ATA YURDUN KANDİLLERİ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

ATA YURDUN KANDİLLERİ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

AYASOFYA
ALPEREN GÜRBÜZER

Kızılelma fethedilecek menzili belirleyen tek pusulamızdır. Nitekim Osmanlı Doğu Roma’nın varisi olmayı başardıktan sonra ordunun gideceği yeri hedeflemek için Kızılelma’yı Saint Pierre Kilisesinin kubbesine oturtmuştur. Kızılelma öyle bir ülkü ki hasretle yaklaştıkça uzaklaşan ve hiç sönmeyen bir yıldız küresi olup aynı zamanda Batı Romanın coğrafi ve siyasi yapısına da talip bir fütuhat hareketidir. Dahası Kızılelma, hedefe varılması gereken menzili belirleyen meşale olduğundan hemen Topkapı sarayında Bab-üs-saade önünde Sure-i Feth kıraatiyle başlayıp usul usul Fatihalar eşliğinde besmeleyle ötelere kanatlanan bir tutkumuzdur. İşte bu tutku gözlerle parıldayıp Anadolu’dan Tuna boylarına uzanan Evlad-ı Fatihan’ın gönlünde tükenmeyen Kızılelma aşkı budur. Bu aşkı Horasandan Anadolu’ya, oradan Avrupa’ya taşıyan Horasan Erenlerinin aydınlık ruhunu yaymak gerekti, öyle de olur zaten.
Evet, İstanbul feth olmadan önce Ayasofya bir kızıl elmaydı. Fatih Sultan Mehmet bu Kızılelma'nın bir rüya değil hakikat olduğunu İstanbul'u fethetmekle gerçekleştirmiştir. Malum, Kızılelma Ayasofya kubbesinde kalmayıp, bu ülkü Edirne’den Filibe, Sofya, Niş üzerinden Belgrat’a, oradan Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma'ya (Saint Pierre) kadar uzanabilmiştir. Her ne kadar Roma feth olunmasa da gönüller de çoktan feth olunmuştu bile.
İyi ki Kızılelma Saint Pierre Kilisesinin üstüne konmuş, böylece insanlığı selamlayıp adalet timsali nizam-ı âlem küremiz olmuştur. Şöyle ki; ilk Kızılelma meşalesi Fatih’in Akşemseddin’le birlikte Ayasofya’ya girdiğinde Bizans’ın saf altından yapılmış kızıl topunu, yani kızıl küresini Kızılelma’ya çevirmesiyle start almıştır. Kanuni devrinde ise Şarlken olayı vuku bulunca Beç (Viyana) ve Almanya Kızılelmaları teşekkül etmiştir. Derken o gün, bugündür “Kızılelma” bizim ölesiye sevdamızdır. Şayet Viyana, yani Beç Kalesi feth edilseydi kızıl elmanın varacağı menzil hiç kuşkusuz Batı Roma toprakları olacaktı.
O sevda, Resûlullah’ın (s.a.v) “Ümmetimden Kayser’in (İstanbul) şehrine gaza edenler af olacaktır” Hadisi Şerifiyle kıvılcım almıştı. Hakeza o kutlu Peygamberin (s.a.v) “Kayser’in şehri fethedildi. Orada ezan okunmadıkça kıyamet kopmayacaktır” sözleriyle sevdamız aşka dönüşür de. Öyle bir aşk ki; Hz. Muaviye’nin sevk ettiği ordu içerisinde Hz. Ebû Eyyüb Ensarî’nin (Halid bin Zeyd) muhasara esnasında İstanbul surlarına yakın bir yerde şahadet şerbeti içmesine vesile olan bir sevdadır. Elbette ki seneler sonra şehit düştüğü yerin keşfi Akşemseddin Hazretleri’nin kerametiyle ortaya çıkması manidardır. Ve bu yüce Sahabe’nin mezarının bulunmasıyla birlikte Osmanlı daha da güç kazanacaktır.
Malum Resûlullah (s.a.v); “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve o’nun askeri ne güzel askerdir” Hadisi Şerifiyle İstanbul'un fethini müjdelemişti zaten. İşte bu Hadisi Şerife nail olabilmek uğruna nice hükümdarlar İstanbul’u fethetme teşebbüsleri olmuştur habire. Derken fetih sonunda; zahiri kumandan Fatih Sultan Mehmet ve manevi kumandan Akşemseddin ikilisine nasip olup, bu nasipten eli kabza tutmuş Gazi Alperenler, Müderrisler, Mollalar ve nice Pir-i fani Şeyhlerde istifade edeceklerdir.
