Tanrı öldü, Allah yaşıyor!

Gençlerimizin Şiir, Hikaye ve diğer Konu çalışmaları.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Tanrı öldü, Allah yaşıyor!

Mesaj gönderen hamdolsun »

Tanrı öldü, Allah yaşıyor!

"Dine karşı asıl hürmetsizliği yapanlar, kalabalığın taptığı tanrıları tanımamazlık edenler değil, bilakis tanrılar hakkında kalabalığın inandığını tasdik edenlerdir!"

1841'de doktora tezinin girişinde Epikür'ün bu sözünü alıntılayan genç Marx'ın zihninde, hikmet'in, sürülere has bir nesne olmadığı muhakkaktı.

Hakikatin bilgisi, ister istemez, kendine has bir sıradışılığı öngörür. Hakikat talibi, hikmet mabedine girerken nalınlarını dışarıda bırakmalıdır. Takım (!) elbiseleriyle, rugan pabuçlarıyla değil, asıl yalınayak ve çıplak bir hâlde, pek tabii ki tevâzuyla adımını eşikten içeri atmalıdır.

Kalabalığın inandığı tanrılar, "müesses din"in temsilinden başka nedir ki? Müesses din, yani kitleleri uyuşturmaya yarayan yasalar manzumesi... kalabalığın gürültüsü... yığınların... yaygın olanın... genişliğin ve yaygınlığın... sıranın ve sıradanlığın...

Ama kesinlikle derinliğin ve sıradışının değil!


* * *
Marx, kendisinin, yıllar sonra, kitleleri uyuşturacak sentezlere temel teşkil edecek müesses doktrinlerin ilâhî pınarı hâline geleceğini bilebilir miydi?

Hangi namuslu Marksist, bizatihi Marksizm'in süreç içerisinde "tanrılar (msl. bilim ve felsefe) hakkında kalabalıkların inandığı" bir din hâline geldiği hakikatini inkâr edebilir?

Din ve ideoloji arasındaki 've' bağlacının anlamını yitirdiği nadir yerlerden biri de burasıdır! Yaşamın olumsuzlamasına direnebilme ve ısrarla açıklayıcılığını sürdürebilme kudreti, dinin de, ideolojinin de evrenselliğinin yegâne sınanma ölçütüdür. ('Mutlak hakikat" iddiamızı olgulara taşıyalım, bakalım hangisi ayakta duracak?)

Bilim ve ideolojinin din karşısındaki o kibirli burun kıvırıcılığının ömrü iki asır bile sürmedi!

Sesime kulak ver ey talib, ne fısıldıyorum, ne de mırıldanıyorum, bak, açıkça senin de duyabileceğin biçimde, hem de sükûnetle muradımı ifade ediyorum:

Tanrı öldü ama Allah yaşıyor!


* * *
Michaelangelo Antonioni'nin Blow-up adlı filmini hatırlamanın tam sırası. Antonioni'nin, yani Tarkovski'nin hayran olduğu -neredeyse- yegâne yönetmenin...

Blow-up aslında "fotoğrafı büyütmek" demek. Nitekim filmde de (nihilist) kahramanımız elindeki fotoğrafları büyütmek suretiyle hakikati görmeye çalışır. Sorun şuradadır ki görüntüler büyüdükçe temsil ettiği gerçeklik de o denli bozulur, eldeki 'bütün' iyiden iyiye dağılır.

Düşünceleri mutlaklaştırma, yorumlarda abartıya kaçma, neredeyse hakikatin avuçlanabileceği vehmine kapılma da gerçekte böyledir. Hepsi de aslında birer blow-up işlemidir.

Dinler gibi ideolojiler de zaman zaman blow-up işlemine başvururlar. Evet, dinler de, ideolojiler de... VE dahî onların sahih ve gayr-ı sahih takipçileri de.

Abartmakta hiçbir sorun yok, sorun abartıyor olduğunu unutmakta!


* * *
Din, "hakikat pornografisi"nden yana değildir; hakikati göstermez, ona işaret eder. Kur'an dahi hakikati göstermez, sadece işaret eder ve bu amaçladır ki 'ayet' sözcüğünü kullanır.

Dünyevî ideolojilerin, bu düzeyde işi zordur. Çünkü batınları yoktur, sırf zahirdirler. İç-dış, avam-havass ayrımına katlanamazlar. Tek boyutlu olmak zorundadırlar. Eşitlikçidirler. Çünkü halktan yana naif bir iyimserlikleri vardır. Bu iyimserliğin eleştirilecek yanı ise politik karakterde olmasıdır. Yani hakikatin değil, teorik gerekliliğin ürünüdür.


* * *
Birikim dergisinin 250. sayısı, "Sol ve İlâhiyat" başlığını taşıyor.

Dergiye emek veren arkadaşların entelektüel basiret ve firasetlerini tek kelimeyle tebrik ediyorum. Başka sayılarla da süreceğini bildiğim bu dosya, umarım, ülkenin nefes almakta zorlanan entelektüel yaşamına biraz olsun soluk aldırır, biraz olsun düşünülmeyenin düşünülmesine katkı sağlar.


* * *
Komünist Manifesto'nun bütün çağdaş Türkçe çevirilerine bakılırsa, Marx'la Engels'in kullandığı "patrizier-plebejer" kelimelerinin aynen (patrisien ve plebler şeklinde) çevrilmeden öylece bırakıldığı görülür. Oysa Manifesto'nun Mustafa Suphi/Şefik Hüsnü yoldaşlar tarafından "İştirakiyyûn Beyannâmesi" adıyla yapılan ilk Osmanlıca çevirisinde karşılık olarak "avam ve havass" kelimeleri kullanılmıştır. (Çevirinin ilk basımı 1923 tarihlidir.)

Üstelik mütercimler, Manifesto'nun daha ilk paragrafında geçen "einer heiligen Hetzjagd" tabirini, hem de hiç kompleks duymaksızın, "bir mukaddes Ehl-i Salîb tertibi" şeklinde çevirme gözüpekliğini gösterebilmişlerdir. Çünkü muhatablarının hassasiyetlerini ciddiye almışlardır.

Yani mesele asla sadakat meselesi değil, üslûb meselesiydi. Bugün bu toprakların dindar çocukları, Mustafa Suphi ve Şefik Hüsnü yoldaşların Komünist Manifesto'nun çevirisinde gösterdikleri üslûb titizliğini, onların sadık takipçilerinde de görmek isterler.

Birikim dergisinin yöneticileri, bu titizliği öteden beri gösterirler, iyi bilirim. Hem dil itibariyle, hem üslûb itibariyle. Ele aldıkları konuların, Sol'un kendisiyle hesaplaşmasına ve kendi kavramsal dünyasını zenginleştirmesine de katkı sağlayacağından hiç ama hiç kuşku duymuyorum.

"Asla sadakat", tanrılar hakkında kalabalıkların inandığını tasdik edenlerin işi. Kalabalıkların taptığı tanrılara inanmayanların ise halka ödemeleri gereken bir üslûb borcu var. Dilimizi öğrenmek zorundasınız, ki bizler de sizlerin dilini öğrenmeye değer bulalım.


* * *
Düş kurmak, hayâl kurmak konusunda sosyalist arkadaşlarımızın, dinî geleneğin haşarı çocuklarının tarihsel tecrübelerine ihtiyaçları var. Ne de olsa bizler, düşlerine bu dünyanın bile dar geldiği tarihsel bir geleneğe yaslanıyoruz. İnadına düşlüyoruz.

Düş kurmak ve aldanmak bizim âdetimiz. Şimdi sizler de yanımızdasınız, ne mutlu bize!

Ortak atamız İbrahim! Düşü'nün hakikati uğruna biricik oğlunu bile kurban etmekten çekinmeyen o düş görenlerin sultanı İbrahim!

Bu fakirin düşüne katılır mısınız bilemem ama ben kesilecek kurbanı çoktan buldum, yeter ki siz bıçaklarınızı bileyin!

