TAKVA NEdir..

Cevapla
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

TAKVA NEdir..

Mesaj gönderen kulihvani »

ResimNÂRdan Resim NÛRa..

TEVHİDî TAKVÂ NEdir?.
MUHAMMEDî MUTTAKî KİMdir?.


Resim

E u Z u B e S M E L e ->İLe
CÜMMLe KeLÂM DOLar DİLe
MuhaBBettendir>MuhaMMed
MuhaMMeddendir MuhaBBett
SEVen<->SEViLen-Le ->BİLe!.

BİRR-ü-TAKVÂ EBRÂRın BİL!
HAKK-u-HAYRın EHYÂRın BİL!
->TEBDiL EYyLe >EBBÂLın BİL!
EL HÜRRü’L- HAKk EHRÂRın BİL!.

ZEVK 8146

SüNNetuLLAH ->GÜBREden ->GÜL!.. ->İNKÂRdan ->İKRÂR GEÇİŞi
ŞEYtÂN’ın ->MüsLümÂN Etmek ->Hizbü’ş- ŞeYtÂN ->HizbuLLAH İŞi
RABB SÖZü ->RASÛLün SESi
KUL-ÜMMet ->TAKVÂ NEFESi
->Kur’ÂNu’L- K e R î M -in ->OKU!. ->M Ü K E R R E M KIL!.ınan KİŞi..


14.05.17 13:01
brsbrsm.. tktktrstkkmdhyydstt..



->TESLiM OL >ReSûLuLLAHa
KAViy OL!sun SÖZün >SAKın!.
->EL ->ELe ->ELin ->ALLAH’a
->“TEVHiDuLLAH TÂCI”n SAKın!.


celle celâlihu..
sallallahu aleyhi vesellem…



El KeRîMu:
Resim

MÜKERREM: EL Kerîm olan ALLAHu zü’L- CeLÂL’in hürmet ve tâzime Lâzım ve Lâyık kıldığı, ikram olunmuş, muhterem ve kerim olan kişi..

EBDÂL-lar: En Bedel olanlar, tebdil olanlar. Büdelâlar. AŞK u CEZBe Ehlidirler.
EBRÂR-lar: En Birr Olanalar, özü-sözü dosdoğru-en İYİler… Birr u Takvâ, ZüHD ü TaKVâ Ehlidirler.
AHYÂR-lar: En Hayırlılar, En zor yolun Rehberleri. SıDK u HuŞû Ehlidirler.
AHRÂR-lar: En HüRRler, halka karşı fütursuzlar. Havf u Recâ Ehlidirler..



SüNNetuLLAH ->GÜBREden>GÜL!.
--->İNKÂRdan --->İKRÂR GEÇİŞ!.:


ALLAHu zü’L-CeLÂL’imizin bizleri İnsÂN Sûret/Dış-Afâk-Yüz ve Sîret/İç-Enfüs-ÖZünde yaratıp, bu Şehâdet Şehrinde İmkÂNlarıyla, KuLLuk İmtihÂNı Takdiri/Kaderi.. İsyÂN ve İtâatı.. EŞkiyâLık Şekvâsı ve EVLiyâLık Takvâsı..
TEKe TEK TERAS TEKKemde, bu gün de, Yüce CÂN BAĞımız Kur’ÂN-ı Kerîmimizde; İnsÂN.. Kaderi.. BiRRi.. ve Takvâsı..na ->CÂN ALıcı gÖZLe BAKmak DİLedi DELi GÖNLüm..
EL HaMDu LiLLâHi RaBBi’l- ÂLeMîNn!.

قُتِلَ الْإِنسَانُ مَا أَكْفَرَهُ
"Kutile’-l insânu mâ ekferahu.: İnsan kahroldu (ALLAH’ın Rahmeti’nden kovularak kendini mahvetti), o ne kadar çok nankör.” (Abese 80/17)

مِنْ أَيِّ شَيْءٍ خَلَقَهُ
"Min eyyi şey’in halakahu.: (ALLAH) onu hangi şeyden yarattı?” (Abese 80/18)

مِن نُّطْفَةٍ خَلَقَهُ فَقَدَّرَهُ
"Min nutfetin, halakahu fe KADDERahu: Nutfeden (bir damladan onu yarattı), sonra da ona kader tayin etti (gelişimini (DNA’larını) programladı ve ömür TAKDiR/tâyin etti).” (Abese 80/19)

الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُن لَّهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا
"Ellezî lehu mulku’s- semâvâti ve’l- ardı ve lem yettehız veleden ve lem yekûn lehu şerîkun fî’l- mulki ve halaka kulle şey’in fe KADDERahu takdîrâ (takdîren).: O (ALLAH) ki; göklerin ve yeryüzünün mülkü, O’nundur. Ve O, çocuk edinmemiştir. Mülkte, O’nun şeriki (ortağı) olmamıştır. Ve herşeyi, O yarattı sonra da onların kaderini TAKDİR etti.” (Furkân 25/2)

فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ فِي يَوْمَيْنِ وَأَوْحَى فِي كُلِّ سَمَاء أَمْرَهَا وَزَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَحِفْظًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
"Fe kadâhunne seb’a semâvâtin fî yevmeyni ve evhâ fî kulli semâin emrehâ ve zeyyennâ’s- semâe’d- dunyâ bi mesâbîha ve hıfzâ (hıfzen), zâlike TAKDÎRu’l- azîzi’l- alîm (alîmi).: Böylece onları iki günde yedi kat gök olarak kaza etti (yarattı, tamamladı). Her gök katına kendi emrini vahyetti. Ve dünya semasını kandillerle muhafaza ederek süsledik. İşte bu, Azîz ve Alîm olan (ALLAH’ın) TAKDİRidir.” (Fusilet 41/12)

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
"Ve lekad KERREMnâ benî âdeme ve hamelnâhum fî’l- berri ve’l- bahri ve razaknâhum mine’t- tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ (tafdîlen).: Ve andolsun ki; Âdemoğlunu KEREM SAHİBİ (Mükerrem/Şerefli) kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından) üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)

El Kerîm celle celâlihu olan ALLAHu zü’L-CeLÂL’imiz, biz Âdemoğullrını Mükerrem/Kerem Sahibi (şerefli) kıldığını buyurarak, Hilâfet TÂCımızın TAKVÂ OLduğunu HATIRLAcaktır..

لَن تَنَالُواْ الْبِرَّ حَتَّى تُنفِقُواْ مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
''Len tenâlû’l- BİRRe hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn, ve mâ tunfikû min şey’in fe innallâhe bihî alîm: Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla İYİLİĞE eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz ALLAH onu bilir.” (Âl-i İmrân 3/92)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُحِلُّواْ شَعَآئِرَ اللّهِ وَلاَ الشَّهْرَ الْحَرَامَ وَلاَ الْهَدْيَ وَلاَ الْقَلآئِدَ وَلا آمِّينَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِّن رَّبِّهِمْ وَرِضْوَانًا وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُواْ وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَن صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَن تَعْتَدُواْ وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
"Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tuhıllû şeâirallâhi ve lâ’ş- şehra’l- harâme ve lâ’l- hedye ve lâ’l- kalâide ve lâ âmmîne’l- beyte’l- harâme yebtegûne fadlan min rabbihim ve rıdvânâ (rıdvânen) ve izâ haleltum fastâdû ve lâ yecrimennekum şeneânu kavmin en saddûkum anil mescidi’l- harâmi en ta’tedû, ve teâvenû alâ’l- BİRRi ve’t- TAKVÂ ve lâ teâvenû alâ’l- ismi vel udvâni vettekullâh (vettekullâhe) innallâhe şedîdu’l- ıkâb (ıkâbi).: Ey imân edenler, ALLAH'ın şiarlarına, haram olan ay'a, kurbanlık hayvanlara, (onlardaki) gerdanlıklara ve Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek Beyt-i Haram'a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktınız mı artık avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İYİLİK ve TAKVÂ konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve ALLAH'tan korkup sakının. Gerçekten ALLAH (cezâ ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır..” (Mâide 5/2)

Takvâ: Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek..
MuhaMmedî MeLÂMet Tasavvufunda ise Takvâ; İnsÂN OLuşumuzun İlk Adımı Bezm-i Elest’te RaBBi’l- ÂLeMîN’e VERdiğimiz “BeLÂ/BiLâkis RABBımızsın!.” SÖZümüzde Kaviy/sağlam-GÜVENiLir OLuşumuzdur..

Müttakî: Ehl-i takvâ. İttikâ eden. Haramdan ve günahtan çekinen, kendisini ALLAHu zü’L-CeLÂL’in sevmediği fena şeylerdan koruyan.
MuhaMmedî MeLÂMet Tasavvufunda ise Müttakî, MuhaMMedî Mezheb ve Mecrâsı sağlam olan KuLdur..

BiRR: Temizlik. Günahtan çekinmek. Takvâ. İn'âm ve ihsan etme. Amel-i sâlih, iyi amel. Koyunu sevketmek. Gönül, kalb.
MuhaMmedî MeLÂMet Tasavvufunda ise BiRR, Şahdamar/RasûLî ve en Özdeki AKRABA-Yakın RABBî İLE-BİLE-Liktir..

Rahîmiyet Birri Takvâsını.. Berri var ya berri, Ebrâr.. bu Rahîmiyetten doğan bu salâvâtullahı.. ALLAHın öyle bir salâvâtı ki el ele, Ebrârların salâvâtlarıdır.. Ebrârların ve Muharrabin Meleklerin, en yakın melekliyetin de salâvâtıdır..
Harikâ şeylerdir düşünebiliyor musunuz Berri’r- Rahîm, Berri’r- Rahmân değil bunu anlatmaya çalışıyorum.. “BiRR” var ya bu Birr, RuBuBiyet-RuSûLiyet BİLElikleri.. İnsanın ey yakınındakini Zâhir/RuSûLî ve Bâtın/RABbî yakınlaşması.. ve bunun Rubibiyetten oluşu..

BiRR.. El BERR celle celâlihu esmâ’sının, NûR-u Mîm Semâsından RAHmet yansıması..

El Berru:
Resim

TaKVâ.. El Kavîyyu celle celâlihu esmâ’sının, NûR-u Mîm Semâsından RAHmet yansıması..

El Kavîyyu:
Resim

Takvâ ->LÜBBü’L- LÜBB ->ÖZün >ÖZü EHLinin; her ÂNda Şe’ÂNda, MuhaMMMedî Mi’RÂC RÜCÛ’su YOLU ve YOLLUK’udur..

الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَّعْلُومَاتٌ فَمَن فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلاَ رَفَثَ وَلاَ فُسُوقَ وَلاَ جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ وَتَزَوَّدُواْ فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ
"El haccu eşhurun ma’lûmât (ma’lûmâtun), fe men farada fîhinne’l- hacca fe lâ refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fî’l- hacc (haccı), ve mâ tef’alû min hayrın ya’lemhullâh (ya’lemhullâhu), ve tezevvedû fe inne hayra’z- zâdi’t- TAKVÂ, vettekûni yâ ULÎ’L- ELBÂB (elbâbi).: Hac, bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda), (ihrama girerek) haccı (kendine) farz edinirse, artık hacta kadına yaklaşmak (ve benzeri davranışlar), fâsıklık (günaha sapmak), cedelleşmek (sürtüşmek, kavga etmek) yoktur. Siz hayırdan ne yaparsanız ALLAH onu bilir. Ve (hayırlarla) (kendinize) azık hazırlayın. Fakat azığın en hayırlısı muhakkak ki takvâ sahibi olmaktır. Ve ey ULÛ’L- ELBAB! Bana karşı TAKVÂ sahibi olun.” (Bakara 2/197)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: TAKVA NEdir..

Mesaj gönderen kulihvani »

TAKVÂ Kelimesinin Sözlük Anlamları ve Etimolojisi:

Resim

“Takvâ/اﻟﺘﻘﻮى” kelimesi, dilimize Arapça’dan geçmiş olan bir kelimedir. Bu kelimenin Türkçe sözlüklerdeki karşılığına baktığımızda, söz konusu kelimenin, birbirine yakın anlamlar verilerek tanımlandığını görüyoruz.
Meselâ Şemseddin Sâmî, “takvâ”yı, ALLAHu zü’L- CeLÂL’den korkup, yasaklanan şeylerden çekinme, perhizkârlık, zühd” (Sâmî, 1317, s.427) diye açıklarken;
Ferit Devellioğlu ise “takvâ” kelimesini: “ALLAHu zü’L- CeLÂL’den korkma, ALLAHu zü’L- CeLÂL korkusuyla dînin yasak ettiği şeylerden kaçınma” (Devellioğlu, F. 1980, s.1229) şeklinde, “ehl-i takvâ”yı da: “dînin yasak ettiği şeylere sımsıkı bağlı kalan veyâ kalanlar” diye tanımlamaktadır.
Bu tanımlar; kısmen doğru olsalar da, “Takvâ” kelimesinin içinde bulunan anlam derinliğini ve zenginliğini yansıtmaktan uzaktır.

“اﻟﺘﻘﻮى/Takvâ” kelimesi, Arapça’da “ و /-ق- ى : Ve-Ka-Ye” kökünün bir türevidir. Dolayısıyla bu kökün sözlüklerdeki anlamlarını öncelikle görmemizde fayda vardır: Arapça “ وﻗﻲ-ﻳﻘﻰ- وﻗﺎﻳﺔ / وﻗﻲ و Ve kâ, yekî, vakyun ve vikâyetun”: Aslı “vakyâ” dır. “Vav” harfi “Tuklân” ve “Tucah” gibi “ta” harfine; “ya” harfi de “Bakvâ” gibi “vav” harfine dönüşmüştür. Nefsi korkulacak şeylerden muhafazaya alıp korumaktır. (Elmalılı, 1979).
Bir şeyi korumak, bir şeyi bir şeye karşı korumak, himaye etmek, bir şeyi diğer bir şeyden iyi bir şekilde korumak, korumada aşırı gitmek (Fertu’s- Sıyâne/ ﻓﺮط اﻟﺼﻴﺎﻧﺔ sakınmak, ictinâb etmek; bu anlamdan hareketle bir kadının çarşafı ile saçlarını bir birinden ayıran, saçların çarşafa doğrudan değmesine engel olmak sûretiyle hem çarşafı kirlenmekten koruyan, hem de saçların çarşaftan dışarı çıkmasını önleyen başörtüsüne veya bez parçasına “ وﻗﺎﻳﺔ اﳌﺮاة ” denmiştir.
Bir şeyi düzeltmek, ıslah etmek Nitekim bu anlamda Arapça’da bir deyimsel ifade vardır: “ ق ﻋﻠﻰ ﻇﻠﻌﻚ ” yani “kendine dikkat et, kendi ayıbından sakın!” demektir. Bu ifadede geçen “ / ق Kı ”; “Vikâye”den emr-i hâzırdır. İnsanın kendisinin haricinde aksayarak giden birine bakıp, aynı kusurdan kendisini korumasına yönelik bir emirdir. Bundan da kasıt şudur: “İnsanlar arasında ayıplanan bir şeyle meşhur olma!”demektir. Ya da “kendi maslahatını/menfaatini koruyup düzelttikten/ıslah ettikten sonra başkasının işleriyle meşgul ol” anlamındadır.

