Kelâm’a Giriş (İstanbul: Ensar Neşriyat, 1987), 185.) Melekler, sadece insanlarla değil tüm kâinatla ilgilenip onların düzenleriyle ve Allah’ın emirlerini icra etmekle görevlidirler.

Meleklerin birçok görevi vardır. Bu görevlerden mü’minlerle ilgili olanları, ALLAH’ın Yardımıyla, görünmeden zorda kalan müminlere destek vermeleridir.

وَلَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّهُ بِبَدْرٍ وَأَنتُمْ أَذِلَّةٌ فَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
إِذْ تَقُولُ لِلْمُؤْمِنِينَ أَلَن يَكْفِيكُمْ أَن يُمِدَّكُمْ رَبُّكُم بِثَلاَثَةِ آلاَفٍ مِّنَ الْمَلآئِكَةِ مُنزَلِينَ
بَلَى إِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ وَيَأْتُوكُم مِّن فَوْرِهِمْ هَذَا يُمْدِدْكُمْ رَبُّكُم بِخَمْسَةِ آلافٍ مِّنَ الْمَلآئِكَةِ مُسَوِّمِينَ
وَمَا جَعَلَهُ اللّهُ إِلاَّ بُشْرَى لَكُمْ وَلِتَطْمَئِنَّ قُلُوبُكُم بِهِ وَمَا النَّصْرُ إِلاَّ مِنْ عِندِ اللّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
“Andolsun, siz zayıf ve güçsüz iken ALLAH size Bedir’de de yardımıyla zafer vermişti. Şu halde ALLAH’tan (korkup O’na sığının, itiraz ve isyandan) sakının ki, O’na şükredebilesiniz.
(Ey Nebim!) Hani o zaman Sen mü’minlere.: “RABBinizin size meleklerden indirilmiş üç bin kişiyle yardım iletmesi size yetmez mi?” diye (uyarıvermiştin).
Evet, eğer (siz Hakk ve hayır yolundaki sıkıntılara) sabrederseniz, (günahlardan da) sakınırsanız ve onlar (düşmanlarınız) da âniden üstünüze (saldırırsa yine) RABBiniz size meleklerden nişanlı beş bin kişiyle (yani görmediğiniz, ama hissettiğiniz manevî desteklerle) yardım eriştirecek ve imdadınıza yetişecektir.
ALLAH bunu (melekler ve manevi güçlerle yardımı) size ancak bir müjde olsun ve kalbleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı. (Yoksa) "Yardım ve zafer" (nusret) ancak, Üstün ve Güçlü, Hüküm ve Hikmet Sâhibi olan ALLAH’a aittir. (O’nun indindedir.)”
(Âl-i İmrân 3/123-126)

إِذْ تَسْتَغِيثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ أَنِّي مُمِدُّكُم بِأَلْفٍ مِّنَ الْمَلآئِكَةِ مُرْدِفِينَ
“Hatırlayın ki, o vakit siz RABBinizden yardım dilemiştiniz de, O da hemen (Peygambere), “Ben peş peşe (inen) bin melek ile size yardım edeceğim” diyerek DUÂnıza icabet etmişti.” (Enfâl 8/9)

ثُمَّ أَنَزلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَنزَلَ جُنُودًا لَّمْ تَرَوْهَا وَعذَّبَ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ
“Daha sonra ALLAH (celle celâlihu); Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet (nusret ve metanetini) indirdi ve sizin görmediğiniz (manevi) ordular gönderdi de, (böylece) kâfirleri cezâlandırdı (ve bozguna uğrattı). Bu, inkârcıların (dünyadaki) cezâsıdır.” (Tevbe 9/26)

إِلاَّ تَنصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُواْ ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا فَأَنزَلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَّمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُواْ السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Siz Ona (Peygambere ve Hakk Dava Önderine) yardım etmezseniz (zararlı çıkan siz olacaksınız, çünkü) ALLAH Ona zâten ve kesinlikle yardım etti (ve edecektir). Hani o zaman kâfirler, (Hz. Ebubekir’le) ikiden biri (Kelime-i Tevhidin ikinci iman gereği ve “Muhammedün Resulüllah” gerçeği) olarak Onu (Mekke’den) çıkarmışlardı da; o ikisi mağarada (ve kıstırılmış durumda) oldukları sırada arkadaşına şöyle diyordu.: "Hüzne kapılma (ve sakın endişe duyma, çünkü), elbette ALLAH bizimle beraberdir!" Böylece ALLAH Ona “huzur ve güvenlik duygusunu” indirmişti, Onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkâr edenlerin de kelimesini (inkâr sözlerini ve küfür-sömürü sistemlerini) ise aşağı ve bayağı (konuma) getirmişti. ALLAH’ın kelimesi (Kur’ÂN kelâmı ve ahkâmı) ise, en yücedir (ve kıyamete kadar geçerlidir). ALLAH Üstün ve Güçlüdür, Hüküm ve Hikmet Sâhibidir.” (Tevbe 9/40)

Ayrıca mübarek gecelerde yeryüzüne inip Müslümanlara huzur, esenlik dilerler ve onlara selâm ve selâmet getirirler.

تَنَزَّلُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِإِذْنِ رَبِّهِم مِّن كُلِّ أَمْرٍ
سَلَامٌ هِيَ حَتَّى مَطْلَعِ الْفَجْرِ
“Melekler ve Rûh onda (o gece boyunca) RABBlerinin izniyle, her bir iş (ve her mü’min kişi) için sürekli inip duracaklardır. (O gece) Fecrin doğuşuna (tan yeri ağarıncaya) kadar, (manevî) bir selâmet ve esenlik (fırsatıdır. O gece; kurtuluş ve kutluluk zamanıdır. Ancak; emir ve hükümlerini zihnine ve kalbine indirme gayreti ve Kur’ÂN’ı hayat düzenine temel edinme gayesi taşımayanlar nâsibsiz kalacaktır…)” (Kadr 97/4-5)

Meleklerin SEVincinin ve müjdelemesinin niteliğini Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bildirdiği hadislerden öğreniyoruz. Buna örnek olarak ölüm meleğinin mü’min kulun ruhunu alırkenki durumudur.
Ebû Hüreyre (r.a)’nin rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir Müslümana can çekişme anı geldiği zaman rahmet melekleri, beyaz ipekle gelirler ve şöyle derler.: "Sen razı ve RABBin de senden razı olarak şu bedenden çık. ALLAH’ın sana gazabı olmayan rahmet ve reyhanına kavuş!." Bunun üzerine ruh, misk kokusu gibi çıkar. Melekler o ruhu birbirlerine verirler. Semanın kapısına kadar onu getirirler. "Size arzdan gelen bu koku ne güzel" derler. Sonra onu mü’minlerin ruhlarının yanına getirirler. Onlar, onun gelmesiyle sizden birinin kaybettiği şeyin kendisine geri geldiği sevinçten daha çok sevinirler. Ona dünyadakilerden haber sorarlar. Melekler de.: "Bırakın onu onda dünyanın tasası var" derler. Ona "falanca ne yaptı?" diye haber sorarlar. Bu gelen "falan ölmüştü yanınıza gelmedi mi?" derler. Onlar.: "o annesine/hâviye CeheNNemine götürüldü" derler.”
(Nesâî, “Cenâʾiz”, 9.)

Hadiste meleklerin dünya hayatında mü’min olarak yaşayıp, ölen kimse için SEVİNÇ duydukları ve aralarında birbirlerine müjde verdikleri belirtilmektedir. Meleklerin, mü’minlerin haline sevinmelerine ve güzellikleri müjdelemelerinde asla bir şüphe yoktur. Burada insanları imana ve sâlih amellere teşvik vardır. Çünkü birçok âyette ALLAH TeALÂ, mü’min kullarına melekleri aracılığıyla dünyada ve âhirette müjdeler vermektedir. Başka bir hadiste meleklerin sevinmesine sebeb olan şeylerden biri de Müslümanın ağız ve diş temizliğine önem vermesi/misvak kullanmasıdır. “Misvak kullanınız. Misvak ağzı ve dişleri temizler, RABBın rızasına ulaştırır ve melekleri sevindirir.”
(Buhârî, “Savm”, 27; İbn Mâce, “Tahâret”, 7; Nesâî, “Tahâret”, 4; Ebûbekir Muhammed b. el-Hüseyn el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân, thk. Muhammed Said Besyûnî (Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ʿilmiyye, 1421/2000), 3/1066.)

Şüphesiz, temiz ve güzel olan işleri sever. Peygamberinin tavsiyelerine itaat edildiği için hoşnut olur. Melekler de temiz ve güzel olan şeyleri severler. Kötü kokulardan rahatsız olurlar. Bundan dolayı mü’minlerin ağızlarını ve dişlerini temizlemeleri onları sevindirir.

Melekler, Cennet Ehlinin sevinç ve sürurlarının tam olması için DUÂ ederler. Böylece onlar birbirine yakın konaklarda bir araya gelmek suretiyle gözleri aydın olur ve sevinirler. Mü’min kul için meleklerin DUÂ etmesi ve yaptığı iyi amellere sevinmeleri aslında ALLAH Katından olduğu, meleklerin ne de başka diğer varlıkların ALLAH’ın İzni olmadan hiçbir şekilde yardımda bulunamayacakları gerçeğine işâret eder.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 3.7.3. RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in SEVİNCİ.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, mütebessim bir yüze sahipti. Aynı anda hem mütebessim hem de mahzun bir halde olmak sadece Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e has bir özelliktir. Onun hüznü gibi SEVİNCi de ALLAH TeALÂ’nın rızası doğrultusunda idi. Peygamber olmasının yanında bir beşer olması, bir eş, bir baba, bir dost, bir önder olarak duyduğu, yaşadığı SEVİNÇ ve hüzünler birbirinden farklı düzey ve boyutta olmuştur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in tasa ve SEVİNCi Peygamberlik Görevi ekseninde yaşanmış insanî ve derûnî yansımalardan oluşmaktadır. (İsmail Lütfi Çakan, Örnek Kul Son Resûl, 2. Baskı (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2006)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in SEVİNCi, imân ve hidâyet endeksli olduğu için bunları örneklendirerek anlatmaya çalışacağız. Peygamberlikle görevlendirildiğinde, en çok SEVindiği olay, kendisini tereddüd etmeden kabul eden Eşi Hz. Hatice’nin Müslüman olmasıdır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i her üzüntülü anında şöyle diyerek teselli ve teskin etmiştir.: “…Sen akrabayı gözetirsin, fakirleri SEVersin, misafire yedirirsin, halka yardım edersin, sözün en doğrusunu söylersin…” (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3; Müslim, “İman”, 252. )

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, onun vefâlı ve fedakâr bir eş olmasından dolayı, onu hep memnuniyetle anarak hayatı boyunca korumuş vefâtından sonrada hep hayırla yâd etmiştir. Hatta Hz. Âişe vefâtından sonra onu kıskandığını i’tiraf etmek zorunda kalmıştır. (Buhârî, “Menâkıbü’l-ensâr”, 20.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, insanlara İslâm’ı anlatıp olumlu yanıt aldığında bu durum onu memnun eder ve çok SEVindirirdi. Hasta olan Yahûdî bir çocuğun ziyâretine gitmiş başucunda oturmuş ve.: “Müslüman ol!” çağrısına, babasına bakarak ve babasının da.: “Ebü’l-Kâsım’ın dâvetine uy!.” sözüyle dâvete icabet etmişti.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Şu yavrucağı benim vasıtamla CeheNNemden kurtaran ALLAH’a hamdolsun!.” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/227; Buhârî, “Cenâʾiz”, 79; Ebû Dâvûd, “Cenâʾiz”, 2. 67.)
Diyerek SEVİNÇle dışarı çıktı. Bu olaydan da anlaşılıyor ki Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in SEVİNCinin imân endeksli ve hidâyet merkezli olduğu görülmektedir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in her işinde kendisinin kolaylaştırıcı bir kimse olduğu görülmektedir. Bunlardan birisi de hanımları ile yaşamış olduğu “îlâ” hadisesidir. Hanımlarını, ALLAHve Resûlü ile dünyalığı tercih etme arasında serbest bırakmış ve âileleri ile istişâre etmelerini söylemişti. İlk defa Hz. Âişe’ye bu durumu açınca o, istişâre etmeye gerek duymadan.: “Ben ALLAH’ı, O’nun Resûlünü ve Âhiret Yurdunu tercih ediyorum!” diyerek teslimiyetini dile getirmiştir. Hz. Âişe’nin bu tercihinden dolayı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem son derece memnun ve SEVİNÇ içerisinde olmuş, bunun üzerine.: “ALLAH, beni zorlaştırıcı olarak değil, kolaylaştırıcı ve öğretici olarak gönderdi.” buyurmuştur. (Müslim, “Talâk”, 29.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, sefer dönüşlerinde âilesi, çocukları ve sahâbe tarafından SEVİNÇ gösterileriyle karşılanırdı. O şehirden ayrı kaldığı zamanlar da insanların durumlarını sorar, sorun ve sıkıntıda olanların olup olmadığının haberlerini alır, durumlarını takip ederdi. Sefere çıkanların da haberlerini sorar bilgi alırdı. Kızı Rukiye (radiyallahu anha) ve kocası Hz. Osman, Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Bir müddet haberleri gelmeyince, o taraflardan gelenlere kızını ve damadını sorardı. Kureyş’ten bir kadın Habeş diyarından geldi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ona da sordu.: “Hangi hallerde idi? Ne şekilde gördün?” diye sorunca kadın.: “Osman, hanımını bir merkebe bindirmiş kendisi de yanında yürüyordu.” dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu habere SEVindi ve onlara DUÂ etti.
(Nûreddîn Ali bin Ebî Bekir, el-Heysemî, Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid (Beyrut: Dârü’l-kitâbi’l-ʿArabî, 1988), 9/80; Ebû Abdillâh Muhammed bin Abdillâh en-Neysâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ (Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ʿilmiyye, 1990), 4/46.)

Aynı şekilde oğlu İbrahim doğduğu zaman çok SEVinmiş, onu kucağına alıp Âişe (radiyallahu anha)’ye götürmüş ve.: “Ey Âişe! Şuna bak! bana benziyor mu?” diye SEVİNCini göstermiştir. (Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ (Beyrut: Dâru Sâdır, ts.), 1/137.)
Güler yüzlü olmak, gülümsemek ALLAH’ın Rızasına ulaştırır. Kalbe hayat, ruha huzur verir. Husumetleri yok eder. İnsanlar arasında kaynaşma ve yakınlaşma meydana getirir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, üç aylara ayrı bir önem verir ve SEVİNÇ içerisinde karşılardı. İbn Mes’ûd radiyallahu anhu’un rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Bedir Savaşı hazırlıkları yaparken halkı müşriklere karşı Bedir’e katılmaya dâvet ediyordu.
Mikdâd b. Esved radiyallahu anhu, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e gelerek şu sözü söyledi.: Yâ Resûlullah Biz, Beni İsrâil’in Mûsa’ya.: “Sen ve RABBin gidin Savaşın, biz burada oturucularız!” dediği gibi diyecek değiliz. Sen hükmet, biz sağında ve solunda, önünde ve arkanda seninle beraberiz diyoruz.”
İbn Mes’ûd radiyallahu anhu, bu söz üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yüzünün parladığını ve SEVİNÇle dolduğunu gördüm buyurmaktadır. (Buhârî, “Meğâzî”, 4, “Tefsir Mâide”, 4.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, tavırlarıyla insanların en çok güler yüzlü ve neşeli olanı idi. Ancak Kur’ÂN Âyetleri nâzil olurken ve âhiret konusunda ashâbına sohbet ederken yüz ifâdesi değişirdi. (Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 2/882.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in, ashâbının yüzüne en çok gülümseyen, SEVİNÇ ve neşesini sürekli onlara belli eden kimse olduğu anlaşılmaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, her şeyde ölçülü olduğu gibi gülmede de ölçülü idi.
Hz. Âişe, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in gülmesi ile ilgili şöyle buyurmaktadır.: “Ben Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in küçük dili görünecek şekilde kahkaha ile güldüğünü hiç görmedim. O sadece tebessüm ederdi.” (Buhârî, “Tefsîru sûre el-Ahkâf”, 2, Edeb 68.)
Hadisten anlaşıldığına göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, SEVİNCini kahkahadan uzak olarak tebessüm ile izhâr etmektedir.
Talha b. Ubeydullah’tan nakledilen bir hadiste ise şöyle anlatılmaktadır.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'i daha önce hiç görmediğimiz bir SEVİNÇ görüyoruz.” Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de.: “Evet, bir Melek geldi ve şöyle dedi.: "Ey MuhaMMed! RABBin sana şöyle söylüyor.: “Ümmetinden sana salât ve selâm getirenlere, on misliyle salât ve selâm etmem seni razı ve memnun etmez mi?” Ben de.: “Evet eder!.” dedim.” (Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 96; Nesâî, “Sehv”, 55.)

Bu hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in SEVİNCine sebeb olan şeyin kendisine ALLAH TeALÂ’nın ikramı olan salât ve selâm getirilmesi ve bunu yapan Müslüman’dan ALLAH’ın Razı olması ve fazlasıyla karşılık bulmasından dolayı bu durum Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in SEVİNCine sebeb olmuştur.
Hz. Âişe’nin rivayetine göre.: “Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i SEVİNÇli gördüm ve Yâ Resûlullah, bana DUÂ et!” dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de.: ALLAH’ım! Âişe’nin geçmiş, gelecek, gizli, âşikâr olarak işlediği bütün günahları bağışla!.” diye DUÂ etti. 442 442 Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehebî, Siyeru â’lâmi’n-nübelâ (Beyrut: Müessesetü’r-risâle, 1982), 2/145.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Hanımları arasında Hz. Hatice’den sonra en çok Hz. Âişe’yi SEVmiş ve kendisine en çok kimi SEVdiği sorusuna karşılık onun adını vermiş ve bu SEVgisini de sözle dile getirmiştir. (Zehebî, Siyeru â’lâmi’n-nübelâ, 141-143.)

Aynı şekilde Hz. Âişe’yi överek şöyle buyurmuştur.: “Âişe’nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir.” diyerek ona karşı övgü ve iltifâtlarda bulunmuştur.
Rivayetlerin genelinden anlaşıldığına göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, SEVİNÇ hallerinde tebessüm, gülme, gülümseme, SEVinme gibi duygusal hallerinin sahâbe tarafından anlatılıp tasvir edildiği görülmektedir..

SEVİNCini, bazen tebessümle bazen gülerek muhataplarından SEVgi ve ilgiye muhtaç olan çocuklar olmak üzere hanımlarına ve sahâbeye göstermiştir. Bazı anlatımlarda da onun yüz ifâdesi tasvir edilerek SEVİNÇli olduğu durumlar belirtilmektedir.


Resim 3.8. KUR’ÂN ve SÜNNETE GÖRE İNSANI SEVİNDİREN UNSURLAR.:

İnsan, duyguları olan bir varlıktır. Bu yüzden hayatın bütün zevk ve acılarını duygularıyla yaşar. Davranışları, duygularının ve hislerinin etkisiyle şekillenir. Bu durum kişiden kişiye değişiklik gösterir. İnsanın SEVİNÇ halinin ortaya çıkmasında iç dünyası kadar dış dünyasının da etkisi vardır. Çalışmada SEVİNCi doğuran amiller bağlamında bunların neler olduğu incelenecektir. ALLAH’ın insana dünyada vermiş olduğu nimetlere SEVinmesine vesile olan şeylerden birisi de sahip oldukları ilâhî lütuf ve nimetlerdir. Bu hususa ALLAH TeALÂ’nın Hz. Süleyman’a verdiği imkân ve nimetleri örnek olarak verebiliriz. “Süleyman, onun sözünden dolayı gülümsedi.”

فَتَبَسَّمَ ضَاحِكًا مِّن قَوْلِهَا وَقَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَى وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضَاهُ وَأَدْخِلْنِي بِرَحْمَتِكَ فِي عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ
“(Süleymân aleyhisselâm, karıncanın) Bu sözü üzerine tebessüm edip gülerek: “RABBim, (hayvanların dilinden ve halinden anlamayı lütfettin ve daha nice faziletler verdin, öyle ise) hem bana, hem anne ve babama verdiğin bunca nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın sâlih amel(ler) işlemeyi ilham et ve beni rahmetinle sâlih kulların arasına kat!” deyip (dua etmişti).” (Neml 27/19)

Âyette Hz. Süleyman’ın tebessüm ve SEVİNCinin sebebi ALLAH’ın ona vermiş olduğu imkân ve nimetler olarak açıklanmaktadır. Çünkü Hz. Süleyman karıncaların sözlerini aracısız anlamış ve bir karıncanın böyle ince bir anlayışa sahip olması ve diğer karıncaların onun sözünü dinlemesi Hz. Süleyman’ı SEVindirmişti. Dinin temeli olan îman ve güzel ahlâk ile ALLAH SEVgisi arasındaki bağı veciz bir şekilde şu hadis ifâde etmektedir.
Ebü’d-Derdâ radiyallahu anhu anlatıyor.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdular ki.: “Hz. Dâvud’un DUÂ ları arasında şu da vardır.: “ALLAH’ım! SENden, SEVgini ve SENİ SEVenlerin SEVgisini ve SENİN SEVgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. ALLAH’ım! SENİN SEVgini, nefsimden, âilemden, malımdan, soğuk sudan daha SEVgili kıl!.” (Tirmîzî, “Deʿavât”, 74. İmanın tadından ve zevkinden bahseden diğer hadisler için bk. Buhârî, “Rikâk”, 9, 14; “İkrâh”, 1; Müslim, “Îmân”, 56, 66; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/208.)

Günümüz Müslümanları, imânının gereğini yaşayamamasının sebebi olarak, ALLAH ve Resûlünü gereği gibi SEVememesi ve kendisini de bu SEVgiye ulaştıracak rehber insanları bulamamasından kaynaklanmaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Hayber’i fethettiği sıralarda, Cafer radiyallahu anhu’n başkanlığında Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar geri dönmüşlerdi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Câfer’i karşısında görünce SEVİNÇten onu kucaklayıp boynuna sarılmış ve Hayber’in Fethine mi yoksa Câfer’in gelişine mi? hangisine daha çok SEVineyim bilmiyorum!.” diyerek SEVİNÇ ve neşesini ifâde etmiştir.
(İbn Hişâm, İslam Tarihi, Sîreti İbn Hişâm, 4/5.)

İnsanların SEVİNCine sebeb olan etkenlerden biri de kaybetmiş oldukları bir kişiyi yeniden bulmalarıdır. Kur’ÂN’da Hz. Mûsâ’nın yaşamış olduğu sıkıntılar ve zorluklar anlatılmıştır. (Ali Sayı, Kur’ÂN’da Hz. Mûsâ (Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 1990), 2.)
ALLAH TeALÂ, Hz. Mûsâ’nın Annesine, onu kendisine iâde edeceğini vaât etmişti. Bu ilham onu teselli etmiş aynı zamanda ileriye dönük bir müjdeyi de içinde barındırmıştır. ALLAH’ın Vaadi gerçekleşerek Annesinin gözü aydın ve gönlü SEVİNÇ içerisinde dolmuştur. Bu durum insanın iknasının yanında iç dünyasında huzur ve SEVİNÇ duygularının yansımaları olarak da görülebilir. Müjde, SEVİNÇ ve mutluluk veren haber demektir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de zaman zaman ALLAH tarafından müjdeli vahiylerle SEVindirilmiştir. Bu müjdeler bazen çok üzücü olayların sonunda bir rahatlama ve ferahlık duygusunun yaşanmasına bazen de gelecekle ilgili SEVindirici haberlerin alınıp mü’minlerin SEVİNÇlerinin artmasına vesile olmuştur.
Örneğin Hudeybiye Antlaşması (6/628) dönüşünde ordunun konakladığı bir zaman diliminde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih bahşettik.”

إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا
“Doğrusu BİZ Sana (zafer yollarını) açtık; apaçık bir fetih ihsân ettik.” (Feth 48/1)
Müjdeli âyeti nâzil olmuştur.
İnsanın SEVİNCine etki eden şeylerden biri de cömertliktir. Cömert insan, başkalarına ikramda bulunarak onları SEVindirmekte ve bundan dolayı da mutlu olarak SEVİNÇ hissi duyar. Cömertlik, insana dost kazandırır. Bu yüzden kişi, dostlarının çokluğu nisbetiyle mutlu olur ve SEVinir. Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kişi, kardeşleri ile çoktur.” buyurmuştur. (Kuzâî, Şihâbü’l-Ahbâr, 61.)

Hadisten anlaşılan, bir insanın ne kadar fazla dostu, SEVeni, imân kardeşi, varsa o kişi, o kadar mânen çok itibarlı olur. İnsanın SEVİNCine vesile olan şeylerden biri de iyiliktir. Kur’ÂN’da iyiliğin emredilmesi ve kötülüğün menedilmesinin önemine vurguda bulunulmuştur.

وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُواْ الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُواْ يَأْتِ بِكُمُ اللّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Herkesin (her toplumun) yüzünü çevirdiği bir yön (cihet, hedef) vardır. Öyleyse (siz) hayırlarda yarışınız. (Çünkü siz Hakk ve Hayır üzere bulunursanız) Her nerede olursanız, ALLAH sizleri bir araya getirecektir. (Size birlik ve dirlik nasip edecektir.) Şüphesiz ALLAH, her şeye güç yetirendir.” (Bakara 2/148)

يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلَاةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ
يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلَاةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ
“Ey oğulcuğum! (ALLAH’a teslimiyet ve vicdani hürriyet alâmeti olan) Namazı dosdoğru kıl, ma’rufu (iyi ve güzel olanı) emret, (insanları) münkerden (kötü ve çirkin işlerden) men’ et; (bunları uygulayacak adil bir düzen kurmaya çalış) ve bunları yaparken sana dokunacak zarar ve saldırılara karşı da sabret. Çünkü bunlar azim (kararlılık) gösterilmesi gereken (ve özgüven isteyen önemli ve öncelikli) işlerin (başındadır).” (Lokmân 31/17)

Hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Her bir iyiliği emretmek sadakadır her bir kötülükten alıkoymak sadakadır.” (Müslim, “Salâtü’l-Müsafirîn”, 84, “Zekât”, 53; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 172; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/167, 168.)

Kur’ÂN ve Sünnetin Prensipleri üzerine kurulu, huzurlu ve mutlu bir toplum oluşturmaya yönelik iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmak, belirli bir zümreye bırakılmamış, herkesin gücü nisbetinde, gördüğü kötülüğü düzeltmesi istenmiştir. (Zekeriya Güler, Hadis Günlüğü (İstanbul.: Damla Ofset Yayıncılık, 2011), 122- 123.)

İnsanın huzuruna, SEVİNCine ve mutluluğuna vesile olan şeylerden ilim öğrenmek, yardımlaşma ve dayanışma, gibi durumlar da vardır. (el-Bakara 2/143; Buhârî, “Mezâlim”, 3, “İkrah”, 7; Müslim, “Zikir”, 38; Ebû Dâvûd,” İlim”, 1; Tirmizî, “İlim”, 2; “Kıraat”, 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/252,407.)

“وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلاَّ لِنَعْلَمَ مَن يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّن يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِن كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلاَّ عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
“İşte böylece BİZ sizi, (ey Müslümanlar!) insanlara şâhid (ve örnek) olmanız için (ifrat ve tefritten sakınıp doğru ve uygun yolu tutan vasat) orta bir ümmet kıldık; Peygamber de sizin üzerinizde bir şâhid olsun (diye böyle yaptık). Senin üzerinde bulunduğun (yönü, Kâbe’yi) kıble yapmamız; Elçiye uyan (sadık)ları, topukları üzerinde gerisin geri dönen (kaypak tiplerden ve Hakk yolu terk edenlerden) ayırt etmek içindir. Doğrusu (bu tür öze dönüşler ve değişimler) ALLAH’ın hidâyete ilettiklerinin dışında kalanlar için büyük (ve ağır bir yük) gelir. (Oysa) ALLAH, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz ALLAH, insanlara şefkatli ve merhametlidir.” (Bakara 2/143)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Peygamberliğinin ilk yıllarında Hıristiyan Doğu Roma ile ateşperest İran, dünyanın güçlü iki devletiydi. Bu iki devlet savaştılar ve Romalılar mağlup oldu. Bundan dolayı İranlılar ve Mekkeliler büyük bir SEVİNÇ içerisine girdiler. Kur’ÂN, bu durumu şöyle bildirmektedir.: “Elif Lâm Mîm. Rumlar yenildi. Arapların bulunduğu bölgeye en yakın bir yerde onlar, bu yenilgilerinin ardından birkaç yıl içinde mutlaka gâlip geleceklerdir. Onların bu yenilgilerinden önce de sonra da emir ALLAH’ındır. Ve o gün mü’minler SEVineceklerdir...”

الم
غُلِبَتِ الرُّومُ
فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُم مِّن بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ
فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِن قَبْلُ وَمِن بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ
“Elif-Lâm-Mîm.
(Asr-ı Saadet’te ve Mekke Döneminde yapılan bir savaşta) Rum (orduları Mecusî İranlılar karşısında) yenilgiye uğrayıp (mağlup edildi).
(Bu olay) Dünya’nın en alçak yerinde (meydana gelmişti). [Not: Bu savaş Lut kavminin helak edildiği, deniz seviyesinden 394 m. aşağı bölgede geçmiştir.] Ama onlar, (İran Mecusilerine bu hezimetle) yenilgilerinden sonra (Bizanslılar tekrar Perslilerle savaşıp bu sefer galip gelerek) onları yeneceklerdir.
(Şu gelecek) Birkaç sene (üç ile dokuz yıl) içinde (bu haber gerçekleşecektir). Önünde ve sonunda emir ALLAH’ındır. (İşte) O gün (Mecusi ve müşrik İran’a karşı Ehl-i Kitap olan Bizans’ı tutan) mü’minler ferahlanıp sevineceklerdir.”
(Rûm 30/1-4)

Gerçekten de Rumlar’ın İranlılar’a galip geldikleri günde mü’minler de kâfirlere karşı Bedir Savaşında galip gelerek SEVinmişlerdi. (Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili, 6/238.)

O zamanlar böyle bir galibiyet mümkün görülmüyordu. Çünkü Rumlar’la İranlılar arasında kuvvet dengesi yoktu. İnsanlar olayları sebebler açısından değerlendirmekte idiler. Bu sûre de ALLAH TeALÂ şu hakikati hatırlatmaktadır. Bir gün mutlaka inananlar, Sâsânî ve Rumlar’a karşı galip geleceklerdir. Bu hâdise ile Ehl-i kitap olan bir topluluğun galibiyeti mü’minlerin SEVinmelerine vesile olmuştur. Hz. İbrahim’in şahsında ve etrafında cereyan eden hadiseler oldukça manidârdır. Sâre ile evlenen Hz. İbrahim’in yaşının ilerlemesine rağmen çocukları olmaz. Ne zamanki kendisine evlat müjdesi verildi “Bilgili bir oğul ile müjdelediler…”

فَأَوْجَسَ مِنْهُمْ خِيفَةً قَالُوا لَا تَخَفْ وَبَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ عَلِيمٍ
“(Melekler yemeyince) Bunun üzerine (İbrahim’in) içine bir tür korku (ve kuşku) düşüvermişti. (Onlar ise) "Korkma" demişler ve onu bilgin bir erkek çocukla müjdelemişlerdi.” (Zâriyât 51/28)

Bu durumda Hz. İbrahim’in yüzünde mutluluktan SEVİNÇ hali belirdi. Beşşera kelimesi bir kimseye bilgisi olmadığı bir konuda SEVindirici bir haber vermek manasını ifâde etmektedir. Kelime şeddeli okunduğunda (beşşera) müjde, SEVindirici haber, şeddesiz okunduğunda ise SEVİNÇ sürûr manalarına gelmektedir. (İsfehânî, Müfredât, “B-ş-r”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 144.)
Hz. İbrahim ve hanımı müjdeyi duymuş bu müjde karşısında hayretler içinde kalmışlar, hanımı SEVİNÇ içinde ve iki elini yanaklarına kapatmıştı. Bu nasıl olur, çocuğum olmayacak kadar yaşlı biriyim diye çığlık atmıştı. Böylece kendisi yaşlı biri olarak bu müjde karşısında SEVİNCini belli etmişti. (Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili, 7/260.)

Hz. İbrahim’in hanımı Sâre, yıllardır özlemini çektiği, fakat hiç beklemediği hatta biyolojik olarak şartları pek mümkün olmadığı halde evlatla müjdelenme karşısındaki sükûneti beklenecek bir durum değildi. Bu kadar çok özlemini çektiği bir olayın şaşkınlığını ve SEVİNCini ifâde etmesi tabiîdir. Hz. Zekeriyyâ, içindeki evlat isteğinden dolayı RABBine DUÂ etmiş ve DUÂ sına mihrapta namaz kılarken.: “Zekeriyya mabette durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nidâ ettiler.: “ALLAH sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler.” şeklinde haber verilmiştir.

فَنَادَتْهُ الْمَلآئِكَةُ وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي فِي الْمِحْرَابِ أَنَّ اللّهَ يُبَشِّرُكَ بِيَحْيَى مُصَدِّقًا بِكَلِمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَسَيِّدًا وَحَصُورًا وَنَبِيًّا مِّنَ الصَّالِحِينَ
“O, mihrapta namaz kılarken, melekler ona (kalben şöyle) seslendiler.: "ALLAH, sana (hayırlı bir oğul olarak) Yahya’yı müjdeler. O, ALLAH’tan olan (kutlu) bir kelimeyi (İsa’yı) doğrulayan, erdemli ve efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamberdir." (Âl-i İmrân 3/39)

Hz. Zekeriyyâ’ya melekler Hz. Yahyâ’yı müjdeledikleri halde ALLAH’a nidâ etmesi; ALLAH’ın vaadinden şüphe ettiği için değil, müjdesini pekiştirmek için sorduğu anlaşılmaktadır. (İbn Cerir et-Taberî, Câmiu’l-beyân an te’vil-i âyi’l-Kur’ÂN (Beyrut: Müessesetü’rrisâle, 1415/1994), 2/252.)

Kur’ÂN’da Hz. Meryem müjde olarak Hz. İsâ’ya anne olduğu bildirilen ve kendisinden methedilerek bahsedilen bir kadındır. Ona da Hz. Zekeriyyâ’ya verilen müjde gibi Hz. İsâ müjde olarak verilmiştir. “Melekler demişlerdi ki.: “Ey Meryem; ALLAH kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor.”

إِذْ قَالَتِ الْمَلآئِكَةُ يَا مَرْيَمُ إِنَّ اللّهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِّنْهُ اسْمُهُ الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَجِيهًا فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَمِنَ الْمُقَرَّبِينَ
“Hani melekler.: "Ey Meryem! Doğrusu ALLAH Kendinden bir kelimeyi (İsâ’yı doğuruvereceğini) sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsâ Mesih’tir. O, dünyada ve âhirette “seçkin, onurlu ve saygın kılınmış birisidir” ve (ALLAH’a) yakın kılınan (mukarreb kimselerdendir)." (Âl-i İmrân 3/45)

Bu müjde karşısında Hz. Meryem’in, Cebrâil’e cevabı.: “Meryem.: “RABBim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?” şeklinde olmuştur.

قَالَتْ رَبِّ أَنَّى يَكُونُ لِي وَلَدٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ قَالَ كَذَلِكِ اللّهُ يَخْلُقُ مَا يَشَاء إِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
“(Hz. Meryem şaşkınlıkla.:.) "RABBim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir?" dedi. (Cenâb-ı HAKk ise:)"İşte böyle!.." dedi. ALLAH neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona "OL!" der, o da hemen oluverir.” (Âl-i İmrân 3/47)

Bu müjde Hz. Meryem’in niteliklerini ve onun ALLAH Katındaki değerini ortaya koymaktadır. Hz. Meryem, müjdeyi bir vakar ve olgunlukla karşılamış, RABBine yönelmiş ve O’na niyazda bulunmuştur. ALLAH TeALÂ, insanı erkek ve kadın olmak üzere aynı nefisten iki ayrı cins olarak yaratmış ve bu yaratmadaki bazı hikmetlere işâret etmiştir.: “İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda rahmet ve muhabbet var etmesi, O’nun varlığının delillerindendir. Bunlarda, düşünenler için dersler vardır.”

وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِّتَسْكُنُوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُم مَّوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“O’nun (ALLAH’ın) âyetlerinden (vahdet ve rahmet alâmetlerinden) birisi de, kendileriyle huzura kavuşmanız (ve kaynaşmanız) için, size kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranıza muhabbet ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunlar düşünen bir topluluk için (ne büyük hikmet ve) ibretler barındırmaktadır.” (Rûm 30/21)

Eşler birbirine SEVgi ve eğilim gösterir, birlikte olmaktan mutluluk duyar, gönüller itmi’nân olur ve sakinleşir. İnsanın eşi ile rahata ermesi, SEVİNÇ ve mutluluk duyması, derin şefkat ve merhamet duyguları vesilesi ile gerçekleşmektedir. İnsanlarla iyi geçinmenin yolu, onlara güzel ve hoş sözler söylemek ve elinden geldiğince nazik ve kibar davranmaktan geçer. Bu ölçüyü en güzel şekilde uygulayan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’dir. O, eşlerine iyi davranmış ve Müslüman erkelere de eşlerine iyi davranmalarını tavsiye etmiştir. (İbn Mâce, “Nikâh”, 50.)
Başka bir hadiste.: “Kadın kaburga kemiği gibi yaratılmıştır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Ondan faydalanmak istersen bu haliyle faydalanabilirsin.” (Buhârî, “Nikâh”, 79; “Radâ’”, 65.)

Buyurarak kadın ile nasıl geçinilmesi gerektiğini bildirmiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, RABBine ibadet için hazırlandığı zaman tevazu’ya bürünürdü. Savaşlarda korkusuzca kahramanlık sergileyerek ashabının önünde ilerlerdi. Evinde hanımları ve Çocukları ile birlikte olunca neşeli bir halde tebessümü yüzünde belirir, rahat ve huzurlu olur, ev halkını da rahatlatır, halktan biri gibi sade, sakin ve sıcak olurdu. (Muhammed Saki el-Hüseyni, Âile Saadeti, 41. Baskı (İstanbul: Semerkand Yayınları, 2016), 64.)

Müslümanlar, Kur’ÂN ve Sünneti kendilerine vazgeçilmez bir ölçü olarak kabul ederek, SEVİNÇ ve üzüntülü hallerinde inanç esaslarının gereklerine göre hareket edip sorumluluklarını yerine getirmelidirler..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 3.9. HADİSLERDE İNSANIN SEVİNCİNE ETKİ EDEN DURUMLAR.:

SEVİNÇ, insanın istediği bir şeyin gerçekleşmesi neticesinde oluşan bir duygu olarak tanımlanmaktadır. SEVgi, bütün canlılarda görülen bir duygudur. İnsan, bâzen SEVdiği şeyleri SEVİNCe dönüştürebilmektedir. Bu durum, varlıkların yapılarına göre farklılık göstermektedir. (Muhsin Demirci, Kur’ÂN’da Toplumsal Düzen (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2005), 84.)

Aynı zamanda SEVgi ve SEVİNÇ evrensel bir duygudur. Annenin çocuğunu SEVmesi, onun yaptığı güzel şeylere SEVinmesi, eşlerin birbirlerini SEVmesi bunlara en güzel örnektir.

Enes radiyallahu anhu’n rivâyet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Medine’ye hicret ettiği zaman onun gelişine SEVİNÇ gösterileri olarak, Habeşliler’in harbeleriyle oynadıkları bildirilmiştir. (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 59.)

İbn Abbas radiyallahu anhu şöyle anlatıyor.: “Altın ve gümüşü biriktirip ALLAH yolunda harcamayanlara can yakıcı bir azabı müjdele.”

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّ كَثِيرًا مِّنَ الأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللّهِ فَبَشِّرْهُم بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
“Ey iman edenler! (Uyanık bulunun) Ahbar ve Ruhbanın (Yahudi hahamları ve Hristiyan papazları gibi, dinini dünyalık kazanç kapısı yapan bilgin takımının) birçoğu; insanların malını, hakkı olmadan (din istismarı ve sahtekârlıkla) alıp yemekte (bunlar kendilerine itimat ve itibar eden kimseleri zalim sistemlere uşak haline getirmekte) ve onları Allah yolundan çevirmektedirler. (Oysa) Altını ve gümüşü (parayı ve serveti) biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar(a gelince), işte onlara acı bir azabı müjdele. (Ki bunlardine hizmet perdesi altında servet ve şöhret edinmektedirler.)” (Tevbe 9/34)

Âyeti nâzil olduğu zaman, Müslümanlar endişe duydular. Hz. Ömer.: “Ben sizin üzüntünüzü gidereceğim, haydi gelin!.” dedi. Hep beraber Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e müracaat ederek.: “Yâ Resûlullah bu âyet ashâbını çok endişelendirdi.” dediler.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH =>Zekâtı, malınızdaki kalan kirliliği temizlemek için, sizden sonrakilere kalması içinde mirası farz kıldı!” buyurdu.
İbn Abbas, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bu açıklaması üzerine SEVİNCinden.: “ALLAHu Ekber!” dedi.” (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 32.)
Hadisten anlaşıldığına göre Sahâbe, Kur’ÂN Âyetlerini tam mânâsıyla anlamadıkları zaman Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e sorarlardı. Açıklayıcı izahatı öğrendiklerinde bâzen hayret ve SEVİNÇten dolayı tekbir getirdikleri olurdu.

Saffân b. Assâl radiyallahu anhu, anlatıyor.: “İki Yahudi konuşuyorlardı, biri arkadaşına.: “Gel seninle şu Peygamber’e gidelim ve bir şeyler soralım!” dedi. Arkadaşı.: “Ona peygamber deme!” diye müdahale edip ekledi.: “Şayet o, kendisinden “Peygamber” diye bahsettiğini duyacak olursa SEVİNCinden gözleri dört olur."
Beraberce gidip Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e soru sordular. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, onlara.: “ALLAH’a hiçbir şeyi ortak koşmayın, hırsızlık yapmayın, zinâ etmeyin, ALLAH’ın haram kıldığı cana kıymayın, mâsum kişiyi öldürmeyin, sihir yapmayın, fâiz yemeyin, günahsız kadına zinâ iftirası atmayın, savaş sırasında cepheden kaçmayın, ey Yahudiler! Bilhassa sizin için söylüyorum, cumartesi günü yasağını ihlâl etmeyin!”
dedi.
Saffân der ki.: “Bu cevap üzerine Yahudiler, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in el ve ayaklarını öptüler ve.: “Şehadet ederiz ki sen Peygambersin” dediler. Saffân diyor ki.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem onlara.: “Öyleyse niye bana uymuyorsunuz?” diye sordu. Onlar.: Dâvûd (aleyhisselâm) ->Neslinden peygamber kesilmesin diye DUÂ etti. Biz, sana uyduğumuz takdirde Yahudilerin bizi öldürmesinden korkuyoruz!” cevabını verdiler.” (Tirmizî, “İsti’zân”, 33; Nesâî, “Tahrîm”, 18; İbn Mâce, “Edeb”, 16.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, çocuklara ilgi gösterir, yanlarına uğrar ve onlara selâm verir. Bir çocuk gördüğünde mübarek yüzünü SEVİNÇ ve neşe kaplardı. (Müslim, “Selâm”, 15.)

Onu tutar, kollarının arasına alır, SEVer ve öperdi. Bu durum onlara şahsiyet kazandırma açısından önemlidir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, haftanın bir günü kadınların isteği üzerine onlara sohbet yapardı. Bir defâsında kadınların sesi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in sesini bastırdığı bir anda Hz. Ömer içeri girme izni ister. İzin verilince kadınlar toparlanıp, örtülerine bürünürler. Bu durumu gören Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, için için gülmeye başlar. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in gülüşüne bir anlam veremeyen Hz. Ömer sorar.: "Yâ Resûlullah! Gülme sebebiniz nedir?" diye sorunca, "Kadınların senden çekinmelerinden dolayı" cevabını verir. (Buhârî, “Edeb”, 68.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir gün minberde hutbe irad ederken bir bedevî mescidden içeriye girdi ve.: “Yâ Resûlullah Yağmursuzluktan her taraf kurudu, topraklarımız kuraklıktan çatladı. Çoktandır yağmur yağmıyor. ALLAH’a DUÂ edin de yağmur yağsın!” dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, DUÂ edince yağmur yağmaya başladı. Sokaklar su içinde kaldı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, böyle bir ihsan karşısında, ALLAH’a hamd ederek, SEVİNCini tebessümle göstermiştir. (Buhârî, “İstiskâ”, 14; Ebû Dâvûd, “İstiskâ”, 2.)

Hoşa giden bir durum kişiden kişiye ve hâdiseden hâdiseye göre değişmektedir. İnsanın SEVİNCini ifâde etmek amacıyla tebessüm ve gülme halinin, tabii bir şey olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. Ebû Bekir, bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına girmek için izin isterken, Hz. Âişe’nin Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e bağırdığını işitti ve içeri girince kızına.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e nasıl bağırıyorsun!” diyerek ona tokat atmaya davrandı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ona müsaade etmedi ve oradan kızgın bir halde çıkıp gitti. Hz. Ebû Bekir çıktıktan sonra Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Hz. Âişe’ye.: “Bak seni adamın elinden nasıl kurtardım?” dedi. Aradan birkaç gün geçince Hz. Ebû Bekir, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in evine tekrar geldi içeri girmek için izin istedi. İzin verildi ve içeri girdi. Bu defâ Resûlullah’ın, Kızı Âişe (radiyallahu anha) ile barışmış olduğunu görünce SEVindi ve onlara.: “Beni nasıl kavganıza kattıysanız barışınıza da katmaz mısınız?” dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kattık, kattık!” dedi. (Hayreddin Karaman, İslâm’da Kadın ve Âile (İstanbul: Ensâr Neşriyat, 1995), 416.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Ehl-i Beyt’i ile yakından ilgilenir, bâzen evlerine gider sohbetlerine dâhil olur ve gönüllerini hoş tutardı. Bir gün yine Kızı Fâtıma (radiyallahu anha)’nın evine gitmişti. İçeri girdiğinde Kızı ile damadı Ali radiyallahu anhu’nin kendi aralarında bir şeyler konuşarak güldüklerini gördü. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i görünce toparlandılar ve konuşmayı kestiler. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, gülmelerinin sebebini sorunca Hz. Fâtıma Babasına.: “Sizin yanınızda hangimizin SEVimli olduğunu konuşuyorduk!” cevabını verdi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kızım sen, babanın evlâdına olan tabii SEVgisi ve yaratılışındaki şefkatle bana SEVimlisin. Ali de benim gözümde izzet ve kerâmet sahibi olduğu için SEVimlidir!.” buyurarak her ikisinin de değerini ifâde ederek gönüllerine sürûr vererek hoş etti. (Mehmet Emre, Büyük İslâm Kadınları ve Hanım Sahâbîler (İstanbul: Çelik Yayınevi, 2013), 141.)

İnsan için hulûs-i kalb ile yapmış olduğu TÖVBE =>SEVİNÇtir. Gözyaşlarıyla günahlarına pişmanlık, mutluluktur. Birçok üzüntünün sebebi hayata bakış açısından doğar. İnsan kötümser olursa, hayata kötümser bakar, sıkıntı ve hüzün üretir. İyimser olursa, hayata iyimser bakar, SEVİNÇ ve mutluluk üretir. Şükür ve kanaât hali insana yaşama SEVİNCi verir. Maddiyatta kendisinden aşağıdakilere bakıp şükretmek, mâneviyatta kendisinden yukardakilere bakıp gayret etmek kişiyi hem SEVİNÇli hem de mutlu yapar. (Vehbi Vakkasoğlu, Üzüntüsüz Yaşamak (İstanbul: Nesil Yayınları, 2006), 20.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İyiliklerine SEVinen, kötülüklerine de üzülen kimse mü’mindir.” buyurdu. (Tirmizî, “Fiten”, 7.)

Yine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, farz ibâdetlerden sonra din kardeşini SEVindirmesinin ALLAH’a en SEVimli gelen işlerden olduğunu bildirmiştir. (Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmiu’s-sağîr, 1/167)

Hoş görülmeyen SEVİNÇ ise kibir göstererek, hak tanımamayı içeren SEVİNÇtir. Yasaklanan hüzün de kişiyi sabırdan uzak ve ALLAH’ın Hükmüne teslim olmaktan çıkaran hüzündür.

Yukarıda belirttiğimiz hadislerden de anlaşılacağı üzere insanın duygularına etki eden mutluluk hali SEVİNCinin kaynağıdır. Kişi iyilik yaptığı zaman bu iyilik SEVİNCe dönüşür. Yapılan tebessüm ve merhamet, yapanın şahsına değer katar. Kötülük ise insanı küçültür. Dolayısıyla mü’minlerden istenen,SEVİNÇlerin yol açtığı mutluluklar ile sıkıntıların verdiği acılarla ALLAH TeALÂ’ya yönelmesi ve SEVİNÇ ve üzüntülerde itidalli olunması gerekir.


Resim 3.10. HADİSLERE GÖRE SEVİNCİN BEDEN DİLİYLE İLİŞKİSİ.:

İnsan bedeninin en mânâlı alanlarından biri de yüzdür. Nerede olursa olsun insanların duyguları belirgin şekilde yüz ifâdeleriyle açığa çıkar. Korku, şaşkınlık, kızgınlık, nefret, üzüntü ve SEVİNÇ gibi hisleri gösteren mimikler ve kas hareketleri bütün insanlarda vardır. İnsan yüzünde beliren bu ifâdelere duygusal ifâdeler denilmektedir. (Üstün Dökmen, İletişim Çatışmaları ve Empati (İstanbul: Sistem Yayıncılık, 2005), 28.)

