2008 Şubat Haber Arşivi

2008 yılına ait aylara göre haber/makaleler.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 06.02.2008 Saat: 12:13 Gönderen: kulihvani

Resim


Güllerin Efendisine Mektubum

İllaedep

Yüzüne bakılınca insanın gözlerini kamaştıran, kokusuyla insanın aklını başından alan, hele bir de sesi duyulunca insanın içini titreten Güzeller Güzeli Sevgili Peygamberim!..

İçimden geçenleri Sana yazıyorum, gerçi biliyorsun yazmama da gerek yok ama Senin bildiğine bu gözler de şahid olsun istiyorum.
Bu gönlümde oluşan kıpırtıların sebebi Sen olunca, Seninle tekrar yaşamak istiyorum.
Sana açtığım gönül penceremden akıp gideni, kim ne derse desin aldırmadan yazmaya devam ediyorum.

Çevremde olup bitene karışmadan sıyrılıp koşuyorum Efendim Sana.
Dünyanın hızına karışıp un ufak olmadan sıyrılmaya çalışana, Aklı Salih olabilene, Gönlü bulandırmadan sevebilene Aşk Olsun...
İnşallah BİZ’e de Aşk olsun diye uğraşıyorum.
Gecemi gündüzümü veriyorum ama işin içinden çıkamıyorum Efendim!
Her şeyi bir kenara bıraktım Seni arıyorum!..


Seni
ne kadar özlüyoruz bildirebilsem Efendim!
Sıkıntımızın, derdimizin ya da en doğrusu kendimizin içinden çıkamamamızın tek sebebi Sensizlik!

Seni bulamayışımız başımıza hep iş açıyor da hâlâ derlenip toparlanmayı beceremiyoruz.
Seni bulamayışımız aramamızdan kaynaklanıyor da ne arayacağımıza bir türlü karar veremiyoruz.
Arayıp bulduk sandıklarımızın Bizi Senden uzaklaştırdığını görüyoruz da üzülüyoruz.
Sana sımsıkıya bağlı olanların Celâline ise dayanmakta zorlanıyoruz.
O kadar aciziz ki düşününce anlıyoruz.

Neden biz kuş olup uçamıyoruz?
Neden gül olup açılıp saçılamıyoruz?
Seninle neden her dem birlikte olduğumuzun idrakine varamıyoruz Efendim?

----- "Her şeyin bir zamanı var!" dersin...
-----"Gülün tohumu toprakta, ufacık tek bir gül olabilmek için ne bâdirelerden geçiriliyor!" dersin.
Toprakta çektikleri yetmiyor toprağın üstüne çıktıkça da yazın sıcaklığı ile kavrulmaya kışın dondurucu soğuğuna göğüs germeye devam ediyor.
Hatta o başından aşağıya sel götüren sularda teslimiyetinden asla vazgeçmeyerek şöyle sesleniyor :
“Başımı eğdirecek kadar şiddetli yağan yağmur akıp gitsin de tohumumun filiz bulduğu ilk noktaya kadar ulaşsın, böylece beni toprağa daha da sabitleyerek sebebimi Cümle Âleme duyursun!” Gül kendisini Var Edene duyduğu sonsuz güveni sayesinde ateş gibi kıpkırmızı güllerini ortalığa çıkartarak koklayanın can bulmasını, bakanın ise bir hoş olmasını sağlıyor..
"Her şeyin bir zamanı var!" dersen, ben önünde eğilir beklerim,
Tâ ki bir hoş olana kadar Gül Kokulu Peygamberim!..


illaedep...26.01.2008
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 09.02.2008 Saat: 19:24 Gönderen: kulihvani

Resim

aşk : kızılkor''da yürüyüştür ! ! ! !



BEN KİMİ SEVDİM ? ? ? ?

"Erenler erdemin yoluyum!" diyor!
"Şahların Şahbâz’ın koluyum!" diyor!
İlim-edeb bilmez, "Doluyum!" diyor!
Dolu’dan usandım, DOST! BOŞ’u sevdim…


AHU’nun Aşkıysa aklını alan
Başını sınırsız SEVDÂya salan
Pervâneler gibi Ateşe dalan
İsimsiz-Cisimsiz Can Coş’u sevdim…

Sırrın Semâsı’nda sekiyorum DOST!
Yoluna göz yaşı döküyorum DOST!
Ayık’lardan çektim, çekiyorum DOST!
Uyur - Uyurgezer - Sarhoş’u sevdim…


Yayan yürüyeni, Atlıyı değil!
Açıkça Âşıksa , katlıyı değil!
Acıyı, Tuzluyu, Tatlıyı değil!
Ekşiyi sevmedim, Mayhoş’u sevdim…


Var’ın esirgemez CAN’ını verir!
Şirin’e Ferhat’tır dağı devirir!
Buz Dağı sanırsın SU olur erir!
İhvanî’m “BİR”likte BİR HOŞ’u sevdim…

.
Resim
.

düşünme! Sen''de BİZ''densin ! ! ! !

09.02.2008 17:00
a n t a l y a
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 11.02.2008 Saat: 13:57 Gönderen:kulihvani

Resim


ALLAH DOSTU

DER Kİ :

YAZILMAMIŞ SIRLARIN İLKİ
YAZILACAK SIRLARIN SONU


M. DERMAN
ANKARA – 1987

Mukaddime!
Hocamızın senelerce evvel yazılmış ve neşredilmemiş eserlerinden rica ederek küçük bir tomarını aldık.
"Hocam bunları biz neşredeceğiz!" dediğimizde, boynunu bükerek :
"Siz bilirsiniz!" dedi.
Biz de bunu izin bilerek, faydalı olur ümüdiyle, gönül gözü açık olanlara hediye ediyoruz.

Hazırlayanlar


BAŞLARKEN....


Resim

Biz bu yazıları çok zahmetle topladık:
Hocadan da şeceresi hakkında malumat niyaz ettik.
Dertlerini ve içini bir türlü dışarı vurmayan yüzü biraz başkalaştı buyurdu ki :

"Ne şeceresi istiyorsunuz.
Şecere ağaç demektir.
Tohum ağaç olduktan sonra kaybolur.
Yu¬karı çıkar gölge verir, meyve verir, devâ olur.
Keserler, bir çok işlerde kullanırlar.
Yakarlar, ısınırlar birçok şeyler alırlar ondan insanlar.

Gizlenir toprak altına, ismine kök derler.
Gizli rızkını alır.
Su alır topraktan büyür gider.
Bir gün ömür bitti mi kurur, yıkılır gider, tekrar görünmez kaybolur.
Şeceremi istiyorsunuz.
Bu arzunuz görünüşte bana iltifat ve kıymet vermek demektir. Halbuki benim için öyle değildir...
Şecerem herkesin olduğu gibi bir anne, bir babadan.
Hakk onlardan razı olsun, bizde insanlar arasına girdik.
Şeceremi ben unuttum.
Belki insanlar arasında bana kibir süsü verecek hâllere sebep olur.
Ben utanırım Haktan...
Şecere ile medhedilmeyi veya zem edilmesini!..
Anamın ismi, Şehvâr Hatun.
Babamın ismi, Ahmet Rasim Efendi.
Anamın anası, Pembe Hatun.
Anamın babası, Uzun Mehmet Efendi.
Babamın anası, Cevâhir Hatun. "Kafkasya'dan"
Babamın babası, Hacı Ali "Buhara'dan".
Anamın doğum yeri, Gümüşhane.
Babamın doğum yeri, Vakfıkebir.
Anamın ana tarafından büyük annesi, Gül Hatun veya halk arasındaki ismi "Evliya Kadın"
Türbesi Gümüşhane'nin Hedre köyündedir.

Netice: Rasim efendi oğlu Şehvar Hatun'dan doğup, süt emen Hüseyin Münir işte şecerem bu...
Kur’ân öğreten: Hâfız Nigar Hatun.
Hocam: Ömer İnan Efendi Rahmetullahi Aleyh.
Vaaz ve Nasihatçım: Annem Şehvâr Hatun.
Hepsinden Hak razı olsun.
Nazım ve Nuriye isminde iki kardeşim küçükken, ben doğmadan ölmüşler.
Ağabeyim Hasan Kazım o da kırk yedi yaşında Hakk’a kavuştu.
En küçük evlâtları benim.
Hepsinden çok dünyada kalan da be¬nim.
Annem seksenaltı, babam ellidört yaşında Hakk’a vardılar.
Netice: Allah'ın kulu olmaya, Resul'ün görünmeyen gölgesini takip etme¬ye ve ümmeti olmaya çabalayan biriyim!.."


HAZIRLAYANLAR
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 11.02.2008 Saat: 20:33 Gönderen: kulihvani


Resim


GÖNÜL GÖZÜ

Mehmet Emin


ÖNSÖZ

Gönül gözü bir aynadır; bu aynada Hakk (cc) görünür…
Hakk’tan gelen yansımalar her an yansır bu aynadan…
Gönül gözün açık ise sana nice sırr görünür…
Bazen öyle, bazen böyle gönle düşen güzellikler,
Dost Emin’den yazı olur ama size az görünür…
O ummandan birkaç damla dökebilsem gönlünüze,
Mutluluğum artar benim neşem sizle çok görünür…
Dilerim ki yüce Mevlâ nasip etsin, gönül gözün açık olsun!
Bak ki o dem ne görünür, ne görünür!..

Resim

Kulağın aç iyi dinle
Kulağına küpe olsun
İç sesini duy ve işit
Gönül gözün açık olsun!

Görmediğin nice şeyi
Bilmediğin bin bir şeyi
Gösterir o gönül gözü
Gönül gözün açık olsun!

Gözlerini kapatsan da
Kulağınla duymasan da
Çıkar gönül aynasında
Gönül gözün açık olsun!

Dost Emin der ne güzel şey
Beş duyudan ayrı bir şey
Algılanır her türlü şey
Gönül gözün açık olsun!..


Hamd O’nadır, şükürler O’na!
Her türlü nimete ve de aşkına!..


Mehmet Emin
2008- Ankara
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 14.02.2008 Saat: 12:53 Gönderen: kulihvani


Resim



GÜZEL



Mehmed Emin

Bir sonbahar günü Ankara’dan çıktım yola besmeleyle, İstanbul’a gidiyorum.
Bir güzellik bir güzellik… anlatmak mümkün değil…
Gören gözü vermişse El-Basîr görürsün, görürsün de titrer erirsin güzellikten…

Sonbaharın olgun güzeli mi, yoksa ilkbaharın coşkulu kıpır kıpır, hayata yeni merhaba diyen güzeli mi güzel dersen, güzellikler ezelî.
Güzel’den geldiği için hepsi birbirinden güzel derim!..

Güzeller güzeli seyrana çıkmış
Onda güzel, şunda güzel, sende güzelmiş
Kendini seyredip aynaya bakmış
Onda güzel, şunda güzel, sende güzelmiş!..

Toprakta ot olup yeşile çalmış
Çiçeklenmiş her yer rengârenk olmuş
Güzeller güzeli kendini görmüş
Onda güzel, şunda güzel, sende güzelmiş!..


Kanatlanıp uçmuş gökte kuş olmuş
Denizlerde yüzen bir balık olmuş
Hayvandan insana nice can olmuş
Onda güzel, şunda güzel, sende güzelmiş!..

Beşerken gelişip insan görünmüş
Kendinden kendine mü’min kul olmuş
Dost Emin Tanrıyı her yerde görmüş
Onda güzel, şunda güzel, sende güzelmiş!..


Yoldayım sağımda solumda muhteşem bir tablo izliyorum. Bayıldım…
Baygın, baygın gözlüyorum, zâten mümkünü yok ayılmanın …
Çam ormanlarının görkemli, esrarlı koyu yeşili içinde envâi çeşit yeşil, sarı, kızıl renklerle farklı farklı ağaçlar, ağaççıkların desenleri…
Bu üç boyutlu harika tabloyu gören göz nasıl etkilenmez güzellikten…
Nasıl o en büyük, o tek büyük, o ezel ebed baki olan El-Musavvir’i düşünmeden gelir geçer buralardan…
Şükür ki gören gözü, ulvî duyguları veren değerlendirecek aklı da vermiş…
Zâten baygındım dostlar, birkaç ay önce Antalya’da begonvillerle bezenmiş bir güzel bahçeden denize bakarken bayılmıştım…
Ayılmadan tekrar bayıldım..

İçtim kevser oldum sarhoş
Mümkünü yok ayılmanın
Gördüm duydum her şey bir hoş
Mümkünü yok ayılmanın…

Yeşil güzel, mavi güzel
Sarı güzel, kızıl güzel
Hakk yaratmış her şey güzel
Mümkünü yok ayılmanın…


./..

Güzelleri yaratan kim?
Bakan kim ki gören de kim?
Gözden kalbe gösteren kim?
Mümkünü yok ayılmanın…

Kevser içen durmaz erir
Sarhoş olur bunu bilir
Güzellikler Hakk’tan gelir
Mümkünü yok ayılmanın…

Gördü gözler gönül coştu
Aşka düştü dışa taştı
Güzellikten dilim şaştı
Mümkünü yok ayılmanın…

Dost Emin der mâivâ boş
Kevser içtim oldum sarhoş
Gördüm duydum her şey bir hoş
Mümkünü yok ayılmanın …


Ormanların şahane renk cümbüşünün yukarısını gök mavisi ve öbek öbek bulut beyazları süslüyor ve ben Bolu’ya gidiyorum.
Şöylece düşledim, ezelde Elest Bezmi’nde sadece biz mi “Beli!” dedik Rabbimize?
Yoksa tüm yaratılan canlı, cansız her şey mi?
Tüm mahlukat Halik’ına secde ediyor, ezel ebed :
Sen bizim yüce Rabbimizsin!” diyor…

Ya bu senfoniye ne demeli?
Nereden çıktı demeyin, gece oldu İstanbul’da ve bir güzel sesle uyandım uykudan.
Rüzgar, yağmur şıpırtıları, artı, yan bahçede yatıp kalkan fındık dalları …
Aman Allah’ım bir coşku ki sormayın gitsin…
Şükür Yaradan’a, gören gözle titreyen gönül telleri şu anda İlâhî bir senfoniyi işiten kulağıyla titrer oldu…

Alâdır sıfatın her yerde ma’lȗm
Gören göz işiten kulak vermişsin
Titriyor gördükçe yüreğim, gönlüm
Gören göz işiten kulak vermişsin…

Şükür ki görürüz her şeyde Seni
Damlayız ummanda biliriz bunu
Duyduk dinledik biz güzel sesini
Gören göz işiten kulak vermişsin…

Şarkıdır cümbüştür neşe içinde
Dönerler halkalar halka içinde
Her zerre Hu çeker ayrı biçimde
Gören göz işiten kulak vermişsin…

Dost Emin’e latif bir ruh vermişsin
Allah’ına aşık gönül vermişsin
En büyük neşeyi ona vermişsin
Gören göz işiten kulak vermişsin…


Es –Semi’den mesaj var…
Bu güzel armoni neler söylüyor bize?
BİZ derken kimisi dinlerken senfoniyi çıkar göklere, kimisi sürünür henüz bu yerde…
Yani kimine makam olur kimine perde…
Bir konser izlerken orkestrayı dinlerken gelen şiiri hatırladım,

Kün deyince o anda cümle âlem var olur
Kimine perde olan kimine makam olur
Çaykovski masalında zil çalar davul vurur
Kimine perde olan kimine makam olur

Pesden tize geçerken bütün sazlar Bir olur
İlâhî bir sestir ki gönüllerde Hu olur
Süflî olan yükselir belki de âlâ olur
Kimine perde olan kimine makam olur

Gönül titrer derinden müzikle Hakk’ı bulur
Dost’u duyar Dost Emin Dost’a kul köle olur
Sazlar bütünleşir de Hakk’tan gelen ses olur
Kimine perde olan kimine makam olur …


Gören gözle görür, işiten kulakla dinler, yaşarsın O’nunla güzellikler içinde, makamlara ulaşırsın kalkar her
perde…
GÜZELi, gördüm, dinledim bir hoş geçirdim günümü ve gecemi, darısı dostlarıma..