اﻟﻮﻗﺎﻳﺔ/Vikâye: Koruma, himaye, tedbir, önlem, tehlikeyi savma, engelleme;
اﻟﻮﻗﺎﻳﺔ ﻣﻦ Vikâye min: Bir şeye karşı savunma; Hastalıktan korunmak.
اﻟﻮﻗﺎﻳﺔ /Vikâye: Koruyucu tabaka.
اﻟﻮﻗﺎئ/Vikâî: Koruyucu,
اﻟﻄﺐ اﻟﻮﻗﺎئ /et-Tıbbu’l-Vikâî: Koruyucu hekimlik.
ﺗﻘﻰ/Tekıyyun çoğulu /اﺗﻘﻴﺎء Etkıyâ’: ALLAHu zü’L- CeLÂL’e karşı gelmekten sakınarak, harama helâla dikkat eden, muttakî.
ﺗﻘﻴﺔ/Takıyyetun: Sakınmak, ictinâb etmek.
واق/Vâkin: Koruyan, muhafaza eden, koruyucu, himaye eden, hâmi, kollayan.
واﻗﻴﺔ/Vâkıye: Koruyucu, koruyucu kabuk, tabaka.
ﻣﺘﻖ/Muttakin: Muttakî, ALLAHu zü’L- CeLÂL’a karşı gelmekten sakınmak sûretiyle davranışlarına, helâl ve harama dikkat eden.

Dikkat edilirse, kelimenin kökünde “korkmak” değil, “korumak, korunmak, himaye etmek, sakınmak, ictinâb etmek” anlamı vardır. Dolayısıyla “ و - ق- ى /Ve-Ka-Ye” kökünün ilk anlamı “korumak ve sakınmak”tır. Diğer bir deyişle “Takvâ” kelimesinin odak kelimesi/focus word’ü “korumak, sakınmak”tır.

Takvâ, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in vikâyesine (korumasına) girmek, emrini tutup azabından korunmaktır. Elmalılı’nın tespitlerine göre takvâ, sebebin müsebbebine bağlılığı türünden olarak, takvâ için en gerekli kelime “korumaktır.” Takvâ, takvâ ehlinin kelimesi, korunanların alameti olan kelimedir. Takvâ kelimesi takvânın aslı demek olur. Birçoklarına göre takvâ sözünden murad, tevhid ve şehadet sözleridir. Takvâ aynı zamanda fücûr kelimesinin zıddıdır. Nefsi kurtarmanın, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in korumasında fenalıktan korunmanın ismidir. Sonucu korunmak olan hayır, iyilik, itaati kapsar. Bazen “korku”ya takvâ denilir olmuştur. Dinde iki anlamda kullanılır. Birincisi, sonunda âhirette zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun eksiği ve fazlayı kabul eden geniş bir sahası vardır. En aşağısı cehennemde ebedî kalmaya neden olacak şirkten uzak kalmaktır. En yükseği de bütün duyularıyla ALLAHu zü’L- CeLÂL’e yönelme ve O’nun korumasına girmektir. Hakîkî takvâ budur. İkincisi ise, dinde bilinen özel anlamı vardır ki, mutlak olarak takvâ denildiğinde ve karine bulunmadığında maksat bu olur. Nefsi günahtan korumaktır. Bunun içinde nefsi büyük günahlardan korumak özellikle gereklidir. Takvâlı olabilmek için, korunulması gereken günahları bilmek önemlidir. İlim olmadan takvâ olmaz. (Elmalılı, 1979, c.VI, s.4434, 4479).

Nefsi günahlardan korumanın yolu haramı terkle olur; haramı terk de, en azından şüpheli şeyleri bırakmakla gerçekleşebilir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadîs-i şeriflerinde: “Helâl belli, haram da bellidir; fakat bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır; bu nedenle şüphelerden korunan dînini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düşen, harama düşer. Nasıl koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarından her an koruluğa girme ihtimali varsa, haberiniz olsun ki, her melikin korusu vardır; ALLAHu zü’L- CeLÂL’in korusu da haramlardır.” buyurmuştur
(Buhârî, Buyû’ 2; Muslim, Musâkât 107; Ebû Dâvûd, Buyû’ 3).

Birgivî, bu hadîs-i şerif’i naklettikten sonra der ki: (Takvâ’nın) sözlük mânâsı, dinde mümkün olduğu kadar geçerlidir. Aşırı korumanın mânâsı ise küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden bile korunmayı, sakınmayı gerektirir. Fakat bu zamanda şüpheli şeylerin hepsinden korunmak/sakınmak mümkün değildir. Onun için harama yakın olan şüphelerden başkası hariç olur. İbadet ve itaat, güç yetirilebilen miktar ve ölçüdür. O halde takvânın meydana gelmesinde her bir haramdan, bir de harama yakın bir kerahatle mekruh olanlardan kaçınmak gereği ortaya çıkmış olur. (Elmalılı, 1979, c.VI, s.4480)

Kur'ÂN-ı Kerîm’de “Hudûdullâh” yani “ALLAHu zü’L- CeLÂL’in sınırları”ndan söz edilir ki, işte bu, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in içinde kalınmasını emrettiği korusunun sınırlarıdır. Mü’minlere sürekli olarak “ALLAHu zü’L- CeLÂL’in sınırlarını aşmayın!” değil, “ALLAHu zü’L- CeLÂL’in sınırlarına yaklaşmayın!”diye emredilir. Yaklaşıldığında sınırların aşılması her zaman mümkündür. İşte bu şekilde, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in çizdiği sınırları a şma korkusuyla bu sınırlara yaklaşmamak, nefsi bu sahada korumak ve sınıra yaklaştırmamak, takvâdır. (Ünal, 1999, s.483)

Hz. Ömer, Ubeyy b. Ka’b’a “Takvâ nedir?” diye sorar. Ubeyy: “Dikenli yolda hiç yürümedin mi?” şeklinde cevap verir. Hz. Ömer: “Yürüdüm!” deyince, “O zaman ne yaptın?” der. Hz. Ömer: “Paçalarımı sıvayıp ayağıma diken batmasın diye dikkatli yürüdüm.” demesi üzerine, Ubeyy: “İşte takvâ odur.” diye mukabelede bulunur. Yani nasıl dikenli veya mayınlı bir arazide yürürken son derece dikkatli bir şekilde kontrollü ve sakınarak, korunarak yürünüyorsa aynı şekilde, İslâm dînini yaşarken aynı titizlik ve hassasiyetle, ALLAHu zü’L- CeLÂL’in emirlerine karşı gelmekten sakınarak, ALLAHu zü’L- CeLÂL’a saygısızlık etmekten çekinerek ve ictinâb ederek yaşamak takvâdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: TAKVA NEdir..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem çokça Hadis-i Şeriflerinde Takvânın önemine işâret buyurmuştur.:
İbni Mes’ud radıyallahu anh’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle duâ ederdi: “ALLAHım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim!.”
(Müslim, Zikir 72. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 72; İbni Mâce, Duâ 2)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arabın, Arab olmayana, Arab olmayanın Arab'a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, TAKVÂdan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ALLAH TeÂLÂ katında en üstününüz, ALLAH TeÂLÂ'dan en çok korkanınızdır." buyurdu.
(Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/411)

Ebû Tarîf Adî İbni Hâtim et-Tâî radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim demiştir: “Bir şeyi yapmak veya yapmamak üzere yemin eden, sonra da (yemininin) zıddını takvâya daha uygun bulan kimse, (yemininden vazgeçip) takvâya yönelsin!.”
(Müslim, Eymân 15)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Arabın Arab olmayana hiç bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir" buyurdu.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411)

Buyurarak bu hususu te'yid etmiştir.:

لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُواْ إِذَا مَا اتَّقَواْ وَّآمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَواْ وَّآمَنُواْ ثُمَّ اتَّقَواْ وَّأَحْسَنُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
"Leyse alâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti cunâhun fîmâ taimû izâ mâttekav ve âmenû ve amilûs sâlihâti summettekav ve âmenû summettekav ve ahsenû vallâhu yuhibbu’l- muhsinîn (muhsinîne).: İmân edenler ve salih amel yapanlar (ıslâh edici amel, nefs tezkiyesi yapanlar) üzerine, takvâ sahibi olmadıkları zaman yediklerinden dolayı bir günah yoktur. İmân edin ve amilû’s- sâlihat yapın! Sonra da takvâ sahibi olun! Âmenû olun sonra da takvâ sahibi olun ve ahsen olun! Allah muhsinleri sever.” (Mâide 5/93)

Görüldüğü gibi bu âyette imân ve ameli sâlih iki kere ve takvâ üç mertebe olarak zikredilmiştir. İnsanın imân edip şirkten korunması mâhiyetinde olan ilk mertebe kişinin kendi nefsi ve vicdanı arasında olan bir takvâdır. İkincisi, insanın kendisi ile diğer insanlar arasındaki hususlarla ilgili olan takvâdır ve üçüncüsü de, insanın kendisi ile ALLAH celle celâlihu arasındaki takvâsı ve imânıdır. Bu âyette takvânın bu üçüncü derecesi, ihsan olarak zikredilmiştir.
(Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili, İstanbul 1971, III, 1807)

Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de, İhsan nedir?" şeklindeki bir soruya, "İhsan, ALLAH'ı görüyormuş Bibi hareket etmendir. Sen O'nu görmüyorsan, şüphesiz O seni görmektedir" diyerek cevâb vermiştir.
(Buhârî, İman, 37; Müslim, İman 57; Ebu Dâvud, Sünne, 16; Tirmizî, İmân, 4; İbn Mace, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 27, II, 7)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bir hadisiyle, burada söz konusu olan takvânın ikinci çeşidini şöyle açıklamıştır: "Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır. Bu nedenle şüphelerden korunan, dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düsen, harama da düşer. Nasıl koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimâli varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın harama düşme ihtimâli de öylece vardır. Haberiniz olsun ki, her hükümdarın koruluğu vardır. ALLAH'ın korusu da haramlardır" buyurdu.
(Buhârı, İmân, 39; Müslim, Müsâkat, 107; Ebu Davûd, Büyû', 3; Tirmizî Büyû', 1; Neseî, Büyû', 2; İbn Mâce, Fiten, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 267)

ALLAHu zü’L- CeLÂL, Kur’ÂN-ı Kerim'in baş tarafında, el-Bakara sûresinin ilk âyetlerinde, takvâ sahibi olan muttakî insanları övmüş ve onların çeşitli vasıflarını belirtmiştir. Buna göre takvâ sahibi olan insanlar, hiç tereddüt etmeden hidâyet ve kurtuluş yolu olarak Kur’ÂN'ı seçerler; gaybe inanır, beş vakitlik namazlarını kılar ve helâl yoldan elde ettikleri mallarını helâl yolda, ALLAH'ın yolunda harcarlar. Bütün mukaddes kitablara imân eder, özelikle âhiret inancı ve hazırlığı içinde olurlar. Bu şekilde hareket eden takvâ sahibleri, aynı zamanda ALLAH tarafından övülmüş, hak yolda bulunan ve felâha kavuşacak olan insanlar olarak haber verilmişlerdir.:

الم
"Elif, lâm, mim.: Elif, Lâm, Mim.” (Bakara 2/1)

ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ
"Zâlike’l- kitâbu lâ reybe fîh (fîhi), huden li’l- muttekîn (muttekîne).: İşte bu Kitap ki, O’nda hiçbir şüphe yoktur. Takvâ sahibleri için bir hidâyettir.” (Bakara 2/2)

الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
"Ellezîne yu’minûne bi’l- gaybi ve yukîmûne’s- salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn (yunfikûne).: Onlar (takvâ sahibleridir) ki, gaybe (gaybte Allah’a) îmân ederler, namazlarını kılarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler (başkalarına verirler).” (Bakara 2/3)

والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
"Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik (kablike) ve bi’l- âhireti hum yûkınûn (yûkınûne).: Onlar (takvâ sahibleri) ki, sana indirilene ve senden önce indirilenlere (bütün semavî kitablara) îmân ederler ve onlar âhirete yakîn hasıl ederler (yakîn seviyesinde kesin olarak inanırlar).” (Bakara 2/4)

أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
"Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: İşte onlar, Rab’lerinden bir hidâyet üzeredirler. Ve işte onlar,onlar muflihundurlar (felâha, kurtuluşa erenlerdir).” (Bakara 2/5)

Kur'ÂN-ı Kerîm'de takvâyı över mâhiyette daha çok âyet vardır.:

فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ فَارِقُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَأَشْهِدُوا ذَوَيْ عَدْلٍ مِّنكُمْ وَأَقِيمُوا الشَّهَادَةَ لِلَّهِ ذَلِكُمْ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مَخْرَجًا
"Fe izâ belagne ecelehunne fe emsikûhunne bi ma’rûfin ev fârikûhunne bi ma’rûfin ve eşhidû zevey adlin minkum ve ekîmû’ş- şehâdete lillâh (lillâhi), zâlikum yûazu bihî men kâne yu’minu billâhi ve’l- yevmi’l- âhir (âhiri), ve men yettekıllâhe yec’al lehu mahraca (mahracen).: Böylece onların (boşadığınız hanımlarınızın) bekleme süreleri tamamlandığı (iddetleri sona erdiği) zaman artık onları marufla (örfe uygun olarak güzellikle ve iyilikle) tutun (barındırın) veya ma’rufla onlardan ayrılın (onları iyilikle serbest bırakın). Ve sizden adalet sahibi iki kişi şahidlik etsin (şahid olsun). Şahidliği Allah için yapın. Allah’a ve âhir güne (Allah’a ulaşma gününe) inanan kimseye işte bununla vaazedilir (böyle yapması istenir). Ve kim Allah’a karşı takvâ sahibi olursa, (Allah) ona bir çıkış yeri nasip kılar.” (Talâk 65/2)

وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا
"Ve yerzukhu min haysu lâ yahtesib (yahtesibu), ve men yetevekkel alâllâhi fe huve hasbuhu, innallâhe bâligu emrihî, kad cealallâhu li kulli şey’in kadrâ (kadren).: Ve hesap etmediği (aklına gelmeyen) bir yerden onu rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, artık ona O (Allah) kâfidir. Muhakkak ki Allah, emrini (işini) yerine getirendir. Allah herşey için bir kader tayin etmiştir.” (Talâk 65/3)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, duâlarında Yüce ALLAH'tan çeşitli nimetleri talep ederken, takvâyı da istemiştir ve bu şekilde duâ etmesiyle, takvânın önemine ifade etmiştir.
(Muhammed b. Allan es- Sıddîkî, Delilu'l- Fâlihin li turuki Riyazi's- Sâlihin, Mısır 1971, I, 252)

İnsanlar, Hz. Âdem ve Havva'dan çoğalmaları veya her biri bir anne ve babadan doğmaları itibariyle yaratılışta eşittirler. Bu açıdan soy ve soplarıyla övünmeleri yersizdir. Çünkü gerçek ve yegâne üstünlük takvâ üstünlüğüdür. Kur'ÂN-ı Kerîm, bu takvâ üstünlüğünü şöyle ifade eder:
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki ALLAH yanında en değerli ve en üstün olanınız, takvâ bakımından en üstün olanınız (ALLAH'tan en çok korkanınız)dır. Şüphesiz ALLAH bilendir. her şeyden haberi olandır”

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
"Yâ eyyuhân nâsu innâ halaknâkum min zekerin ve unsâ ve cealnâkum şuûben ve kabâile li teârafû, inne ekramekum indallâhi etkâkum, innallâhe alîmun habîr (habîrun).: Ey insanlar!. Muhakkak ki Biz, sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Ve sizi milletler ve kabileler kıldık ki, birbirinizi (soyunuzu, babalarınızı) tanıyasınız. Muhakkak ki Allah’ın indinde en çok kerim olanınız (ikram olunanınız, en şerefli olanınız), (ırk ya da soy olarak değil) en çok takvâ sahibi olanınızdır. Muhakkak ki Allah, en iyi bilen ve haberdâr olandır.” (Hucurât 49/13)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Vedâ Hutbesinde aynı durumu şöyle izâh etmiştir: "Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Âdemdensiniz ve Âdem de topraktandır. ALLAH'ın yanında en üstün olanınız takvâsı en fazla olanınızdır. Araplarla Arap olmayanların birbirine karşı üstünlüğü ancak takvâ iledir" buyurdu.
(Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutebi'l- Arab, Mısır 1962, I, 157)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Arabın Arab olmayana hiç bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir" buyurdu.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "ALLAH'a karşı takvâ sahibi olmanızı tavsiye ederim" buyurdu.
(Ebu Davûd, Sünen, 5; Tirmizî, İlim, 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 325)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "İnsanın Cennete girmesine en çok sebeb olan şey, onun ALLAH'a karşı duyduğu takvâsıdır" buyurdu.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 392, 442)

Ebu Süfyan'ın naklettiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Herakleios'a mektup yazdığı zaman, ona: "Gelin sizinle aramızda eşit olan bir kelimede birleşelim" âyetini yazmıştı. Mücâhid bu kelimenin, takvâ kelimesi olan "Lâ ilâhe İLLALLAH" olduğunu söylemiştir
(Buharî, Eymân, 19)

Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Birbirinize hased etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz halde diğerini zarara sokmak için bir malı medh edip fiyatını artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın alış verişi üzerine alış verişe girişmesin. Ey ALLAH'ın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslüman'a zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takvâ işte budur.” Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem "Takvâ işte budur." sözünü üç defâ tekrarlamış ve her seferinde de eli ile göğsüne işâret etmiştir.”
(Müslim, Birr, 32; Tirmizî, Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 325)

Hz. Ömer radiyallahu anhu da takvâ için: "Müminin keremi, takvâsıdır" buyurmuştur.
(Muvatta, Cihâd, 35)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: TAKVA NEdir..

Mesaj gönderen kulihvani »

Takvâ, Kur’ÂN-ı Kerîmimizde Takvâ/Muttakî 38 adet âyet-i celîlede geçmektedir.:

Bakara 2/66,197,237; Mâdie 5/2; A’râf 7/26; Tevbe 9/36,44,108; Hûd 11/49; Yûsuf 12/57; Ra’d 13/35; Hicr 15/45; Nahl 16/30,31; Meryem 19/13,18,63,72,85,97; TâHâ 20/132; Enbiyâ 21/48; Hacc 22/32,37; Nûr 24/34; Furkân 25/15,74; Şuarâ 26/90; Kasas 28/83; Zümer 39/33,61; Muhammed 47/15,17; Fetih 48/26; Hucurât 49/3,13; Mücâdele 58/9; Müddesir 74/56; Alak 96/12..

Bir demet Takvâ GÜLDEStesi..:

إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ
" İnne’l- muttekîne fî cennâtin ve uyûn (uyûnin).: Muhakkak ki; takvâ sahibleri, cennetlerin içinde ve pınarlar başındadırlar.” (Hicr 15/45)

وَحَنَانًا مِّن لَّدُنَّا وَزَكَاةً وَكَانَ تَقِيًّا
"Ve hanânen min ledunnâ ve zekâten, ve kâne takıyyâ (takıyyen).: Ve katımızdan ona, sevgi ve zekât (nefs tezkiyesi) (verdik). Ve o, takvâ sahibi oldu.” (Meryem 19/13)

تِلْكَ الْجَنَّةُ الَّتِي نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا مَن كَانَ تَقِيًّا
"Tilke’l- cennetulletî nûrisu min ibâdinâ men kâne takıyyâ (takıyyen).: Kullarımızdan takvâ sahibi olanları, varis kıldığımız cennet işte budur.” (Meryem 19/63)

فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لِتُبَشِّرَ بِهِ الْمُتَّقِينَ وَتُنذِرَ بِهِ قَوْمًا لُّدًّا
"Fe innemâ yessernâhu bi lisânike li tubeşşire bihi’l- muttakîne ve tunzira bihî kavmen luddâ (ludden).: Böylece Biz, O’nu (Kur’ÂN-ı Kerim’i) senin lisanınla kolaylaştırdık. O’nunla, takvâ sahiblerini müjdelemen ve inatçı kavmi uyarman için.” (Meryem 19/97)

ذَلِكَ وَمَن يُعَظِّمْ شَعَائِرَ اللَّهِ فَإِنَّهَا مِن تَقْوَى الْقُلُوبِ
"Zâlike ve men yuazzım şeâirallahi fe innehâ min takvâ’l- kulûb (kulûbi).: Ve işte kim, Allah’ın şiârlarına (emirlerine, farzlarına) hürmetle uyarsa bunun sebebi muhakkak ki onların kalblerinin takvâ sahibi olmasındandır.” (Hacc 22/32)

وَأُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ
"Ve uzlifeti’l- cennetu li’l- muttakîn (muttakîne).: Ve cennet, takvâ sahiblerine yaklaştırıldı.” (Şuarâ 26/90)

وَالَّذِي جَاء بِالصِّدْقِ وَصَدَّقَ بِهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
"Vellezî câe bis sıdkı ve saddeka bihî ulâike humu’l- muttakûn (muttakûne).: Ve hakikât ile gelen (Allah’a ulaşmayı dilemeye dâvet eden) ve onu tasdik edenler (Allah’a ulaşmayı dileyenler), işte onlar takvâ sahibidirler.” (Zümer 39/33)

وَالَّذِينَ اهْتَدَوْا زَادَهُمْ هُدًى وَآتَاهُمْ تَقْواهُمْ
"Vellezînehtedev zâdehum huden ve âtâhum takvâhum.: Ve onlar ki hidayete ermişlerdir, (Allah) onların hidayetini artırdı ve onlara takvâlarını verdi.” (Muhammed 47/17)

Takvâ Ehli/ Muttakî Kul; Elest Bezminde Rabbu’l- âlemine verdiği “KULLUK SÖZÜ”nde Kavi/ Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü olup, bu Şehâdet Âleminde isbat ederek, ALLAHu zü’L-CeLÂL’in El İLÂH OLuşunun ŞÂHİDi OLan MuhaMMedî KULdur..

Muttakî; ALLAH korkusuyla kendini günahlardan uzak tutarak ALLAH'ın azabındân korunan ve böylelikle ALLAH'tan gereğince sakınan, O'na saygıda kusur etmeyen kimsedir.

"Muttakî", "vekâ" fiilinin ifti'al babındaki: "ittikâ" kelimesinin ism-i fâilidir. "İttikâ" ve "takvâ" kelimelerinin kökü, "veka" fiilinin masdarı olan "vikâye"dir. Yine aynı fiilin "vakyen", "vakıyeten", "tevkıyeten" ve "vikâen" şeklinde "vikâye" ile aynı mânâya gelen masdarları vardır. Bu masdarların hepsi: "bir şeyi muhafaza etmek, eziyetten korumak, himâye etmek, zarar verecek şeyden onu sakınmak, çekinmek" manâsındadırlar.
(Rağıb el-İsfahanî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur’ÂN, İstanbul, sh. 833).

Bu masdarlar aynı zamanda "bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak" mânâsını da taşırlar.
(İbn Fâris, Mu'cemu Mekayısı'l-Luğa, VI, 131).

"İttikânın esas mânâsı iki şey arasına engel koymaktır ki, “İttikâhu bi't-türsi -Ondan kalkan ile ittikâ etti” denir. Bunun mânâsı: “O bahsedilen şey ile kendi arasına kalkanı engel yaptı” şeklinde anlaşılır" der.
(İbn Sîde, el-Muhassas, V, 93).

"İttikâ", vikâyeyi kâbul etmek, diğer bir ifâde ile vikâyeye girmek, yani elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice koruma altına almak mânâsınadır. Buna göre, ittikâ ve onun ismi olan takvâ, lügat itibariyle, kuvvetli bir himâyeye girmek, korunmak, kendini muhafaza altına almak demek olur.
(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili, I,168).

Aynı mânâyla ilgili olarak, "takî" ve "muttakî" isimleri de takvâ fiilini işleyen, onunla muttasıf olan kimse demektir.
(İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XV, 401, Ebu'l-Bekâ, Külliyât, 219, el-Matbaatü'l-Âmire, 1287 (M. 1870).

Câhiliyye devrinde takvâ kelimesinin özü: "hayvan olsun, insan olsun canlı varlığın, dışarıdan gelecek yıkıcı bir kuvvete karşı kendini savunma davranışı” mânâsında idi.
(Tashihiko Izutsu, Kur’ÂN'da ALLAH ve İnsan, s. 20)

Kur’ÂN'ın inmesiyle beraber bu kelimenin anlamı genişleyerek kullanıldı.
Bununla birlikte Kur'ÂN-ı Kerîm'de lügat manâsıyla kullanıldığı da olur:

وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
"Vellezîne tebevveud dâre ve’l- îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcera ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yu’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsatun, ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Ve onlardan önce (Medine’yi) yurt edinmiş olup kalplerinde îmân yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler. Ve onlara verilenlerden (dağıtılan ganimetlerden) dolayı, kendileri onlara muhtaç olsa bile, gönüllerinde bir hacet (kaygı, haset) bulunmaz. Ve onları kendi nefslerine tercih ederler (üstün tutarlar). Ve kim nefsini cimrilikten korursa, o taktirde işte onlar, onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.” (Haşr 59/9)

فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَأَطِيعُوا وَأَنفِقُوا خَيْرًا لِّأَنفُسِكُمْ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
"Fettekûllâhe mâsteta’tum vesmeû ve etîû ve enfikû hayran li enfusikum, ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Artık Allah’a karşı gücünüzün yettiği kadar (en üst seviyede) takva sahibi olun. Dinleyin ve itaat edin! Ve kendiniz için hayır olarak infâk edin (verin). Ve kim nefsinin cimriliğinden kendini korursa (sakındırırsa), o taktirde işte onlar; onlar felaha (kurtuluşa) erenlerdir.” (Teğâbun 64/16)

وَمَا يَذْكُرُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ هُوَ أَهْلُ التَّقْوَى وَأَهْلُ الْمَغْفِرَةِ
"Ve mâ yezkurûne illâ en yeşâallâhu, huve ehlu’t- takvâ ve ehlu’l- magfirati.: Allah’ın dilediğinden başkası O’nu zikredemez. O (O’nun dilediği kimse), takva sahibidir ve mağfiret ehlidir (günahları sevaba çevrilmiş olan kimsedir).” (Müddessir 74/56)

فَوَقَاهُمُ اللَّهُ شَرَّ ذَلِكَ الْيَوْمِ وَلَقَّاهُمْ نَضْرَةً وَسُرُورًا
"Fe vekâhumullâhu şerra zâlike’l- yevmi ve lakkâhum nadraten ve surûrâ (surûran).: Oysa Allah, onları işte böyle bir günün şerrinden korudu. Ve onları, pırıl pırıl bir yüze ve surura (sevince) kavuşturdu.” (İnsân 76/11)

لاَّ يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُوْنِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّهِ فِي شَيْءٍ إِلاَّ أَن تَتَّقُواْ مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَإِلَى اللّهِ الْمَصِيرُ
"Lâ yettehizi’l- mu’minûne’l- kâfirîne evliyâe min dûnil mu’minîn (mu’minîne), ve men yef’al zâlike fe leyse minallâhi fî şey’in illâ en tettekû minhum tukâta (tukâten), ve yuhazzirukumullâhu nefseh (nefsehu), ve ilallâhi’l- masîr (masîru).: Mü'minler, mü'minlerden başkasını (yani) kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, o Allah'dan bir şeyin (rahmet ve fazlın) içinde değildir. Onlardan korunmanız için sakınmanız (dost olmanız) hariç. Ve Allah, sizi kendisinden sakındırır (takva sahibi olmanızı ister). Ve dönüş Allah'adır” (Âl-i İmrân 3/28)

وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
"Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ şefâatun ve lâ yu’hazu minhâ adlun ve lâ hum yunsarûn (yunsarûne).: Ve, bir kimseden diğer bir kimseye, bir şeyin ödenmeyeceği ve ondan (hiç kimseden) bir şefaatin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve onlara yardım edilmeyeceği günden sakının.” (Bakara 2/48)

وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ تَنفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ
"Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ adlun ve lâ tenfeuhâ şefâatun ve lâ hum yunsarûn (yunsarûne).: Kimseden kimseye bir şey ödenmediği ve onlardan bir fidye (bedel) kabul edilmeyeceği ve kendilerine şefaatin fayda vermeyeceği ve onlara yardım olunmayacağı bir günden sakının.” (Bakara 2/123)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: TAKVA NEdir..