Gelin, önce şu nefis koçunu kesmeyi deneyelim de hakikat karşısında mütevazi olmayı birlikte öğrenelim!
d.cündioğlu
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Resimli Kur'an ve Sanat ve Edebiyat...
Biblia Pauperum! Yani yoksulların kitab-ı mukaddesi! Okumaktan mahrum olanların... ümmîlerin... görmeye ihtiyacı olanların...

— "Harfler okuma-yazma bilenler için neyse, resimler de okuma-yazma bilmeyenler için aynı şeydir."

Altıncı yüzyılda böyle söyler Papa Gregorius Magnus (540-604).



Yani İslâm'ın ortaya çıkışından önce.

Böylelikle Kitab-ı Mukaddes kıssaları resm ve tasvir edilmeye başlanır. Hristiyanlık bilincini neredeyse tümüyle görselleştirmek mümkün hâle gelir.

Niçin?


Okuyarak öğrenmekten mahrum olan halkın bakarak öğrenmesi için.

Lâkin harfler aracılığıyla değil, resim ve tasvirler aracılığıyla... İkonalar yardımıyla...
Anlamak için değil sadece, ibadet etmek için de.

Batılı bilincin görselliğe yatkınlığının temelinde, Greko-Romen tecrübesinin yanısıra, plastik sanatları ve sanatçıları asırlarca himaye eden Kilise'nin etkisi ve katkısı da inkâr olunamaz.
Batı kültürü, özü itibariyle görseldir. Eşyayı doğrudan gözle kavramaya hem yatkındır, hem de alışkındır.

Batı Hristiyanlığı en nihayet Greko-Romen geleneğin takipçisidir. İster istemez Arileşmiştir. Mirasçısı olduğu uygarlıkla belki ideolojik olarak çatışmış ama sonunda onu kültürel olarak içselleştirmiştir. Sarı saçlı, mavi gözlü bir İsa artık herkesin gözü önündedir. Yanında. Evinde.


* * *
Peki Doğu'nun, bilhassa müslüman ve yahudi tecrübesinin gözle ve görsellikle ilişkisi nedir?

Sami bilincinin hafızasında görsellik, herşeyden önce dolayımsızlık demektir. Dolayımsızlık, yani eşyayla/dünyayla doğrudan doğruya temas! Avuçlamak!Gerek yahudi, gerekse müslüman bilinci görsellikte hep bir teşhir yönü görmüş, bu yüzden de hakikati bilme ve anlama sürecinde dolayımı tercih etmiştir. Kulağı yani. İşitselliği. Görerek bilmek yerine, duyarak bilmeyi.
Hakikat ile talibi arasında her zaman belirli bir mesafenin bulunmasını arzu etmiş ve görmekte/görsellikte hep bir avuçlama hevesi sezdiğinden, görmenin dolayımsızlığına karşı, işitmenin dolayımını tercih etmiştir.

Avuçlamayacaksın! Ama dokunabilirsin! Sadece değebilirsin!

* * *
İslâm medeniyeti, bu yüzden, görme merkezli değil, işitme merkezlidir.

Bizim kültürümüzde plastik sanatların kavranışında hâlâ bir sorun varsa, bunun temel nedeni, müslüman bilincinin görsellikten ziyade işitselliğe yatkın ve alışkın olmasıdır.

Esas olan Kelâm'dır, Kelâmullah! Söz yani. Dil. Kelime.

Müslüman bilinci duygu ve düşüncelerini, şekiller aracılığıyla değil, kelimeler aracılığıyla ifade etti asırlar boyunca. Tezhib ve minyatürü usulca bir kenara bırakırsak, görselliği en çok harflerin tersim ve tasviriyle sınırladı. Hat sanatıyla. Kaligrafiyle.

Duygu ve düşüncelerini dile getirdi, ve fakat göze getirmekten kaçındı.

* * *
Öyle ya, müslüman bilincinin şiir yeteneği tartışılabilir mi? Doğulu bilincin şiiriyeti?

Aslâ! Şiirin yurdu, bizim topraklarımızdır. Bütünüyle Şark!
Manzum ve mevzun (ölçülü) düşünmeyi dünyaya öğreten bir medeniyetin çocuklarıyız. Şiirle düşünürüz. Düşünceyi duyguların üstüne yerleştirmeyi bildiğimiz gibi, duygularımızı da düşüncelerimize taşıtabiliriz.

Dil düşkünüdür Şark zekâsı. Dolayımı sever, sırrı, gizemi, örtük olanı. Teşhir etmek Şark'ın eşyayı kavrama tarzına yabancıdır. Kadınları bile soyarak değil, örterek yüceltiriz. Dolayıma başvurmaktan hoşlanırız. Saklamaktan. Muammadan.
Tanrımızı bile görmeyi değil, ona yaklaşmayı önemseriz. Avuçlamayı değil, sadece değmeyi. Dokunmayı. En çok, göz ucuyla bakmayı. Şehlâ-nigâhı.


* * *
Aslında geçmiş zaman kipiyle yazmalıydım tesbitlerimi. Yazmadım. Çünkü hâlâ büyük ölçüde aynı bilincin taşıyıcıları olduğumuza inanıyorum.

Ne Tanzimat, ne Meşrutiyet, ne de Cumhuriyet devri bu bilinç yapısını değiştirebildi. Değiştiremezdi de zaten.

Dinci veya dinsiz, bu ülkenin bütün haylaz çocukları şiiriyet ehlidir! Görselliğe değil, işitselliğe yatkın bir tabiatları vardır. Gizeme, sırra, esrara... Sanatçısı pek yoktur bu yüzden, ama şairi vardır. Edebiyatçısı. Hikayecisi. Kıssacısı.

Sanat (Art/Kunst) ve Edebiyat (Literatur) ayrımını yaparken bile hep elleri, dilleri dolaşır bizimkilerin, aradaki farkı kavramakta beceriksiz davranırlar; sanatçı (artist) diye tanıttıklarının en nihayet ya şair, ya hikâyeci veya romancı olduklarını unuturlar.


* * *
Peki sinema sanatı? Türk Sineması? Bir anlamı var mı bilmiyorum ama meselâ Müslüman Sineması?

Sözgelimi Çağrı filmi, müslüman bilincinin değil, gerçekte Greko-Roman tecrübesinin çocuğu olan Batılı modern bilincin ürünüdür. Olması gereken de buydu zaten. (Çağrı, teknik bakımdan daha Batılı, daha modern olduğu için başarılıdır; dinen daha hassas olduğu için değil!)

İslâm dünyası plastik sanatlar konusunda 13-14 asırlık bir gecikmeyle de olsa henüz irtibat kurmuşken başka ne yapılacaktı yani?!

Müslüman bilincinin daha uzun bir süre gözle ve görsellikle ilişkilerinde sorun yaşaması kaçınılmazdır. Görmeyi ve göstermeyi öğrenmek zaman alır. Asırlık alışkanlıklardan sıyrılmak ve/veya yerleşmiş hassalarla hesaplaşıp onları eğitmek pek o kadar kolay değildir.


* * *
Sinema, edebiyat ile sanatı en yüksek düzeyde birleştirebildiği ölçüde bir 'sanat' haline gelebildi. Yani görsellik ile işitselliği. Bu yüzden gerçek anlamıyla en modern sanattır sinema!

Bir düşünün bakalım, Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri niçin Batı'da takdir görüyor da Türkiye'de sıkıcı bulunuyor sizce?

O filmler görsellik kalitesiyle Batılı bilinci ne kadar etkiliyorsa, halkımızı da (ne yazık ki) o denli sıkıyor ve bayıyor. Ceylan'ın filmlerinde edebiyatın/hikâyenin/anlatının kokusu bile yok ama sanat var. Diyalogları ne kadar berbatsa, görüntüleri de o denli birer ihtişam abidesi!

Ceylan, muradını gözüyle anlatıyor, diliyle değil. Bu nedenle kulağa değil, öncelikle göze hitab ediyor.

Batılı bilinç, o ödülleri, Ceylan'ın hikâyesine değil, sanatına veriyor! Görsellikteki maharetine! Kamerasının gücüne! Kadrajının yetkinliğine!