Hamd O’nadır, şükür verdiklerine…
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 17.02.2008 Saat: 13:30 Gönderen:kulihvani


Resim



UMUDUM

Aziz Kurtuluş

17.02.2008 Saat: 04:47
BURSA

Buz olsan kırar kırılırsın,
Su olsan yıkar arınırsın,
Bulut olsan göğe varırsın,
Rahmetle dönünceye kadar...

Buz suda üstte yüzer,
Aslından ayrı gezer,
Ârif olan bunu sezer,
Zahmetle ölünceye kadar…

Buz ayağın kaydırır,
Kulu yoldan caydırır,
Hep yerinde saydırır,
Ateşle eriyinceye kadar.

Suyun kadri ayetle belli,
(1)
Hayy ismi suda mütecelli,
Hayat her cana teselli,
Ölümle bitinceye kadar.

Suya baha biçilmez,
Susuz birşey içilmez,
Göz yaşlarım kesilmez,
Bulutla oluncaya kadar.

Gökleri süsler bulut,
Rahmete olur umut,
Bulut olmayı unut,
Emriyle amel edinceye kadar.

Aziz der bulut olayım,
Buza suya umut olayım,
Mâsivâyı unut olayım,
Hakk'la buluşuncaya kadar.



أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ

(1) "E ve lem yerallezine keferu ennes semavati vel erda kaneta ratkan fe fetaknahüma ve cealna minel mai külle şey'in hayy e fe la yü'minun : İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?" (Enbiyâ 21/30)


17.02.2008 Saat: 04:47
Aziz KURTULUŞ BURSA
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 19.02.2008 Saat: 13:56 Gönderen: kulihvani


Resim


OT ve GÜL

MÜNİR DERMAN (ks)


ALLAHÜMME ENTE’L- MENN AN BEDİÜ’S-SEMÂVÂTİ
VE’L-ARD ZÜ’L-CELALİ VE’L-İKRAM
YÂ HAYYU YÂ KAYYUM YÂ ALLAHU CELLA CELÂLEHU...
.


Kitaplarımızı okumuş bir zât bizi aramış.
Geldi buldu.
Kılığıma baktı şaşırdı.
Basit bir elbise içinde gördü, yanımda bizi sevenlerden üç muhterem zât vardı.
Onlardan çekinerek oturdu yanımıza...
Çay ısmarladık, içti.
Bir aralık: “Falan kitapları siz mi yazdınız?” dedi
“Öyleymiş!” dedim.
“Çok beğendim!” dedi.
Damdan düşer gibi: “Bir mürşid arıyorum!” dedi.
“Ermiş bir velî bulmak arzuluyorum. Nerede bulabilirim?
Birçok şehirlerde, kasabalarda varmış bana isimlerini bildirdiler.
Gitsem mi acaba ne dersiniz? Nasıl bulabilirim?”
İlâve etti:
“Menfaat için yalancı mürşidler, şeyhler varmış, bunları nasıl anlıyayım? Hakikisi var mı?” diye sordular...

Ben henüz cevap vermeden, beni sevenlerden yaşlı muhterem zât:

Beyefendi : “Hakiki velî olmaz olur mu?” dedi.
“O hâlde nasıl bulacağım?”
“Yalancı ve sahteleri ayıkla... Geride kalanın içinde vardır, bulursun!” dedi.
“Nasıl ayıklıyayım?...”
Bunun üzerine bizim Muhterem Zât hiddetle karışık bir üzüntü ile güldü...
“Beyim dedi, sen evvelâ kendini ayıkla. Pirinç nasıl seçilir öğren, ondan sonra... Benim bildiğim bu kadar!”

Adam çok ma’lumatlı ve çok konuşan bir zâttı.
O da içerledi.
“Peki nasıl ayıklıyayım kendimi onu söyle bakalım?” dedi.
Âdeta alay ediyordu....
Bizim muhterem ipleri kesti.
Koyuverdi kendini.
“Bak beyim!” dedi:
“Sana bir şey öğreteceğim, öyle yap, hem de kırk gün...
Ondan sonra işte adresim. Gel bana, seni ayıklarım ve güzel bir pilav yapıp yerim!” dedi...
“Namaz abdestsiz konuşma, yeme, içme, evinde abdestsiz yemek pişirme, sabah namazını vaktinde kıl!
Bu dediklerimi bir gün, hatta bir saat hatta dakika kaçırırsan tekrar birden başlıyacaksın kırk gün istisnasız devam...
Diğer kılmadığın vakit namazlarını istemiyorum!” dedi.
O zât kızararak: “Benim namaz kılmadığımı nereden biliyorsun?”
“Gayet basit bunları kılmayan bu gibi sualleri sormaz da ondan!.. Size bir şey söyleyeyim” dedi.
Meczub bir dervişe sormuşlar:
“Sen akşamki zikirde cezbeye tutulmadın.
Sebebi nedir? Her an cezbede olurdun...”
Derviş: “Halkada bir kâmil vardı. Dervişin ne olduğunu hakkıyla bilen biri idi. Kendine hürmetten cezbeye kapılmadım. Tek başıma ol¬saydım cezbe ummanına dalar cuş u huruş'a gelir şelâle gibi akmağa başlardım.”
“ Utandım” dedi ve ilâve etti :
“Ben de kendimden utandım da daha konuşmayacağım!” dedi.
Gelen zât saatine baktı. Ayrıldı gitti.
Bizim muhterem bana döndü:
“Hocam ma’zur gör, ben konuştum kusura kalma bağışla!” dedi..
“Az kaldı adamı dövecektim!” dedi.
Ben de : “Sinirlenme!” dedim...
“Dervişten bahsettin!” dedim.
“Derviş kimdir bilir misin?” diye sordum.
“Siz lütfedin hocam!” dedi...
“Ermiş dervişin hâl dizgini elindedir. Dilediği anda salıverir, istediği anda çeker. Sen dizginleri bıraktın rahvanı aldın!” dedim...

“Atını rahvana kaldırdığın için terkine binemedi!
Saatına baktı. Vakit geldiği için gitti... ”
“Ne kendini üzersin!”
Bak ben sana bir küçük hikaye anlatayım dedim
Dinle:
Kurumuş otla bağlanmış taze gül demetini gördü.
Bu kuru ot ne oluyor da gül ile bulunuyor dedi.
Bu sözden ot ağladı ...
“Rengim, güzelliğim yok. Kokum yok.
Ben de gülün bittiği bahçenin otuyum ...
Gül, dalından kopmuş, henüz taze daha solmadı.
Onun solması benim gibi de olmaz.
Ben ise çoktan kurudum.
Öldüm, Ölüm de bir işe ya¬rıyor.
Ya beni bir hayvan yer.
Ya böyle gül demetine bağlarlar ip olarak..
Ben yeşil bir ot iken yanımda bir mezar vardı.
Üzerinde şöyle yazılı idi:
Keramet, kol kuvvetinden daha iyidir.
Ağıza yumruk vurmak hüner değildir.
Elinden gelirse bir ağızı tatlandır.
Sözlerime alınma!..
Ümit olmasa bile Allah, kuluna bir çâre bulup kurtarır.
"Hızır hikâyesi", Allah yardımının perdeli bir tezâhürü olduğunu çok az insan bilir!..”

Adam içerledi otun bu sözlerinden :
“Ben “Abid”im. Bunları bili¬rim!
Sen ne oluyorsun da bana nasihat veriyorsun!..”
Ot :
“Doğru söylüyorsun.
Ben kuru bir otum.
Ama yine câhilsin ...
Gemisini kurtaran kaptan abiddir.
Sen kurtulduğunu zannediyor¬sun ...
Amma, benim söylediğim sözler ise bir ârifin sözleridir.
Ârif ise: Suya düşenleri kurtarmaya çalışır.
Abidsin amma. Ârif değilsin!”
Bu sözler üzerine abid iyice sinirlendi.

Bu sessiz sözsüz konuşmayı dinleyen gül söze karıştı :
“Dünyada hiç kimse benim rengimi çirkin görmez.
Ko¬kumun fenâ olduğunu da kimse söyleyemez.
Koku almayan, rengimden, gözü görmeyen kokumdan, her ikisini alıp görmeyen de ismimden anlar gül olduğumu ...
Sen abidsin amma ...
Ne koku alıyorsun.
Ne görüyorsun ...
Benimle o horgördüğün vakti ile yemyeşil ot, şimdi kuru, san amma ...
Benim yapraklarım rengi ondan aldı.
Sen hiç Allah sözü duymadın mı?
"Ven necmü veş şecerü yescüdan" çemen ve ağaçlar secde ediyorlar.

وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ
“ Ven necmu veş şeceru yescudan. : Bitkiler ve ağaçlar secde ederler.” (Rahmân 55/6)

Siz bunları göremezsiniz ...
Asıl hüner o kurumuş ottaki zikri görmeye gayret et!..
O zaman hepsinin gül gibi güzel ve kokulu olduğunu anlar duyar¬sın!..
Tatlı sözlerin kokusunu herkes alamaz.
Ey abid! Ârif olmaya çalış!”

Gül devam etti:
“Birgün ben bahçede dalımda iken iki zât bahçede konuşuyorlardı.
Birbirlerine : “Bak ne güzel gül!” diye söyleşiyorlardı.
Birisi diğerine söyledi :
“Ben geçenlerde hamama gittim.
Kil ile yıkanıyordum.
Beni yıkayana sor¬dum.
“Bu kile ne karıştırdınız ne güzel kokuyor?”
Yıkayıcı : “Efendim kil öyle kokar. Bir şey karıştırmadık!”
O sırada kil:
“Efendim, benim kokum yok¬tur.
Ben bir iki gün gül ile arkadaşlık yaptım.
Koku ondan bana sindi!” de¬di
Gül, ben sözleri işittiğim zaman utandım.
Kibre gitmemek için kendimi gizlemeye çalıştım.
Ama olmadı. Ağ¬lamaya terlemeye başladım.
Sen abid olduğunu Hakk yolunda olduğunu idda ediyor ve söylüyor¬sun.
Şu otu hor görerek Allah''dan utanmıyor musun?..”

Hayali bir inanışla âdeta zoraki bir ibâdet peşinde koşanlara bu söz¬ler birşey haykırıyor.
Biliyor musun ...
Allah dostlarındaki zâhiri tavazu ve edeb iç âlemlerindeki edebin görünüşüdür.
Cenâb-ı Hakk’ın kendi azameti ile örttüğü kimseyi görmek kolay de¬ğildir.

Bir saman çöpünde perdelenen zikri işitmezsen bile o zikri sezmeye çabala...
Onlardaki zikri sezenler, işitenler vardır.
Kurumuş çöpte zikri duyanlar ise bambaşkadırlar onlar ...
Kâinatta ne varsa canlı cansız hepsi Hakk’ın güçlerinin, hünerleri¬nin görünüşüdür.
Hak da bu güçlerde görünür.
Onu görmeye uğraş!..

Kunduzun eti yenmez.
Kürkü çok kıymetlidir.
Bu kürkü giyenler dışa çok ehemmiyet vererek bir şeylerini gizlemek için uğraşanlardır.
Şu sözler küçültülmüş bir hakikatin mikroskobik ifadesidir.
O hâl¬de cesedi ile bu mekânda gönlü ile sonsuzlukta olanların sözlerini dinle¬mek lâzımdır.

Gül nihayet şu sözleri söyledi o abide:
“Namaz. Oruç. Hac. Zekât bunların hepsi dünyada kullara farz oldu¬ğunu bildiği hâlde bunları yapmadığından dolayı azap yoktur.
O azabı dünyada çeker.
Fakat “zekât vermediği takdirde” sorgu vardır.
Bunda Allah''ın verdiğini Allah''ı inkâra doğru götüren bir koku var¬dır.
Herkes bunu alamaz...
Sabrın yüzünü hakka çevir.
Tatlı dili halka döndür.
O zaman gül gibi açılırsın....
Benim gibi açılıp gülmek istersen, sabırlı ve herşeye karşı yumuşak ol!..
Bilir misin kılıç yalnız ipeği kesemez.
Her dâne inci olsaydı, katır boncuğu gibi çarşı inci ile dolardı...

Şeytan ne söyledi bilir misin?
Bu söz nebatlara.
Ağaçlara. Çiçeklere. Güllere.
Hayvanlara. Dağlara. Taşlara değil...
"Adem oğullarından kötü işden başka bir şey gelmez!"
Bizi utandıracak çok müthiş bir söz bu ....
Şeytan bundan dolayı insana secde etmedi...
Şeytanın en doğru söylediği söz budur.
Zira bunu söylemek ona ve¬rilen vazifenin ismidir.
Ot kurudu diye çiğneme.
Öldü diye yakma ...
Ölüm, Allah''ın emri..

Allah''ın emrine sebep aranmaz.
Ölüm, zulüm değildir.
Buradaki emir, bildiğimiz emir değildir.
Kün emri ile yaratılan bütün kâinattaki ahengin içinde mevcut de¬mektir.
Ota hakaret ettin.
Büyük küfre girdiğinin farkında mısın?
Bir de abidim diyorsun ...