Mesaj gönderen kulihvani »


Yukarıdaki âyetlerden bazılarında "TAKVÂ" kelimesi hem sözlük anlamıyla hem de terim anlamıyla kullanılmıştır. İslâmî ıstılahta "İTTİKÂ" ve onun ismi olan "TAKVÂ" İnsanın kendisini, ALLAH'ın VİKÂYEsine (muhafazasına) koyarak, âhirette zarar ve eleme sebeb olacak şeylerden titizlikle koruması, yani günahlardan geri durup hayır olan işlere sarılması, diye târif edilmiştir.
(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dilî, I, sh. 168-169).


Takvâ genel olarak üç mertebe de sınıflandırılmıştır.:

Birinci Mertebe:

Ebedî olarak Cehenneme girme tehlikesinden korunmak için şirkten ittikâ edip, imâna sarılmaktır. (Elmalılı, I, 169-170).

إِذْ جَعَلَ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَأَنزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوَى وَكَانُوا أَحَقَّ بِهَا وَأَهْلَهَا وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
"İz cealellezîne keferû fî kulûbihimu’l- hamiyyete hamiyyete’l- câhiliyyeti fe enzelallâhu sekînetehu alâ resûlihî ve ale’l- mu’minîne ve elzemehum kelimete’t- takvâ ve kânû e hakka bihâ ve ehlehâ ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ (alîmen).: Kâfirler hamiyeti, cahiliye taassubunu kalblerine yerleştirince, Allah da Resûl’ünün ve mü’minlerin üzerine sekînetini indirdi. Ve takva sözü onlara elzem oldu (hakettiler). Ve onu (takva sahibi olmayı), en çok onlar hakettiler. Ve ona ehil (lâyık) oldular. Ve Allah, herşeyi en iyi bilendir.” (Feth 48/26)

وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُواْ وَاتَّقَواْ لَفَتَحْنَا عَلَيْهِم بَرَكَاتٍ مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ وَلَكِن كَذَّبُواْ فَأَخَذْنَاهُم بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
"Ve lev enne ehlel kurâ âmenû vettekav le fetahnâ aleyhim berekâtin mine’-s semâi ve’l- ardı ve lâkin kezzebû fe ehaznâhum bimâ kânû yeksibûn (yeksibûne).: Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik.” (A'râf 7/96)


İkinci Mertebe:
Büyük günâhları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kendini alıkoyarak bunların cezâsını Cehennem azabı ile çekme tehlikesine karşı farz ibâdetleri yerine getirip korunmaktır.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ
"Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn (muslimûne).: Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, ancak müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin.” (Âl-i İmrân 3/102).


Üçüncü Mertebe:
Kalbi, meşgul eden her şeyden temizlenip bütün varlığı ile ALLAH'a yönelip bağlanmaktır:
(Lütfullah Cebeci, Kur’ÂN'a Göre Takvâ, İstanbul 1985, sh. 48-49, 50).
Buna da Kur’ÂN-ı Kerim'den örnek, yine yukarıda geçen (Âl-i İmrân 3/102)
Ayrıca bu üçüncü mertebe, şu hadislerden de çıkarılmaktadır:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Kişi, mahzurlu şeyleri yapma tehlikesine düşmeyeyim diye mahzuru olmayan şeyleri de terk etmedikçe (gerçek) muttakîler derecesine ulaşamaz" buyurdu.
(Tirmizî, Kıyâmet, 19,4,634; İbn Mâce, Zühd, 24 (2/1409).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Kul, vicdanı rahatsız eden Şeyi terk etmedikçe "takvâ"nın hakikâtine eremez" buyurdu.
(Buhârî, İman, (1/6))


Tüm peygamberlerimizin insanları ilk dâvet ettikleri husus, ALLAH celle celâlihu'dan İTTİKÂ etmek olmuştur ve takvâ-muttakî özellikleri açıklanmıştır:

إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ نُوحٌ أَلَا تَتَّقُونَ
" İz kâle lehum ahûhum nûhun e lâ tettekûn(tettekûne).: Onların kardeşi Nuh (A.S) onlara: “Takva sahibi olmuyor musunuz?” demişti.” (Şuarâ 26/106)

إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ هُودٌ أَلَا تَتَّقُونَ
" İz kâle lehum ahûhum hûdun e lâ tettekûn(tettekûne).: Onların kardeşi Hud (A.S) onlara: “Siz takva sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı dilemeyecek misiniz)?” demişti.” (Şuarâ 26/124)

إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ صَالِحٌ أَلَا تَتَّقُونَ
" İz kâle lehum ahûhum sâlihun e lâ tettekûn(tettekûne).: Onların kardeşi Salih (A.S) da onlara: “Siz takva sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı dilemeyecek misiniz)?” demişti.” (Şuarâ 26/142)

إِذْ قَالَ لَهُمْ شُعَيْبٌ أَلَا تَتَّقُونَ
" İz kâle lehum şuaybun e lâ tettekûn(tettekûne).: Şuayb (A.S) onlara: “Siz takva sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı dilemeyecek misiniz)?” demişti.” (Şuarâ 26/177)

وَالَّذِي جَاء بِالصِّدْقِ وَصَدَّقَ بِهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
" Vellezî câe bis sıdkı ve saddeka bihî ulâike humul muttakûn( muttakûne).: Ve hakikat ile gelen (Allah’a ulaşmayı dilemeye davet eden) ve onu tasdik edenler (Allah’a ulaşmayı dileyenler), işte onlar takva sahibidirler.” (Zümer 39/33)

لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
"Leysel birre en tuvellû vucûhekum kıbele’l- maşrıkı ve’l- magrıbi ve lâkinne’l- birre men âmene billâhi ve’l- yevmi’l- âhırı ve’l- melâiketi ve’l- kitâbi ve’n- nebiyyîn (nebiyyîne), ve âte’l- mâle alâ hubbihî zevil kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîne vebne’s- sebîli, ves sâilîne ve fî’r- rıkâb (rıkâbi), ve ekâme’s- salâte ve âte’z- zekât (zekâte), ve’l- mûfûne bi ahdihim izâ âhed (âhedû), ve’s- sâbirîne fî’l- be’sâi ve’d- darrâi ve hîne’l- be’si ulâikellezîne sadakû, ve ulâike humu’l –muttekûn (muttekûne).: Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin birr, kişinin, Allah’a, yevm’il âhire (Allah’a ulaşılan sonraki güne, hidayet gününe, vuslat gününe) meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sahiplerine) yetimlere, miskinlere (çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen (muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir. Ve (Allah’a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine vefa edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (takva sahibi olanlardır).” (Bakara 2/177)


Kur’ÂN-ı Kerim'de birçok yerde SIDK ile TAKVÂ birbiriyle çok sıkı ilişkili olarak kullanılmıştır. Öyle ki SIDKı tasdik etmek başlıbaşına muttakînin tanımı olmuştur.:

فَأَمَّا مَن أَعْطَى وَاتَّقَى
"Fe emmâ men a’tâ vettekâ. : Fakat kim verdi (infâk etti) ve takva sahibi oldu ise.” (Leyl 92/5)

وَصَدَّقَ بِالْحُسْنَى
"Ve saddeka bi’l- husnâ.: Ve en güzel olanı (Lâ ilahe İllAllah sözünü) doğrularsa,” (Leyl 92/6)

فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى
"Fe se nuyessiruhu li’l- yusrâ.: Biz, onu, (Allah’ın razı olacağı) en kolay yola hazırlarız.” (Leyl 92/7)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ
"Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn (sâdikîne).: Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve doğru (sâdık)larla birlikte olun.” (Tevbe 9/119)

قُلْ أَؤُنَبِّئُكُم بِخَيْرٍ مِّن ذَلِكُمْ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا عِندَ رَبِّهِمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَأَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَرِضْوَانٌ مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ
"Kul e unebbiukum bi hayrın min zâlikum, lillezînettekav inde rabbihim cennâtun tecrî min tahtıhe’l- enhâru hâlidîne fîhâ ve ezvâcun mutahharatun ve rıdvânun minallâh (minallâhi), vallâhu basîrun bi’l- ıbâd (ıbâdi).: De ki: "Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takva sahibi olanlar için, Rabb'lerinin katında, içinde devamlı kalacakları, altından nehirler akan cennetler, temiz eşler ve Allah'ın rızası vardır." Allah kullarını en iyi görendir.”: (Âl-i İmrân 3/15) vasfı yer alır.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: TAKVA NEdir..

Mesaj gönderen kulihvani »

Kur’ÂN-ı Kerim'de birçok âyette yer alan MUTTAKÎ-lerin vasıflarına/özelliklerine gelince:

لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
"Leysel birre en tuvellû vucûhekum kıbele’l- maşrıkı ve’l- magrıbi ve lâkinne’l- birre men âmene billâhi ve’l- yevmi’l- âhırı ve’l- melâiketi vel kitâbi ve’n- nebiyyîn (nebiyyîne), ve âte’l- mâle alâ hubbihî zevi’l- kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîne vebne’s- sebîli, ve’s- sâilîne ve fî’r- rıkâb (rıkâbi), ve ekâme’s- salâte ve âte’z- zekât (zekâte), ve’l- mûfûne bi ahdihim izâ âhed (âhedû), ve’s- sâbirîne fî’l- be’sâi ve’d- darrâi ve hîne’l- be’si ulâikellezîne sadakû, ve ulâike humu’l- muttekûn (muttekûne).: Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin birr, kişinin, Allah’a, yevm’il- âhire (Allah’a ulaşılan sonraki güne, hidâyet gününe, vuslat gününe) meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sahiplerine) yetimlere, miskinlere (çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen (muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir. Ve (Allah’a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine vefa edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (takva sahibi olanlardır).” (Bakara 2/177)


1-) İman Etmek:

Muttakînin ilk ve temel vasfı imândır. Çünkü imân, takvânın esası, takvâ ise imânın binâsıdır. İmân ve takvâ biribirini TÜMMLer-TAMMLar..

a-) ALLAH'a imân:

İnsanlık hayatında çeşitli kuvvetlere, muhtelif eşyaya, muhtelif değerlere ubudiyetten kurtulup hürriyete ulaştığı, bir tek ma'budun huzurunda, tek saf halinde, diğer kimselerle eşit düzeye yüceldiği ve nihâyet, her değerin ve her eşyanın üstüne yükseldiği bir dönüm noktasıdır. ALLAH'a imân aynı zamanda buhranlardan nizama, bataklıktan selâmete ve ayrılıktan yön birliğine geçiş noktasıdır. İnsanlık bir tek ALLAH'a imân edip bağlanmadıkça ne doğru yolu bulabilir, ne de ciddiyet ve eşitlik ölçüsü içinde varlık aleminin birleştiği gibi el ele verip münasebet ve hedeflerini bir noktada toplayabilir.

b-) Meleklere imân:

İnsan idrakiyle hayvan idrakinin, insanın varlıklar hakkındaki düşüncesiyle hayvan düşüncesi arasındaki farkların ayrılış noktası olan Gayb Âleminden bir cüz'e imândan ibârettir. İnsan, duygusallığının ötesindeki varlıklara da imân eder. Fakat, hissin elinde bağlı olan hayvan, bu mertebeye ulaşamaz.

c-) Kitablara ve peygamberlere imân:

Bununla bütün peygamberler ve bütün risâletlere imân kastedilmektedir. Bu imân beşeriyetin birliğine, yaratanın birliğine, dinlerin birliğine ve ALLAH nizamının birliğine imân etmekten ibarettir. Geçmiş peygamberlerin ve risâletlerin mirâslarına vâris olan mü'minin bu şuuru ayrı bir değer taşımaktadır.

d-) Âhiret gününe imân:

Cezâ ve mükâfat konusunda ALLAH'ın adâletini kayıtsız şartsız kabul etmektir. Âhiret gününe imân yeryüzündeki hayatın başıboş ve hiç bir ölçüye bağlı olmadığı fikrini reddedip herşeyin ölçü içerisinde cereyan ettiğini kabullenmektir. Cezâ ve mükâfatların yeryüzünde tam olarak yerini bulmadığını gören insanoğlu, âhirete imânı sayesinde, iyiliğin er geç mükâfatının verileceğine inanır ve huzurla yaşar.

e-) Hayır ve şerrin Allahu Teâlâ’nın yaratmasıyla olduğuna imân:

Hayrın yapılmasını ve Şerrin yapılmamasını emreden Allahu Teâlâ’nın, kullarının tercihince, Hayır ve Şerrin yaratıcısının Allahu Teâlâ olduğuna imân etmek de İslâm Dininin şartlarındandır.

Muttakîlerin imân özelliği diğer âyetlerde de birçok anlamlarda buyurulmaktadır.:
Kur'ÂN-ı Kerîmde bazen imân edenler ile muttakîler birbirleri yerlerine kullanılmaktadır.:

الم
"Elif, lâm, mim.: Elif, Lâm, Mim.” (Bakara 2/1)

ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ
"Zâlike’l- kitâbu lâ reybe fîh (fîhi), huden li’l- muttekîn (muttekîne).: İşte bu Kitap ki, O’nda hiçbir şüphe yoktur. Takvâ sahibleri için bir hidâyettir.” (Bakara 2/2)

الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
"Ellezîne yu’minûne bi’l- gaybi ve yukîmûne’s- salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn (yunfikûne).: Onlar (takvâ sahibleridir) ki, gaybe (gaybte Allah’a) îmân ederler, namazlarını kılarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler (başkalarına verirler).” (Bakara 2/3)

والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
"Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik (kablike) ve bi’l- âhireti hum yûkınûn (yûkınûne).: Onlar (takvâ sahibleri) ki, sana indirilene ve senden önce indirilenlere (bütün semavî kitablara) îmân ederler ve onlar âhirete yakîn hasıl ederler (yakîn seviyesinde kesin olarak inanırlar).” (Bakara 2/4)


2-) İnfâk Etmek:

Muttakî; malını seve seve yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere ve kölelere (veya esirlere) infak eden kimsedir.