* * *
Meselâ Cem Yılmaz, filmlerinde kendince görsel harikalar yaratmaya çalışıyor, üstelik kesesinin ağzını da açıyor. Maksat sanat olsun abiler diyor.

Bu çabalar karşısında halk ne diyor?

"Görsel tekniklere karnımız tok, biz hikâye isteriz, gülmek isteriz" deyû o görsellik numaralarını umursamıyor bile!

Halkın gözünü çok meşgul edersen, anlattığın hikâyeye pek kulak ver(e)mez. Oysa standup'lar öyle mi? Yeter ki konuş! Herkes dikkatle dinler seni! Dinler ve güler.

Gösterme, dikkati dağıtma, sadece anlat!

Recep İvedik filmleri neden gişe rekorları kırıyor sanıyorsunuz?

Göstermiyor, sadece anlatıyor. Tuluât yapıyor ve saçmalıyor. Halk da dinliyor. Hepsi o kadar!


* * *
Hatırlar mısınız bilmem, İran İslâm Devrimi'nden kısa bir süre sonra ülkemizde bir "Kur'an-ı Musavver" meselesi başgöstermişti. 80'li yılların başında.

"Resimli Kur'an" olur mu olmaz mı tartışması! O zaman, zinhar haramdır denilerek büyük bir yaygara koparılmıştı!

Peki şimdi, yani 30 yıl sonra ne diyorsunuz? Kur'an-ı Musavver olur mu? Meselâ bir Resimli Meâl?

Caiz midir?

Dindar bilinç kaçınmamalı, hemen cevap vermeli: "Biblia Pauperum"a cevaz var mı bizim topraklarımızda?!

Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri de susmamalı! Hatta Hayrettin Karaman Hocamız dahî lütfedip kanaatlerini açıklamalı!

Gerekli özen gösterilirse, ilk defa geleceğimiz hakkında kendimiz konuşmaya başlamış olacağız! Yüzleşebilirsek, ilk defa kendimizle kendi isteğimizle yüzleşebileceğiz. Böylelikle Batılı bilinçle Doğulu bilinç arasındaki ayrımın en keskin tarafını bu sefer biz kendimiz göreceğiz!

Kelime ve hayalin soyutluğundan, şekil ve suretin somutluğuna...

Dinlemek yerine artık görmek! En azından görerek dinlemek!

Dindar bilinç resmin ve heykelin olduğu mekanda namaz kılabilir mi?

Putperestlik korkusu hissetmeksizin bir heykeli temaşa edebilir mi?

...

Soruları arttırayım mı?

Hayır, tartışmanın başlangıcı için bu kadarı yeter!


* * *
Ne dersin ey talib, inanmanın maliyetini üstlenmeye hazır mısın?
Hazırım diyorsan, çaren yok, dinlemek kadar görmeyi de öğrenmeye mecbursun!

Kendine kendi aynanda bakmaya mahkumsun!

Denemelisin! Çünkü aksi takdirde, Binbirgece Masallarında olduğu gibi, her masalın bitiminden sonra zikredilmesi âdet olduğu üzre "Semi'na ve eta'na!" (İşittik ve itaat ettik!) demek yerine, bundan böyle "Basarna ve a'seyna!" (Gördük ve isyan ettik!) dedirtirler sana!
Tıpkı benim dediğim gibi.
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Tıpkı bir kadın gibi
Geçen hafta bu köşede yayımladığım "Kadınlar(dan) âşık olur mu?" yazısına çok farklı ve çok ilginç tepkiler aldım.

Mezkur yazıda —biraz da lâtife kabilinden— aktardığım "sorunlu varlık-sorumlu varlık" ayrımı bazılarını eğlendirmiş, bazılarını da kızdırmış anlaşılan. Çünkü bu lâtife'yi gereğinden fazla ciddiye alan kimi kadın okurlar, "asıl sorunlu olan, erkekler!" diye sitem ederek, nedense bu ayrıma, maksadıyla uyuşmayan bir anlam yüklemeye çalışmışlar.

Tepki anlamsız görünüyor; ama ben yine de sanki bir anlamı varmış gibi yeniden düşünmeyi deneyeceğim:


Burada incitici görünen, kadının/kadınların 'sorunlu' oluşu değil, aksine sorun'un kadın'a tahsis edilmesi. Yani kadın sorunları/kadının sorunları 'sorun' edilmiyor; ama sorun'un kadınlaştırılması, kadına özgü kılınması bizzat 'sorun' çıkarıyor. Kadın'a sorun yüklendiğinde rahatız olmayan dişil zihinler, sorun'a kadın yüklendiğinde isyan ediyor.

Tipik bir içlem-kaplam sorunu bu!

Kadın, sorun'u içeriyor, sorun da kadını kapsıyor ve fakat sorun'un kendisi kadını içermiyor, dolayısıyla kadın da sorun'u kapsamıyor. ("X hırsızdır" yargısıyla "Hırsız X" nitelemesi arasındaki karşıtlık, işte tamıtamına bu türdendir.)



Galiba farkında olmadan (!) bir 'dilemma'nın içine düşmüşüm. Öyle ya, tanım kullanımı, manken kullanımına benzemiyor. Kadınların çoğu, vitrindeki mankene bakmaz, üzerindeki elbiseye bakar. Çocuklar ise, elbiseye değil, bilâkis içindeki mankene bakmayı yeğler. Çünkü çocuklar için, dikkate değer olan, giysi değil, o giysiyi giyendir. (Bazıları da, muhtemelen, önce giysinin etiketine bakıyordur.)

Tanım'ın kendisinden tanımlanan'ın bütününü çıkaramayacağımız durumlar vardır. Sosyal hayatta tanım'ın tanımlanan'a denk gelmesi gerekmez; bu yüzden bu tür adlandırmalar, teknik bir tanımlama işleminden çok, bir benzetme ameliyesinin sonucudur. Maksad, meseleyi (sorunu) tamamen değil, kısmen açıklamaktır.

Bazı okurlar da güneşin 'eril', ay'ın ise 'dişil' oluşuyla ilgili olarak verilen örneğe takılıp Arap dilinde şems'in 'dişil', kamer'in 'eril' karakterine işaret etmişler. Oysa ben güneş'ten ve ay'dan söz ettim, şems'ten ve kamer'den değil. Üstelik dersimiz de Arapça değildi. Arapça'ya ilişkin bir tahlil yapmadım. Lafza değil mânâya, olguya değil kavrama işaret etmeye çalıştım. (İyi ki simya'da kullanılan civa-kükürt örneğini vermeyip sırf astroloji ile yetinmişim.)

Şimdi biraz da klasik fizik... Hikmet-i kadimeye göre, eril ve dişil olanın, mevcudiyetini, doğa'ya/tabiat'a, yani dört unsura (hava, ateş, su, toprak) borçlu olduğu kabul edilirdi. Nitekim Osmanlı döneminin yaygın tezyinat araçları arasında yer alırken, sırf İsrail bayrağını süslüyor diye bazı nâdanın camilerden, türbelerden kazımaya çalıştığı necm-i Davud (içiçe girmiş iki üçgen), gerçekte bu hakikat tasavvurunu gizler (simgeler).

Şayet iyi incelenirse, bu tür simgeleştirmelerde, 'beylik' (!) feminist huysuzluğun, işe yarar bir basitlik/bayağılık bulamayacağı muhakkak gibidir. Çünkü hikmet-i kadime'nin ilk elde önemsediği, kadının ne toplumsallığıdır, ne de cinselliği. Ulaşılmak, tanımlanmak istenen Hz. İnsan'ın özüdür; tabir-i diğerle, bu özün dişil ve eril formlarıdır.

Bir de Freud'un açıklamalarına takılanlar olmuş. İzninizle, kaynağımı açıklayayım: "Drei Abhandlungen zur Sexualtheorie."