Küçük bir misal:
Güneş doğar. Batar.
Bu, Hakk’ın böyle takdiridir.
Niçin böyledir.
Buna cevap aranmaz.
İnkıyad edilir. Kabul edilir.

Ölüm de bunun gibidir.
“Herkes ölecek !” bâki kimse yok demektir.
Herkes ölü¬mü tadacak.
Ölüm Hakk’a kavuşmaktır.
Yâni Allah''ın takdiri olan Hak olan şeye dönmek demektir.

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
«Küllü nefsin zaikatül mevt ve nebluküm biş şerri vel hayri fitneh ve ileyna türceun : Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (enbiyâ 21/35)

“Burayı çok oku ! Anlamak güç fakat kolaydır”.
Eğer kendi kendinle isen ...
Bir zerrenin deryaya kavuşması gibi ..

Ben bir otum. Çiçeğim ...
Bir ârif bul da önünde tövbe et!
Otu hor görme!
Ölümünde bile onu Allah bir hayvana rızık olarak ayırdı...



KELİMELER:

Meczub: Başkasının te''siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş. * Deli. Divane. Mecnun.
Ma’zur : Özürlü. Özrü olan.
Istisna : Ayırmak. Kaide dışı bırakmak. Müstesna kılmak. * Arapçada istisnâ kelimeleri şunlardır.
Cezbe : Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah''ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.
Cuş u huruş : f. Kaynayıp taşma. Neş''e ve âhenk. Coşup taşma.
Rahvan : Gevşek, sölpük, rahâvetli.
Keramet : Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli. * Bağış, kerem. * İkram, ağırlama.
Abid : İbadet eden. Zâhid. Çok ibadet eden. * Köle.
Âdeta : Âdet olduğu üzere, her vakitki gibi, alelâde. Bayağı surette, âdi bir suretle. Düpedüz.
Cenâb : Büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadı ile söylenir. Cenab-ı Hak, Cenab-ı Resül-i Kibriya (A.S.M.)... gibi.

ALLAHÜMME ENTE’L- MENN AN BEDİÜ’S-SEMÂVÂTİ
VE’L-ARD ZÜ’L-CELALİ VE’L-İKRAM
YÂ HAYYU YÂ KAYYUM YÂ ALLAHU CELLA CELÂLEHU...


Allahım!
Eşi, benzeri olmayan, hayret verici güzellikte olan gökleri ve yeri ezelde örenksiz halkeden celâl ve ikram sahibi Sensin!
Ey Varlığı, diriliği her an için olup, gökleri, yerleri her an için tutan, daimî her şeye her hususta iktidarı yeten Allah (C.C.)!
Ey başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, dâim ve var olan Allah (C.C.)!
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 20.02.2008 Saat: 00:14 Gönderen: kulihvani

Resim


Kıldan İnce, İpekten Narin


Mehmet DOĞRAMACI

19.02.2008

Günlerdir fırtına kopuyor. “Rejim elden gidiyor” diyenler bir yanda, “Hakkımızı istiyoruz” diyenler öte yanda. “Burada neler oluyor?” diyen kâhir ekseriyet hayıflanarak gözlemeyi yada sessiz seyri seçmiş. Konu öyle keskin noktaya gelmiş ki; “İnsaf edin, bir buçuk metre kumaşla devlet yıkılmaz, hem demokrasi ve özgürlükler ne olacak, bize yakışmıyor” diyerek ortayı bulmaya gayret edenler neredeyse hain ilan edilmek üzere.

Siyasi boyutuna girecek değiliz. Kutuplaşmaları körüklemek yada taraf olmak için klavye başına geçmedik. Sorunun kıldan ince kılıçtan keskin olduğunu da biliyoruz. “Bir tutam saç” diye yaklaşılacak kadar basit de değil. Kıldan ince kılıçtan keskin demeyelim, madem hanımları ilgilendiriyor, Allah’ın bu latif kullarına nispetle ipekten narin diye girelim, maddeler halinde değinip, vicdanlardaki kararı okura bırakalım:


1- Başörtüsü Allah’ın Emridir: Hakkındaki âyetler açık, Rasûlullah’ın uygulaması açık. “O devirde çorbaya kıl kaçmasın diye örtü geldi” yada “O zamanın şartları” şeklinde bir açıklama ile geçiştirilecek kadar basit değil. ”Hür kadın ile cariye ayrımı içindi, günümüzde cariye yok, o halde örtüye de gerek yok” şeklinde güya İslami (!) bir mantığa sığınarak saptırıcı açıklamalara yönelenlere de sözümüz var; Millet uyandı, millet okuyor, kafadan kimse sallamasın! Gülünç oluyor!

2- Günü Geçmiş Bir Emir mi? Zaman üstü an’a hitap eden Kur’ânda günü geçmiş hiç bir emir ve yasak yoktur!.. Evrensel olanda, zaman üstü olanda gün ve çağ kavramına yer yoktur! Kimse konuyu sulandırmasın, çöl şartları, 1400 yıl öncesi falan değildir hikmeti. Biraz âyetlere eğilenler, niçin emredildiğine dair ipuçları bulabilirler. Rasülullah uygulamasında, Menopoz sonrası, yaşlı hanımlara hafif bir örtünme serbestliği tanınmasının ne ile alakalı olduğuna yoğunlaşılırsa hikmete dair pırıltılar yakalanabilir. Konuya iman eden oturur inceler, iman etmeyen, kabul etmeyen zaten tartışmanın bu vechesinde değildir.

3- Başörtüsü; Hanımların Mümin Olmalarının Ön Şartı mı? Hayır! Emirlerden bir emir, ibadetlerden bir ibadettir. Namazı ihmal eden nasıl dinden çıkmıyorsa; örtünmeyen, ya da şartları gereği örtünemeyen hanımlar hiçbir şekilde kınanamaz! “Teferruat” denecek kadar basit olmamakla birlikte, baraj yada ön şart diye nitelenecek kadar da iman- küfür ayracı değildir. Yaşayan, uygulayan sevabını alır, kazancını elde eder. Uygulamayanı, uygulayamayanı değerlendirmek kullara değil Allah’a aittir.

4- Emir Sadece Saçı mı Kapsar? Hayır! Ayete göre omuzlar ve gerdan başörtüsü kapsamı içindedir. Özellikle gerdan; kadını erkekten ayıran mahal olarak erkek nazarlarının yönelişi, kadının kendisini kadın hissedişi, dişiliğini öne çıkarması noktasından da korunmaya, titizlenmeye ihtiyaç duyulan mahaldir. Biyolojik açıdan, doğal dişiliği öne çıkarması nedeniyle “Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar” emredilmiştir. Emir, erkeklerin selâmetinden öte kadının kendi selâmeti içindir. Süt veren mahal; anneliğin, annelik HAYY tecellisinin nazargâhıdır!.. HAYY esmaı; SETTAR esmaı ile birlikte çalışır! HAYat bahşeden mahaller; SETR edilmiştir, sünnetullah gereği! (Su, karanlık, örtülü mağaradan; Tohum; örtülü topraktan; Yıldız; karanlık- örtülü uzaydan doğar!)


Bu; “Saç hariç sadece gerdan örtülsün”, anlamına da gelmez. Örtünme emri gelmezden önce de örtü var idi. Düzenli değildi. Var olan örtüye düzen verilmiş, sınırlar çizilmiştir. Başta olan bir örtünün yakalara doğru salınması emrini, “Başını aç da omzuna bir şal alıver “şeklinde okumak; hem âyetten, hem nüzul ruhundan uzak düşmektir. Zorlama bir anlamdır; hevese uyularak verilen bir anlamdır.


5- Başı Açık Olanın Diğer İbadetleri Eksik mi? Hayır! Günlük hayatta başı açık olanın
namazdan, tesbihten, zikirden elde edeceği kazanç ile başı kapalı olanın elde edeceği kazanç konusunda örtülü olmayan bir adım geridedir denemez!.. Örtü; diğer ibadetlerin temel basamağı değildir. Her ibadet kendine özeldir, özgündür.

6- Konu, Bâtini Anlamlarla Ele Alınıp Zahir İhmal Edilemez! Her âyetin zâhir- bâtın- matla’ olmak üzere en az 3, Veli zâtlara açıldığı kadarı ile de 7 den sonsuza doğru anlam boyutları vardır. Hiçbiri ihmal edilemez. Zâhir anlamı, ilk anlam; temeldir. Zahir, hiçbir emir ve yasakta es geçilemez. Es geçilirse beş vakit namaz edâ etmeyenin Daimi Namaz edebiyatı yapması gibi tuhaf bir durum çıkar ortaya!

Deniyor ki; “Kur’ânda Kadın; Vahdete ermeyen bilinç düzeyi, Erkek de Vahdete ereni simgeler! Bu nedenle örtü; henüz yola girmemiş olana, hakikate adanmamış olana gerekir. Bunun da zâhiren örtünme ile alakası yok!”

Şeytan ne kadar uyanık! Bazen dinî ve tasavvufî söylemi dahi kullanmaktan geri durmuyor. Vahdete ermeyen örtünmeli öyle mi?.. Sizin tarzınızdan konuşalım: Rasûlullah’a ilk vahiy inzal olduğunda vahdete ermediği için mi “Beni örtün!” dedi?... Haaaaşaaaa!

Batinî anlamda örtünme; yani açılan hakikat sırrını saklama; kadın- erkek her mümine lâzımdır.

7- Din; Hepimizin ama Dinî İlimlerde Hüküm Vermek Ehlinin İşidir! Şu dört konuda nedense herkes okumadan âlim, yazmadan katip: DİN- AHLÂK- SİYASET- TIP… Din bunlar içinde en garibanı, en savunmasız olanı. Köşe yazarları almış ellerine mealleri, almışlar tefsirleri âyet açıklıyorlar. 1400 yıldır konuya eğilen âlimlerin, ehil zâtların üstü çiziliyor. Neymiş efendim, “Sözlük anlamını göz önüne almamışlar da üstün körü geleneksel açıklamaları sürdürmüşler”

Âyet ve Hadis açıklamak; konuya her eğilenin hüküm vereceği kadar kolay bir çalışma değildir. Binamızı mühendise, kumaşı terziye havale ediyorsak; dini sahada çalışan usta şahsiyetlere de birazcık saygı duymak, hiç olmazsa onların gayretini sözlük boyutuna indirgememek gerekmez mi?.. Siz sözlükten gerçekleri okudunuz da Arapça bilen, araştıran
Âlimler, kendini hakikate adayan Gönül Ehli okuyamamış öyle mi?.. Yapmayın, lütfen yapmayın, lütfen biraz saygı!

***

Dostlarım;
Ne fetva vermek, ne bir kaşık suda kopan fırtınaya katılmak, ne de birilerine cevap vermek amacı ile konuya girmedik. Zihinleri epeyce yoran, kafaları karıştıran bu konuda taşların yerine oturmasına bir nebze katkı sunabilirsek ne âlâ!

Dikkat ederseniz, TÜRBAN kelimesini hiç kullanmadık. Batılı hanımların moda icabı taktıkları aksesuar; dini bir Emire isim olamaz! Güncel anlamda bu kavram kullanılsa dahi olayın dini literatürde adı belli; BAŞÖRTÜSÜ.

Din tekliftir. Zorlama kabul etmez.
Çağdaş yaşam da zorlama kabul etmez.
Esas olan; dileyenin dilediği gibi yaşamasıdır.


Ülkemizde sancılı süreçlerle de olsa oluşan sorgulama bilinci umut vericidir. Saygı ve sevgi düzleminde, karşıdakinin halini anlama gayreti ve iyi niyetle çözülemeyecek sorun, aşılamayacak dert yoktur. Hassas iki noktaya dikkat çekip nokta koyalım:


1- Konu laikliğin ayracı noktasına çekilmek istenmektedir ki bu; epeydir kaos yaşamayan ülkemizi bunalıma sürüklemek üzere oynanan, derin- dış etkilere açık bir oluşumdur. Her iki kesim de buna prim vermemelidir. Laiklikle oluşan demokratik ortamdan halkımız memnundur, rejim oturmuştur.

Sanal tehlikelerden ve korkulardan beslenmek; kimseye fayda getirmez!


2- Türban adı altında tartışılan; dini bir emirdir. Her ne kadar özgürlük, insan hakkı ya da simge cihetlerinden bakılsa da; düşünen bilinçler; konunun iman noktasındaki önemini unutmadan değerlendirme yapmalılar! Çünkü Kur’ânın ve Mütevatir ( sağlam kaynaklarla gelen) Sünnetin bir maddesini bile inkar; şuûru küfre doğru çeker ki, telafisi çok güçtür. Konuşanlar ve düşünenler; imana dair konularda hassas olmalıdırlar. Başkaları için değil önce kendi âhiretleri için hassas olmalıdırlar!

Bu ülke bizim!
Örtülüsü ve açığı ile büyük medeniyetler doğurmuş, uygarlıklar omuzlamış bir milletiz!
Bize yakışanı ortaya koymak nasibimiz olsun!

Selâm; Hakka tâbi olanlara!
Selâm; Sevgi ve Hoşgörü Medeniyetine el ele koşanlara!


Meraklısına: Dr. Münir DERMAN (ks) nazarıyla Kadın ve Örtü:

http://www.muhammedinur.com/modules.php ... age&pid=37
http://www.muhammedinur.com/modules.php ... ge&pid=159
http://www.muhammedinur.com/modules.php ... ge&pid=813


Mehmet DOĞRAMACI
19.02.2008
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 25.02.2008 Saat: 00:56 Gönderen: kulihvani


Resim

SU II

Münir DERMAN (ks)


Resim

Şunu unutma!..
Haram diyoruz. Ne demektir.
Resûl-û Ekrem’in sünnetlerinden ayrılmaktır deriz.
ALLAH’ın emirlerini yapan,
Nehiylerinden kaçan,
Dünya ve nefis kayıtlarından kurtulan, cennet ve cehennem kayıtlarından kurtulmuş olur.
Geride bir parça yaratıldığı malzeme olan çamur kalır.
Çamur da aslına döner.
Ruh ise ALLAH’ın emir cümlesindendir.
ALLAH’ın yaktığı vücutta ki bir lem’ adır.
ALLAH’a döner.