Her insanda olduğu gibi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de duygularını/SEVİNÇlerini sözleriyle birlikte yüz ifâdeleri ile muhataplarına iletmiş ve muhatapları da onun yüz ifâdesini rahatça okuyup anlamışlardı.
Ebû Saîd el-Hudrî radiyallahu anhu, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bu yönüne işâreten.: “Onun hoşlanmadığı bir şeyi biz onun yüzünden anlardık” diyerek belirtmektedir. (Buhârî, “Menâkıb”, 23, “Edeb”, 72; Müslim, “Fedâil”, 67.)
Uzmanlar.: “Bir iletişimin yapılandırılmasında ortalama olarak, kelimeler %10, ses tonu %30, beden dili %60 rol oynar.” demektedirler. (Necati Kara, Bir İletişim Aracı Olarak Kur’ÂN’da Beden Dili (İstanbul: Bilge Yayınları, 2004), 215.)

Bu yüzden anlatımı bu tarz usullerle zenginleştirmek, önemli bir metottur. Kişinin gördükleri şeyler, dinledikleri veya okuduklarına göre akılda daha uzun süre kalıcı olup, iz bırakmaktadır. Her alanda en güzel örnek olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in tebliğ ve beyan vazifesini ifâ etmede de insanlarla iletişim kurmadaki becerisi şüphesiz önemlidir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, SEVİNÇli, üzüntülü ve düşünceli olduğunu bazı durumlarda sözle ifâde etmese de hareketlerinden yani beden dilinden gayet net olarak anlaşılmakta idi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, başkalarını incitmeme adına duygularını bu yolla ortaya koymaya özen göstermiştir. Çünkü söz düşüncenin, beden ise duyguların dili olarak bilinir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in de beden dilini kullanmada dikkatli olması ve söze daha az yer vermesi onun ahlâkî üstünlüğünü gösterir. (Hz. Peygamber Örneği”, Iğdır Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi 1 (2012), 29-44; Mahmut Kavaklıoğlu, “Sergilediği Beden Dili Açısından Hz. Peygamber”, Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi 3/6 (2004/2), 49-80.)

İfk Hadisesinde Hz. Âişe’ye atılan çirkin iftira ile sıkıntısı nasıl yüzüne vurmuş ise ALLAH TeALÂ tarafından temiz olduğuna dair Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e müjdeli vahiy (Nûr 24/11-21) geldiğinde SEVİNÇ/sürûr hali de yüzüne yansımıştır. (Buhârî, “Megâzî”, 35.)
“Ey Âişe! ALLAH, seni temize çıkardı!” buyurarak Hz. Âişe ile SEVİNÇten tebessüm etmişlerdi. (Buhârî, “Şehâdât”, 15, 30; “Cihâd”, 64; “Megâzî”, 11, 34; Müslim, “Tevbe”, 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/60, 195.)

İnsanın, SEVİNÇ ve mutluluk duygularını anlatmada söz ve kelimeler yetersiz kaldığında, bedenin delil olması ön plana çıkar. Davranışları ve beden hali, söz ve kelimelerden daha büyük etki yapar. Maddî bir şeyin hoşa gitmesinden dolayı göğsünde bir genişleme ve rahatlama hisseder. (Ahmet Debbağoğlu-İsmail Kara, Ansiklopedik Büyük İslâm İlmihali (İstanbul.: Dergâh Yayınları, 1980), 426.)

İnsanlar mutlu olduklarında tebessüm ederler; üzgün ve kızgın hallerinde ise kaşlarını çatarlar. Tebük Seferi’nden (Receb 9 / Ekim 630) geri kalan üç sahâbe, tövbelerinin kabul edilmesine kadar geçen sürede sıkıntı ve zorluklara maruz kalmışlardı ki yeryüzü genişliğine rağmen onlara dar gelmişti.:

وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُواْ حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنفُسُهُمْ وَظَنُّواْ أَن لاَّ مَلْجَأَ مِنَ اللّهِ إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
“(Rahata ve menfaate meyletmeleri yüzünden cihaddan ve Bizans’a yönelik zorlu Tebük Gazasından) Geri bırakılan (Sahabeden) o üç kişiye, (Kâ’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebi, Hilâl bin Ümeyye’ye 50 gün boyunca uygulanan tecrit=ilgiyi kesme cezâsı yüzünden) olanca genişliğine rağmen yeryüzü dar gelmeye başlamış, vicdani (sorumluluk ve rahatsızlıkları) kendilerini sıktıkça sıkmış ve (artık) ALLAH’tan başka sığınacak hiçbir makam ve barınak olmadığı kanaatine varmışlardı. Sonunda (hatalarını fark ve terk edip yeniden hayra ve hizmete) yönelmeleri için, ALLAH onların tevbelerini kabul etti. Şüphesiz ALLAH, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, Esirgeyendir.” (Tevbe 9/118)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ
“Ey imân edenler! (Her konuda) ALLAH’tan korkun (KurÂNn’ın ve Resulüllah’ın yoluna uyun) ve (Hakk davasında sağlam duran) doğru (sadık)larla birlikte olun (ki iman; Hakka tarafgirlik ve davaya sadakattir).” (Tevbe 9/119) (Tevbe 9/119)

Yapacak hiçbir şeyleri kalmamıştı ama pişmanlıktan, teslimiyetten, samimiyetten ve tövbeden uzaklaşmamışlardı. Böylece yaklaşık 50 gün geçmiş, tövbelerinin kabul edildiğine dair âyet nâzil olunca Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in huzuruna gelerek, içlerinden Kâ’b b. Mâlik radiyallahu anhu, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e selâm verdi. Memnuniyetten Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin yüzünde ışıl ışıl parlayan mütebessim bir yüzle.: “Müjdeler olsun! Ey Kâ’b, Annenden doğduğundan beri yaşadığın en hayırlı günü tebrik ederim!.” dedi.” Ben hemen sordum.: “Yâ Resûlullah, bu sizden gelen bir lütuf mu yoksa ALLAH’tan gelen bir lütuf mu?”
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hayır ALLAH’tan gelen bir lütuf!” dedi.
Kâ’b ilaveten şöyle dedi.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yüzü SEVİNÇli/sürûr anlarında bir ay parçası gibi parlardı. Biz bunu hemen anlardık. Bu müjdeli haberde de onun yüzündeki parlamayı gördük” (Buhârî, “Vesâyâ”, 16; “Cihâd”, 103; “Menâkib”, 23; “Menâkibü’l-ensâr”, 43; “Megâzî”, 3, 78; “Tefsîr Berâe”, 17, 18, 19; “İsti’zân”, 21; “Eymân”, 24; “Ahkâm”, 53; Müslim, “Tevbe”, 53; Tirmizî, “Tefsîr Berâe”, 3101; Ebû Dâvûd, “Talâk”, 11; “Cihâd”, 173; “Nüzûr”, 29; Nesâî, “Talâk”; 18, “Nüzûr”, 37.)

Buyurarak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in SEVİNCini tebssüm ederek ve yüzündeki parlama olarak ifâde ettiği anlaşılmaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ashâbına her zaman önem verirdi. Bir defâsında mescidde oturup sahâbeye sohbet ederken Hz. Ali radiyallahu anhu mescide girdi. Oturmak için yer aradı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem hangisi ona yer verecek diye ashâbının yüzüne baktı ise de kimse yerinden kıpırdamadı. Ancak Hz. Ebû Bekir, kendisi ile Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem arasında ona yer göstererek.: “Ey Ali! Gel buraya otur!.” dedi. Hz. Ali de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile Hz. Ebû Bekir arasına oturdu. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yüzünde bir SEVİNÇ belirerek.: “Ancak değerli insanlar, değerli ve üstünlük sahibi insanlara değer verirler!” buyurdu.” (Muhammed Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-sahâbe, çev. Ahmet Meylânî (İstanbul: Divan Yayınları, 1980), 2/655.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Müslümanların birbirlerine güler yüzle bakmasını öğütlerdi. Kendisi de yüzünden tebessümü eksik etmezdi. Ebû Abdissamed şöyle anılatıyor.: “Ümmü’d-Derda’dan, kocası Ebü’d- Derdâ’nın konuşurken sürekli tebessüm ettiğini işitmiştim. Ebü’d Derdâ’ya dedim ki, “İyi ama insanlar bu yüzden sana ahmak diyorlar.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/191.)
Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ şöyle dedi.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i ne zaman konuşurken görsem o hep tebessüm ederdi.” buyurarak sahâbenin de her konuda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i örnek aldıkları gibi mütebessim olma konusunda da örnek aldıkları görülmektedir.

Abdullah b. Zübeyr radiyallahu anhu’in babasının yönlendirmesiyle biat etmek üzere Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e gelmiş, onu görünce SEVİNÇten gülümsemiştir. (Müslim, “Âdâb”, 194.)
Onun bu tebessümü, beşerî ilişkilerde açıklığı gösteren olumlu bir tavır olarak değerlendirilmelidir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in geleni güler yüzle karşılamaya dair teşvikleri de görülmektedir. (Tirmîzî, “Birr”, 36. 495 Buhârî, “Ezan”, 46, 94; “Amel fi’s-salât”, 6; “Meğazî”, 83; Müslim, “Salât”, 98; Nesâî, “Cenâʾiz”, 7.)

Hz. Enes anlatıyor.:Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hastalığı şiddetlendiği zaman namazı, cemaate Hz. Ebû Bekir kıldırıyordu. Bir pazartesi günü cemaat saf olmuş namaza durduğu sırada Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hücresinin perdesini açtı, ayakta olduğu halde cemaate bakıyordu. Yüzü bir mushaf yaprağı gibi açık idi. Sonra tebessüm ederek güldü. Biz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i görmenin SEVİNCiyle az kalsın namazı bozacaktık. Hz. Ebû Bekir geri çekildi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in namaza geldiğini zannetti. Ancak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, işâret ederek namazı tamamlamamızı söyledi ve perdeyi indirdi. O gün vefât etti." (Buhârî, “Ezan”, 46, 94; “Amel fi’s-salât”, 6; “Meğazî”, 83; Müslim, “Salât”, 98; Nesâî, “Cenâʾiz”, 7.)
Burada Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in namaza ve cemaate önem vermesi ve sahâbenin de buna riâyet etmesi onu mutlu etmiştir. ALLAH’ın Emri olan namaza önem vermek bir Müslüman için çok mühim bir durumdur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in vefâtına yakın kendisi cemaate imamlık yapamasa da vekil tayin edip namazı cemaatle kılmalarını sağlaması hastalığının şiddetine rağmen onu SEVİNCe ve tebessüme gark etmiştir.

Hz. Âişe’den rivâyet edilen diğer bir hadiste.: “Resûlullah’ın, oruçlu iken eşlerinden birini öpmüştü dediği ve ardından güldüğü.”
nakledilmiştir.” Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in gülme sebebi ile ilgili farklı açıklamalar yapılmıştır. Kişinin, oruçlu iken eşini öpebileceğini yadırgayanlar için şaşkınlık duyarak güldüğü, kendisiyle ilgili bir konuyu insanlara anlattığı için utanarak güldüğü, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in, kendisine duyduğu SEVgiyi ve ilgiyi hatırlayarak SEVİNÇ ve neşeden güldüğü gibi farklı rivâyetler vardır. (Ahmed b. Ali b. Muhammed el-Askalânî, Fethu’l-bârî li şerhi Sahîhi’l-Buhârî, 3. Baskı (Kahire: Mektebetü’s-selefiyye, 1407/1986), 4/180.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e hicret izni verilince günün sıcak bir zamanında âdeti olmadığı halde Hz. Ebû Bekir’in evine gitmiş ve kendisine hicret izni verildiğini, onunla beraber hicret edeceğini söyleyince Hz. Ebû Bekir SEVİNÇten ağlamıştır. Hz. Âişe.: "Ben bir erkeğin SEVİNÇ gözyaşı döktüğünü babam Ebû Bekir’de gördüm." demiştir. (İbn Hişâm, İslam Tarihi, Sîretü İbn Hişâm, 2/151.)

Bazen insanın duyguları, şükürden ve kendisine verilen nimetlerden dolayı SEVİNÇ gözyaşlarına dönüşebilmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, insanların kendisinden bir şey istemelerini karşılıksız bırakmazdı. Şayet istenen o şey elinde mevcut ise verir yoksa başkasından tedarik edilmesini sağlar, onun bedelini de kendi adına borçlanırdı. Bir defâsında böyle bir durum bedevînin, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’dan bir istekte bulunması ve istediği şeyin kendisinde bulunmaması üzerine satın almasını ve borcunu da kendisinin ödeyeceğini söylemesi Hz. Ömer’i rahatsız etmiş ve çok üzmüştü. "Yâ Resûlullah Sen elindeki imkânları kullandın vereceğini verdin" demesi üzerine bu sözler Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hoşuna gitmedi. Orada bulunan Abdullah b. Huzeyfe es-Sehmî radiyallahu anhu.: "Ver ey ALLAH’ın elçisi korkma! Arşın sahibi olan ALLAH, seni darlığa düşürmez." Bu sözler Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hoşuna gitmiş, yüzündeki üzüntü, yerini SEVİNCe dönüştürmüş ve “işte ben bununla emrolundum” (Kandehlevî, Hayâtü’s-sahâbe, 2/252.)
buyurarak, Hz. Ömer’in sözlerine üzüldüğünü mimikleriyle îmâ etmiş ve diğer duygu sahibi insanlar gibi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de duygularını ifâde etmiştir. O da bazı durumlara üzülmekte ve SEVinmekte idi. Bu olayda da önce üzüldüğü sonra da SEVindiği görülmektedir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in, beşerî hareket ve tavırlarına bakıldığı zaman görülecektir ki onun, bir şeyden hoşlandığı veya hoşlanmadığı ilk önce yüzünden anlaşılırdı. Hoşlandığı bir şey gördüğünde ve duyduğunda yüzünde tebessüm oluşurdu. Onun gülüşü tebessüm idi. Ağlarken gözleri yaşla dolardı. Çoğu zaman göğsünde bir inilti duyulurdu. (İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb, Zâdü’l-meâd, çev. Şükrü Özen (İstanbul: İklim Yayınları, 1988), 1/167.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, SEVİNÇ ve hüzün konusunda olduğu gibi diğer konularda da beden dilini en güzel şekilde kullandığı görülmektedir. Gülmesi, ağlaması, konuşmasında herhangi bir şeyi üç defâ tekrar etmesi, ses tonu, çocuklara selâm vermesi, namaz esnasında göğsünde ağlamaktan inilti duyulması gibi hususlar onun beden dilini en güzel şekilde kullandığının örnekleridir. Genel hatlarıyla anlatmaya çalıştığımız hadislerde SEVİNCin beden diliyle ilişkisi, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şahsında yer etmiş ve sahâbe bunu çok iyi anlamış ve rivâyetlerle aktarmışlar. Günümüz insanları da SEVİNÇlerini ve mutluluklarını bu yolla ifâde edebilirler. Her bakımdan örnek olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu yönüyle de rehberliği, iletişimimizde bizler için yol gösterici olacaktır.

Resim 3.11. HADİSLERDE SEVİNÇ PSİKOLOJİSİ.:

SEVİNÇ, kişinin içinde bulunduğu durumdan tam anlamıyla hoşnut olma duygusudur. Psikoloji bilimine göre SEVİNÇ; kendine mahsus şiddeti olan mânevî bir haz diye tarif edilmektedir. (Nurettin Topçu, Psikoloji (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2003), 68.)

Ayrıca SEVİNÇ, hoşnut edici yaşantıların ortaya çıkardığı dış belirtileri olan bir coşkudur. (Özcan Köknel, vd.. Davranış Bilimleri (Ruh Bilimi) (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1993), 56.)

SEVİNÇ ve mutluluk kavramları birbirleriyle ilişkili kavramlardır.SEVİNÇ, bir insanın geçici olarak hissettiği hoş bir duygu olarak belirtilirken, mutluluk ise daha çok iyi bir yaşam tarzı ve halinden memnun olmayı ifâde etmektedir. Mutlu olmayan bir kişi bile olumlu bir gelişme karşısında geçici olarak SEVİNÇ duygusu hissedebilir.

SEVİNÇ ve neşe, insanın rûhî yönünü dinç tuttuğundan bedenî hastalıklara karşı da direncini artırmaktadır. Bunun örneğini bir hastalıktan dolayı doktora giden İbn Teymiyye’ye, doktorun senin ilmî çalışmalardan uzak durman gerekir tavsiyesi üzerine İbn Teymiyye cevaben, ilimden uzak kalamayacağını, onun uzmanlık alanı olan ilimle cevap vererek ruh, SEVİNÇli ve huzurlu olunca beden güçlenip hastalığı yenmez mi? Doktor evet dedi. İbn Teymiyye, benim ruhumda ilimle huzur buluyor, tabiatım ilimle güçleniyor ve rahatlıyor deyince, doktor bu bizim tedavi yöntemimizin dışında bir şey diyerek cevap vermiştir. (İbn Kayyim, ALLAH SEVgisi, 185.)

İnsana fizyolojik ve psikolojik yönlerden etki eden ağlama duygusu, birçok farklı sebeblere bağlı olarak gerçekleşir. İnsan, üzücü, hoşa gitmeyen bir durum veya şiddetli bir bedensel acıdan dolayı ağladığı gibi hoşuna giden ve SEVindiği bazı durumlarda da ağlayabilmektedir. Hangi sebeble olursa olsun ağlamanın biyolojik ve psikolojik açıdan faydalı olduğu, doğal olan durumlarda bile ağlayamayan kimselerin bazı hastalıklara yakalanma riskinin yüksek olduğu bir gerçektir. (Sefa Saygılı, Mutluluk Elimizde (İstanbul: Türdav Yayınları, 2001), 110-116.)

Herkes için SEVİNÇ ve mutluluk nesneleri farklı olsa da hayatında tutarlı hedefleri olan, kararlılıkla amacına doğru ilerleyen ve sosyal ilişkileri iyi olan kişilerin diğerlerine göre SEVİNÇ ve mutlulukları daha fazla belirgin olduğu tespit edilmiştir. Bu tür insanlar, mutlu düşünce alışkanlıkları edinmeye çalışmışlardır. (Tarhan, Mutluluk Psikolojisi, 156-159.)

Buna göre gönüllerinde hissettikleri SEVİNCi dinlemeyi ve bu SEVİNCi yüz ifâdesinde gösterebilen insanların sağlıklı bir ruh yapısına sahip oldukları bir gerçektir.

Abdullah b. Zeyd radiyallahu anhu’n, rüyasında görmüş olduğu adamın kendisine ezan lafızlarını öğretmesi, sabah olduğunda Abdullah’ın, SEVİNÇten sanki yüreği yerinden fırlayacak gibi bir halde rüyasını Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e anlatmaya gitmesi, (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 1/248.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin de Abdullah’a rüyasında gördüğü lafızları, Bilal’e öğretmesini istemesinden anlaşıldığına göre bâzen kişinin uykuda gördüğü güzel ve SEVindirici rüyalar da kişinin SEVİNCine etki etmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de görülen bu rüyaya olumsuz bir tepki vermemiş bilakis rüyanın gereğini yerine getirmiştir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hastaları ziyâret eder, ashâbına da emrederdi. (Buhârî, “Cenâʾiz”, 2, 80; “Merdâ”, 11.)

Hasta ziyâretinde bulunmakla Müslümânâ karşı bir görev yerine getirilmiş olduğu gibi hastaya moral verilmiş, gönlü alınmış, dostluklar geliştirilmiş, acıları paylaşılmış ve hafifletilmiş, ona yaşama SEVİNCi verilmiş olmaktadır. (Tirmizî, “Edeb”, 45; Nesâî, “Cenâʾiz”, 53.)

Dertler ve sıkıntılar paylaşıldıkça azalır. Hasta ziyâreti de bunlardan biri ve vazgeçilmez bir görevdir.

ALLAH TeALÂ, Kur’ÂN’da birçok âyette Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ahlâkını övmekte ve onun nasıl bir yapıya sahip olduğunu bildirmektedir. Bunlardan biri de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in güzel huylu ve yumuşak kalbli olduğudur. Elbetteki bu iki güzel ahlâk, insanî ilişkilerde çok önem arz etmektedir. Âyette; “Sen huysuz ve katı kalbli biri olsaydın (insanlar) etrafından dağılıp giderlerdi.” buyurularak bu konunun önemine işâret edilmektedir.

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“(Ey Resûlüm; Sen) O vakit, ALLAH’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın, şayet kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. O halde onların kusurlarını affet, bağışlanmaları (ve ıslah olmaları) için dua et. (Topluma ve teşkilata ait) İşlerde onlara danış. (Ama) Artık (kesin) kararını verdiğin zaman da, ALLAH’a güven (ve işe başla). Çünkü ALLAH, tevekkül edip Kendine sığınanları sevmekte (ve desteklemekte)dir.” (Âl-i İmrân 3/159)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, sahâbeye karşı özüyle, sözüyle ve uygulamalarıyla güzel ahlâkı göstermiştir.

Abdullah es-Sünâbihî radiyallahu anhu, şöyle rivâyet etmiştir.: "Biz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanında idik. Bir bedevî geldi ve ona “Ey ALLAH’ın Elçisi! Ey iki boğazlanmışın oğlu! Memleketimiz, malımız ve suyumuz kurudu. Âile bireylerimiz telef oldu. ALLAH’ın sana bahşettiğinden bana da ver!” buyurdu. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, tebessüm ederek güldü.” buyurdu. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 12/378; Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmiu’s-sağîr, 3/569; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ÂNi’l-ʿazîm, 4/20.)
Burada Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in tebessümü, karşısındaki kişiye pozitif bir yaklaşımdır. Aynı şekilde hakkında söylenileni hem açıklaması hem de tasdik etmesi kabilinden tebessümü ve gülmeyi seçmiştir.

Psikoloji alanında yapılan birçok çalışmalar SEVİNÇ ve mutluluğun bedensel ve ruhsal birtakım belirtileri olduğunu göstermektedir. Bireyin bedensel olarak canlı, enerjik, zinde olması, hastalık ve yaralanma gibi durumlara karşı, daha dayanıklı tepkiler vermesi SEVİNÇ ve mutluluğun bedensel belirtileri olarak kabul edilmektedir. Buna mukabil halsizlik, unutkanlık, gerginlik, uykusuzluk, nefes darlığı hissi ve çarpıntı gibi işâretler ise mutsuzluğun bedensel belirtileri olarak değerlendirilmektedir. SEVİNÇ, neşe, iyimserlik, kişinin âilesi ve çevresiyle uyum içerisinde olması, huzur ve mutluluğunun göstergesi, buna karşılık karamsarlık, gerginlik, sürekli halinden şikâyet etme ve başkalarını eleştirme gibi durumlar ise kişinin mutsuzluğunun belirtileri olarak görülmektedir. (Nevzat Tarhan, Kendinizle Barışık Olmak Duyguların Eğitimi (İstanbul: Timaş Yayınları, 2012), 16-17.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem hem sözleriyle hem de uygulamalarıyla her işte ölçülü olmuş ve ümmetine de ölçülü olmayı tavsiye etmiştir. Bunlardan biri de gülme konusunda aşırıya kaçılmamasıdır. O; “Az gül, çok gülmek kalbi öldürür (katılaştırır).” (Tirmizî, “Zühd”, 2.) buyurarak çok gülmenin kişinin şahsiyet ve vakarını zedeleyeceği ve gaflete yol açma gibi sonuçlar doğuracağı anlaşılmaktadır. (Buhârî, “Edeb”, 68; “Tefsir”, 46; Müslim, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 134.)

Hadislerde Müslümanın Müslüman’a tebessüm etmesinin sadaka olduğu bildirilmiş ve övülmüştür. İki Müslüman karşılaştıklarında birbirlerine selâm verip el sıkışmaları, güler yüzle birbirlerinin hal ve hatırını sormaları Müslüman ahlâkı olarak tarif edilmiştir. İnsanlar, sahip oldukları değerler ve ilkelere göre SEVinmelerine sebeb olan şeyleri değerlendirmeleri de farklılık gösterir.

İnsanları SEVen kişi onların SEVinmeleri ile SEVinir, üzüntüleriyle üzülür. Bunun tersi olan durumlarda ise insanların başlarına bir kötülük geldiği zaman SEVinir ve mutlu olur.

SEVİNÇ ve mutluluk, insanın iç dünyasını üzüntülerden, acılardan korumak aynı zamanda bireyin özgün yeteneklerini ortaya çıkarmak için yaşamsal bir sanat alanı oluşturmaktadır. Bu yüzden insan, duygularını yansıtırken ölçülü olmalı, vakarını zedeleyecek şeylerden uzak durmalıdır. SEVİNÇ ve üzüntüsünü de ALLAH’a isyan boyutuna taşımaktan şiddetle kaçınmalıdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 3.12. HADİSLEREGÖRE SEVİNCİ İNŞÂ’ EDEN UNSURLAR.:

DUYgu =>“Hoşlanma ve acı duyma biçimindeki tepkiler olarak” târif edilmektedir.” (Akalın, Türkçe Sözlük, “Duygu”, 729.)

İnsan, SEVgi gücü ile yaratılmıştır. O, SEVmeye ve SEVilmeye muhtaçtır. Sağlıklı bir insan SEVgi doludur. Normal bir insan SEVİNÇli ve coşkulu olduğu kadar üzüntülü ve öfkeli de olabilir. Bu, gerçek hayatın bir parçasıdır. İnsan, duygularını olduğu gibi yansıtır. Duyguları ile sözleri ve fiilleri arasında bir tutarlılık vardır ve olmalıdır.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Medine’ye hicret ettikten sonra.: “Ey insanlar selâmı yayınız! Rast geldiğinize selâm veriniz, muhtaçlara yemek yediriniz, akrabalarınıza da yardım ediniz ve onları ziyâret ediniz.” (Buhârî, “İman”, 6, 20.)
Buyurarak Müslümanlar arasındaki SEVgi duygusunun temellerini sağlamlaştırmıştır.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, mü’minlerin SEVinmesine vesile olacak durumları hem sözüyle hem de duygularıyla göstermiştir. Çünkü SEVİNÇler, huzur ve mutluluğa, mutluluk da insanı saadete ulaştırır.

Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır.: “Yâ Resûlullah Hangi kadın daha hayırlıdır?”
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kocası bakınca onu sürûra erdiren, emredince itaat eden, nefis ve malında kocasının hoşuna gitmeyen şeyle ona muhalefet etmeyen kadın!” diye cevap verdi.” (Nesâî, “Nikâh”, 14.)

Hadiste insanın SEVİNCine ve saadetine etki eden durumlardan Hayırlı Kadının Özellikleri bildirilmektedir. Bu durum hem karı-koca arasındaki SEVgi ve saygının inşasını hem de dünya ve âhiret saadetini kazanmak için önem arz etmektedir. Ramazan Bayramının öncesinde meşru kılınan fıtır sadakası ile imkânı olmayan Müslümanların ihtiyaçlarının karşılanması, hiç değilse bayramlarda sıkıntılarının giderilmesi, bayram coşkusuna ve SEVİNCine katılmalarının sağlanması gerekir. Bir toplumda bir kısım insanlar, SEVİNÇ ve NeŞe içinde bayram ederken diğerlerinin ihtiyaç içerisinde kıvranması, bu SEVİNÇ ve coşkuya ortak olamaması, toplumsal ilişkileri zedeleyen, kabul edilemez bir durumdur.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, zaman zaman müjdeli vahiylerle SEVindirilmiştir. Bu İlahî Müjdeler bâzen çok üzücü bir olayın sonunda bir ferahlık ve rahatlama duygusunun yaşanmasına.:

"(Hz. Peygamberin Eşine -Hz. Aiyşe’ye- yönelik) Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla ve ağır (zinâ iftirasıyla yanınıza) gelenler, kendi içinizden (zâhiren sizinle birlikte hareket eden) bir ekiptir; (ama) siz onu (iftira olayını) kendiniz için (kötü) bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. (Çünkü bu tavırları, münâfıkların tanınmasına ve ayrışmasına vesile olacaktır.) Onlardan her bir kişi kazandığı günahın cezâsını çekecektir. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenen (o çirkin yalanı uyduruveren) ise daha ağır bir azâbı hak etmiştir.
Ne olurdu, onu (masum bir kadın ve erkeğe iftira suçunu) işittikleri zaman, erkek mü’minler ile kadın mü’minlerin kendi nefisleri (vicdanları) adına hayırlı bir zanda bulunup.: “Bu, açıkça uydurulmuş iftira ve yalandır!” deselerdi ya!.. (Böyle davranmalarıgerekmez miydi?)
(Bu asılsız ve kasıtlı ithamları ortaya atanlar) Şâyet (haklı iseler, iddialarını ispatlamak için) buna karşı dört şâhid getirselerdi ya... (Ancak bu) Şâhidleri getiremediklerine göre, artık onlar ALLAH Katında (alçak) yalancıların ta kendileridir.
Eğer ALLAH’ın dünyada ve âhirette sizin üzerinizdeki (sonsuz) fazlu İnâyeti ve Rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan (ve bu iftiralara sessiz ve tepkisiz kalmaktan) dolayı size büyük bir azâb dokunuverirdi.
Çünkü o durumda siz onu (iftirayı) dillerinizle (birbirilerinize) aktardınız ve hakkında (kesin belgeniz ve) bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söyleyip yaydınız ve bunu (masum bir kadının namus ve onurunu karalamayı ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’ın ailesine hakarette bulunmayı) kolay (ve basit bir şey) sandınız; oysa o ALLAH katında çok büyük (bir vebaldir).
Şâyet onu işittiğiniz zaman.: “Bu konuda söz söylemek (ve münâfık iftiracıları haklı görmek) bize yakışmaz. (ALLAH’ım) SEN YÜCEsin; (hâşâ!) bu, büyük bir iftiradır!” demeniz gerekmez miydi?
Eğer (gerçekten) imân edenlerden iseniz, bunun gibisine (Peygamberin namusuna, Hakk dava elçilerinin ve masum kişilerin onuruna yönelik asılsız iddialar karşısında tepkisizliğe) bir daha dönmemeniz için ALLAH size öğüt vermektedir.
Ve ALLAH size âyetleri açıklıyor (ve şöyle uyarıyor); ALLAH (her şeyi ayrıntılarıyla) Bilendir, Hüküm ve Hikmet sahibidir.
Çirkin utanmazlıkların (fuhşun, pornonun, ahlâk bozucu yazı ve yorumun) mü’minler arasında yaygınlaşmasından hoşlananlara, (her çeşit zinânın, eşcinsel sapkınlığın, çıplaklığın ve hayâsız yayınların artmasına fırsat veren sevip-beğenip destek çıkanlara) dünyada ve âhirette acıklı bir azâb vardır. ALLAH her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.
Eğer size ALLAH’ın lütfu inâyeti ve merhameti olmasaydı ve gerçekten ALLAH Raûf (şefkatli) ve Rahîm olmasaydı (bu gibi iftiralara inanıp yaydığınızdan dolayı büyük bir azâba uğratılıp helâk edilirdiniz!)
Ey imân edenler, (hiçbir konuda) şeytanın (sizi çirkefe ve felâkete sürükleyecek) adımlarına tâbi olup (münâfıkları takip etmeyin). Kim şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o (şeytanedep ve erdeme aykırı) fuhşiyatı (cinsi sapkınlıkları ve çirkin utanmazlıkları) ve münkeratı (kötülük kaynaklı haksızlık ve ahlâksızlıkları dürtükleyip) emretmektedir. Eğer ALLAH’ın üzerinizde fazlu inâyeti ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbirinizin (ve özellikle iftiralara gereken tepkiyi göstermeyenlerin) ebedi olarak temize çıkması mümkün değildi. Ancak ALLAH, dilediğini (iyi niyetini ve meşru mazeretini bilip merhamet ettiklerini) temize çıkarır. ALLAH, İşitendir, Bilendir.”
(Nûr 24/11-21)

Bâzen de gelecekle ilgili SEVindirici haberlerin alınıp mü’minlerin şevklerinin arttırılmasına vesile olmuştur.

إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا
“Doğrusu Biz Sana (zafer yollarını) açtık; apaçık bir fetih ihsan ettik.” (Feth 48/1)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, dâvetine icâbet eden insanları görünce SEViniyordu.
Bunlardan birisi de Temîm ed-Dârî radiyallahu anhu’n müslüman olmasına SEVinmiş, namaz kıldıktan sonra sohbet etmek üzere minbere çıkıp, gülerek onun Müslüman olduğunu sahâbeye açıklamıştır. (İbn Hacer, el-İsâbe, 7/486.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in SEVindiği olaylardan biri de toplumsal olaylardır. Medine’ye Hicret esnasında Kubâ’da Abdullah b. Zübeyr radiyallahu anhu’n dünyaya gelmesine hem kendisi hem de Müslümanlar SEVinmişlerdir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 7/486.)

Aynı şekilde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Sahâbenin bazı sözlerinden de hoşlanarak tebessüm eder ve gülerdi. Hudeybiye’de Seleme’nin.: “Yâ Resûlullah Bana izin ver, şu ordudan yüz kişi seçeyim de düşmanı takip edeyim ve onların habercilerini öldüreyim!.” demesi üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, yan dişleri görülecek şekilde SEVİNCinden güldü. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/53; İbn Sa‘d, Tabakât, 2/84.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir çocuk gördüğü zaman yüzünü SEVİNÇ ve NeŞe kaplar, onların yanlarına uğrar, ilgi gösterir ve onlara selâm verirdi. (Müslim, “Selâm”, 15.)

Onun bu uygulaması çocuklara şahsiyet kazandırma ve öz güvenlerini geliştirme açısından çok önemlidir. O, çocuklara bedDUÂ edilmesini de yasaklamış (Ebû Dâvûd, “Vitr”, 27.) ve onlara daima SEVgi ile hitap edilmesini tavsiye etmiştir. (Tirmizî, “Edeb”, 62.)

Çocukların gönüllerini hoşnut etmek için onlara hediyeler verir, (Muhammed b. Ömer Vâkıdî, Kitâbü’l-megâzî, thk. Marsden Jones (Beyrut: Âlemü’l-kütüb, 1404/1984), 3/979.) onlarla oynar ve şakalaşırdı. Uzun süre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hizmetinde bulunan Enes b. Mâlik radiyallahu anhu.:İnsanlar içerisinde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den daha fazla çocuklara şaka yapan kimseyi görmedim!” demektedir. (Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. İshâk ed-Dîneverî İbn Sünnî, Amelü’l-yevm ve’l-leyle (el-Mektebetü’ş-şâmile el-isdâru’s-sânî), 2/297.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in çocuklara karşı SEVİNÇ ve NeŞe halleri ve onlarla şakalaşması onlara önem verdiğini ve gelecekte İslâm’ı onların temsil edeceğini göstermektedir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, zaman zaman Hanımı Âişe (radiyallahu anha)’yi NeŞelendirmek ve hoşnut etmek için açık araziye çıkıldığında, onunla yarış bile yapıyordu. (Bekir Topaloğlu, İslâm’da Kadın (İstanbul: Rağbet Yayınları, 2001), 89.)

SEVİNCin tezâhürlerinden birisi de SEVİNÇ gözyaşlarıdır. Ashâb-ı Kirâm bazı SEVİNÇli hallerde ağlarlardı. SEVİNÇten ağlama ile üzüntüden ağlama aynı şey değildir. SEVİNÇten ağlamada kalb Mutlu ve NeŞeli, vücûd serindir. Üzüntüden ağlamada ise kalb sıkışmış kederli ve üzüntülü, vücûd sıcaktır. Dolayısıyla SEVİNÇ gözyaşları serin, üzüntü gözyaşları sıcaktır. (Mecdi Muhammed eş-Şihâvi, Peygamberimizin SEVindiği Durumlar, çev. İsa Canpolat (İstanbul: Polen Yayınları, 2007), 18.)

Tasavvuf düşüncesinde SEVİNÇ, ALLAH SEVgisi bağlamıyla ele alınmakta ve karşılıksız SEVginin kişiyi gerçek SEVİNCe ulaştıracağı şeklinde anlaşılmıştır. ALLAH TeALÂ’ya yaklaştıran SEVginin en büyük SEVİNÇ olduğu hatta insanı ağlamaktan a’mâ yaptığı belirtilmiştir. (Necmeddin Şeker, Tasavvufta Hadis Yorumu (Ankara: İlâhiyât Yayınları, 2016), 354-355.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ifrat ve tefritten uzak, mutedil bir yol izlenmesini tavsiye etmektedir. Bu konuda İslâm dâvetçileri de dikkatli olmalıdır. İnsanları İslâm’a dâvet ederken, uyarıcı ve müjdeleyici ölçüsüne riâyet etmelidirler.
Kur’ÂN’da ALLAH TeALÂ bunun ölçüsünü.: “Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.”

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا
“Ey (Aziz) Peygamber! Gerçekten BİZ Seni (insanlar üzerinde) bir şâhid, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Ahzâb 33/45)

Buyurarak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e ve onun şahsında tüm dâvetçilere uyarıcı ve müjdeleyici bir durumda olunması gerekliliği bildirilmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Yemen’e elçi olarak gönderdiği Muaz b. Cebel radiyallahu anhu ve Ebû Mûsâ el-Eş’arî radiyallahu anhu’ya insanların işlerinde kolaylık gösterip zorluk çıkarmamalarını, müjdeleyip, nefret ettirmemelerini tembih ve tavsiyede bulunmuştur. (Buhârî, “Megâzî”, 60; Müslim, “Cihâd”, 7.)
İnsanlara güzel ahlâk ile muamelede bulunmak İslâm’ın her zaman şiârı olmuştur.

Yukarıdaki hadislerden de anlaşılacağı üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, her fırsatta ashâbına müjdeli haberler verme ve onların kalblerini SEVİNÇ ve NeŞeyle mutlu etme noktasında gayret göstermiş ve ümmetinin merhamete mazhar olmuş ümmet olduğunun müjdesini vermiştir. (Ebû Dâvûd, “Fiten”, 7.)

İbn Hacer, bu tür müjdeci haberlerin verilmesini Müslümanlar için SEVİNÇlerin en büyüğü olarak belirtmektedir. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 12/378.)

Sahâbe de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e ve kendi aralarında Müjdeli ve SEVİNÇli haberleri yayma ve nakletme konusunda pek hırslı ve hızlı idiler. (Bu konuda Buhârî’nin Sahîh’inde “Kitâbü’l-cihâd ve’s-siyer” de Bâbü’l-bişâreti fi’l-fütûh” bölümündeki hadislerde çok örnek görmekteyiz.)

Müslümanın SEVİNÇ ve Mutluluğuna vesile olan birtakım unsurlar vardır. Bunlar arasında dinin emirlerinin yerine getirilmesi, insanların ahlâkî yaşantılarını güzelleştirmesi, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yaşamış olduğu SEVİNÇ ve Mutlulukları bilip, konuyla ilgili tavsiyelerine uyması kişiyi SEVİNÇ ve Mutluluğa ulaştırır. Aynı zamanda başkalarının SEVİNÇ ve Mutluluklarını paylaşmak, kişinin kendi SEVİNÇ ve Mutluluğuna katkı sağlar.

Resim 3.13. HADİSLERDE SEVİNCİ ENGELLEYEN UNSURLAR.:

İslâmî Psikolojiye göre insanın yaşamdaki arzusu, huzurlu ve mutlu bir yaşam sürmektir. SEVİNÇ ve NeŞe, ruhsal, sağlıklı bir hayatın göstergesi iken üzüntü, keder, kaygı ve depresyon ruhsal hayatın bozukluğuna işâret etmektedir. İnanç, insanı psikolojik emniyet içerisinde tutan, gelecek kaygısı ve ölüm endişesi gibi bazı kaygılardan koruyan önemli bir unsurdur. (Ali Ayten, Erdeme Dönüş-Psikoloji ve Mutluluk Yolu (İstanbul: İz Yayıncılık, 2014), 98.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, inançsızlıktan dolayı insanları sakındırmış, bu durum kişinin huzuruna, mutluluğuna ve SEVİNÇlerine olumsuz yönde etki edeceği belirtilmiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, buyurdular ki.: “Bana Cebrâil geldi.: “Ümmetinden kim ALLAH’a herhangi bir şeyi ortak kılmadan ölürse CeNNete girer." müjdesini verdi.” (Buhârî, “Tevhid”, 33; Müslim, “İman”, 153; Tirmizi, “İman”, 18.)

Başka bir hadiste ise şöyle buyurdular.: “İmanın tadını, RABB olarak ALLAH’ı, DîN olarak İslâm’ı, Peygamber olarak MuhaMMed’i seçip razı olanlar duyar.” buyurmuştur. (Müslim, “İman” 56; Tirmizi, “İman”, 10.)

Hadislerden de anlaşıldığı gibi inançsızlık kişi için dünya ve âhirette gerçek huzur ve rahata erişememek ve hakiki SEVİNÇleri yaşayamamak demektir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Mekke’nin Fethi Günü insanlara bir hutbe irâd etmiş ve şöyle buyurmuştur.: ALLAH, sizden câhiliye gururunu ve atalarınızla övünme âdetini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur; ALLAH Katında değerli, Müslüman kişi ve bedbaht, inanmayan değersiz kişi” diyerek inanmayan insanların mutsuz ve huzursuz olacağına bundan dolayı da gerçek mânâda SEVİNÇ ve NeŞeyi yaşayamayacaklarına işâret edilmektedir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/361, 524; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 110, 111; Tirmîzî, “Tefsîru’l-Kur’ÂN”, 50.)

İslâm’da hased yerilmiştir. Çünkü hasedin zararı açıktır. Hased edilenin işleri düzgün gidip emellerine ulaştıkça hased eden ıstırab ve elemlere gark olur. Hüzünler içinde boğulup gider. Sen SEVİNÇli iken hasedçinin kedere boğulması sana yeter. Sen mutlu iken hased onun SEVİNÇ ışığını karartır. Sen yükselirken o alçalır. (Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâî (Ahlâk İlmi) (İstanbul: Tercüman Yayınları, ts.), 237.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hasedi yermiş ve Müslümanları da uzak durmaya dâvet etmiştir. Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’den rivâyet edilen bir hadiste.: “Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 52.)
Buyurularak hasedin kötülüğüne vurgu yapılmış ve kişinin kazandığı hayırları tüketeceği belirtilmiştir.

SEVİNÇ ve NeŞe, gerçekte acı ve kederin yokluğu demektir. Eğer insan içindeki kaygıları ve üzüntüleri kendinden uzaklaştırabilirse, NeŞelenir. Bazı üzüntüler de beşerî yaşamın gereğidir. Ancak birçokları kişinin kaygılarından ve umutsuzluklarından kaynaklanır. Bu tür kaygılar, ruh hastalığı gibi diğer birçok sorunlara kaynaklık eder.

Vâsile b. el-Eskâ’dan rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır. “Kardeşin için sıkıntılı ve kötülük günlerinde SEVİNÇ gösterme, yoksa ALLAH ona rahmet eder, seni de ondaki belâya uğratır.” buyurmaktadır. (Tirmizî, “Kıyâmet”, 54.)

Hadisten anlaşıldığına göre kişinin kötü ve sıkıntılı gününde onun yanında olmayarak sıkıntılarını, hafifletici tesellide bulunmayıp başına gelen kötülüğe SEVinmek bir gün o kötülüğün de kendi başına gelmesine sebebtir. Bu tür duygular SEVİNCin yayılmasına ve paylaşılmasına engeldir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir kulun kalbinde imânla hased bir arada bulunmaz.” buyurmaktadır. (Nesâî, “Cihâd”, 8.)

Bu tür kötü hasletler, din kardeşliğine ve sosyal barışa engeldir. İnsanlar, yaratılıştan gelen bir kıskançlık duygusu taşımalarına rağmen, aklın ve dinin buyruğuna uyarak bu duyguyu baskı altında tutabilirler. Böyle yapmalarıyla dinî ve ahlâkî sorumluluktan da kurtulurlar. Zira hased duygusunu bütünüyle yok etmek, herkes için mümkün değildir. (Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 3/238-239.)

İnsanlar arasında yapılan yarışmalarda kazanan kişi, rakibinin kederlenmesine SEVinip, SEVİNÇlerine üzülmektedir. Yarışmayı kendisinin kazanması rakibinin mağlup olmasıyla SEVinir. Halbuki kendisi için SEVip istediğini Müslümanlar için de SEVip istemezse mü’minlerin ahlâkından uzak olur. Kişi yarışmayı kazandığı zaman elbet SEVinir ama bu SEVİNÇ karşısındakini küçük düşürecek şekilde kutlanmaz. (Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 1/119-120.) İslâm, Müslümanların yaptıkları iyilikleri küçük görmez. Bilakis iyiliklerin en küçüğünden en büyüğüne kadar yapılmasını emir ve tavsiye eder.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de bu konuda iyiliğin en küçüğünü bile esirgemezdi. O bir hadiste.: “Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi bir iyiliği bile sakın küçük görme.” (Müslim, “Birr”, 144.)
Buyurarak tebessümün Müslümanlardan esirgenmemesini tavsiye etmektedir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ALLAH TeALÂ’nın, kullarının gülme fiilinden SEVmediği hususunda şöyle buyurmaktadır.: ALLAH’ın gazâb ettiği gülme, kişiyi incitici, küçük düşürücü, alay edici, eziyet verici ve kaba ve bâtıl sözü başkalarına hem gülmek hem de onları güldürmek için söyler. Bundan dolayı yetmiş kat CeheNNem uçurumundan aşağı yuvarlanır.” 545 buyurmaktadır. (Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmiu’s-sağîr, 3/1149)
Hadiste anlatılmak istenen Müslümanlar arasında SEVgiyi yok edici şeylerin yerildiği ve ALLAH TeALÂ’nın da razı olmayacağı anlatılmaktadır.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, yaratılmışların en üstünü, makam ve mertebe olarak en yücesi olduğu ve Kur’ÂN'da ALLAH TeALÂ tarafından çeşitli defâlar övüldüğü halde, insanlar arasında hiçbir şekilde Peygamberlik İmtiyazını kullanmamış ve Kendisini onlardan üstün göstermeye çalışmamıştır. Aynı şekilde Müslümanın din kardeşine karşı kötü duygular içinde olmasını da yasaklamıştır. Birbirlerine karşı her zaman iyi duygulara sahip olmayı teşvik etmiştir.

İslâm ahlâkçıları, hased, kin, kibir, ulaşılmak istenen şeylerden mahrum kalma korkusu, nefsin kötülük ve çirkinliklerinden olduğunu belirtmişler ve bunları bir tür ruh hastalığı saymışlar, tedavi edilmediğinde başta kendisine zarar vereceğini, çünkü onu mutsuz kılacağını söyler. İslâm, insana âhireti unutturmayan, övünme ve kibirlenmeye sebeb olmayan, helâl yollardan elde edilen dünyalıkları yasaklamamıştır. İnsan, yaşamı boyunca bâzen kendisini sıkıntıya sokacak, üzecek durumlarla karşılaşabilir. Böyle durumlarda başka birçok insanın da benzer sıkıntılardan geçtiğini düşünüp ibret alması, rahatlamasına ve huzura kavuşmasına vesile olacaktır.

Resim 3.14. HADİSLERDE SEVİNÇve İNANÇ İLİŞKİSİ.:

İnsanın yaratılış gayesi, Yaratıcısını bilmek, O’nu tek olarak tanımak, O’nu anmak, O’na güvenmek ve her şeyi O’ndan ümit etmektir. Bunları kaybedince, üzüntü ve keder onu sarar ve etkisi altına alır. (İbn Kayyim, Zâdü’l-meâd, 4/202.)
Çünkü insanın fıtratında ALLAH TeALÂ’nın varlığını ve birliğini tanımaya doğru tabiî bir eğilim vardır.

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Bu nedenle Sen yüzünü (ve yönünü) tam bir teslimiyetle Hakk Din’e çevir; ALLAH’ın (beşer tabiatına uygun olarak gönderdiği) Fıtrat Dinine (ve İslam düzenine) dön ki, (Cenâb-ı HAKk) insanları ona göre (fıtrat dinine, doğal ve sosyal dengelere uygun şekilde) yaratmıştır. ALLAH’ın yaratması (ve kanun koyması) değiştirilemez. (Çünkü fıtrat esaslarına aykırılık felaketlere yol açacaktır.) İşte dimdik ayakta duran (Hakk) Din budur. Fakat insanların çoğu (gerçeği) bilmezler (ve öğrenmek istemezler, bu yüzden hidâyetten mahrum kalmışlardır).” (Rûm 30/30)

Bundan dolayı insan zihninde SEVgi, muhabbet, merhamet, SEVİNÇ gibi duyguların yanında kutsala inanma ihtiyacı da vardır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in her şeyde olduğu gibi SEVİNCi ve hüznü de imân endeksli hidâyet merkezli idi. (Çakan, Örnek Kul Son Resûl, 80.)

Enes b. Mâlik radiyallahu anhu’den rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, şöyle buyurdu.: “Şu üç özellik kimde bulunursa o, imânın tadını tadar: ALLAH ve Resûlünü, herkesden fazla SEVmek, SEVdiğini ALLAH için SEVmek, ALLAH, kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, “Îmân”, 9, 14; “İkrah”, 1, “Edeb”, 42; Müslim, “Îmân”, 67; Tirmizî, “Îmân”, 10.)

Hadiste imânın tadı, tatlı bir deyimle “Halâvetü’l-İmân” olarak dile getirilmiştir. SEVilen ve benimsenen şey, SEVen ve benimseyene kolay gelir. Bundan dolayı ALLAH ve Resûlünü her şeyden fazla SEVen mü’min de dini görevleri kolay ve zevkle yapar.

Kur’ÂN’da imân ile SEVgi arasındaki ilişki şöyle anlatılmaktadır.:
“İnsanlar arasında ALLAH’ı bırakıp O’na koştukları ortakları ilâh olarak benimseyenler ve onları, ALLAH’ı SEVercesine SEVenler vardır. İman edenlerin ALLAH’a karşı SEVgileri ise her şeyden daha kuvvetlidir.”