Kur'ÂN-ı Kerîmde infak, şu âyet-i celîlelerde geçmektedir;

Bakara 2/3,195,215,219,254,262,264,265,267,270,272,273,274; Âl-i İmrân 3/17,92,117,134,180; Nisâ 4/38,39; Mâide 5/64; Enfâl 8/3,36,60,63; Tevbe 9/34,53,54,91,92,98,99,121; Ra’d 13/22; Ibrahîm 14/31; Nahl 16/75; İsrâ 17/100; Hacc 22/35; Furkân 25/67; Kasas 28/54; Secde 32/16; Sebe’ 34/39; Fatır 35/29; Yâsîn 36/47; Şûrâ 42/38..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem de hadis-i şeriflerinde infak;

1635 - İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "İki kişiye karşı hased câizdir: Birincisi o kimsedir ki, Allah kendisine Kur'ân-ı Kerim'i nasib etmiştir, o da onu, gece ve gündüz boyu ikâme eder. İkincisi de o kimsedir ki, Allah Teâla ona mal vermiştir de o da gece ve gündüz (hak yolda) infak eder."
(Buhârî, Fedâilu'l- Kur'ân 20, Tevhid 45; Müslim, Mûsâfrin 266 (815); Tirmizî, Bir 24, (1937).

2150 - Yine Ebü Hüreyre Hazretleri (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hadis-i kudsîde, Allah Teâlâ Hazretlerinin şöyle söylediğini haber verdi: "Sen infak et, ben de sana infak edeyim." Efendimiz devamla dedi ki: "Allah'ın eli (yedullah) doludur. Gece ve gündüz (boyu yapılan) arkası kesilmez infaklar onu azaltmaz. Arz ve semâvâtın yaratılaşından beri Allah'ın infak ettiklerini düşünün! Bunlar, O'nun elindekinden hiçbir şey eksiltmemiştir. O'nun Arş'ı suyun üzerindeydi. Elinde mîzan da var, alçaltır, yükseltir."
(Buhârî, Tevhîd 22, 35, Tefsir, Hüd 2, Nafakât 1; Müslim, Zekât 37, (993); Tirmizî, Tefsîr, (3048)

3239 - İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) minberde, sadakadan ve dilenmeye tevessül etmemekten bahsettiği sırada: "Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır!'' buyurdu. "Üstteki'' infak eden "alttaki'' de dilenen demektir.''
(Buharî, Zekât 18; Müslim, Zekât 94. (103 3 ); Muvatta, Sadaka 8, (2, 998) ; Ebu Dâvud, Zekât 28, (1648); Nesâi, Zekât 52, (5, 61)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “En faziletli sadaka senin sağlıklı ve eli sıkı zengin olmayı ümid edip fakirlikten korktuğun zamanda verdiğin sadakadır.” buyurdu.
(Buhârî ve Müslim)

Tirmizî ve İbn Mâce, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Şüphe yok ki malda zekâtın dışında bir hak vardır. " Ondan sonra: "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz "birr" değildir..." buyruğunu okudu.”

لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
"Leysel birre en tuvellû vucûhekum kıbele’l- maşrıkı ve’l- magrıbi ve lâkinne’l- birre men âmene billâhi ve’l- yevmi’l- âhırı ve’l- melâiketi ve’l- kitâbi ve’n- nebiyyîn (nebiyyîne), ve âte’l- mâle alâ hubbihî zevil kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîne vebne’s- sebîli, ves sâilîne ve fî’r- rıkâb (rıkâbi), ve ekâme’s- salâte ve âte’z- zekât (zekâte), ve’l- mûfûne bi ahdihim izâ âhed (âhedû), ve’s- sâbirîne fî’l- be’sâi ve’d- darrâi ve hîne’l- be’si ulâikellezîne sadakû, ve ulâike humu’l –muttekûn (muttekûne).: Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin birr, kişinin, Allah’a, yevm’il âhire (Allah’a ulaşılan sonraki güne, hidâyet gününe, vuslat gününe) meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sahiplerine) yetimlere, miskinlere (çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen (muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir. Ve (Allah’a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine vefa edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (takva sahibi olanlardır).” (Bakara 2/177)

Yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere ve köleleri, esirleri kurtarmak için seve seve ve övünerek malı vermenin kıymet ölçüsü nedir?.:

والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
"Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik (kablike) ve bi’l- âhireti hum yûkınûn (yûkınûne).: Onlar (takvâ sahibleri) ki, sana indirilene ve senden önce indirilenlere (bütün semavî kitablara) îmân ederler ve onlar âhirete yakîn hasıl ederler (yakîn seviyesinde kesin olarak inanırlar).” (Bakara 2/4)

لَن تَنَالُواْ الْبِرَّ حَتَّى تُنفِقُواْ مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
"Len tenâlûl birre hattâ tunfikû mimmâ tuhibbûn(tuhibbûne), ve mâ tunfikû min şey’in fe innallâhe bihî alîm(alîmun).: Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe (Allah için vermedikçe), asla Birr'e nail olamazsınız. (Allah'ın size verdiklerinden, Allah için) bir şey infâk ettiğiniz zaman muhakkak ki Allah, onu en iyi bilendir.” (Âl-i İmrân 3/92)

وَسَارِعُواْ إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ
"Ve sâriû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâs semâvâtu vel ardu, uiddet lil muttekîn (muttekîne).: Ve Rabbiniz'den olan mağfirete ve genişliği yerler ve gökler kadar olan, muttekîler için hazırlanmış olan cennete koşun!” (Âl-i İmrân 3/133)

الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
"Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).: Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân 3/134)

فَأَمَّا مَن أَعْطَى وَاتَّقَى
"Fe emmâ men a’tâ vettekâ. : Fakat kim verdi (infâk etti) ve takva sahibi oldu ise.” (Leyl 92/5)

وَصَدَّقَ بِالْحُسْنَى
"Ve saddeka bi’l- husnâ.: Ve en güzel olanı (Lâ ilahe İllAllah sözünü) doğrularsa,” (Leyl 92/6)

فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى
"Fe se nuyessiruhu li’l- yusrâ.: Biz, onu, (Allah’ın razı olacağı) en kolay yola hazırlarız.” (Leyl 92/7)

وَسَيُجَنَّبُهَا الْأَتْقَى
"Ve se yucennebuhâl etkâ.: Çok takva sahibi olan ise ondan (narı telazzadan) uzaklaştırılacak.” (Leyl 92/17)

الَّذِي يُؤْتِي مَالَهُ يَتَزَكَّى
"Ellezî yu’tî mâlehu yetezekkâ.: O ki (en üst seviyede takva sahibi olan), malını verir, temizlenir.” (Leyl 92/118)

فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَأَطِيعُوا وَأَنفِقُوا خَيْرًا لِّأَنفُسِكُمْ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
"Fettekûllâhe mâsteta’tum vesmeû ve etîû ve enfikû hayran li enfusikum, ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Artık Allah’a karşı gücünüzün yettiği kadar (en üst seviyede) takva sahibi olun. Dinleyin ve itaat edin! Ve kendiniz için hayır olarak infâk edin (verin). Ve kim nefsinin cimriliğinden kendini korursa (sakındırırsa), o taktirde işte onlar; onlar felaha (kurtuluşa) erenlerdir.” (Teğâbun 64/16)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: TAKVA NEdir..

Mesaj gönderen kulihvani »

3-) NAMAZ KILMAK:

..Ve (asıl birr, iyi takvâ) namazı kılanınkidir.. (Bakara 2/177)

Muttakîlerin en belirgin özelliklerinden biri de namaz kılmalarıdır. Kur’ÂN-ı Kerîm'de müteaddit defâlar muttakîlerin, mü'minlerin bu özellikleri vurgulanır:

ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ
"Zâlike’l- kitâbu lâ reybe fîh (fîhi), huden li’l- muttekîn (muttekîne).: İşte bu Kitab ki, O’nda hiçbir şüphe yoktur. Takvâ sahibleri için bir hidâyettir.” (Bakara 2/2)

الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
"Ellezîne yu’minûne bi’l- gaybi ve yukîmûne’s- salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn (yunfikûne).: Onlar (takvâ sahibleridir) ki, gaybe (gaybte Allah’a) îmân ederler, namazlarını kılarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler (başkalarına verirler).” (Bakara 2/3)

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
"Fe ekim vecheke li’d- dîni hanîfen, fıtratallâhilletî fatara’n- nâse aleyhâ, lâ tebdîle li halkıllâhi, zâlike’d- dînu’l- kayyimu ve lâkinne ekseran nâsi lâ ya’lemûn (ya’lemûne).: Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30/30)

مُنِيبِينَ إِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِكِينَ
"Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmû’s- salâte ve lâ tekûnû mine’l- muşrikîn (muşrikîne).: “Gönülden katıksız bağlılar” olarak, O'na yönelin ve O'ndan korkup sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın.” (Rûm 30/31)

Âlemlerin Rabbine teslim olayım (diye) ve namaz kılın ve o (ALLAH'a)na ittikâ edin diye emrolunduk..

قُلْ أَنَدْعُو مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَنفَعُنَا وَلاَ يَضُرُّنَا وَنُرَدُّ عَلَى أَعْقَابِنَا بَعْدَ إِذْ هَدَانَا اللّهُ كَالَّذِي اسْتَهْوَتْهُ الشَّيَاطِينُ فِي الأَرْضِ حَيْرَانَ لَهُ أَصْحَابٌ يَدْعُونَهُ إِلَى الْهُدَى ائْتِنَا قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَىَ وَأُمِرْنَا لِنُسْلِمَ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ
"Kul e ned’û min dûnillâhi mâ lâ yenfeunâ ve lâ yadurrunâ ve nureddu alâ a’kâbinâ ba’de iz hedânâllâhu kellezîstehvethu’ş- şeyâtînu fî’l- ardı hayrâne lehû ashâbun yed’ûnehû ilâ’l- hude’tinâ, kul inne hudâllâhi huvel hudâ, ve umirnâ li nuslime li rabbi’l- âlemin (âlemîne).: De ki: “Bize fayda ve zarar vermeyen Allah’tan başka şeylere mi dua edelim? Bizi Allah’ın hidâyete erdirmesinden sonra, yeryüzünde şeytanların kandırıp, şaşkın bıraktığı, arkadaşlarının da “bize hidâyete gel” diye çağırdığı kimse gibi topuklarımızın üzerinde geriye mi döndürülelim?” De ki: “Muhakkak ki, Allah’a ulaşmak, o, hidâyettir ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk.” (En'âm 6/71)

وَأَنْ أَقِيمُواْ الصَّلاةَ وَاتَّقُوهُ وَهُوَ الَّذِيَ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
"Ve en ekîmû’s- salâte vettekûhu, ve huvellezî ileyhi tuhşerûn (tuhşerûne).: Ve namazı ikâme etmek (ile de emrolunduk). Ve O'na karşı takvâ sahibi olun. Ve Zat’ına haşrolunacağınız, O’dur.” (En'âm 6/72)


4-) ZEKÂT VERMEK:

Ve (asıl birr, iyilik) zekâtı vereninkidir… (Bakara 2/177)

لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
"Leysel birre en tuvellû vucûhekum kıbele’l- maşrıkı ve’l- magrıbi ve lâkinne’l- birre men âmene billâhi ve’l- yevmil âhırı ve’l- melâiketi ve’l- kitâbi ve’n- nebiyyîn (nebiyyîne), ve âte’l- mâle alâ hubbihî zevi’l- kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîne vebne’s- sebîli, ve’s- sâilîne ve fî’r- rıkâb (rıkâbi), ve ekâme’s- salâte ve âte’z- zekât(zekâte), vel mûfûne bi ahdihim izâ âhed (âhedû), ve’s- sâbirîne fî’l- be’sâi ve’d- darrâi ve hîne’l- be’si ulâikellezîne sadakû, ve ulâike humu’l- muttekûn (muttekûne).: Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin birr, kişinin, Allah’a, yevm’il âhire (Allah’a ulaşılan sonraki güne, hidâyet gününe, vuslat gününe) meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sahiblerine) yetimlere, miskinlere (çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen (muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir. Ve (Allah’a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine vefa edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (takvâ sahibi olanlardır).” (Bakara 2/177)

Zekât, ALLAHü Teâlâ'nın zenginin servetinden fakire hak olarak tanıdığı ve İslâm'ın sosyal vergisi olarak ödenmesi gereken bir farizedir. Kur'ÂN-ı Kerîmde 30 âyette geçer. Mal ve mümkün asıl sahibi ALLAHü Teâlâ olduğundan kullarına servet ihsan ederken bu servetten fakirlere zekât ismi altında bir hak ayırmalarını da şart koşmuştur. Daha önceki konularda zekâtla sadaka mutlak olarak zikredildiği halde buradaki âyet-i kerime de önce ALLAH yolunda verilecek sadaka, sonra da zekât beyan edilmektedir. Bu konuda açıkça anlaşılıyor ki sadaka zekâtın yerini tutmadığı gibi, zekât da sadakanın yerini tutamamaktadır. Zekât farz kılınan bir vergi, sadaka ise gönülden kopan bir yardımdır. "Birr" denen hayır ancak kişinin icrasıyla gerçekleşir. Her ikisi de İslâm'ın emirlerindendir. Kur’ÂN-ı Kerim, sadakadan hemen sonra zikrettiği zekâtı farz olarak bildirmiştir. Zekât farizasını yerine getirmekle sadaka vermekten kurtulmuş olamayacağımız gibi; sadaka vermekle de zekâtı yerine getirmiş olamayız."