1915 tarihli ilgili pasaj da şöyle:

— "Est ist unerläslich, sich klar zu machen, daß die Begriffe "männlich" und "weiblich", deren Inhalt der gewöhnlichen Meinung so unzweideutig erscheint, in der Wissenschaft zu den verworrensten gehören und nach mindestens drei Richtungen zu zerlegen sind. Man gebraucht männlich und weiblich bald im Sinne von Aktivität und Passivität, bald im biologischen und dann auch im soziologischen Sinne. Die erste dieser drei Bedeutungen ist die wesentliche und die in der Psychoanalyse zumeist verwertbare." (Sigmund Freud, Gesammelte Werke V, s. 121, Frankfurt am Main, 1999)

Bu pasajın biraz serbest çevirisi de şöyle:

— "Halk arasında bilinegelen anlamları itibarıyla hiç de kuşku götürmez görünen 'eril' ve 'dişil' kavramlarının oldukça müphem sayılabilecek en az üç kullanımının ilmen (bilim'de) tefrik edilebildiğine açıklık kazandırmakta fayda mülahaza ediyorum: 'eril' ve 'dişil' kavramları, bazen etkin'lik ve edilgin'lik anlamında, bazen biyolojik anlamda ve bazen sosyolojik anlamda kullanılır. Bu üç anlamdan birincisi, en köklü olanı ve Psikanaliz açısından en ziyade işe yarayanıdır."

Klasik Matematik, Fizik, Kimya, Astronomi, yapısı gereği, Astroloji, Simya gibi bilim dallarını düşünülebilir olanın dışında bırakmazdı. Hikmet-sevgisinin (philo-sophia) tarzı ve üslûbu böyleydi.

Hikmet sözcüğü Arapça'da dişildir, hiç farkettiniz mi bilemiyorum. Boethius da "Philosophiae Consolation" adlı eserinde hikmet'i bir 'kadın' olarak tasavvur ve tasvir eder. Bu, çok tabii. Çünkü hikmet sevilendir; seven değil; tıpkı bir kadın gibi.
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Kimse az-çok âşık olamaz!
Sevmek, hoşlanmak, beğenmek, arzulamak, tutku duymak, âşık olmak...

Hepsi de eş anlamlıymış gibi görünüyor bu sözcüklerin... Aralarındaki fark, derece farkı mı acaba, yoksa mahiyet farkı mı?

Bu soru'nun cevabını düşünerek bulamayız. Sözlüklere başvurmak da kâr etmez. Duyguları düşünerek analiz edemeyiz; okuma-dinleme aracılığıyla duygular arasındaki farkı anlayamayız; anladıklarımıza da muhatabımıza kavratamayız.

Peki ne yapmalı? Önce hissetmeli, sezmeli, bu ve benzeri duyguları sözlüklerde değil, kendimizde aramalı ve bulmalıyız. Kendimizde bulabiliyorsak ancak, bulduklarımızı tasnif edebilir ve birbirinden ayrıştırabiliriz.

- Ben filanı veya filan şeyi seviyorum.

- Yani?

- Seviyorum işte!

- Sevmek sözcüğüyle kasdettiğiniz nedir?

- Ne bileyim, seviyorum işte.

Bu diyaloğun ilerleyebilmesi için, tarafların sevme duygusunu bizzat nefislerinde duymuş olmaları, yani duygulanmaları şarttır.

Kişinin kullandığı sözcüklerin anlamlarını bilmesi yetmez; bu anlamı yaşaması da gerekir. Bu, tıpkı haz, lezzet, zevk ve saadet (mutluluk) sözcüklerini eşanlamlı olarak kullanmaya benzer.

Bir çocuk dondurma yediği için mutlu olduğunu söylüyorsa, onun mutluluk sözcüğünü yanlış olarak kullandığından aslâ kuşku duyamayız.

Sormak gerekir: Mutlu olmak ile ne kastediyorsun?

Cevaben kullanacağı şu cümleler arasında acaba bir 'fark' bulabilecek miyiz?

* Dondurma yemekten zevk alıyorum.

* Dondurma yemekten keyif alıyorum.

* Dondurma yemekten hoşlanıyorum.

* Dondurma yemek bana haz veriyor.

* Dondurma yemekten memnunum.

* Dondurma çok lezzetli.

Bazıları sürpriz yapıp pekalâ çok daha farklı sözcükler de kullanabilirler:

* Çok güzel bir dondurma!

* Bu dondurma gayet iyi.

Eskiden saadet, zevk, lezzet, haz, memnuniyet, keyif, hoşnutluk, güzel, iyi terimleri yerli yerinde kullanılırdı. Aslâ eşanlamlı olarak kabul edilmez, en çok yakın-anlamlı sayılırlardı. Bir müzik parçası için güzel veya iyi sıfatları kullanılmaz; o müzik parçasından –mesel■hoşlanılırdı.

Haz sözcüğü kadîm Arapça'da 'pay' (kısmet) anlamına gelirdi. Zevk ise, Türkçe'deki tat karşılığında kullanılırdı. Kuvve-i zaika, herkesin bildiği "tat alma yetisi" demekti.

Haz almak, herhangi bir şeyin zevkinden/tadından pay almak demektir. Herhangibir zevkin tamamı alınamayacağı için, "zevklerin/tatların tamamının tüketilemesi" anlamında haz sözcüğüyle o zevkin ancak bir kısmına ulaşılabileceği anlatılmak istenirdi. Kısacası, zevkin tamamı alınamaz, bilâkis o zevkten sadece haz (pay) alınabilirdi.

Niçin "maddî/bedenî hazlar"dan söz ediyoruz?

Çünkü maddî/bedenî zevklerden hissemize düşen pay sonsuz değildir, yani tüketilemez; yani zevklerin tamamına ulaşılamaz; zevkin ancak muayyen bir miktarı elde edilebilir. Zevk almak, zevkin bir kısmını almak demektir. Hâl böyle olunca, "haz alıyorum" dersem, o zevkin ancak belirli bir kısmına temas ettiğimi ifade etmiş olurum.

İlginç olanı şu ki: Herhangi bir zevkle temasımın süresi uzadıkça, yani aldığım maddî/bedenî hazzın miktarı arttıkça, o zevk yavaş yavaş eleme (acıya) dönüşmeye başlar. Yediğim yemeğin zevkinden hisseme düşen haz, aynı nisbette zevkin de artışını temin etmez. Oysa manevî zevklerden aldığımız hazlar hiç de böyle değildir. Çünkü tam da aksine aldığımız hazzın (payın) miktarı arttıkça, eşzamanlı olarak aldığımız zevkin miktarı da artar. Meselâ bilme zevkinden aldığım hazzın miktarı artarsa, bilirim ki sadece bilgim değil, bilmekten aldığım zevk de artacaktır.
Sonuç: sevme, beğenme, hoşlanma duyguları, bütün güçlerini nesnelerinden (nesneye nisbetlerinden) alıyorlarsa, tükenmeye mahkumdurlar demektir.

Az-çok sevebilirsiniz, az-çok beğenebilirsiniz, az-çok hoşlanabilirsiniz ve fakat aslâ az-çok âşık olamazsınız.

Ey tâlib! Bil ki ustalarımız, "Aşk olsun!", yani "Herşey aşka dönüşsün!" deyû boş yere dua etmemişlerdir.
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Gerçekten/gerçeğimizden türeyen bu hayâlleri yeniden gerçek yapmak istediğimizdeyse trajedimiz başlar. Zira gerçekleri hayâlleştirmek kolaydır ama hayâlleri gerçekleştirmek çok zordur.

Ey talib, bana, boşuna dışındaki kadından veya erkekten şikayet etme! İçindeki kadına veya erkeğe ne kadar emek verdin, sen asıl onu söyle!
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

***

"Lavabo"da abdest almak (ayakları da yıkamak) imkansız değildir ama güçtür. Kelimenin Türkçesi bile yoktur. "Lavabo" gerçekte papazların ellerini (parmaklarını) yıkamaları için yapılmıştır. Latince "yıkıyorum" demektir.

İslâm dünyasının Batı bilim ve teknolojisiyle ilişkisi, şimdilik lavaboda abdest almak düzeyindedir. Derinlikli yorumlara sıra gelmeyişinin nedeniyse, abdest alanların lavabo'nın yüksekliğine değil, porseleninin parlaklığına bakıyor olmalarıdır.
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Uçurumun kenarındaymış gibi yaşamaktır kriz. "Uçurumun kenarında yaşarmış gibi" değil, "uçurumun kenarındaymış gibi"...