Anlaşılan Fatih-Akşemseddin ikilisi, Fethi Mübin’in kilit temel taşıdır. O yüce kumandan, biran evvel Hadis-i Şerifin sırrına ermek adına günlerce Akşemseddin’den işaret bekler. Nihayet beklenen müjde Şeyhin:
-“Yarın sabah şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Huda ile Babı Zafer feth olup, ezan sedası ile sûrun içi dola. Gün doğmadan Gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar” ifadeleriyle gök kubbede yankı bulup kat’i müjdeyi alır da. Şöyle ki, Şeyh Akşemseddin; “Begüm bu kalanın fetihi sen olasın, deyü âlem-i Şehzadelikte sana tebşir ettük” der ve Fatihte gereğini yapıp Feth-i Mübin’i gerçekleştirir. Öyle ki; fetih günü beyaz at üzerinde Topkapı’dan Kayser’e doğru Hadis-i Şerif’in mana ve ruhuna hürmeten Ayasofya’ya girdiğinde atından inip derhal secdeye varır da. Sonrası malum aradan üç gün geçtiğinde ilk Cuma namazı orada eda etmek üzere imamete fethin manevi başbuğlarından Akşemseddin geçer. Hatta o, imamete geçmekle kalmaz, bir gönül sultanı edası içerisinde Fatih namına hutbe de irad eder.
İstanbul’un manen fethedilme yönü kalemin yazabildiği kadarıyla buydu. Zahiri yönüne baktığımızda, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde fetih, hürriyet fermanıyla çerçevesini bulup Patriğe şöyle seslenir:
-“Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmet! Sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” İşte Fatih, Bizans halkının teveccühünü Patriği tayin ve himaye eden bu fermanıyla kazanmıştır. Öyle ki, Lukas Notaras; “Latin şapkasındansa Türk sarığı görmek yeğdir” demekten kendini alamamıştır. Gerçekten de ecdadımız Sakarya’yı Tuna’yla, Dicle’yi de Nil’le ayırıma tabii tutmayıp birbirlerini dost kılmışlardı. Bu yüzden Anadolu ve Rumeli Osmanlı’nın iki güzide Beylerbeyi yakası olmaya hak kazanmıştır. Artık Bab-ı âli yanı başımızdadır. Dahası bunda böyle Bab-ı Hümayundan Bab-üs-Selam’a kadar her ne devlet kapısı varsa biliniz ki hemen hemen hepsi İstanbul’un Rumeli yakasında yer alıp insanlığa derman için vardır. Her iki yaka da Devlet-i Aliye misyonunu sırtında taşıyacak iki göz bebekleridir. Belli ki Fatih Sultan Mehmet’in açtığı bu geniş hürriyet fermanı, sonraki padişahlara da ışık kaynağı olup Yavuz Sultan Selim gibi gözü kara hakan bile bu ışıktan nasibini almıştır. Şöyle ki;
Yavuz Sultan Selim tahta oturduğunda yönünü hep doğuya doğru çevirmişti. İyi ki öyle yapmış, arkayı sağlama almadan ilerlemek ne işe yarardı ki. Zira Osmanlı imparatorluğu Yavuz sayesinde sırtını Asya ve doğuya dayandırıp, yüzünü de Avrupa’ya ve batıya çevirebilmiştir. Malum Yavuz, celallik yönü daha ağır basan bir padişah olmanın ötesinde âlimlere de son derece hürmetkâr bir liderdi. Nitekim Yavuz, Hıristiyanların bir densizlik ve birtakım hatalarına binaen celâllendiğinde hızını alamayıp hepsinin başının kesilmesini emreder. Amma velâkin Osmanlı devlet geleneğinin icabı verilen her talimat anında yerine getirilmez, önce hukukî yönüne bakılıp, sonra hüküm verilirdi. Zaten öyle de olur. Mesele Şeyhül İslâm Zenbilli Ali Efendi'ye intikal ettiğinde hele bir dur, nedir bu acelen dercesine Padişah’a:
-“Efendimiz, dedeniz (Fatih) Hıristiyanların mal ve canlarına dokunulmayacağına dair yazılı bir ferman vermişti” diye sorgular.
Yavuz:
-“Ya öyle mi? Fermanı getirsinler de bir göreyim” der.
Zenbilli Ali Efendi:
-“Bu ferman bir yangında yanmıştır” diye karşılık verir.
Yavuz celallenerek ten:
-“Bu fermanı görmedikçe Hıristiyanların kafasını kesmekten vazgeçmem” der.