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ
“(Buna rağmen) İnsanlar içinde, ALLAH’tan başkasını (O’na) ’eş ve ortak’ tutanlar (ve bazı kulları tanrı gibi kudsayanlar) vardır ki, onlar (bunları), ALLAH’ı sever gibi sevmektedirler. (Halbuki) İman edenlerin ise ALLAH’a olan sevgileri (herkesten ve her şeyden) daha kuvvetli ve şiddetlidir. (Başkalarına ALLAH’tan daha çok sevgi ve saygı göstermekle) O zulmedenler (insanları ALLAH’tan üstün gören ve İlahi Kanunların uygulanmasını engelleyen zalimler), azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle ALLAH’ın olduğunu ve ALLAHın vereceği az3abın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi (ve düşünüp anlasalardı)…” (Bakara 2/165)

Âyetten anlaşıldığı gibi mü’minlerin ALLAH’a olan SEVgileri, diğer tüm SEVgilerinin önüne geçmektedir. Günümüz Müslümanları imânın gereğini tam olarak yaşayamamalarından, ALLAH ve Resûlünü gereği gibi SEVememelerinden dolayı imânın halâvetini tam olarak yaşayamamaktadırlar.

Ebû Hüreyre radiyallahu anhu, Annesi için anlattığına göre.: “Müşrik olan Annemi İslâm’a dâvet ettim, fakat Annem imtina etti. Hatta Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hakkında hoşa gitmeyen sözler bile söyledi. Bunun üzerine ben ağlayarak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına gittim. Durumu ona anlattım. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den Annemin hidâyeti için DUÂ etmesini istedim. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Ey ALLAH’ım! Ebû Hüreyre’nin Annesine hidâyet et!” diye DUÂ etti. Ben Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in DUÂ sına SEVinerek eve gittim. Kapı kapalıydı. Annem.: “Ebû Hüreyre içeri girme!" dedi. İçeriden SU sesi geliyordu. Sonra elbiselerini giydi ve kapıyı açtı. Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldu. Ben hemen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına giderek müjdeyi vermek istedim. Âdeta SEVİNÇten ağlıyordum..: “Yâ Resûlullah Müjde!. ALLAH, Senin DUÂ nı kabul etti, Annem müslüman oldu!” dedim.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ALLAH’a hamd etti ve güzel sözler söyledi.
(Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 158.)

Bu olay bize göstermektedir ki Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve Sahâbesinin SEVİNÇ ve Hüzünleri imân ve hidâyet yönlü idi.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir diğer hadiste ölümü unutup âhiret endişesi taşımadan yaşayanlar hakkında şu uyarıyı yapmaktadır.: “Ölüm kendisini kovaladığı halde, kendisi de dünyayı kovalayan kimseye şaşarım. Ölüm kendisinden gafil olmadığı halde, gaflete dalan kimseye şaşarım. ALLAH’ın kendisinden razı olup olmadığını bilmediği halde, kahkaha ile gülen kimseye şaşarım.” (Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmiu’s-sağîr, 3/1174)

Buyurarak gerçek SEVİNCin dünya ve dünyalıklarda olmadığı, bunların hepsinin geçici olduğu, gerçek SEVİNCin, ALLAH’ın kulundan razı olması ve CeNNet Ni'metlerine kavuşunca olacağı anlaşılmaktadır.

ALLAH İnancı, insanın güvende olmasını ve güven içinde yaşamasını sağlamaktadır. Her şeye gücü yeten, insanın zihninden geçenleri duyabilen, sınırsız güç sahibi olan ALLAH TeALÂ’ya imân, insana NeŞe ve huzur sağlar. Bunun tersi olan inançsızlık ise insanlarda anlamsızlık hastalığı gibi bir takım ruhsal bunalımlara yol açabilmektedir. (Nevzat Tarhan, İnanç Psikolojisi ve Bilim (İstanbul: Timaş Yayınları, 2017), 154, 167.)
İman, ALLAH TeALÂ’nın Rızasını kazanmanın ve CeNNet’e gidebilmenin anahtarıdır. SEVgi de bir binanın tuğlalarını bir arada tutan, harç ve çimento gibidir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’minler birbirlerini SEVmede, merhamet etmede, yardımlaşmada bir vücud gibidirler. Vücudun bir organı hastalandığında, bütün vücûd uykusuzluk ve ateşle onun acısına ortak olur.” (Buhârî, “Edeb”, 27; Müslim, “Birr”, 66; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/270.)

Hadisten anlaşılan, bir mü’min gerçekten ALLAH’a inanıyorsa, diğer mü’min kardeşlerine SEVgi beslemelidir. Dinin temeli SEVgiye dayanır. ALLAH ile insan arasındaki ilişkilerin temelini SEVgi oluşturur. SEVgi, imânın ve amellerin ruhudur. SEVgi olmayınca onlar ruhsuz beden gibi kalırlar. (İbn Kayyim, Medâricü’s-sâlikîn, 2/9.)

ALLAH SEVgisine sahip olan mü’min, iyilikler yapar ve başkalarını da SEVindirir. Bu da onu ahlâken en yüksek SEViyeye çıkarır. İslam düşünce geleneğinde, SEVİNÇ ve Mutluluğun yalnızca bireysel ve anlık bir hoşnutluk duygusu olarak değil, genel bir huzur halini ifâde ettiği görülmektedir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de birçok hadislerinde dünyanın kısa ve geçici olduğunu dolayısıyla zevklerin ve faydalanmanın da geçici olduğunu belirterek kalıcı olan âhiret mutluluğuna yönelmeyi bunun da ancak sağlam tevhid inancıyla olacağını belirtmektedir. Bundan dolayı gerçek SEVİNÇ ve Mutluluğun temelinde inanç esaslarının olması gerektiği de göz ardı edilmemelidir. Çünkü İslam düşünce geleneğine göre, gerçek mutluluğa erişmek, inanan bireylere has bir durumdur..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 3.15. HADİSLERDE SEVİNÇ ve İBÂDET İLİŞKİSİ.:

Dinî hayatın vazgeçilmez unsurlarından biri de ibâdetlerdir. İbadetler, kul ile ALLAH arasında imân bağı ile kurulan ilişkinin dışa yansıması ve dini hayatın pratik uygulamasıdır. Bir başka ifâde ile ibâdet, bireyin inandığı yüce yaratıcıya SEVgi, Saygı, Bağlılık ve Şükran duygularıyla yönelip, onun emirleri doğrultusunda davranışlar göstermesidir. (Şentürk, Din Psikolojisi, 159.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in gönderiliş gayesi insanlara İslâm’ı anlatmak, ibâdetlerin nasıl yapılacağını göstermek, güzel ahlâkı örnek yaşantısı ile göstermektir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bunları, söz, fiil ve takrirleri ile bildirmiştir. Aynı zamanda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ibâdetin anlamını genişletmiş, ibâdeti belli bir zaman ve mekâna ait olmaktan çıkararak hayatın tamamına yaymıştır. O.: “Yoldaki eziyet veren bir şeyi kaldırıp atmak sadakadır” buyurarak SEVâb verileceğini bildirmiştir. (Buhârî, “Sulh”, 11; “Cihâd”, 72, 128; Müslim, “Zekât”, 56; Ebû Dâvûd, “Tatavvu”, 12; “Edeb”, 160.)

Müslümânâ tebessüm etmeyi, onun bir Üzüntü ve sıkıntısını gidermeyi önemsemiştir. O, iyiliğin güzel ahlâk olduğunu vurgulayarak, ibâdetlerin önemli hikmetlerinden birisinin de kişinin güzel ahlâk sahibi olmasını sağladığını belirmiştir. (Müslim, “Birr”, 14.)

Müslümanın ibâdet vazifesini samimi bir şekilde yerine getirmesi, Ruh Dünyâsında ve psikolojik olarak iyi olma durumlarında birtakım olumlu gelişmelere yol açabilmektedir. Kul, mâsivâdan uzaklaşarak ve Dünyâ SEVgisini gönlünden atarak RABBine yönelir. Bu şekilde kalb huzuruna ulaşır. (Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 1/441. )

İnsan, kulluğunun bilincinde olur, görevlerini yerine getirir ise manen huzurlu, mutlu ve SEVİNÇ içinde yaşar. Yani ibâdet kişiye SEVİNÇ ve ferahlık verir. İbadetlerin insan karakteri üzerinde olumlu etkileri vardır. Kişiyi iyiye, doğruya yönlendirerek olgunlaştırır ve güzel davranışlar sergilemesini sağlar. (Hayati Hökelekli, “Psikoloji ve Sosyoloji Açısından İbadet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1999), 19/248-252.)

ALLAH TeALÂ, Arafat’ta vakfe yapanlara iki türlü yaklaşır.: "O saatte yapılacak DUÂ nın mutlak kabul edileceği, vakfe yapanlara has yakınlaşması, meleklerine övünmesi, mü’minlerin SEVİNÇleri, NeŞeleri ve mutlulukları kat kat artar" şeklinde açıklanmaktadır. (İbn Kayyim, Zâdü’l-meâd, 1/59.)

Hacılar, Arafat vakfesini yerine getirmenin SEVİNÇ ve COŞKUsu ile adeta bir insan seli gibi Meşâr-i Haram’a doğru akması âyette bu şekilde ifâde edilmektedir. “O’nu, size gösterdiği şekilde anın." DUÂ ların kabul olması ve günahlardan bağışlanmanın SEVİNÇ ve NeŞesini yaşamaktadırlar.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir ni’met elde ettiğinde veya SEVİNÇli bir haber aldığında RABBine şükür için iki rekât namaz kılar veya şükür secdesi yapardı. (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 174; Tirmizî, “Siyer”, 25; İbn Mâce, “İkâmetü’s-salavât”, 192.)
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ALLAH’ın ni’metleri karşısında şükreden bir kul olmak için namaz kıldığı ve şükür secdesi yaptığı görülmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, oruçlulara şu müjdeyi vermektedir. “Oruçlu için iki SEVİNÇ vardır. Birisi orucu açtığı zamanki SEVİNCi, diğeri de RABBine kavuştuğu zamanki SEVİNCidir. Oruçlunun ağız kokusu, ALLAH katında misk kokusundan daha hoştur.” buyurmaktadır. (Buhârî, “Savm”, 2, 9; “Libâs”, 78; Müslim, “Sıyâm”, 164; Ebû Dâvûd, “Savm”, 25; Tirmizî, “Savm”, 55; Nesâî, “Sıyâm” 41; İbn Mâce, “Sıyâm” 1; “Edeb”, 58.)

Burada ALLAH için yemeden, içmeden ve cinsel arzulardan uzak kalmanın neticesinde ALLAH, kuluna hem Dünyâda ni’metlerini yemenin SEVİNCini hem de âhirette CeNNete girme SEVİNCinin müjdesini vermektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Ramazan Ayını oruçlu ve ibâdetle geçirmenin SEVİNCini Ashâbıyla bayram ederek kutlar, namaza giderken de değişik yoldan giderek farklı mü’minlerle bayramlaşırdı. (Buhârî, “Î’deyn”, 24.)

Namaz kılan Müslüman, selâm verdikten sonra namazdan çıkar ve günlük işlerine kaldığı yerden devam eder. Namaz kılmanın huzuru ile RABBine karşı görevini yerine getirmenin SEVİNCini yaşar. Namaz kılmanın güzelliği yüzüne yansır. (Mehmet Emin Özafşar, vd.. Hadislerle İslâm, 2/171.)

Bu da kulu ALLAH’a yaklaştırır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, uyuyan Müslüman ile şeytanın mücadelesini şöyle anlatır.: “Sizden biriniz gece uyuyunca şeytan, onun ensesine üç düğüm atar ve her düğümde.: “Uyu, uzun bir gece var, dinlen!.” der. O kimse uyanıp da ALLAH’ı zikrettiği zaman bir düğüm, abdest aldığında bir düğüm, namaz kıldığında bir düğüm çözülür ve artık SEVİNÇle ve gönlü hoş olarak sabaha çıkar. Aksi durumda huzursuz ve uyuşuk olarak sabahlar.” (Buhârî, “Teheccüd”, 12; Müslim, “Müsâfirîn”, 207.)

Hadisten anlaşıldığına göre Sabah Namazı, Müslüman’a dinçlik verir. Günü, tembellikten ve uyuşukluktan uzak, huzurlu ve bereketli geçer. Huzuru ve mutluluğu yerinde olan kişide SEVİNÇ ve NeŞe ile gönlü hoş olur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, her daim insanları uyarmış ve günahlardan sakındırmıştır. Bunlardan birinde de ALLAH’a kulluğun gereği olan sâlih amellerden uzak, günahlara dalan ve bu günahları da hiç çekinmeden kahkaha ile gülerek işleyenlere şu uyarıyı yapmaktadır.:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kim kahkaha ile günah işlerse, ağlayarak CeheNNem ateşine girer.” (Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmiu’s-sağîr, 4/153.)

Buyurarak insanın şımarmamasını ve günahlardan uzak durması gerektiğini belirtmiştir. İslâm, insanın SEVİNÇ ve Mutluluğuna sebeb olacak birçok faktör ortaya koymaktadır. Bunlardan ibâdetle bağlantılı olanlar; namaz, oruç, istiğfar, DUÂ nın kabulü, salâvat ve cihâddır. Eğer Din Anlayışı =>İnsanın Hayatına Anlam, Umut, Huzur, Şükür, SEVgi ve Merhamet gibi duygular getiriyorsa o din, kişinin SEVİNÇ ve Mutluluğunu artırır. Müslüman için Dünyâ ve Âhirette SEVİNÇ ve Mutluluğa ulaşmanın temel şartı, hayatı ALLAH TeALÂ’nın İradesine ve Rızasına uygun olarak yaşamaktır.

Resim 3.16. HADİSLERE GÖRE DÜNYÂ HAYATINDA SEVİNÇ.:

İnsanoğlunun hayatta tüm çabaları, mutlu ve SEVİNÇli bir yaşam içindir. Peygamberlerin gönderiliş sebebi de insanların dünyevî ve uhrevî mutluluklarını kazanmalarına yardımcı olmaktır. (Ünsal Yetim, Toplumdan Bireye Mutluluk Resimleri (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2001), 133.)

Dünyâ hayatında Mutlu ve HUZURlu olarak yaşamak her insanın arzusu ve hedefidir. Mutluluk cinsiyete, fıtrata ve zevklere göre değişse de hedef ve gaye birdir. O da SEVinmek, huzur dolu bir hayat yaşamaktır. İnsan için SEVİNÇ ve HUZUR gönülle bulunacak ve tadılacak bir şeydir. Bu sebebler kişiye ve gönle göre değişir. Birisine tat veren şey diğerine acı verebilir. Bir gönlün korktuğu ve kaçtığı şeylerden diğeri huzurlu ve mutlu olabilir. SEVİNÇ ve HUZURa giden yollar kişilerin fıtratlarına göre değişir. Bunun için Peygamberler, ALLAH’a giden yolda çile çekmeyi, sıkıntılara sabretmeyi rahatlığa tercih etmişlerdir. (Muhammed Saki el-Hüseyni, Âile Saadeti, 21-22.)

İnsanlar, hayatta tattıkları bazı Dünyâ Ni’metleri ile SEVinirler. Hatta büyük başarılara imza attıklarında mutluluğun zirvesine ulaşırlar. Bu durum sadece Dünyâ Ni’metleri ile SEVinenlerin halidir. Mü’min ise Dünyâ Ni’metlerinin geçici olduğunu bilerek, kendisine bahşedilen her türlü ni’meti, âhiret mutluluğu için bir vesile sayar.
Kur’ÂN’da Dünyâ hayatının önemsiz ve değersiz bir faydalanma yeri olduğu şu âyetler ile açıklanmaktadır.:
“Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini sınayalım diye yeryüzündeki her şeyi Dünyânın kendisine mahsus bir zinet yaptık.”

إِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْأَرْضِ زِينَةً لَّهَا لِنَبْلُوَهُمْ أَيُّهُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا
“Şüphesiz BİZ, yeryüzü üzerindeki (canlı ve cansız bütün) şeyleri ona (insana) bir ziynet (lezzet ve menfaat) kılmışızdır; onların (insanların) hangisinin (inanarak) daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye (bu dünya imtihan için yaratılmıştır).” (Kehf 18/7)

“…Dünyâ hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.”

اعْلَمُوا أَنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ كَمَثَلِ غَيْثٍ أَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَاهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٌ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
“Biliniz ki dünya hayatı, (aslında sadece bir) oyun ve oyalanma (süreci), ziynetlenme (zevklenme) ve aranızda övünme (vesilesi) ve daha çok mal ve çocuk sahibi olma hevesinden ibârettir. Bu ise şu yağmura benzer ki, onun (topraktan) bitirdiği yeşillikler, (önce) ekincilerin hoşuna gitmektedir. Ama bu bitkiler, (düşünün ki daha) sonra (meyve vermeden birden) kuruyuverecek ve sapsarı olduğu görülecek, ardından çer çöp olup gidecektir. Âhirette ise, (kulluğunu-görevlerini unutup dünyaya dalıverenleri) çetin (ve sonsuz) bir azâb (beklemektedir; dünyalıklarını ALLAH’ın Emirlerine uygun olarak kazanıp O’nun yolunda harcayanlar için ise) orada ALLAH’ın Rızası ve afv edip bağışlaması vardır. Dünya hayatı, sadece aldatıcı bir geçimlikten (ve geçici bir süreçten) ibârettir.” (Hadîd 57/20)

Kur’ÂN’ın ifâdesine göre Dünyâ ve içindekiler, âhirete nisbetle oyun, eğlence ve geçici bir faydadan ibaret olduğu bildirilmektedir. ALLAH, Dünyâda insanların SEVineceği birtakım şeyler yaratmıştır. İnsan ruhu bu şeylerle SEVİNCe, Rahata ve Felâha ulaşır. Bunlarla birlikte asıl SEVİNÇ ve Mutluluk ALLAH’ın koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde imânlı bir hayat yaşamaktır. Hakikatte bunlar olmadan ne bir SEVİNÇ ne bir huzur ne de bir lezzet ve ni’met vardır.
Bu hususta ALLAH TeALÂ şöyle buyurmaktadır.:
“Ey insanlar! Size RABBinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifâ, mü’minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.
De ki.: Ancak ALLAH’ın lütfu ve rahmetiyle işte bunlarla SEVinsinler. Bu, onların (Dünyâ malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.”

يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذَلِكَ فَلْيَفْرَحُواْ هُوَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
“Ey insanlar! RABBinizden size bir öğüt ve uyarı, sinelerde olana (kalbi ve ruhi hastalıklarınıza, stres ve bunalımlarınıza) bir Şifâ ve mü’minler için bir Hidâyet ve Rahmet (olarak Kur’ÂN-ı Kerim) gelmiştir.
(Ey Nebîm!) De ki: "Allah’ın Fazilet ve Rahmetiyle (bunlar gönderilmiştir. Öyle ise mü’minler), yalnız bununla (Kur’ÂN’la) ferahlansınlar. (Her konuda ve her sorunda Kur’ÂN’a başvurup rahatlasınlar.) Bu, onların (kâfir ve münafık takımının) toplayıp yığmakta olduklarından hayırlıdır."
(Yûnus 10/57-58)

Hiç şüphesiz insanın SEVİNCine ve mutluluğuna katkı sağlayan birçok durum vardır. Bunlardan biri de güzel ahlâktır. Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, (el-Muvattâ, “Hüsnü’l-Huluk”, 8.) kişiye SEVİNÇ ve Mutluluk kazandıran durumlardan birinin de güzel ahlâk olduğunu beyan ederek, kişinin saadetinden olduğunu belirtmiştir. (Muhammed b. Selâme Kuzâî, Şihâbü’l-ahbâr, çev. Ali Yardım (İstanbul: Damla Yayınevi, 1999), 81.)

Aynı şekilde “Sizin en hayırlınız ahlâkı en güzel olanınızdır.” (Buhârî, “Edeb”, 38.)

Buyurarak insanların her zaman, güzel ahlâka sahip olmaları gerektiğini de vurgulamıştır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kişinin Mutlu ve HUZURlu olmasının sebeblerinden birinin sâliha, itaatli bir eş, geniş bir mesken ve bir bineğin olduğunu bildirmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/168.)

Kişinin dünyevî Üzüntülerden uzak durmaya çalışması huzur ve mutluluğuna katkı sağlayacaktır. (Kuzâî, Şihâbü’l-ahbâr, 141.)

İnsan, dünyevî kaygılardan uzak durduğu oranda Üzüntü ve stresten de uzak olacak böylece psikolojik olarak da rahatlayacaktır. İnsan, ALLAH’a kulluk vazifesini gereği gibi yapmalıdır. O’nu anarak huzura erer ve rahatlar. İnsanın Dünyâ ve âhiret kurtuluşu, ALLAH TeALÂ’yı SEVmek, ibâdet etmek O’ndan korkmakla sağlanır. ALLAH’dan gafil olanlar, Dünyânın geçici menfaatleri ile Zevk ve SEVİNÇ elde etseler bile bu Zevk ve SEVİNÇler sürekli olmaz. Bazen rahata ve HUZURa erdiğini zannettiği şeyler kişinin Acı ve Zararına sebebiyet verebilir. Bu yüzden insan, ALLAH’tan her şeyin en hayırlısını istemesi gerekir. Kul, her nerede olursa olsun, O’na olan imânı, SEVgisi, Saygısı, Zikri ve İbâdeti kendisi için gücü ve salâhıdır. (İbn Kayyim, ALLAH SEVgisi, 222. 580 Müslim, “Zühd”, 64.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Dünyâda Müslümanın başına gelen SEVİNÇli ve Hüzünlü olaylar için SEVaba dönüşeceği müjdesini vermektedir.
“Mü’minin her hali imrenilecek bir haldir; onun her işi hayırdır. Bu durum, mü’minden başka kimsede yoktur. Mü’mine SEVindirici bir şey isabet ettiğinde şükreder. Bu onun için bir hayırdır. Bir zarar dokunduğunda ise sabreder bu da onun için bir hayırdır.” (Müslim, “Zühd”, 64.)

Buyurarak mü’minin başına gelen, SEVİNÇli hallere şükür ile Üzüntülü olaylara da sabırla karşılık verirse bu durum kişiye SEVâb kazandıracağı müjdesi verilmektedir. Mü’min, Hayrı ve Şerri =>Şükür ve Sabırla karşılayarak bundan SEVİNÇ ve NeŞe duyar. Keder ve Üzüntüsü yok olur. Böylece

Mutsuz ve Bedbaht bir hayat sürmesi söz konusu olmaz, güzel ve hoş bir hayat yaşar.
ALLAH TeALÂ, Kur’ÂN’da birçok âyette kulları için Dünyâda ölçüyü koyduğunu belirtmiş, bu ölçüye göre hareket edenlerin korku ve Üzüntü çekmeyeceklerini bildirmiştir.:
“Her kim benim hidâyetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku ve Hüzün yoktur.”

قُلْنَا اهْبِطُواْ مِنْهَا جَمِيعاً فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“(Ardından Âdem’e ve Sülalesine) Dedik ki.: "Hepiniz oradan (cennetten aşağıya-dünyaya) inin (ki imtihan başlasın)… Bundan sonra size BENden bir hidâyet (rehberi) geldiğinde, kim BENİM Hidâyetime uyarsa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (Bakara 2/38)

بَلَى مَنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُ أَجْرُهُ عِندَ رَبِّهِ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini ALLAH’a teslim ederse, artık onun RABBi Katında ecri (verilecektir). Onlar asla korku duyacak ve mahzun olacak da değillerdir.” (Bakara 2/112)

وَأَوْحَيْنَا إِلَى أُمِّ مُوسَى أَنْ أَرْضِعِيهِ فَإِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَأَلْقِيهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَافِي وَلَا تَحْزَنِي إِنَّا رَادُّوهُ إِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلِينَ
“(Bu nedenle) Mûsâ’nın Annesine.: “Onu (Mûsâ’yı) emzir(ip doyur). Şâyet (Firavun’un adamları onu öldürecek diye) kuşkulandığın vakit, onu (akıntılı) suya bırak ve sakın korkma ve endişe edip üzülme! Çünkü BİZ o’nu sana tekrar (kavuşturup) geri vereceğiz ve onu Peygamberlerden (biri) yapacağız” diye vahyettik (ilhamla bildirdik.)” (Kasas 28/7)

Buyurarak hidâyete tâbi olmayı kulluk yapmaya bağlamaktadır. ALLAH’a hakiki mânâda kul olmak, kişiyi Dünyâ ve âhiret korkusundan ve Üzüntüsünden uzak eyler.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, sâliha hanım için şöyle buyurmaktadır.: “Mü’min, ALLAH’a takvâdan sonra sâliha bir zevceden hayır görür. Böylesi bir kadına emretse itaat eder. Ona baksa SEVİNÇ ve NeŞe duyar. Bir şeyi yapıp yapmaması hususunda yemin etse kadın bunu yerine getirerek onu yeminden kurtarır. Kadından ayrılıp uzak bir yere gitse, kadın hem kendi namusunu hem de kocanın malı hususunda dürüst olur.” (İbn Mâce, “Nikâh”, 5.)

Hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, sâliha bir eşi Dünyâda kişinin SEVİNÇ ve SÜRÛR duyacağı, Mutlu ve HUZURlu olacağı ALLAH’ın bir Lütfu olarak bildirmektedir. (Mehmet Emin Özafşar, vd.. Hadislerle İslâm, 2/208.)

Ayrıca sâliha bir eşi Âdemoğlunun üç mutluluğundan biri olarak, kötü eşi de kişinin mutsuzluğuna etki edecek durum olarak belirtilmektedir. (Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Müsned, thk. Abdulmuhsin et-Türkî (Kâhire: Dârü’l-hicr, 1419/1999),1/114.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, evlilik törenlerinin şenlik havasında, SEVİNÇ içinde yapılmasını istemiş, düğünlerde def çalmalarına müsaade etmiş, ziyâfet vermelerini teşvik etmiştir. Hatta bu konuda ihmalkâr davrananları uyarmış ve düğünün gereğinin yapılmasını tavsiye etmiştir. (Tirmizî, “Nikâh”, 6; İbn Mâce, “Nikâh”, 20.)

İslâm âile yapısında evliliklerde arzu edilen hedef, evliliklerin bir ömür boyu sürmesi, karı kocanın hayatın zorluklarını beraber mücadele ederek göğüslemeleri, SEVİNÇ ve Üzüntülerinde birbirine destek olmaları, güzellikleri ve acıları paylaşarak, âile ortamını sıcak bir yuvaya dönüştürmeleri istenmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Medine’ye hicret edince Şehri SEVİNÇ bürümüş, sahâbe, onun yolunu özlemle, heyecanla, SEVİNÇ ve COŞKUyla karşılamıştı. (İbn Hişâm, İslam Tarihi, Sîretü İbn Hişam, 2/163.)
Medine’ye Hicrette birçok sahâbe, vatanlarını terk etmenin hüznünü yaşarken, bazı Sahâbeler de âilesine kavuşmanın SEVİNCini yaşadılar. Bunlardan biri de kucağında Oğluyla birlikte hicret eden Ümmü Seleme, şehre ulaştığında Ebû Seleme’nin içi içine sığmıyor. Eşine ve Oğluna kavuşmanın SEVİNÇ ve Mutluluğunu yaşıyordu. Acılarla ve Hüzünlerle dolu bir yıl geride kalmıştı. Ümmü Seleme, çöllerde evlâdıyla birlikte güvenli olmayan yollarda yalnız başına hicret etmiş ve Medine’ye tek başına hicret eden ilk hanım sahâbe olarak tarihe geçmiştir. Medine’de, Ebû Seleme’ye kavuşmanın ve yeni bir hayata başlamanın SEVİNCi ile ALLAH’a şükretmiştir. (Ahmed b. Alî b. Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, thk. Âdil Ahmed Abdulmevcûd vd.. (Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ʿilmiyye, 1415/1995), 8/222-223.)

Filozof Sokrat, kendisine.: “Niçin daimâ güler yüzlü, SEVİNÇli ve NeŞelisin?” diyenlere şu cevabı vermiştir.: “Ben hiçbir şeye gönlümü bağlamam ki kaybedince hüzün duyayım. Hiçbir Dünyâ meta’ını hırslı olarak istemem ki kavuşmadığım zaman hüzün ve elem içinde kalmayayım.” (Kınalızâde, Ahlâk-ı Alâî (Ahlâk İlmi), 227.)

Dünyâya gelen her çocuk anne baba için yeni bir SEVİNÇ ve Mutluluk Kaynağı olduğu kadar yeni bir sorumluluk demektir. İslâm’a göre birinci derece sorumluluk babaya aittir.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
“Ey imân edenler, kendinizi ve ehlinizi (âilenizi, neslinizi, kardeşlerinizi, eliniz ve emriniz altındaki kimseleri cehennemdeki) ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve (kömür cinsinden) taşlardır; (cehennemin) üzerinde (görevli olarak) oldukça sert, güçlü ve şiddetli melekler vardır. ALLAH kendilerine neyi emretmişse (kesinlikle yerine getirirler), O’na (asla) isyan etmezler ve emredildiklerine göre hareket ederler.” (Tahrîm 66/6)

Anne de Babayla birlikte bu sorumluluğa ortaktır. (Soner Gündüzöz vd. Kur’ÂN’dan Öğütler, 4. Baskı (Ankara: DİB Yayınları, 2011), 263.)

İslâmî Ahlâk ve Terbiyeyle yetiştirilen evlâdlar anne baba için bu Dünyâda SEVİNÇ ve Mutluluk olduğu gibi Âhirette de SEVİNÇ ve büyük mükâfat olarak CeNNete girmeye vesiledir.
Kur’ÂN’da olduğu gibi Hadislerde de aslolan SEVİNÇ ve Mutluluğun Âhiret Hayatında olacağından bahsedilmesine rağmen, güçlüklere karşı sabır, memnuniyet halini ifâde eden şükür ve tevekkül gibi durumlar, kişinin Âhiretle birlikte Dünyâ hayatında da SEVİNÇ ve HUZUR bulması için telkin niteliğinde olan esaslardır. Çağımızda bütün uğraşı ve çalışmalara rağmen toplumda huzur ve mutluluğun elde edilememesi, bütün insanlığa rehber olarak gönderilen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in tavsiyelerine uyarak, içinde bunduğu şartlara ve imkânlara göre huzur ve mutluluğa kavuşabileceği kanaatindeyiz..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 3.17. HADİSLERE GÖRE ÂHİRET HAYATINDA SEVİNÇ.:

ALLAH TeaLâ, mü’min kullarına büyük değer verir. Bu sebeble onların hem Dünyâda hem de Âhirette mutlu olmalarını ister. Mü’min kullarını Dünyâda koruyup gözettiği gibi âhirette de CeNNetiyle SEVindirir. (Yaşar Kandemir, “Mü’minin Her Hâli Hayır Sebebidir”)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, SEVİNÇ ve Hüznü ölümle irtibatlandırarak şöyle buyurmaktadır.: SEVİNÇten ölecek biri olsaydı, CeNNet Ehli ölürdü. Üzüntüden ölecek biri de olsaydı, mutlaka CeheNNem ehli ölürdü.” (Tirmizî, “CeNNet”, 20.)

Buyurarak ebediyet âlemi olan Âhiret Hayatının, insanın ya CeNNeti ya da CeheNNemi olacağı bildirilmektedir. İnsanlar, ebediyet haberini aldıklarında CeNNetliklerin SEVİNÇ ve NeŞesi katbekat artarken, CeheNNemliklerin hüzün ve kederi de aynı şekilde artacaktır.
Ebû Katâde b. Rib’î el-Ensâri radiyallahu anhu’n rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, önünden geçen bir cenâze için.: “Rahata eren veya kendisinden rahata erilen biri.” dedi.
Yanındakiler.: “Yâ Resûlullah, rahata eren ve rahata erilen nedir?” diye sordular.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’min kul, Dünyânın sıkıntlanndan ve meşakkatinden ALLAH’ın Rahmetine kavuşarak rahatlar, fâcir (günahkâr) bir kimseden de insanlar, beldeler, bitkiler ve hayvanlar rahata erer.” buyurdu. (Buhârî, “Rikâk”, 42.)

İman sahibi olmak, ebedî rahata ermenin vesilesidir. Âhirette SEVİNÇ ve HÜZNÜN hayal edilemeyecek derecede yüksek olmasının en önemli sebebi, ebediyet, yani sonsuzluktur. Ebedî olarak MUTLULUK ve HUZUR içerisinde olacak bir kimse ile sonsuza kadar HÜZÜN ve AZÂB içerisinde olacak bir kimsenin hali aynı olabilir mi? Birisi her türlü hüzün ve korkudan kurtulmuş, sonsuz bir güven ve HUZUR içerisinde, diğeri ise kurtuluş için hiçbir ümidi kalmamış ebedî azâba mahkûm olmuş bir halde bulunmaktadır. Bunların azıcık bir ümidi olsaydı, bu kadar hüzün ve korkuya gark olmazlardı. Âhiretin mutlak anlamda en değerli ni’meti, ALLAH TeALÂ’nın Cemâline bakmak ve O’nun hitabını dinlemektir.
Bununla ilgili bir hadiste şöyle buyrulmaktadır.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “CeNNet Ehli CeNNete girdiği vakit meleklerden biri şöyle nidâ eder.: “Ey CeNNet Ehli! ALLAH size bir söz vermişti, onu yerine getirmek istiyor.” CeNNet Ehli.: “Bu söz ne olabilir ki? O bizim yüzümüzü aydınlatmadı mı? Terazilerimizi ağırlaştırıp bizi ateşten koruyup CeNNetine koymadı mı?” derler. Perde kaldırılır ve ALLAH’a bakarlar. Onlara.: ALLAH’a bakmaktan daha büyük SEVİNÇ ve Ni’met verilmemiştir.” (Müslim, “Îmân”, 297.)

Perdenin kalkması, mü’minlerin ALLAH’ın CemâLini görmesi şeklinde açıklanmaktadır. (Kurtubî, el-Câmi li ahkâmi’l-Kur’ÂN, 8/330.)

O’na baktıkları sürece başka hiçbir ni’mete iltifât etmezler. Hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, CeNNette kendilerine bahşedilmiş onca ni’metlere rağmen ALLAH’a bakmaktan daha üstün, daha SEVimli bir şeyin verilmediğini, onların en çok SEVindiği ni’metin bu olduğunu bildirmiştir.
Çünkü CeNNet Ehlinin ALLAH’a bakmaktan aldıkları ZEVK, SEVİNÇ ve MUTLULUK, oradaki ni’metlerden, yiyeceklerden, içeceklerden ve ceylan gözlü hurilerden aldıkları lezzetin çok çok üstündedir. Hatta bu iki lezzet arasında kıyas bile yapılamaz.
Bu ni’metlerden mahrum olacak kâfirler hakkında ALLAH TeALÂ, şöyle buyurmaktadır.: “Hayır! Onlar şüphesiz o gün rablerinden (O’nu görmekten) mahrum kalmışlardır. Sonra onlar CeheNNeme girerler.”

كَلَّا إِنَّهُمْ عَن رَّبِّهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّمَحْجُوبُونَ
ثُمَّ إِنَّهُمْ لَصَالُو الْجَحِيمِ
“Hayır, doğrusu bunlar o günde (mahşerde ve âhirette) RABBlerinden perdelenip mahcup bulunacaklardır. (Günah kirleriyle gözleri ve gönülleri perdelenip körlendiğinden, onlar Cemâlullah’tan mahrum kalacaklardır.)
Bir de, onlar fıtrî tercihlerini zâyi ettikleri için kesinlikle kaynayan, köpüren Cehennem'e savrulup yanacaklar.”
(Mutaffifîn 83/15-16)

İbn Ömer radiyallahu anhu’den rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır.: “Âhirette, CeNNetlikler CeNNete, CeheNNemlikler de CeheNNemde oldukları zaman ölüm getirilir. CeNNet ve CeheNNemin arasında kesilir. Sonra bir münâdi nidâ eder.: “Ey CeNNet Ehli! Artık ölüm yok ebediyet var. Ey CeheNNem ehli! Size de artık ölüm yok ebediyet var!." Bu söz üzerine CeNNetliklerin SEVİNÇ ve sürûru artar. CeheNNemliklerin de hüznü artar.” (Buhârî, “Rikâk” 50, 51; Müslim, “CeNNet”, 43.)

Hadisten anlaşılan, gerçek ve kalıcı SEVİNÇlerin âhirette ebedî olan CeNNet ni’metiyle olacağıdır. Yine hüzünlerin en büyüğünü de CeheNNeme gireceklerin tadacağı bildirilmektedir.
İbn Abbas radiyallahu anhu’dan rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Uhud’da şehid olan Müslümanlar için şöyle dedi.: “ALLAH, Uhud’da şehid olan kardeşlerinizin ruhlarını yeşil kuşların içine koydu. Bunlar CeNNetin nehirlerine giden, meyvelerinden yiyen ve arşın gölgesine asılmış kandillere girip istirahat eden kuşlardır. Şehidler şöyle dediler.: “Kardeşlerimize bizden kim haber götürecek? Bizler CeNNette dirileriz ve rızıklanıyoruz. Onlar CeNNete karşı isteksiz olmasınlar ve savaşlarda korkak davranmasınlar.” (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 27.)

Şu âyet nâzil oldu. ALLAH YOLUnda öldürülenleri sakın ölü saymayın bilakis onlar rableri katında diridirler. ALLAH’ın ni’metlerinden onlara verdiği şeylerle SEVİNÇ içinde rızıklanırlar. Arkalarından kendilerine ulaşmayan kimselere, korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.”

وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاء عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ
“Sakın ALLAH YOLUnda öldürülmüş olanları ölmüşler sanma, hayır onlar (sonsuz bir) hayattadırlar ve RABBleri yanında yaşayıp rızıklanırlar. (Onlar böyle kutlu ve mutlu bir ortamdadırlar.)” (Âl-i İmrân 3/169)

Âyet, şehidlerin ölü olmadıklarını, ALLAH Katında rızıklandıklarını ni’met, SEVİNÇ ve NeŞe içinde olduklarını bildirmektedir.
Hz. Âişe’den rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle dedi.: “Âhirette kimin hesabı münâkaşa edilirse azâba uğrayacak demektir” deyince,
Hz. Âişe.: “Yâ Resûlullah ALLAH TeALÂ.: “O vakit kimin kitabı sağından verilirse; kolay bir hesapla muhasebe edilecek ve ehline SEVİNÇli olarak dönecek” buyurmadı mı?" dedim.

فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ
فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا
وَيَنقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا
“Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse (ne mutlu ona ki imtihanı kazanmıştır.)
O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilip (azaptan kurtulacaktır.)
Ve kendi ehline (âilesine ve yakın çevresine) SEVİNÇ içinde dönmüş olacaktır.”
(İnşikâk 84/7-9)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Hayır bu münâkaşa değil bir arzdır, Kıyâmet Günü hesaba çekilen herkes helâk olmuş demektir." buyurdular. (Buhârî, “İlim”, 35; “Tefsîr, İnşikâk”, 1; “Rikâk”, 49; Müslim, “CeNNet” 80; Ebû Dâvûd, “Cenâʾiz”, 3; Tirmizî, “Kıyâmet”, 6.)

ALLAH TeALÂ, yetime, esire sahip çıkıp onlara ikram edenlere Kıyâmet Gününün Azâbından koruyacağını, içlerine bir SEVİNÇ vereceğini ve yüzlerinin aydınlık içinde olacağının müjdesini vermektedir.:
“Onlar, yiyeceği SEVe SEVe yoksula, yetime ve esire yedirirler. (Yedirdikleri kimselere şöyle derler.:) “Biz size sırf ALLAH rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz. Çünkü biz, o kapkara günden (o günün azâbından dolayı) RABBimizden korkarız. ALLAH da onları o günün kötülüğünden korur ve yüzlerine bir aydınlık ve içlerine bir SEVİNÇ verir.”

وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلَى حُبِّهِ مِسْكِينًا وَيَتِيمًا وَأَسِيرًا
إِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللَّهِ لَا نُرِيدُ مِنكُمْ جَزَاء وَلَا شُكُورًا
إِنَّا نَخَافُ مِن رَّبِّنَا يَوْمًا عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا
فَوَقَاهُمُ اللَّهُ شَرَّ ذَلِكَ الْيَوْمِ وَلَقَّاهُمْ نَضْرَةً وَسُرُورًا
“Kendileri, ona duydukları sevgiye (ihtiyaç ve ilgiye) rağmen yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirenler (onların ihtiyaçlarını giderenlerdir).
(Samimî ve seviyeli mü’minler, iyilik ettikleri kimselere:) “Biz sizin (midenizi, beyninizi ve kalbinizi) sadece ve yalnız ALLAH’ın VECHi (Cemâline ve Rızasına erişmek) için doyuruyoruz. Sizden (bu iyilik ve ilgimiz sebebiyle) bir karşılık da, (hatta) bir teşekkür bile istemiyoruz. (Gâyemiz RABBimiz ve âhirettir” diyenlerdir.)
“Çünkü Biz, (herkesin kendi başının çâresine bakacağı ve korkudan dehşete kapılacağı) o asık suratlı zorlu bir gün (âhiret ve hesap) nedeniyle RABBimizden korkan (kimseleriz).”
(Dedikleri ve bu sözlerine uygun hareket ettikleri için) Allah da, onları böyle bir günün şerrinden (ve dehşetinden) koruyup esirgeyecek ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir SEVİNÇ verecektir.”
(İnsân 76/8-11)

Hz. Ömer’in rivâyet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu.:ALLAH’ın öyle kulları var ki bunlar ne peygamber ne de şehiddirler. Fakat Peygamberler ve şehidler, Kıyâmet Günü makamlarından dolayı onlara gıpta ederler.” Sahâbe.: “Bunlar kimlerdir? Yâ Resûlullah!” dediler. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Onlar, aralarında akrabalık bağı ve ticaret olmadığı halde ALLAH için birbirlerini SEVenlerdir. ALLAH’a yemin olsun ki onların yüzleri nurludur. Herkesin korku duyacağı o günde onlar bir korku duymaz ve üzülürken de üzülmezler. Çünkü ALLAH’ın dostları için ne bir korku ne de bir Üzüntü vardır.” (Ebû Dâvûd, “Büyûʿ”, 40.)

Diyerek âhirette birbirlerini ALLAH için SEVenleri müjdeli haber ile SEVindirmektedir.
Beyhakî de hadise.: ALLAH’ın kullarını ALLAH’a SEVdiren ve kullarını da ALLAH’a SEVdiren kimselerdir. Yeryüzünde tebliğci ve nasihatçi olarak dolaşırlar.” şeklinde yorum yapmıştır. (Beyhâkî, Şuabü’l-îmân, 1/367.)

Hadiste kastedilen mânâ; insanlara ALLAH’ın SEVdiği ve istediği şeyleri emrederler. SEVmediği ve istemediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar buna itaat edince de ALLAH TeALÂ onları SEVer. CeNNete giren kimsenin ni’metler içinde olacağı, hiçbir sıkıntı çekmeyeceği ve gençliğinin bitmeyeceği bildirilmektedir. (Müslim, “CeNNet”, 22. 606 Fâtır 35/24.)

Kur’ÂN’da Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderildiği belirtilir.: “Şüphesiz biz, seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik.” buyurmuştur.:

إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَإِن مِّنْ أُمَّةٍ إِلَّا خلَا فِيهَا نَذِيرٌ
“Şüphesiz Biz Seni, Hakk ile bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, içlerinde (hayat süreçlerinde) onlara bir uyarıcı gelip-geçmiş olmasın.” (Fâtır 35/24)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de ashâbına devamlı ümit ve müjde vermiştir.
Hz. Âişe zaman zaman.: “Yâ Resûlellah! CeNNette senin hanımların kimler olacak?” diye sorunca;
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem tebessüm ederek şöyle cevap verdi.: “Sen de onlardan birisin Ey Âişe!” (İbn Sa’d, Tabakât, 8/65.)
Diyerek Hz. Âişe’yi CeNNetle ve CeNNette de kendisi ile beraber olma ile müjdelemiş ve SEVindirmiştir.
İbn Kayyim CeNNeti; ebedi saadet yurdu olarak belirtmekte, o yurtta bulunan ni’metlerin çeşitlerini, güzelliklerini, lezzetlerini, SEVİNÇleri ve gözlerin nuru olan her şeyi içine alır” demektedir. (İbn Kayyim, el-Cevziyye, Hadi’l-ervah, çev. İsmail Hakkı Sezer, CeNNetin Tasviri (Konya: Uysal Kitabevi, 1988),127. 609 Karaman, “CeNNet”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 96.)

CeNNet, Dünyâda yorucu ve zor bir çalışmanın karşılığı olarak âhirette mü’minlere sunulmuş ebedî rahat/huzur SEVİNÇ ve NeŞenin mekânıdır.
ALLAH TeALÂ, CeNNeti, insanın arzu ve zevklerine uygun biçimde yaratmıştır. (Karaman, “CeNNet”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 96.)
CeNNetliklerin yüzlerinde SEVİNÇ kıvılcımları saçılmış halde, etraflarında genç hizmetçiler, her çeşit yiyecek ve içecekler hazır beklemektedir. Kadehler, altın ve gümüşten, tabaklar ve daha nice ni’metler insanın NeŞesini ve iştahını artırmaktadır. Gerçek SEVİNÇ ve Mutluluğun âhirette olması kişiye CeNNette sunulacak ni’metlerdir. Dünyâdakilerin aksine, gönüllerince yaşayacakları, bitme tükenme endişesi duyulmayacak ebedî ni’metlerdir. Paha biçilemez güzelliğe sahip olan bu ni’met ve zenginlikler, ALLAH’ın sonsuz kudretinin ve sanatının tecellisidir. Tüm bu güzellikler ve ni’metler mü’minlere sunulacaktır. Çünkü bu ni’metler peygamberler aracılığıyla insanlara müjdelenmiştir. Bu müjde CeNNeti şiddetle arzulayan tüm mü’minler için târifsiz bir SEVİNÇtir. (Soner Gündüzöz vd. Kur’ÂN’dan Öğütler, 180.)
Kur’ÂN ve Hadislerin bildirdiğine göre; gerçek ve kalıcı SEVİNÇlerin âhirette CeNNet Ni’metleri ve Cemâlullah ile mü’min kulların yaşayacağı belirtilmektedir. ALLAH TeALÂ’nın cemâlini seyreden kullar, yüzleri daha da parlamış ve güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri de onları NeŞe ve SEVİNÇle karşılar. ALLAH’ın Dini uğruna canlarını feda eden şehidlerin âhirette, SEVİNÇ ve NeŞeleri mutluluk dolu halleri daha da bir başka olur. Onlar, kendilerine ALLAH TeALÂ’nın ikramlarından dolayı SEVİNÇ ve NeŞeleri, katbekat artar. Sonuç olarak insan, verilen ni’metlerden maddî ve mânevî olarak imtihana tâbi tutulacaktır. Hayatı boyunca SEVİNÇ ve Üzüntüsüne sebeb olan birçok durumla karşılaşacaktır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in SEVİNÇ ve Hüzünle ilgili yaşamış olduğu durumlar, tavsiyeleri ve bunun tezâhürleri Müslüman için en güzel örnektir. Onun tavsiyelerine uymak mü’minlerin arasındaki SEVgi ve muhabbetin de oluşmasına vesile olacaktır. İnsan, haaytı boyunca SEVİNÇli ve Üzüntülü anlar yaşayabilir. SEVİNÇ hali insanın mutluluğuna vesiledir. Bu durum kişiyi şımartmamalıdır. Dünyâdaki tüm SEVİNÇ ve Mutluluklar geçicidir. Gerçek ve kalıcı olanı ise CeNNette mü’minlerin yaşayacağıdır. Buna ulaşmak için de Dünyâ hayatında dinin emirleri doğrultusunda yaşam sürülmesi gerekmektedir.

Resim 4. HADİSLER ÇERÇEVESİNDE HÜZÜN KAVRAMI VE ETKİLERİ.:

Bu bölümde Kur’ÂN ve Hadislerde hüzün kavramı ve türevleriyle ilgili âyet ve hadisleri tespit ederek, hüzün çeşitlerini ve insanın hüznüne sebeb olan durumları, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hüzünlendiği durumları, hüznün insana maddî ve mânevî tesirini, bunların tedavilerini, psikolojik ve sosyolojik açıdan insana etkisini, Kur’ÂN’ı hüzünlenerek okumanın önemini, Kur’ÂN ve Hadislerde hüznün yerilmesini, insanın hüznüne sebeb olan şeylerden uzak durması ve başa gelen belâ ve musibetlerle hüzün ilişkisini, hüzünden kurtuluş çarelerini genel hatlarıyla ele alarak değerlendireceğiz. Hüzün, insanın istek duyduğu şeyler değildir. İslâm, insanın nasıl bir hayat sürmesi gerektiği konusunda ölçüyü koymuştur. İnsan buna göre hayatını yaşadığı zaman nelere SEVinip nelere hüzünlenmesi gerektiğini bilir ve buna göre hareket eder. ALLAH TeALÂ, insanın nasıl huzurlu, mutlu olacağını ve nelere SEVinip, nelere üzülmesi gerektiğini peygamberler aracılığı ile insanlara bildirmiştir. İnsan buna uyduğu sürece hüzünden, kederden uzak olarak Dünyâ ve âhirette huzurlu ve mutlu bir yaşam sürer. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Dünyâlık şeylerin elde edilmesine SEVinmediği gibi elden çıkmasına da üzülmemiştir. Onun hüznü hep ALLAH içindi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in mütebessim bir yüze, mahzun bir görünüşe sahip olduğu belirtilmektedir. Aynı anda mütebessim bir yüze ve mahzun bir görünüşe sahip olmak Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e ait bir meziyet olsa gerekir. İnsanlar için hidâyet olarak gönderilen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hayatı tüm Müslümanlar için en güzel örnektir. Ona ait hüzünlere bakıldığında ifrat ve tefritten uzak, ölçülü ve dengeli bir hüzne sahip olduğu ve aşırılığa gitmediği, tatlı bir tebessümle, samimi hareketleriyle SEVİNCini açığa çıkarmayı, hüznünü belli etmemeyi adeta bir hayat tarzı olarak benimseyip örneklendirdiğini görmekteyiz.