Kriz bir lütuftur, kadrini bilene. Sadece bilen için bir lütuf. Bildirmedikçe bilemeyecek olan için bir lütuf...

Ey talib, hiçliğin nefesini hissetmişken ensesinde, birdenbire kendisini varlık bahçesine fırlatan o yoksulun attığı çığlığı hatırla. Vücuduna değen gül yaprağının tesiriyle yeri göğü inleten Mansur'un çığlığını... Hallac'ın çığlığını... Hararet ile hürriyetin, yani ateş ile özgürlüğün aynı kökten geldiğini bilen bir adamın çığlığını...

İçinden gelen yakıcı çığlığa kulak verirsen, yani taşrayı bırakıp kendine gelirsen, dışarıdaki, dışındaki gürültüyü patırtıyı aslâ duyamazsın.

Gerçek kriz budur işte. Buhran-ı hakikî.
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

"Hiç kapımdan geçmez oldun bak!"
Bu bir mabedse, çırılçıplak yakışmaz, sonra gayet loş; Gelen: Mabud; ışık bul, yaygı bul, git başka yerden, koş!

Hemen bir kandil aldım komşulardan, bir de seccade;

Dedim: "Gel şimdi mihmanım, saadetgâhın âmâde."

Ne yanlışmış hesabım: Hiç kapımdan geçmez oldun bak!


Mehmed Akif'in Hicran adlı şiirinin girişi.

Yazıldığı tarih 1925... Yer Mısır (Hilvan).



Eşref Edib şöyle anlatıyor:

- Hicran şiirini okuyorduk, "Ben bunu anlamadım" dedim. "Anlaşılmayacak nesi var?" diye bana kızdı. Sonra okumaya, izah etmeye başladı. "Buradaki mabed'den maksadım, kalb. Yani: Gittim o boş kalbi ilimle, irfanla süsledrim. Çünkü oraya Mabud girecekti.

Ne yanlışmış hesabım: Hiç kapımdan geçmez oldun bak!

Demek ki ben aldanmışım, orası ilimle, zahirî şeylerle aydınlanmıyormuş, süslenmiyormuş.

Sonra ne yapıyorum? Onları söküp atıyorum. Gafletimden öyle hesap etmişim, onlar hep varlıkmış, onları atıyorum."

Şair, bizatihi şiirini şerh etmişken, bize söz mü düşer? Öpüp başımıza koyuyoruz.

* * *

Şiirin devamı, bu tevili bakınız nasıl da teyid ediyor:

İlâhî! Söktüm attım, işte hücrem şimdi çırçıplak:

Ne âfakında tek kandil, ne mihrabında seccade;

Ezelden bildiğin toprak, bütün varlıktan âzâde.

Serilmiş secdelerdir bekleyen yerlerde mihmânı

Bu üryan şu'le dersen, sinemin payansız imânı.


Talibin artık başkalarından alınmış ödünç kandillerle, seccadelerle işi yoktur. Hatasını anlamış ve mâsivayı (O'ndan gayrısını) kalbinden söküp atmıştır. Artık hâlisâne secdeleriyle dokur seccadesini, saf imanını ise pırıl pırıl yanan bir kandile dönüştürür.

İlim ve irfan adına öteden beriden topladıklarıyla, talibin, gönlünü Hakkın tecellisine hazırladığını (nefsini, Zahir'in zuhuruna mazhar kıldığını) düşünmesi kesinlikle doğru değildir. Çünkü istenen sadece akl-ı selîm değil, bilâkis (Kur'an'ın ifadesiyle) kalb-i selim'dir.


* * *
Şairler dervişlerin kardeşleridir.

Şurası muhakkak ki "yaşam soluğu" her iki sınıfa da cimri davranır. Dünya nimetlerinden yoksun ve yoksul yaşarlar bu yüzden. Lâkin nefes-i Rahman'ın sağ omuzlarında bıraktığı bûsenin sıcaklığıyla yetinmeyi bildiklerinden aslâ dünyayı istemezler. Kanaat değil, şükran makamıdır onlarınki.

Ey talib, "işte hücrem şimdi çırılçıplak!" diyebilecek bir şairi anlamak istiyorsan, en azından sen de onun gibi hücreni temizlemeyi önemsemelisin.

Unutma, onun kadar değil, onun gibi....
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: Tanrı öldü, Allah yaşıyor!

Mesaj gönderen kulihvani »

hamdolsun yazdı:Tanrı öldü, Allah yaşıyor!

Ortak atamız İbrahim! Düşü'nün hakikati uğruna biricik oğlunu bile kurban etmekten çekinmeyen o düş görenlerin sultanı İbrahim!

Bu fakirin düşüne katılır mısınız bilemem ama ben kesilecek kurbanı çoktan buldum, yeter ki siz bıçaklarınızı bileyin!

Gelin, önce şu nefis koçunu kesmeyi deneyelim de hakikat karşısında mütevazi olmayı birlikte öğrenelim!
d.cündioğlu
Hakikaten hamdolsun!

Çok güzel ve afacan coşkuyla çeşitli konuda özel yazılarla ve katkılarınla SEViyelenmekteyiz varımızsın nurumuzsun..

Lise yıllarımda okumuştum Karl Marx'ın ve Friedrich Engels'in Marksizmini. İdeolojik alanda, esas olarak sınıflar savaşımı teorisini ortaya atan ve bu savaşımın zorunlu sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da toplumsal eşitlik ve özgürlük dünyası komünizme varılacağını öngören bir öğreti olarak tanımlanmıştı.

Oysa İnsan sadece AKIL değildi ki!
AKLın Şah Damarından da AKRABA-Yakın OL-AN YARATAN'dan NAKLi vardı hesaplarında olmayan..

MİDE AÇlığı çözülünce KALB Korkusu yok olur sanılması, Kominzim Rüya-Kâbusunun umuduydu ama tez söndü..
zâten uykular uzun sürmez geceler uzasa da..

hamdolsun canım!
Bendenizin kafasına takılıp yüreğini yakan ise;
İslam Adına bir güzellik sunarken ÖZELliğinin de İslam Dinine uygunluğunun hiç aranmayışıdır.
Bu âlemde Zerre-Atomdan Kürre-Kânâta kadar dönen her şey asla birbirine ŞEY Olarak Mesnedlenemezler-dayanamazlar İlahî Kanundur bu..
Ancakkk, SÖZ e gelince Mesnedi yoksa BOŞ Laftır-lakırtıdır..

Muhammedi Melâmet demek zorunda kaldığımız Muhammedi Tasavvufun gayesinin;
Çağın Tekniğiyle antipot, Bâtın-Zâhir Seviyeli, Kur'ân-ı Kerim ve Muhammedî Sünnet içinde;
AN-layış, AN-latış ve gençlerimize YAŞAyış Şuuru Hasbî Hizmetini SUN-mak AÇ-ılımı Şeklinde Olması şarttır BİZce..