Günahkarların, cehennem azabından kurtulmaları için yapılan şefaat bir parça çamur içindir.
O çamur HAKK emriyle Cebrail’in elinde yoğruldu.
En temiz nesnedir.
Tekrar iade ettiğin zaman onun tertemiz kalmasına çalışmak en büyük hünerdir.


ALLAH dostu der ki;
Buradaki dost, ALLAH’ın seçtiği dost değildir.
Dost olarak yalnız ALLAH’ ı seçmiş mânâsına gelen dosttur. ALLAH’ın seçtiği dostun “BU DOST” ayağının altını öper.
Sorarım o din âlimi diye geçinen İslâm kisvesinde ki zâta;
Siz kimin dostusunuz?..

HAKK’ın yanında, kendi kıymet ve makamınızı aramayınız.
HAKK’ın sizin yanınızda ki kıymetini arayın!
Çoğaltın, ölçün o zaman kıymetinizi anlarsınız.
İnsan, kendi değerinin hakikatını ALLAH’ ın sesine kulak verdiği zaman anlar.
İnsan çok büyük bir mahlûktur.
Amma amması vardır.
Bunu söyleyemem!
Söylersem, söyliyebilirsem hepimiz utancımızdan yerlere girmek için birbirimizden kaçarız.

Kitabın 1. mukaddime cildinde suyu dudaklarınıza değdirdiniz. Şimdi yudum yudum içmeye başlayın!..
Birden bire içmeyin!
Sindire sindire olsun!..
Niyâzımız bu kadar...


Hazırlayanlar...

Şunu unutma!..
Haram diyoruz. Ne demektir.
Resûl-û Ekrem’in sünnetlerinden ayrılmaktır deriz.
ALLAH’ın emirlerini yapan,
Nehiylerinden kaçan,
Dünya ve nefis kayıtlarından kurtulan, cennet ve cehennem kayıtlarından kurtulmuş olur.
Geride bir parça yaratıldığı malzeme olan çamur kalır.
Çamur da aslına döner.
Ruh ise ALLAH’ın emir cümlesindendir.
ALLAH’ın yaktığı vücutta ki bir lem’adır.
ALLAH’a döner.

Günahkarların, cehennem azabından kurtulmaları için yapılan şefaat bir parça çamur içindir.
O çamur HAKK emriyle Cebrail’in elinde yoğruldu.
En temiz nesnedir.
Tekrar iade ettiğin zaman onun tertemiz kalmasına çalışmak en büyük hünerdir.

TASAVVUF DERLER....
Mutasavvıflar vardır.
Tasavvuf hakkında yazılmış kitaplar vardır.
Her telden bir ses...
Güzel sözler...
Tasavvuf ALLAH’ ın bir sırrıdır.
İnsanın iç âleminde gizli bir sır deryası...
Öğretilmez.Öğrenilmez.
Târif edilemez. Ulaşılır. Varılır. Belki...
İşte o kadar...

Tasavvufî kitaplar vardır. Tasavvufî sözler vardır.
Tasavvufî cümleler vardır.
Bunlar yoktur.
Tasavvuf ulaşılan mânevî bir kemal, bir makamdır.
Yaşanır...
O ne târif edilir, ne söze, ne kelimeye gelir...
Bir perde arkasındadır...
Tasavvuf hakkında sual sormak bile abdesttir.
İnsanın iç âleminde varılan ve yaşanan bir haldir.
Su, bardağa konan ile anlatılmış olmaz...
Tasavvufî söz, ötenin lâkırdılarıdır.
Cesedi ile mekânda, gönlü ile sonsuzlukta olanların sözleridir. İnsanın sonsuzluğa bakan gönül penceresinden kâinatı seyretmek makamıdır.
Yaşanan bir kemâl makamı...

Son söz: SOHBET-İ YEZDAN...
Ateş buzla savaşırsa kim galip gelir...
Buz erir su olur.
Su da ateşi söndürür.
Hangi ateş var ki sonunda suya mağlup olmasın...
Bu sözleri çocuklar bile anlar.
Evet doğrudur.
Fakat bunun içinde ki hikmeti:
Filozof başka düşünür.
Fizikçi başka türlü anlar.
Matematikçi rakamların beliğ ifâdelerinde herkesin anlayamayacağı formülleri bulur.
Kimyacı, olayların kâinat ahenginin nasıl şuûrlu bir intizamla işlediğini, maddenin elementlerini formüle eder.
Birleşmelerini, kaynaşmalarını ortaya koyar.
Hepsi bir sırrın çözümü peşindedir...
Bilmeden...
Veya akıl mantık yolundan ayrılamaz.
Aslı olan suda boğulmak korkusu içindedir.
İnsanın başka âleme açılmış tarafına sığdıramaz formüle...

Mantık ve akıl ile dış hükümler peşinde koşmaktadır.
En küçük atom ki maddenin ötesini madde âlemine bağlıyan... Sür’ati kavrama sığmayan çekirdek...
İhtimal ve tahmin förmüllerinde gizli...
Her şeyin kâinatta iki yüzü vardır.
ALLAH’a bakan yüzü...
Eşyaya bakan yüzü...
Lâ mekana bağlı kısım...
Bilinmeyen sonsuzlukta ki durgun enerji, kudret menba’ı...
Cansız dediklerinizde elektronlarda.
Canlılarda aynı fakat ismi başka HAYY olan kısım...
Her şeyin bir maddi elementi, bir de ruhî elementi vardır.
Sessiz, sözsüz, kimsenin duymadığı bir lisanla söylenen lafları...
Maddesi dışta...
Madde ötesi ve güzellikleri ötelerin ötesinde...

Mekânda maddi element tükendi mi, ötenin enerji elementi hemen öteye döner bir anda...300.000.+() saniyede ki süratle...
Her an zamansızlıktan, mekânsızlıktan akıl hududu ve mekâna ve zaman geliş vardır.
Yine her zaman ve mekândan zamansızlığa ve mekânsızlığa, akıl ötesine akış vardır.
Her şey iç içe, bu alış veriş idrâk edilemeyecek kadar hızlı olduğundan, her şey birbiriyle kaynaşmış zannediyoruz...

Yokluk ve “HİÇ”lik mefhumu diye bir şey yoktur.
Her şey vardır.
Bu laflar insan aklının son tahammül hudududur.
Bunu anlıyanlar...
Hakk’la birliktedirler.
Secdededirler...
Kâinatta ne varsa ALLAH’ı tesbih ederler.
Siz bunu görmez, anlıyamazsınız.
Bu tesbih durduğu dakikada kâinatta yoktur.
Bütün kâinat, HAKK’ın güçlerinin kudretilerinin görünüşüdür.
Bu güçlüklerde HAKK’ın görünüşüdür.
Kâinatta her şey her an, hem yok oluyor ve hem de tekrara var oluyor.
Ne tarafa bakarsan bak, bu ahenk, bu şuûr her yerde vardır.
Onsuz boş yer yoktur.
Balık deryada yaşadığı gibi, biz de dünya yüzünde yaşıyoruz.
Bu şuûrlu ahenk de bizim deryamız...
Bu ahenk kaderdir.
ALLAH’ın en büyük sırrı...
Bu sır hiçbir peygambere ve meleğe bildirilmemiştir.
Bozuldu mu ki böyle bir bozulma yoktur.
Bozuldu dediğimizde tesadüf deriz.
Kaza ismini veriyoruz.
Alın yazısı, kader, kısmet diyoruz.
Bu ahenkli şuûru bu sözlerle tasdik ediyoruz demektir.
İnsan yuvarlak taşa basarsa düşer.
Suç taşta değildir.
Fakat taş orada olmasa insan düşmeyebilir.
Kendi yumruğun hiç yüzüne çarptı mı?
Bu lafı düşün, bir şey açıklıyoruz böylelikle...
Bir ağaç ormanda devrilirse gök gürültüsü gibi ses çıkarır. Ormanda kimse yoksa sesi kimse duymaz, ama ağaç yine yıkılmıştır...
Dünya da bir orman, oraya gir.
Dolaş, fakat elinde balta olmasın...
Sâkin ol!..

Savaş derler!
Savaş işlenen cinâyetlerin günahını örten bir kelimedir.
Kinden doğar.
Kin insanın acısını azaltmaz.
İntikam başka birisinin acısını çoğaltır.
Ondan da tekrar kin doğar, bu sürer gider.
Nefret tuzlu su içmek gibidir.
İçtikçe susuzluğun artar.
Öldürmek, insana şeref kazandırmaz.
Öldürmek, cesaret işi değildir.
Korkaklık işidir.
Her şeye karşı iyi davranmak ve ancak insana şeref kazandırır.
Her insan ölümü kendi aynasından görür.
Ölüm insanı tedirgin etmez.
İnsanı tedirgin eden ölüm korkusudur.
Rüyadan uyanmadıkça rüyanın rüya olduğunu anlamadığımız gibi, ölümün sır olduğunu anlayamayız.
Ölmeden...

Kendi kendime söylüyorum....
Beni kaybetmek, bir gölge kaybetmek gibidir...
Ölüm vücudun yıkılması, ALLAH’ın kurduğu şeyi mahvetmesi değildir.
Bu bir çözülmedir.
İnsanın mânevî benliği halktan ALLAH’ın kendisine çekmesidir...
“Her şey HAKK’a döner” Âyet...
Bunu bilen ölüme bıyık altından güler.
Sedefe zara gelir inciye değil...
İnsan beden ise.
O halde ruh nedir?
Ruh ise beden midir?
Bu iş ne senin işin ve ne de benim işim.
Her ikisi de birbirini gizliyor.
Beden ruhun gölgesinin gölgesinin gölgesidir.
Mahsulün adına dane, diğerine saman çöpü demişler...
ALLAH hikmeti bu...
Zıtları birbiriyle kaynaştırdı.
Ruh bedensiz bir iş yapamaz.
Kalbin de ruhsuz soğur. Donar.
Kalbin de meydandadır. Canın gizli...
Toprağı bir insanın başına atsan yarmaz.
Suyu döksen yine baş yarmaz.
Onlardan yaratıldı insan...

Su ve toprak nankör değildir.
Şimdi toprak ile suyu karıştırıp kerpiç yapsan başı param parça eder.
Başı yardın mı kerpicin suyu aslına döner.
Ayrılış gününde aslına döner.
ALLAH’ın su ile toprağı birleştirmesinin hikmeti işte bu...
Başka birleşmeler de olmuştur.
Amma onları ne kulak duymuştur ne göz görmüştür, eğer duysaydı kulak kulak olarak kalırdı başka sözleri duymazdı.
Buraya söz bağladık.
Ateşin yakmadığı eşref saatin sırrını öğrenmek için usta ara!..

ALLAH’tan ayrılmayan insanın fotoğrafını kudret makinası çekmiştir.
Arş’ta onu seyretmeğe gayret et!
Arş’ın penceresi kalbin gönül kısmındadır.
O aralıktan bakmağa çalış!..
Kendinde tanımadığın bir dost taşıyorsun.
ALLAH insanın içinde âdemiyet hamulesine sarılmıştır ve fakat bunu bilen çok azdır.
Kader ALLAH’ın hiçbir peygambere ve meleğe bildirmediği kendi indinde gizli ve her şeyi kainatta içine alana ahenk...
Bu ahenge uyan mü’mindir.
“MÜ’MİN MÜMİNİN AYNASIDIR” Hadis.
“YA HABİBİM: SANA BAKIYORLAR AMA GÖREMİYORLAR” Âyet.
Hakiki mü’min bir aynadır.
Onda “EL-MÜ’MİN” esması mütecellidir.
Onu görmek mümkündür.
Mü’min insan şekliyle ALLAH’ın esma tecellilerinin göründüğü bir aynadır.
İnsanın en mahrem yerinde ALLAH gizlidir.
Bu tohumda bir orman gizlidir.
Bunun gibi...

İnsan da HAKK gerçekleriyle gizlenmiştir.
Bu gizlemeyi yapan perdeleri kaldır!.. Yırt!..
Eğer çıldırmazsan gör HAKK’ı o zaman...
Bundan dolayı hakiki mü’min diğer mü’min kardeşi bilir.
Sevgisi, nebat, hayvan, maden, insan her şeye şâmildir.
Her şeyi insan ALLAH için sevmelidir.
ALLAH’ın RAHÎM esması ile birlikte sevmelidir.
HAKK’ın yarattığı ne varsa azizdir.
Çünkü ALLAH aziz ve hakimdir.
Mü’min başkasını kendine nümune almıyacaktır.
Başkasına numune olacaktır.
Din, kâmil insanların iç âlemindedir...

Ancak doğruluk, adalet, fazilet yekdiğerine ve sevgi süsleriyle dışarıya akseder.
Hak murat etti, topraktan bir bedende bütün kudret güçleriyle, kemâliyle görünmek arzuladı.
İnsana bir istidad verdi.
Kemâle ermesi için de “KELİME-Yİ ŞAHADET” ile kelâmdan kalbe, kalbten gönüle, oradan da kendisine varma yolunu gizledi.
Kemâle ermek demek:
İnsanın mahreminde olan bütün mânevî hünerlerin aslına varmak ve o asıl ile bulunmaktır.
Bunun ismi de “MÜ’MİN” dedi. “EL-MÜ’MİN” in aynası olduğu mü’min…
Mü’mine tevhid peşinde koş dedi.
Rızkın benden, güç ve kuvvetin benden, her şeyin benden “VÂHİD” de “AHAD” di bul!
“TEK” de kaybol!
Bu yere girip kaybolma var ya:
Deyyân ile buluşma dedik tam birleşme olmaz. Şirk olur.
İnsan kuldur HAKK olamaz.
Mi’racta “BİR YAY BOYU” nedir bilirsin.
Bana gel!..

“BEN BİR GİZLİ HAZİNEYİM GÖRÜNMEK İSTEDİM. KENDİMİ SEYRETMEK ARZULADIM. BÜTÜN KÂİNATI HALK ETTİM. VAHDETTEN KESRETE DÖNEREK GÖRÜNDÜM. KENDİMİ GİZLEDİM. NAMÜTENAHİ KALABALIKTA KAYBOLDUM. BENİ BUL!”…
Sana ip uçları verdim.
Usuller bildirdim.
Beni bulmak için…
Denize atılan balık ağı gibi bir gün ağ çekilecek hepiniz bir araya gelip bana çekileceksiniz…
Denizde yaşamayı öğrendiniz amma karaya çıktığınızda yaşamayı öğrenemediniz.
Ben size dalganın denize yakınlığı gibiyim!
“HER ŞEYİ SUDAN HALKETTİK” âyetinde ki “HER ŞEYİ” nedir?
Her şeyde su vardır.
Bu ne demektir?
Her şeyde ben varım!
Ben kudretimle tecelli ettim.
Bütün güçlerimle göründüm!..