Resim 4.1. HÜZÜN KAVRAMININ ANLAMI ve MÂHİYETİ.:

Hüzün; Arapça bir kelime olup Üzüntü demektir. İstenmeyen bir durumun başa gelmesinden veya geçmişte oluşan bir kayıptan dolayı duyulan Üzüntü, keder şeklinde tanımlanan hüzün, ferah ve sürûr kelimelerinin karşıtı olarak gösterilir.611 Hüzün, kişinin kederden dolayı iç sıkıntısı olarak da tanımlanmakta ve bunun irâdi bir durum olmadığı bildirilmektedir. Yerdeki ve gönüldeki sertlik mânâsına gelmekte olan hüzün durumu kişinin Üzüntüsünden kaynaklanmaktadır. (İsfehânî, Müfredât, “H-z-n”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 278-279.)
Bu sebeble Kur’ÂN’da geçen “üzülme! üzülmeyin!” gibi ifâdeler, gerçekte üzülmeyi değil, bu duyguya götüren durumlardan ve davranışlardan sakınmayı öğütlemektedir. Türkçe’de hüzün; gönül üzgünlüğü, keder, gam ve sıkıntı gibi anlamlara gelmektedir. (Akalın, Türkçe Sözlük, “Hüzün”, 1122.)

Seyyid Şerîf Cürcânî, “Kitâbu’t-ta’rifât” adlı eserinde hüznü; “geçmişte, SEVilen ve hoşa giden bir şeyin kaybı veya başa gelen kötü bir şeyin olmasıyla ortaya çıkan hal ve durum” şeklinde tanımlamaktadır. (Cürcânî, et-Tâ’rîfât, 86.)

Bir tasavvuf terimi olarak hüzün; ayrılığa düşen kalbin kabz haline denir. Kalbi incelterek SEVİNÇ ve NeŞeyi istemekten meneder. ALLAH, her hüzünlü kalbi SEVer. Fakat hüznün sebebinin günah olmaması gerkir. Kişinin Dünyâda hüzün ve kederi ne kadar artarsa âhirette de o denli SEVâbı artar. (Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü (Ankara: Otto Yayınları, 2014), 228.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in çok SEVdiği hanımı Hz. Hatice ve amcası Ebû Tâlib’in vefâtları Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i derinden üzdüğü için aynı sene içerisinde bu ölümlerin vuku bulduğu bu yıla İslâm tarihinde “senetü’l-hüzn” (10 Ramazan / 19 Nisan 620) adı verilmiştir. (Mustafa Sabri Küçükaşçı, “Senetü’l-Hüzn”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2009), 36/519-520.)
Hüzün, “nefsin SEVİNÇ içinde oyalanmasından alıkonmasıdır .” (Selâhaddin ed-Dımaşkî el-Ekberî, Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, çev. Zafer Erginli vd.. (İstanbul: Kalem Yayınevi, 2006), 399.)

Hüzün kelimesinin yerine “GAMM” (er-Râzî, Mekâyîsü’l-luga, 6/127.)
ve “HEMM” kelimeleri de kullanılmaktadır. (er-Râzî, Mekâyîsü’l-luga, 6/13.)
İslâm Düşüncesinde hüzün, felsefî ve ahlâkî olmak üzere iki farklı yaklaşım olarak ortaya konmaktadır. Bunlardan birincisinde dünyevî kayıplardan duyduğu Üzüntü ve kurtulmak zorunda olduğu bir duygu, hatta tedavi edilmesi gerekli bir tür hastalık olarak değerlendirilirken, Ahlâkî Boyutu daha çok âhiret kaygısı ve hayırlı bir işi başaramamaktan duyulan Üzüntü için kullanılan olumlu bir durumdur. (Mustafa Çağrıcı, “Hüzün”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1999), 19/73.)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 4.2. .: KUR’ÂN’da HÜZÜN KAVRAMI.:

Kur’ÂN’da bu konu, insanın hali, hisleri, duyguları ve RABBi ile olan ilişkileri bağlamında anlatılmaktadır. Zirâ insan, duygularını, ihtiyaçlarını, şükür, tasa, keder vb. RABBine açar. Çâresiz kalan kuluna bir çıkış yolu gösterecek ve hiç ummadığı yerden rızıklandıracak,

فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ فَارِقُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَأَشْهِدُوا ذَوَيْ عَدْلٍ مِّنكُمْ وَأَقِيمُوا الشَّهَادَةَ لِلَّهِ ذَلِكُمْ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مَخْرَجًا
“Sonra (üç iddet bekleme) sürelerine ulaştıkları zaman, artık onları ma’ruf (bilinen güzel bir tarz) üzere ya (yanınızda) tutun, ya da ma’ruf üzere (güzel bir şekilde) onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şâhid tutarak (mahkeme kararı ve resmiyet kanalıyla boşanın). Şâhidliği de ALLAH için dosdoğru yapın. İşte bununla, ALLAH’a ve âhiret gününe iman edenlere öğüt verilip (uyarılmaktadır). Kim ALLAH’tan korkup (haksızlık ve ahlâksızlıktan) sakınırsa (ve Rabbine güvenip sığınırsa, ALLAH) ona (her türlü darlık ve zorluktan kurtulacak) bir çıkış yolu açacaktır.” (Talâk 65/2)

Karanlıklardan, endişelerden ve sıkıntılardan kurtaracak ALLAH TeALÂ’dır.

قُلْ مَن يُنَجِّيكُم مِّن ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ تَدْعُونَهُ تَضَرُّعاً وَخُفْيَةً لَّئِنْ أَنجَانَا مِنْ هَذِهِ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ
“De ki: “(Ey insanlar!) Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır? (Ve kim güneşle aydınlığa çıkarıp huzurla yaşatmaktadır) Ki, (her felâket ve tehlike durumunda) siz (açıktan ve) gizliden gizliye O’na yalvararak DUÂ ve niyazda bulunmaktasınız. Andolsun bizi bundan (tehlike ve felâket ortamından) kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden olacağız" (diye O’na sığınmaktasınız.) (Enʿâm 6/63)

قُلِ اللّهُ يُنَجِّيكُم مِّنْهَا وَمِن كُلِّ كَرْبٍ ثُمَّ أَنتُمْ تُشْرِكُونَ
“De ki.: “Ondan ve her türlü sıkıntıdan (stres ve bunalımdan) sizi ALLAH kurtarmaktadır. Sonra (belâdan kurtulunca) siz yine (gaflet ve nankörlükle) şirk koşmaktasınız.” (Enʿâm 6/64)

قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَن يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِّن فَوْقِكُمْ أَوْ مِن تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعاً وَيُذِيقَ بَعْضَكُم بَأْسَ بَعْضٍ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ
“De ki.: "O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından (gökten ve yerden) azâb yollamaya, veya (savaş ve anarşi yoluyla) sizi parça parça birbirinize kırdırıp, kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya güç yetirendir." Bak, iyice kavrayıp-anlamaları için âyetleri nasıl da çeşitli biçimlerde açıklamaktayız…” (Enʿâm 6/65)

إِذْ تَمْشِي أُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى مَن يَكْفُلُهُ فَرَجَعْنَاكَ إِلَى أُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ وَقَتَلْتَ نَفْسًا فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُونًا فَلَبِثْتَ سِنِينَ فِي أَهْلِ مَدْيَنَ ثُمَّ جِئْتَ عَلَى قَدَرٍ يَا مُوسَى
“Hani kız kardeşin gezinip (Firavun Sarayı’na giderek); ‘Onu(n bakımını) üstlenecek birini size haber vereyim mi?’ demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirivermiş olduk ki, gözü aydın olsun ve hüzne kapılmasın. (Ve yine istemeden) Sen bir insan öldürmüştün de, BİZ seni (tutuklanmaktan ve) tasadan kurtarmış ve seni ’esaslı bir imtihandan geçirip-denemiştik.’ Ey Mûsâ, (ayrıca gittiğin) Medyen Halkı arasında da yıllarca kalmıştın, sonra bir kader üzerine (tekrar buraya) gelmiştin.” (Tâhâ 20/40)

Kur’ÂN, insanın duygu ve hislerini iki yönlü ele almaktadır. Bunlardan birincisi ruhuna ve davranışlarına olumlu etki eden SEVİNÇ/SÜRÛR hali diğeri ise olumsuz etki eden HÜZÜN/KEDER halidir.
Kur’ÂN’da 42 âyette HÜZÜN kavramı ve türevleri geçmektedir. Bunlardan “HÜZÜN”, üç âyette aynı mânâda “HÂZEN”, 37 âyette aynı kökten fiil olarak kullanılmaktadır. (Abdülbâkî, Muʿcem, 253-254.)

Bu âyetlerin çoğunda âhirette mü’minlere hüzün ve kederden uzak bir hayat bahşedileceği bildirilmektedir.

قُلْنَا اهْبِطُواْ مِنْهَا جَمِيعاً فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“(Ardından Âdem’e ve sülâlesine) Dedik ki.: "Hepiniz oradan (cennetten aşağıya-dünyaya) inin (ki imtihan başlasın)… Bundan sonra size BENden bir hidâyet (rehberi) geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (Bakara 2/38)

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“Şüphesiz ki: (Görünüşte) İman edenler (Müslüman bilinenler)le; Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiilerden (Budistler ve diğer putperest din ve düşüncelerden olup da sonradan) her kim (câhiliye anlayış ve ahlâkını bırakıp) ALLAH’a ve âhiret gününe (gerçekten) iman eder ve (iyilik, istikamet, ibadet gibi) sâlih amellerde bulunursa; onların ALLAH Katında ecirleri (verilecektir). Onlara korku yoktur, (bunlar) mahzun da olmayacak kimselerdir.” (Bakara 2/62)

وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلاَّ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ فَمَنْ آمَنَ وَأَصْلَحَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“Biz elçileri müjde vericiler ve uyarıp-inzar ediciler olmaktan başka (bir nedenle) göndermiyoruz. Şu halde kim iman ederse ve (davranışlarını) düzeltip (hidâyet ve istikamet yoluna girerse), artık onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Enʿâm 6/48)

يَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَكُمْ لِيُرْضُوكُمْ وَاللّهُ وَرَسُولُهُ أَحَقُّ أَن يُرْضُوهُ إِن كَانُواْ مُؤْمِنِينَ
“İyi bilin ki; Evliyâullah’a (ALLAH’ın dinine ve düzenine sahip çıkan ve ALLAH tarafından sevilen velî kullara) asla korku (kuşku, stres ve bunalım) yoktur; onlar mahzun (ve mahrum) da olmayacaklardır! (Çünkü iman tevhidi, tevhid teslimi, teslimiyet tevekkülü ve RABBine güveni, bu ise dünya ve âhiret saadetini gerektirmekte ve getirmektedir.)” (Yûnus) 10/62)

وَلَئِن سَأَلْتَهُمْ لَيَقُولُنَّ إِنَّمَا كُنَّا نَخُوضُ وَنَلْعَبُ قُلْ أَبِاللّهِ وَآيَاتِهِ وَرَسُولِهِ كُنتُمْ تَسْتَهْزِؤُونَ
“(Ey Nebîm!) Onların (inkârcıların ve marazlı münafıkların) sözleri Seni üzmesin. Şüphesiz “izzet ve gücün” tümü ALLAH’a aittir. O, (her şeyi) İşitendir, (eksiksiz ve ayrıntılarıyla) Bilendir.” (Yûnus) 10/65)

Kur’ÂN’da, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e ve mü’minlere inkârcıların haksız olarak söyledikleri söz ve yaptıkları kötü davranışlardan dolayı üzülmemelerini ve onların karşısında metin olmaları tavsiye edilmektedir.:

مَا نُنَزِّلُ الْمَلائِكَةَ إِلاَّ بِالحَقِّ وَمَا كَانُواْ إِذًا مُّنظَرِينَ
“(Oysa) Hakk (ve gerekli) olmaksızın Biz melekleri indirmeyiz. (Göndermemiz gerektiğinde ise) O zaman da onlara göz açtırılmayacak (mühlet verilmeyecek, hemen helâk edileceklerdi).” (Âl-i İmrân 3/139)

لاَ تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّنْهُمْ وَلاَ تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنِينَ
“(Öyle ise) Onlardan (inkârcılardan ve münafıklardan) bazılarını yararlandırdığımız “Ezvaç”a (şehvet, servet ve şöhret gibi; herkesin imrendiği ve özendiği gösterişli, benzeyişli ve iştah çekici nimetlere, dünyalık makam ve menfaat gibi geçici) şeylere sakın gözünü dikme, onlardan dolayı hüzne kapılıp üzülme, mü’minler için de (şefkat) kanatlarını ger (ve kutlu sonu bekleyiver.)” (Hicr 15/88)

وَلَمَّا أَن جَاءتْ رُسُلُنَا لُوطًا سِيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالُوا لَا تَخَفْ وَلَا تَحْزَنْ إِنَّا مُنَجُّوكَ وَأَهْلَكَ إِلَّا امْرَأَتَكَ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرِينَ
“Vaktâki elçilerimiz Lût’a geldikleri zaman o, bunların (gazâb görevlerini sezmesi) dolayısıyla fenâlaşıp (kendini kötü hissetmeye) başladı ve içi daralıp sıkıntı bastı. Ona dediler ki.: “Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışında, seni ve âileni muhakkak kurtaracağız. O ise, arkada kalanlardan olacaktır. (Böylece hıyaneti nedeniyle helâk olmayı hak etmiştir.)” (Ankebût 29/33)

Yine Hz. Yâkub’un oğlu Hz. Yûsuf’un başına gelenler sebebiyle şiddetli Üzüntü ve Acı çektiği HÜZÜN kelimesiyle ifâde edilmektedir.

وَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا أَسَفَى عَلَى يُوسُفَ وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظِيمٌ
“(Hz. Yâkub:) “Ben bu büyük acımı ve tüm sıkıntılarımı sadece ALLAH’a arz ediyorum. (Başka hiç kimseye ne minnet ediyorum ne de medet bekliyorum.) Ve ALLAH’tan (bir feraset ve faziletle) sizin bilmediğiniz (ve akıl erdiremediğiniz) şeyleri de biliyorum (ve bekliyorum)” açıklamasını yapmıştı.” (Yûsuf 12/84)

قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللّهِ وَأَعْلَمُ مِنَ اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
“(Hz. Yâkub:) “Ben bu büyük acımı ve tüm sıkıntılarımı sadece ALLAH’a arz ediyorum. (Başka hiç kimseye ne minnet ediyorum ne de medet bekliyorum.) Ve ALLAH’tan (bir feraset ve faziletle) sizin bilmediğiniz (ve akıl erdiremediğiniz) şeyleri de biliyorum (ve bekliyorum)” açıklamasını yapmıştı.” (Yûsuf 12/86)

فَلْيَضْحَكُواْ قَلِيلاً وَلْيَبْكُواْ كَثِيرًا جَزَاء بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
“Öyleyse bu yaptıklarının (çeşitli bahanelerle cihaddan kaçtıklarının ve Hakk’tan kaytardıklarının) cezâsı olarak, artık az gülsünler çok ağlasınlardı!” (Tevbe 9/82)

Aynı şekilde ağlayarak yere kapananları överken,

وَيَخِرُّونَ لِلأَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَزِيدُهُمْ خُشُوعًا*
“(İlim ve irfan ehli Kur’an’ı dinledikçe) Yüzüstü (yere) kapanıp ağlayarak (gözyaşı dökmektedirler) ve (Kur’ÂN) onların huşû (saygı dolu korku)larını arttırıvermektedir.” (İsrâ 17/109)

Duygusuz, kaba ve katı olanları taşa benzeterek yermektedir.

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
“(Ey Beni İsrâil ve tüm nankör ve hâin kimseler!) Bundan sonra kalbleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı (kesildi). Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan (kendiliğinden akan) ırmaklar kaynamaktadır, öyleleri vardır ki (kırılıp) yarılır da, ondan sular çıkıp fışkırır, öyleleri de vardır ki ALLAH Korkusuyla (aşağıya) yuvarlanır. ALLAH (ne tabiattaki olaylardan ne de sizin) yaptıklarınızdan gafil (habersiz) değildir.” (Bakara 2/74)

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“(Ey Resûlüm; Sen) O vakit, ALLAH’tan bir Rahmet ile onlara yumuşak davrandın, şâyet kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. O halde onların kusurlarını affet, bağışlanmaları (ve ıslah olmaları) için DUÂ et. (Topluma ve teşkilata ait) İşlerde onlara danış. (Ama) Artık (kesin) kararını verdiğin zaman da, ALLAH’a güven (ve işe başla). Çünkü ALLAH, tevekkül edip Kendine sığınanları sevmekte (ve desteklemekte)dir.” (Âl-i İmrân 3/159)

الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَالصَّابِرِينَ عَلَى مَا أَصَابَهُمْ وَالْمُقِيمِي الصَّلَاةِ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
“Onlar ki, ALLAH anıldığı zaman kalbleri ürperenler; kendilerine isâbet eden musibetlere sabredenler, namazı dosdoğru ikâme edenler (zâhiri ve bâtıni şartlarını yerine getirenler) ve rızık olarak verdiklerimizden infâk edenlerdir.” (Hac 22/35)

أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَن تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِن قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَكَثِيرٌ مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ
“(Artık,) İman edenlerin ALLAH’ın (hüküm ve haberlerini, ni’met ve hikmetlerini düşünmek) ve Hakk olarak indirilen Zikri (bu Kur’ÂN-ı Kerim’i dikkatle okuyup anlamaya ve gereğini uygulamaya gayret etmek) için, kalblerinin saygı ve kaygı ile yumuşayacağı zaman hâlâ gelmedi mi? (Sakın Müslümanlar,) Bundan önce kendilerine kitap verilip de, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçtiğinden bu nedenle kalbleri katılaşmış (böylece kitaplarını bozmuş, dinlerini yozlaştırmış ve Hakk Dinden uzaklaşmış) bulunanlar gibi olmasınlar! Ki onların çoğu da fâsık (günah ve kötülüğe dalmış) olan kimselerdi.” (Hadîd 57/16)

Kur’ÂN’da, HÜZÜN kavramıyla birlikte HÜZNe işâret eden farklı kavramlar da vardır.
HÜZÜN anlamında =>“el-GaMM”, “el-USR”, “el-KeRB”, “es-SÛ”, “el-İBLâS”, “ed-DîK”, “el-HâreC”, “el-ESeF” ve “el-BüKâ” gibi kavramlar kullanılmıştır..

Bu kavramlar, İlgili Âyetler çerçevesinde ele alınıp değerlendirilecektir.:

Resim Kur'ÂN-ı Kerîm’de Geçen HÜZÜN Mânâsına Gelen el-GaMM.:

“م-م-غ” kökünden türemiş olup gizlemek, bir şeyi örtmek mânâlarına gelmektedir. Buluta güneşin ışığını örtmesi ve gizlemesinden dolayı “gamâm” denilmektedir. (İsfehânî, Müfredât, “G-m-m”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 763.)

Gummetü şeklinde kullanıldığında, insanın soluğunu kesen el- GaMM, tasa anlamına gelir. (İbn Manzûr, “G-m-m”, Lisânü’l-ʿArab, 12/441.)

Âyette geçen “Sonra size işiniz hiçbir tasa vermesin.”

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ نُوحٍ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِن كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُم مَّقَامِي وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللّهِ فَعَلَى اللّهِ تَوَكَّلْتُ فَأَجْمِعُواْ أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءكُمْ ثُمَّ لاَ يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُواْ إِلَيَّ وَلاَ تُنظِرُونِ
“Onlara Nûh’un haberini de oku! Hani o zaman kavmine demişti ki.: “Ey kavmim! Eğer benim makamım (Hakkı tebliğ konusundaki sorumluluk ve çabalarım) ve ALLAH’ın Âyetleriyle (işinize gelmeyen gerçekleri) hatırlatıp uyarmalarım, şâyet size ağır geliyor ve kibirlendiriyorsa; ben şüphesiz ALLAH’a tevekkül etmişim (bu yoldan ve davamdan dönecek değilim). Artık siz de, (bana karşı) tasarladığınız işleri (ve engelleme girişimlerini) karara bağlamak üzere, şerik koştuklarınız (ve himâyesine sığındığınız dış güçler ve yandaş işbirlikçilerle) toplanıp (elinizden geleni yapın) ve hiçbir işiniz (kötü niyet ve gayretiniz) size örtülü kalmasın ve tasa olmasın (gücünüzün yettiğini geri koymayın). Sonra hakkımdaki hükmünüzü hemen verip uygulayın ve bana mühlet tanımayın, göz açtırmayın.” (Yûnus 10/71)

İfâdesi, “sizin için işinizde açıklık kazansın bu konuda istediğinizi yapacak imkânı bulmalısınız” anlamına gelir.
Yapacağı şey kendisi için açık, belirgin olmayan ve istediğini yapma gücünü bulamayanlar gibi olmayınız denilmektedir. Aynı zamanda insan için
tasalanma ve kederlenme olan sıkıntılı iş demektir. Karışık, müphem iş mânâsına gelen bu durumda “kişi, sıkıntısını giderecek çâreyi bulacak yolu göremez.” diye açıklanmaktadır. (Kurtubî, el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ÂN, 8/362.)

GaMM, keder ve tasa insanın aklî melekelerini etkilediği için sağlıklı ve doğru kararlar vermesi zorlaşır. Bunlar insanın üzerine çöktüğü zaman insanın diğer duygularına da olumsuz yönde tesir eder. Sağlıklı düşünebilme zorlaşır. Bir takım HÜZÜN ve kederler insan bünyesine öyle bir etki eder ki insanı konuşmaktan aciz bırakır, bedenini dermansız ve bitkin bir hale getirir.

Resim Kur'ÂN-ı Kerîm’de Geçen HÜZÜN Mânâsına Gelen el- USR.:

el-USR Kelimesi => "ر-س-ع" kökünden türemiş olup kolaylığın zıddı olan zorluk, sıkıntı, tasalanma mânâlarına gelmektedir. (İbn Manzûr, “A-s-r”, Lisânü’l-ʿArab, 4/563.)
Zor hale gelmek, zor olmak, darlık ve fakirleşmek mânâlarına gelmektedir. (İsfehânî, Müfredât, “A-s-r”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 700.)
Meselâ “Muhakkak zorlukla birlikte kolaylık vardır.”

فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
“Demek ki, gerçekten her zorlukla beraber (ona dayanacak ve aşacak bir) kolaylık da vardır.
(Unutma) Kesinlikle her zorlukla beraber, elbette bir kolaylık (ve rahatlık) da olacaktır. (Sabret, her usr; iki yusr doğuracaktır. Çünkü gerçekten her zorlukla beraber (iki kere)kolaylık bulunacaktır.)”
(İnşirâh 94/5-6)

“Eğer borçlu zorda ve sıkıntıda ise rahata çıkıncaya kadar ona mühlet verin.”

وَإِن كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَى مَيْسَرَةٍ وَأَن تَصَدَّقُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
“Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (tanıyın. Onun borcunu) sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz (âhiret yatırımı dünya kazancından yararlı ve kalıcıdır).” (Bakara 2/280)

Âyetleri bunun örneklerindendir. Burada insanın mal ve mülkünün olmamasından kaynaklanan darlık ve sıkıntıya işâret edilmektedir. Ayrıca bu ifâde annenin çocuğunu emzirmede sıkıntıya düşmesi,

أَسْكِنُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ سَكَنتُم مِّن وُجْدِكُمْ وَلَا تُضَارُّوهُنَّ لِتُضَيِّقُوا عَلَيْهِنَّ وَإِن كُنَّ أُولَاتِ حَمْلٍ فَأَنفِقُوا عَلَيْهِنَّ حَتَّى يَضَعْنَ حَمْلَهُنَّ فَإِنْ أَرْضَعْنَ لَكُمْ فَآتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ وَأْتَمِرُوا بَيْنَكُم بِمَعْرُوفٍ وَإِن تَعَاسَرْتُمْ فَسَتُرْضِعُ لَهُ أُخْرَى
“(Boşadığınız) Kadınları, gücünüz oranında oturmakta olduğunuz yerin bir yanında (uygun bir odasında) oturtup barındırın, onlara “darlık ve sıkıntıya düşürmek amacıyla” zarar vermeye (kalkmayın). Eğer onlar hâmile iseler, yüklerini bırakıncaya (doğumlarını yapıncaya) kadar onlara nafaka (geçim standardı) sağlayın. (Boşanan kadınlar) Şâyet sizler için (çocuğu) emzirirlerse, onların ücretlerini karşılayın. (Durum ve ilişkilerinizi) Kendi aranızda ma’ruf (güzellikle ve İslam’a uygun bir tarz) üzere görüşüp-konuşup (anlaşın.) Eğer (maddi ve ailevi bir) güçlük içine girerseniz, bu durumda (çocuğu) onun (babası) için bir başkası da emzirebilir (zorlamayın).” (Talâk 65/6)

Ve işi zorlaştırma gibi mânâlarda da kullanılmaktadır. Kıyâmet Gününde hiçbir işin kolay olmayacağı ve kâfirler için çok zor ve çetin bir gün olacağı bildirilmektedir.

الْمُلْكُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ لِلرَّحْمَنِ وَكَانَ يَوْمًا عَلَى الْكَافِرِينَ عَسِيرًا
“İşte o gün, gerçek mülk ve hükümranlığın, (tek egemenlik hakkının) RAHMÂN (olan ALLAH)ın (olduğunu herkes görüp bilecektir). İnkâr edenler için ise oldukça zorlu bir gün (gerçekleşecektir).” (Furkân 25/26)

Kâfirler için zor ve çetin olan o günün, mü’minler için kolaylaştırılacağı anlaşılmaktadır. (Sâbûnî, Safvetü’t-tefâsir, 2/813)
Bu âyetlerin her ikisinde de el-USR kelimesi ile insanın karşılaşabileceği sıkıntı ve zorluk anlatılmakta ve maddî imkânlardan mahrum olmasından dolayı sıkıntı ve zor durumda olması anlamına gelmektedir.

Resim Kur'ÂN-ı Kerîm’de Geçen HÜZÜN Mânâsına Gelen el- KERB.:

el-KERB Kelimesi => “-ك ب-ر" kökünden türemiş olup şiddetli Gam Ve Tasa, Keder ve Hüznü ifâde eder. “KERB” kelimesinin çoğulu “KÜRÛB”tur. (İbn Manzûr, “K-r-b”, Lisânü’l-ʿArab, 1/711.)
Aşırı, şiddetli, Üzüntü, Tasa, Keder ve Gam gibi mânâlara gelmektedir. Toprağı ekmek için kazıp altını üstüne çevirmeye, aynı şekilde insanın nefsini sıkıntıdan âdeta tersine çevirdiği için de “KÜRBETÜN” kelimesi kullanılmaktadır. (İsfehânî, Müfredât, “K-r-b”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 904)
“Nûh da daha önce çağrıda bulunduğunda biz onun çağrısına cevap verdik, onu ve âilesini büyük bir sıkıntıdan kurtardık.”

وَنُوحًا إِذْ نَادَى مِن قَبْلُ فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ
“Nûh da; daha önce (kavminin inat ve inkârından Rabbine sığınıp) çağrıda bulunduğu zaman, Biz onun (DUÂ ve yakarışlarına) cevap verdik, onu ve ailesini büyük bir sıkıntı ve üzüntüden kurtardık.” (Enbiyâ 21/76)

Âyette “büyük sıkıntı” ile kastedilen onların günahkâr bir toplum içinde yaşadıkları sıkıntılı hayat ve başlarına gelen TUFÂN kastedilmiştir. (Ebü’l-A’lâ el-Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’ÂN, çev. Muhammed Han Kayani vd. (İstanbul: İnsan Yayınları, 1991), 3/321.)

İnsanın istek ve arzusu, alıştığı ve hoşlandığı şeylerin devamı yönündedir. Bâzen kendisine isabet eden tasa, GaMM, KEDER gibi şeyler huzurunu kaçırır ve sükûneti giderir. Belki de hayatı alt üst olur. Bedenini etkilediği gibi aklını, kalbini ve hislerini de âdeta düğümlenmiş bir hale sokar. Dengesi değişir, sağlığına bile tesir eder. Bu yüzden insan bu tür Sıkıntı ve Üzüntülerin başa gelmemesi için üzerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirmelidir.

Resim Kur'ÂN-ı Kerîm’de Geçen HÜZÜN Mânâsına Gelen el- SÛ’.:

es-SÛ’ Kelimesi => “ء-و-س” kökünden türemiş olup çirkin iş, kötü görülen şey, SEVİNCin zıddı, (İbn Manzûr, “S-v-e”, Lisânü’l-ʿArab, 1/95.) insana Keder ve Üzüntü veren her türlü Dünyâ ve Âhiret işleri çok SEVilen bir kimsenin kaybolması gibi haller “SÛ” kelimesi ile ifâde edilmektedir. (İsfehânî, Müfredât, “S-v-e”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 533.)

İyi ve güzel şeylere hasenât denilirken,

بَلَى مَن كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
[/color]“Hayır (öyle değil); kim (herhangi) bir kötülük işler de (tevbe edip İslam’a dönmeyerek kötülüğünü sürdürdüğünden) günahı kendisini (kalbini tamamen) kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır.” (Bakara 2/81)

قَالَ يَا قَوْمِ لِمَ تَسْتَعْجِلُونَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ لَوْلَا تَسْتَغْفِرُونَ اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
“(Hz. Sâlih.:) “Ey kavmim! Neden iyilikten önce kötülük konusunda acele ediyorsunuz? (Düşmanca hırsları ve hınçları bırakıp) ALLAH’tan bağışlanma dilemeniz gerekmez mi? Umulur ki (rahmet olunup) esirgenirsiniz” demişti.”
(Neml 27/46)

Bunun zıddı olan Kötülük, Düşmanlık ve Zulüm gibi şeyler de SEYYİÂT olarak isimlendirilmiştir.

أَفَأَمِنَ الَّذِينَ مَكَرُواْ السَّيِّئَاتِ أَن يَخْسِفَ اللّهُ بِهِمُ الأَرْضَ أَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لاَ يَشْعُرُونَ
“Öyle ise (hâlâ), sinsice “kötülüğü örgütleyip düzenleyenler” (ve çeşitli tuzak sistemler üretenler), ALLAH’ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya şuuruna varamayacakları yerden (başlarına bir) azabın gelmeyeceğinden emin midirler?” (Nahl 16/45)

أَوْ يَأْخُذَهُمْ فِي تَقَلُّبِهِمْ فَمَا هُم بِمُعْجِزِينَ
“Ya da onlar, (gafletle) dönüp dolaşmaktalarken, (İlahî azâbın) onları yakalayıvermesinden (nasıl emindirler ve neye güvenmektedirler?) Ki onlar (bu konuda ALLAH’ı) âciz bırakacak değildirler.” (Nahl 16/46)

أَوْ يَأْخُذَهُمْ عَلَى تَخَوُّفٍ فَإِنَّ رَبَّكُمْ لَرؤُوفٌ رَّحِيمٌ
“Veya “(ALLAH’ın) Onları bir korku (ve kuşku) üzere iken âniden yakalamayacağından (güvende midirler?” Öyle ise hemen tevbe edip HAKka dönmelidirler). Şüphesiz RABBiniz çok Şefkatlidir, çok Merhametlidir.” (Nahl 16/47)

Çirkin ve kötü olan her söz ve davranış “SEYYİE” olarak anılmaktadır. “SÛ” kelimesi sövmek, kötü söz, şirk, tecâvüz, bir şeyin en kötüsü, mü’minin işlediği günah, insanın içindeki sıkıntı ve darlık anlamlarında da kullanılmaktadır. (Mukâtil b. Süleyman, Kurân Terimleri Sözlüğü, 130-134.)
es-SÛ kavramı, yapılan kötülükler neticesinde kişiye HÜZÜN vermektedir. SÛ, âkıbette hoşlanılmayan ve insanı üzecek, canını sıkacak olan şey anlamında da kullanılmaktadır. “Orası ne fena bir dönüş yeridir.”

إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلآئِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُواْ فِيمَ كُنتُمْ قَالُواْ كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الأَرْضِ قَالْوَاْ أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُواْ فِيهَا فَأُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءتْ مَصِيرًا
“Melekler, (cihad görevini ve dini gayretini terk etmekle) kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: "Nerede (ne halde ve hangi meşguliyette) idiniz? (Niye cihadı terk ettiniz?)" Onlar ise.: "Biz, yeryüzünde (aciz, fakir ve çaresiz kimselerdik, bu yüzden dini gayret gösteremedik, ibadet ve hizmet edemedik, çünkü) zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idik" derler. (Melekler de:) "Hicret etmeniz (haklı ve hayırlı kesimlerin yanına geçmeniz) için ALLAH’ın Arz’ı geniş değil miydi?" derler. İşte onların (Hakk Yolunda gayret ve mesuliyetten kaytaranların) barınma yeri cehennemdir. O ne (zorlu bir dönüş mekânı ve ne) kötü yataktır.” (Nisâ 4/97)

“Azâbı yaklaşır gördükleri zaman, inkâr edenlerin yüzleri çirkinleşip kararır, sizin arayıp durduğunuz şey işte budur denir.”

فَلَمَّا رَأَوْهُ زُلْفَةً سِيئَتْ وُجُوهُ الَّذِينَ كَفَرُوا وَقِيلَ هَذَا الَّذِي كُنتُم بِهِ تَدَّعُونَ
“Derken (o şüphe ettikleri ve hiç beklemedikleri; Hakkın ve mazlumların galibiyetini, inkârcıların ve münafıkların ise acı akıbetini) çok yakından gördüklerinde, o (inkâr ve nankörlükle) küfre düşen (hâin ve zâlim kimse)lerin yüzleri kötüleşip (pişmanlık ve perişanlık içinde) karardı (ve kararacaktır) ve onlara.: “İşte bu, sizlerin (hiç olmayacak diye savunduğunuz) ve dâvet edilip durduğunuz şeydir” denildi (ve denilecek. Böylece, akılsızlık, haksızlık ve ahlâksızlıkları yüzlerine vurulacaktır).” (Mülk 67/27)

Âyette bu kelimenin yüze nisbet edilerek kullanılmasının nedeni, Üzüntü ve Kederin etkisinin yüzde görünmesindendir. Kâfirler Kıyâmet Gününü yakından gördüklerinde hazırlıksız olarak ansızın karşılaştıklarından yüzlerine vurur ve kararır. Yüzlerinin kararması bundandır. İnsanın yüz ifâdesi, iç Dünyâsında oluşan Üzüntü, Korku, Öfke ve Hayret gibi hallere işâret eder. (Necati Kara, Kur’ÂN’da Beden Dili, 322-325.)

Yaşamış olduğu herhangi bir duygu, kan basıncını ve kalb atışlarını arttırır. Nefes alışverişini hızlandırır. (Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı (İstanbul: Remzi Kitabevi, 2007), 264.)

İşte kâfirlerin Kıyâmet Günü ansızın karşılarına çıkacak azâbtan dolayı onlarda şok etkisi yaratarak yüzlerinde simsiyah bir görünüm olur. Keder, Üzüntü ve Tasa sâdece insanın İç Dünyâsında kalmaz, şiddetine göre insanın simasında ve davranışlarında da tezâhür eder..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim Kur'ÂN-ı Kerîm’de Geçen HÜZÜN Mânâsına Gelen el- İBLÂS.:

el-İBLÂS Kelimesi => “-ل-ب س” kökünden türemiş olup aşırı ümitsizlikten dolayı HÜZÜN, tasa ve keder, şiddetli zorluktan dolayı Üzüntü anlamlarına gelmektedir. (İbn Manzûr, “B-l-s”, Lisânü’l-ʿArab, 6/29.)
İblis kelimesi de aynı köktendir. (İsfehânî, Müfredât, “B-l-s”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 166.)

“Kıyamet koptuğunda, o suçlu kâfirler ümitlerini tamamen kesip susarlar.”

وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُبْلِسُ الْمُجْرِمُونَ
“Kıyamet-Saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkârlar umutsuzca yıkılıp (şaşkınlık ve perişanlık içinde kalacaklardır).” (Rûm 30/12)

Âyette kâfirlerin kendilerine yardım edecek kimse bulamayınca ümitlerini kaybederler ve susarlar. Mademki kıyâmet saati gelip çatacaktır. O gün ümitsizlik ve azâb içinde olmamak, CeNNet bahçelerinde SEVİNÇ içinde NeŞelenebilmek için şimdi ALLAH’ı tesbih ediniz. diye buyurulmaktadır. (Elmalılı, Hak Dini Kur’ÂN Dili, 6/244.)

Kâfirler bir çıkış ve kurtuluş yolu bulamadıklarından ümitsiz olurlar. Aşırı ümitsizliğe düşmüş kimse de yapacak bir şey kalmadığından suskunluğu tercih eder. İşte bu kimseye “EBLASA” denir.
“Halbuki onlar, daha önce ALLAH’ın üzerlerine yağmur indireceğinden ümitsiz idiler.”

وَإِن كَانُوا مِن قَبْلِ أَن يُنَزَّلَ عَلَيْهِم مِّن قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ
“Oysa onlar, bundan önce (yağmurun) üzerlerine inmesinden evvel umutlarını kesmiş durumdalardı.” (Rûm 30/49)

Kişinin İBLÂSını, tutunacak bir dalı, çıkacak bir yolu bulamayanın içine düştüğü durumdan dolayı ümitsizlik ve ÜZÜNTÜ olarak da belirtmek mümkündür.


Resim Kur'ÂN-ı Kerîm’de Geçen HÜZÜN Mânâsına Gelen el- DÎK.:

ed-DÎK Kelimesi => “-ي-ض ق” kökünden türemiş olup dar, ensiz ve daralmak mânâlarına gelmektedir. (İbn Manzûr, “D-y-k”, Lisânü’l-ʿArab, 10/208.)

Dîk kelimesi “SEATUN” “سعة”kelimesinin zıddıdır. Fâkirlik, cimrilik, ÜZÜNTÜ ve keder vb. şeylerle ilgilidir. (İsfehânî, Müfredât, “D-y-k”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 627.)
Son derece dar ve ciddi darlık, tıkanmış, geçilmez gibi mânâlarda da kullanılmaktadır. “..göğsün daralarak”

فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحَى إِلَيْكَ وَضَآئِقٌ بِهِ صَدْرُكَ أَن يَقُولُواْ لَوْلاَ أُنزِلَ عَلَيْهِ كَنزٌ أَوْ جَاء مَعَهُ مَلَكٌ إِنَّمَا أَنتَ نَذِيرٌ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ
“(Ey Elçim ve ey Hakk Davanın temsilcisi!) Şimdi (inkâr edenlerin ve nasibsizlerin;) “Ona bir hazine indirilmeli veya onunla bir melek gelmeli değil miydi?” demeleri dolayısıyla, göğsün daralıp, belki de Sana vahyolunan (gerçeklerden ve müjdelerden) bir kısmını (onların keyfi için) neredeyse terk edecek hale gelirsin!.. (Unutma ve yolundan geri durma) Sen sadece bir uyarıcısın!.. ALLAH her şeye VEKÎL’dir (ve yeterlidir. Sizin göreviniz Hakkı yaşamak ve yaymaktır.)” (Hûd 11/12)

“..onun göğsünü sanki o kişi gökte yükseliyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.”

فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاء كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ
“ALLAH, kimi (layık görüp) hidâyete erdirmek isterse, onun göğsünü (gönlünü) İslâm’a açar; (ibâdet ve hizmet yoluna sokar.) Kimi de (müstahak olduğundan) saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar (Kur’ÂN’ı anlamaya karşı ilgisiz ve sevgisiz kalır). ALLAH, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik ve gayretsizlik (hamiyetsizlik ve haysiyetsizlik) çökertir.” (Enʿâm 6/125)

“..göğsüm daralır..”

وَيَضِيقُ صَدْرِي وَلَا يَنطَلِقُ لِسَانِي فَأَرْسِلْ إِلَى هَارُونَ
“Göğsüm sıkışıyor, dilim dönmüyor; bundan dolayı (kardeşim) Harûn’a da (elçilik görevini bildirmesi için Cibril’i) gönder (ki bana yardımcı olsun”, dileğini iletmişti.)” (Şuarâ 26/13)

Gibi âyetlerde darlık anlamında kullanılmıştır. Göğsün sıkılması ve daralması psikolojik bir durumdur. Fıtratı küfür ve şirkle bozulmuş olan kimsenin göğsü göğün yükseklerinde yükselen kimsenin zor nefes alması gibi tıkanır. Zirâ yükseldikçe hava basıncı düşer. Basınç düştükçe de nefes alma zorlaşır. (Muhammed Hüseyn Tabatabâî, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kurân, çev. Vahdettin İnce (İstanbul: Kevser Yayınları, 2003), 7/497.)

ALLAH TeALÂ, Bu Şehâdet ÂLeminde Bâtılı ve Şerri tercih ederse o kimsenin dalâlette kalmasını, hak yolundan sapmasını dilerse, onun seçimine uygun olarak kalbini daraltır, bunaltır, sıkar, katılaştırır, kavrayışını ve anlayışını giderir. İlâhî Gerçekleri kabul etme yollarını ona kapatır, inanmak, onun için çok zor bir hale gelir ve kalbine imân girmez. (Abdurrahman Kasapoğlu, “Kur’ÂN’a Göre İnkâr ve Bunalım”, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 1/1 (2010), 223.)

Dîk kelimesi Kur’ÂN’da genelde münkirlerin iç halini belirtmek için kullanılmıştır. Çünkü göğe tırmanmak mümkün olmayan bir yük ve zahmet ise imânı ve İslâm’ı ve kabul etmek de o kadar güç ve zor gelir. İslâm deyince canı sıkılır, daralır, bunalır, yoldan çıkar ve içinden çıkılmaz bir bataklığa saplanır. O kimse artık genişliği yanlış şeylerde ve felâkette arar. ALLAH da onların üzerine azâb, göğsün daralması ve kalb tıkanıklığı ile sıkıntı verir. (Elmalılı, Hak Dini Kur’ÂN Dili, 3/514.)

Dîku’s-Sadr ile ilgili âyetlerde, insanın içini rahatsız eden birtakım sıkıntılar ve bu sıkıntıların insanı huzursuz ettiği ve ruhî sıkıntılar yaşadığı anlatılmaktadır..


Resim Kur'ÂN-ı Kerîm’de Geçen HÜZÜN Mânâsına Gelen el- HÂREC.:

el-HÂREC Kelimesi => “-ر-ح ج” kökünden türemiş olup iki nesne arasındaki darlık, günah gibi mânâlara gelmektedir. (İbn Manzûr, “H-r-c”, Lisânü’l-ʿArab, 2/223; İsfehânî, Müfredât, “H-r-c”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 273.)

“Hayır, hayır! RABBin hakkı için, onlar aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan sana tam bir teslimiyet gösterip bağlanmadıkça imân etmiş olmazlar.”

فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًا
“De ki.: "O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından (gökten ve yerden) azâb yollamaya, veya (savaş ve anarşi yoluyla) sizi parça parça birbirinize kırdırıp, kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya güç yetirendir." Bak, iyice kavrayıp-anlamaları için âyetleri nasıl da çeşitli biçimlerde açıklamaktayız…” (Nisâ 4/65)

Âyette “HÂREC” sıkıntı ve darlık mânâsında kullanılmıştır. Sıkıntı ve darlıktan kasıt, insanın bir işten dolayı içinde sıkıntı ve darlık hissetmesidir. Bu kelime aynı zamanda günah mânâsına da gelmektedir. (Mukâtil b. Süleyman, Kurân Terimleri Sözlüğü, 190-191.)

Küfrü sebebiyle göğsün daralması mânâsında da kullanılmıştır.

فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاء كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ
“ALLAH, kimi (lâyık görüp) hidâyete erdirmek isterse, onun göğsünü (gönlünü) İslâm’a açar; (ibâdet ve hizmet yoluna sokar.) Kimi de (müstahak olduğundan) saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar (Kur’ÂN’ı anlamaya karşı ilgisiz ve sevgisiz kalır). ALLAH, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik ve gayretsizlik (hamiyetsizlik ve haysiyetsizlik) çökertir.” (Enʿâm 6/125)

İnsanın kalbinin sıkılması ve daralması, sıkıntı ve ıstırap hissetmesidir. Bu yüzden sıkıntı ve ıstirâp anları insan kalbinin en ince olduğu anlarıdır.


Resim Kur'ÂN-ı Kerîm’de Geçen HÜZÜN Mânâsına Gelen el- ESEF.:

el-ESEF Kelimesi => “ف-س-ا” kökünden türemiş olup HÜZÜNlenme, kederlenme ve öfkelenme mânâlarına gelmektedir. Kişinin intikam duygusuyla birine öfkelenmesi neticesinde hüzünlenmesi ve kederlenmesidir. (İsfehânî, Müfredât, “E-s-f”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 81.)

Şiddetli Öfke ve Şiddetli Hüzün anlamlarına gelir. Bâzen her iki anlamda da kullanılır. (Elmalılı, Hak Dini Kur’ÂN Dili, 4/136.)

İnsanın yüz rengindeki değişim, içeresinde bulunan ruh halinin bir aynasıdır. İnsan öfkelendiği zaman hemen yüz hatlarında kızarma ve değişme olur. ÜZÜNTÜlü zamanlarda da bu durumun aynısı yaşanır. “Mûsa pek öfkeli ve ÜZGÜN olarak halkına döndüğünde.” el-

وَلَمَّا رَجَعَ مُوسَى إِلَى قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفًا قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُونِي مِن بَعْدِيَ أَعَجِلْتُمْ أَمْرَ رَبِّكُمْ وَأَلْقَى الألْوَاحَ وَأَخَذَ بِرَأْسِ أَخِيهِ يَجُرُّهُ إِلَيْهِ قَالَ ابْنَ أُمَّ إِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُونِي وَكَادُواْ يَقْتُلُونَنِي فَلاَ تُشْمِتْ بِيَ الأعْدَاء وَلاَ تَجْعَلْنِي مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
“Mûsâ oldukça Kızgın ve ÜZGÜN olarak kavmine döndüğünde onlara.: "Beni arkamdan, ne kötü temsil ettiniz (ne çirkin işler çevirdiniz)? RABBinizin (azâb) emrini çabuklaştıracak (sapkınlık ve taşkınlıklara yöneldiniz), öyle mi?" dedi. (ALLAH’ın emirleri yazılı) Levhaları bıraktı ve kardeşini başından (saçından) tutup kendisine doğru çekmeye başlayınca (Harûn ona:) "Ey Anamın oğlu, (fırsatçı ve fesatçı bir topluluk olan) bu kavim beni zayıf buldular (hırpalayıp çaresiz bıraktılar) ve neredeyse beni öldürmeye kalkıştılar. Bari sen düşmanları sevindirip bana güldürecek (ve kuru gürültüyle onların diline düşürecek) bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğuyla beraber kılma (onlarla bir tutma!)" diye (yalvardı).” (‘râf 7/150)

Âyette Hz. Mûsa’nın halini belirten “esef” kelimesi hem öfke hem de Üzüntü anlamına gelmektedir. İnsan, SEVİNCini gizleyip belli etmeyebilir ama aynı şeyi öfke ve Üzüntü için söylemek zordur. (Mahmut Kavaklıoğlu, “Sergilediği Beden Dili Açısından Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem”, Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi 3/6 (2004), 62.)

Esef kelimesinin temelinde öfke ve intikam alma duygusu vardır. Öfke, insanın kendinden aşağı SEViyede birisine yönelince intikam duygusuna dönüşürken, kendinden üstte birisine yönelince keder ve Hüzne dönüşmektedir. Bu yüzden Hz. Mûsa’nın esefi, halkına karşı öfke ve kızgınlık, ALLAH TeALÂ karşısında ise hüzün ve halkının durumundan dolayı da Üzüntü olarak belirtilmiştir.


Resim Kur'ÂN-ı Kerîm’de Geçen HÜZÜN Mânâsına Gelen el- BÜKÂ.:

el-BÜKÂ Kelimesi => “-ك-ب ى” kökünden türemiş olup Hüzün, Keder ve Feryat ile gözyaşı dökmektir. Sesin, ağlamaktan dolayı baskın olduğu halleri ve Hüzün ve Kederin çok olduğu durumları anlatmak için kullanılmaktadır. (İbn Manzûr, “B-k-y”, Lisânü’l-ʿArab, 14/82; İsfehânî, Müfredât, “B-k-y”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 163.)

“Az gülsün, çok ağlasınlar!..”