Sadece gerçekten değerli yazar "d.cündioğlu" değil ki;
NEFSini öldürmeye eli bıçaklı-silahlı olan,
Daha nice din adamı var cübbeli-cübbesiz...
Oysa illâ ve İllâ bulsalar öldürecekleri NEFSlerimiz, bakınız nereye çağrılmakta!
Eğer bu ÇÖPlükte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i DUY-ar ve UY-arsak;


Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Mütü kable en temutü: Ölmeden önce ölünüz!...” buyurmuştur.
(Keşfü’l-Hâfâ II-291-2669)

İşte bu Sırra ERmiş ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in;

İlmini İlminde BİL-miş
Edebini İradesinde BUL-muş
İrfanında İdarakı OL-muş
Ve Erkanında Allahu Teâlaya Şehâdeti İştirakında YAŞA-mışsa,

Gaflet-Cehâlet- Dalalet ve İhanette ÖLmeden ÖLüp de
Sadakat-Samimiyyet-Kemâlat ve Selâmette DİRİL-mişse;

KOÇ gibi kesecekleri-öldürecekleri-güya kurtulacakları NEFSi Allahu zülcelâlimiz bakınız nereye buyur etmekte:


يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
“Ya eyyetuhe'n-NEFSu'l-mutmeinnetu: Ey, RABBine, itaat edip huzûra eren NEFİS!” (Fecr 89/27)

ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً
“İrci'î ilâ RABBiki râdiyeten merdiyyeten: RABBine dönüver, sen O'ndan râzı, O da senden râzı olarak.” (Fecr 89/28)

فَادْخُلِي فِي عِبَادِي
“Fedhulî fî 'ibadî: Gir kullarımın içine!” (Fecr 89/29)

وَادْخُلِي جَنَّتِي
“Ve'dhulî cennetî: Gir cennetime!” (Fecr 89/30)

"Bu ÇÖPlükte öldüreceğiniz NEFS-siz bu davete ne ile gideceksiniz?" demeye ne gerek ki zaten onlar çok akıllı insanlar!..

Ne zaman BİZler çözemediğimiz;
Nefs, Akıl, Şeytan, Kadın vs gibi kör düğüm edilen değer yargılarımızın tek çözümünün Aklın İKİlik-Şeytanlık Makasıyla kesmek olduğu saplantısından kurtulup Muhammedi Şuura Ulaşacağız ve Kur'ânımıza da bakacağız?..

Ne zaman Nurullahtan yaratılan AKLımızın; Muhammedî Tâlimini-Öğretimini ve Terbiyesini-Eğitimini Muhammedî Mekteb, Şariat-ı Garra içinde yapacağız?..

Ne zaman Sensiz, Bensiz, Onsuz inanalar olarak, İmam-ı Mutlak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda SEV-iyeleneceğiz?

İfrat-Maximum, Tefrit-Minumum sapıklıklarından kurtulup da,
İ'tidal-Optimum Orta yol- Sırat-ı Müstakîmi BİZ-BİR-İZleyeceğiz?

İşte bu bir avuçluk Kevser Kervanında başta Âcizâne Kıtmir bendeniz olmak üzere tüm CANlarımızın;

BİZ-BİR-İZ Duamız, Amacımız, Çabamız ve İŞimiz;


Muhammedî Gayretle Muhammedî Şuuru Bİlip-BİLdirmede,
Muhammedî Merhametle Muhammedî Nuru BULup-BULdurmada,
Muhammedî Muhabbetle Muhammedî Sürurda OLup-OLdurmada
Muhammedî Hakikatla Muhammedî ONURU Yaşayıp Yaşatmakta hasbî ve Habibî Hizmettir karşılıksız ERce..

BİZ BİR-İZ İçinde ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in adına ve hesabına İnşaallah..

Muhammedî Muhabbetle..
Resim
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Saç diplerinden kim alabilir kokusunu hakikatin?
— "Aslını görmediğim bir resim hakkında konuşmaktan kaçındım."

"Sanatın Öyküsü"nün girişinde aşağı yukarı böyle bir şey söyler Gombrich.

Okuduğumda, böylesi bir titizlik karşısında nasıl da hürmetle eğilmiştim.

Hürmetle...

VE gıptayla...

Kendimi, hakkında konuşmayı düşündüğüm her tablonun orijinalini görmek zorunda hissedişimin nedeni işte bu söz!

Dolayısıyla, yaklaşık iki yıla yakın bir süredir müze müze dolaşıp durmamın nedeni de!

Ah bir bilseniz, ne zordur sözün hakkını vermek! Yorumun, yorumlamanın... varlığa hiç değilse sözle müdahale etmenin... İddia etmenin... yani varlık veya yokluk iddiasında bulunmanın...

Hep derim ya, "yorum yorar" diye, lütfen inanınız, ayn-ı hakikattir!

* * *
Kur'an'ı doğru anlamak ve doğru yorumlamak için 19 yaşlarında Arapça öğrenmeye başlamıştım.

Tevrat'ı okumak içinse İbranice!

Kur'an'ın İngilizce çevirilerinde neler olup bittiğini yakinen tahkik etmek veya Toshihiko Izutsu'nun yorumlarını aslıyla karşılaştırmak suretiyle kuşkularımı gidermek istiyorsam, lâfı uzatmaya gerek yoktu, İngilizce şarttı.

Kant'ın ve Heidegger'in ne dediğinden emin olacaksam, ve muhakkak aradaki vasıtaları ortadan kaldıracaksam, oturup Almanca öğrenmeliydim.

Platon ve Aristoteles için Yunanca, Aqino'lu Thomas için Latince, Goichon veya Gilson için Fransızca öğrenmeye değmez miydi?

Ya da Şems-i Tebrizî için Farsça?

Ne yapıp edip yolu kısaltmalı, hakikatle aramdaki mesafeyi her adımımda biraz daha azaltabilmeliydim.
Hakikatle aramda hiçbir engel kalmamalıydı. Çırılçıplak görmeliydim onu. En yalın haliyle. Kendi hâliyle. Kendi diliyle konuşmalı, onu kendi dilinde dinlemeliydim.

Dizinin dibine yaklaşabilmeli, hiç değilse kokusunu alabilmeliydim.

* * *
Başarabildim mi peki?

Ne yazık ki hayır! Ama denedim. Elimden geleni yaptım. Kabımca. Kadarımca.
Hakikat, gözlerinin ışığını bile görmeme izin vermedi. Umursamadım. Ancak ayaklarına kapanabileceğim kadarıyla kendisine yaklaşmama ses çıkarmadı bir tek. Secde etmeme izin verdi, nazar etmeme değil!

Pazarlık yapamazdım pek tabii ki. Kokusuyla yetindim ben de. Boynunu, saç diplerini değil, ayaklarını kokladım bir ömür boyu.

Muhtaç bile değil, mahkumdum. Mecburdum. Kınamalara aldırmadım bu yüzden.

Çaresiz, hakikatin sahibi olmakla değil, talibi olmakla iftihar ettim. Bir ömür boyu.


* * *
"Her şey imkânla mümkündür" derdi babam.

Elimdeki tek imkân, sarhoşluğa meyili oluşumdu. Sermesttim. Bir ömür boyu.
Uzaklığına katlanabilecek bir ayıklığa aslâ tahammül gösteremedim. Elâlem bir damlasıyla sarhoş olduğunu söylüyor, bense Bâyezid gibi okyanuslar içtim, gözüm bile seğirmedi.

Muvazzaf ve mükellef değildim. Mecburdum sadece. Mahkumdum. Sermest oluşum bu yüzdendi.

Geçen bir dost bir mektupla beni uyarmış; hakikatini/hakikatimi açıyor olmamı doğru bulmadığını söylüyor.

Diyemedim ki kendisine, ey dost, ehl-i temkin değilim ki ben, ehl-i telvinim!

Ehl-i telvin olanda ayıklık (sahv) ne gezer!

Bizim meşrebimiz Cüneyd'in meşrebi değil ne yazık ki, Bâyezid'in meşrebi.

Temekkün kârımız değil, televvünle zevkediyoruz bu âlemde. Hâlden hâle geçişle. Melâmetle.
* * *
René Magritte'in "Işığın İmparatorluğu" adlı tablosunun bir nüshasıyla geçen sene Venedik'te Peggy Guggenheim kolleksiyonunda karşılaşmış ve çarpılmıştım. Ne var ki İstanbul'a döndüğümde, satın aldığım reprodüksiyonunda bana bakan "Işığın İmparatorluğu" ile hayalimdeki arasında neredeyse hiçbir alaka yoktu!

Aslını görmediği bir resim hakkında konuşmaktan kaçınmakta Gombrich ne kadar da haklıydı! Çaresizdim, her defasında daha derine kazmak zorundaydım.

Bu tablonun tam altı nüshası vardı ve bu durumda ben diğer beşini de mecburen görmek zorundaydım; üstelik "L'Empire de la lumière" hakkında tam da bir ders yapmaya niyetlenmişken.