Her meydana çıkıp zuhur eden şeyin aslı, sırrı, gücü, kudret, o zuhur eden şeyin içinde kalandır.
Arş’ım su üzerinde kurulmuştur.
ALLAH’ ın Arş’ını kimse bilmez.
Cebrailin bilgisi de görmeğe ait bir bilgi değildir.
Levh-i Mahfuz’a dayalı bir bilgidir.
Meleklerin bilgisi Resûlullah’ın bilgisi gibi değildir.
Suyun neden halk edildiğini nasıl halk edildiğini ne melek ve ne peygamber hiç kimse bilemez.
HAKK’ın sırrı bildirilmemiştir.
İnsanlar ancak madde varlıkları incelemeğe imkân bulabilirler. Kendinde taşıdığı ulvi dostu bilen çok azdır…

Onu bilen: Ölümden, ihtiyarlıktan, ıstıraptan kurtulmuştur. Ölmemezlik suyunu içmiştir.
İnsan RAHİM ve RAHMAN gözüyle bakıp yek diğerini sevseydi HAKK’ın cennetini dünyada görürdü.
Cehennem kendiliğinden sönerdi.
Bu ince sırrı bilmeyenler kibir içindedirler.
Zâlimdirler.
İnsanlık asırlardır, bu gibilerin körlüğü yüzünden derdi, ıstırabı, açlığı, huzursuzluğu kendinden ayrılmaz bir arkadaş yapmıştır.
Bundan dolayı insanlar, güvenmenin ne olduğunu unutmuşlardır. Bir damla suyun söylediği bu işte…

Günün birinde buluttan bir damla yağmur düştü.
Koskoca okyanusa…
Damla denizin genişliğini görünce utandı.
“Şu deniz denilen yerde ben kim oluyorum.
Eğer deniz bu ise gerçekten ben hiçim!” dedi.
Damla kendisini hor görünce…
Sedefin biri onu koynuna aldı.
Seve seve besledi sonunda bu sevgi o bir damlayı padişahlara yaraşan ünlü bir inciye çevirdi…
Görünmeyen sevgi o damlayı içinde eritti.
Görünür inci oldu.
Taçlara konmak için…
Sedef gurur duydu yaptığı işten…
Kendiside nâdide eşyalara fırlayarak kakıldı.
Rahleleri, saray kapılarını süsledi…
Aza kanaat eden sedefin içini de ALLAH inci ile doldurdu…
İşte bu SU kitabı bu minicik hikayede gizlendi.
İnci olmak için gönüllere…

Yalçın kayalar, gök kubbede yıldızlar, gökte küçülmeye başlayan ay çoktan batmağa gitmiş…
Engin bir sessizlik…
Mağarada ki büyük insan…
Bilinmeyen bir arzu ile mağaranın önüne çıktı…
Ramazan ayının 17. gecesi idi.
Burası Hira Dağı idi…
Birden bire Mekke tarafında gökte kanatlarını açmış, nur saçan HAKK’ın sessiz, sözsüz, harfsiz kelâmını, vahyi taşıyan büyük melek…
Cebrail: Resûl-ü Ekrem (El- Emin)’e dünya perdesinde göründü.
“ALLAH’IN İSMİYLE OKU!” dediği zaman…
Resûl-ü Ekrem titredi…
O büyük insan, hiçbir kıymet ölçüsü ile ölçülemeyen tevazuu gösterdi.
Kendini lâyık görmedi buna…
“Ben okuma bilmem!” buyurdu.
Cebrail’de yazı yoktu…

Burada “OKU!” üzerine düşün!
“İKRA!” “OKU!” da cebir yoktur.
Seven gelsin mânâsı vardır.
Bütün İslâmın sırrı bu “İKRA!”dadır.
Yazı bilmeyen okuyamaz.
Amma söylenen kelâmı okur yani tekrar eder.
Ben okuma bilmem diye 3 defa tekrarladılar.
Bu tevazuu karşısında âyet şöyle devam etti.
“Seni halk eden Ekrem olan ALLAH’ın ismiyle oku ki o ALLAH insanı da bir alakadan yarattı!”
“Seni alakadan yarattık!” buyurulmuyor.
Resûle verilen ALLAH’ın en büyük taltifi, mertebe nişanı…
Nur-u Resûl, “NUR-U MİM” ifâde ediliyor.
Buralara yanaşmak, bunlar hakkında konuşmak herkesin kârı değildir.
Bu kadar ancak söyleyebiliyoruz…

Kur’ân bütün âlemlerin ana dilidir.
Hallac idam edilirken HAKK’a şöyle dua ediyordu:
“Bana açtığın sırları onlara da açsan! Veya onlardan gizlediğin şeyleri benden de gizlesen bu hal başıma gelmezdi!”
Hallac bir kanat gibi idi, kadri bu idi.
Fazla uzamıştı bu kanat…
Şeriatın makası geldi ve onu budadı.
Böyle insanlar hakkında söylemek doğru değildir.
Kadere karışmak olur.
Bu ne demektir? Onu çözmeğe çalışınız!
Halkı tufan, her velîyi Nuh Gemisi bil!..

İlaç, ilaç olarak kaldıkça tesirsizdir.
İçildi mi varlığından geçer o zaman tesir eder…
Pınarlar, gözeler, nehirler, dereler, ırmaklar, göller, denizler, deryalar, okyanuslar…
Çicekler, renkler, kokular, çimenler, ormanlar…
Binlerce çeşit…
Kuşlar, denizlerde, balıklar, gözle görülemeyecek kadar canlılar, her ne varsa görüneni sezilen dünya yüzünde…
Hepsi kendi kendini gizleyen HAKK’ın görünen kudret ve güçleridir.
ALLAH mânâ itibariyle “Yoktan var eden” demektir.
ALLAH’tan başka da “HAVL-DAVRANIŞ” ve kuvvet yoktur.
“LÂ HAVLE VELÂ KUVVETE” deki sır budur.
Onun için ALLAH’ın yanında kendi kıymetinizi aramayın!
ALLAH’ın sizin yanınızda ki kıymetini arayın, ölçün!..
O zaman kıymetinizi anlarsınız.
Bu hadistir.
Bunların hepsini kendi Zât-ı Ahadiyetine perde yapmış ALLAH… “BENİM ARŞIM SU ÜSTÜNDEDİR” ALLAH buyuruyor.
Arş nedir?
Lâ mekân nedir, durgun enerji kaynağı kâinatın…
Buradan çıkan elektron enerji arşın bir noktasından suyun içinden geçerek çıkıyor.
Elektron nedir? ALLAH kudretin yaratma elementi…
Her şeyde su vardı.
Arş kainatın kalbi…
Kalb bizim âlemimizin Arşı…
Kalbin iki kapısı vardır...
Meleküt âlemine bakan kapı…
“LEVH-İ MAHFUZ” her şeyden hazfedilmiş, duru, berrak, temiz demektir.
Mülk âlemine bakan kapı…
Mülk âlemine bakan kapı duygu organlarına bağlıdır.
Cesette ki ruhun tezahürlerini, duygularını gösteren organlara bağlı kısmı.
“YERE GÖĞE SIĞMAM, MÜ’MİN KULUMUN GÖNLÜNE SIĞARIM!” Kuds-i hadisin anlamı budur.


ÂYET – HADİS – KELİMELER :

Lem’a : (C.: Lemâat) Parlamak. Şimşek gibi çakmak. Güneş ve yıldız gibi parlamak. * El ile veya elbise gibi bir şeyle işaret etmek.
YEZDAN : f. Cenab-ı Hak. * (Mecusilerce) : Hayırları yaratan hayır ilâhı dedikleri mevhum mâbud.
Filozof : Feylesof. Felsefe ile uğraşan, felsefeci. (İlm-i hikmetle meşgul olan mütefennin. Dinle münasebeti olmayan gayr-ı müslim.
İntizam : Tertib, düzen, düzgünlak ve nizam üzere olmak.
Şuûr : Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak. * Nefsin mânâya ilk vusul mertebeleridir. (E.T.) * Kendi varlığından haberi olma. * Bir şeyi hoşça tanıma. * İnceliklerini iyice idrak etme. * (Şa'r. C.)
Sür’at : Çabukluk. Hız.
Menba’ : Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
Ruhî : Ruha ait, ruhla ilgili. Ruhça.
Mefhum : Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
Ahenk : f. Seslerin arasındaki uygunluk. Düzgün tarz ve gidiş.
Kısmet : Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek.
Sâkin : Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı. * Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.
Kin : f. Gizli düşmanlık. Garaz. Buğz. Adâvet.
Tedirgin : Huzursuz, rahatsız.
Mahv : Harab olma. Yıkılma. Ortadan kalkma. Çökme. Bozulma. * Tas: Beşeri noksanlıklardan kurtuluş hâli.

“Her şey HAKK’a döner” Âyet...

أَلَا إِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قَدْ يَعْلَمُ مَا أَنتُمْ عَلَيْهِ وَيَوْمَ يُرْجَعُونَ إِلَيْهِ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا عَمِلُوا وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“E la inne lillahi ma fis semavati vel ard kad ya'lemü ma entüm aleyh ve yevme yürceune ileyhi fe yünebbiühüm bi ma amilu vallahü bi külli şey'in alim : Bilmiş olun ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. O, sizin ne yolda olduğunuzu iyi bilir. İnsanlar O'nun huzuruna döndürüldükleri gün yapmış olduklarını onlara hemen bildirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur 24/64)

Sedef : Deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. * Sert, parlak ve şeffafa yakın madde. İnci kabuğu.
Dane : f. Tohum, çekirdek. * Kurşun, gülle, tâne.
Kerpiç : Kurutulmuş çamurdan inşaat malzemesi.
Âdemiyet : İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır.

BİR YAY BOYU :
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى

“Summe dena fe tedella . Fe kane kabe kavseyni ev edna : Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” (Necm 53/8-9)

Mütecelli : Tecelli eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.
Deyyân : Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla. Kahhar. Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hak.

Hadîs-i Kudsi: “Küntü kenzen mahfîyyen fe ahbebtü in u'¬refe ve hallaktü'l-halke li yu'ref : Ben gizli bir hazineydim, sev¬gimden tanınmayı istedim, bundan ötürü halkı halkettim.” buyurulmuştur.


وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِن مَّاء فَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاء إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“Vallahü halekü külle dabbetim mim ma' fe minhüm mey yemşi ala batnih ve minhüm mey yemşi ala ricleyn ve minhüm mey yemşi ala erba' yahlükullahü ma yeşa' innellahe ala külli şey'in kadir : Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.“ (Nûr 24/45).

Levh-i Mahfuz : Her şeyin hayatının ind-i İlâhîde yazılması. İlm-i İlâhînin bir ünvanı.
Rahle : Küçük masa.

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
خَلَقَ الْإِنسَانَ مِنْ عَلَقٍ

“İkre' bismi rabbikelleziy halak. Halekal'insane min 'alak : Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.” (Alak 96/1-2)
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 25.02.2008 Saat: 23:56 Gönderen: kulihvani


Resim


Dr. MÜNİR DERMAN (ks) HATIRALARI


Nurten gönderdi..

Bozüyük Gazetesi Yazarlarından Sayın Kurulay Yılmaz bey,
Münir Dermanla ilgili derledigi Anılarını sağ olsun bizi kırmayarak bizimle paylaştı.
Kendisi Münir Baba’nın üniveriste ögrencisi.
Bu yazıyı iki kısımda yayınlıcağız inşâallah.
Tüm siteye ve onu gönülden seven tüm Dostlara armagan olsun.
Rabbim o güzel insanın feyzine nâil eylesin hepimizi!..


DELİ DOKTOR

Araştıran........ : Kurulay YILMAZ

Dr. Münir DERMAN: 1910 Trabzon doğumludur.
Baba tarafından Kafkasya’dan Şeyh Şamil’e, ana tarafından Hâcegân silsilesine mensuptur.
Dört yaşından itibaren Buharalı hocası Ömer İnan Efendiden feyz ve manevî eğitim almış ve dokuz yaşında hafız olmuştur.
İlk öğrenimini özel Fransız Okulunda bitirmiştir.
Üniversite öğrenimi için Devlet bursu ile Fransa’ya gönderilmiştir.
Önce Felsefe-Psikoloji tahsili yapmıştır.
Sonra Tıp Fakültesini bitirerek doktor olmuştur.
Fransa da bulunduğu sırada Judo-Ka-Ra-Te çalışmıştır. Yarışmalara katılmıştır.
Kara Kuşak alan ilk Türk’tür.

Mısır’da El Ezher’de ilâhiyat tahsil etmiştir.
Kore savaşların da Askeri Doktor olarak katılmıştır.
Bir süre Japonya da bulunmuştur.
Yurda dönünce bir süre Ankara Dil-Tarih ve coğrafya fakültesinde Felsefe dalında öğretim üyeliği yapmıştır.
Davet Üzerine Almanya’da Anatomi öğretim üyeliği yapmıştır.
Daha sonra hükümet tabibi olarak Doğu Anadolu da görev almıştır.
Bozüyük’te Hükümet tabipliği yapmıştır.
Bozüyüklülerin unutamadığı bir şahsiyettir.
Yalnız doktor olarak değil çok yönlü karizmatik bir kişi olarak anıları hep anlatılmaktadır.
Sevilmektedir.
Deli Doktor denmesinin sebebi gıda maddelerinde hijyen konusunda gösterdiği hassasiyet nedeniyledir.
O günün şartlarında Bozüyük’e modern bir hâl yaptırılmasına vesile olmuştu.
Kasımpaşa Câmisinde Üç beş santimetre kalkık secdelikler yaptırtmıştı.
Secdeliklere basılması önlenmiş oluyordu.
Onun anıları Bozüyük’te çok anlatılmaktadır.

Eskişehirde de Genel cerrahi uzmanı olarak çalışmıştır.
Bu esnâda Judo Ka-Ra-Te öğretmenliği yapmış çok sayıda sporcu yetiştirmiştir.
Câmilerde vaaz vermiştir.
Akademide Misafir öğretim üyesi olarak ders vermiştir.
Benim de öğretmenimdir.
Yaz kış hiçbir zaman palto ve ya ceket giymezdi.
Çok soğuk günlerde sadece kollu bir kazak giyerdi.
Hiçbir zaman sıcak su ile yıkanmadığını söylerdi.
Hiçbir şekil de şöhret ve servet peşinde koşmamıştır.
Mal mülk edinmemiştir.
Hayatı boyunca hastalara şifâ dağıtmıştır.
Kopuk bir bacağı dikip hastayı yürüttüğü o günlerin gazetelerinde manşetten;
“Mucize Yaratan Doktor“ Başlığı ile yayınlanmıştı.
Fransızca, Almanca, Rusça ve Arapça yı mükemmel bilirdi.