فَلْيَضْحَكُواْ قَلِيلاً وَلْيَبْكُواْ كَثِيرًا جَزَاء بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
“Öyleyse bu yaptıklarının (çeşitli bahanelerle cihaddan kaçtıklarının ve Hakk’tan kaytardıklarının) cezası olarak, artık az gülsünler çok ağlasınlardı!” (Tevbe 9/82)

Âyette münâfıkların durumu anlatılmakta onların pek az gülüp çokça ağlayacakları bildirilmektedir. el-Bükâ, insanın Üzüntü ve Kederi ile birlikte ağlamayı bunun yanında gözyaşı dökmeyi belirtmek için kullanılmaktadır. Her ağlama gözyaşına dönüşmeyebilir. Bâzen Üzüntü ve kederden bâzen de SEVİNÇ ve NeŞeden dolayı ağlanılmaktadır.
(Kur’ÂN’da HÜZÜNle ilgili yukarıda zikredilen âyetlere ilave olarak şu âyetleri de ekleyebiliriz: Âl-i İmrân 3/176; el-Mâide 5/41; et-Tevbe 9/40, 92; Yûnus 10/62-65; er-Raʿd 13/28; en-Nahl 16/127; el-Enbiyâ 21/103; el-Fâtır 35/34; Fussilet 41/30; ez-Zuhruf 43/68-70; el-Ahkâf 46/13-14.)

وَلاَ يَحْزُنكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لَن يَضُرُّواْ اللّهَ شَيْئاً يُرِيدُ اللّهُ أَلاَّ يَجْعَلَ لَهُمْ حَظًّا فِي الآخِرَةِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
“(Ey Nebim!) Küfürde büyük çaba harcayanlar, (kâfir ve zâlimlere yaranmak için yarışanlar) Seni üzmesin!.. Çünkü o (münâfık)lar hiçbir şeyle (ve hiçbir şekilde) ALLAH’a (ve İslam davasına) zarar veremezler. ALLAH, onları ahirette haz (lezzet ve izzetten pay) sahibi kılmamayı ister. (Bu yüzden dünyada bazı geçici ve cüz’i başarı ve ganimetler verir.) Ve onlar için büyük bir azâb (hazırlanmıştır).” (TÂl-i İmrân 3/176)

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ لاَ يَحْزُنكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ مِنَ الَّذِينَ قَالُواْ آمَنَّا بِأَفْوَاهِهِمْ وَلَمْ تُؤْمِن قُلُوبُهُمْ وَمِنَ الَّذِينَ هِادُواْ سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ سَمَّاعُونَ لِقَوْمٍ آخَرِينَ لَمْ يَأْتُوكَ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ مِن بَعْدِ مَوَاضِعِهِ يَقُولُونَ إِنْ أُوتِيتُمْ هَذَا فَخُذُوهُ وَإِن لَّمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُواْ وَمَن يُرِدِ اللّهُ فِتْنَتَهُ فَلَن تَمْلِكَ لَهُ مِنَ اللّهِ شَيْئًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَمْ يُرِدِ اللّهُ أَن يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
“Ey Peygamber (ve her asırda ALLAH Yoluna rehber şahsiyetler! Sakın haklı ve hayırlı bir davaya) kalbleri inanmadığı halde, ağızlarıyla “inandık” deyip (istismar eden münafık kimselerle), Yahudilerden küfür içinde çaba gösteren (Siyonist)ler Seni üzmesin… Onlar (hem kendileri şeytani kesimlerin) yalanına kulak asanlar, (hem de açıkça) Sana gelmeyen (içinize girip sorumluluk yüklenmeyen malum ve mel’un) bir kavim adına kulak tutan (sizden haber toplayıp onlara ulaştıran) kimselerdir. Onlar, (Kur’ÂNî) kelime (ve kavramları, temel esas ve kuralları) asli yerlerine konulmasının (ve sağlam bir düzene bağlanmasının) ardından, (onları) saptırmaya ve çarpıtmaya uğraşırlar ve (çevrelerine).: “Eğer size şu (makam ve menfaatler ve lehinize hükümler) verilirse onu alın, yok eğer o (ruhsat ve fırsatlar) verilmezse ayrılıp uzaklaşın” (diyen hainlerdir). ALLAH kimlerin fitneye düşmesini isterse, artık Sen onun (niyeti ve tıyneti bozuk olan) için ALLAH’tan hiçbir şeye malik olamazsın (düzeltemezsin). İşte onlar, ALLAH’ın kalblerini temizleyip arıtmak istemedikleridir. Dünyada onlar için bir aşağılanma, âhirette ise onlar için büyük bir azâb (gereklidir).” (Mâide 5/41)

وَلاَ عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لاَ أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّواْ وَّأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلاَّ يَجِدُواْ مَا يُنفِقُونَ
“Bir de (cihada katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için Sana her gelişlerinde; “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” dediğin (sadık kimseler) ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşanır vaziyette geri dönenler üzerinde de (vebal) yoktur. (Onlar da sorumlu tutulmayacaklardır.)” (Tevbe 9/92)

لَا يَحْزُنُهُمُ الْفَزَعُ الْأَكْبَرُ وَتَتَلَقَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ هَذَا يَوْمُكُمُ الَّذِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ
“(Âhiretteki) O en büyük korku (dehşetli şaşkınlık, ürküntü ve telaş ortamı bile) onları HÜZNe sürüklemeyecek ve: “(Gözünüz aydın) İşte bu sizin (en kutlu mutluluk) gününüzdür ki, size va’ad edilmişti” diye melekler onları karşılayıp (sevindireceklerdir).” (Enbiyâ 21/103)

إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ
“Şüphesiz.: "Bizim RABBimiz ALLAH’tır" deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar(a gelince); işte onların üzerine (hayatları boyunca ve ölüm anında teselli ve teskin edici) melekler sürekli inecek ve.: "Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va’ad olunan cennetle müjdelenip sevinin" diyeceklerdir.” (Fussilet 41/30)

إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“Şüphesiz; "Bizim RABBimiz ALLAH’tır" deyip sonra istikamet sahibi olarak (dürüst ve) dosdoğru yaşayanlar (var ya), onlar için (ne dünyada ne de ahirette) asla korku (ve keder) yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Ahkâf 46/13)

أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا جَزَاء بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“İşte onlar, cennet halkıdır; yaptıklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalacaklardır.” (Ahkâf 46/14)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 4.3.: HADİSLER’de HÜZÜN KAVRAMI.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den gelen HÜZÜNle ilgili rivâyeteler sözlü olmaktan çok, onun fiilî uygulamalarını, hal ve durumlarını ifâde etmektedir. Bunlar sahâbenin müşahedeleri ile aktarılarak kaydedilmiştir. Hadislerde HÜZÜN kavramı ve türevleri farklı şekillerde kullanılmıştır. Bu hadislerden bazıları ölüm gibi acılı olaylardaHÜZÜNlenmenin normal olduğu, (Buhârî, “Cenâʾiz”, 44; Ebû Dâvûd, “Cenâʾiz”, 24.)

Kur’ÂN’ın bazı âyetleri hüzünlü bir ortamda nâzil olduğu, (İbn Mâce, “İkâme”, 176.)
Müslümanın başına gelen musibetlere sabredip, HÜZNünü isyana dönüştürmemesi günahlarına kefâret olacağı, (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/157.)

ALLAH için gözyaşı döken gözlerin ve HÜZÜNlenen kalblerin azâba uğramayacağı, (Buhârî, “Cenâʾiz”, 45; “Merdâ”, 1; Müslim, “Cenâʾiz”, 12; “Birr”, 52.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Acı ve HÜZÜN veren Sıkıntılardan dolayı ALLAH’a sığındığı belirtilmektedir. (Buhârî, “Cihad”, 74; “Deavât” 35, 40; Ebû Dâvûd, “Vitr”, 32.)

İnsanın HÜZNüne sebeb olup ağlatan şeyler maddî/dünyevî olduğu gibi bâzen mânevî/uhrevî yönlü de olabilmektedir. ALLAH korkusu ve SEVgisi, ölüm endişesi, kıyametin dehşeti, CeheNNem ve CeNNet ni’metlerine karşı SEVİNÇ ve Şükür gözyaşları bunlardandır. Hz. Yâkûb oğlu Yusuf için hüzün gözyaşları dökmüştür. (Buhârî, “Cenâʾiz”, 44; Müslim, “Fezâil”, 62.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, annesinin kabrini ziyâret etmiş, ziyâretinde HÜZÜNlenmiş, (Nesâî, “Cenâʾiz”, 101.) torununun vefâtına HÜZÜNlenmiş ve gözyaşı dökmüştür. (Buhârî, “Cenâʾiz”, 33; Müslim, “Cenâʾiz”, 12.)

Sahâbeden bazıları Tebük Seferine çıkmak için hazırlık yapmak istemişlerdi. Ancak imkânsızlıklardan dolayı bir şey bulamamışlar ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e müracaat edip savaş teçhizatı istemişlerdi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de onlara imkânsızlıktan dolayı bir şey veremeyince o kimseler ÜzüLmüşler ve Üzüntülerinden gözyaşı dökmüşlerdi. Kur’ÂN’da bu kişilerin Üzüntü ve kederlerine işâret edilmektedir.:

وَلاَ عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لاَ أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّواْ وَّأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلاَّ يَجِدُواْ مَا يُنفِقُونَ
“Bir de (cihada katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için Sana her gelişlerinde; “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” dediğin (sâdık kimseler) ve infak edecek bir şey bulamayıp HÜZÜNlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşanır vaziyette geri dönenler üzerinde de (vebâl) yoktur. (Onlar da sorumlu tutulmayacaklardır.)” (Tevbe 9/92)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in, Tebük Seferinden dönerken Medine’ye yaklaştığında şöyle söylediği rivâyet edilir.: “Medine’de öyle kimseler var ki sizin yürüdüğünüz her yerde her vadide onlar sizinle beraberdirler. Oradaki sahâbeden bazıları.: "Yâ Resûlellah! Onlar şimdi Medine’de midirler?" diye sorunca, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: Evet onları, özürleri orada kalmaya mecbur etti.” (Buhârî, “Meğâzi”, 81.)

Onların bu durumu, görevi yerine getirememekten dolayı gerçek Üzüntülerini dile getirmektedir. ALLAH TeALÂ da mazeretlerini kabul etti. Bu olayda da görüldüğü üzere fakirlik ve yoksulluktan dolayı cihaddan geri kalmak mazeret olarak geçerli olsa da içlerinde duydukları HÜZÜN ve kedere mâni olunamamış ve ağlamalarına sebeb olmuştur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Kur’ÂN’da “Eşlerinizle en güzel biçimde geçinin.”

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَرِثُواْ النِّسَاء كَرْهًا وَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُواْ بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ إِلاَّ أَن يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُّبَيِّنَةٍ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَإِن كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا
“Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkışmanız (sizden boşanmak istediği halde, sadece malından yararlanmak için yanınızda tutmanız veya cahiliye alışkanlığıyla; ölen yakınlarınızın dul kalan hanımlarını “miras malı” sayıp, keyfinizce tasarruf etmeye çalışmanız) helâl değildir. Apaçık (şahitli ispatlı olarak) “çirkin bir hayâsızlık” yapmadıkları sürece, onlara verdiklerinizin (mehirlerinizin ve hediyelerinizin) bir kısmını giderip (geri almanız) için, onlara baskı yapmanız da (helâl değildir). Onlarla güzellikle ve iyilikle geçinin. (Kadınlarla güzel geçinmeyi, kusurlarını hoş görmeyi ve onlara eziyet ve hakaret etmemeyi Kur’an istemektedir.) Şayet onların (bazı tavırlarından) hoşlanmazsanız (ve huysuzluk yapıyorlarsa sabredin;) belki bir şey hoşunuza gitmeyebilir ama ALLAH onda birçok hayır takdir etmiştir (de siz farkına varmamışsınızdır).” (Nisâ 4/19)

Âyetini, hayatı boyunca en güzel bir şekilde uygulamıştır. O, eşleri tarafından kıskançlığa sebebiyet veren meşhur bal hadisesinden dolayı üzülmüş ve bal yememeye karar vermişti. Eşleriyle bir ay ayrı kalmaya yemin etmişti. (Buhârî, “Et’ime”, 32; Müslim, “Eşribe”, 11.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hanımlarına bir aylık uzak kalma cezâsı vermesine rağmen, onlara kalb kırıcı herhangi bir söz sarf etmemiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Peygamberliği yanında diğer insanlar gibi insanî özelliklere de sahipti. SEVinilecek şeylere SEVinir, üzülecek şeylere de üzülürdü. O ölüm anında komada olan Sa’d b. Ubâde’yi ziyâretinde gözleri yaşarmış ve orada bulunan diğer sahâbe de ağlamışlardı.
(Buhârî, “Cenâʾiz”, 45; Müslim, “Cenâʾiz”, 12.)

Osman b. Mâ’zûn’un naaşını yaşlı gözlerle öpmüş idi. (Tirmizî, “Cenâʾiz”, 14.)

Yine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız.” (Buhârî, “Küsûf”, 2; Müslim, “Küsûf”, 1.)
Buyurarak SEVİNÇ ve HÜZÜNde ölçülü olmaya dikkat çekmiştir. Bütün ahlâk kavramları birbiriyle yakından ilişkilidir. Görüldüğü üzere HÜZÜN kavramını da Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in HÜZÜNleri ile birlikte değerlendirmek yerinde olacaktır.

Resim 4.4.: HÜZÜN KAVRAMININ MÜRÂDİFLERİ.:

Arapça’da HÜZÜN mânâsına gelen birçok kelime ve kavram vardır. Bunlardan öne çıkanları kısaca açıklayacağız.:

Resim 4.4.1. el-BESS.:
Bir şeyi ayırıp ortaya çıkarmaya denir. Atı ahırdan çıkardı, av köpeğini avın peşine gönderdi gibi mânâlara gelmektedir. HÜZÜN olarak kullanılması ise kişinin halinden şikâyet etmesi ve şikâyetini izhar etmesinden dolayıdır. (Ebü’l Hüseyn Ahmed b. Fâris er-Râzî, Mekâyîsü’l-luga, thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn (Beyrut: Dârü’l-fikr, 1399/1979), 1/172.)

“(Yâkûb).: Ben gam ve kederimi sâdece ALLAH’a arz ederim.”

قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللّهِ وَأَعْلَمُ مِنَ اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
“(Hz. Yakub:) “Ben bu büyük acımı ve tüm SIKINTILarımı sadece ALLAH’a arz ediyorum. (Başka hiç kimseye ne minnet ediyorum ne de medet bekliyorum.) Ve ALLAH’tan (bir feraset ve faziletle) sizin bilmediğiniz (ve akıl erdiremediğiniz) şeyleri de biliyorum (ve bekliyorum)” açıklamasını yapmıştı.” (Yûsuf 12/86)

Âyetteki “el-BESS, bastırılması ve gizlenmesi zor olan şiddetli HÜZÜN mânâsına gelir. HÜZÜN ile el-BESS arasındaki fark; HÜZÜN, hemm’min şiddetlisi olarak ifâde edilmekte, el-BESS ise bastırılamayan ve gizlenemeyen daha şiddetli HÜZÜN demektir.
el-BESS, HÜZÜNden daha şiddetli, HÜZÜN de el-HEMM’den daha şiddetlidir. Çünkü el-BESS, gizlenemeyen açığa çıkan bir haldir. HÜZÜN ise gizlenebilen, bâzen açığa çıkarılmayan, genellikle kişinin kalbinde hissettiği bir Üzüntüdür. (Askerî, el-Fürûku’l-lugaviyye,185.)

Resim 4.4.2. el-HEMM.:
Bir şeyin eriyip akmasına denir. Arapça’da bana hemm etti, beni eritti mânâsına gelmektedir. el-HEMM, HÜZÜN demektir. HÜZNün şiddetinden âdeta eriyen,(Râzî, Mekâyîsü’l-luga, 6/13.) insanı damla damla eriten HÜZÜN demektir. Aynı zamanda hastalıklardan dolayı yaşanan elem ve acı için de kullanıldığı belirtilmektedir. (İsfehânî, Müfredât, “H-m-m”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 1120.)
el-HEMM ile HÜZÜN aslında ikisi de aynı mânâda olmakla birlikte, el-HEMM, genellikle istenmeyen bir olayın hemen akabinde kişide oluşan HÜZÜN hali için kullanılır. HÜZÜN ise kişinin geçmişte yaşadığı istenmeyen bir olaydan dolayı üzülmesi demektir. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 11/178.)

Resim 4.4.3. el-ESÂ.:
HÜZÜN demektir. Bir şeye “esâ” ettim demek o şeye üzüldüm mânâsına gelmektedir. (Râzî, Mekâyîsü’l-luga, 1/106.)
“(Şuayb), onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim! Ben size RABBimin gönderdiği gerçekleri duyurup, size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım.”

فَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا قَوْمِ لَقَدْ أَبْلَغْتُكُمْ رِسَالاَتِ رَبِّي وَنَصَحْتُ لَكُمْ فَكَيْفَ آسَى عَلَى قَوْمٍ كَافِرِينَ
“O da onlardan ayrılıp yüz çevirdi ve (şöyle) dedi: "Ey kavmim! Andolsun, size RABBimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Şimdi ben, (bile bile) inkâra sapan (ve İslam’la savaşan) bir topluluğa nasıl ÜZÜLEBİLirim?" (Çünkü herkesin hak ettiği akıbete uğraması gerekir.)” (Â’râf 7/93)

Âyette
geçen el-ESÂ kelimesi acıma ve HÜZÜN mânâsında kullanılmaktadır.

Resim 4.4.4. el-KÂ’BE.:
Şiddetli HÜZÜN mânâsında kullanılmaktadır. (Ebû Mansûr, Muhammed b. Ahmed el-Heravî, Tehzîbü’l-luga, thk. Abdusselâm Hârûn vd. (Kâhire: Dârü’l-Mısriyye, 1384/1964), 10/400.)

el-KÂ’BE ve HÜZÜN arasındaki fark; el-KÂ’BE, HÜZNün şiddetinden dolayı kişinin yüzünde tesirinin belirginleşmesi halidir. Çünkü HÜZÜN görülen bir şey değildir. Ancak etkisinden dolayı kişinin yüzünde belirmektedir. (Askerî, el-Fürûku’l-lugaviyye, 443.)

Resim 4.4.5. el-İBLÂS.:
Kişinin HÜZÜN ve korkudan dolayı ümidini yitirip, sükût etmesidir.703 703 (Zebîdî, Tâcu’l-arûs min cevâhiru’l-kâmûs, 15/462).

“… onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.”

فَلَمَّا نَسُواْ مَا ذُكِّرُواْ بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُواْ بِمَا أُوتُواْ أَخَذْنَاهُم بَغْتَةً فَإِذَا هُم مُّبْلِسُونَ
“Derken, kendilerine öğretilip hatırlatılan (İlaîiGgerçekleri ve uhrevi mesuliyetleri) unutup, (Hakk’tan ve hayırdan sapıtarak bâtıla ve barbarlığa yanaştıklarında, BİZ de tutup) onların üzerine (dünyalık zenginlik ve etkinlik gibi) her şeyin kapısını açtık. (Ve onları nefsi hevâları ve şeytanlarıyla baş başa bıraktık.) Öyle ki, kendilerine verilen (bu fâni ve fenâ lezzetlerle) ferahlanıp şımardıkları, (zahiren mü’min ve müttaki rolü oynadıkları halde, hakikatte iman huzurunu, kulluk sorumluluğunu ve cihad şuurunu unutup gaflet içinde oyalandıkları) bir sırada, ansızın onları (musibet ve ölümle) yakaladık. O vakit, artık bütün ümitleri tükenmiş (MÜBLİS ve MÜFLİS) kimseler olarak onları (mahrum ve mahcup şekilde ahirete yolladık).” (Enʿâm 6/44)

Müblis; ümitsiz, HÜZÜNlü kişi demektir. Başına gelen kötü hal ve durumdan dolayı ümidini kaybetmiş, Üzüntüsünden sükût eden kişi için kullanılmaktadır. (Kurtubî, el-Câmi li ahkâmi’l-Kur’ÂN, 6/426.)

Resim 4.4.6. el-KERB.:
Aşırı şiddetli Üzüntü, sıkıntı ve tasa için kullanılmıştır.(İsfehânî, Müfredât, “H-m-m”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 904.)
Kur’ÂN’da “kendisini ve âilesini o şiddetli Üzüntüden kurtardık.”

وَنُوحًا إِذْ نَادَى مِن قَبْلُ فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ
“Nûh da; daha önce (kavminin inat ve inkârından RABBine sığınıp) çağrıda bulunduğu zaman, Biz onun (dua ve yakarışlarına) cevap verdik, onu ve ailesini büyük bir SIKINTI ve ÜZÜNTÜden kurtardık.” (Enbiyâ 21/76)

Sıkıntının şiddetinden dolayı, şiddetli gamm gibi mânâlara da gelmektedir. (Râzî, Mekâyîsü’l-luga, 5/175.)

HÜZÜN ile el-KERB arasındaki fark; HÜZÜN, gamm’ın yoğunlaşması ve büyümesidir. el-KERB ise gamm’ın yoğunlaşması ile birlikte Üzüntüden kalbin daralması ve sıkışması halidir. (Askerî, el-Fürûku’l-lugaviyye, 185.)

Her ikisinde de Üzüntünün kaynağı kalbtir. (Ebû Muhammed Bedreddin Mahmûd b. Ahmed b. Mûsâ el-Hanefî el-Aynî, Umdetü’l-kârî şerhi Sahîhi’l-Buhârî (Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, 1421/2001), 21/311.)

Resim 4.4.7. el-GAMM.:
Kişinin kalbinde oluşan öfke ve kin demektir. (Râzî, Mekâyîsü’l-luga, 6/127.)

“Istıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve tadın bu yakıcı azâbı denilir.”

كُلَّمَا أَرَادُوا أَن يَخْرُجُوا مِنْهَا مِنْ غَمٍّ أُعِيدُوا فِيهَا وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ
“Her ne vakit, sarsıcı ızdıraptan dolayı oradan çıkmak isterlerse, oraya tekrar geri çevrilirler ve (onlara denir ki;) “Yakıcı AZÂBı tadın” (kaçıp kurtulamazsınız).” (Hac 22/22)

el-HEMM ile el-GAMM arasındaki fark; el-GAMM, kişinin sıkıntıyı izale edebilmesine gücünün yetmemesidir. SEVdiği bir kişinin ölmesi gibi. el-HEMM ise sıkıntıyı gidermeye kişinin gücünün yetmesidir. İflas eden bir kimsenin daha sonra tekrar zengin olması gibi. Yukarıdaki âyette de kâfirlerin Istıraptan dolayı CeheNNemden çıkmak istemelerine rağmen buna güçlerinin yetmeyeceği bildirilmektedir. Dil âlimleri HÜZÜN kelimesinin murâdiflerini, şiddet ve derecelerine göre şöyle sırlamaktadırlar.

el-BESS, HÜZNün en şiddetlisidir; el-GAMM, etki ve tesiri altına alan HÜZÜNdür; el-ESÂ, elden çıkan, giden şeyin arkasından HÜZÜNlenmek; el-ESEF, ÖFKEyle birlikte HÜZÜN halidir; el-KÂ’BE, HÜZÜNle birlikte burukluk ve kötü hal olarak belirtmektedirler. (Sa’lebî, Fıkhu’l-luğa ve sirru’l-ʿArabiyye, 1/96.)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim

Resim 4.5.: İSLÂM DÜŞÜNCESİ’nde HÜZÜN KAVRAMI.:

İslâm, Dünyâ ve Âhiret Hayatını bir bütün olarak kabul etmektedir. Bu yüzden SEVİNÇ ve HÜZÜN kavramlarının Dünyâ ve âhiret olmak üzere iki boyutu vardır. Buna bağlı olarak insanın mutluluğu ve mutsuzluğu da iki yönlü olarak değerlendirilir. Müslüman bir birey için Dünyâda HÜZÜN ve Mutsuzluktan uzak durmak, âhirette de SEVİNÇ, NeŞe ve Mutluluk içinde olmak için İslâm’ın emir ve yasaklarının fert ve toplum hayatında yaşanması gerekir. (Mehmet Emin Özafşar, vd., Hadislerle İslâm, 3/184.)

İslâm Düşüncesinde HÜZNe o kadar ulvî mânâlar yüklenmiştir ki Hz. Hatice ile Ebû Tâlib’in aynı yıl içerisinde vefât etmelerine “Hüzün Yılı” (10 Ramazan / 19 Nisan 620) denmiş ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hayatı da ulvî bir HÜZÜN ikliminde geçtiği için ona da Hüzün Peygamber’i” denilmiştir. HÜZÜN, insan için kendiliğinden zorunlu bir hal olmayıp, aksine kişi irâdesini kötüye kullanarak da HÜZNü kendine çekebilmektedir. EğerHÜZÜN zorunlu bir hal olsaydı, herkesin HÜZÜNlü olması gerekirdi. (Mustafa Bilgen, Ahlâkî Hastalıklar ve Kurtuluş Yolları (İstanbul: Millî Gazete, 2007), 383.)
HÜZÜN Dünyâ imtihanı bakımından, sıkıntı, elem, belâ, hastalık mânâlarıyla açıklanmaktadır. Bu sıkıntılara maruz kalanlar isyan etmeyip sabretmeleri halinde ALLAH Katında derecelerinin artacağı müjdesi verilmektedir.

أُوْلَئِكَ يُجْزَوْنَ الْغُرْفَةَ بِمَا صَبَرُوا وَيُلَقَّوْنَ فِيهَا تَحِيَّةً وَسَلَامًا
“İşte bunlar (var ya; ibâdet, istikamet ve dini hizmet üzerinde) sabretmelerine karşılık, (cennetin en gözde konaklarındaki) makamlarla ödüllendirilecek ve orada esenlik dileği ve selamla karşılanıp (sevindirilecek ve şereflendirileceklerdir).” (Furkân 25/75)

İslâm Düşüncesinde kişinin HÜZÜNlenmesi sorun değildir. Sorun olan HÜZÜN, insanda tabiat halini alması, kişiye ümitsizlik vermesi, onu sorumluluktan alıkoyması ve kadere isyan gibi itikadî sıkıntılara sebebiyet vermesidir. Süfyân b. Uyeyne (v. 198/814) şöyle demiştir.: “Ümmet içinde mahzun biri ağlasa, bu ağlama sebebiyle ALLAH TeALÂ o ümmete merhamet eder.” (Ekberî, Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 399.)

Dünyâ hayatında İslâm’ı din olarak kabul edip imânın gereği sâlih amel işleyen mü’minler, Kederleri, Üzüntüleri, Sıkıntıları sabır göstererek dirençle karşılarlar. Başlarına gelen sıkıntılara da sabırla katlanırlar. Bu şekilde yapmalarıyla güç, sabır, mükâfat gibi büyük sonuçlara ulaşırlar. Hoşlanmadıkları haller gider, onların yerine SEVİNÇ, NeŞe ve Güzel ümitler ile birlikte ALLAH’ın Lütuf ve SEVabını kazanırlar. Diğer taraftan imân ni’metinden yoksun olan kimse, zorluklarla, korkutucu hallerle karşılaşınca bunlara tahammül edemez. Kendisini endişe, korku, dehşet alır. Derin bir huzursuzluk ve dış korkular etrafını sarar. ALLAH TeALÂ, Kur’ÂN’da mü’minlerin korkularını ve endişelerini azaltıcı, şecaatlerini artırıcı durumu şu âyette bildiriyor.: “Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlarda sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz ALLAH’tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri ümit ediyorsunuz.”

إِنَّ اللّهَ لاَ يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ وَإِن تَكُ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا وَيُؤْتِ مِن لَّدُنْهُ أَجْرًا عَظِيمًا
“Gerçek şu ki, (mutlaka adalet ve hakkaniyetle hükmeden ve asla zulüm etmeyen) ALLAH, zerre ağırlığı kadar bile haksızlık yapmaz. Eğer (bu ağırlıkta) bir iyilik (yapan) olursa, onu da kat kat kılıp arttırır ve Kendi katından (ayrıca) pek büyük bir ecir verir.” (Nisâ 4/40)

Buyurarak imân ehlinin kalbine rahatlama ve genişlik vermiştir. İnsanlar, çoğu zaman Dünyâ hayatında yapıp ettikleriyle, SEVİNÇ ve HÜZÜNle karşılaşmaktadırlar. Bunun neticesi olarak da MUTLULUK ve Mutsuzluğu yaşamaktadırlar. Âhirette ise Dünyâda İslâm’ın emirlerini yapmanın karşılığı, ebedî SEVİNÇ ve Mutluluk iken bunun tersi de ebedî HÜZÜN ve Mutsuzluk olmaktadır.

وَمَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُم بِمَا كَانُواْ بِآيَاتِنَا يِظْلِمُونَ
“Kimin tartıları (sevapları) hafif kalırsa, (günahları ağır basarsa) bunlar da âyetlerimize zulmedegeldiklerinden (elçiyi ve gerçeği görüp bildikleri halde hıyanet ettiklerinden) dolayı nefislerini hüsrana (çok pişman ve perişan olacakları büyük bir kayba) uğratanlardır.” (Aʿrâf 7/9)

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَفْتَرُونَ
“(Din adına ortaya çıkarak insanları ALLAH’IN HAKK YOLUndan saptırıp alıkoyanlar ve İslam’ı yozlaştırıp çarpıtmaya çalışanlar var ya) İşte bunlar, kendilerini hüsrana (ziyana ve hayal kırıklığına) uğratanlardır ve yalan olarak uydurdukları (düzme nizamlar ve şeytani güç odakları da) onlardan uzaklaşıp-kaybolmuşlardır.” (Hûd 11/21)

وَأَنذِرْهُمْ يَوْمَ الْحَسْرَةِ إِذْ قُضِيَ الْأَمْرُ وَهُمْ فِي غَفْلَةٍ وَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
“(Ey Nebîm ve Onun varisleri! âayin ve takdir edilen ve kesinlikle bildirilen) İşin kaza edilip (hüküm ve karar verilip) biteceği Hasret Gününe karşı onları uyar! (Mü’minlerin hasret ve heyecanla beklediği, münkirlerin nedâmet ve zillete düşeceği günü hatırlat) Ki onlar (hâlâ) bir gaflet içindedirler ve (Hakkın Hâkimiyetini ve hesaba çekilip, karşılığını göreceklerini) inkâr etmektedirler.” (Meryem 19/39)

İslam’a göre HÜZNe sâdece Dünyâ hayatı yönü ile bakılmamalı, âhiret boyutunun da olduğu bilinmelidir. Sâdece Dünyâ yönü ile bakılırsa depresyon, karamsarlık ve mutsuzluğa sebeb olabilmektedir. Âhiret yönü ile bakıldığında HÜZNün insana bir farkındalık kazandırdığı görülecektir. Bu yüzdendir ki HÜZÜN insanın İlâhî Mazhariyetlere yönelik istek ve arayışıdır.

Resim 4.6.: İNSANIN HÜZNÜne SEBEB OLAN DURUMLAR.:

İnsanın yaratılış sebebi, ALLAH’ı tanıma, O’nu SEVme, O’na yönelme ve O’nu her şeye tercih etmedir. Bunları yapmaması neticesinde insanda kalbî hastalıklar başlar, Dünyânın her türlü ni’met ve imkânını elde etse bile; ALLAH SEVgisinden mahrum olması hiçbir göz aydınlığına sahip olmamış demektir. Kalb, bunlardan boş olunca Dünyâlık diğer ni’met ve imkânlar, insan için iki yönden Üzüntü ve Istırap kaynağı olur. Birinci olarak çok SEVdiği Dünyâlıkların elinden çıkmasından dolayı Üzüntü duyar. İkinci olarak ondan daha iyisini ve kalıcı olanı elde edemediği için Üzüntü ve Istırap duyar. (İbn Kayyim el-Cevziyye, Nefis Terbiyesi (Tıbbü’l-kulûb), çev. Osman Arpaçuku vd. (İstanbul: Polen Yayınları, 2006), 53-54.)

Bunlardan kurtulmanın yolu ise ALLAH’ı tanımak, O’nu SEVmek, O’na ihlâslı bir kul olmak ve hiçbir SEVgiliyi O’na tercih etmemektir. Kalbin rahata ve HUZURa ermesi, HÜZÜN ve kederlerin bitmesi, tüm insanların istediği bir şeydir. İnsan kalben rahat olmasıyla hoş ve güzel bir hayat yaşar. SEVİNÇ ve NeŞe kemâl bulur. Bunu elde etmenin yolları kâmil bir mü’min olarak yaşamakla olur. İman ve salih amel vasıflarına sahip olmayanlar SEVdiği halleri azgınlık ve şımarıklıkla karşılar, fakat kalbi rahat etmez. Çünkü SEVdiği şeylerin elinden gitmesinden korkar.

İnsan nefsi sürekli daha fazlasını ve çeşidini ister. Bu sınırsız istekler bâzen gerçekleşir, bâzen gerçekleşmez. Olmadığı zaman kişi Üzüntü ve Kedere düşer. Bu durum da kişiyi huzursuzluğa, sabırsızlığa, korku ve endişeye sevk eder. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in vefât haberi alınınca sahâbenin HÜZNü o kadar arttı ki bir anda nasıl hâreket edeceklerini unutup Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in vefâtını kabullenemediler. Hatta Hz. Ömer’in.: “Kim peygamber öldü derse onun boynunu vururum!.” demesi üzerine onu ve diğer sahabeleri teskin ve teselli etme işini Hz. Ebû Bekir üstlendi ve şöyle dedi.: “Kim peygambere imân ediyorsa bilsin ki o vefât etti. Kim de ALLAH’a imân ve kulluk ediyorsa bilsin ki O, ölmeyen diridir.” (İbn Hişâm, İslam Tarihi, Sîretü İbni Hişâm, 4/412.)

Sonra.: “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmişti. O ölür veya öldürülür ise siz gerisin geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen ALLAH’a hiçbir zarar veremez. ALLAH, kendisine şükredenlerin mükâfatını tam olarak verecektir.”

وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِن مَّاتَ أَوْ قُتِلَ انقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَن يَنقَلِبْ عَلَىَ عَقِبَيْهِ فَلَن يَضُرَّ اللّهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللّهُ الشَّاكِرِينَ
“(Hz.) MuhaMMed, ancak bir Elçidir. Ondan önce de nice elçiler gelip-geçmiştir. Şimdi O ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz? (Kaldı ki) İki topuğu üzerinde gerisin geri dönen kimse, ALLAH’a kesinlikle zarar veremez. ALLAH, şükredenleri pek yakında ödüllendirecektir.” (Âl-i İmrân 3/144)

Âyetini okuyarak insanları sakinleştirmiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hastalık ve ölüm gibi doğal musibetler karşısında takındığı tavır, insanî ve duygusal yönlü olmakla birlikte, diğer taraftan böyle durumlarda izlenmesi gerekli tutum ve davranışları da bildirmektedir. Onun bu konudaki tavsiyesi ifrat ve tefritten uzak mutedil bir yol izlenmesi yönündedir. Oğlu İbrahim’in vefâtında kalbinin HÜZÜNlenmesi ve gözünden yaş dökmesine rağmen.: “Biz RABBimizi gazâblandıracak bir söz söylemeyiz!” (İbn Mâce, “Cenâʾiz”, 53.)
Buyurarak mutedil yolu ortaya koyması bunun güzel bir örneğidir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, musibete uğramış mü’minleri teselli eder ve sık sık hasta ziyâretine giderdi. Bir defâsında ziyâretine gittiği bedevîyi teselli kabilinden.: “Sabret, inşALLAH hatalarına kefâret olur” deyince, hastalığın şiddetinden bunalan bedevî.: “Kefâret olur, temizler diyorsun ama hiç de öyle değil o öyle bir hastalık ki bir ihtiyarın üzerinde duran bir humma gibidir.” dedi. Hastanın sıkıntılı durumunu gören Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Peki öyle olsun!." cevabını verdi. (Buhârî, “Merdâ”, 10.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in HÜZÜN halinde ağlaması, merhamet ve ince kalbliliğe sahip olmasındandır. O’nun [yaratılanlara karşı şefkatli ve merhametli olması ve insanları da buna teşvik etmesi üstün ahlâkının gereğindendir. Başa gelen sıkıntı ve musibetlerden dolayı kişinin üzülmesi normal bir haldir. Önemli olan taşkınlık yapmadan, yaka paça yırtmadan Üzüntü anında ağlamada bir sakınca olmadığı belirtilmektedir. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 4/38-39; Aynî, Umdetü’l-kârî, 8/108.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, her işinde tedbiri elden bırakmaz, sonra da ALLAH TeALÂ’ya tevekkül ederdi. Meselâ hicret esnasında, kendilerini takip eden müşriklerin mağaranın önüne kadar gelmesi üzerine Hz. Ebû Bekir, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in başına bir şey gelmesinden korkuya kapılmış ve onu Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem teselli etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, 2/343.)
Enes b. Mâlik radiyallahu anhu’n kardeşi Ebû Umeyr’in, "Nuğayr" adlı bir kuşu vardı. Nuğayr ölünce, Ebû Umeyr üzülmüştü. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem onu görünce.: “Ya Ebâ Umeyr, ne oldu Nuğayr?” diyerek onu teselli etmiş ve şakalaşmıştı. (Buhârî, “Edeb”, 112; İbn Mâce, “Edeb”, 24.)
Hadisten anlaşıldığına göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, yetişkin ve çocuk ayırımı yapmaksızın, kiminÜzüntüsü var ve ne şekilde olursa olsun paylaşarak onu teselli etmeye çalışmıştır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, birçok hal ve durumdan dolayı HÜZÜNlendiği gibi önceki Peygamberlerin başına da HÜZÜNlü olaylar gelmiştir. İlk insan ve ilk peygamber, Hz. Âdem, CeNNetten Dünyâya gönderildiğinde HÜZNe de gözlerini açtı. Yitirilmiş CeNNet HÜZNü ve ayrılık HÜZNü gibi. O, bir ömür boyu bunlarla HÜZÜNlendi. Hz. Nûh’un HÜZNü yüzyıllarca insanları tevhid dinine dâvet etti, sonunda kendisini HÜZÜN, yeryüzünü de kapkaranlık bir tasa sardı. O, tufan peygamberi oldu. Hz. İbrahîm ise Nemrut’la yaka paça olma HÜZNü, ateşe atılma HÜZNü, eşini ve çocuğunu ıssız bir vadiye bırakma HÜZNü ve birçok anlamlı ve akılların alamayacağı HÜZÜNler onu hayatı boyunca izledi. Hz. Mûsâ, Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahya ve Hz. İsa gibi diğer bütün peygamberler de hayatı bir HÜZÜN yumağı gibi yaşadılar. (Mustafa Bilgen, Yüksek İslam Ahlâkı (İstanbul: Millî Gazete, 2006), 313.)

İnsan için Dünyâda SEVİNÇli ve mutlu bir yaşam olabileceği gibi HÜZÜNlü ve mutsuz zamanların da yaşanabileceği bir gerçektir. Bu sebeble insan için SEVİNÇ ve HÜZÜN halinin sebebleri hep merak konusu olmuştur. İslâm, insanlar için bir hayat rehberi olması hasebiyle Dünyâ ve âhirete yönelik hususları sunmaktadır. Bu yüzden insana SEVİNÇ ve HÜZÜN konusunda da doğrudan veya dolaylı olarak rehberlik etmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in tavsiyeleri doğrultusunda hâreket edildiğinde Üzüntüler hafifleyecek veya en aza indirilecektir.

Resim 4.7.: HÜZÜN ÇEŞİTLERİ.:

HÜZÜN, kişinin sahip olduğu duygu ve hislerin üzerinde bir vasıftır. Bâzen HÜZÜN, korku ile birlikte olduğu zaman ağlamayı da beraberinde getirebilmektedir. Ahlâkî kavramlar birbiri ile yakından ilgilidir. HÜZÜN kavramı da daha çok havf/korku ve recâ/ümit ile birlikte değerlendirilmektedir. Bu konu hakkında çok fikir beyan edilmiş ve âhiretle ilgili HÜZÜN iyi ve güzel, Dünyâya taalluk eden HÜZÜN ise kötü ve çirkin sonucuna varılmıştır. Üzüntü ve Keder, Belâ adını almıştır. Çünkü bu ikisi insan bedenini zayıf düşürüp yıpratmaktadır. (İsfehânî, Müfredât, “B-l-y”, Kur’ÂN Kavramları Sözlüğü, 169.)

ALLAH TeALÂ şöyle buyurmaktadır.: “Bunda, sizin için RABBinizden gelen çok büyük bir imtihan vardır.”

وَإِذْ نَجَّيْنَاكُم مِّنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوَءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءكُمْ وَفِي ذَلِكُم بَلاء مِّن رَّبِّكُمْ عَظِيمٌ
“(Hani) Dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, sizi Firavun Âilesinin (ve zalim hükümetinin) elinden kurtardığımızı da hatırlayın. (Ki) Onlar, kadınlarınızı (kızlarınızı) diri (sağ) bırakıp, erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için RABBinizden büyük bir (belâ) imtihan vardı.” (Bakara 2/49)

“Muhakkak ki sizi birâz korku ile deneriz.”

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ
“Andolsun, Biz sizi; biraz korkuyla (doğal ve sosyal afetler ve düşman saldırılarıyla), açlık (ve kıtlıkla) ve bir parça da mallardan, canlardan ve semerat (ürün ve evlatlar)dan noksanlaştırmakla (hastalık ve sakatlıkla) imtihan edeceğiz. (Tedbirli ve temkinli hareket ederek) Sabır (sükûnet ve teslimiyet) gösterenleri müjdele (ki, sadece onlar sevaba ve başarıya erişeceklerdir). “ (Bakara 2/155)

“Bu, gerçekten apaçık bir imtihandır.”

إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْبَلَاء الْمُبِينُ
“Doğrusu bu, apaçık bir ibtila idi (ve Hz. İbrahim aleyhisselâm bu zor imtihanı geçmişti).” (Saffat 37/106)

Yükümlülük de birkaç açıdan belâ diye adlandırılmıştır. Yükümlülüklerin hepsi insana zor gelmektedir. Bu açıdan her biri bir belâ sayılmıştır. Her kavim ve milletin kendi örf, adet ve bayramlarında yaptıkları SEVİNÇ/NeŞe ve Hüzün/Yas gibi etkinlikleri vardır. Bu etkinlikler insanlara SEVİNÇ ve HUZUR vermekte, insanların HÜZÜNlerini bir nebze de olsa dindirmektedir. Dine aykırı olmadıkça bu tür etkinliklerde bir sakınca yoktur. Bu bölümde HÜZÜN çeşitlerini, insan tabiatı bakımından, sebebi bilinen ve bilinmeyen HÜZÜNler, dini ahkâm bakımından, dünyevî ve uhrevî HÜZÜNler olarak tasnif edip, değerlendireceğiz.

Resim 4.7.1.: İNSAN TABİATI BAKIMINDAN HÜZÜN.:

İnsan yaşamı boyunca SEVdiği kişi ya da nesnelerle SEVgi eksenli bir bağ kurar. Bunlardan uzaklaştığında ise kendini yalnız hisseder ve HÜZÜNlenir. Bu yüzden HÜZÜN, insana bağ kurduğu şeylerin kendisine ait olmadığını öğretir ve onu olgunlaştırır. Duyguları etkileyen olay insan bedeninde anında tesirini gösterir. Kişi bir konuda endişe veren veya hoş bir haber duysa derhal onun etkisi yüzünün renginde belirir, tavrı bir anda değişir. Bundan dolayı duygu durumunun insan sağlığına tesiri çok fazladır. SEVİNÇ ve NeŞe, sağlıklı bir ruhsal hayatın göstergesi iken Üzüntü, Depresyon ve Kaygı ruhsal hayatın bozukluğuna işâret eder. Bu da insanın iştahını keser, stresini artırır ve kalb hastalıkları başta olmak üzere, akciğer, karaciğer hastalıklarına sebeb olur. (Ayten, Erdeme Dönüş-Psikoloji ve Mutluluk Yolu, 98.)

İnsanın ahlâkî değerlerden uzaklaşmasının bazı psikolojik rahatsızlıkları tetikleyeceği, Üzüntü ve mutsuzluğuna sebeb olacağı savunulmaktadır. (Ayten, Erdeme Dönüş-Psikoloji ve Mutluluk Yolu, 107.)

İslâm ahlâkî vazifeler, uhrevî müeyyideye bağlanmıştır. Buna göre güzel ahlâkın gereğini yapanlar için âhiret saadeti müjdelenirken, yapmayanlar için ise CeheNNem Azâbından kaynaklı pişmanlık, Üzüntü ve Mutsuzluk haberi verilmiştir.:

تِلْكَ الدَّارُ الْآخِرَةُ نَجْعَلُهَا لِلَّذِينَ لَا يُرِيدُونَ عُلُوًّا فِي الْأَرْضِ وَلَا فَسَادًا وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ
مَن جَاء بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ خَيْرٌ مِّنْهَا وَمَن جَاء بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزَى الَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ إِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“İşte âhiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde (ALLAH’a iman ve itaat dâvetine karşı) büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. Ve (güzel) sonuç (elbette) takvâ sâhiblerinin olacaktır.
(Ahirette) Kim bir iyilikle gelirse, artık onun için daha hayırlısı vardır; kim bir kötülükle gelirse, artık kötülükleri yapanlar, yalnızca yaptıklarıyla karşılık görüp (cezâlandırılacaklardır).”
(Kasas 28/83-84)

إِنَّ السَّاعَةَ ءاَتِيَةٌ أَكَادُ أُخْفِيهَا لِتُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا تَسْعَى
“Şüphesiz kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir. Herkesin harcadığı çabanın karşılığını alması için, onun (haberini) neredeyse gizli iken (açığa çıkaracağım ve zaten herkes peşinden koştuğu şey ne ise sonunda ona ulaşacaktır.)” (Tâ-Hâ 20/15)

الْيَوْمَ تُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ لَا ظُلْمَ الْيَوْمَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ
“Bugün herkes ancak kazandığının karşılığı ile cezâlandırılır. (Her nefis hak ettiğini bulacaktır.) Bugün asla haksızlık yapılmayacaktır. Şüphesiz ALLAH, hesabı çabuk gören (ve karara bağlayandır).” (Mü’min 40/17)

وَلَلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرضِ وَيَومَ تَقُومُ السَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ يَخْسَرُ الْمُبْطِلُونَ
“Göklerin ve yerin mülkü ALLAH’ındır. (Gelmesi kesin olan İslami medeniyet ve sonrası kıyamet) Saatinin kopacağı gün, (evet işte) o gün, bâtılın peşine takılanlar (ve İslami kurum ve kuralları iptal etmeye kalkışanlar) hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (Câsiye 45/27)

İnsan, ALLAH TeALÂ’yı bilmek için yaratılmıştır. Bunu yerine getirmediğinde keder ve Üzüntü onu kuşatır, hâkimiyeti altına alır. (İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdu’l-me’âd, 4/202.)
Bunun tersi durumlarda ALLAH İnancına ulaşamayan insanlarda ise birtakım ruhsal bunalımlar baş gösterebilir.(Tarhan, İnanç Psikolojisi ve Bilim, 22. )

İnsan, bâzen hayatın fani olduğunu unutur. Her şeye sahip olduğunu düşünerek kibre kapılır. Ancak aniden bir hastalıkla tanışır. Artık hayat onun için meşakkatli bir yolculuğa dönüşmüştür. Normal yaptığı işleri yapamaz olur. Üzüntü içerisinde çâreler aramaya başlar. Hastalık ona her şartta sabrı, şükretmeyi ve DUÂ yı öğretir. İnsanın karşılaştığı her olayın arkasında kaderin de bir etkisi vardır. Bu yüzden kadere rıza göstermek imânın bir gereğidir. (Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmiu’s-sağîr, 3/187.)

Bu yüzden insanın duygularında, iç âleminde meydana gelen HÜZNü devam ettirmek kişinin psikolojisine etki edip, zarar verdiği için İslâm’a göre yanlıştır. İnsanın fıtratında var olan inanma duygusuna aykırı hâreket etmek, bunun neticesinde de hayatının anlamsızlaşması en önde gelen Üzüntü ve Mutsuzluksebeblerinden olacaktır. İnançsız bir kimse için ölüm bir yok oluş ve zevklerin sona ermesi olacağından bu da Üzüntü sebebi olacaktır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 4.7.2.: SEBEBE BAĞLI OLAN HÜZÜNLER.:

İnsanın bir sebebe bağlı olarak başına gelen istemediği olaylardan dolayı üzülmesidir. Örneğin âilesi, malı veya SEVdiği bir şeyi kaybeden insanın başına gelen ÜZÜNTÜ hali gibi. Kişinin kalbinde hissettiği, arzu ve lezzetlerden tam mânâsıyla istifâde edemediği, kaynağı keder ve ÜZÜNTÜ olan bedensel problemlerde ÜZÜNTÜsüne sebeb olan hususlardır.(Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlihu’l-ebdân ve’l-enfüs, Beden ve Ruh Sağlığı, çev. Nail Okuyucu vd. (İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, 2000), 490.)

Hz. Yâkûb, oğlu Yusuf (a.s)’dan uzun yıllar ayrı kalmanın, sağ olup olmadığını bilememenin ÜZÜNTÜsüyle gözyaşlarına mâni olamamış ve ÜZÜNTÜsünden gözlerine ak düşmüş ve acısını içine atmıştır. (Yûsuf 12/84; Vâdî, el-Ferah ve’l-hüzn fî dav‘i’s-sünnetü’n-nebeviyye, 203.)

وَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا أَسَفَى عَلَى يُوسُفَ وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظِيمٌ
“Ve (babaları Yakub) onlardan yüz(ünü) çevirdi ve: "Ey Yusuf’a karşı (artan dayanılmaz) kahrım, (HÜZÜN ve hasret duygularım!)" dedi ve gözleri ÜZÜNTÜsünden (ve stresten ağardıkça) ağardı (ve kapandı). Ki yutkundukça yutkunmakta (hilekâr evlatlarına olan kırgınlığını içine atmakta ve acısını kalbine gömmekteydi).” (Yûsuf 12/84)

Kur’ÂN’da mal ve evlâdların Dünyâ hayatının bir süsü olduğu haber verilmektedir. İnsanoğlu Dünyâ da imtihana tâbi tutulmaktadır.:
Bu sebeble hayatı boyunca SEVİNÇine veya ÜZÜNTÜsüne sebeb olan birçok durumlarla karşılaşması kaçınılmazdır. (el-Ankebût 29/2-3; el-Enfâl 8/28; el-Kehf 18/46; Tirmîzî, “Zühd”, 56.)