Üç ay önce, iki tanesini Brüksel'deki René Magritte Müzesi'nde görmüştüm. Dördüncüsüyle de dün New York'ta MoMA'da karşılaştım. Önünde diz çöktüm, ve iki haftadır renkler ve çizgiler arasında ne yapacağını şaşırmış olan hafızamın sararmış yapraklarına heyecanla kimi ayrıntıları kaydetmeye çalıştım.

Chicago'da, The Art Institute'de aniden çarpıştığım, Magritte'in La Durée poignardée/Hançerlenen Zaman (1938) adlı tablosundan sonraki en büyük keşfimdi bu!

Böylesi lütuflar karşısında ayılmaktan büyük günah mı olur?

Yapacak bir şey yoktu, nâralar savurmaktan başkası gelmedi elimden!


* * *
Bir gün liyakat kesbedersem şayet, belki de hakikat rahmeder de o kapandığım mübarek ayaklarından başımı kaldırmama izin verir, kimbilir?!
O takdirde ben de tutkuyla gözlerine bakarım! Gözlerinin tâ içine! Gözbebeklerine! Gözlerinde gözlerimi görürüm. Eririm. Gözlerinde birleşirim. Gözleriyle.

Muvahhid iken, kimbilir belki lütfeder de mütevahhid olurum; sadece birlemekle kalmam, aynı zamanda birlenirim de!


* * *
Ey talib, şöyle bir etrafına bak, O'nu birleyenlerin sayısı ne kadar çok, değil mi?

Peki ya, O'nun tarafından birlenenlerin sayısı?..

Kaç kere diyeceğim sana ey talib, Tanrı'ya inanan adam olmak kolay, ve fakat Tanrı'nın inanacağı adam olmak zor!
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Önyargının psikolojik karşılığı, 'direnç göstermek'tir. Direnç göstermekse, sağlıklı bir ilişkinin öncelikli koşuludur. Hem de kişinin başkasıyla değil, kendisiyle ilişkisinin...

Yok saymak kolaydır bu yüzden. Asıl zor olan, var iddiasında bulunmak. Görmekle yetinmeyip bir de göstermek zorunda kalmak; yani hem kalb-i selim (görmek), hem akl-ı selim (göstermek)...

Eh bir de zevk-i selim var ki orada değil ön-yargı, son-yargı da bulunmaz.
Unutma ey talib, yargı yoksa, askı da yoktur.

Ve insanoğlu, ne yazık ki kendisine nâdiren boyun eğer!









Sen hiç istemedin ki dostum!
"Çok istiyorum ama olmuyor" dedi delikanlı. "Ne yapsam olmuyor. İnanınız, elimden geleni yaptığım hâlde olmuyor."

"Sen istemek nedir hiç bilmiyorsun ki!" diye cevap verdi yaşlı adam, hafifçe sesini kısarak. "Gerçekten isteseydin olurdu. Evet, hiç boşuna yorma kendini! İsteseydin, eğer gerçekten isteseydin, olmak istediğin, olmasını istediğin olurdu. Olmadığına göre sen henüz istememişsin demektir."

"İstemek, birşeyin olmasını istemek, gerçekten istemek nedir o hâlde?" diye saf saf sordu genç.

VE suâlinin cevabı hemen geldi:

— "İstemek, olmayı istediğin, olmasını istediğin şey için ölmeyi göze almak, ölecek kadar istemek, hatta olmak için, olması için ölmek demek."

İstemek, birşeyin olmasını istemek, onu dilemek, onu arzulamak: tutkuyla, hırsla, ihtirasla onun olması için yanıp tutuşmak demek.

Ah ne zordur istemek? İstek sahibi olmak... tutku sahibi olmak... tutmak için tutuşmak... tutmak uğruna tutuşmak... tutuşmak pahasına tutmak.... tutarken ve sırf tuttuğu için tutuşmak... yanmak yani... olmak için ölmek... ölmedikçe olmayacağına, olunamayacağına inanmak...

İstemek... birşeyin olmasını istemek... olmayı istemek...

Yani?

İstemek 'bedel ödemek' demek. Bedelini hesap etmeksizin istemek demek. Bedeli ne olursa olsun istemek demek. İsteğin şiddeti arttıkça ödenecek bedelin miktarının da artacağını bilmek demek. Bedeli büyük olduğu için olması istenenden kaçmak değil, bedeli büyük olduğu için olması istenene koşmak demek. O hâlde istemek demek, herşeyden evvel bedeli büyük olanın olmasını istemek demek. İstemek bedeli seve seve ödemek, bedeli göze alınan şeyin olmasını istemek demek.

Gönül cenneti istiyor imiş ammâ günahlar bırakmıyormuş.

Söylesene sevgili dostum, günahlar da kim oluyormuş? Gönlümüze ket vuracak, gönlümüzün isteklerini, istediklerini engelleyecek günah mı varmış bu dünyada?

Gönül bir kere istese, gönlün kendisi cennet olmaz mı? Bir kere, evet bir kere gönül cenneti istese dağlar tepeler düzlük, denizler yol olmaz mı insana?

Günah adam gibi istememenin, isteyememenin adı değil mi zâten? Günah istemesini bilmeyenlerin, istemek nedir bilmeyenlerin içine yuvarlandığı çukur değil mi?
Evet günah: olmayanlara, olmayı adam gibi istemeyenlere verilmiş bir ceza. Günah bir sebep değil, bilakis günah tamıtamına bir âkibet, bir sonuç, hem de istemeyi bilmemekten hâsıl olan bir sonuç. Günah, istemeyenlerin, istemesini bilmeyenlerin, istemek nedir bilmeyenlerin ağına düştükleri avcı... tutkusunu kaybetmişlerin kucağında uyumayı tercih ettikleri yosma... ölmeyi göze alamayanlara kurulan darağacı... çeşm-i siyahın ta kendisi günah. Ağlayan değil ağlatan, sızlayan değil sızlatan. Günah tutkusuzlara özgü bir ceza... tutmaktan vazgeçenlere... —ağzım kurusun— tutmaktan değil, tutulmaktan korkanlara musallat olan belâ. Evet, isteyenlerin değil, istemekten çekinenlerin belâsı hem de.
— "İsteseydin, eğer gerçekten isteseydin, olmak istediğin, olmasını istediğin olurdu. Olmadığına göre sen henüz istememişsin demektir."

İsteseydin eğer, isteğinin şiddetinden, istemenin muhabbetinden yer yarılır, gök parçalanır, ma'dum mevcud'a, adem vücûd'a inkilâb ederdi. İsteseydin eğer, günahların yok olurdu. Bir kere isteseydin, evet bir kere gerçekten isteseydin olan olurdu; olacak olan olurdu. İsteseydin olmaz bile olurdu...

Sen hiç istemedin ki dostum! İstemek nedir bilmedin ki! Hiç tutulmadın sen! Tutkuların için ölmedin ki! İsteseydin ölürdün, ölseydin olurdun! Sen hiç olmadın ki! Evet, olmadın, çünkü sen hiç ölmedin! Ölecek kadar istemedin, ölümün pahasına istemedin, ölümüne istemedin! İsteseydin ölürdün. Ölseydin olurdun. Ne öldün ne oldun. Çünkü sen istemedin. İsteğini, istediğini aslında dile bile getirmedin. Öyle ya, bir kere dile getirseydin, olurdun. Bir kez adam gibi aklından geçirseydin hemen orada olmuş ve ölmüş idin.

Sen hiç istemedin ki dostum! İstemesini bilmedin. İstemek nedir bilmedin. Çünkü sen ol deyince olduranı hiç tanımadın.
Not: Bu yazı, 6 yaşındadır.


kendimi en çok bulduğum yazısı
bessss!...
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Ey tâlib, bana niçin 'terk' ettiğimi soruyorsun!

Yansızlığı küçümseyip hakikat'e aklın sıra 'yan' çizdiğin için. Çoklukta/çokluk içinde 'bir' olmaya çalışmak yerine, çoklukla bir olduğun için. Mağlubiyeti (galebe çalınmayı) değil, galibiyeti (galebe çalmayı) tercih ettiğin için. Sendeki benin değil, bendeki senin peşinden koştuğun için. Kaybetmektense kaybolduğun için.