5-) AHDE VEFÂ:

Ve (asıl birr, iyilik) ahidleştiklerinde de ahidlerinde duranlarınkidir... (Bakara 2/177)

"...İslâm'ın prensip edindiği ahde vefâ imânın, ihsanın ve insanlığın alâmeti olarak Kur’ÂN-ı Kerim'in bir çok yerinde zikredilir. Fertler, milletler ve devletler arasında itimâd ve güvenin sağlanabilmesi için ahde vefâ şarttır. Bu ise, ALLAH'la kullar arasındaki "ahd"e vefâ etmekle başlar. Bu özelliğe sahib olunmadığı takdirde hayatı kararsızlık ve endişe kaplar; kimse kimsenin vaadine güvenmez ve insanoğluna itimâd edilemez. İslâm'ın takip ettiği ahde vefâ prensibi sayesinde insanlık en yüksek zirveye ulaşmıştır. Bu zirveye ancak İslam Nizamı ve Hidâyeti sâyesinde ulaşılır.."

ALLAH'ın üzerinizdeki ni’metlerini ve "dinledik itaat ettik" dediğiniz zamanki andınızı hatırlayın. ALLAH'tan ittikâ edin. Şüphe yok ki, ALLAH göğüslerin sakladığını (sırları) bilendir"..

وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمِيثَاقَهُ الَّذِي وَاثَقَكُم بِهِ إِذْ قُلْتُمْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
"Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh (vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâti’s- sudur (sudûri).: Allah’ın, sizin üzerinizdeki ni’metini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki Allah göğüslerde (sînelerde) olanı en iyi bilir.” (Mâide 5/7)


إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَن يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Resim ---"İnnemâ kâne kavle’l- mu’minîne izâ duû ilâllâhi ve resûlihî li yahkume beynehum en yekûlû semi’nâ ve ata’nâ ve ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Onların aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resûl'üne davet edildikleri zaman mü’minlerin sözü “işittik ve itaat ettik” demeleridir. Ve işte onlar, onlar felâha erenlerdir.” (Nûr 24/51)


بَلَى مَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ وَاتَّقَى فَإِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
"Belâ men evfâ bi ahdihî vettekâ fe innallâhe yuhibbu’l- muttekîn (muttekîne).: Hayır, (öyle değil)! Kim (Allah ile olan) ahdini yerine getirir ve takvâ sahibi olursa, o taktirde muhakkak ki Allah, takvâ sahiblerini sever.” (Âl-i İmrân 3/76).

إِلاَّ الَّذِينَ عَاهَدتُّم مِّنَ الْمُشْرِكِينَ ثُمَّ لَمْ يَنقُصُوكُمْ شَيْئًا وَلَمْ يُظَاهِرُواْ عَلَيْكُمْ أَحَدًا فَأَتِمُّواْ إِلَيْهِمْ عَهْدَهُمْ إِلَى مُدَّتِهِمْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
"İllâllezîne âhedtum mine’l- muşrikîne summe lem yankusûkum şey'en ve lem yuzâhirû aleykum ehaden fe etimmû ileyhim ahdehum ilâ muddetihim, innallâhe yuhıbbu’l- muttekîn (muttekîne).: Müşriklerden ahd aldığınız kimselerden, sonradan sizden bir şey eksiltmeyenler ve size karşı birisiyle (hiç kimseyle) yardımlaşmayanlar müstesna. O taktirde onlara, onların müddetine kadar ahdlerini tamamlayın. Muhakkak ki Allah, takvâ sahiblerini sever.” (Tevbe 9/4)

كَيْفَ يَكُونُ لِلْمُشْرِكِينَ عَهْدٌ عِندَ اللّهِ وَعِندَ رَسُولِهِ إِلاَّ الَّذِينَ عَاهَدتُّمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ فَمَا اسْتَقَامُواْ لَكُمْ فَاسْتَقِيمُواْ لَهُمْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
"Keyfe yekûnu li’l- muşrikîne ahdun indallâhi ve inde resûlihî illâllezîne âhedtum inde’l- mescidi’l- harâm (harâmi), fe mâstekâmû lekum festekîmû lehum, innallâhe yuhıbbu’l- muttekîn (muttekîne).: Allah’ın ve O’nun Resûl'ünün yanında müşriklerin nasıl bir ahdi olur? Mescid-i Haram yanında ahd aldığınız kimseler müstesna. Artık sizin için ikâme ettikleri şeyde (ahdlerini tutarlarsa) siz de onlar için ikâme edin (ahdinizi yerine getirin). Muhakkak ki Allah; takvâ sahiblerini sever.” (Tevbe 9/7)


6-) SABR ETMEK:


..Ve (asıl iyilik-birr-)zorda, darda ve savaş zamanında sabredenlerinkidir.. (Bakara 2/177)

Takvâ, hakka ulaştıran bir yoldur. Takvâ yolu çeşitli zorluk ve meşakkatlerle doludur. Bu meşakkatler ve engelleri sabrederek aşmak takvâdır.

"İbn Kesir, Ömer b. el-Hattab'ın bir günü Übeyy b. Kab'a takvâyı sorduğunu ve Übeyy'in ona şöyle dediğini anlatır: “Hiç dikenli bir yolda yürüdün mü?”
Hz. Ömer: “Evet yürüdüm.”
Übeyy: “Peki ne yaptın?”
Hz. Ömer: “Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesine alabildiğine gayret ettim.”
Übeyy: “İşte takvâ budur." dedi.

"Dikenli yolda yürümek" olarak tabir edilen takvâ, sabırla iç içedir. Hattâ bazen takvâ yerine sabır kullanıldığı olur.

Kur’ÂN-ı Kerim'de;

قُلْ يَا عِبَادِ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا رَبَّكُمْ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَأَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةٌ إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُم بِغَيْرِ حِسَابٍ
"Kul yâ ıbâdıllezîne âmenûttekû rabbekum, lillezîne ahsenû fî hâzihi’d- dunyâ hasenetun, ve ardullâhi vâsiatun, innemâ yuveffe’s- sâbirûne ecrahum bi gayri hisâb (hisâbin).: De ki: "Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah'ın arz'ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.” (Zümer 39/10)

وَاصْبِرْ وَمَا صَبْرُكَ إِلاَّ بِاللّهِ وَلاَ تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلاَ تَكُ فِي ضَيْقٍ مِّمَّا يَمْكُرُونَ
"Vasbır ve mâ sabruke illâ billâhi ve lâ tahzen aleyhim ve lâ teku fî daykın mimmâ yemkurûn (yemkurûne).: Sabret! Senin sabrın sadece Allah iledir (Allah’ın tasarrufu iledir). Onların yüzünden mahzun olma ve onların kurdukları tuzaklar sebebiyle sıkılma (sıkıntı içinde olma).” (Nahl 16/127)

إِنَّ اللّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَواْ وَّالَّذِينَ هُم مُّحْسِنُونَ
"İnnallâhe meallezînettekav vellezîne hum muhsinûn (muhsinûne).: Muhakkak ki Allah, takvâ sahibleri ile beraberdir. Ve onlar, muhsinlerdir.” (Nahl 16/128)

Bu sıkıntılar, facialar ve şiddetler karşısında insanın paniğe kapılmaması; hayatın sıkıntılı ve çetin günlerinde kendine hâkim olabilmesi için ruhların terbiye edilip hazır hale getirilmesi ile mümkündür. ALLAHü Teâlâ'nın her zorluktan sonra bir kolaylık lutfedeceğini bilip sabır, sebat ve tahammül göstermek gerekir. Şüphesiz ki bu, ALLAH'dan ümidi kesmemenin, O'na bağlanıp O'na güvenerek yeryüzünü islâh edip adaleti hâkim kılmakla vazifeli olan bir ümmetin bütün güçlükler karşısında sabır ve metanetle yoluna devam etmesi lâzımdır. Fakirlik ve sefâlete karşı kuvvetsizlik ve hastalığa karşı sabır... Kifâyetsizlik ve azlığa karşı sabır... Cihad ve muhasaraya karşı sabır... Her hale ve her duruma karşı sabır... Yüklenilen büyük vazifeyi huzur, emniyet ve itidâlle hedefine ulaştırabilmek için bu sabırlar şarttır.

تِلْكَ مِنْ أَنبَاء الْغَيْبِ نُوحِيهَا إِلَيْكَ مَا كُنتَ تَعْلَمُهَا أَنتَ وَلاَ قَوْمُكَ مِن قَبْلِ هَذَا فَاصْبِرْ إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ
"Tilke min enbâil gaybi nûhîhâ ileyke, mâ kunte ta'lemuhâ ente ve lâ kavmuke min kabli hâzâ, fasbır, innel âkıbete lil muttekîn(muttekîne).: İşte bunlar, sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Sen ve senin kavmin, bundan önce onu bilmiyordunuz. Artık sabret, muhakkak ki (güzel) sonuç, takvâ sahiblerinindir.” (Hûd 11/49)

إِن تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِن تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُواْ بِهَا وَإِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ لاَ يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْئًا إِنَّ اللّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ
"İn temseskum hasenetun tesû’hum, ve in tusibkum seyyietun yefrahû bihâ ve in tasbirû ve tettekû lâ yadurrukum keyduhum şey’a(şey’en), innallâhe bi mâ ya’melûne muhît(muhîtun).: Şayet size bir hasenat (güzellik) dokunursa onları hüzünlendirir. Ve şayet size bir seyyiat (kötülük) isabet ederse, onunla ferahlanırlar (ona sevinirler). Ve eğer siz sabrederseniz ve takvâ sahibi olursanız, onların hileleri size hiçbir şeyle zarar veremez. Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını (ilmi ile) kuşatandır (bilendir).” (Âl-i İmrân 3/120)

لَتُبْلَوُنَّ فِي أَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ أَذًى كَثِيرًا وَإِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأُمُورِ
" Le tublevunne fî emvâlikum ve enfusikum ve le tesmeunne minellezîne ûtûl kitâbe min kablikum ve minellezîne eşrakû ezen kesîrâ(kesîran), ve in tasbirû ve tettekû fe inne zâlike min azmil umûr(umûri).: Mallarınız ve canlarınız hususunda siz mutlaka imtihan olunacaksınız. Sizden önce kitap verilenlerden ve şirk koşanlardan elbette birçok incitici (sözler) duyacaksınız. Eğer siz sabrederseniz ve takvâ sahibi olursanız, ki bu muhakkak, işlerin “âzim” olanlarındandır.” (Âl-i İmrân 3/186)

وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
" Vettekû fitneten lâ tusîbennellezîne zalemû minkum hâssah (hâssaten), va'lemû ennallâhe şedîdul ıkâb(ıkâbi).: Ve sizden (içinizden), sadece zalim kimselere isabet etmeyen, onlara has (özel) olmayan (diğerlerine de isabet eden) fitneden sakının (takvâ sahibi olun). Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu biliniz.” (Enfâl 8/125)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
" Yâ eyyuhâllezîne âmenusbirû ve sâbirû ve râbitû vettekûllâhe leallekum tuflihûn(tuflihûne).: Ey iman edenler, sabredin ve sabırda yarışın, (sınırlarda) nöbetleşin. Allah'tan korkun. Umulur ki kurtulursunuz.” (Âl-i İmrân 3/200)


MUTTAKÎLERİN SAYILAN VASIFLARI.:

لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
"Leysel birre en tuvellû vucûhekum kıbele’l- maşrıkı ve’l- magrıbi ve lâkinne’l- birre men âmene billâhi ve’l- yevmil âhırı ve’l- melâiketi ve’l- kitâbi ve’n- nebiyyîn (nebiyyîne), ve âte’l- mâle alâ hubbihî zevi’l- kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîne vebne’s- sebîli, ve’s- sâilîne ve fî’r- rıkâb (rıkâbi), ve ekâme’s- salâte ve âte’z- zekât(zekâte), vel mûfûne bi ahdihim izâ âhed (âhedû), ve’s- sâbirîne fî’l- be’sâi ve’d- darrâi ve hîne’l- be’si ulâikellezîne sadakû, ve ulâike humu’l- muttekûn (muttekûne).: Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin birr, kişinin, Allah’a, yevm’il âhire (Allah’a ulaşılan sonraki güne, hidâyet gününe, vuslat gününe) meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sahiblerine) yetimlere, miskinlere (çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen (muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir. Ve (Allah’a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine vefa edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (takvâ sahibi olanlardır).” (Bakara 2/177)

SONUCu ise inanmayanların;

وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ
"Ve izâ kîle lehumuttebiû mâ enzelallâhu kâlû bel nettebiu mâ elfeynâ aleyhi âbâenâ e ve lev kâne âbâuhum lâ ya’kılûne şey’en ve lâ yehtedûn (yehtedûne).: Ve onlara: “Allah’ın indirdiği şeye tâbî olun!” denildiğinde; “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (yola) tâbî oluruz.” dediler. Ve eğer, onların ataları hiçbir şeyi akıl etmiyor ve hidayete ermemiş olsalar bile mi?” (Bakara 2/170)

Muttakîlerin özellikleriyse;

وَسَارِعُواْ إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ
"Ve sâriû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâ’s- semâvâtu ve’l- ardu, uiddet li’l- muttekîn (muttekîne).: Ve Rabbiniz'den olan mağfirete ve genişliği yerler ve gökler kadar olan, muttekîler için hazırlanmış olan cennete koşun!” (Âl-i İmrân 3/133)

الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
"Ellezîne yunfikûne fî’s- serrâi ve’d- darrâi ve’l- kâzımîne’l- gayza ve’l- âfîne ani’n- nâs (nâsi), vallâhu yuhibbu’l- muhsinîn (muhsinîne).: Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân 3/134)

وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُواْ أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُواْ اللّهَ فَاسْتَغْفَرُواْ لِذُنُوبِهِمْ وَمَن يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللّهُ وَلَمْ يُصِرُّواْ عَلَى مَا فَعَلُواْ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
"Vellezîne izâ fealû fâhişeten ev zalemû enfusehum zekerûllâhe festagferû li zunûbihim, ve men yagfiru’z- zunûbe illâllâhu ve lem yusırrû alâ mâ fealû ve hum ya’lemûn (ya’lemûne).: Ve onlar (takvâ sahibleri), bir kötülük yaptıkları veya nefslerine zulmettikleri zaman Allah'ı zikrederler, hemen günahları için mağfiret dilerler. Ve Allah'tan başka kim günahları mağfiret eder. Ve onlar, yaptıkları şeylerde (hatalarda), bilerek ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân 3/135)

أُوْلَئِكَ جَزَآؤُهُم مَّغْفِرَةٌ مِّن رَّبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَنِعْمَ أَجْرُ الْعَامِلِينَ
"Ulâike cezâuhum magfiretun min rabbihim ve cennâtun tecrî min tahtihâ’l- enhâru hâlidîne fîhâ, ve ni’me ecru’l- âmilîn (âmilîne).: İşte onların mükâfatları, Rab'lerinden mağfiret ve altlarından nehirler akan, içlerinde devamlı kalacakları cennetlerdir. (Böyle) amel edenlerin mükâfatları ne güzel!” (Âl-i İmrân 3/136)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: TAKVA NEdir..