O zamanlar haftalık yayınlanan Bozüyük Gazetesinde dinî ve tıbbî yazılar yazmıştır.
1.Mart.1947 Cumartesi Bozüyük Gazetesinin yayına başladığı tarihtir.
İlk sayının birinci sayfasında “Başlarken“ adlı yazısı şöyle başlamaktadır :

Başbuğların Tibet, Tiyenşan yaylaların da yuğ âyini ile ilahlaştıran Türk Cilasunları zaman zaman coşan seller halinde bütün dünyaya yayılırken bu kollardan Umur ve Porsuk bay kızgın sellerinin ilk atlıları atlarından Bozüyük’te indiler.

Günlerce, rüzgarla yarış edercesine şahlanmış uçan bu Türk atlıları bir akşam üstü güneş kızıla boyalı batarken mor renk alan ormanlıklar içinde sivrilen Boz bir tepe gördüler... Dizginler hafif sağa çevrildi bir hamlede bu boz tepeye vardılar...


Sanırım bu iki parağraf bile onu tanımak için yeterlidir.
Eserleri başka kitaplardan derleme değildir.

2.Aralık.1989 Cumartesi günü vefât etmiştir.

Kabir taşı kitabesini kendisi yazmıştır.
Şöyledir :


KABİR TAŞIM

Bir gövde borcum var toprağa
Verdim borcumu
Ruhumun toprağa borcu yok benim
Arama toprakta beni, ben başka yerdeyim
Toprağım temizdi, temiz teslim ettim borcumu
Bu kabir ruhumla gövdemin ayrılış yeri
Burada arama burada değilim
Azapta değil, narda değilim.
Sıkıntım kalmadı artık, aç ve yoksul değilim.
Dünyada, haksızlık, sefalet, açlık, sıkıntı dertlerle arkadaş yaşadım
Şikayet etmedim Rabb’imden bu nedir diye
Kırklar, yediler, dörtler, üçlerle arkadaş idim.
Hızır’la buluştum, konuştum, dertleştim, dünya yüzünde
Şikayet etmedim kendi halimden
Nefsinle uğraşma bu savaş değildir
Kabirde azabın esası budur
Bırak nefsini kendi haline
Uğraşma onunla yakışmaz sana
Gövde, nefis, ruh başka başkadır
Yek diğerine karıştırıp çengelleme onları
Nefis dünyada kalır gövde toprak da
Ruh gider aslı olan Rabb’ine
Burada arama burada değilim
Azapta değil, narda değilim.
Sıkıntım kalmadı, aç ve yoksul değilim.
Gövdemi verdim toprağa borçlu değilim.
Nefsimin de derdi dünyada kaldı
Üzme kendini bende senin gibiyim.
Rabb’imin yanında uçar gigiyim...


Hayat hikayesini kısaca anlattığım Dr. Münir Derman:
Hayatı boyunca insanlara maddî ve mânevî şifâ dağıtmakla ömrünü geçirdi.
Mezar taşını okuduğumuz zaman öldükten sonrada mesleğini sürdürdüğünü görüyoruz.
Bozüyük’te Ses getiren, iz bırakan bir doktor olarak bu kitapta lâyık olduğu yeri almıştır...

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 28.02.2008 Saat: 19:27 Gönderen: kulihvani


Resim


Yûsuf-ı Hakîkî Baba'nın Mahabbet-nâme'sinden :


SEVGİ YOLU

Yard. Doç. Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU

“Somuncu Baba'nın oğlu Yûsuf-ı Hakîkî'nin doğum tarihi bilinmemektedir. Mahabbet-nâme müstensihi onun 1488'de vefât ettiğini söylemektedir.
Allah aşkını hayatının gayesi yapmaya çalışan, varlıklara bu gözle bakan ve her konuyu aşk ekseni çevresinde işleyen Yûsuf Hakîkî'nin bilinen eserlerinden olan Mahabbet-nâme'yi günümüz diline sadeleştirerek bu sayfalarda sizlerle paylaşacağız.”
Peşin olarak söyleyelim ki, bizim güzel söz söylemek; söylenmemiş sözleri bulup meydana çıkarmak gibi bir kaygımız yok; bütün çabamız, her gün sayısız aşk mektupları yazılan evrende birkaç satır yakalayabilmek; aşk esintilerini hissetmek…

Bizim sözlerimiz, Yunan felsefesiyle ilgisi olmayan bir hikmettir; tıpkı Yesevî'nin dediği; Yunus'un, Attar'ın dediği gibi bir hikmet.
Yunan felsefecileri bu sırları bilemez; sırların ardındaki gerçekleri göremez, gerçekler ülkesine gidemezler.
Onların gittikleri yollar dikenli, kaypak; rehberleri ise kördür.
Oysa bizim yürüdüğümüz yolların kenarlarında bile gerçekler gül bahçesi vardır.

Bu bahçelerin çalılıkla, yabanla, bağ ile bostan ile, sarhoşla, şarapla ilgisi olmayıp bahçıvanlarının sözleri bile ebedî hayat, dilsizler sözü, kendiliksizler özüdür.
Bizim şarabımızın şiirlerde çok geçen ve ne idüği belli olmayan şarapla da bir ilgisi yoktur.
Bizim şarabımız ağızla da içilmez; içen kimse aklını kaybetmez; bu şarap akla azık, içene ruh olur.

Bizim şarabımız ezel ve ebet ülkesinden gelen bir esinti; ve O'nunla kuşatılmış olmayı bilmenin ta kendisidir.
Sözümüze kulak tutanlar, gerçekten O'nun aşkını duymak istiyorlarsa, dalmak üzere oldukları okyanustan bir damla içeren bu havuza dalabilsinler, gözlerini açık tutabilsinler yeter.
Burada aşktan, sevgiden ve sevgiye giden yolda engellerden başka, hiçbir şeyden söz edilmeyeceği için, başka muradı olanlar okumaktan vazgeçebilirler.

Can, hayat, her şey bize bir armağan.
Sevmek, acımak, zevk almak, düşünmek gibi büyük nimetlerin yanında, bedenimizle birlikte bütün bunları bize vereni bilmek, hayatı anlamış olmak manasına gelmez mi?
Bilmemek bir eksikliktir; yaratan, yaşatan ise bildirmemek gibi bir eksiklikten uzaktır.
Eksikli olan nasıl yaratsın!

Yaratıcı; rızk verici, affedici, kusurları örtücü, kahredici, var edici, yok edici, hayat verici, suret verici; insanı, bitkileri, diğer hayat sahiplerini ve her şeyi yaratandır.
Âlemi yıldızlarıyla, ağaçları ve çiçekleriyle donatan; bunları insanın hizmetine veren O'dur.
Aşk ve sevgide bir kötülük olsaydı, yaratışına temel yapar mıydı?
O'nun verdiği aşkla evren ayakta; âşıklar sarhoş; ve O'nun verdiği aşkla yuvalar şen.
Ne yazık o aşksız adama!
Evrene şöyle bir göz gezdirdiğinde görürsün ki, şimşek O'nun verdiği aşkla güler yer yüzüne; gök gürültüsü, suyun toprağa olan aşkının sesidir.
Bulutlar, göğün yere olan aşkının mektupları; yağmur, aşkın dile gelişi.
Güneş, ay ve yıldızlar O'nun aşkıyla dönen semazenlerdir.
Her şey O'nun aşkıyla döner birbiri çevresinde.
O'nun aşkı olmasa ateş tutuşmaz; O'nun aşkı olmadan rüzgâr esmez, çölleri, dağları aşıp menzile ulaşmaz.
Sular, seller, O'nun aşkıyla akıp durmakta; aşkını duyurmadığı tek bir tohum bırakmamaktadır.

İçinde aşk olmayan, aşkı göremez; âşığı tanıyamaz.
Dili söyleten aşktır; güzel gördüren ve düşündüren aşktır.
Tabiata taze hayat veren, dağları çeşit çeşit çiçeklerle süsleyen, bülbülü inleten, ağaçlara yapraklarını döktüren, lâleyi sarhoş eden, bahar bulutlarına gülsuyu akıttıran, gülün örtüsünü yüzünden kaldıran hep bu aşktır.
Bülbül bu sevgiyle coşmakta, herkes de bu sevgiyle coşkuya katılmaktayken senin buna katılma vaktin henüz gelmedi mi?

Sabah ezanı okunmuş, kuşlar ve böcekler de dahil olmak üzere zikir meclisi kurulmuş; bütün eşya hâl diliyle O'nun zikrine koyulmuşken sen ne zaman uyanacaksın?
Güneş yükseldi; her günkü işini yine eksiksiz yapmak üzere nasıl da parlamakta.
Toprağın altındakiler bile bu ışıkla yer yüzüne çıkıp sanki bir zorlayan varmış gibi nasıl da çabalamaktalar.
Tabiat da sanki onların çabasından zevk alıyor gibi nasıl da katılmakta bu coşkuya.
Böcekler ve hayvanlar sana bir şey anlatmıyorsa, ağaçların ve bitkilerin dillerindeki tatlı, lezzetli sözler de mi bir şey anlatmıyor?

Güzelleri görerek, lezzetleri tadarak zevk alırsın; toprağın, malın mülkün sonsuza kadar sende kalmayacağını bilirsin de neden bunların bir manası olup olmayacağı üzerinde kafa yormazsın?
Can âlemi adam, aşk âlemi âşık aramakta.
Senin işin topraklarda tepinmek; yiyip içip gerinmek; hayvan gibi semirmekten farklı bir şey olmalı!

Aşk, bir kez gönle girdi mi hiçbir engel tanımaz.
Aşk, aklın aşamadıklarını aşar; ve akıl, aşkla birlikte ruhun aydınlanmasıyla önünü görmeye başlayınca şaşırır kalır.
Bu sefer aşktan, daha fazla delil istemesine de şaşılmaz.
Sonra bütünüyle aşk boyasıyla boyanınca bizzat aşk olma iddiasında bulunur.
Çünkü aklın işi taklitti; taklitten vazgeçip "ilmi tahkik" kendisine yüz gösterince aşka ulaşmış, aşk âlemine ulaşınca da şaşkınlıkla kendisinin de bizzat aşk olduğunu düşünmüştür.

Akıl olmadan aşka gitmek mümkün değildir; aklın yolu ilim yolu; ilmin sonu ise aşktan başka bir şey değil.
İlim, aklın canıdır; akılsız ilim ne kadar saçma olursa, ilimsiz dünya da, din de öyle saçma olur.

Dini de dünyayı da diri tutan ilimdir; cehaletten ne din olur ne de takva.
Ancak insan, ister âlim olsun ister câhil, takvasız olursa yine bir faydası yoktur.
Âlim de yumuşak huylu, sakin tabiatlı olmalıdır.
İçinde ilim adamı olmayan topluluklar uyur gezer gibidirler.
Dinin hayatı ilim ve amel iledir; Amelin güzeli ise aşkla yapılanıdır.
Kurtuluş yolu sevgi yoludur.
Varoluş sevgidir.
Var olacak olan da sevendir.
Bu yol sevene, sana yaraşır; çünkü sen cânân yolunda canınla oynamayı çok ucuz bir şey olarak gördün.
Sen de gel!
Birlikte aşk şarabı içmeye, cihanı unutmaya!..
Aklı, teni terk etmeye; gözü yaşlı kılmaya!..

Görüyorsun!
Her şey nasıl da dönüyor bir biri etrafında.
Gece, gündüz; Ay, Güneş; mevsimler, atomlar; sanki hepsi bir Hak sarhoşu.
Bir çiçeği görünce için nasıl kıpırdar; bir güzeli, bir güzelliği, bir güzel yüzü!
Hangisi kalıcı bu güzelliklerin!
Bunların her biri birer maske, kılıf, örtü; mutlak güzel ancak örtü açılınca ortaya çıkar.
Ama örtüsüz bakmaya kimse güç yetiremez.
Yine de örtünün ardında mutlak güzelin olduğunu bilmenin şevki sana kâfîdir. Bu şevk artık sana hem gözdür, hem kanattır, hem kuvvettir.
Sevgiyle ebedî bir ömür bulup O'ndan yardım geldiğinde ise artık hiçbir şey sana dert değildir.



Yard. Doç. Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU

Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Özgeçmişi :

Doğum: 14. 03. 1961 Kayseri/ Hacılar
İlk ve orta öğrenimi: 1973-1982 Kayseri Aydınlıkevler ve Endüstri Meslek Lisesi.
Lisans öğrenimi: 1982-1986 Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü.
Yüksek Lisans: 1996-1997’de Erciyes Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı.
Doktora öğrenimi: 1996-2002 Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı.
Görevleri: 1988-1991 Malatya Akçadağ Lisesi edebiyat öğretmeni,
1992-1994 Muş Anadolu Lisesi edebiyat öğretmeni
1994-1995 Kayseri Atatürk Lisesi edebiyat öğretmeni
1995-2001 Kayseri Fen Lisesi edebiyat öğretmeni
12.02.2001 Erciyes Ü. İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Ana Bilim Dalı Öğretim Görevlisi
16.06.2004 Erciyes Ü. İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Ana Bilim Dalı Yrd.Doç
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 28.02.2008 Saat: 20:46 Gönderen: kulihvani


Resim

"İ S M-İ A’ZA M”


Dr. MÜNİR DERMAN (ks)

ESELÜKE ALLAHÜMME Bİ’L-İSMİ’L- MEKTUBİ ALA VERAKA’L- ZEYTUN
Zeytun yaprağı üzerine yazılı isim hürmetine!

İSM-İ AZAM'ı biliyorum, amma!.
Ona yanaşmak temizliğine varamadım.
Nasıl buğulu göz yerini bildiği şeyi görüp tutamaz.
Ses mevcuttur. Kulakta kir vardır. Az duyar.
Güzel koku mevcuttur. Burunda nezle vardır. Koku almaz.
Akıl vardır, maddenin şüphe, tereddüt, gafleti içinden çıkamaz.
Temiz dediğin bir suyun içinde mikroskopla bakarsan milyonlarca mikrobun raks ettiğini görürsün...