Sözün özü: sorduğun için.
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Saç diplerinden kim alabilir kokusunu hakikatin


Fatma'nın başını öper, “kızım senin saçlarının arasından cennetin kokularını alıyorum.” derdi.


tabiki o...hatemül enbiya...candaa canan ...
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Bugün Türkçe'de namus, şeref, haysiyet mânâları karşılığında yaygın olarak onur sözcüğü kullanılıyor. Onur, bize Kırım harbinin bir hatırası. İngiliz ve Fransız müttefiklerimizden kalan bir hatıra hem de.

Aslı: honour. Hem namus, hem şeref, hem haysiyet. Hepsi bir arada.

Bütün bu kelimelerin temsil ettiği anlam, bir zamanlar Osmanlıca'da bir tek tamlama tarafından karşılanabiliyordu: izzet-i nefs.

Dolayısıyla izzet-i nefs'ten sözedilmediği yerde, namus, şeref, haysiyet gibi duygulardan da söz edilemiyordu.


* * *
Nefsini aziz kılmayı beceremeyenin şerefi olur mu?

Avam nezdinde, olmaz! Yani izzet-i nefsine düşkün olmayanın şerefinden de söz edilemez. Halbuki nefsi değil aziz, bizzat zelil kılmayı marifet sayan Melâmet taifesi nezdinde izzet-i nefsin bir değeri olmadığı için, yüksekliğin alâmeti nefsin izzetinde değil, zilletindedir.



* * *

Ey talib, hem melâmet hırkasını kendi eynine kendin giydiğini söylüyorsun, hem de başkalarının senin hakkında ne düşündüğünü önemsiyorsun.

Sen, aklınca, "Kime ne?" demenin kolay olduğunu sanıyorsun. Öyleyse, hakkını vermek suretiyle şöyle bir "Kime ne?" diye bağır da duyalım.

Yapamıyorsan, o hırkayı üzerinden çıkar, ve bir an evvel git o şuh meclise! Git ve gelme, çünkü orada izzet-i nefsin üzerine yemin etmeni bekleyen dostların var.
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Kim Tanrı'yı kalbinin ancak bir yarısında konuk edebildiği o yaşlara geri dönmeyi istemez?

Hangimiz?

Kalbinin bir yarısında Tanrı'nın, bir yarısında ise çocukça oyunların gezindiği yaşlardan bir ömür boyu uzak durmayı becerebilmiş biri var mıdır acaba aramızda?

Çocukluğunun gözbebeği parlaklığındaki an(ı)larına makas batırabilmiş biri?


* * *
Bir vesileyle Nietzsche de atıf yapmak ihtiyacı hisseder o yaşlarına.

Bir yanının Tanrı'ya, bir yanının sokağa baktığı çocukluk yıllarına. (... in einem Alter, wo man 'halb Kinderspiele, halb Gott im Herzen" hat...)

İlk felsefî denemesini Tanrı'ya adadığı o günlerde, hayrın da, şerrin de O'ndan geldiğine inanır genç Nietzsche.

Tanrı'yı "şerrin babası" (Vater des Bösen) olarak tasavvur ve tasvir etmekte hiç zorlanmamış olsa da şerri yine de dışarıda aradığına pişmandır. İnsanın ve bilincin dışında...

Dünyadadır artık. Bütün yalınlığıyla dünyada. O kadar yalın ki bundan böyle Tanrısız bir dünyada.

Büyüdükçe düşer Nietzsche. Cennetten dünyaya düşer. Çocukluğun cennetinden yetişkinliğin dünyasına.

Ayrımların ve ayırımların tam da ortasına.

Çıldırır çaresiz. Kalbine kavuşmak için aklını kaybeder. İkisine aynı anda sahip olamaz.

Bu yüzden severim şâir-filozofu. Sokağın hakkını verir. Çocukluğunun.

Yapamadığımı yapar.

Ağzından baklayı çıkarır.


* * *
Nietzsche, ilhamını aslında Goethe'nin dizelerinden almıştır. Faust'tan...

Kulak verelim:

Yarıyarıya çocukça oyunlar, (Halb Kinderspiele)

Yarıyarıya Tanrı yürekte! (Halb Gott im Herzen)

Gretchen!

Hani nerede başın?

Yüreğinde,

Hangi suç?

Bir kez daha okuyun, gerçekte kötü ruhların iğvasıdır bu! Bütün o aldatıcı, kandırıcı, yoldan çıkarıcı ruhların... İnsana ne yapıp edip kalbiyle beynini ortadan ayırmasını öğreten kötü ruhların...

Hiçbir çocuk hem hüznü, hem neşeyi taşıyamaz. Ya hüzünlüdür o, ya sevinçli!

"Hem-hem de"ye nasıl güç yetirsin? Yetiremez. Ama, zamanla onu da öğrenir. Büyüdükçe. Güç yetirmeyi. Kalbiyle beynini birbirinden ayırmayı. Beyniyle gövdesini. Hüzünle neş'eyi.

Tanrı'nın yerine acı ve ızdırabı koymakla başlar insanın hikâyesi.

İyi ve kötü birbirinden ayrılır. İyi ve kötü. Doğru ve yanlış. Güzel ve çirkin.

Kısacası akıl ve kalb, başka bir deyişle ruh ve beden!


* * *
Doğada karşıtlık olur ama çelişki olmaz!

Tezad mümkün, ama tenakuz aslâ.

Bu nedenle, büyüdükçe ikiye yarılıyoruz. Sevmeyi öğrenmeye çalışırken ölüyoruz.

Seve seve ölmüyoruz, bilâkis sevmek için ölmek zorunda kalıyoruz.

Aklen.

Aklından vazgeçmedikçe, yaşam, talibini sînesine almıyor çünkü. Aklından, yani frenlerinden...

Değerlerinden...

Evet, toplumun değerlerinden...


* * *
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Mesaj gönderen Ahmed »

pehlivan yazdı:Acizane bu konuda fikrimi söylemek istiyorum. Tanrı kelimesinin Türkçe olmasından dolayı buna aşırı saldırıldığını düşünüyorum zira hergün beş vakit okunan Ezanı Muhammedi de “salât” “salât” “salât” “salât” “salât” denmesine rağmen. Farsça bir kelime olan "namaz" a kimse bir şey demez.
Fars mecusiler de ateşe taparken namaz kılıyoruz diyorlar...
"Diller çok ama anlam bir" diyor ya Mevlana Celaleddin Rumi
Şimdi burada sormak istiyorum tanrıya olan düşmanlık, öldürme hissi Türklere aba altından sopa gösterme olmasın...
Acem, Farslar da bu taktik çok gelişmiştir...
Sen Allah'ın adına niye konuşuyorsun?. Niye önüne geçmeye kalkıyorsun?
S.A.V ' den anlarız biz bir hadisi şerif var mı ?




Daha önce yapılan bir araştırmada bir kelimenin yada sesin sürekli tekrar edilmesinde beyin hücrelerinin etkileşime girdiği ve bu sesin tekrar edilmesini daha sonra yeni hücre gruplarına devrettiği tespit edildi. Ses değiştiğinde etkilenen ve aktifleşen hücreler de değişiyor. Yani her ses ve kelime için farklı hücreler aktifleşiyor. Bu durumda Tanrı veya farklı kelimelerin zikir amaçlı kullanılması naçizane fikrimce zararlı(Hintlilerin de "om" kelimesini Astral beden seyahati için kullanmaları gibi). Kuran-ı Kerim de geçmedikçe kullanılmaması daha iyi olabilir, zararı olduğundan değil de alışkanlık yapması açısından, hani beyne ne girerse o çıkar sözünde vurgulanmak istenen detayda ki gibi diye düşünüyorum. Kesin(Hadis veya Ayet) bir delilim elbette ki yok. Sadece naçizane düşüncemi belirtmek istedim sizin gibi.


MuhaMMedi MuHABBEtlerimİZle!....
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Cevapla

“►Gençlik Köşesi◄” sayfasına dön