Mesaj gönderen kulihvani »

7-) ÖFKELERİNİ YUTMAK:

الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
"Ellezîne yunfikûne fî’s- serrâi ve’d- darrâi ve’l- kâzımîne’l- gayza ve’l- âfîne ani’n- nâs (nâsi), vallâhu yuhibbu’l- muhsinîn (muhsinîne).: Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (ALLAH için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve ALLAH, muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân 3/134)

Öfke kızgınlıktan dolayı kalbin alevlenmesi halidir. Onun yenilmesi ise kişinin kendisini sabra yöneltip tutması ve öfkenin herhangi bir etkisini ortaya çıkarmamasıdır.

"Öfkeyi yutmak insanın zarar gördüğü insanlara karşı kalbinde duyduğu yakıcı intikâm hissini, intikâma gücü yettiği halde tutup kalbinden taşmasını ve çıkmasını engellemek, intikâm almayıp sabır ile onu hazmetmektir"
(Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ÂN Dili, II, 1177).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "İntikâmını almaya kadir olduğu halde öfkesine hâkim olan kimseyi Cenab-ı ALLAH Kıyamet günü bütün mahlukatın huzurunda çağırır ve dilediği huriyi almakta onu serbest bırakır" buyurdu.
(Tirmizî, Birr, 74)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "İntikâm almaya gücü yettiği halde öfkesini tutan kimsenin kalbini ALLAHu Teâlâ hazretleri emniyet hissi ve imân ile doldurur" buyurdu.
(Ebu Davûd Edeb, 3)

8-.) İNSANLARI BAĞIŞLAMAK:

الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
"Ellezîne yunfikûne fî’s- serrâi ve’d- darrâi ve’l- kâzımîne’l- gayza ve’l- âfîne ani’n- nâs (nâsi), vallâhu yuhibbu’l- muhsinîn (muhsinîne).: Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (ALLAH için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve ALLAH, muhsinleri sever.” (Âl-i İmrân 3/134)

Öfkelerini yenmekle insanları bağışlamak birbirini izleyen özelliklerdir. Öfkeyi yenmenin pratik olarak görünüşü insanları affetmektir.

Yani affetmek, öfkeyi yutmanın pratik bir tezâhürüdür.

İnsanları, affetmek ALLAH'ın kanununu çiğneme hususunda değil insanın kendi şahsına karşı yapılmış bir hatayı affetmektir. Yoksa ALLAH'ın dini hususunda müsamaha olmaz.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in hayatında bunu bariz bir şekilde görmekteyiz. Meselâ had gerektiren bir hırsızlık hususunda;

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "hırsızlık yapan, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim" buyurmuştur.
(Buharî, Hudud 12; Müslim, Hudud 8,9)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kendi şahsıyla ilgili bir husus olan zehirleme teşebbüsünde bulunan bir kadını affetmiştir.
Bunun örnekleri Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'in hayatında sıkça rastlanır.

9-) GÜNAHLARDAN DERHAL MAĞFİRET DİLEME:

وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُواْ أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُواْ اللّهَ فَاسْتَغْفَرُواْ لِذُنُوبِهِمْ وَمَن يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللّهُ وَلَمْ يُصِرُّواْ عَلَى مَا فَعَلُواْ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
"Vellezîne izâ fealû fâhişeten ev zalemû enfusehum zekerûllâhe festagferû li zunûbihim, ve men yagfiruz zunûbe illâllâhu ve lem yusırrû alâ mâ fealû ve hum ya’lemûn (ya’lemûne).: Ve onlar (takva sahipleri), bir kötülük yaptıkları veya nefslerine zulmettikleri zaman Allah'ı zikrederler, hemen günahları için mağfiret dilerler. Ve ALLAH'tan başka kim günahları mağfiret eder. Ve onlar, yaptıkları şeylerde (hatalarda), bilerek ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân 3/135)

Muttakîlerin en önemli vasıflarından biri de ALLAH'tan istiğfar dilemektir. Bu vasıf kişinin ALLAH'ı unutmadığını, devamlı ALLAH'ın murakebesi altında bulunduğunu hissettiğini, bu dinin sahibi ALLAHu zü’L- CeLÂL’dan gerçekten ittikâ ettiğini gösterir. Eğer bir kişi günahlarının bağışlanmasını kendini yaratan ALLAH'dan istemiyor ve O'na niyazda bulunmuyorsa O'nun müttakiliği nerede kalıyor?

ALLAHu zü’L- CeLÂL bir başka âyet-i kerimede muttakîlerin vasfını şöyle belirtiyor:

إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَواْ إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِّنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُواْ فَإِذَا هُم مُّبْصِرُونَ
"İnnellezînettekav izâ messehum tâifun mine’ş- şeytâni tezekkerû fe izâhum mubsırûn (mubsırûne).: Muhakkak ki; takva sahibi kimseler şeytandan onlara gözü bürüyen bir vesvese dokunduğu zaman (Allah’ı) tezekkür ederler (Allah’la tezekkür ederler). İşte o zaman onlar, basar edenlerdir (kalp gözlerinin basar hassası ile görürler).” (A’râf 7/201)

İslam bununla ruhsatçılığa dâvet etmiyor. Alçak bir hayata da teşvik etmiyor. Realistlerin çağırdığı gibi iğrenç bataklığa da çağırmıyor. Sadece insan nefsinden rica duymak istiyor. ALLAH'tân mağfiret dilemek.. ALLAH'tan başka kimden mağfiret dilenilebilir ki? Âyet-i kerime insana zaaflarını hatırlatıyor. Ahlâksızlığı değil, istiğfarı teşvik ediyor. Ahlaksızlığa dalıp da ısrar edenler ortadadırlar. Kapıları yüzlerine kapanmış, dışarıda kalmışlardır.

الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا إِنَّنَا آمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
"Ellezîne yekûlune rabbenâ innenâ âmennâ fagfir lenâ zunûbenâ ve kınâ azâbe’n- nâr (nâri).: Onlar (takva sahipleri): “Rabbimiz, biz hiç şüphesiz mü’min olduk (îmân ettik), artık bizim günahlarımızı (sevaba çevirerek) bize mağfiret et ve bizi ateş azabından koru.” derler.” (Âl-i İmrân 3/16)

الصَّابِرِينَ وَالصَّادِقِينَ وَالْقَانِتِينَ وَالْمُنفِقِينَ وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَارِ
"Es sâbirîne ve’s- sâdıkîne ve’l- kânitîne ve’l- munfikîne ve’l- mustagfirîne bi’l- eshâr (eshâri).: (Onlar), sabredenler, sâdıklar (ahdlerine vefa edenler), kânitîn olanlar (Allah’ın huzurunda saygı ile duranlar), infâk edenler (Allah için verenler) ve seherlerde mağfiret dileyenlerdir.” (Âl-i İmrân 3/17)

10-) HATADA ISRARLI OLMAMAK:

وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُواْ أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُواْ اللّهَ فَاسْتَغْفَرُواْ لِذُنُوبِهِمْ وَمَن يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللّهُ وَلَمْ يُصِرُّواْ عَلَى مَا فَعَلُواْ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
"Vellezîne izâ fealû fâhişeten ev zalemû enfusehum zekerûllâhe festagferû li zunûbihim, ve men yagfiruz zunûbe illâllâhu ve lem yusırrû alâ mâ fealû ve hum ya’lemûn (ya’lemûne).: Ve onlar (takva sahipleri), bir kötülük yaptıkları veya nefslerine zulmettikleri zaman Allah'ı zikrederler, hemen günahları için mağfiret dilerler. Ve ALLAH'tan başka kim günahları mağfiret eder. Ve onlar, yaptıkları şeylerde (hatalarda), bilerek ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân 3/135)

11-) KUR’ÂN-I KERİM VE RASÛLE TÂBİ OLMAK:

وَهَذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ فَاتَّبِعُوهُ وَاتَّقُواْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
"Ve hâzâ kitâbun enzelnâhu mubârakun fettebiûhu vettekû leallekum turhamûn (turhamûne).: Ve indirdiğimiz bu kitap mübarektir. Öyleyse ona tâbî olun. Ve takva sahibi olun. Böylece siz rahmet olunursunuz (rahmete ulaşırsınız).” (En’âm 6/155)

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا
"Yâ eyyuhân nebiyyuttekillâhe ve lâ tutıi’l- kâfirîne ve’l- munâfikîne, innallâhe kâne alîmen hakîmâ (hakîmen).: Ey Nebî (Peygamber), Allah’a karşı takva sahibi ol! Ve kâfirlere ve münafıklara itaat etme! Muhakkak ki Allah; Alîm’dir (en iyi bilen), Hakîm’dir (hüküm ve hikmet sahibi).” (Ahzâb 33/1)

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأَنفَالِ قُلِ الأَنفَالُ لِلّهِ وَالرَّسُولِ فَاتَّقُواْ اللّهَ وَأَصْلِحُواْ ذَاتَ بِيْنِكُمْ وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
"Yes’elûneke ani’l- enfâl (enfâli), kuli’l- enfâlu lillâhi ve’r- resul (resûli), fettekullâhe ve aslihû zâte beynikum ve etîûllâhe ve resûlehû in kuntum mu’minîn (mu’minîne).: Sana ganimetlerden sorarlar: “Ganimetler, Allah’ın ve Resûl’ündür.” de. Artık Allah’a karşı takva sahibi olun ve aranızdaki durumu (sahip olduğunuz hali) ıslâh edin (düzeltin)! Eğer mü’minlerseniz, Allah’a ve O’nun Resûl’üne itaat edin.” (Enfâl 8/1)

وَمَن يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللَّهَ وَيَتَّقْهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ
"Ve men yutıillâhe ve resûlehu ve yahşallâhe ve yettakhi fe ulâike humu’l- fâizûn (fâizûne).: Ve kim Allah’a ve resûlüne itaat ederse ve Allah’a huşû duyar ve O’na karşı takva sahibi olursa o taktirde işte onlar, onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nûr 24/52)

مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
"Mâ efâallâhu alâ resûlihî min ehlil kurâ fe lillâhi ve li’r- resûli ve li zî’l- kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîni vebni’s- sebîli key lâ yekûne dûleten beyne’l- agniyâi minkum, ve mâ âtâkumu’r- resûlu fe huzûhu ve mâ nehâkum anhu fentehû, vettekûllâh (vettekûllâhe), innallâhe şedîdu’l- ikâb (ikâbi).: Allah’ın o şehir halkının (malından), resûlüne fey olarak verdiği şey (savaşsız elde edilen ganimet), artık Allah’ın, resûlünün (peygamberinin), ona yakınlığı olanların, yetimlerin ve yoksulların ve yolcularındır. (Bu) içinizden zengin olanların arasında elden ele dolaşan bir mal (servet) olmaması içindir. Ve resûl, size ne verdiyse o zaman onu alın. Ve o, sizi neden nehyetti ise o taktirde ondan vazgeçin. Allah’a karşı takva sahibi olun. Muhakkak ki Allah, ikabı (azabı) şiddetli olandır.” (Haşr 59/7)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: TAKVA NEdir..

Mesaj gönderen kulihvani »

12-) DOSTLUKLARINDA SAMİMÎ VE DEVAMLI OLMAK:

الْأَخِلَّاء يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ إِلَّا الْمُتَّقِينَ
"El ehillâu yevme izin ba’duhum li ba’dîn aduvvun illâ’l- muttakîn (muttakîne).: Muttakiler hariç olmak üzere, o gün, dostların kimi kimine düşmandır.” (Zuhrûf 43/67)

13-) ÂDİL OLMAK:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ لِلّهِ شُهَدَاء بِالْقِسْطِ وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلاَّ تَعْدِلُواْ اعْدِلُواْ هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
"Yâ eyyuhâllezîne âmenû kûnû kavvâmîne lillâhi şuhedâe bi’l- kıstı ve lâ yecrimennekum şeneânu kavmin alâ ellâ ta’dilû. I’dilû, huve akrabu li’t- takvâ vettekûllâh (vettekûllâhe) innallâhe habîrun bimâ ta’melûn (ta’melûne).: Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvâya daha yakındır. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Mâide 5/8)

14-) NASİHAT ve TEBLİĞ ETMEK:

وَإِذَا رَأَيْتَ الَّذِينَ يَخُوضُونَ فِي آيَاتِنَا فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتَّى يَخُوضُواْ فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ وَإِمَّا يُنسِيَنَّكَ الشَّيْطَانُ فَلاَ تَقْعُدْ بَعْدَ الذِّكْرَى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
"Ve izâ raeytellezîne yahûdûne fî âyâtinâ fe a’rıd anhum hattâ yahûdû fî hadîsin gayrihî, ve immâ yunsiyenneke’ş- şeytânu fe lâ tak’ud ba’de’z- zikrâ meal kavmi’z- zâlimîn (zâlimîne).: Âyetlerimiz hakkında (alaylı) konuşmaya dalanları gördüğün zaman, ondan başka bir söze geçinceye kadar artık onlardan yüz çevir. Ama şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğuyla beraber oturma.” (En’âm 6/68)

15-) SÂLİH AMEL İSTEMEK ve GECELERİ İBADET ETMEK:

إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ
"İnne’l- muttakîne fî cennâtin ve uyûnin.: Muhakkak ki takvâ sahibleri, cennetlerde ve pınarlardadır.” (Zariyât 51/15)

آخِذِينَ مَا آتَاهُمْ رَبُّهُمْ إِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذَلِكَ مُحْسِنِينَ
"Âhizîne mâ âtâhum rabbuhum, innehum kânû kable zâlike muhsinîn (muhsinîne).: Rab’lerinin onlara verdiği şeyi alanlar; muhakkak ki onlar, bundan önce muhsin olanlardır.”(Zariyât 51/16)

كَانُوا قَلِيلًا مِّنَ اللَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ
"Kânû kalîlen mine’l- leyli mâ yehceûn (yehceûne).: Onlar geceden uyudukları şey (zaman parçası) çok az olanlardı.” (Zariyât 51/17)

وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
"Ve bi’l- eshârihum yestağfirûn (yestağfirûne).: Ve onlar, seher vakitlerinde mağfiret dilerler.” (Zariyât 51/18)

وَفِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِّلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ
"Ve fî emvâlihim hakkun li’s- sâili ve’l- mahrûmi.: Ve onların mallarında isteyenlerin ve mahrum olanların (isteyemeyenlerin) hakkı vardır.” (Zariyât 51/19)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Eğer gece namazı da bulsa, Abdullah ne iyi adam" buyurdu.
(Buharî, Teheccüd, 2)

لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُواْ إِذَا مَا اتَّقَواْ وَّآمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ ثُمَّ اتَّقَواْ وَّآمَنُواْ ثُمَّ اتَّقَواْ وَّأَحْسَنُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
"Leyse alâllezîne âmenû ve amilû’s- sâlihâti cunâhun fîmâ taimû izâ mâttekav ve âmenû ve amilûs sâlihâti summettekav ve âmenû summettekav ve ahsenû vallâhu yuhibbu’l- muhsinîn (muhsinîne).: İman ednler ve salih amel yapanlar (ıslâh edici amel, nefs tezkiyesi yapanlar) üzerine, takvâ sahibi olmadıkları zaman yediklerinden dolayı bir günah yoktur. Âmenû olun ve amilûssâlihat yapın! Sonra da takvâ sahibi olun! Âmenû olun sonra da takvâ sahibi olun ve ahsen olun! Allah muhsinleri (ahsen olanları, 4. takvâya ulaşanları) sever.” (Mâide 5/93)

وَلَقَدْ أَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ آيَاتٍ مُّبَيِّنَاتٍ وَمَثَلًا مِّنَ الَّذِينَ خَلَوْا مِن قَبْلِكُمْ وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ
"Ve lekad enzelnâ ileykum âyâtin mubeyyinâtin ve meselen minellezîne halev min kablikum ve mev’izaten lil muttakîn(muttakîne).: Ve andolsun ki size, açıklanmış âyetler ve sizden önce geçmiş (nesillerden) örnek(ler) ve muttakiler (takvâ sahibleri) için öğütler (emirler) indirdik.” (Nûr 24/34)

16-) CİHAD ETMEK:

لاَ يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ
"Lâ yeste'zinukellezîne yu'minûne billâhi ve’l- yevmil âhiri en yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim, vallâhu alîmun bi’l- muttakîn (muttakîne).: Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden evvel Allah’a ulaşma gününe) îmân eden kimseler, malları ve canları ile cihad etmek konusunda senden izin istemezler. Ve Allah, takvâ sahiblerini bilir.” (Tevbe 9/44)


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ قَاتِلُواْ الَّذِينَ يَلُونَكُم مِّنَ الْكُفَّارِ وَلِيَجِدُواْ فِيكُمْ غِلْظَةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ
"Yâ eyyuhâllezîne âmenû kâtilûllezîne yelûnekum mine’l- kuffâri velyecidû fîkum gilzah (gilzaten), va’lemû ennallâhe mea’l- muttakîn (muttakîne).: Ey iman edenler! Küffardan (kâfirlerden) size en yakın olanlarla savaşın ve sizde bir kuvvet (azîm) bulsunlar! Ve biliniz ki; Allah, muhakkak takvâ sahibleriyle beraberdir.” (Tevbe 9/123)

ALLAHu zü’L- CeLÂL Muttakîlerin mükafaatlarını yine Kur'ÂN-ı Kerîmde buyurup duyurmaktadır.:

مَّا كَانَ اللّهُ لِيَذَرَ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى مَآ أَنتُمْ عَلَيْهِ حَتَّىَ يَمِيزَ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلَكِنَّ اللّهَ يَجْتَبِي مِن رُّسُلِهِ مَن يَشَاء فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَإِن تُؤْمِنُواْ وَتَتَّقُواْ فَلَكُمْ أَجْرٌ عَظِيمٌ
"Mâ kânallâhu li yezere’l- mu’minîne alâ mâ entum aleyhi hattâ yemîze’l- habîse mine’t- Tayyib (tayyibi), ve mâ kânallâhu li yutliakum alâl gaybi ve lâkinnallâhe yectebî min rusulihî men yeşâu fe âminû billâhi ve rusulihî, ve in tu’minû ve tettekû fe lekum ecrun azîm (azîmun).: Allah, habis olanı (kötüyü), temiz olandan (mü'min olanı, mü'min gözükenden) ayırıncaya kadar mü'minleri, sizin bulunduğunuz hâl üzere (mü'min olanla mü'min gözükenin bir arada olduğu bir durumda) terk edecek değildir. Ve Allah sizi gayba muttali edecek (gaybı bildirecek) değildir. Ve lâkin Allah, resûllerinden dilediği kimseyi seçer (gaybı o resûlüne bildirir). O halde, Allah'a ve O'nun resûllerine îmân edin. Ve eğer âmenû olur ve takvâ sahibi olursanız, o zaman sizin için "Büyük Ecir" vardır.” (Âl-i İmrân, 3/179)

إِنَّ لِلْمُتَّقِينَ عِندَ رَبِّهِمْ جَنَّاتِ النَّعِيمِ
"İnne li’l- muttakîne inde rabbihim cennâtin naîm (naîmi).: Muhakkak ki takvâ sahibleri için, Rab’lerinin yanında Naîm cennetleri vardır.” (Kalem 68/34)

وَسَارِعُواْ إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ
"Ve sâriû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâ’s- semâvâtu ve’l- ardu, uiddet li’l- muttekîn (muttekîne).: Ve Rabbiniz'den olan mağfirete ve genişliği yerler ve gökler kadar olan, muttekîler için hazırlanmış olan cennete koşun!” (Âl-i İmrân 3/133)

أَمْ نَجْعَلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَالْمُفْسِدِينَ فِي الْأَرْضِ أَمْ نَجْعَلُ الْمُتَّقِينَ كَالْفُجَّارِ
"Em nec’alullezîne âmenû ve amilû’s- sâlihâti kel mufsidîne fî’l- ardı em nec’alu’l- muttakîne kel fuccâr (fuccâri).: Yoksa Biz, iman edip salih amellerde bulunanları yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi (bir) mi tutacağız? Ya da muttakileri facirler gibi (bir) mi tutacağız?” (Sâd 38/28)

تِلْكَ الدَّارُ الْآخِرَةُ نَجْعَلُهَا لِلَّذِينَ لَا يُرِيدُونَ عُلُوًّا فِي الْأَرْضِ وَلَا فَسَادًا وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ
"Tilked dâru’l- âhıratu nec’aluhâ lillezîne lâ yurîdûne uluvven fî’l- ardı ve lâ fesâdâ (fesâden), ve’l- âkıbetu li’l- muttakîn (muttakîne).: İşte bu ahiret yurdu ki onu, yeryüzünde üstün olmak ve fesat çıkarmak istemeyenlere tahsis ederiz. Akıbet (güzel sonuç) muttekîlerindir (takvâ sahiblerinindir).” (Kasas 28/83)

هَذَا ذِكْرٌ وَإِنَّ لِلْمُتَّقِينَ لَحُسْنَ مَآبٍ
"Hâzâ zikrun, ve inne li’l- muttakîne le husne meâb (meâbin).: Bu (Kur’ân-ı Kerim), bir Zikir’dir. Ve muhakkak ki muttakiler (takvâ sahibleri) için sığınakların en güzeli (Allah’ın Zat’ı) vardır.” (Sâd 38/49)

جَنَّاتِ عَدْنٍ مُّفَتَّحَةً لَّهُمُ الْأَبْوَابُ
"Cennâti adnin mufettehaten le humu’l- ebvâb (ebvâbu).: Kapıları onlara açılmış olan adn cennetleri vardır.” (Sâd 38/50)

مُتَّكِئِينَ فِيهَا يَدْعُونَ فِيهَا بِفَاكِهَةٍ كَثِيرَةٍ وَشَرَابٍ
"Muttekîne fîhâ yed’ûne fîhâ bi fâkihetin kesîratin ve şerâb (şerâbin).: Orada yaslanıp oturarak pekçok meyve ve içecek isterler.” (Sâd 38/51)

وَعِندَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ أَتْرَابٌ
"Ve indehum kâsırâtu’t- tarfi etrâb (etrâbun).: Ve onların yanlarında bakışlarını saklayan (yalnız eşlerine bakan), aynı yaşta kadınlar vardır.” (Sâd 38/52)

إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي مَقَامٍ أَمِينٍ
"İnne’l- muttakîne fî makâmin emîn (emînin).: Muhakkak ki takvâ sahibleri, mutlaka emin makamlardadır.” (Duhân 44/51)

فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ
"Fî cennâtin ve uyûn (uyûnin).: Cennetlerde ve pınarlarda.” (Duhân 44/52)

يَلْبَسُونَ مِن سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَقَابِلِينَ
"Yelbesûne min sundusin ve istebrakın mutekâbilîn (mutekâbilîne).: Karşılıklı ipekten ve atlastan giysiler giyerler.” (Duhân 44/53)

كَذَلِكَ وَزَوَّجْنَاهُم بِحُورٍ عِينٍ
"Kezâlike ve zevvecnâhum bi hûrin în (înin).: İşte müminlerin cennetteki yeri böyledir. Hem onları iri gözlü Hûri’lerle de eşlendirdik.” (Duhân 44/54)

يَدْعُونَ فِيهَا بِكُلِّ فَاكِهَةٍ آمِنِينَ
"Yed’ûne fîhâ bi kulli fâkihetin âminîn (âminîne).: Orada emniyet içinde her çeşit meyveden isterler.” (Duhân 44/55)
لَا يَذُوقُونَ فِيهَا الْمَوْتَ إِلَّا الْمَوْتَةَ الْأُولَى وَوَقَاهُمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ
"Lâ yezûkûne fîhâ’l- mevte illâl mevtete’l- ûlâ, ve vekâhum azâbe’l- cahîm (cahîmi).: Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar. Ve (Allah, böylece) onları cehennem azabından korumuştur.” (Duhân 44/56)

فَضْلًا مِّن رَّبِّكَ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
"Fadlen min rabbike zâlike huve’l- fevzu’l- azîm (azîmu).: Senin Rabbinden fazl (lütuf) olarak işte bu, (en büyük kurtuluş) fevz-ül azîmdir.” (Duhân 44/57)

قُلْ أَذَلِكَ خَيْرٌ أَمْ جَنَّةُ الْخُلْدِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ كَانَتْ لَهُمْ جَزَاء وَمَصِيرًا
"Kul e zâlike hayrun em cennetu’l- huldilletî vuide’l- muttakûn (muttakûne), kânet lehum cezâen ve masîrâ (masîren).: De ki: “Bu mu daha hayırlıdır, yoksa muttakilere (takvâ sahiblerine) vaadedilen, onlar için bir ceza (mükâfat) ve dönüş yeri olan 'Cenneti Huld' mu (ebedî cennet mi)?” (Furkân 25/11)

وَسِيقَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى جَهَنَّمَ زُمَرًا حَتَّى إِذَا جَاؤُوهَا فُتِحَتْ أَبْوَابُهَا وَقَالَ لَهُمْ خَزَنَتُهَا أَلَمْ يَأْتِكُمْ رُسُلٌ مِّنكُمْ يَتْلُونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِ رَبِّكُمْ وَيُنذِرُونَكُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا قَالُوا بَلَى وَلَكِنْ حَقَّتْ كَلِمَةُ الْعَذَابِ عَلَى الْكَافِرِينَ
"Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme zumerâ (zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti rabbikum ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetu’l- azâbi alâ’l- kâfirîn (kâfirîne).: Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman, onun (cehennemin) kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek) uyarsın?” (Cehenneme gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak oldu.” (Zümer 39/71)

فَأَنذَرْتُكُمْ نَارًا تَلَظَّى
"Fe enzertukum nâran telezzâ.: İşte sizi yakıcılığı gittikçe artan bir ateşle uyardım.” (Leyl 92/14)

لَا يَصْلَاهَا إِلَّا الْأَشْقَى
"Lâ yaslâhâ illâ’l- eşkâ.: Ona çok şâkî olandan başkası yaslanmaz (atılmaz).” (Leyl 92/15)

Diz üstü bırakıldıkları zaman
ثُمَّ نُنَجِّي الَّذِينَ اتَّقَوا وَّنَذَرُ الظَّالِمِينَ فِيهَا جِثِيًّا
" Summe nuneccîllezînettekav ve nezeruz zâlimîne fîhâ cisiyyâ(cisiyyen).: Sonra takvâ sahiblerini kurtaracağız. Ve zalimleri, diz üstü çökmüş olarak bırakacağız.” (Meryem, 19/72)

يَوْمَ نَحْشُرُ الْمُتَّقِينَ إِلَى الرَّحْمَنِ وَفْدًا
"Yevme nahşuru’l- muttekîne ilâ’r- rahmâni vefdâ (vefden).: O gün muttakileri (takvâ sahiblerini), Rahmân’ın huzurunda izzet ve ikramla haşredeceğiz (toplayacağız).” (Meryem 19/85)

وَسَيُجَنَّبُهَا الْأَتْقَى
" Ve se yucennebuhâl etkâ.: Çok takvâ sahibi olan ise ondan (narı telazzadan) uzaklaştırılacak.” (Leyl 92/17)

وَسِيقَ الَّذِينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ إِلَى الْجَنَّةِ زُمَرًا حَتَّى إِذَا جَاؤُوهَا وَفُتِحَتْ أَبْوَابُهَا وَقَالَ لَهُمْ خَزَنَتُهَا سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ
"Vesîkallezînettekav rabbehum ilâ’l- cenneti zumerâ (zumeran), hattâ izâ câuhâ ve futihat ebvâbuhâ ve kâle lehum hazenetuhâ selâmun aleykum tıbtum fedhulûhâ hâlidîn (hâlidîne).: Rab’lerine karşı takvâ sahibi olanlar (cehennemi gördükten sonra) zümre zümre cennete sevkedilirler. Oraya (cennete) geldikleri zaman onun (cennetin) kapıları açılır. Ve onun (cennetin) bekçileri, onlara: "Selâmun aleykum, siz temize çıktınız (aklandınız) ve öyleyse ebedi olarak ona (cennete) girin" derler.” (Zümer 39/173)
Resim
Cevapla

“Divanında Muhammedi Tasavvuf” sayfasına dön