İSM-İ AZAM, Resûlü Ekrem'in ahlâk, siret, yaşayış, harekat, sünnet, Mübarek nasiyesinde lemean etmektedir.
İSM-İ AZAM'ı bilenler, Resûl'den aksetmiş insan tahammülüne tenezzül etmiş miktarından istifade ederler.
Onda tecellî eden İsm-i Azam, Ayı ikiye böler.
Musa denizi açar.
Resûl'den akseden İsm-i Azamdan :
Tayy-i Mekan, Keramet, Harikulâde hadiseler tezâhür eder. Nurundan müstefid olunur.
Aksetmiş olanların yanında bulunanlar bir aydınlığa girerler. Nereden geldiğini keşfedemezler.
Ayna olmasa kendini,
Kulak olmazsa sesini,
Burun olmasa kokuyu alamadığım gibi.
Temizliğin gayesine varmadan da bu akis sana vurmaz. Gelmez.
Röntgen şua’ı görünmez.
Görünmesi için muayyen tertibat ve cihazın mevcudiyeti lâzımdır.
Amma şu bildiğim İsm-i Azam'ı bildiğim kadar anlatayım buyurun dinleyin.
Çok dikkatli dinleyin!
Zira karışık...
Ben öyle anladımda ondan...

Görmek için ışık lüzumludur.
Işığın görünmesi için, havadan geçmesi lâzımdır.
Işığın saniyede sürati 300.000 kilometredir.
Sesin saniyede sürati 350 metredir.
Kilometre değil dikkat buyurun!..

Sesin işitilmesi için havaya ihtiyaç vardır.
Ses dalgalarının intişarı için.
Su olmayınca dalga olmadığı gibi...
Hava olmayınca da ses yoktur.
Suyun olması için toprak lazımdır.
Toprak olmasaydı su olmazdı.
Su olmasaydı hava olmazdı.
Hava olmasaydı ses olmazdı ve ışık görünmezdi.
Toprak oldu.
Sonra su.
Sudan hava oldu, o zaman en evvel var olan Işık göründü.
Ateş ve hararet husul buldu.
Hava olmazsa hararette yoktur.
Uzayda hararet yok.
Hâlbuki güneş görünmüyor karanlık uzay.
Güneşin görünmesi için havaya lüzum vardır.
Biz görüyoruz.
Görünmeyen güneşin şua’ları hava tabakasında görünüyor ve hararet veriyor.
Evvelden toprak suyun görünmesini temin etti.
Sudan hava oldu.
Var olan Işık görünmeye başladı.
Mekân toprak oldu, sudan hava teşekkül etti.
Böylelikle ateş göründü ve ses duyuldu.
Ve sudan geçen “Hayy” dan her şey halkoldu.
Su görünmez oldu.
Hava oldu, sonra göründü su oldu.
Su görünmez oldu, ziya göründü.
Su görünmez oldu hava oldu, ses duyuldu.
"Toprak + Su + Hava + Ateş" diye
"Anâsır-ı Erbaa" dört esas element denilmiştir.

Hülâsa edersek :
Hava olmazsa su olmaz.
Su olmazsa hava olmaz.
Hava olmazsa ateş olmaz.
Toprak olmazsa su olmaz, görünmez.
Bunları çözmek çok güçtür.
Hava bizim mekânda,
“Madde vardır telâkki ve fikrimize göre” havanın bir ağırlığı vardır, o hâlde basit olarak : “görünmez bir maddedir” diyebiliriz.
Hava soğuduğu zaman, buharı yağmura veya kara çevriliyor ve bunlar mekânda görülür bir madde oluyorlar.
O hâlde diyebiliriz :
Hava suyu husule getirdi.
O zaman suyun mevcudiyeti için bir mekân lazım.
O da toprak...

Toprak olduğu zaman su göründü.
Toprağın teşekkülü için “Kant-Laplace” nazariyesine göre evvelce ateş vardır soğudu.
Ve toprak teşekkül etti.
Ateşin mevcudiyeti için hava muhakkak lazımdır.
O hâlde ilk evvel hava vardı.

Toprakta : İlâhî esmâların, nakışları tenezzülen tahammül hududuna girmesi için toprakta muhtelif cevherler hazırlandı.
Madenler, Nebatlar.
“Safi” Nakşının muhafazası oldu.
İnsan, Hayvan, Nebat bünyelerinde bulunan cevherlerin hepsi toprakta mevcuttur.
Bu cevherlerin toplanmasını, su ile karışması bir organizma yaptı.
“Hayy” in görünme yuvasını teşkil etti.
Canlılık husul buldu.
Hayvanın, nebatın, mikrobun, insanın içinde barınacak bir yuvası vardır.
(Hayy) Hayın diğer esmâlarla barınacak yuvası evi (Kabanın kabası bir misal olarak) yaratıklar oldu.
“Hayy” esmâsının yanına diğer ilâhî esmâlar toplandı.
Bu miktar “İklimlere göre nasıl hayvan ve nebat, çiçek, maden cevherleri varsa” insanlara göre de murad böyle tecellî etti. Irklar. İnsan cinsleri oldu.
Her insan bir esmânın galibiyeti ile süslendi.
Bazı esmâlar müşterek.
Bazı esmâların miktarları farklı insanlarda tecellî etti... Hayvan ve nebatlarda da böyle oldu.
Hepsinin hassaları ayrı ayrı.
Birinin terkibinde olan diğerinin terkibinde yok gibi.
Bir diğerinde fazla, öbüründe başka bir hassa...

Bazı nebat zehirlidir.
Bazısı değil.

Bazı hayvan sadıktır.
Bir diğeri değil.
Nankördür, yırtıcıdır.

Bazı maden sert.
Bazı maden yumuşak.
Bazısı tatlı, bazısı acı.
Bazısı serinlik verir.
Bazısı yakar.

Bunların aslına varmak için, yâni hangi esmânın, hangi hassanın bulunduğunu anlamak için tahlil gerekir...

Falan nebatta şu hassa. Şu kimyasal madde vardır.
Falanda falan vitamin var. Falanda yok.
Falan şifa vericidir. Diğeri değil...
Falan güzel kokar. Diğeri değil.
Bunların aralarındaki fark hep birdir aslen...

İnsandaki esmânın şiddet ve azlığına göre, his ve duygu değişiklikleridir.
Zira her şey güzel yaratılmıştır.
Burada beşeri ilimle, mukavemet bünye, tahammül kelimelerinin ifadeleri ortaya çıkar.

Leş kokar.
Leş kuşları sinekleri.
Bazı leş yiyen hayvanlar için bu koku yoktur.

İnsan kendindeki asıl galib esmâya vardı mı bunların hep bir olduğu görülür.
Çirkin yoktur.
Pis koku yoktur.
Yakan yoktur.
Zehirleyen yoktur.
İlâhî esmâ vardır...
O da “Uyumayan doğurmayan yemeyen, eşi olmayan Tek olan” ALLAH'ın tecellîsidir.
Kudretlerin, güçlerin görünüşüdür.

Göz görür.
Eşyanın dışını görür, içini göremez.
Sonu olanları görür, sonsuzları göremiyor.
Bazan büyüğü küçük, küçüğü büyük görür.
Yıldızlar büyüktür.
Küçük görünür.
Göz kendinden çok uzak ve çok yakın da göremiyor.
Fakat akıl için uzak yakın yoktur.
Göz yanılmasının çeşitleri çoktur.
Fakat akıl bundan münezzehtir....

Sesleri, kokuları, tatları, sıcaklığı, soğukluğu, işitme, koklama ve tatma duygularını göremez.
Gördüğü şeyleri de dışarıda görür yerli yerinde.
İçinde değil.
Ses duyulur, fakat kulakta değil.
Sesin çıktığı yerdedir.
Sanki kulak oraya uzanmıştır gibi.
“Gören O, işiten O”.
Senin içinde O'dur.
O hâlde kendini göstermek için :“Âlemleri yarattım!” diyor Cenâb-ı Allah...
İnsan bu mânâya, bu künhe varması için aslına dönmesi lâzımdır.

Asıl nedir?
Temizlik esas cevher...
Safiyet... Billurlaşma...
Bunlar için İslâm vardır.
İnsan yaratıldığı için, künhüne varmak için islâm vardır.
İslâm olacağı için insan vardır.
Buradaki İslâm kelimesi :
"FELEMMA ESLEMNÂ" Âyet-i kerimesidir.
Hakk’ın görünen kudret ve güçlerinin bir parçası olduğunu anlayarak.
Hakk’a teslim olan demektir.
Onun için, insan mü’min doğar, aslına döneceği, çözüleceği zaman, yaklaştığı an mü’min ölür.
“Ölüm anı” insanda bulunan güç ve kudretlerinin geri alınması Allah’a teslim edilmesidir.
Bu hadis son demde bunları insan anlar demektir.
Ha demek böyle imiş der, inanmış olur.
Mü’min ölür demektir.
Temizlikte, aslında güzel olan şeyler hep güzel olduğu gibi görünür.
Temizlik olmadı mı duyguların perdelenmesi neticesi onları çirkin, fenâ koku, nefret verici olarak duyar görür işitir.
Bu temizlenmemenin neticesidir ki buda bir nevi isyan sayılır...

"Bir anne çocuğun pisliğinden, salyasından, tiksinmez, insan, kendi salyasından, tükrüğünden, pisliğinden tiksinmez. Ve başkasının ki ona çok fenâ gelir..."

Buralara varmak için İslâm vardır.
Çirkin, fenâ koku, iyilik mefhumuna giremez.
Görünen şeylerin hepsi tahammül hududunun cilveleridir.
Nasıl ki mikropları görsek, korkudan helak oluruz.
Hakiki temizliğe vardı mı yine helak oluruz, bunlar tahammülün muhtelif şekilleridir.

Resûlü Ekrem, ölmüş, taaffün etmiş köpeği görmüş.
Pis kokuyu almamış.
« Bak ne güzel dişleri var ! » buyurmuşlar...
İşte bu temizliğe varmak : Kendinde meknuz olan galib esmânın tecellî kudretiyle tesbih ve raksa girebilmek demektir.
“VELE ZÎKRULLAHÜ EKBER” en büyük zikir, sende olan galip esmâ ile, onun büyük zikrine kendini sokabilmektir.
O zaman, sendeki tecellî eden Allah’ın sana nasip, olmuş galib esmâ ile görür, işitir, hareket edersin ki, o senin için "İSM-İ AZAM" olur.
"Bütün Peygamberler : Allah tarafından kelâmla gönderilmiştir. Cezbe ve tasarruf ile değil"
Bu lafa dikkat et, ne demek isteniyor bunu anlamadan Peygamber nedir anlaşılmaz!..
Kalb gönlün aynasıdır.
Gönül ruhun aynasıdır.
Kalb nedir? gönül nedir? bunu bilmek lazım.
Ruh, hakikat-i insaniyenin aynasıdır.
Hakikat-i insaniye nedir?
Bunu da bilmek lâzımdır bütün inceliği ile...

Gaybi hakikatlar sonsuz denecek kadar uzak mesafeler kat ederek, söz hâline inkilab eder.
Lafz sûretine giren faillerin hakikatları o zaman kulaklara erişir.
Bu ihsan, Evliyaullaha verilmiştir.
O zaman o velî, Hakk’ı halk aynasında ve halkıda Hak aynasında, Hakk’ın kemalini görür ve Hak aynasında halkın yokluğunu görür.
Bu insan “İnsanı kâmil” o zaman “İSM-İ A'ZAM” bir sırdır diye söyler...
Bir çok İsm-i A’zam duaları.
Âyetleri işaret buyurulmuştur.
Bunların oradaki esmâların, isimlerin “ADLÜ” esmâsı ile taksimindeki hikmeti ifade içindir.
Ve onların yardımı ile, kendinde meknuz galib esmâya temizlikle yanaşmak, kılavuz o esmâların hürmetine galib esmâya vusul yolları olarak fehmedilmelidir.
Bu da : Mekân diye kabul ettiğimiz yerdeki fiziki, kimyasal hassa ve kanunları husule getiren esmâ tecellîsinin madde olarak tahlil ve tetkik ederek onlardan birçok kudretlerin Allah’ın verdiği kabiliyet.

İsti’dad, akıl hududu dahilinde kudretin azametini idrak için kesitler, füzeler binlerce icatların ortaya çıkmasına muradı ilâhî izin verilmesindendir.
“Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz!” Tebşir-i Peygam berisi..

“Kâinâtın yaradılışını anlamak isterseniz, arzı dolaşınız, tetkik ediniz!” Hadis-i kudsî bunu açıklar...

“Bilen ile bilmeyen bir olurmu?” Âyet.

Bütün bunlar : Kur’ân-ı kerimde :

ÂYÂT-i MÜTEŞABİHAT : Mânâsı gizli âyetler.

ÂYÂT-i MüHKEMAT : Mânâsı açık ve sarih âyetler ki bunlara vusul için yollar ve riâyet edilmesi icâb eden ve vusulde yapılması mecburi olan şeylerdir...
“İbâdet insanı değiştirmez. İnsanda meknuz olan bir hassayı ortaya çıkarmak için yapılır”.

ÂYÂT-I MÜTADE : Akıl sahasında olan âyetler.
Bunlardan esmâların tecellîleri ile tekevvün eden her şeyin tetkikine insanı sevkeden usûl ve yollardır.

ÂYÂT-I GAYRİ MÜTADE : Akıl sahasının haricinde olan yaradılış ve hadisat kanununun dışında kalan âyetlerdir.
Bunlar vasıtası ile, insan aslını anlamaya gayret eder.
Resûller yol gösterir, îzah ve tefsir ederler...
Bunların birçoklarını ancak “Ehlullah” anlarlar.
Çünki onun tahammül hududuna yanaşmak temizliğine “TEVFİKİ İLAHİ; ile vasıl olmuşlardır.
Ondan dolayı cehâlet ayağı ile bu hududlara vurmamak, basmamak lazımdır. İsyan, şirk ve küfre yuvarlanır insan...
Derlerki : "EL ÂRİF LÂ YETE KELLEM VE’L- MÜTEKELLİM LÂ YAGRİF."
Duygu organlarını kontrol altında tutarak ruhun üfleyişlerine kulak verenler, bu işi anlamaya namzet olabilirler.
Bütün esmâların en büyük esmâ ile irtibatlığı da bu temizlik derecesine göre yakınlık, uzaklık meselesidir.
Mansur idama götürülürken :
Hakk’a dua etti.
“Yâ Rabbi!
Benim idamımı seyretmek için gelenleri, idamıma hükmedenleri affet!
Bana açtığın sırları, onlara da açsan veya onlardan gizlediğin sırları benden de gizlemiş olsan bu hâl başıma gelmezdi!..”
Kollarından astılar.
Ayaklarını kestiler, sonra kollarını ve başını vurdular...