أَحَسِبَ النَّاسُ أَن يُتْرَكُوا أَن يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ
وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ
“(Yoksa) İnsanlar; sadece “iman ettik” demekle, (öyle) imtihana tâbi tutulmadan (ve sonunda yeterli ve geçerli puan almadan) bırakılacaklarını (ve kurtulacaklarını) mı (zann ve) hesap etmektedirler?
Yemin olsun (Biz) onlardan önceki (kavimleri) de (çeşitli) imtihan (kasıtlı, fitne ve belalar)dan geçirdik. (Böylece) Allah, kesinlikle (dininde ve davasında) sadıkları da bilecektir (bilmektedir) ve gerçekten yalancı sahtekârları da bilip (belirleyecektir.)”
(Ankebût 29/2-3)

وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلاَدُكُمْ فِتْنَةٌ وَأَنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ
“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan vesilesidir; mal, makam ve evlat hatırına, Hakk’tan ve hayırdan ayrılmayanlar için ise) Allah’ın yanında, elbette büyük bir mükâfat vardır.” (Enfâl 8/28)

الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِندَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًا
“(Sizin beğenip böbürlendiğiniz) Mal ve çocuklar, (sadece) dünya hayatının geçici ve çekici-süsü (konumundadır); asıl sürekli (bâki kalacak ve yarar sağlayacak) olan ’salih davranışlar’ ise, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, ümit ve temenni edilecek (yüksek makamlar) bakımından da daha hayırlıdır.” (Kehf 18/46)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, insanın elinden çıkanlara üzülmemesi gerektiğini şu hadiste bildirmektedir.: “Eğer sizin için hazırlanan mükâfatı bilseydiniz elinizden çıkan şeylere üzülmezdiniz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/128.)
Buyurarak Müslümanın elinden çıkan şeylere üzülmemesi gerektiği haber verilmektedir. ÜZÜNTÜ,SEVilen bir şeyin kaybedilmesi veya amaçlanan bir şeyden ümit kesilmesinden ortaya çıkar. İnsanın bütün arzu ve isteklerini elde etmesi, SEVdiği bütün şeyleri kaybetmeden elinde tutması mümkün değildir. Bu yüzden mümkün olmayan şeyleri isteyen kişi, istediğinden mahrum kalınca üzülür ve mutsuz olur. (Ya’kûb b. İshak el-Kindî, ÜZÜNTÜden Kurtulma Yolları, çev. Mustafa Çağrıcı (Ankara: TDV Yayınları, 2015), 55.)

Eğer insan, adaletli olur, Dünyâdaki her şeyin sabit ve sürekli olmadığını bilirse, kaybettiklerinden dolayı üzülmez. Buhârî’de geçen bir hadiste mü’minlerin Tebük Gazvesi katılmak için binek bulma arayışlarıyla ilgili şöyle bir rivâyet bulunmaktadır.
Ebû Mûsa el-Eş’ari radiyallahu anhu anlatıyor.: “Arkadaşlarım, Tebük Seferine (güçlük ordusuna) katılmak amacıyla binek ve yük hayvanı istemem için beni Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e gönderdiler. Bunun üzerine ben de gidip Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e arkadaşlarımın isteğini bildirdim. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bilmediğim bir sebeble öfkeli olduğu halde.: "VALLAHi, sizi hiçbir hayvana bindirmem!" buyurdu. Bunun üzerine bize kızgın mı acaba diye endişelenerek geri döndüm. Arkadaşlarıma Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in bu sözünü bildirdim. Aradan çok kısa bir süre geçmişti ki birden Bilâl radiyallahu anhu’n nidâsını işittim. “Ey Abdullah b. Kays!" diyordu. Hemen ona cevap verdim. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in beni çağırdığını söyledi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in yanına vardığımda Sa’d b. Ubâde’den aldığı altı tane deveyi göstererek bana şöyle dedi.: "Bu develeri al ve arkadaşlarının yanına götür. Onlara Resûlullah, size bu develeri verdi, artık bunlara bininiz de!." buyurdu.” (Buhârî, “Meğâzî”, 78.)

Hadiste Ebû Mûsâ el-Eş’ârî’nin HÜZÜN ve endişesi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e acaba yanlış bir şey mi söylediği veya yaptığı endişesinden dolayı hüzne kapılmasıdır. Aynı şekilde Tebük Gazvesine (güçlük ordusuna) maddi imkânsızlıklardan dolayı katılamayıp HÜZÜN gözyaşları döken Utbe b. Zeyd radiyallahu anhu’de bir gece teheccüd namazından sonra ALLAH’a niyaz edip cihaddan maddî imkânsızlıklardan dolayı geri kalmanın hüznünü dile getirmiştir.(Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve ve mârifetü ahvâli sâhibi şerîa (Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ʿilmiyye, 1985), 5/218; Hüseyin Algül, İslâm Târihi (İstanbul: Gonca Yayınevi, 1986), 2/20-21.)

Kur’ÂN’da.: “Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde, sizi bindirecek bir binek bulamıyorum, deyince (binek almak için) harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı ÜZÜNTÜden dolayı gözlerinden yaş dökerek dönen kimselere de (bir sorumluluk yoktur.”

وَلاَ عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لاَ أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّواْ وَّأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلاَّ يَجِدُواْ مَا يُنفِقُونَ
“Bir de (cihada katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için Sana her gelişlerinde; “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” dediğin (sadık kimseler) ve infak edecek bir şey bulamayıp HÜZÜNlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşanır vaziyette geri dönenler üzerinde de (vebâl) yoktur. (Onlar da sorumlu tutulmayacaklardır.)” (Tevbe 9/92)

HÜZÜN çeşitlerinden bu türler sebebine binâen övülmüş ve medh edilmiş HÜZÜNler olarak değerlendirilmektedir. Diğeri ise mânevî ve dinî açıdan kayıpta olduğunu düşünen kimsenin hüznüdür. İnsan sebebsiz yere HÜZÜNlenmez. ALLAH TeALÂ’ya karşı olan kusurlarını, günahlarını, âhiretteki hesabını düşünerek korkması vb. durumlara HÜZÜNlenmesi kişinin dinçliğini göstermekte ve tavsiye edilmektedir. İnsan, irâdesini kötüye kullanmakla hüzne neden olmaktadır. Yapacağı işin sonunu düşünmemek elemin gelişini sağlamaktır. Akıllı kişi, itidalli hâreket ederek HÜZÜNden kurtulması ve tefekküre itibar ile de onu defetmesi mümkündür.

Resim 4.7.3.: DİNÎ AHKÂM BAKIMINDAN HÜZÜN KAVRAMI.:

Dinî ahkâm bakımından HÜZÜN çeşitlerini; mübah olan HÜZÜN, yerilen (zem) edilen HÜZÜN ve sebeb olarak övülen HÜZÜN olmak üzere üç grupta değerlendirmek mümkündür. Mübah olan HÜZÜN; İnsanın normal olan bir şeye üzülmesidir. Örneğin, kişinin çocuğunu, malını ve SEVdiğini kaybetmesi gibi durumlara üzülmesidir. Bu tür HÜZÜNlerden dolayı kişi kınanmaz ve azarlanmaz. Bunlar kalbin merhametine taalluk eden HÜZÜNlerdir. Hadis mecmualarında musibetten dolayı üzülmenin, gözyaşı dökmenin günah olmadığı ancak taşkınlıklardan sakınmak gerektiği ve metanetli olmayı öğütleyen hadislerin yer aldığı bölümler bulunmaktadır. (Mustafa Çağrıcı, “Musibet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2006), 31/255)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bu bir şefkattir, kalb üzülür, gözyaşı döker, ancak bizim ağzımızdan RABBimizin razı olmayacağı hiçbir söz çıkmaz.” (Buhârî, “Cenâʾiz”, 44; Müslim, “Fezâil”, 62)
Hadisi musibetler karşısında üzülüp ağlamanın normal olduğu, sakıncasının bulunmadığına delil olarak gösterilmektedir. Sebeb olarak övülenHÜZÜN ise; HÜZÜN çeşitlerinden bu kısım sebeb olarak övülmüş ve methedilmiştir. Çünkü bu tür HÜZÜNler kişiyi şükre yöneltip, SEVâb kazandırmaktadır. Bunlar, acı ve ıstırap yönünden değil de SEVâb yönünden övülmektedir. Örneğin, dini yaşamak için kişinin uğradığı musibetler veya genel olarak Müslümanların uğradığı felâket ve musibetlerden dolayı ÜZÜNTÜ duymak gibi. Bunlar kişinin kalbinde iyilik SEVgisini çoğaltarak kötülüğe ve zulme olan buğzu da artırmaktadır. (İbn Teymiyye, Emrâdü’l-kulûb ve şifâuhû, 43.)

Aynı zamanda bir kötülük yaptığında kişiye pişmanlık vererek HÜZÜNlendirmesidir. ALLAH’ın Emirlerini yerine getirmede acziyet ve tembellik göstermesinden dolayı pişmanlık duyup üzülmek gibi. HÜZÜN çeşitlerinden bu kısım kişiyi mânen daha da olgunlaştırıp SEVâb kazandırdığı için övülmektedir.

Ukbe b. Âmir radiyallahu anhu bir defâsında.: “Yâ Resûlellah! Kurtuluş neydedir?” diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Diline sahip ol. Evin sana dar gelmesin. Sırrını yayma. Günahların için ağla!.” buyurdu.
(Tirmizî, “Zühd”, 60.)

Hadiste Müslümanın dilini kötü sözlerden koruması ve günahları için de üzülüp ağlaması istenmektedir. Yerilen (zem) HÜZÜN ise; emredilen bir şeyi terk etmekten dolayı HÜZÜNlenmek. ALLAH ve Resûlünün emirlerine sabır ve cihâdda gevşeklik gösterip, ÜZÜNTÜye kapılmak gibi hususlar yerilen HÜZÜNlerdir. (Ebü’l-Abbâs Takıyyüddîn Ahmed b. Teymiyye, Emrâdü’l-kulûb ve şifâuhû (Kâhire: Matbaatü’s-Selefiyye, 1399/1978), 43.)

Bu tür HÜZÜNler kişiyi acze ve zayıflığa düşürür. (Vâdî, el-Ferah ve’l-hüzn fî dav‘i’s-sünnetü’n-nebeviyye, 207.)

“Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.”

وَلاَ تَهِنُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَنتُمُ الأَعْلَوْنَ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
“(Kâfirlere ve zalim düzenlere karşı) Sakın gevşeklik göstermeyin, ÜZÜNTÜye girmeyin (ümitsizliğe düşmeyin). Eğer gerçek mü’minlerden olursanız zaten en üstün sizsiniz. (Ve galip geleceksiniz.)” (Âl-i İmrân 3/139)

Âyetinde ALLAH TeALÂ mü’min kullarını desteklemekte, gevşeklik göstermemelerini istemektedir. Beden de gevşeklik göstermek, kalbte hüzne sebeb olacağı için kişiyi hem bedenen hem de kalben zayıf düşürecektir. Bu da musibetleri dindirmeyip artirâcağından ve düşmanları SEVindireceğinden yerilmektedir. Mutlaka üstünlüğün ve zaferin inananlarda olacağı bildirilmektedir. (Kurtubî, el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ÂN, 4/217)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: Istırab ve matemi sebebiyle yanaklarını yolan, üst ve başını yırtıp dövünen, Câhiliye DUÂ sıyla DUÂ eden bizden değildir.” (Buhârî, “Cenâʾiz”, 36, 39, 40; “Menâkıb”, 8; Müslim, “İmân”, 165; Tirmizî, “Cenâʾiz”, 22; Nesâî, “Cenâʾiz”, 19.)

Buyurarak acı ve ÜZÜNTÜde aşırılığı yasaklamaktadır. Sonuç olarak ÜZÜNTÜnün kendisi değil, sebeb ve sonuçları önemlidir. Buna göre dinî bir olumsuzluktan dolayı veya Müslümanların başına bir sıkıntı gelmesinden ötürü üzülen bir kimse, ÜZÜNTÜ Duygusundan olmasa da içindeki iylik SEVgisinden dolayı SEVâb kazanır. Buna karşılık insanın iyilik irâdesini zayıflatan ve ALLAH TeALÂ’nın Emirlerini ihmal etmesine yol açan ÜZÜNTÜler de günah sebebidir.

Resim 4.7.4.: DÜNYÂYA TAALLUK EDEN HÜZÜNLER.:

Dünyâda olup biten her şey ALLAH TeALÂ’nın İlmi, Dilemesi ve Takdir etmesiyle cereyan etmektedir.

إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ
“Hiç şüphesiz, Biz her şeyi bir kadere (nezdimizde bulunan bir düzene, bir ezelî projeye göre hassas bir ölçü ve miktar içinde) yaratıverdik.” (Kamer 54/49)

[Not: Elbette Cenâb-ı HAKkın, hücrelerden gezegenlere, enerjiden elektromanyetik sistemlere kadar “Her şeyi bir KADER (ölçü, miktar, formül, prensip ve proje) ile yarattığı” kesindir.]

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de her şeyin bir kadere yani ölçü ve plana göre yaratıldığını belirtmektedir. (Müslim, “Kader”, 18.)

Her şeyin bir ölçü ve plan içerisinde yaratılmış olmasını bilmeyle, insanlar başlarına gelen musibetlerden dolayı sabır göstererek ÜZÜNTÜlerini bastırmış olurlar.

لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ
“Öyle ki, elinizden çıkana karşı ÜZÜNTÜ duymayasınız ve size (ALLAH’ın) verdikleri (ni’met ve faziletler) dolayısıyla havalanıp-şımarmayasınız (diye ALLAH bunları bildirmektedir). ALLAH, büyüklük taslayıp böbürlenenlerin hiçbirini SEVmemektedir.” (Hadîd 57/23)

Dünyâda ve insanların kendi nefislerinde meydana gelen bütün musibetler, ALLAH TeALÂ’nın dilemesiyledir. Bu musibetlerin bazıları zarara ve yıkıma sebebiyet veren afet ve ziyânlardır. Kuraklık, kıtlık, hayvanlara ve ürünlere arız olan afetler ve depremler gibi bütün zararları içine almaktadır. Kulların nefislerinde olan zararlar ise hastalık, ölüm, yaralanma, açlık, susuzluk ve fakirlik gibi acılardır. İnsanları SEVindiren haller, ALLAH’ın bir Lutfu olduğu gibi insanları üzen hadiseler de ALLAH’ın Ezelî İlminde yazılmış takdiridir. Kadere bağlanmanın insan kalbine kuvvet ve sağlamlık vermesi yanında gerek acı ve üzücü ve gerekse tatlı veSEVindirici hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası da vardır.(Elmalılı, Hak Dini Kur’ÂN Dili, 7/434.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Dünyâya meyletmemeyi tavsiye etmekte ve bir yolcu gibi olunmasını istemektedir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Dünyâda tıpkı bir garib, hatta bir yolcu gibi ol.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Rikak”, 3.)

Hadisten anlaşılan insanın yaşadığı yere ünsiyet edip gönül bağlama özelliği olduğundan, kendisini garip sayarak, hayatı aynı zamanda bir yolcu duyarlılığında yaşamalıdır. Uzun bir sefere çıkan kimse, geçtiği ve konakladığı yerlerdeki güzelliklere takılıp kalmamalıdır. O hep gideceği, özlemle kavuşacağı asıl vatanını düşünmelidir. Bu yüzden Dünyâda ihtiyaç kadarını istemek gerekir. ALLAH TeALÂ’nın takdirine rıza gösterenler başlarına gelen musibetler ve HÜZÜNlü olaylardan dolayı teselli bulurlar. Bununla birlikte kul, yaşadığı olaylar sebebiyle SEVİNÇ ve ÜZÜNTÜ duysa da taşkınlık yapmaz ve isyan etmez. Ne SEVİNÇin gurur ve heyecanına ne de ÜZÜNTÜnün ıstirâbına kendini kaptırmaz. Hepsinin Hak’tan indiğini bilerek ALLAH’ın Mağfiret ve Hoşnutluk NeŞesi'ne teslim olarak vazifesine bakar.(Elmalılı, Hak Dini Kur’ÂN Dili, 7/435.)

Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de, ALLAH TeALÂ’dan kadere rıza göstermeyi istemiştir. (Tirmizî, “Deavât”, 77, 129; Ebû Dâvûd, “Salât”, 154.)

Kader inancına sahib olan mü’min belâ ve musibet anında sebat ederek hayatında karşılaştığı zorlukları sabit bir kalb ve sadık bir yakin ile karşılar. Çünkü o bu Dünyânın bir imtihan yurdu olduğunu bilir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ALLAH Korkusu sebebiyle ağlayan (Buhârî, “Rikâk”, 24.) Müslüman’a Kıyâmet Günü arşın gölgesinde gölgelenme müjdesi vermektedir. Dünyâ Ni’metlerine kendini kaptırmadan yaşayan kimse hayatta kalb huzuruna erdiği gibi âhirette de azâbtan kurtulmaya vesile olabilmektedir. İnsanın geçici Dünyâ hayatında uzun emeller peşinde olması, ölümü ve âhireti unutup Dünyâyı kendine gaye edinmesi kişiye stres, sıkıntı ve HÜZÜN olarak yeter. Çünkü hayatta istediği şeyler olmadığı zaman sabırsızlık gösterecek, strese girecek ve sonunda da hüzne gark olacaktır. Aynı zamanda başa gelen musibetler de kişiye acı ve elem verecektir. Bir de gençlik yıllarını geride bırakıp ihtiyarlığa ulaşmışsa kişinin acı ve ÜZÜNTÜleri daha da fazla artacaktır.(Kınalızâde, Ahlâk-ı Alâî (Ahlâk İlmi), 209.)

Hz. Âişe’den rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İki rekât Sabah Namazı Dünyâ ve içindekilerden daha hayırlıdır.” buyurdu.
(Müslim, “Salatü’l-Müsâfirîn”, 96.)

Buyurarak Dünyâ Ni’metlerine gereğinden fazla değer verilmemesini, her şeyde ALLAH’ın Rızasını gözeterek kulluğun göstergesi olan namaza daha fazla önem verilmesini tavsiye etmektedir. Bu yüzden hayatta geçici hırslara kapılmamak ve âhireti de unutmamak gerekir. Dünyâyı SEVmek ve ölümü kötü görmek (Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 5.) Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ümmeti hakkında geleceğe yönelik endişeleridir. (Talat Sakallı, Hadisler ve Yorumları (İstanbul: Rağbet Yayınları, 2014), 250.)

İbn Ebü’d-Dünyâ (v. 281/894), Dünyâ hayatındaki hüznü: Dostun dostu kaybetmesi, babanın evlâdını kaybetmesi ve bir kimsenin zengin olduktan sonra fakir düşmesi şeklinde üç kısma ayırmaktadır. (Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ubeyd el-Kureşî el-Bağdâdî İbn Ebü’dDünyâ, el-Hemm ve’l-hâzen, thk. Mecdî Fethî es-Seyyid (Kâhire: Dârü’s-selâm, 1412/1991), 35.)

Hayatta her insanın arzuları farklıdır. Bu uğurda herkes imkânı ölçüsünde gayret ve çaba sarf eder. İnsanın bazı arzuları gerçekleşebilirken bazıları ise gerçekleşmeyebilir. Gerçekleşmeyen istekler karşısında sabır ve teennî ile hâreket etmek gerekir. Aksi takdirde Üzüntü, Keder ve Acılar, başından hiç eksik olmaz. (Kınalızâde, Ahlâk-ı Alâî (Ahlâk İlmi), 226.)

Hz. Fatıma aleyhasselâm’ya atfedilen şu söz ne güzeldir.:
“Ey Ali! Eğer ÜZÜNTÜn Dünyâ içinse bize yakışmaz, yok eğer âhiret için üzülüyorsan söyle de beraber üzülelim”.
Bu sözden de anlaşıldığına göre Dünyâya ait ÜZÜNTÜlerin geçici olduğu ve üzülmeye değmeyeceği anlaşılmaktadır.

Resim 4.7.5.: ÂHİRETE TAALLUK EDEN HÜZÜNLER.:

İnsanlar Dünyâda yaptıklarının karşılığını âhirette mutlaka göreceklerdir. Kur’ÂN’da, inanmayanların Dünyâda yaptıklarından dolayı azâba maruz kalacakları ve başlarına gelecek kötü halleri birçok âyette bildirilmektedir.:

وَلاَ تَحْسَبَنَّ اللّهَ غَافِلاً عَمَّا يَعْمَلُ الظَّالِمُونَ إِنَّمَا يُؤَخِّرُهُمْ لِيَوْمٍ تَشْخَصُ فِيهِ الأَبْصَارُ
“(Ey insan!) Sakın sanma ki; ALLAH zâlimlerin yaptıklarından gafil (habersiz ve ilgisiz)dir. Sadece onları, gözlerin dehşetle döneceği (korku ve şaşkınlıktan bakışlarına baygınlık geleceği) bir güne kadar ertelemektedir.” (İbrâhim 14/42)

وَالَّذِينَ كَسَبُواْ السَّيِّئَاتِ جَزَاء سَيِّئَةٍ بِمِثْلِهَا وَتَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌ مَّا لَهُم مِّنَ اللّهِ مِنْ عَاصِمٍ كَأَنَّمَا أُغْشِيَتْ وُجُوهُهُمْ قِطَعًا مِّنَ اللَّيْلِ مُظْلِمًا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
“(Dünyada sürekli günah ve) Kötülükler kazanmış olanlara gelince; her bir kötülüğün karşılığı, kendi misliyle (ve kendi cinsinden olacaktır). Bunları (küfür ve kötülük yapanları) bir zillet (aşağılık ve bayağılık) sarıp kaplayacaktır. Onları ALLAH’tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu da bulunmayacaktır. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibi olacaktır. İşte bunlar da ateşin halkıdırlar; onlar orada süresiz kalacaklardır.” (Yûnus 10/27)

Hatta onların acıklı durumları, ÜZÜNTÜleri detaylı olarak tasvir edilmektedir. Yüreklerinin titrediği, korku ve ÜZÜNTÜden göz ucuyla etrafa bakabildikleri ve hüsrana uğradıkları ifâde edilmektedir.

وَتَرَاهُمْ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا خَاشِعِينَ مِنَ الذُّلِّ يَنظُرُونَ مِن طَرْفٍ خَفِيٍّ وَقَالَ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ الْخَاسِرِينَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنفُسَهُمْ وَأَهْلِيهِمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَلَا إِنَّ الظَّالِمِينَ فِي عَذَابٍ مُّقِيمٍ
“(Ey Reûulüm!) Onları görürsün ki, (âhirette) zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden gizlice (ve çaresizce ve zelil bir halde etrafa) bakışıverirler. İman edenler ise.: "Gerçekten asıl hüsrana düşenler, (bu) kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem de âilesini ve ehlini hüsrana sürükleyenlerdir" diyecek (ve kendi hallerine şükredecek)lerdir. Haberiniz olsun; gerçekten (imansız) zâlimler, kalıcı (ve kahra uğratıcı) bir azâb içindelerdir.” (Şûrâ 42/45)
[/color] (Şûrâ 42/45)

Burada insanın yaşayabileceği korku ve kederin insan ruhunda sıkıntının en üst noktasını meydana getirmiş olduğu tesiri ile bedende oluşturduğu etki görülmektedir. Âhiret ile ilgili Hüzün ve Kederler hadislerde belirtilse de çoğunlukla Kur’ÂN’da anlatılmıştır. Sözle anlatılan bu durumlara bir de vücûd dili, jest ve mimikler de eşlik etmektedir. Duygularla birlikte bedenin tepkileri de birleşince ortaya korkunç bir tablo çıkmaktadır.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH’ın, Kıyâmet Günü keder ve sıkıntılardan kurtarması kimi SEVindirirse, borçluya süre tanısın veya bir kısmını silsin!” (Müslim, “Müsakât”, 32.)
Buyurarak Dünyâda darda ve zorda kalmış kişiye yardım etmenin karşılığı olarak âhirette sıkıntılardan ve kederlerden kurtulup SEVİNÇe erileceği müjdesi verilmektedir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, birgün.: Hüzün Kuyusu'ndan ALLAH’a sığının” buyurdular. Oradakiler, Yâ Resûlellah! Hüzün Kuyusu' da nedir? diye sordular. O, CeheNNemde bir vâdidir. CeheNNem, hergün o vâdiden yüz defâ ALLAH’a sığınır. dedi. Oraya kimler girecek? denildi. Amellerinde riyâ yapan kurrâlar girecektir!..” dedi. (Tirmizî, “Zühd” 48.)

Hadiste dindarlık kisvesine girerek, dini yıkmak ve tahrib etmek isteyen münâfıklar kastedilmiştir. Bundan dolayı onlar için CeheNNemde Hüzün Kuyusu' hazırlanmıştır. Başka bir hadiste ise.: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu düşmânâ teslim etmez. Her kim Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını giderirse ALLAH da onun bir ihtiyacını giderir. Her kim Müslüman kardeşinin bir sıkıntısını veÜZÜNTÜsünü giderirse ALLAH da Kıyâmet Gününde onun Sıkıntı ve ÜZÜNTÜlerinden birini giderir. Her kim Dünyâda, bir Müslümanın ayıbını örterse ALLAH da Kıyâmet Günü onun ayıbını örter.” (Buhârî, “Mezâlim”, 3; Müslim, “Birr”, 58; Zikr, 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/91.)
Buyurarak din kardeşliğinin gereği olarak, mü’minler arasında dostluğun, ülfet ve muhabbetin, yardımlaşmanın, şefkat ve merhametin gelişip güçlenmesi, yaygın hale gelmesi teşvik edilmiştir.

Müslümanın Dünyâda çekmiş olduğu sıkıntılar ve kaybettiklerinin karşılığını âhirette alacağı umuduyla Üzüntü, Sıkıntı ve Kederlerini unutur ve rahatlar. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kendisine kurtuluş yolunu soran sahâbî Ukbe b. Âmir radiyallahu anhu’e, işlemiş olduğu günahlardan dolayı ağlamasını tavsiye etmiştir. (Tirmizî, “Zühd”, 60.)
Hadisten anlaşılan insanın kendini sürekli olarak kontrol etmesi, yaptıklarının muhasebesini yapması, hatalarından dolayı pişmanlık duyması tavsiye edilmektedir. Uhrevî kurtuluşun ancak bu şekilde gerçekleşeceği ifâde edilmektedir.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir gün Câbir radiyallahu anhu’e uğradı. Onu üzgün gördü, sebebini sorunca, Câbir radiyallahu anhu, Babasının şehid olduğunu, geride çoluk-çocuk ve borç bıraktığını bildirdi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “RABBi, Babanı ne şekilde kabul buyurdu sana müjde edeyim mi?” Câbir radiyallahu anhu.: “Evet!” dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: ALLAH TeALÂ, hiç kimseye perde arkasından başka bir halde kelâm etmedi. Babanı ise diriltti ve yüzüne karşı ona.: “Ey kulum! Dile benden, vereyim sana!” dedi. O da.: “Yâ RABBi! Bana tekrar hayat versen, senin yolunda ikinci defâ öldürülsem!” dedi. ALLAH TeALÂ.: “Ölenler bir daha dönmezler!” diye buyurdu. O da.: “Ey RABBim, arkamdan onlara tebliğ et!” dedi. Bunun üzerine Âl-i İmran 3/170. âyeti nâzil oldu.” (İbn Mâce, “Mukaddime”, 122.)

فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُواْ بِهِم مِّنْ خَلْفِهِمْ أَلاَّ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“Ferihîne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî, ve yestebşirûne billezîne lem yelhakû bihim min halfihim, ellâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn (yahzenûne).: (Şehîdler) ALLAH’ın Kendi Fazlından onlara verdikleriyle (ferahlanıp) SEVİNÇ içinde (mutludurlar). Onlar, arkalarından henüz kendilerine ulaşmayanlara (şunu) müjdelemeyi isterler ki.: “Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Âl-i İmrân 3/170)

Bu durumda şehidlik, ALLAH’ın kuluna bir ikramı olarak ni’metlere mazhar kılması ve diğer insanlardan üstün tutmasıdır. Şehidlere, geride kalan mü’minlerin veya gelecekte şehid olacakların korku ve ÜZÜNTÜden kurtulup, SEVİNÇli ve Mutlu olacakları müjdelenince onlar buna çok SEVinirler. ALLAH TeALÂ, geride kalanların ÜZÜNTÜ ve sıkıntılarını da şehidlere bildirmeyecektir. (Hasan Kurt, “İslam İnancına Göre Şehidlik”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 16/1 (2012), 199.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Âni ölüm mü’min için bir rahatlama, fâcir için ise ÜZÜNTÜ sebebidir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/424; Ebû Dâvûd, “Cenâʾiz”, 14.)

Buyurarak mü’min ölüm anında ALLAH’ın Hoşnutluğu ve İkramları ile müjdeleneceği, kâfir ise Azâb ve Cezâ haberi ile korkacağı ve üzüleceği bildirilmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, insanları daimâ imâna ve sâlih amel işlemeye teşvik etmiş, CeheNNemden sakındırmış ve CeNNet ile müjdelemiştir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir defâsında.: “CeNNet ve CeheNNem gözlerimin önüne serilip gösterildi. Hayır ve Şer bakımından bugün gibisini görmedim. Eğer sizler benim bildiklerimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz.” buyurmuştur.
(Müslim, “Fezâil”, 134.)

Rivâyete göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Ashâbına bundan daha ağır gelen bir gün olmamıştı. Öyle ki başlarına örtü çekip hıçkıra hıçkıra ağladılar. (Buhârî, “Küsûf”, 2; “Tefsîru sûre el-Mâide”, 12.)

Hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, çok gülmekten sakındırmış, ALLAH için gözlerden yaş dökmeyi tavsiye etmiştir. Ağlamak, ALLAH TeALÂ’nın Zikri ile hayat bulan kalblerin canlılık meyvesidir. Ancak ALLAH’ın Büyüklüğünü, Azametini ve Yüceliğini hissedenler ağlayabilirler. Çok gülmek ise bu hakikatlerden uzak olmanın bir sonucudur. Mü’min, RABBine karşı daimâ hüsn-i zanda bulunur. O’nun affını, mağfiretini ve merhametini bekler. Ölümü, bir yok oluş değil âhirete açılan bir kapı olarak görür. İslamî bir yaşam sürerek, hayatını istikâmet üzere yaşamak için gayret sarf eder. İşte o zaman ALLAH’tan gelen bir rahmet ile sonsuz barış yurduna CeNNet'e girer.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 4.8.: RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in HÜZÜNLENDİĞİ DURUMLAR ve OLAYLAR.:

Peygamberler de birer insan olduğuna göre, onların da beşerî duyguları vardı. Kimi zaman SEVinir, güler, kimi zaman ÜZÜLÜR ağlarlardı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de çoğu zaman hüzünlü ve düşünceliydi. O, rahat ve umursamaz değildi.781 781 (Tirmizî, “Şemâil”, 97.)

Onun HÜZÜNleri mânâlı ve düşünceli idi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in HÜZÜNleri bir beşer, bir baba, bir eş olarak duyduğu ÜZÜNTÜler ile bir Peygamber, bir Mürşid, bir Devlet Başkanı olarak yaşadığı HÜZÜN halleri birbirinden farklı olmuştur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem hem Mekke Döneminde hem de Medine Döneminde Beşerî Özellikleri sebebiyle bazı zamanlar yaşadığı olayların etkisinde kalmıştır. Bu durum Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’de hiçbir eksikliğe sebeb olmamıştır. O hadiseler karşısında tavrı, sabrı, dik duruşu ve metanetiyle Müslümanlara iyi bir örnek olmuştur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hanımı Hz. Hatice aleyhasselâm’ın vefâtına çok ÜZÜLMÜŞ ve gözlerinden yaşlar akıtmıştır. Çünkü herkes, ona düşman iken risâletini ilk defâ o tasdik etmişti. Yine herkes, ondan uzaklaşıp kaçarken o, kendisine kalbini açmış ve MuHABBetini izhâr etmişti. En sıkıntılı zamanlarında bile tek teselli kaynağı Hz. Hatice aleyhasselâm olmuştur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, insanların kendisine verebilecekleri bir zararın endişe ve ÜZÜNTÜsünü yaşamıyordu. O, Müslümanları ve ümmeti kucaklayan bir HÜZNü yaşıyordu.
“Sizin güçlüğe uğramanız ona çok ağır gelir.”

لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
“Lekad câekum resûlun min enfusikum azîz (azîzun), aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bi’l- mu’minîne raûfun rahîm (rahîmun).: Andolsun ki size kendi içinizden; (her türlü) sıkıntıya düşmeniz (ve zorluk çekmeniz) Onun gücüne gidip izzeti nefsine dokunan, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir Elçi gelmiştir.” (Tevbe 9/128)

Âyeti bu gerçeğin Müslümanlara ait yönünü ifâde etmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ŞEFKAT ve MERHAMEti insanların hidâyete erme arzu ve hırsı onu rahat bırakmıyordu.
“Onlar inanmayacaklar diye nerede ise canına kıyacaksın.”

لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ
“Lealleke bâhıun nefseke ellâ yekûnû mu’minîn (mu’minîne).: (Ey Resûlüm!) Onlar (inanıp) mü’min olmayacaklar (ve çağrına uymayacaklar) diye neredeyse kendini kahredeceksin (öyle mi?)” (Şuarâ 26/3)

Bu âyette Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in insanların kurtuluşuna yönelik HÜZÜN ve KEDERİnin derecesini anlatmaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hicretten sonra, Medine’de Adiyy b. Neccâr Oğullarının evlerini görünce.:
“Annemle beraber işte burada konakladık, Babam Abdullah’ın kabri de şuradadır.” diyerek HÜZÜNlenmiş, anne babasına SEVgisini ve özlemini dile getirmiştir. Zaman zaman Annesi Âmine’ye olan SEVgi ve özleminden dolayı gözlerinden yaşlar akıtmıştır. Niçin ağladığını soranlara.: “Annemin benim hakkımda ŞEFKAT ve MERHAMEtini hatırladım da ağladım.” cevabını vermiştir. Çünkü O, yetim ve öksüz büyümüştü. Anne ve babasız büyümenin tüm zorluklarını yaşamıştı. (Âişe Abdurrahman bintü’ş-Şâtî, Resûlüllah’ın Annesi ve Hanımları, çev. İsmail Kaya, 6. Baskı (Konya: Uysal Kitabevi, 1994), 157-158.)

Müslümanlar da anne-babaların kıymetini bilerek, hayatta iken onların ihtiyaçlarını karşılayarak, vefât ettikten sonra da kabirlerini ziyâret ederek onlara olan SEVgi ve MuHABBet bağlarını göstermelidirler. Yine amcası Ebû Tâlib’in Hanımı Fâtıma Hatun’un vefâtı karşısındaki ÜZÜNTÜsünden dolayı ağlamasına hayret edenlere söylemiş olduğu şu sözler manidârdır.:
“O benim Annemdi! Kendi çocukları aç dururken, o önce benim karnımı doyurur, saçımı tarardı, o benim annemdi.” (Âişe Abdurrahman bintü’ş-Şâtî, Resûlüllah’ın Annesi ve Hanımları, 163.)

Buyurarak ona olan SEVgisini, hayatta iken kendisine yapmış olduğu iyilikleri unutmayarak vefâsını ve ayrılığından dolayı da özlemini ve ÜZÜNTÜsünü dile getirmiştir.
İbn Kayyim, ağlama çeşitlerini; merhamet ve şefkatten, korku ve haşyetten, meselâ kimsenin bulunmadığı bir yerde ALLAH’ı zikredip ağlayan mü’minin âhirette ALLAH TeALÂ’nın lutfuna nâil olacağı (Buhârî, “Rekâik”, 24; Müslim, “Zekât”, 91.)
SEVgi ve arzudan, SEVİNÇ ve NeŞeden, başa gelen acı bir olaydan, HÜZÜNden, SEVilen bir şeyin elden çıkmasından dolayı ağlama olarak sıralamaktadır.7 (İbn Kayyim, Zâdü’l-meâd, 1/168.)

ALLAH TeALÂ’nın, kalbi HÜZÜNlü ve gözü yaşlı olanlara azâb etmeyeceği (Buhârî, “Cenâʾiz”, 45; Müslim, “Cenâʾiz”, 12.)
Hadislerde belirtilmiştir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, çok SEVdiği amcası Hz. Hamza’nın
Uhud’da şehid edildiğini ve uzuvlarının kesildiğini görünce çok HÜZÜNlendi ve dayanamadı, ağladı. (İbn Hişâm, İslam Tarihi, Sîretü İbn Hişâm, 3/128.)
Başında durarak.: “Hiç kimse senin kadar musibete uğramamıştır ve uğramayacaktır. ALLAH Sana RAHMEt etsin. Senin yerine müşriklerden 70 kişiyi katledeceğim!” dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, henüz oradan ayrılmamıştı ki âyet nâzil oldu.: “Eğer cezâ verecekseniz, size yapılanın misliyle cezâ verin. Şâyet sabrederseniz, elbette o sabredenler için daha hayırlıdır.”

وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُواْ بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُم بِهِ وَلَئِن صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِّلصَّابِرينَ
وَاصْبِرْ وَمَا صَبْرُكَ إِلاَّ بِاللّهِ وَلاَ تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلاَ تَكُ فِي ضَيْقٍ مِّمَّا يَمْكُرُونَ
إِنَّ اللّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَواْ وَّالَّذِينَ هُم مُّحْسِنُونَ
“Ve in âkabtum fe âkıbû bi misli mâ ûkıbtum bih (bihî), ve le in sabertum le huve hayrun lis sâbirîn (sâbirîne). Vasbır ve mâ sabruke illâ billâhi ve lâ tahzen aleyhim ve lâ teku fî daykın mimmâ yemkurûn (yemkurûne). İnnallâhe meallezînettekav vellezîne hum muhsinûn (muhsinûne).: "Artık ALLAH’tan korkup (itiraz ve isyandan) sakının ve bana itaat edin" (diye öğüt vermişti). (Hz. Hud onlara:) “Buna karşılık ben sizden bir ücret de istemiyorum; (bir karşılık beklemiyorum.) Benim ücretim yalnızca âlemlerin RABBine aittir.” "Siz, (hâlâ gaflet ve gururla) her yüksekçe yere (görkemli) bir alâmet (anıt köşk) inşa edip abesle (yararsız şeylerle) oyalanarak (gururlanıp) eğleniyor musunuz?" (Nahl 16/126–128)

Bu âyet üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, HÜZNÜNÜ içine attı ve sabrı seçti. Ölmüş olan kişilere işkence edilmesini de yasakladı. Yine Uhud’da şehid olan Mus’ab b. Umeyr radiyallahu anhu, için üzerini örtecek bir kefen bulunamamıştı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Mus’ab için şöyle söylemişti.: “Seni gördüğümde senden daha yakışıklı, senden daha güzel giyinen kimse yoktu. Bir zamanlar Mekke’nin en zengin delikanlısı iken şimdi üzerine örtülecek bir kefen bile yeterli gelmiyor. Başına örtülse ayakların, ayaklarına örtülse başın açıkta kalıyor!” diyerek HÜZÜNlenir.
HÜZÜNlü gözlerle.: “O elbiseyi baş tarafına çekiniz! Ayaklarını da izhir otuyla kapatınız!.” diye buyurur. (Buhârî, “Cenâʾiz”, 27; “Megâzi”, 17, 26; Müslim, “Cenâʾiz”, 44; İbn Sa‘d, etTabakatü’l-kübra, 3/122-123.)

Müslüman için lüks ve konforlu bir yaşam, hayatın amacı olmamalıdır. Bunlara sahip olmak için hırslanmak ve başkalarıyla mücadele etmek insanı mutlu etmez. Mus’ab b. Umeyr radiyallahu anhu, bunları elinin tersiyle itmiş, huzur ve mutluluğu RABBine teslim olmakta ve O’nun rızası için yaşamakta bulmuştur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Mûte Savaşında şehid düşen Zeyd b. Hârise radiyallahu anhu için çok üzülmüş, onun ardından ağlamış, soranlara.: “Bu SEVgilinin SEVdiğine duyduğu özlemdir” buyurarak en çok SEVdiği insan olarak târif etmiştir. Aynı zamanda düşmanlardan intikam almak için onların üzerine bir ordu göndermeyi düşünmüş, kaçtıklarını haber alınca bu teşebbüsten vazgeçmişti. (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/97.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bütün sahâbeyi ayırdetmeksizin çok SEVerdi. Bu SEVgi, şefkat ve merhametin bir eseriydi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, şehid olan arkadaşlarının arkasından ağlamış ve onların âilelerini de teselli etmiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hicretin dördüncü senesinde Ebû Berâ’nın teminat vermesi ile Necd civarına irşad görevi için 70 kurrâ (hafız, mürşid) göndermişti. Bu insanlar hayatlarını dine vakfetmişlerdi. Bi’rimaûne denilen yere vardıklarında Amr b. Tufeyl ve adamları tarafından tuzağa düşürülüp şehid edilmişlerdi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu hadiseden haberdar olunca çok üzülmüş, bir ay boyunca Sabah Namazında bu katliamı yapan zâlimlere tek tek isimlerini sayarak bedDUÂ etmiştir. (Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saâdet, çev. Ömer Rıza Doğrul (İstanbul: Eser Matbaası, 1977), 1/276)

Enes radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i hiçbir şekilde bu olaydan ÜZÜLDÜĞÜ kadar başka bir şeye ÜZÜLDÜĞÜnü görmedim” (Buhârî, “Cenâʾiz”, 41.) 795)

فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا
“Fe lealleke bâhiun nefseke alâ âsârihim in lem yu'minû bi hâzel hadîsi esefâ (esefen).: Şimdi onlar bu (Hakk) söze (Kur’an’a) inanmayacak olurlarsa, belki de Sen, onların peşi sıra esef ederek kendini kahredeceksin (öyle mi ve buna değer mi? Bu nedenle imandan ve İslam’dan nasibi ve liyakati olmayanları kendi haline bırakmalıdır.)” (Kehf 18/6)

Buyurarak, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hile ve desise ile şehid edilen arkadaşlarına çok HÜZÜNlendiğini ifâde etmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kendisine Peygamberlik Görevi verilince insanlara rehberlik etmek, ebedî saadete erdirmek için insanları Tevhid Dinine dâvet ederek, bu uğurda çok gayret etmiştir. İnanmayanlar için çok üzülmüş Kur’ÂN, bunu şöyle beyan etmektedir.: “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’ÂN’a) inanmıyorlar diye HÜZÜNden kendini helâk edeceksin.”

فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا
“Fe lealleke bâhiun nefseke alâ âsârihim in lem yu'minû bi hâzel hadîsi esefâ (esefen).: Şimdi onlar bu (Hakk) söze (Kur’an’a) inanmayacak olurlarsa, belki de Sen, onların peşi sıra esef ederek kendini kahredeceksin (öyle mi ve buna değer mi? Bu nedenle imandan ve İslam’dan nasibi ve liyakati olmayanları kendi haline bırakmalıdır.)” (Kehf 18/6)
Diyerek Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in onların arkalarından ettiği ÜZÜNTÜ neredeyse kendini tüketecek derecede demektedir. Başka bir âyette ise; “Onlar inanmıyorlar diye neredeyse ÜZÜNTÜden kendini yiyip bitireceksin.” diye hitap edilmektedir.

لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ
“Lealleke bâhıun nefseke ellâ yekûnû mu’minîn (mu’minîne).: (Ey Resûlüm!) Onlar (inanıp) mü’min olmayacaklar (ve çağrına uymayacaklar) diye neredeyse kendini KAHRedeceksin (öyle mi?)” (Şuarâ 26/3)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem
bu durum karşısında ALLAH tarafından teselli edilmiştir.

وَلاَ يَحْزُنكَ قَوْلُهُمْ إِنَّ الْعِزَّةَ لِلّهِ جَمِيعًا هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
“Ve lâ yahzunke kavluhum, innel izzete lillâhi cemîâ (cemîan), huves semîul alîm (alîmu).: (Ey Nebim!) Onların (inkârcıların ve marazlı münafıkların) sözleri Seni ÜZMESİN. Şüphesiz ’izzet ve gücün’ tümü ALLAH’a aittir. O, (her şeyi) İşitendir, (eksiksiz ve ayrıntılarıyla) Bilendir.” (Yûnus 10/65)

وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّكَ يَضِيقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَ
“Ve le kad na’lemu enneke yadîku sadruke bi mâ yekûlûn (yekûlûne).: Andolsun, onların söylemekte olduklarına karşı Senin Göğsünün Daraldığını biliyoruz (ama sabret, Seni zafere ulaştıracağız).” (Hicr 15/97)

Bu âyetlerde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e, inkâr edenler için kendini helâk edercesine HÜZÜNlenmeye değmeyeceği bildirilmiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in HÜZÜNlenmesine sebeb olan birçok olaylar ve durumlar olmuştur. (Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i üzen diğer bazı olaylar için meselâ bk. Ramazan Topal, Siyer Açısından Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i (Mekke Dönemi) (Ankara: İKSAD Publishing House, 2022), 59-60, 102-103, 115, 135-137, 186.)

Bunlardan biri de Câhiliye Döneminde kız çocuklarının öldürülme hadiseleri anlatılırken MAHZUN olup gözyaşlarını tutamamasıdır. Bir gün bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e gelip kızını diri diri kuyunun içine attığını ve kızın.: “Babacığım! Babacığım!” demesine rağmen bırakıp gitmesi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i o kadar çok MAHZUN etti ki sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Adama olayı tekrar, tekrar anlatmasını söyledi ve anlattıkça da ağladı. Adama ve oradakilere şöyle dedi.: “ALLAH, sizin geçmişte yapmış olduğunuz şeyleri kaldırmıştır. Kendi hayatına yeniden başla” diye buyurdu. (Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman b. el-Fadl b. Behrâm ed-Dârimî, Sünen (İstanbul: Çağrı Yayınları, ts.), “Mukaddime”, 1; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ÂN, 7/51. Mehmet Emin Özafşar, vd.. Hadislerle İslâm, 4/381.)
Masum bir yavrunun acımasızca öz babası tarafından kuyuya atılıp öldürülmesine hiçbir insanın kalbinin dayanamayacağı gibi Şefkat ve Rahmet Peygamberi de dayanamayıp HÜZÜNlenmiş ve gözlerinden yaşlar akıtmıştır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de duygularını gizlemeyerek insan olmanın onurunu ve inceliklerini bizlere öğretmiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ALLAH’ın Dinine dâvet ettiği insanlara, savaş esirlerine, tüm canlılara karşı yumuşaklıkla muamele etmiştir. O, insanların en cömerdi, her zaman güler yüzlü, kızgınlığı ve öfkesi sâdece ALLAH için olması, şaka ve mizahlarının ahlâk sınırları içerisinde örneklik teşkil etmesi, ümmetine karşı MuHABBetinin sınırsızlığı, onların başına gelen ve gelecek olan musibetlere HÜZÜNlenmesi ve ağlaması, ibâdetler ve diğer işlerde kolaylık yolunu tutması vb. hususlarda ilave olarak onun güzel ahlâkının örneklerindendir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ashâbına düşkün idi. Onların sıkıntıya düşmeleri kendisine çok ağır gelirdi. SEVİNÇlerini ve HÜZÜNlerini onlarla paylaşır ve bütün Müslümanların paylaşmalarını sağlayacak yollar arardı.800 (Mehmet Emin Özafşar, vd.. Hadislerle İslâm, 4/381.)
ÜZÜCÜ bir olayla karşılaştığında HÜZNÜnü belli etmeden tebessüm ederek karşılık verir, böylece etrafındakileri de daha fazla ÜZMEZdi Günümüz Müslümanları da her konuda olduğu gibi HÜZÜN konusunda da Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i örnek alıp, başkalarının ÜZÜNTÜlerini paylaşarak ve kendi kusurlarını da gözden geçirerek kardeşliğin gereğini yerine getirmelidirler.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 4.9.: HÜZNÜN İNSANA MADDÎ TESİRİ.:

ÜZÜNTÜ, insanın SEVdiği şeyleri kaybetmesinden ve arzuladığı şeylerin gerçekleşmemesinden kaynaklanan psikolojik bir rahatsızlıktır. (Kindî, ÜZÜNTÜden Kurtulma Yolları, 287.)

O halde insan mutluluğu elde edecek şeyleri istemeli ve yapmaldır. Mutsuzluğa götüren şeyleri ise istememeli ve uzak durmalıdır. İnsanın SEVdiği ve arzuladığı şeyler yapısına uygun olmalıdır. Elden gidene üzülmemeli ve yapısına uygun olmayan şeyleri de istememelidir. ÜZÜNTÜ, insan bedenine ve zihnine birçok sebebten dolayı etki eder. Bunların başında ise can sıkıntısı, öfke, aşırı vücûd ve zihin yorgunluğu, uykusuzluk ve depresyon gibi sebebler gelmektedir. (Sefa Saygılı, Strese Son (İstanbul: Elit Yayınları, 2002), 39.)