Zenbilli Ali Efendi ise gayet soğukkanlı bir tarzda:
-“Acele buyurmayınız. Ferman yandıysa da, fermanı hatırlayan elbet iki Müslüman bulunur, onların şahitliği kâfidir ” der.
Belli ki Yavuz bu sözlerden tam ikna olmayıp şöyle der:
-“Dedem Fatih, İstanbul’u alalı 70 yıl oldu. O zamanı hatırlayacak adamın hiç olmazsa 90 yaşında olması lazım gelmez mi?”
Zenbilli Ali Efendi bunun üzerine 90 yaşında iki ihtiyarı huzuruna çıkarıverir. Derken yaşlı adamların Şahadetleriyle (şahitlikleri ile) Yavuz Sultan Selim emrini geri çekmek zorunda kalır. Ona da o yakışırdı zaten. Osmanlı bir hukuk devletiydi çünkü. Asla Hukukun üstünde Padişahta olsa çıkamaz. Kaldı ki nizamnameler, fermanlar örften sayılırdı. Madem öyle, buradan tarihimize “astığı astık, kestiği kestik’’ yaftalamasında bulunanlara duyurulur demek düşer bize, tabii anlayana.
Fatih Sultan Mehmet sadece fetihle mi yetinmiş? Elbette ki hayır, Feth-i Mübin'le birlikte İstanbul’u Medeniyetlerin başkenti ilan etmiş ve akabinde bu güzel şehri Doğu Roma'dan sonra Roma-Bizans-İslam eksenli medeniyet denklemi içerisinde üçüncü Roma hale getirmiştir. Kelimenin tam anlamıyla Roma ve Bizans medeniyetlerinden sonra tek kalıcı İslâm mührü üçüncü Roma'yla hayatiyet kazanmıştır. Öyle bir mühür ki, bizim himayemizde yaşayan farklı kimlik ve etnik gruplar içeren gayr-i Müslimler, gerçek hürriyeti bizim iklimimizde bulmuşlardır. Bu yüzden F. Grenard bu durumu; “Osmanlı’lar hiçbir zaman milliyetler tezadı oluşturmadı” sözleriyle teyit etmiştir.
Yavuz ve Zenbilli Ali Efendi arasında geçen karşılıklı münazaraya benzer bir olayda Kanuni devrinde vuku bulmuştur. Kanuni, Ebussuud Efendi’nin engeline takılmıştır. Tabii böyle engele can kurban. Zira Osmanlı'da ulema ve ümera kanun ve nizamnamelerin hazırlanmasında tek yetkili zümredir. Avrupa’nın millet meclisinden beklediği nizamı Osmanlı, ulema ve ümeradan bekliyordu. Çünkü ulema ve ümera Osmanlı piramidin en tepesinde ehli hal akd çatısı veya baş tacı olarak yerini almıştır. Zaten Osmanlı’nın yükseliş sırrında en büyük etken unsur hiç kuşkusuz bilge insanları baş tacı yapmasıydı. Nitekim Kanunî’nin kiliseleri camiye tahvil etme isteği üzerine Ebussuud Efendi, Fatih’in Patrikhane’ye verdiği ahitnameye dayanarak reddetmiştir.
Demek ki Kızılelma, önce Ayasofya kubbesinde bir hilal, sonrasında ise Saint Pierre’nin kubbesine konmuş bir nizam-ı âlem tuğudur. Kızılelma, tıpkı gökteki yıldızlar gibidir, ülkü heyecanı bir sarmaya dursun, bir bakmışsın bu ülkü tükenmesin diye bir kubbeden bir başka kubbeye konar da. Ne var ki günümüze geldiğimizde bu heyecan tükenmiş olsa gerek ki bu sefer Kızılelma ötelerde değil, tam aksine dizimizin dibine konmuştur. Belli ki Kızılelma ilk kez tarihi seyri şaşırtırcasına yanımız başındadır. Satırlar ilerledikçe bunun ne demek olduğunu anlamak mümkün olacak elbet. Şöyle ki; İstanbul bizim coğrafyamız sınırları içinde olduğu halde, onun göz bebeği ve kalbi hükmünde olan “Ayasofya” yanı başımızda müzedir hala. Dolayısıyla Kızılelma Saint Pierre’nin üzerinden tekrar Ayasofya’nın kubbesine bir kez daha konmuş durumda. Adeta kendi kendimize Ayasofya'yı mahkûm etmişiz. Bunun anlamı gayet açık Kızılelma artık ne Viyana'da, ne İtalya’da, ne de ötelerde, doğduğu yerdedir artık, yani coğrafyamızdadır.