Mansur şöyle söylüyordu başı vurulmadan :

ERA KADEMİ : Ayaklarımı görüyorum.
ERAKE DEMMÎ : Kanım akıyor.
EHANE DEMİ : Kanıma ihanet oldu.
EH A NEDEMİ : Yazık oldu kendimi anlatamadığıma!..
Mansurun son sözleridir bunlar...

ÎSMÎ AZAM'ın beyhude aranmamasına en büyük söylenmiş sözlerdir.
İsm-i A’zamı arama!..
İsm-i A’zam seni bulsun!..
İsm-i A’zamı sende gizli olan İsm-i A’zam’ın sahibiyle birlikte bulabilirsin.
Abdestsiz gezme!
Konuşma. Yeme. İçme!..
Yalan söyleme!..
Namazını terketme vaktinde kıl!.. Yeter...

Mansur’un : “Ene'l- Hakk!" demesi insanın idrak kubbesini tiril tiril titretti.
Bu sözlerden, bu sözleri söyleyenlere şer'-i tekellüf yoktur.
Aklında böyle sözlerden hissesi yok.
Cüneyd : “Allah cübbemin altındadır!”
Bestamî ve Mansur da görüldü.
Bu sözler, her yerde küfürdür.
Cüneyid'e sordular, Mansur’un dediğinin te’vili varmıdır?
O sözün tevili gününde değil Kerbela günündeyiz...
Mansur'a : « Vaz geç tövbe et ! » dediler.
« Sözü kim söyletti ise, sözü geri almayı da o dilesin ! »..
« Ben Allah’ım! diyorsun, Hemde günde bin rekat namaz kılıyorsun!”
“Birbirimizin kadrini yine biz biliriz!”

Şeriatta idam vardır, fakat işkence yoktur.
Mansur'un başına gelenler de hâlin de hissesi vardır.
O zamanın azgın zâhir adamlarının hırsı vardır.
İLÂHE İLLÂ ALLAH : Eşyayı mânâda görmektir.
Ondan gayri ne varki !..

Şimdi hatırlatırım :
Mansur :
“Ben Allah'ım!” demedi.
« Ben Hakk’ım ! » dedi.

“Ben Allah'ım!” demesine imkân varmıdır ?..
Musa : « Yâ Rabb ! Bana kendini göster!” dedi.
Rabb dağda tecellî etti. Dağ eridi.. Dikkat!..
Allah'a mekân verilmez...
Rabbi’s-semâvât.
Rabbi’l- maşrikeyn.
Rabbi’l- ard.
Rabbi’l- mağfireyn
Rabbi’l- felâk
Rabbi’n- nâs
Mezarda : “Rabbın kim?” sorulacakmış...
“Allah'ın kim?” değil!
Rabb, Hakk başka şeyler ve başka mânâlardır.
Bu sözlere şaşırmayın... Düşünün!..
Bunları hâllet ondan sonra, İSM-İ AZAM'ı bul!

Son söz:
Resûlü Ekrem : “Mi’racda Allah'ı gördüm!” demiyor.
“Rabbımı gördüm!” buyuruyor.
Bütün sır bu sözlerdedir...
Biz bundan sonra susarız!..


ÂYET - KELİMELER :

İ S M-İ A'ZA M : Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır. (İsm-i A'zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmâm-ı Ali (R.A.) hakkında: "Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddus" altı isimdir. Ve İmâm-ı A'zamın İsm-i a'zamı, "Hakem, Adil" iki isimdir. Ve Gavs-ı A'zamın İsm-i a'zamı, "Yâ Hayy'dır." Ve İmâm-ı Rabbâninin İsm-i a'zamı. " Kayyum" ve hâkeza.. pek çok zatlar daha başka isimleri ism-i A'zam görmüşlerdir. L.)
ESELÜKE ALLAHÜMME Bİ’L-İSMİ’L- MEKTUBİ ALA VERAKA’L- ZEYTUN : Allahım! Senden zeytin yaprağına yazılan hakkı için – hürmetine isterim!

Lemean : Parlama, parıldama.
Tahammül : Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak.
Tenezzülen : Alçak gönüllülükle, tevâzu ve mahviyet içinde, kibirsizlikle.
Tezâhür : Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş. * Birbirini korumak, birbirine arka olmak. * Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek.
Tecellî : Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.
Tayy-i Mekan : Mekânı ortadan kaldırmak. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görünmesi.
Keramet : Allah (C.C.) indinde” makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli. * Bağış, kerem. * İkram, ağırlama.
Anâsır-ı Erbaa : Dört unsur: Toprak, hava, su, nur (veya ateş).
Telâkki : Karşılamak. Almak. Kabul etmek. * Şahsi anlayış ve görüş.
Müstefid : (C.: Müstefidân) İstifade eden, fayda gören, faydalanan.
Şua’ : Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri.
Intişar : Dağılmak. Yayılmak. Üremek. * Tıb: Yorgunluktan damar şişip kabarmak. Umumileşmek.
Hararet : Sıcaklık.
Muhtelif : Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan.
Safi : Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. * Bozuk olmayan. Hâlis.
Hayy : Diri, canlı, sağ. * Bir şeyi cem' ve ihraz eylemek.
Nebat : (C: Nebatât) Topraktan yetişen, biten her çeşit şey. Bitki. * Yemen diyarında bir kabile adı.
Husul : Peydâ olma. Hasıl olma. Meydana gelmek. Üremek, türemek.
Müşterek : Birlikte, ortak kullanılan. * Elbirliğiyle yapılan, birlik.
Terkib : Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. * Birbirine karıştırılmış maddeler
Hiss : Duymak. Farkına varmak. Duygu. * Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek. * Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcudiyetini idrak eylemek.
Mukavemet : Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek.
Cevher : Bir şeyin özü, esası. * Kıymetli taş. * Çelik üzerindeki nakış. * Edb: Noktalı harf.

قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِن قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِن تُطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُم مِّنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
« Kaletil a'rabü amenna kul lem tü'minu ve lakin kulu eslemna ve lemma yedhulil imanü fi kulubiküm ve in tütiy'ulahe ve rasulehu la yelitküm min a'maliküm şey'a innellahe ğafurur rahiym : Bedevîler «İnandık» dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama «Boyun eğdik» deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.“ (Hucurât 49/14)

Mefhum : Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
Taaffün : (Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.
Meknuz : Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
Tesbih : Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. Yâni: Allah'ın zâtında, sıfâtında ve ef'âlinde cemi' nekaisten münezzeh olduğunu ifade etmektir. (Bak: Sübhan)

“VELE ZÎKRULLAHÜ EKBER” :

اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
« Ütlü ma uhiye ileyke minel kitabi ve ekimis salah innes salate tenha anil fahşai vel münker ve lezikrullahi ekber vallahü ya'lemü ma tasneun : (Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir. (Ankebût 29/45)

Cezbe : Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.
Tasarruf : İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı. * (Para veya mal) artırma. * Bir şeye karışıp müdahale etme.
El ADLÜ : Adl kelimesi çeşitli türevleriyle birlikte 28 âyette geçmektedir.
Zâtında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde ve halkettiği her şeyde mutlak adaletli olan ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL'in sözünün âdil olduğu beyân buyurulmuştur. 1 âyette ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL[/color 'in adalet sıfatı olarak kullanılmış sözünün adaletli olduğu ifade edilmiştir.
" Rabb'inin sözü, doğruluk (sıdkân) ve adalet (adlen) tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. o işitendir, bilendir." ( En'âm 6/115)


El Adlü : Hakkaniyet ve adâlet üzere olan, zulmetmeyen. İ'tidal üzüre olup ifrat, tefrit ve hevâsız olan... Hükmünde hakk olan, doğruluktan ayrılmayan ve âdiller âdili olarak da tek olan. Mutlak âdil, asla zulmetmeyen zulmü kullarına da yasaklayan, hakkaniyyetle hükmeden, hakkı söyleyen ve hakk olanı lâzım ve lâyıkınca yapan ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL.
Vusul : Ulaşma, erişme, varma, yetişme.İsti’dad: Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.

“Bilen ile bilmeyen bir olurmu?” Âyet.

أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاء اللَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ

“Emmen hüve kanitün anael leyli sacidev ve kaimey yahzerul ahirate ve yercu rahmete rabbih kul hel yestevillezine ya'lemune vellezine la ya'lemun innema yetezekkeru ülül elbab : Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer 39/9)

MÜTEŞABİH : Birbirine benzeyenler. * Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis. * Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.
MüHKEM : Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış. * Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz.
MU’TADE : Mu'tâd olduğu gibi. Alışıldığı üzere. Akıl içide.
Ehlullah : Allah'a itaat edip, O'nun sevgisi ile O'na yaklaşmış olan Veli. Allah'ın sevgisine mazhar olan Evliya.
MÜTEKELLİM : Söyleyen, konuşan, nutuk söyleyen. * Gr: Söyleyen, birinci şahıs.
Şer'î : Şeriata uygun, İslâmiyetçe makbul olan. İlâhî kanuna dair. Meşru'.
Tekellüf : Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak.
Te’vil : (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Şubat Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 29.02.2008 Saat: 23:25 Gönderen: kulihvani


MUHAMMED RAHİM BAWA MUHYİDDİN

Muhammad Raheem Bawa Muhaiyaddeen


Resim

ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK

Tercüme: Mehmet Demirkaya

SON ÇAĞRI

Bir göz açıp kapamasından önce,
Bir göz kırpmasında,
Evet bir göz kırpmasıyla
Geri çağırılacağız
Hakk’ın merhametli ayaklarına.
Zerredeki zerre, atomdaki atom gibi,
En latif yolla bizi geri çağırır O.
Nasıl anlatılabilir O’nun lâtif yolları, en son çağırışı!
Nasıl anlatılabilir O’nun o mu’cizesi
En son çağrısını gönderdiği!


Resim

Bir göz açıp kapamasından önce,
Bir göz kırpmasında,
Evet bir göz kırpmasıyla
Geri çağırılacağız
Hakk’ın merhametli ayaklarına.
Zerredeki zerre, atomdaki atom gibi,
En latif yolla bizi geri çağırır O.
Nasıl anlatılabilir O’nun lâtif yolları, en son çağırışı!
Nasıl anlatılabilir O’nun o mu’cizesi
En son çağrısını gönderdiği!

Besledi bizi tüm hayatımızda ve büyüttü.
Günler geçtikçe, artarda birikti takvim yaprakları,
Yaşayıp durduk bu hayatta hiçbir iyilik yapmadan,
Hep böyle sona kadar,
Acı ve kederle sırılsıklam olmuşsuz,
Kahkaha ve mutlulukla.
Hayatımızdaki dert ve keder,
Kan bağlarıyla gelen iyi ve kötüler,
Buradaki doğumumuzla gelen tüm dertler,
Bizde toplanan tüm dert ve kederler,
İşte hayatımız dert ve keder hayatı
gözyaşları, ağlama ve gülüşlerle.

Heyhat! Bu yaşayışla,
Artık dayanamayacağımız o sonda,
Yani ölüm bizi çağırdığında,
“Hadi Gel” diye seslendiğinde,
Bir an da alır bizi yanına,
Bu çağrı yapıldığında,
Çok latif, çok keskin, çok âni,
Yine de anlamayız!
Kanarız bu dünyanın çok büyük olduğuna,
Kanarız akla gelmez hayallerle,
Bu dünyanın bizim olduğuna,
Bu dünyanın hazine olduğuna.

Bırakalım topladığımız ne varsa,
Atıp her şeyi caddelere, sokaklara,
Gözyaşlarıyla, dertlerimizle ve acizliğimizle,
Bu ağızlarımızla seslenelim Ruhların Sahibine,
Ayaklarına kapanalım,
Ve gidelim O’na.
İşte çağırır o zaman bizi.
Unutup her şeyi, hep O’nu hatırlayalım
Hep O’nu analım, hep O’na yönelelim.
Kaybolur tüm dertlerimiz o günde,
İşte mutluluk ve rahmet,
İşte O’nun aşkı gelir ve kuşatır bizi,
Getirir huzur ve rahatı bize.
Gelir ve kucaklar bizi o günde, aşk ve huzur,
İşte gerçek huzur.
Tüm hâller o güne kadar yaşadığımız ne varsa
Toplayıp biriktirdiğimiz, kullandığımız her şey
Günah yığını sadece, yani hiçbir şey.
Topladıklarımız sadece kötülük ve günah.
Cehâlet ve bilgisizce toplayıp durduğumuz her şey,
Sadece kötülük çuvalları, sadece kötülük yığını.

Atabilirsek cehâlet ve bilgisizlik çuvallarını,
O toplayıp durduklarımızı,
Silebilirsek o tüm kötülüklerimizi,
Arayabilirsek Hakk’ın o ilâhî ayaklarını,
Arayalım O Bir olan Allah’ı,
O Bir olan Sevgi’yi,
O’na inanır ve O’na güveniriz,
Kapanabilirsek O’nun ayaklarına,
Teslim olalım O’na ve itâat edelim,
İşte buluruz huzur ve rahatı o zaman.
Budur adalet ve hak.
O’na iman ve O’na ibadet,
Hâlimiz olduğunda bizim,
İşte o zaman teslim oluruz,
O Kadri Mutlak’a, şah damarımızdan yakın Olan’a,
Hâlimiz huzur olur, huzur dağıtırız
Teselli dağıtırız tüm hayatlara.

İmanla sürdürelim hayatımızı
O Bir olan Allah’a.
Yavrucuğum!
Hep bu imanla yaşayalım sonsuza dek.
Meyve veren ağaçlar gibi
Meyvelerini herkese dağıtan ağaçlar gibi,
Paylaşalım biz de meyvelerimizi.
Topladığımız her şeyi,
Kazandığımız tüm ni’metleri bu hayatta,
Paylaşmalı bu kalb herkesle,
Meyvelerini dağıtan bir ağaç gibi.
İşte buluruz huzuru,
İşte buluruz rahatı o zaman.
Meyvelerini dağıttığında ağaç, bilir huzuru.
Bu akıl da terk ettiğinde her şeyini,
Anlar o zaman huzuru.
Bulalım hadi bu eşitliği.
Budur hayatımız için en iyi olan.
Budur bizim için en iyisi.
Âmin!. Âmin!.
Sevgim sizlerle olsun!..


24 Eylül 1985
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Cevapla

“2008” sayfasına dön