Kalbin üzücü olaylarla meşgul olmasından, sinir gerginliğinden ortaya çıkan huzursuzluk insanı etkilemektedir. Bundan kurtulmak için faydalı şeylerle meşgul olmak gerekir. Meselâ bir Müslümanın sinirlilik ve öfke anında abdest alması, hatta namaz kılması onu rahatlatacaktır. Dünyevî bir iş yapıyor ise, salih bir niyet ile ALLAH’ın Rızasını kazanmayı murâd ederek işini halleder. Bunları yaparak ÜZÜNTÜsünü hafifletmiş ve önlemiş olur. Çünkü bu tür şeylerle meşgul olmak kişiyi ÜZÜNTÜ ve HUZURsuzluktan koruyarak, böylelikle kendisini üzen ve kederlendiren şeyleri de unutmuş olur. Çalışma azmi ve gayreti artarak SEVinir ve mutlu olur.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, insanları ÜZÜNTÜ ve kedere neden olan borçluluktan sakındırarak şöyle demiştir.: “Borçlu olmaktan sakının, çünkü borç geceleri ÜZÜNTÜ ve keder, gündüzleri de utanma ve zillettir.” (Tirmîzî, “Deavât”, 70.)

Buyurarak borçlu olan kişi geceleyin nefsiyle baş başa kaldığında sabah olduğunda ise borcunu nasıl ödeyeceğini düşünerek strese girer, uykusu ve NeŞesi kaçar, borcu ödeyememenin sıkıntısı ile ruhu daralır, alacaklı karşısında mahcubiyet hisseder. (Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmiu’s-sağîr, 4/557.)

Günümüzde insanların bir kısmı ÜZÜNTÜ, keder, tasa, stres ve bunalma gibi şikâyetlerde bulunmaktadır. Bu hal, âdeta insanların gündelik yaşantılarının bir parçası haline gelmiştir. Çantasında antidepresan ilaçlar taşıyanlar, tedavi için psikologlara başvuranlara en çok üzülmeyeceksin, stres yapmayacaksın gibi tavsiyelerde bulunulmaktadır. Çağımızın en büyük sorunlarından birisi de stres ve ona bağlı olan psikolojik rahatsızlıklardır. Bu olaya nasıl bakmalı?

ÜZÜNTÜ ve stres insan hayatının bir parçası mı? gibi soruları akla geliyor. Said b. Müseyyeb’in şöyle anlattığı rivâyet olunur.: “Dedem, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanına gelir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ona ismini sorar. O da.: “İsmim el-Hazn/zor ve sıkıntılı.” der.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Senin ismin Sehl/kolay ve sıkıntısız olsun!” der.
Dedem.: “Ben Babamın beni isimlendirdiği ismi değiştirmem!.” der. O günden sonra zorluk ve sıkıntı bizim âilemizden hiç ayrılmamıştır.”
(Buhârî, “Edeb”, 107-108; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 70; Recep Bilgin, “Saîd b. Müseyyeb’in Hayatı, Kişiliği ve Hadis İlmindeki Yeri”, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 5/9 (2018/2), 541.)

Diyerek kişinin isminin ifâde ettiği mânâ bakımından önemli olduğu ve Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in de kişilere verilen isimlerin güzel mânâlar çağrıştırması noktasında dikkatli olduğu anlaşılmaktadır. İnsan için ÜZÜNTÜ ve keder, maddî hastalıkların en büyük sebeblerindendir. Onun gündüzünü geceye, Dünyâsını zindana çevirir. Eğer bu hal kronikleşirse insanda maddî hastalıklara da dönüşür. Aynı zamanda ÜZÜNTÜ ve keder, uykuya da engel olur. İnsan üzerinde menfi olarak çok büyük tesiri vardır. İnsan için ÜZÜNTÜ ve kederin birçok nedenleri bulunmaktadır. İstikbal endişesi, borçlu olma, hazır bir lezzeti kaybetme, SEVdiklerden ayrı kalma gibi durumlar bunlardandır. Doğal olarak ÜZÜNTÜ ve onun neticesi olarak kişide stres, kalb sıkıntısı gibi haller her insanın yaşayabileceği doğal duygulardır. İnsanın beklentileriyle, ALLAH’ın takdir ettiği hayat aynı olmadığından, insan üzülüp sıkılabilir. Bunlardan kurtulmak için insan üzerine düşeni yapararak, ÜZÜNTÜler SEVİNCe, stresler kalb rahatlığına/inşirâha dönüşerek, RABBine hamd eder.

Resim 4.10.: HÜZNÜN İNSANA MÂNEVÎ TESİRİ.:

İnsan, günlük hayatta gerek ferdî gerekse toplumsal olaylar karşısında etkilenmekte ve psikolojik yapısı üzerinde etkiler meydana gelmektedir. Bâzen bu olaylar insanı ister istemez üzmekte ve kederlendirmektedir. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır.

يُرِيدُ اللّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُمْ وَخُلِقَ الإِنسَانُ ضَعِيفًا
“Yurîdullâhu en yuhaffife ankum, ve hulika’l- insânu daîfâ (daîfen).: ALLAH sizden (tövbelerinizi kabul ederek yükünüzü) hafifletmeyi diler. Ve insan zayıf yaratıldı.” (Nisâ 4/28)

Bu yüzden herşey ona ilişir ve onu müteessir eder, başına bir şey geldiğinde hemen feryada başlar.

إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا
“İzâ messehu’ş- şerru cezûâ (cezûan).: Kendisine bir şerr dokununca feryat edicidir.” (Meâric 70/20)

İnsan, ALLAH TeALÂ’yı andıkça O’nun yardım ve yakınlığını kazanır. ALLAH’ın beraber olduğuna hiçbir şey zarar veremez. Hiçbir sıkıntı ve sorun onu etkileyemez. Bunun tersi olarak ALLAH’ı anmaktan yüz çevirenler ALLAH’ın yardımını ve beraberliğini kaybederler. Cezâ olarak da stres, sıkıntı, kalb darlığı, hatta geçim sıkıntısı dahil birçok musibete müptelâ olurlar. “Kim de benim zikrimden (Kurân’dan) yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.”

وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى
“Ve men a’rada an zikrî fe inne lehu maîşeten danken ve nahşuruhu yevme’l- kıyâmeti a’mâ.: Ve kim BENİM zikrimden yüz çevirirse, o takdirde mutlaka onun için sıkıntılı bir geçim (hayat) vardır. Ve kıyâmet günü onu, kör olarak haşredeceğiz.” (Tâhâ 20/124)

Zikrin kalbleri yatıştırıcı, dert ve tasayı dağıtıcı ve kaygıları giderici RABBânî bir etkisi vardır. “Dikkat edin! Kalbler ancak ALLAH’ı anmakla mutmain olur.”

الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh(zikrillâhi) e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb(kulûbu).: Onlar, iman edenler ve kalbleri, ALLAH'ı zikretmekle mutmain olmuştur. Kalpler ancak; ALLAH'ı zikretmekle mutmâin olur, öyle değil mi?” (Râ‘d 13/28)

Âyeti bu hakikate işâret etmiştir. İnsan sıkıntılarla karşılaştığı zaman, kalbin SEVİNÇ ve HUZUR halini koruması mümkün olmaz. Çabuk etkilenir. Sıkıntı ve HÜZÜN hali onu etkisi altına alır. Diğer işlerini yerine getirmekte zorlanır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in vefâtına sebeb olan hastalığı günlerinde bir namaz vakti.: "Ebû Bekir’e söyleyin cemaate namazı kıldırsın!" buyurdu. Hz. Âişe.: "Babam Ebû Bekir yufka yürekli biridir. Senin yerine geçince namazda kendini tutamayıp dayanamaz, ağlar!" dediyse de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem sözünü tekrarladı. Bunun üzerine Ebû Bekir imamete geçip namazı kıldırmaya başladı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem cemaate katılmak istedi. İki sahâbenin kolları arasında mescide girdi. Takatsizliğinden dolayı ayaklarını zorla yürüyerek sürüyordu. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in geldiğini fark eden Ebû Bekir geri çekilmek istedi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem eliyle işâret ederek namazı tamamlamasını belirtti. Bunun üzerine Ebû Bekir namazı tamamladı. (İbn Hişâm, İslam Tarihi, Sîretü İbn Hişâm, 4/406; Buhârî, “Ezân”, 67; Müslim, “Salât”, 418; Tirmizî, “Menâkib”, 16.)

Hadiste Hz. Ebû Bekir’in, çok narin, yufka yürekli birisi olmasından dolayı namazda Kur’ÂN okuduğunda ağlamaya başlar, diye ifâde edilmektedir. Hz. Ebûbekir’e biat edildikten sonra, Hz. Ömer, Hz. Ebûbekir’e, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ziyâret ettiği gibi gel beraber Ümmü Eymen’e gidip ziyâret edelim” dedi ve gittiler. Ümmü Eymen onları görünce ağladı. "Niye ağlıyorsun Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ALLAH katında bulacağı mükafaatların daha hayırlı olduğunu bilmiyormusun?" dediler. "Evet biliyorum. Fakat beni ağlatan, semadan gelen vahyin kesilmiş olmasıdır." dedi. Bu söz, onları da HÜZÜNlendirdi. Ümmü Eymen ile onlar da ağladılar. (Müslim, “Fedâilü’s-Sahâbe”, 140; İbn Hacer, el-İsâbe, 8/172.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Yemen heyetini uğurlarken bir süre Muâz radiyallahu anhu’n yanında yürüdü. Ona bazı tavsiyelerde bulundu ve “Yâ Muâz! Belki bir daha görüşemeyebiliriz. Medine’ye döndüğünde sâdece kabrimi ve mescidimi bulacaksın” demesi üzerine Muâz radiyallahu anhu, ağladı, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de onu teselli etti. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/235.)

Bu olay gösteriyor ki Muâz’ın Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den ayrılması bir daha onu göremeyecek olmanın hüznü ile etkilenmiş ve manen tesir ederek HÜZÜN gözyaşları dökmesine sebeb olmuştur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, vefâtına yakın kızı Fâtıma’yı çağırdı. “Kulağına bir şeyler söyledi. Fâtıma ağladı. Sonra tekrar bir şeyler söyledi, bu defâ da güldü. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem vefât edince, Fâtıma (aleyhasselâm)’ya o gün ağlama ve gülmesinin sebebi sorulunca, şu cevabı verdi.: "Önce Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bana vefât edeceğini haber verdi, ben de ağladım. Sonra yakın bir zamanda benim de kendisine kavuşacağımı söyleyince, bu müjdeli haber üzerine güldüm.” buyurdu. (Tirmizî, “Menâkıb”, 60.)

Burada bir evlâdın çok SEVdiği babasının vefâtıyla ondan ayrılmanın hüznünü yaşaması ve yine kısa bir zaman sonra ona kavuşacağının SEVİNCini yaşaması elbette SEVenin SEVdiğine kavuşması noktasında önem arz ediyor. İnsanın istemediği üzücü durumlar kalbe geldiği zaman bunun sebebi ya geçmişle alakalı bir iş veya gelecekle ilgili bir durumsa insanı üzer. Her iki durumda da faydasına olan şeyleri yapmaktan geri kalır. Bütün bu durumlar istenilmeyen ve iyi olmayan durumlardır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu durumlardan ALLAH’a sığınmayı öğretmek sureyiyle, insanı ÜZÜNTÜ ve strese düşürecek durumların önüne geçilmesini bildirmiştir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 4.11.: HÜZNÜN MADDÎ TEDAVİSİ.:

İnsan, dünyevî kaygılardan ve stresten uzak durduğu oranda psikolojik olarak rahatlayacaktır. Böylesi kaygılardan uzak durabilmek için, Dünyânın bütün problemlerinin geçici olduğunu düşünüp, sabrını içinde bulunduğu zamânâ yoğunlaştırmakla olacaktır. Bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Dünyâ ÜZÜNTÜlerinden vazgeçin.” (Kuzâî, Şihâbü’l-ahbâr, 141.)

Buyurarak, mümkün mertebe dünyevî sıkıntılardan kaynaklanan ÜZÜNTÜleri bırakmaya çalışın, demektedir. İnsan her işinde üzerine düşen vazifeyi yaptıktan sonra ALLAH’a tevekkül ederek bu durumu yakalayabilir. Aksi halde Dünyânın yükünü ve sıkıntılarını omuzunda taşıyan bir kişinin, ÜZÜNTÜlerden uzak durması beklenemez. Dolayısıyla da sıkıntılardan uzak kalamayıp, SEVİNÇ ve Mutluğu da yakalayamaz. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in teşvik ve tavsiye ettiği ne varsa onda muhakkak bir fayda ve güzellik vardır. Nehyettiği, sakındırdığı ne varsa mutlaka bir zarar ve fenalık olduğu kesindir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, zamanında adet olarak telbine çorbası yapmak ve yemek meşhur idi. Rahatlatıcı özelliğinden dolayı Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, SEVer ve insanlara da tavsiye ederdi. Hz. Âişe, taziyesi olan insanlara ÜZÜNTÜsünü dindireceği için yapılmasını ister ve âile fertlerine ikram ederdi.

Hz. Âişe’nin rivâyet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu.: “Telbine (sütlü çorba) hastanın kalbini dinlendirir, HÜZNün bir kısmını götürür.” (Buhârî, “Tıb”, 8; “Etʿime”, 24; Müslim, “Selâm”, 90.)

Yine Hz. Âişe’den rivâyet edilen başka bir hadiste; Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, âile halkından birine humma rahatsızlığı gelince hamurdan çorba yapılmasını emrederdi. Hastalar ondan ağır ağır içerlerdi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem derdi ki.: “Çorba HÜZÜNlü kimsenin kalbini takviye eder, hastanın kalbinden elemi çıkarır, tıpkı birinizin yüzünden kiri çıkardığı gibi.” buyurmaktadır. (Tirmizî, “Tıb”, 3.)
Son yıllarda alternatif tıp uzmanları bu konunun önemine dikkat çekmektedir. Telbinenin sindirim ve boşaltım sistemi üzerinde ciddi etkileri, bağırsakların temizlenmesi ve birçok hastalığa zemin hazırlayan problemlerin ortadan kaldırılmasında önemli neticeler sağladığı tespit edilmiştir. İnsanın ÜZÜNTÜsünü giderecek yollardan birisi de rutini değiştirmektir. Sürekli aynı şeyleri yapmak, zamanla insanı sıkabilir. Bâzen mekân değiştirmek, iş ve ortam gibi bazı değişiklikler yapmak kişiyi rahatlatıp, ferahlatacaktır. Böylece kişinin ÜZÜNTÜlerinin azalmasına yardımcı olacaktır. Ubâde b. Sâmit radiyallahu anhu’ten rivâyet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu.: ALLAH YOLUnda cihâd, CeNNet kapılarından bir kapıdır ki ALLAH onun sebebiyle kulunu HÜZÜN ve kederden korur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/ 391.)

diyerek, cihâdın ÜZÜNTÜ ve kederi gidereceği mü’minlere haber verilmiştir. Çünkü nefis, bâtılın saldırısını kendi başına bırakınca ÜZÜNTÜ ve kederi artar. Ama onunla ALLAH için mücadele ederse ALLAH TeALÂ, onun HÜZNünü ferahlık ve kuvvetle değiştirir. Kur’ÂN’da “Onlarla Savaşın ki, ALLAH onlara sizin ellerinizle azâb etsin, onları rezil etsin, onlara karşı size yardım etsin, mü’min topluluğun gönüllerini ferahlatsın ve onların kalblerindeki öfkeyi gidersin.”

قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ
“Kâtilûhum yuazzibhumullâhu bi eydîkum ve yuhzihim ve yansurkum aleyhim ve yeşfi sudûre kavmin mu'minîn (mu'minîne).: (Cenâb-ı Hakk şunun için zahmet ve hizmet günlerini uzatıyor ve zaferi geciktiriyor;) Onlarla (inkârcılarla ve muzır münafıklarla) mücadele edin ve çarpışın ki, ALLAH sizin ellerinizle onların cezasını versin, onları rezil ve perişan etsin ve yardımıyla sizi onlara karşı üstün ve galip getirsin de (böylece iman ve cihad ehli olan) mü’min bir kesimin göğüslerine-gönüllerine (huzur ve) şifa eriştirsin.” (Tevbe 9/14)

buyurularak kalbin HÜZNü ve kederini cihâddan daha hızlı giderecek bir şeyin olmadığı bildirilmektedir. (İbn Kayyim, Zâdü’l-meâd, 6/210.)

Toplumun muhtaç kesimlerine verilen yardım ve zekâtlar ile sâdece gelir adaletsizliğinin önüne geçilmez, aynı zamanda toplumun barış, huzur ve yardımlaşma gibi dinamiklerini tamir eder. Zekât ile kişi korku ve ÜZÜNTÜden emin olarak ALLAH’ın huzuruna çıkar.

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve ekâmûs salâte ve âtevûz zekâte lehum ecruhum inde rabbihim, ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn (yahzenûne).: İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve (helâl kazanılan servet ve üretimlerinin) zekâtını verip (borçtan kurtulanlar var ya); şüphesiz onların ecirleri RABBlerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Bakara 2/277)

Başına bir sıkıntı gelmiş veya yakınlarından birini kaybetmiş kimseye, HÜZNünü hafifletmek için manen DUÂ ve teselli etmenin yanında fiilen de yardımcı olmak gerekir. Nitekim Câ’fer-i Tayyar radiyallahu anhu’n şehâdet haberi geldiği zaman Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Cafer’in âilesine yemek yapın! Çünkü onların acı ve HÜZÜNlerinden dolayı mutfakla meşgul olamazlar!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, “Cenâʾiz”, 25-26.)

Hadiste mü’minin acı ve HÜZNÜNü dindirmeye ve teselli bulmaya önemli bir katkı sağlamaktadır. HÜZÜN ve keder anlamlarına gelen iç kararması, ümitsizlik ve karamsarlık gibi sıkıntıların tedavisinde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ayva yemeyi tavsiye etmektedir.: “Ayva yiyin. Çünkü ayva kalbi güçlendirir, göğüsteki HÜZNü giderir ve ağız kokusunu güzelleştirir.” buyurmaktadır. (İbn Mâce, “Et‘ime”, 61.)

Ayva meyvesi kalbe kuvvet verir ve rahatlatır. Kalbteki çarpıntıyı, sıkıntıyı ve ağız kokusunu giderir, hazımsızlığa iyi gelir, tansiyonu düşürerek safrayı düzene sokar. (Ahmet Maranki vd., Şifâlı Bitkiler (İstanbul: Mozaik Yayınları, 2008), 273.)

Bir kimsenin sıkıntısını, gam ve kederini gidermek malla, canla, zâlimin elinden kurtarmakla, nasihatle ya da menfaatine olabilecek ihtiyacını karşılamakla olabilir. İnsan, Müslüman kardeşine yardım ettikçe ALLAH da ona yardım eder. ÜZÜNTÜ ve sıkıntılardan kurtulup, ALLAH’ın yardımını, huzur ve mutluluğa ulaşmayı bekleyen kişi için bu gereklidir. (Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Haccâc en-Nevevî, el-Minhâc Şerhu Sahîhi Müslim (Beyrut: Dâru ihyâi’t-turâsi’l-ʿArabî, 1392/1972), 17/21.)

İnsanlara ahlâk yolunu göstermek için gönderilen din, Dünyâ ve âhirette HÜZÜN ve kederden uzak, huzur ve mutluluk vaad etmektedir. Bu kurallara uyan insan, kalbini ve ruhunu kemâle erdirmiş ve şerefini korumuştur. Netice olarak da HÜZÜN ve kederden uzak mutlu bir hayatı yaşamış olur. Günümüzde bütün uğraşı ve çabalara rağmen, toplumda huzurun kaybolması ve insanların SEVİNÇve Mutlulukları elde edememelerinin temel sebebi olarak, bütün insanlığa rehber ve güzel örnek olarak gönderilen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in tavsiyelerine uyulup, yerine getirilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bunun çâresi ise her insanın, içinde bulunduğu şartlara ve imkânlara göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in tavsiyelerine uyarak, mutluluğa ve SEVİNÇlere kavuşabileceği kanaatindeyiz

Resim 4.12.: HÜZNÜN MÂNEVÎ TEDAVİSİ.:

İnsan hayatında HÜZNü hatırlatan, karamsarlığa SEVk eden bazı şeyler vardır. İslâm, bunların değiştirilmesini istemiştir. İnsan, çok şeyden etkilenen bir varlıktır. Duyduğu, gördüğü ve konuştuğu şeyler insan üzerinde etki bırakır. Karamsarlık ve ÜZÜNTÜler, insanın merkezi olan kalbe sıkıntı olarak yansır. Dış Dünyâdan aldığı olumsuz tesirler ile bedenin merkezi olan kalb ve bedene ÜZÜNTÜ, tasa, sıkılganlık olarak yansır.

Kınalızâde Ali Efendi HÜZNü, HÜZNe sebeb olan şeyleri ve bu hastalıktan kurtuluşu şöyle anlatmaktadır. HÜZÜN, istenilen ve SEVilen bir şeyin ele geçmeyişinden, kaybından; ya da gelecekte olumsuz ve kötü bir şeyin başına geleceğinden doğan ruhî bir elemdir. HÜZÜN, insan için bir hastalıktır. Bu hastalığın sebebleri genellikle cismânî isteklerin peşinden şiddetle koşmak, bedenî lezzetlere hırs ve tamah göstermek, dünyevî kazanç elde etmeye gereğinden fazla önem vermek, bütün çaba ve gayretini geçici Dünyâ faydasına kavuşmak için ısrarla çırpınmak isteğidir. Bu hastalıktan kurtulmanın ilacı ise geçici Dünyâ Ni’metlerine aldanmamak, âhiretin ebediliğini düşünüp gerçek huzur ve saadetin orası olduğunu bilip ona göre amel etmek, bir yaz bulutu gibi geçici olan bu âleme gerektiğinden fazla itibar etmekten kalbi uzaklaştırmak, insanların ellerinde olan varlıklardan dolayı keder ve ümitsizliğe kapılmamak, kalb zenginliği elde etmek olarak belirtmektedir. (Kınalızâde, Ahlâk-ı Alâî (Ahlâk İlmi), 221-222.)

Sahâbeden bazıları Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i ÜZÜNTÜlü ve sıkıntılı bir halde gördüklerinde ona şakalar yaparak, güldürerek sıkıntısını gidermeye çalışmışlardır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de kendisine yapılan bu şakaları hoşgörü ile karşılamış ve tebessüm etmiştir. (Müslim, “Talâk”, 29.)

Hz. Âişe’nin bildirdiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hastalığa yakalandığı zaman, üzerine İhlâs, Felâk ve Nâs (Muavezeteyn) sûrelerini okur, rukye yapardı. Ağrısı ve sancısı arttığı zaman ise ben onun üzerine okurdum. Bereket ümidiyle Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in eliyle kendi vücudunu mesh ederdim. (Buhârî, “Tıb”, 41; Müslim, “Selâm”, 20.)

Yine Enes radiyallahu anhu, Sâbit el-Bünâni’ye.: "Seni Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in DUÂ sı ile tedavi edeyim mi?" dedi. O da evet dedi.: Bunun üzerine Enes radiyallahu anhu.: "Ey İnsanların RABBi ve HÜZÜNlerin ve sıkıntıların gidericisi olan ALLAH’ım! Şifâ ver, şifâ veren sensin. Senden başka şifâ verici yoktur. Hiç hastalık bırakmayacak şifâ ver." diye DUÂ etti. (Buhârî, “Tıb”, 38; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 19; Tirmizî, “Cenâʾiz”, 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/151.) buyurulmaktadır. DUÂ , mü’min için çok önemlidir. Sıkıntılı ve ÜZÜNTÜlü anlarda kendini koruduğu silah gibidir. İbadetlerin özü, dinin direği ve göklerin nurudur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/344.)
DUÂ ile kullar huzurlu ve mutlu olabilecekleri gibi sıkıntı ve ÜZÜNTÜlerden de kurtulmuş olurlar. Böyle yapmalarıyla kendilerinden HÜZNü gideren ALLAH’a hamd etmelidirler.

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَ إِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ
“Ve kâlûl hamdu lillâhillezî ezhebe annel hazen(hazene), inne rabbenâ le gafûrun şekûr (şekûrun).: (Ahirette cennet halkı SEVİNÇle ve teşekkürle:) "Bizden (her türlü) ÜZÜNTÜyü giderip (sonsuz ve kusursuz nimetler bahşeden) ALLAH’a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten Bağışlayandır, şükrü kabul edendir" diyecekler (ve sevinecekler)dir.” (Fâtır 35/34)

Çünkü inananların en güçlü yardımcısı ve vekili ALLAH’tır.

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُواْ لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَاناً وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“Ellezîne kâle lehumun nâsu inne’n- nâse kad cemeû lekum fahşevhum fe zâdehum îmânâ (îmânen), ve kâlû hasbunâllâhu ve ni’mel vekîl (vekîlu).: (Sadık ve sağlam mü’minler) Öyle kimselerdir ki; bir kısım (korkak ve münafık) insanlar (onlara gelip), “Gerçekten (kuvvetli ve tehlikeli düşman olan) insanlar size karşı toplanıp (bir şer ittifakı kurdular.) Aman ha, onlardan korkun (ve kendileriyle uyuşun. Çünkü bunlarla başa çıkmanız ve başarılı olmanız imkânsızdır.)” dediklerinde, bu (tehdit ve teklifler o mü’min ve mücahitlerin) imanlarını artırıp (moral ve maneviyatlarına güç katmıştır; çünkü onlar:) “ALLAH bize yeter. Ve O ne güzel (ve en mükemmel) Vekîl’dir. (Biz O’nun emrinde, O da bizimle beraber olduktan sonra, O’nun izni ve iradesi dışında hiçbir güç bize zarar veremeyecektir)” diyerek (dik duran sadıklardır).” (Âl-i İmrân 3/173)

HÜZÜNden kurtulmasının bir diğer yolu da kanaat ehli olmaktır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu konuda kendisi ve âilesi için rızkının yetecek kadar olmasını, (Müslim, “Zühd”, 19.)
verilen rızka kanaatkâr kılınması için de DUÂ ettiği belirtilmiştir. (Hâkim, el-Müstedrek, 1/690.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, sıkıntı ve ÜZÜNTÜlü anlarında DUÂ eder ve ashâbına da tavsiye ederdi. Seferlerde konaklamak istediğinde bineğinden her inişinde “ALLAH’ım acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, ÜZÜNTÜden, kederden, borç yükünden, kudret sahibi kimselerin galebesinden sana sığınırım.” diyerek DUÂ etmiştir. (Buhârî, “Deavât, 27, 36, 40, “Cihâd”, 74, “Et‘ime”, 28; “Kader”, 13; Müslim, “Zikr”, 53; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/159, 220, 226; Ebû Dâvûd, “Vitr”, 32; Nesâî, “İstiʿâze”, 7, 8, 25, 34, 35; Tirmizî, “Deavât”, 71, 83.)

Yine üzüldüğünde “Ey Ulu ALLAH’ım! Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim.” derdi. (Tirmizî, “Deavât”, 40.)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ÜZÜNTÜlü anlarda.: “ALLAH, ALLAH, RABBim! Ona hiçbir şeyi ortak koşmam.” DUÂ sının yapılmasını tavsiye etmiştir. (Tirmizî, “Deavât”, 40.)

Hz. Ebû Bekir’in rivâyetine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, HÜZÜNlendiği zaman şu DUÂ yı okurdu.: “ALLAH’ım senin rahmetini umuyorum, beni göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa nefsimle baş başa bırakma. Halimi tümüyle düzelt, senden başka ilâh yoktur.” dediği haber verilmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/42; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 100-101.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den sıkıntı, HÜZÜN, hemm ve gamm gibi hallerde okunması tavsiye edilen birçok farklı DUÂ daha vardır. (Müslim, “Selâm”, 40; Tirmizî, “Cenâʾiz”, 4; İbn Mâce, “Tıb”, 36; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/391.)

Kalbin üzücü olaylarla meşgul oluşundan ve sinir gerginliğinden dolayı ortaya çıkan huzursuzluğu önlemenin bir yolu da herhangi bir işle ya da ilimle meşgul olmaktır. Çünkü kalb bu yolla oyalanarak kendisine huzursuzluk veren şeylerden uzak olmuş olur. Belki de bu yolla kişi kendisine ÜZÜNTÜ veren ve kederlendiren şeyleri unutur. SEVinir ve çalışma gayreti daha da artar. İnsanlar yaşamları boyunca kendilerini üzecek ve sıkıntıya sokacak bazı durumlarla karşılaşacaklardır. Böyle durumlarda başka diğer insanların da benzer durumların başlarına geldiğini düşünüp ibret alması, onlarla konuşup dertleşmesi ve nasihat alması acısının ve ÜZÜNTÜsün hafiflemesine ve rahatlayıp huzura kavuşmasına vesile olacaktır. (Kindî, ÜZÜNTÜden Kurtulma Yolları, 69.)

Bu sebeble Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mutlu kimse başkasından ibret alandır.” (Müslim, “Kader”, 3.)
buyurarak başkalarının sıkıntı ve ÜZÜNTÜlerinden ibret almanın kişiyi rahatlatıp, mutlu edeceğine işâret etmektedir.
ÜZÜNTÜyü yenmek için, ÜZÜNTÜnün ne olduğunu tespit etmek, şâyet bu durum kaçınılmaz bir hal ise sabır göstermek gerekir. Aynı şekilde geçmişte yaşanmış olan ÜZÜNTÜlü durumlardan kurtulduğunu hatırlamak, insanın elde edemediği şeylerden dolayı üzülmesi yerine, başka birçok insan da bunu elde edememiş veya kaybetmiştir diye düşünerek kendini teselli etmesi gerekir. (Mahmut Kaya, İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri (İstanbul: Klasik Yayınları, 2003), 55-57.)

Resim 4.13.: PSİKOLOJİK AÇIDAN HÜZN.:

Üzülmek, SEVinmek kadar tabi bir duygudur. İnsanın çok SEVdiği birini kaybetmesi, değerli bir malının zarara uğraması veya umulmadık üzücü bir olayın ortaya çıkması gibi durumlarda, kişi üzülmekte hatta depresyona bile girebilmektedir. Bu durum karşısında insanın reaksiyon göstermesi normal fizyolojik bir durumdur. İnsanın SEVindiği gibi zaman zaman da üzülmesi ve ÜZÜNTÜsünü de ağlamakla gidermesi psikolojik açıdan çok önemlidir. Bu tür durumlarda kişi ağlamalı ve içini boşaltmalıdır. (Sefa Saygılı, Strese Son, 35-36.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, insan için bâzen psikolojik rahatsızlığa dönüşen HÜZÜN ve korkuya karşı Müslümanları ALLAH’a sığınmaya dâvet etmiş ve onlara şu DUÂ yı öğretmiştir. “ALLAH’ın azâbından, kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ALLAH’a sığınırım.” (Tirmizî, “Deavât”, 93; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/181.)

İnsanın hayatta karşılaşacağı birçok sıkıntı ve sorun olabilir, bu da kişiyi ÜZÜNTÜye SEVk edebilir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in tavsiyelerine uymak kişiye bu sorunlarla baş etmede kolaylık sağlayacaktır. ÜZÜNTÜnün insanda gözlemlenen karşılığı; canlılığını yitirmesi, yeteneklerin ve fonksiyonların zayıflaması şeklinde belirtilmektedir. Dolayısıyla bedenin tepkileriyle bile çoğu zaman bu durumu anlamak mümkündür. Bireydeki gergin bir yüz ifâdesi, fizikî rahatsızlıklar, ciddi hastalıklar, ÜZÜNTÜnün belirtileri olabileceği gibi, bedensel bir rahatlık duygusu da SEVİNÇ ve Mutluluğun belirtileri olabilmektedir. (Erich Fromm, SEVginin ve Şiddetin Kaynağı, çev. Nalan İçten vd. (İstanbul: Payel Yayınları, 1994), 214.)

Dinî inancı güçlü olup, samimiyetle ibâdetlerine devam eden mü’min, ruhunu doyuracak ibâdetleri yaparak ÜZÜNTÜden uzak olacaktır. Bu kimselerin ruh sağlığı yerinde olacağından kendini güven içinde hissedecek ve sabırlı olacaktır. Bu kişiler, çevresiyle barışık olacaklarından keder ve ÜZÜNTÜlerinden dertleşerek kurtulabileceklerdir. Bu yüzden ibâdetlerin insan ruh sağlığı üzerinde olumlu etkileri vardır. (Mustafa Doğan Karacoşkun, “Şükür Psikolojisi”, Somuncubaba Dergisi 15/100 (2009), 53-55.)

Mutluluk izafi bir kavram olduğu için insanların mutluluktan anladığı ve kendisini mutlu edecek şeyler de farklıdır. Ancak mutlu olmak denilince ortak bir duygudan söz edilir. Bu duygu kişinin ÜZÜNTÜden uzak kendini iyi hissetme halidir. Mutluluk bâzen bir bardak çay içilirken hissedilen duygu olabilirken, bâzen de başkalarının acı ve ÜZÜNTÜlerini paylaşma şeklinde olabilmektedir. İnasanların genel kanı olarak mutluluktan anladığı sağlıklı olmak, ekonomik olarak rahat olmak, makam ve mevki sahibi olmak gibi anlaşılsa da bunun her herkes için böyle olduğunu söylemek doğru olmaz. (Mustafa Doğan Karacoşkun, “Şark-İslâm Klasiği Pendname’ye Göre Kişilik Tipleri ve Mutluluk Yolları”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi 12/1 (2012), 17-18.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hicrette yol arkadaşı olan Hz. Ebû Bekir’in SEVr Mağarasında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e bir sıkıntı ve zarar gelecek endişesi kendisini çok üzmüş, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Üzülme ALLAH bizimle beraberdir.”

إِلاَّ تَنصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُواْ ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا فَأَنزَلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَّمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُواْ السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“İlla tensurûhu fe kad nasarahullâhu iz ahracehullezîne keferû sâniyesneyni iz humâ fîl gâri iz yekûlu li sâhibihî lâ tahzen innallâhe meanâ, fe enzelallâhu sekînetehu aleyhi ve eyyedehu bicunûdin lem terevhâ ve ceale kelimetellezîne keferûs suflâ, ve kelimetullâhi hiyel ulyâ vallâhu azîzun hakîm (hakîmun).: Siz Ona (Peygambere ve Hakk Dava Önderine) yardım etmezseniz (zararlı çıkan siz olacaksınız, çünkü) ALLAH Ona zaten ve kesinlikle yardım etti (ve edecektir). Hani o zaman kâfirler, (Hz. Ebubekir’le) ikiden biri (Kelime-i Tevhidin ikinci iman gereği ve “Muhammedün Resulüllah” gerçeği) olarak Onu (Mekke’den) çıkarmışlardı da; o ikisi mağarada (ve kıstırılmış durumda) oldukları sırada arkadaşına şöyle diyordu: "HÜZNe kapılma (ve sakın endişe duyma, çünkü), elbette ALLAH bizimle beraberdir!" Böylece ALLAH Ona ’huzur ve güvenlik duygusunu’ indirmişti, Onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkâr edenlerin de kelimesini (inkâr sözlerini ve küfür-sömürü sistemlerini) ise aşağı ve bayağı (konuma) getirmişti. ALLAH’ın kelimesi (Kur’an kelâmı ve ahkâmı) ise, en yücedir (ve kıyamete kadar geçerlidir). ALLAH Üstün ve Güçlüdür, Hüküm ve Hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/40)

diyerek HÜZNünü gidermiştir. Aynı şekilde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in vefât edeceğini sezince ÜZÜNTÜden gözyaşı döktüğü belirtilmektedir. (Buhârî, “Fezâilü ashâbi’n-nebî”, 2; Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 2.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hanımlarından Hz. Safiyye’nin, Yahûdi bir âileden olması Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in hanımları arasında konu olmuş, Âişe (radiyallahu anha) ile Hafsâ (radiyallahu anha) bunu îmâ ederek kendilerinin Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile aynı soydan geldiklerini söyleyince Hz. Safiyye, bu söze üzülmüş, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de ona: “Benden nasıl daha hayırlı olabilirsiniz ki eşim Muhammed, babam Hârûn, amcam da Mûsâ’dır deseydin ya!” diyerek onu teselli etmiştir. (Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, 2/79.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ashâbına zaman zaman şakalar yapardı. Ancak onun yaptığı şakalar, çevresine mesaj niteliğinde idi. Nitekim Halası Safiyye (radiyallahu anha), bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e kendisine CeNNete girmesi için DUÂ etmesini istemiş, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de CeNNete yaşlıların giremeyeceğini söylemiş bu söz üzerine halasının üzüldüğünü görünce Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Biz o kadınları yeni bir yaratılışla yaratmış ve onları bâkire yapmışızdır.”

إِنَّا أَنشَأْنَاهُنَّ إِنشَاء
فَجَعَلْنَاهُنَّ أَبْكَارًا
“İnnâ enşe’nâ hunne inşââ (inşâen). Fe cealnâ hunne ebkârân (ebkâren).: Gerçek şu ki, Biz onları, (mü’min erkek ve kadınları ahirette) yeni bir yaratma ile (cennete layık özellik ve güzellikte) tekrar inşa edip yarattık. (Onları, gençliği ve çekiciliği pörsümeyen kimseler yaptık.) Onları sürekli bâkireler (ve hep taze gelinler) kıldık.” (Vâkıa 56/35-36)

âyetlerini okuyarak onun HÜZNünü SEVİNCe dönüştürmüştür. (Aynur Uraler, “Safiyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 2008), 35/475-476.)

Psikolojik açıdan HÜZNün kişide meydana getirdiği duygusal haller, yüzün canlılığını kaybetmesi, sindirim faaliyetinin yavaşlaması gibi bazı fizyolojik halleri de meydana getirmektedir. Bu duygular insan yüzüne menfi şekilde tesir etmektedir. Hz. Yâ’kûb’un, oğlu Hz. Yûsuf için endişelenmesi,

قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَن تَذْهَبُواْ بِهِ وَأَخَافُ أَن يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَأَنتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ
“Kâle innî le yahzununî en tezhebû bihî ve ehâfu en ye’kulehuz zi’bu ve entum anhu gâfilûn (gâfilûne).: (Hz. Yakub) Dedi ki: “Sizin onu götürmeniz gerçekten beni üzecektir ve siz (oyuna ve koyunlara dalıp) ondan habersiz iken onu bir kurdun (kapıp) yemesinden korkup endişe etmekteyim.” (Bu sözlerle Hz. Yakub, farkında olmadan kötü niyetli oğullarına; “Yusuf’u kurt yedi” mazeretini sunuvermişti.)” (Yûsuf 12/13)

onu kaybetmekten gözlerine perde inmesi.:

وَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا أَسَفَى عَلَى يُوسُفَ وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظِيمٌ
“Ve tevellâ anhum ve kâle yâ esefâ alâ yûsufe vebyaddat aynâhu minel huzni fe huve kezim (kezîmun).: Ve (babaları Yakub) onlardan yüz(ünü) çevirdi ve: "Ey Yûsuf’a karşı (artan dayanılmaz) kahrım, (HÜZÜN ve hasret duygularım!)" dedi ve gözleri ÜZÜNTÜsünden (ve stresten ağardıkça) ağardı (ve kapandı). Ki yutkundukça yutkunmakta (hilekâr evlatlarına olan kırgınlığını içine atmakta ve acısını kalbine gömmekteydi).” (Yûsuf 12/84)

Gibi fizyolojik olaylar, HÜZNün insan bedeninde yaptığı tahribatı ifâde etmektedir. Kederli insan, duruşu ve oturuşuyla âdeta çökmüş biri gibi fizikî olarak kendini belli eder. Hatta mide ülseri, kan basıncının yükselmesi ve alerjik tepkiler gibi bazı fizyolojik bozukluklara da sebeb olabilmektedir. İnsan hayatında SEVİNÇ, HÜZÜN, acı, tatlı gibi duygular bulunmakta ve bireyin hayatına anlam katmaktadır. HÜZÜNden sonra gelen SEVİNÇ daha derinden hissedilebilmekte iken, SEVİNÇten sonra gelen HÜZÜNde ise SEVİNCin desteği fark edilebilmektedir. Dolayısıyla SEVİNÇler sabit olmadığı gibi HÜZÜN duygusu da devamlı olmayıp bir hastalık olarak görülmemeli, var oluşun bir tecrübesi olarak kabul edilmelidir. (Kemal Sayar, HÜZÜN Hastalığı, 2. Baskı (İstanbul: Karakalem Yayınları, 2005), 43-45.)
Hayatta hiçbir şey sürekli olmadığı gibi SEVİNÇler, mutluluklar, HÜZÜNler ve sıkıntılar da sürekli ve kalıcı değildir. Bâzen SEVİNÇ ve Mutluluk gelir sıkıntı ve HÜZÜN gider. Bâzen de tam tersi bir durum olur. Bu durumu en iyi, o hisleri ve duyguları yaşayan anlar.

Resim 4.14.: SOSYOLOJİK AÇIDAN HÜZN.:

İnsan, doğduğu andan itibâren sosyal bir çevrede iletişim halinde yaşamını sürdürür. İletişim ile de birbirleriyle ilişki kurarlar. İnsan içinde yaşadığı çevrenin sahip olduğu örf ve âdetlerine göre hâreket eder. Bir toplumda SEVİNÇ ve HÜZÜN halleri de o toplumun örf ve âdetlerinde yer etmiştir. Mutlu toplumlarda paylaşmanın önemi büyüktür. Paylaşan insan, toplumda sorumluluk duygusuyla hâreket eder. İnsanlara merhamet hissi besler. Aynı şekilde mutlu toplumlarda birliklerin temelini SEVİNÇ ve HÜZNÜN paylaşımı alır. Böylece SEVİNÇler çoğalır, HÜZÜNler azalır. Bu yüzden mü’min de matemlerin civarında ve yalnızların yanıbaşında olmalıdır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu konu da “Mü’minler birbirini SEVmede, birbirine acımada ve birbirini korumada bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeble uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, “Edeb”, 27; Müslim, “Birr”, 66.)
buyurarak Müslümanların birbirlerinin derdiyle dertlenmeleri ve HÜZÜNlerine ortak olmaları teşvik edilmiştir. Sosyal bir varlık olan insan, ilişkilerini sağlamlaştirârak, çevresiyle olan diyaloğunu geliştirmelidir. Başkalarının SEVİNÇ ve ÜZÜNTÜlerini paylaştığı oranda kendisinin de SEVİNÇ ve HÜZÜNleri paylaşılacaktır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, insanlara dini öğretmek, ahlâkî kuralları bildirmek, ALLAH’ın rızasını kazanma yollarını öğretmiştir. Bunlarla birlikte SEVgi bağı kurmak, gam, keder ve sıkıntılardan uzaklaştırmak ve daha birçok konu da onları eğitmiş ve bâzen bunları ölçülü mizahî şakalar da yaparak ifâde etmiştir. (Yusuf Doğan, “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve Mizah”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 8/2 (2004), 198–201.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i şaka yaparak gören sahâbe de bâzen Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e, bâzen de kendi aralarında birbirlerine şakalar yaparak hem aralarındaki SEVgi ve MuHABBeti artırmış hem de sıkıntı sorun ve ÜZÜNTÜlerini bir nebze de olsa azaltarak birbirlerine teselli vermiş, (Yusuf Doğan, “Raşit Halifelerin Mizah ve Nükte Anlayışları”, Nüsha-Şarkiyat Araştırmaları Dergisi 6/22 (2006), 97.)
içinden gelerek ağlayamayanlara ağlar gibi yapmalarını tavsiye etmiştir. (Müslim, “Cihâd”, 58; İbn Mâce, “Zühd”, 6.)

Aynı zamanda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Bir Müslümanın diğer Müslüman’ı korkutması helâl olmaz.” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 85.)
buyurarak kişinin üzülmesine sebeb olan şeylerden birisi de korkudan dolayı üzülmesidir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, isabetli görüşleri sebebiyle hanımı Ümmü Seleme’nin görüş ve fikirlerini alırdı. Hudeybiye Antlaşması’nda Mekkeliler’e büyük tavizler verildiğini düşünen Müslümanlar ÜZÜNTÜ içerisinde iken Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem onlara kurbanlarını kesmelerini ve tıraş olmalarını üç defâ emrettiği halde hiç tepki vermediler. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Hanımı Ümmü Seleme’nin yanına giderek ÜZÜNTÜsünü dile getirdi. Ümmü Seleme Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e dışarı çıkıp kurbanını kesmesini ve tıraş olmasını kendisini gören sahâbenin de bu davranışı görmesiyle onların da bunu yapacaklarını söyledi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem onun tavsiyesini uyguladı ve durum Ümmü Seleme’nin dediği gibi oldu. (Topaloğlu, İslâm’da Kadın, 27.)

İnsanlar birbirlerinin hal ve hatırını sorarak, aç ise karnını doyurarak, derdiyle dertlenerek, hasta ise ziyâret ederek, yakını vefât etmişse taziyede bulunarak, SEVİNÇli ve mutlu günlerinde de yanlarında olarak ilişkilerini geliştirirler. (Ali Can, “Kur’ÂN ve Sünnet Işığında Komşuluğun Yeri”, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi 21 (2013), 228.)

Günümüzde insanların ÜZÜNTÜsüne etki eden önemli faktörlerden birisi de âile ve sosyal çevre olarak ifâde edilebilir. Çünkü en büyük sorunlar bu noktalarda yaşanmaktadır. Âilelerde ortaya çıkan parçalanmalar, sosyal hayatta bireyin sorunlarını çözmekten uzak kalması bu noktadaki eksikliği arttırmakta ve insanların gittikçe yalnızlaşmasına sebeb olmaktadır.

Resim 4.15.: TASAVVUFÎ AÇIDAN HÜZÜN.:

Tasavvufta HÜZÜN; kalbin yitirdiği şeye üzülmesi veya imkânsız bir şey için esef duymasıdır. Bu yolda HÜZÜN kulun kaçırdığı kemâller, onların sebebleri ve hazırlıkları şeklinde ifâde edilmektedir. (Abdürrezzak Kaşânî, Tasavvuf Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli (İstanbul: İz Yayıncılık, 2004), 203.)
Sûfîler, âhiret ile ilgili HÜZNün iyi ve güzel olduğunu, Dünyâ ile ilgili HÜZNün ise çirkin ve kötü olduğunda ittifâk etmişlerdir. Bazı mutasavvıflar, HÜZÜN sebebinin günah olmaması şartıyla her çeşit HÜZÜN mü’min için fazilet ve ziyâdelik olduğunu belirtmişlerdir. (Mehmet Mansur Gökcan, “Tasavvufta ALLAH Korkusu (HAVF)”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 4/2 (2016), 85-86.)

Mü’min için CeheNNem azâbını aklına getirip ağlaması normaldir. Çünkü CeheNNem tasvirinde öyle âyetler ve hadisler vardır ki insanın aklını dehşete düşürmektedir. Bunlardan biri de “Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri ateşe atacağız. Azâbı tatsınlar diye derileri yandıkça, derilerini yenileyeceğiz.” âyetinde anlatılandır.

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِآيَاتِنَا سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُواْ الْعَذَابَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا
“İnnellezîne keferû bi âyâtinâ sevfe nuslîhim nâra(nâran). Kullemâ nadicet culûduhum beddelnâhum culûden gayrahâ li yezûkûl azâb(azâbe). İnnallâhe kâne azîzen hakîmâ(hakîmen).: Biz âyetlerimize karşı inkâra sapanları şüphesiz ileride ateşe sokuvereceğiz. (Bunların) Derileri yanıp döküldükçe, azabı (sürekli) tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten ALLAH, Güçlü ve Üstün olandır, Hüküm ve Hikmet sahibidir.” (Nisâ 4/56)

Hadiste ise Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, CeheNNemi şöyle tasvir ediyor.: “İnsanın ayağının altına CeheNNemden bir çakıl taşı kadar ateş konulduğunda beyni fokur fokur kaynar.” (Buhârî, “Rikâk”, 51.)

İşte CeheNNemin bu tasviri Müslümanları daimâ korkutup HÜZÜNlendirmiştir. Çünkü âyet ve hadiste insanın hayal gücünü zorlayan durumlar anlatılmaktadır. Şah b. Şücâ-i Kirmânî şöyle demektedir.: “İlâhî korkunun alâmeti, sürekli HÜZÜN içinde olmaktır.” (Kuşeyrî, Risâle-i Kuşeyri, 174. 867 Kuşeyrî, Risâle-i Kuşeyri, 175.)

Kul da HÜZNün sürekli olanı makbuldur. ALLAH TeALÂ, insanı bir an dahi terk etmez ve kontrolsüz bırakmaz. Bu yüzden insan yaşadığı müddetçe HÜZÜN içinde yaşamalıdır. Aksi halde kişi gaflete düşecektir. HÜZÜN insanı gafletten kurtararak ve ona bir uyanıklık hissi vermektedir. İmam Kuşeyrî (v. 465/1072) bu konuda şöyle demektedir.: “HÜZÜN, kalbin gaflet vâdilerine yayılmasına engel olan bir haldir.” (Kuşeyrî, Risâle-i Kuşeyri, 175.)
Mü’min âhiretin daha hayırlı olduğunu bilerek Dünyâ da HÜZÜNle yaşamalı, Dünyâyı ebedî hayata tercih etmemeli ve Dünyânın geçiciliğine aldanmamalıdır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in her ânı düşünceli ve çoğu zaman da HÜZÜNlü olduğu rivâyet edilir. (Buhârî, “Cenâʾiz”, 45.)

Lüzum olmadıkça konuşmazdı. Çoğu zaman susardı. Onun bu hali Dünyâlıklara sahip olma endişesinden değil, ALLAH TeALÂ’ya daha iyi bir kul olma ve insanların ALLAH’tan uzak olup, gaflette olmalarından dolayıdır. Tasavvuf ehlinden Süfyân es-SEVrî (v. 161/778)’nin yanına oturulduğunda etrafındakiler korkulu ve endişeli tavrından dolayı etraflarının ateşle çepeçevre kuşatıldığını sanırlardı. (Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 1/370.)

İlâhî korkunun Süfyân es-SEVri’nin kalbine, ruhuna ve aklına kadar işlediği ve çevresindekilere de tesir ettiği anlaşılmaktadır. HÜZÜN denince akıllarda ilk beliren zat hiç şüphesiz Hasan-ı Basri (v. 110/728)’dir. O havf ekolünün en büyük temsilcisidir. O HÜZNüyle ünlenmiş muttaki, mutasavvıf, müfessir ve fakih bir zattır. Onun HÜZNü günümüzde bizlere örnek teşkil etmektedir. ALLAH’tan o kadar çok korkardı ki hayatında hiç güldüğü görülmemiştir. Onun korkusu ve HÜZNü, yarından emin olmama endişesinden kaynaklanmakta idi. (Ömer Ekinci, İslam Kültüründe Havf ve Recânın Tasavvufi Yönü, Psikolojik Etkisi ve Dindarlık Gelişimine Katkısı (Yüksek Lisans Tezi, Firât Üniversitesi, 2018), 53.)

Hasan-ı Basrî’nin hayatına bakıldığı zaman ALLAH TeALÂ’nın rızasını kazanmak için gayret göstermek gerektiği anlaşılmaktadır. Hasan-ı Basrî, kahkaha ile gülen bir gence.: “Oğlum sirâtı mı geçtin veya CeNNete gireceğine dair bir garantin mi var da bu şekilde gülüyorsun?” deyince o gencin bir daha boş yere güldüğü görülmemiştir. (İbrahim Sarı, Ölüme Hazırlık (İstanbul: Net Medya Yayıncılık, 2016), 74.)

Netice olarak lüzumsuz yere çok gülmenin iyi bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Tasavvuf Erbâbı HÜZNü, kendi adına ve başkaları adına duyulan HÜZÜN diye ikiye ayırmışlar. Kendi adına duyulan HÜZNe avâmın HÜZNü (HÜZNü’l âmme), farz ibâdetleri yerine getirmedeki ihmalkârlığa üzülmek gibi. Başkaları adına duyulan HÜZÜN ise; seçkinlerin HÜZNü (HÜZNü’l-hâssa) diye belirtilerek Kur’ÂN’da Hz. Yâkub’un ve diğer peygamberlerin HÜZÜNlerini bu türden değerlendirmişlerdir. Kıyâmet Günü Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den başka herkes nefsi için endişelenip HÜZÜNlenecek iken o, ümmeti için nidâ edecektir. (Kaşânî, Tasavvuf Sözlüğü, 203-204.)

Sonuç olarak tasavvuf erbâbının HÜZNü, ALLAH’ın mekrinden emin olma endişesinden ya da bilinmedik bir anda buna yenik düşme korkusundan olmuştur. Sûfilerde bazı zamanlar havf ağır basarken, bazı zamanlarda ise umut ağır basmıştır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


Resim 4.16.: KUR’ÂN’ı HÜZNLENEREK OKUMAK.:

Kur’ÂN, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilmiş ilâhî bir kitaptır. Bu amacın gerçekleşmesi için onun okunması ve anlaşılması gerekmektedir. Sahâbe, Resûle indirilen vahyi dinlediklerinde bu hakikatten nasiplenmiş olarak gözlerinden yaşlar boşaldığı ifâde edilmektedir.

وَإِذَا سَمِعُواْ مَا أُنزِلَ إِلَى الرَّسُولِ تَرَى أَعْيُنَهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُواْ مِنَ الْحَقِّ يَقُولُونَ رَبَّنَا آمَنَّا فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ
“Ve izâ semiû mâ unzile ilerresûli terâ a’yunehum tefîdu mined dem’ı mimmâ arefû mine’l- hakk(hakkı), yekûlûne rabbenâ âmennâ fektubnâ meaş şâhidîn (şâhidîne).: (Münafık ve marazlı insanlara) Onlara (İslami cihadla ve toplum huzuruyla ilgili) güven veya korkuya dair bir haber gelse, (yetkililere danışmadan) onu hemen yayarlar (rastgele konuşur ve yazarlar). Halbuki o (haberin yayılıp yayılmaması ve nasıl yorumlanması gerektiğini) Peygambere veya içlerindeki (yetkili ve bilgili) emir sahiplerine götürüp iletselerdi, aralarında istinbata=Kıyasla hüküm çıkarmaya ehil ve donanımlı (akıl ve anlayış erbabı) kimseler, onun ne olduğunu (İslami hareketi ve ümmeti ilgilendiren bu tür haber ve söylentilerin ne maksatla çıkarıldığını ve ne anlama geldiğini) bilip öğrenirlerdi. Eğer size ALLAH’ın lütfu ve merhameti olmasaydı (böyle rastgele haber ve yorum yazdığınızdan dolayı) pek azınız hariç (birçok işinizde) şeytana uyup gitmiştiniz. (Öyle ise cihad ve normal hayat ortamında basın-yayın ilkelerine dikkat ediniz.)” (Mâide 5/83)

Kur’ÂN okurken sesten ziyâde onun mânâsını anlayarak okumak ve okunan hakikatlerden etkilenmek gerektiği belirtilmektedir.
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Mâide 5/83. âyetini; "Kur’ÂN’ı dinledikleri zaman kalblerinde incelik ve ihlâs olduğu için, HAKk’a karşı içlerinde kibirleri olmadığından Hakk’ı tanırlar ve tesirinin feyzini duyarlar. Gözleri yaşla dolar ve Hakk’ın peygamberinin gelmiş olduğunu anlarlar." şeklinde açıklamaktadır. (Elmalılı, Hak Dini Kur’ÂN Dili, 3/327.)
Müslümanlar, Kur’ÂN okunurken işittikleri âyetlerde duyguları hârekete geçmekte, kalbleri yumuşamakta ve gözlerinden yaşlar akıtmaktadırlar. Bu insan fıtratında olan bir duygudur. Kur’ÂN okuyan ve dinleyen insan, kalben rahatlayıp huzura erdiği için iç Dünyâsındaki sıkıntılarından da kurtulmuş olur. (Kurtubî, el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ÂN, 6/258)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Kur’ÂNhüzünlü okumayı ve okurken ağlamaya çalışmayı tavsiye etmektedir. 876876 (Buhârî, “Tevhid”, 32, 44.)

Hadiste ağlamaya çalışmaktan maksat, okunanı anlama şeklinde ifâde edilmektedir. (Aynî, Umdetü’l-kârî, 20/41.)

Hasan-ı Basrî.: "Kur’ÂN’ı inanarak okuyanların hüznü artar. SEVİNCi ve gülmesi azalır, ağlaması çoğalır, Dünyâ zevkleri azalır ve ibâdet meşgalesi çoğalır." demektedir. (Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 2/810.)

Yine Kur’ÂN’da ALLAH’ın Âyetleri okunduğunda ağlayarak secde edenler övülmüştür.

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ مِن ذُرِّيَّةِ آدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ وَمِن ذُرِّيَّةِ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْرَائِيلَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَا إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُ الرَّحْمَن خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا*
“Ulâikellezîne en’amallâhu aleyhim minen nebiyyîne min zurriyyeti âdeme ve mimmen hamelnâ mea nûhin ve min zurriyyeti ibrâhîme ve isrâîle ve mimmen hedeynâ vectebeynâ, izâ tutlâ aleyhim âyâtur rahmâni harrû succeden ve bukiyyâ(bukiyyen). (SECDE ÂYETİ).: İşte bunlar; kendilerine ALLAH’ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Âdem’in sülbünden, Nuh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımız (insan nesillerin)den, İbrahîm ve İsrâil’in (Yakub peygamberin) sülâlesinden, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman (olan ALLAH’)ın âyetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanıverirlerdi.” (Meryem 19/58)

Hz. Ömer’de kız kardeşi Fâtıma’nın evinde dinlediği âyetlerin etkisinde kalarak hüzünlenmiş, ağlamış ve Müslüman olmuştur. (İbn Hişâm, İslam Tarihi, Sîretü İbn Hişâm, 1/460.)

Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar, Necâşî’nin huzuruna vardıklarında; Necâşî, onlara Peygamberin ALLAH Katından getirdiklerinden yanınızda bir şey var mı?" diye sordu. Câfer radiyallahu anhu, Meryem sûresinden bir miktar okudu. Necâşî ağladı, gözyaşları sakalını ıslattı. Yanındaki din adamları da ağladılar. Necâşî.: "Bu okuduğunuz hakikatler, Mûsâ’nın getirdiğiyle aynı kaynaktan çıkıyor.” dedi. (M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahabe Muhtasar, çev. Ömer Lütfi Erdal (İstanbul: Işık Yayınları, 2008), 282-283.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kimi zaman ÜZÜNTÜsünden ve merhametinden ölüye ağlar, kimi zaman ümmeti için korktuğu şeylerden dolayı şefkatinden, kimi zaman ALLAH Korkusundan, kimi zaman da Kur’ÂN dinlerken hüzünlenir ve ağlardı. (İbn Kayyim, Zâdü’l-meâd, 1/167-168)
Bir defâsında İbn Mes’ud radiyallahu anhu, ona Nisâ Sûresini okurken “Her ümmete bir şâhid getirdiğimiz ve seni de (Ey MuhaMMed) onlara şâhid getirdiğimiz zaman halleri ne olacak.”

فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِن كُلِّ أمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلاء شَهِيدًا
“Fe keyfe izâ ci’nâ min kulli ummetin bi şehîdin ve ci’nâ bike alâ hâulâi şehîdâ (şehîden).: Her ümmetten (onların hayat boyu davranışlarına) bir şâhid getirdiğimiz ve (ey Resûlüm,) Seni de onların üzerine (baş) şâhid olarak getirdiğimiz zaman, (hesap gününde halleri) nasıl olacak (göreceklerdir)?” (Nisâ 4/41)

Âyetini okurken hüzünlenmiş ve gözlerinden yaşlar dökmüştür. (Buhârî, “Fezâilü’l-Kurân”, 35.)

Enes b. Malik radiyallahu anhu’dan rivâyet edilen bir hadise göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Übey b. Kâ’b radiyallahu anhu’a hitaben şöyle buyurmuştur.: ALLAH TeALÂ, lem yekünillezine keferû sûresini sana okumamı bana emretti.”
Übey b. Kâ’b.: “ALLAH benim ismimi andı mı?” dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Evet!” buyurdu.
Bunun üzerine Übey radiyallahu anhu, duygulanarak ağladı. (Buhârî, “Menâkıbü’l-ensâr”, 16, “Tefsîru sûre (98)”, 1, 3; Müslim, “Müsâfirîn”, 246.)

Hadisten, SEVİNÇten dolayı ağlamanın câiz olduğu anlaşılmaktadır. Sonuç olarak Kur’ÂN, insanların hayatına müdahele etmek için indirildiğinden dolayı onun âyetlerini okuyup iyi anlamak gerekir. Bu minval üzerine okurken de tefekkür ve tedebbür ederek hüzünlenmek, verilen mesajları hayata tatbik etmek ve kendi durumuna çeki düzen vermek istenmektedir.

Resim 4.17.: İNSANIN HÜZNÜNE SEBEB OLAN ŞEYLERDEN UZAK DURMASI.:

İnsan, yaşamı boyunca güzel şeyleri hayal eder ve gerçekleşmesi için de azim ve kararlılıkla mücadele eder. Bunun tersi olan kötü şeyleri istemez, olmaması için de çaba sarf eder. SEVİNÇ ve NeŞe veren şeyler her insanın arzusu iken, Üzüntü veren şeyler, hiçbir insanın arzu ve isteği olmamaktadır. İnsan, SEVgiden, merhametten, güzel sözlerden zevk alırken diğer taraftan sıkıntı, üzücü şeylerden ve kötü sözlerden de rahatsızlık duyar. Aynı durum öfke, kin, nefret gibi diğer kötü ahlâk özellikleri için de geçerlidir. Bunlardan kurtulamayan bir kimse hâreket ve davranış bozuklukları yaşayarak Üzüntüsüne sebeb olabilmektedir. (Ebû Zeyd El-Belhî, Mesâlihu’l-ebdân ve’l-enfüs, Beden ve Ruh Sağlığı, 418.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “ALLAH’tan âfiyet isteyiniz. Çünkü bir kula yakîn imândan sonra âfiyetten daha hayırlı bir şey bahşedilmemiştir!.” diye buyurmuştur.” (Tirmizî, “Deavât”, 106; İbn Mâce.)
Hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ileride ümmetinin başına gelecek fitneler, mal biriktirme, şehvet ve hırsın galebe çalması gibi âfetler sebebiyle üzülüp ağladığı, günahlardan korunabilmek için af ve âfiyet istemelerini emir buyurduğu nakledilir. Çünkü ALLAH’ın Rızasına ancak her türlü kötülük ve rezillikten korunmuş ve uzak durmuş kişiler layık olur. Günahlara bulaşmış ve çok hata işlemiş kimselerin İlâhî Rahmetten aflarını istemekten başka çâreleri yoktur. (Münâvî, Feyzü’l-kadîr şerhu Câmiu’s-sağîr, 4/108.)

İnsanların üzülmesine ve mutsuzluğuna sebeb olan çok sayıda sıkıntı ve sorun olabilir. Huzur ve mutluluğu Kur’ÂN’da aramayıp dünyevî hedeflere yönelen, nefsini rahat ettirmeye çalışan insanların karşısına mutlaka Üzüntüler ve mutsuzluklar çıkabilir. Kur’ÂN’da insanın karşılaştığı sıkıntı ve zorluklar karşısında sabır ve kararlılık göstermesi istenmektedir.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenustainû bi’s- sabri ve’s- salât (salâti), innallâhe mea’s- sâbirîn (sâbirîne).: (Artık) Ey iman edenler, sabırla ve namazla (ALLAH için sıkıntılara katlanmak ve devamlı ibadet ve DUÂ üzerinde bulunmakla Benden) yardım dileyin. Gerçekten ALLAH, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 2/153)

لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
“Leyse’l- birre en tuvellû vucûhekum kıbele’l- maşrıkı ve’l- magrıbi ve lâkinne’l- birre men âmene billâhi ve’l- yevmi’l- âhırı ve’l- melâiketi ve’l- kitâbi ven nebiyyîn(nebiyyîne), ve âte’l- mâle alâ hubbihî zevi’l- kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîne vebnes sebîli, ves sâilîne ve fîr rıkâb(rıkâbi), ve ekâmes salâte ve âtez zekât(zekâte), ve’l- mûfûne bi ahdihim izâ âhed (âhedû), ve’s- sâbirîne fî’l- be’sâi ved darrâi ve hîne’l- be’s (be’si) ulâikellezîne sadakû, ve ulâike humu’l- muttekûn (muttekûne).: (Ey Müslümanlar!) Yüzlerinizi (namazda şuursuz ve huzursuz biçimde) Doğu’ya veya Batı’ya çevirmeniz (ve ibadette şekilcilikle yetinmeniz) iyilik değildir. Asıl iyilik; ALLAH’a, (ve O’na inancın gereği olarak) Ahirete, Meleklere, Kitaba ve Peygamberlere (ve onların getirdikleri dine ve düzene samimiyet ve teslimiyetle) iman etmeniz... Sevdiğiniz malınızı yakınlara, yetimlere (korumasız ve bakımsız olanlara), yoksullara, yolda kalmışlara, isteyen muhtaçlara ve borç altında esir olanlara vermeniz... Namazınızı kılmanız, zekât (vergisini) ödemeniz... Anlaşma ve sözleşmelerinizi yerine getirmeniz, (maddi ve manevi) darlık, hastalık ve cihadın kızışması zamanında sıkıntılara sabretmenizdir... İşte (iman davasında) sadık (ve samimi) olanlar ancak bunlardır... Ve gerçek müttakiler de onlardır.” (Bakara 2/177)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenusbirû ve sâbirû ve râbitû vettekûllâhe leallekum tuflihûn (tuflihûne).: Ey iman edenler! (Din ve dava uğrundaki zorluklara, hayatın ve cihadın sıkıntılarına) Sabredin ve sabır üzerinde yarışın, (ALLAH’la, Peygamberlerle, cihad emirinizle, Hakk yoldaki cemaatinizle) irtibatınızı koparmayın, kararlı ve sebatlı davranın (ve nöbet ve hizmet yerlerinizi terk edip ayrılmayın. Bu emirlere karşı gelmek hususunda) ALLAH’tan korkun. (Bu sayede) Umulur ki kurtuluşa ve başarıya (felaha) ulaşırsınız!..” (Âli İmrân 3/200)

إِلاَّ تَنصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُواْ ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا فَأَنزَلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَّمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُواْ السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“İlla tensurûhu fe kad nasarahullâhu iz ahracehullezîne keferû sâniyesneyni iz humâ fî’l- gâri iz yekûlu li sâhibihî lâ tahzen innallâhe meanâ, fe enzelallâhu sekînetehu aleyhi ve eyyedehu bicunûdin lem terevhâ ve ceale kelimetellezîne keferûs suflâ, ve kelimetullâhi hiye’l- ulyâ vallâhu azîzun hakîm (hakîmun).: Siz Ona (Peygambere ve Hakk Dava Önderine) yardım etmezseniz (zararlı çıkan siz olacaksınız, çünkü) ALLAH Ona zaten ve kesinlikle yardım etti (ve edecektir). Hani o zaman kâfirler, (Hz. Ebubekir’le) ikiden biri (Kelime-i Tevhidin ikinci iman gereği ve “Muhammedün Resulüllah” gerçeği) olarak Onu (Mekke’den) çıkarmışlardı da; o ikisi mağarada (ve kıstırılmış durumda) oldukları sırada arkadaşına şöyle diyordu: "Hüzne kapılma (ve sakın endişe duyma, çünkü), elbette ALLAH bizimle beraberdir!" Böylece ALLAH Ona ’huzur ve güvenlik duygusunu’ indirmişti, Onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkâr edenlerin de kelimesini (inkâr sözlerini ve küfür-sömürü sistemlerini) ise aşağı ve bayağı (konuma) getirmişti. ALLAH’ın kelimesi (Kur’ÂN kelâmı ve ahkâmı) ise, en yücedir (ve kıyamete kadar geçerlidir). ALLAH Üstün ve Güçlüdür, Hüküm ve Hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/40)

وَاصْبِرْ وَمَا صَبْرُكَ إِلاَّ بِاللّهِ وَلاَ تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلاَ تَكُ فِي ضَيْقٍ مِّمَّا يَمْكُرُونَ
إِنَّ اللّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَواْ وَّالَّذِينَ هُم مُّحْسِنُونَ
“Vasbır ve mâ sabruke illâ billâhi ve lâ tahzen aleyhim ve lâ teku fî daykın mimmâ yemkurûn (yemkurûne). İnnallâhe meallezînettekav vellezîne hum muhsinûn (muhsinûne).: (Ey Nebim, Sen Hakk ve hayır üzerinde) Sabret! Senin sabrın da yine ancak ALLAH(ın desteği) iledir. (Senden yüz çeviren ve hakarete yönelenler için) Sakın üzülme ve kurdukları hileli tuzak ve planlardan dolayı telaşlanıp sıkıntıya düşme (ki bu tevekkül ve teslimiyete uygun değildir). Şüphesiz ALLAH, (Kendisinden) korkup (kötülükten) sakınanlarla ve (devamlı iyilik ve) ihsan ehli olanlarla beraberdir.” (Nahl 16/127,128)

يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلَاةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ
“Yâ buneyye ekımıs salâte ve’mur bi’l- ma’rûfi venhe ani’l- munkeri vasbir alâ mâ esâbek (esâbeke), inne zâlike min azmi’l- umûr (umûri).: “Ey Oğulcuğum! (ALLAH’a teslimiyet ve vicdani hürriyet alâmeti olan) Namazı dosdoğru kıl, ma’rufu (iyi ve güzel olanı) emret, (insanları) münkerden (kötü ve çirkin işlerden) men’et; (bunları uygulayacak adil bir düzen kurmaya çalış) ve bunları yaparken sana dokunacak zarar ve saldırılara karşı da sabret. Çünkü bunlar azim (kararlılık) gösterilmesi gereken (ve özgüven isteyen önemli ve öncelikli) işlerin (başındadır).” (Lokmân 31/17)

Âyetlerde doğrudan, insana sıkıntı veren, üzücü şeyler başa geldiği zaman sabır ve teenni ile hâreket edip, ALLAH TeALÂ’dan yardım istenmektedir. Hüzün ve Üzüntü kavramları birbirinin yerine kullanılmakla birlikte, aralarında bir ayırım olduğu ifâde edilmektedir. Buna göre Kur’ÂN’da “üzülme”, “üzülmeyiniz”

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَسْتُمْ عَلَى شَيْءٍ حَتَّىَ تُقِيمُواْ التَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيرًا مِّنْهُم مَّا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًا فَلاَ تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
“Kul yâ ehle’l- kitâbi! lestum alâ şey’in hattâ tukîmût Tevrâte ve’l- İncîle ve mâ unzile ileykum min rabbikum ve le yezîdenne kesîren minhum mâ unzile ileyke min rabbike tugyanen ve kufr(kufren), fe lâ te’se alâ’l- kavmi’l- kâfirîn (kâfirîne).: De ki.: “Ey Ehl-i Kitap! Siz Tevrat’ı, İncil’i ve RABBinizden size indirilen (Kur’ÂN’ı ikame edip) uygulamadıkça, hiçbir esas ve hakikat üzerinde değilsiniz.” (Ey Resulüm!) RABBinden Sana indirilen (bu Kur’ÂN) elbette onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. Sen o kâfirler güruhu için üzülme. (Buna değmeyeceklerdir.)” (Mâide 5/68)

وَأُوحِيَ إِلَى نُوحٍ أَنَّهُ لَن يُؤْمِنَ مِن قَوْمِكَ إِلاَّ مَن قَدْ آمَنَ فَلاَ تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ
“Ve ûhiye ilâ nûhın ennehu len yu’mine min kavmike illâ men kad âmene fe lâ tebteis bi mâ kânû yef’alûn (yef’alûne).: (Bunların üzerine Hz.) Nûh’a vahyedildi ki: “(Artık) Senin kavminden (ciddiyet ve samimiyetle) iman edenlerin dışında, kesinlikle hiç kimse inanacak değildir. O halde, sakın onların davranışlarına üzülme!” (Onların başına gelecekleri göreceksin!)” (Hûd 11/36)

لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ
“Li keylâ te’sev alâ mâ fâtekum ve lâ tefrehû bi mâ âtâkum, vallâhu lâ yuhıbbu kulle muhtâlin fehûr (fehûrin).: Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (ALLAH’ın) verdikleri (nimet ve faziletler) dolayısıyla havalanıp-şımarmayasınız (diye ALLAH bunları bildirmektedir). ALLAH, büyüklük taslayıp böbürlenenlerin hiçbirini sevmemektedir.” (Hadîd 57/23)

Gibi kelimelerin gerçekte hüzünlenmeyi değil, bu duyguya götüren durum ve davranışlardan sakınmayı öğütlediği belirtilmiştir. (Mustafa Çağrıcı, “Hüzün”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 19/73.)

Hadislerde ise insana Üzüntü veren şeylerden ALLAH’a sığınılması tavsiye edilmiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, çoğu zaman DUÂ sında “ALLAH’ım! tasa ve Hüzünden, âcizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, borç altında ezilmekten ve düşmanların kahrından yine sana sığınırım” (Buhârî, “Deavât”, 36.) diye DUÂ etmiştir. Bu hadisten anlaşıldığına göre kimseye muhtaç olmadan bedenen ve ruhen sıkıntı verecek şeylerden uzak, sağlıklı ve HUZURlu bir şekilde yaşama arzusunu DUÂ larına yansıtan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hayatının acı bir felâketle son bulmasından da ALLAH’a sığınmıştır. İnsanların bir kısmı, geçmişe yönelik olumsuz olaylar ve meselelerden dolayı Üzüntüden kurtulamamaktadır. Oysaki insan için geçmişin bir Üzüntü konusu olmaması gerekir. Çünkü ALLAH TeALÂ, her olayı kaderde hikmetlerle ve hayırlarla yaratmıştır. İnsan elbette ki geçmişte yaptığı hata ve yanlışlardan pişmanlık duyup telâfi etmek için çaba harcayacak, bunu bir Üzüntü dert edinmemelidir. Sıkıntı ve zorlukların peşinden mutlu olacağını düşündüğünde teselli bulacaktır. Üzüntüden kurtularak SEVİNÇ ve Mutluluğa kavuşacaktır. (Ebû Zeyd el-Belhî, Mesâlihu’l-ebdân ve’l-enfüs, Beden ve Ruh Sağlığı, 500.)

İnsanın hüznüne sebeb olan şeyleri önlemenin çârelerinden birisi de bütün düşüncesiyle o günün işine yoğunlaşarak, geçmişteki sıkıntılı ve Üzüntülü olayları aklına getirmemesidir.

Resim 4.18.: HÜZNÜN BAŞA GELEN BELÂ VE MUSİBETLERLE İLİŞKİSİ.:

Musibet; insanın başına ansızın gelen belâ, sıkıntı, hoşlanılmayan şeyler, insana şiddetle dokunan hadise ve felâketler, kısacası mü’mini üzen her şeydir. (Karaman, “Musibet”, Dini Kavramlar Sözlüğü, 474.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, yanmakta olan mumu sönünce istirca etmiş.: "Biz ALLAH’ın kuluyuz ve yine O’na döndürüleceğiz!" demiştir. Kendisine.: "Bu bir musibet midir ki istirca ettiniz?" denilince,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Evet mü’mini üzen, ona eziyet veren her şey musibettir.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Merda”, 1; Müslim, “Birr”, 52.)

Musibet kelimesi genellikle şerri ifâde etse de bâzen musibette hayır da olabilmektedir.

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
“Kutibe aleykumu’l- kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn (ta’lemûne).: (Ey mü’minler!) Hoşunuza gitmediği (rahatına ve dünya hayatına düşkün nefislerinizin istemediği) halde, (imtihan sırrı, haysiyet ve hürriyetinizin korunması amacıyla) Kıtal (savaşıp vuruşmak) üzerinize yazıldı (farz kılındı). Aslında hoşlanmadığınız bir şey, belki de sizin için hayırlıdır; sevdiğiniz ve arzuladığınız bir şey de, olur ki sizin için şerli ve zararlıdır. (Her şeyin doğrusunu ve hayırlısını) ALLAH bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara 2/216)

İnsana isabet eden hastalık, yara, kırık, çıkık, zulüm, işkence, açlık, susuzluk ve yoksulluk gibi musibetler de vardır.:

قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَن يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِّن فَوْقِكُمْ أَوْ مِن تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعاً وَيُذِيقَ بَعْضَكُم بَأْسَ بَعْضٍ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ
“Kul huve’l- kâdiru alâ en yeb’ase aleykum azâben min fevkıkum ev min tahti erculikum ev yelbisekum şiyean ve yuzîka ba’dakum be’se ba’d (ba’dın), unzur keyfe nusarrıfu’l- âyâti leallehum yefkahûn (yefkahûne).: De ki: "O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından (gökten ve yerden) azap yollamaya, veya (savaş ve anarşi yoluyla) sizi parça parça birbirinize kırdırıp, kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya güç yetirendir." Bak, iyice kavrayıp-anlamaları için âyetleri nasıl da çeşitli biçimlerde açıklamaktayız…” (Enʿâm 6/65)

مَا أَصَابَ مِن مُّصِيبَةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي أَنفُسِكُمْ إِلَّا فِي كِتَابٍ مِّن قَبْلِ أَن نَّبْرَأَهَا إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ
“Mâ esâbe min musîbetin fî’l- ardı ve lâ fî enfusikum illâ fî kitâbin min kabli en nebreehâ, inne zâlike alâllâhi yesîr (yesîrun).: Ne yeryüzünde ne de kendi nefislerinizde (gerek genel ve gerekse özel olsun), hiçbir (hadise ve) musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, o bir kitapta (ezeli takdir programında tayin ve tespit edilmiş) bulunmasın. (Her şey belirlenmiştir, bilinmektedir. Ancak; ALLAH ezelden öyle yazdığı için, kullar mecburen böyle hareket etmemekte; doğrusu Rabbimiz kimin ne yapacağını bildiği için bunları önceden kaydetmektedir. Çünkü ilim maluma tâbidir.) Şüphesiz bu, ALLAH’a göre pek kolay bir şeydir.” (Hadîd 57/22)

ALLAH TeALÂ, kullarını bâzen belâ ve musibetlerle imtihan eder.

مَا أَصَابَ مِن مُّصِيبَةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي أَنفُسِكُمْ إِلَّا فِي كِتَابٍ مِّن قَبْلِ أَن نَّبْرَأَهَا إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ
لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ
“Mâ esâbe min musîbetin fî’l- ardı ve lâ fî enfusikum illâ fî kitâbin min kabli en nebreehâ, inne zâlike alâllâhi yesîr (yesîrun). Li keylâ te’sev alâ mâ fâtekum ve lâ tefrehû bi mâ âtâkum, vallâhu lâ yuhıbbu kulle muhtâlin fehûr (fehûrin).: Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (ALLAH’ın) verdikleri (nimet ve faziletler) dolayısıyla havalanıp-şımarmayasınız (diye ALLAH bunları bildirmektedir). ALLAH, büyüklük taslayıp böbürlenenlerin hiçbirini sevmemektedir.” (Hadîd 57/23)

مَا أَصَابَ مِن مُّصِيبَةٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَمَن يُؤْمِن بِاللَّهِ يَهْدِ قَلْبَهُ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Mâ esâbe min musîbetin illâ bi iznillâh (bi iznillâhi), ve men yu'min billâhi yehdi kalbeh (kalbehu), vallâhu bikulli şey'in alîm (alîmun).: ALLAH’ın izni olmaksızın, hiçbir musibet (hiç kimseye) isabet etmeyecektir. Ve her kim ALLAH’a (böyle) iman (ve itaat) ederse, onun kalbini hidâyete (ve gerçek huzura) yöneltecektir. ALLAH, her şeyi (hakkıyla) Bilendir.” (Tegâbün 64/11)

Mü’minin başına gelen belâ ve musibetler günahlarına kefârettir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Müslümanın başına gelen hastalık, fenalık, hüzün, keder, ezâ, can sıkıntısı, hatta vücuduna batan bir diken dahi olsa ALLAH bu musibetler sebebiyle onun hatalarını ve günahlarını bağışlamış olmasın.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Merdâ”, 1; Müslim, “Birr”, 14.)

hadisi bunun delilidir. Hayat, SEVİNÇ ve Üzüntü şeridinde devam edip gider. SEVİNÇli hallerle karşılaşınca şımarmamak, Üzüntülü durumlarla karşılaşınca da ölçüsüz şekilde üzülmek mü’mine yakışan bir durum değildir. Bu tehlikeli ortamdan uzak olmak için ni’mete kavuşunca şükretmek, sıkıntıya düşünce de sabır göstermek gerekir. Kâmil mü’min diğer insanlardan farklı olarak bu özelliği sâyesinde yaşam mücadelesinde daha güçlü ve mutlu olabilmektedir. Hadislerde musibet kelimesinin sıkça geçtiğini görürüz. Musibetten dolayı Üzüntü duymanın, gözyaşı dökmenin günah olmayıp normal bir şey olduğu belirtilmekte, feryat etmenin, dövünmenin, üst baş yırtmanın, sürekli halinden şikâyet etmenin doğru olmadığı ifâde edilmektedir. ALLAH’ın SEVdiği kullarını bâzen musibetlerle imtihan edeceği (Buhârî, “Merdâ”, 1; Tirmizî, “Zühd”, 57.)
belirtilmekte, musibetlere sabredip çekilen acılar karşısında ALLAH’tan SEVâb beklemenin faziletine işâret edilmektedir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/177-182; Tirmizî, “Cenâʾiz”, 36; Nesâî, “Cenâʾiz”, 22.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’min yeşil ekin gibidir. Rüzgâr hangi taraftan eserse, onu o tarafa yatırır. (Fakat yıkılmaz.) Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. Mü’min işte böyledir. O, belâ ve musibetler sebebiyle eğilir, fakat yıkılmaz. Kâfir ise sert ve dik selvi ağacına benzer. ALLAH, dilediği zaman onu (bir defâda) söküp devirir.” buyurmuştur.
(Buhârî, “Tevhid”, 31.)

Musibetler karşısında mü’min, sağlam durabilmeli ve yıkılmadan ayakta kalmalıdır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir gün kabir başında ağlamakta olan bir kadının yanına uğradı.: “ALLAH’tan kork ve sabret” diye tavsiyede bulundu. Onu tanımayan kadın.: "Git başımdan, benim başıma gelen senin başına gelmedi!." karşılığını verdi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem oradan uzaklaştı. Kendisine o gelen kişinin Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem olduğu hatırlatılınca, kadın büyük bir Üzüntüyle kendisinden özür diledi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ona.: "Sabır musibetin ilk darbesinde yapılan sabırdır.” buyurdu.
(Buhârî, “Cenâʾiz”, 31.)
Esas sabrın acının tazeliğini koruduğu anda gösterilmesinin önemine işâret etmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir yandan, sıkıntıya ve acı olaylara maruz kalmış kimseleri teselli ederek onların acılarını paylaşmayı bir görev olarak hatırlatırken, diğer yandan da o felâketi yaşayanların gösterdikleri tepkileri anlayışla karşılamayı öğretmiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, musibetler karşısında, Câhiliye devrindeki insanların takındıkları yanlış tavırlardan dolayı sahâbeyi uyarmış, örneğin, kadınlardan biat alırken, “musibet karşısında yüzlerini parçalamamalarını, feryad-u figan etmemelerini, saçlarını başlarını yolmamalarını, yakalarını bağırlarını yırtmamaları hususunda söz almıştır.” (Ebû Dâvûd, “Cenâʾiz”, 29.)

Bu hadisten anlaşıldığına göre musibetler karşısında sağduyuyu elden bırakmadan sabırla ALLAH’tan yardım dilemenin kişiyi teskin edeceği anlaşılmaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kızı Zeyneb’in ölmek üzere olan çocuğuna hüzünlenmiş, çocuğu kucağına almış, gözlerinden yaş akıtmıştır. Orada bulunan Sa’d b. Ubâde.: "Yâ Resûlullah bu ağlama nedir?" deyince, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem cevaben.: "Bu gözyaşı ALLAH’ın kullarından dilediği kimselerin gönüllerine koyduğu bir rahmettir. ALLAH, kullarından merhametli olanlara merhamet eder!" buyurdu.
(Buhârî, “Eymân ve’n-nüzûr”, 9.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Sâ’d b. Ubâde’nin vefâtında bazı sahâbe ile ziyâretine gitmiş, Sâ’d’ı görünce hüzünlenip, ağlamış, oradakiler de ağlamış, bunun üzerine şöyle buyurmuştur.: “ALLAH, gözyaşından ve kalbin hüzünlenmesinden dolayı kimseye azâb etmez. (Ancak diline işâret ederek) işte bundan dolayı azâb eder veya merhamet eder.” diye buyurdu.
(Müslim, “Cenâʾiz”, 12.)

Ümmü Seleme radiyallahu anha’nin rivâyet ettiği bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle dediğini dinledim.: “Herhangi bir kul sıkıntıya düşer ve biz ALLAH’tan geldik, O’na döneceğiz. ALLAH’ım başıma gelen bu musibetin mükâfatını ver ve bana bundan daha hayırlısını nasip et diye DUÂ ederse ALLAH TeALÂ, ona uğradığı sıkıntıdan dolayı SEVâb verir ve kaybettiğinden daha hayırlısını nasip eder.” Ümmü Seleme radiyallahu anha devamla.: "Ebû Seleme vefât ettiğinde ben, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in öğrettiği gibi DUÂ ettim. ALLAH da bana Ebû Seleme’den daha hayırlısını, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i nasip etti!." buyurdu. (Buhârî, “Merdâ”, 19.)

Bu hadisten de anlaşıldığına göre başa gelen musibetlere karşı ani söz ve duygusal hâreketlerden kaçınmak ve Sünnetin öngördüğü şekilde davranarak hayırlı sonuçlara kavuşmayı beklemek en doğru olanıdır. Böyle yapmak, ALLAH’ın tasarrufuna razı olmak ve başa gelenlere sabretmesini bilmekle mümkündür. Şu hiçbir zaman unutulmamalıdır ki insan için SEVİNÇ ve Üzüntü halleri çok kritik ve tehlikeli anlardır. Bu hallerden birincisi şükür ile ikincisini de sabırla karşılamak en doğru ve yerinde bir davranıştır. Mü’min olmak, belâ ve sıkıntılara uğramamak değildir. Nitekim Kur’ÂN’da bu husus bildirilmektedir.

أَحَسِبَ النَّاسُ أَن يُتْرَكُوا أَن يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ
وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ
“E hasiben nâsu en yutrekû en yekûlû âmennâ ve hum lâ yuftenûn (yuftenûne). Ve lekad fetennellezîne min kablihim fe le ya’lemennellâhullezîne sadakû ve le ya’lemene’l- kâzibîn (kâzibîne).: (Yoksa) İnsanlar; sadece “iman ettik” demekle, (öyle) imtihana tâbi tutulmadan (ve sonunda yeterli ve geçerli puan almadan) bırakılacaklarını (ve kurtulacaklarını) mı (zann ve) hesap etmektedirler? Yemin olsun (Biz) onlardan önceki (kavimleri) de (çeşitli) imtihan (kasıtlı, fitne ve belalar)dan geçirdik. (Böylece) ALLAH, kesinlikle (dininde ve davasında) sadıkları da bilecektir (bilmektedir) ve gerçekten yalancı sahtekârları da bilip (belirleyecektir.)” (Ankebût 29/2-3)

Diğer insanlar gibi mü’minler de sıkıntılarla imtihan olur. Sabırla bu imtihanı atlatır. Dünyâ hayatının zorluklarını, yaşanabilir bir hayata döndürmek için gerçek mânâda mü’min olmak gerekmektedir. (Mehmet Yaşar Kandemir vd., Riyazü’s-Salihin Tercüme ve Şerhi (İstanbul: Erkam Yayınları, 2001), 1/213.)

Gazzâlî.: “İnsanın üstesinden gelemeyeceği musibetlere sabretmesini, sabrın en yüksek derecelerinden biri olarak zikreder.” (Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 4/72-73.)

İnsan çeşitli musibetlerin hedefi halindedir. Beklemediği belâlarla karşılaşır ve Üzüntü ve kedere uğrar. Elinden bir şey gelmeyebilir. Tüm bunlardan dolayı sabır zırhına bürünmelidir. Musibetler karşısında eğer sabır zırhı olmasaydı insan yıkıma uğrayacak, hüzün ve acılar içinde kıvranacaktı. Lokman (a.s), oğluna tavsiye ettiği konulardan biri de başına gelen belâ ve musibetlere karşı sabretmesidir.

يَا بُنَيَّ أَقِمِ الصَّلَاةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ
“Yâ buneyye ekımıs salâte ve’mur bi’l- ma’rûfi venhe ani’l- munkeri vasbir alâ mâ esâbek (esâbeke), inne zâlike min azmi’l- umûr (umûri).: “Ey oğulcuğum! (ALLAH’a teslimiyet ve vicdani hürriyet alâmeti olan) Namazı dosdoğru kıl, ma’rufu (iyi ve güzel olanı) emret, (insanları) münkerden (kötü ve çirkin işlerden) menet; (bunları uygulayacak adil bir düzen kurmaya çalış) ve bunları yaparken sana dokunacak zarar ve saldırılara karşı da sabret. Çünkü bunlar azim (kararlılık) gösterilmesi gereken (ve özgüven isteyen önemli ve öncelikli) işlerin (başındadır).” (Lokmân 31/17)

Her ne şekilde olursa olsun başa gelen musibetlere sabır, ALLAH SEVgisinin alametidir. Zirâ kişi SEVdiğinin zahmetine sabır gösterir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadiste;
“ALLAH, kulunu SEVİNCe ona belâlar gönderir, belâlara sabreden kullarını da SEVer.” (Tirmizî, “Zühd”, 57.)
buyurarak, belâlara sabır göstermenin ALLAH TeALÂ’nın SEVgisine ulaştıracağı anlaşılmaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu.: “İnsanlar içinde en şiddetli belâya uğratılanlar peygamberlerdir. Sonra mânevî derecelerine göre diğer insanlar gelir. Kişi, dini ölçüsünde belâya uğratılır.”
(İbn Mâce, “Fiten”, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/172.)

Hadisten anlaşılan belâ ve musibetler, insanlara mânevî derecelerine göre uğramakta bununda en ağırı ve zoru peygamberlerin başına gelmektedir. Netice olarak diyebiliriz ki insanın başına gelen İlâhî Musibetlere hüzünlenmenin normal olduğu, sabretmenin önemli olduğu ve musibetin kaldırılması için ALLAH TeALÂ’ya DUÂ edip O’ndan yardım istenmesi gerektiği, bu Dünyânın imtihan yeri olduğu, başa gelen belâ ve musibetler karşısında sabrederek O’na teslim olmanın kişiye mükâfat kazandıracağı belirtilmektedir. İnsanın, hangi şart ve durumda olursa olsun hüzün ve keder konusunda ifrat ve tefritten uzak durması gerekir. Çünkü ALLAH TeALÂ, kuluna çok yakındır. O, hüznü SEVİNCe, stres ve sıkıntıyı inşirâha, gam ve tasayı ni’mete çevirmeye kâdirdir. O’nun gücü karşısında direnecek ve O’nu aciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Zayıf ve aciz olan insan, ALLAH’ın Merhametine ve keremine başvurmalı, O’ndan yine O’na sığınmalıdır. Kulların O’ndan başka sığınak ve kurtuluş kaynağı yoktur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta SEVİNÇ-HÜZÜN..

Mesaj gönderen nur_umim »


SONUÇ VE DEĞERLENDİRME.:

İnsanı tanımak, onun keyfiyet ve mâhiyetini bilmek, duygu ve isteklerini anlamak, hakkında doğru bilgiye sahip olmak, davranış ve uygulamalarına bakmakla mümkündür. İnsanın Dünyâda, ulvî bir görevi yerine getirmek için yaratılmış ve yeryüzüne gönderilmiştir. Kur’ÂN’ın muhatabı insan olduğundan kendisiyle ve kâinatla ilgili tüm mesajlar insanadır. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de hadislerde insanın karakterine, mizacına, ahlâkî yapısına, değerine ve insan haklarının önemine değinerek insanın değerli bir varlık olduğunu vurgulamıştır. Kur’ÂN ve hadislerde insanın iyi ve kötü özelliklerinden bahsedilmektedir. İnsan sahip olduğu iyi özellikleri ile üstün ve şerefli bir varlık olurken kötü özellikleri ile değersiz ve aşağılık duruma da düşebilmektedir. İnsan, duygu sahibi bir varlık olması hasebiyle iç ve dış Dünyâda birçok şeyden etkilenmektedir. ALLAH, her insanı düşünceleri, karakteri ve eğilimleri farklı birer varlık olarak yaratmıştır. Bu durum insanın duygu, düşünce, zekâ ve davranışlarında da kendini göstermektedir. İnsan sosyal bir varlık olduğundan tek başına yaşaması mümkün değildir. Hayatın her merhalesinde diğer insanlara muhtaçtır. Fıtratının gereği olarak SEVme-SEVilme, SEVİNÇ ve HÜZNÜNü paylaşma gibi duygusal birtakım mânevî ihtiyaçlarının giderilmesini ister. İnsanın, fizyolojik ihtiyaçları ile sosyo-psikolojik ihtiyaçları arasında bir denge kurarak yaşamını Üzüntüden uzak bir şekilde SEVİNÇli ve mutlu olarak yaşaması gerekir. İslâm, insanların Dünyâdaki ihtiyaçlarını karşılamalarının yanında Dünyâ ve âhirette Mutlu ve HUZURlu olmaları için gönderilmiş ilahî bir dindir. Bu yüzden insan sâdece geçici Dünyâ için yaratılmamış, bilakis Dünyâ hayatını, kendisini ebedî hayata hazırlaması için verilmiş bir imkân olarak değerlendirmesi gerekir. SEVİNÇ ve Hüzün duygusu insanın fıtrî duygularıdır. Bu duygulardan birine yönelip diğer duyguları baskılaması fıtrata aykırıdır. Kişinin Üzüntüyü yaşamadan, SEVİNCi anlaması zordur. Önemli olan her duyguyu rasyonel, duygusal ve ölçülü bir şekilde yaşayabilmektir. Kur’ÂN, insanın duygularını, hislerini, ruh halini ve ALLAH TeALÂ ile olan bağını belirtmektedir. Bu yüzden şükür, SEVİNÇ, Üzüntü ve tasasını RABBine açmalıdır. SEVİNÇ vesileleri kişinin inancına, beklentilerine, yaşadığı topluma ve hayata bakış açısına göre değişebilmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem SEVİNÇ konusunda genel ilkeleri, yaşamış olduğu olaylar ile göstermiştir. İslâm’ın öngördüğü bir yaşam kişiye SEVİNÇ ve Mutluluk getirirken, uygun görmediği bir hayatı yaşamak ise Dünyâ ve âhirette Üzüntü ve mutsuzluk getirecektir. Bu nedenle SEVİNÇ ifâdeleri farklı anlatımlarla hadislerde yer almaktadır.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, güler yüzlü, güleç çehreli olmasından dolayı, en sıkıntılı anlarında bile Üzüntülerini belli etmez, yanındakilere Üzüntü verecek bir tavır sergilemezdi. SEVdikleriyle karşılaştığında yüzündeki tebessüm bir kat daha artardı. O, her daim çeşitli vesilelerle SEVİNCi ve NeŞeyi yayma gayretinde olmuştur. Bu yüzden onun SEVİNÇleri ve Hüzünleri, nebevî ve beşerî yönüyle ilgilidir. Hadislerden elde edilen bilgilere göre ALLAH TeALÂ, kulunun birçok fiiline SEVinmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in tasa ve SEVİNÇleri Peygamberlik Görevi ekseninde yaşanmış insanî ve derûnî yansımalardan oluşmaktadır. SEVİNÇ ve NeŞe, insanın rûhî yönünü dinç tuttuğundan bedenî hastalıklara karşı da direncini artırır. İnsan, üzücü, hoşa gitmeyen bir durum veya şiddetli bir bedensel acıdan dolayı ağladığı gibi bâzen hoşuna giden ve SEVindiği durumlarda da ağlayabilmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, her olayda olduğu gibi SEVİNÇ ve Hüzün konusunda da ifrat ve tefritten uzak ve mutedil bir yol izlenmesini tavsiye etmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, ibâdetin anlamını genişletmiş, ibâdeti belli bir zaman ve mekâna ait olmaktan çıkararak hayatın tamamına yaymıştır. Yoldaki eziyet veren bir şeyi kaldırmayı, Müslüman’a tebessüm etmeyi, onun bir Üzüntü ve sıkıntısını gidermeyi önemsemiştir. O bir ni’met elde ettiğinde veya SEVİNÇli bir haber aldığında iki rekât namaz kılarak şükür secdesi yapmıştır. ALLAH, Dünyâda insanların SEVineceği birtakım şeyler yaratmıştır. İnsan ruhu bu şeylerle SEVİNCe ve rahata ulaşır. Bunlarla birlikte asıl SEVİNÇ ve Mutluluk, ALLAH’ın koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde imânlı bir hayat yaşamaktır. Âhiretteki SEVİNÇ ise hayal edilemeyecek derecede yüksek ve ebedîdir. Hüzün; istenmeyen bir durumun başa gelmesinden veya geçmişte oluşan bir kayıptan dolayı duyulan Üzüntü ve kederdir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den gelen hüzünle ilgili rivâyeteler sözlü olmaktan çok, onun fiilî uygulamalarını, hal ve durumlarını yansıtmaktadır. Bunlar sahâbenin müşahedeleri ile aktarılarak kaydedilmiştir. İslâm, Dünyâ ve Âhiret Hayatını bir bütün olarak kabul etmektedir. Bu yüzden SEVİNÇ ve Hüzün kavramlarının Dünyâ ve âhiret olmak üzere iki boyutu vardır. Dünyâda hüzün ve mutsuzluktan uzak durmak, âhirette de SEVİNÇ, NeŞe ve mutluluk içinde olmak için İslâm’ın emir ve yasaklarının fert ve toplum hayatında yaşanması gerekir. Üzüntü, insan bedenine ve zihnine birçok sebebten dolayı etki eder. Bunların başında ise can sıkıntısı, öfke, aşırı vücûd ve zihin yorgunluğu, uykusuzluk ve depresyon gibi sebebler gelmektedir. Mânevî yönden insan, ALLAH TeALÂ’yı andıkça O’nun yardım ve yakınlığını kazanır. Hiçbir sıkıntı ve sorun onu olumsuz etkilemez. Psikolojik açıdan hüzün kişide yüzün canlılığını kaybetmesi, sindirim faaliyetinin yavaşlaması gibi bazı fizyolojik değişiklikler meydana getirir. Bunlar insan yüzüne menfi şekilde tesir etmektedir. İnsan sosyal bir varlık olduğu için insanî ilişkilerini sağlamlaştırmalı, hüzün ve kederden kurtulmak için yalnız kalmamalı, insanlarla konuşmalı, sohbet etmeli, ruhuna Üzüntü veren şeylerden uzak durmalı ve SEVİNÇ veren yollar aramalıdır. İnsanın, başına gelen musibetlerden dolayı hüzünlenmesi normal bir durumdur. Böyle hallerde ALLAH’a DUÂ edip O’ndan yardım istemesi ve sabretmesi tavsiye edilmektedir..


Resim

ALLAHumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebîyyike ve
RasûLike ve
Nebîyyi'L- ÜMMiyi ve alâ âlihi, EHL-i BeYtihi ve's- Sahbihi ve ÜMMetihi...
Resim
Cevapla

“Divanında Muhammedi Tasavvuf” sayfasına dön