Demek ki Çarmıha gerilen sadece Hz. İsa (a.s) değilmiş, gerilen tarihte var. Üstelik tarihten geriye sadece içi boş cami, ezansız minareler ve ruhu alınmış taş yığınları kalmıştır. Şimdilerde tarihi susturmak adına müze diyorlar, doğrusu neyin müzesi anlamış değiliz. Kendi kendisinin müzesi diyorsanız buna kargalar bile güler. Üstelik içinde müzeye ait, ne doğru dürüst müzelik eşya var, ne de herhangi bir işaret var. Belli ki Ayasofya aşkını gönüllerden silmeye çalışıyorlar. Onlar taş duvarlara müze dememizi bekleye dursunlar bu aşk tükenmediği müddetçe Ayasofya başlı başına tarihi hafızamız olmaya devam edecektir elbet. O tutkunun gönüllerden kolay kolay silinmeyeceği muhakkak. Zira her ne kadar ruhumuzdan çok şeyler kaybetsek te her birimiz Peygamber müjdesine mazhar olmuş Fatihin evlatlarıyız.
Malum, önce 1927 yılında 1057 sayılı kanunla işe koyuldular, sonra Tuğra kanunu maddelerinden hareketle Osman Oğulları’na ait her ne var ne yok, birçok sanat eseri ve kitabeleri yok edilmeye çalışılmıştır. Bu da yetmez Ayasofya Cami 1934 yılında devrin Maarif Vekili Abidin Özmen’in teklifiyle İsmet İnönü hükümeti tarafından müze haline getirilmiştir. Daha da ileri gidilerek etrafında dört başı mamur minarelerini yıkmayı bile düşünmüşlerdir. Neyse ki İbrahim Hakkı Konyalı’nın raporu uyarınca yıkımdan vazgeçilmiştir. Bakın raporda geçen:
“Ayasofya’yı büyük mimarımız Sinan payandalarla takviye etti. Sultan II. Selim, hantal görünüşlü Ayasofya’nın kubbesinin kaymaması için poyraz tarafına iki kalın minare daha yaptırdı. Kıble tarafındaki minarelerde, destek vazifesi görürler. Eğer bu minareler yıkılırsa ana kubbe hemen çöker...” ibareleri, nihayet yıkımı durdurmaya yetmiştir. Fakat ne yazık ki, bazı vakıf binalarının yanı sıra, vaktiyle Fatih’in yaptırıp ta oğlu II. Beyazıt’ın genişlettiği medresenin yıktırılması önlenememiştir.
Resûlullah'ın (s.a.v) Kayser dediği İstanbul, öteden beri iç ve dış mihrakların ilgi odağı olmuştur. Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet’ten son Halife Abdülmecit’e ve Cumhuriyet devrine kadar cami ödevi yapmış, ama gel gör ki 1934’de müze haline getirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki; tüm bozguncu entrikaların kaynağında, tekrar cami olabilme endişesi yatmaktadır. Aslına dönmekten imtina edenlerin uykusunu kaçıran olay bu olsa gerektir, yani Kızılelma tekrar ötelere sıçrar mı endişesine kapılmışlardı.
Dedik ya, Ayasofya suskun, aynı zamanda gönüllerde mahzun. Kendi kendisinin müzesi durumunda olan Ayasofya’ya zaman zaman bir görev daha verilmek istenmiş. Bu yeni vazife malum, dans gösterilerine sahne olması için mekânlık ve konukluk ifa etmektir. Maalesef 1995 yılında işbaşında bulunan hükümet, bunu çekinmeden yapmışta. Onlar önceden, halkın bu denli tepkisiyle karşı karşıya kalacaklarını tahmin edemedikleri içindir, böyle bir karar alma cüretini gösterebilmişlerdir. Neyse ki sonunda kamuoyunun sağduyusu galip gelmiş, derken hevesleri kursaklarında kalmıştır.
Onlar müze, müze dedikçe Ayasofya her geçen gün aslına döneceğine inancımız tam. Ümit varız da.
Sanki birileri arka planda önce Kudüs, Şam, Bağdat, Mekke, daha sonra da İstanbul esir alma hesabı içerisinde. Allah korusun bu sıraladığımız merkezler elimizden çıksa sonunu siz düşünün, kim bilir ne felaketlerle karşı karşıya kalacağız demektir. Kaldı ki buralar medeniyetlere ışık saçan başkentlerdir. Madem öyle bu ışığı söndürmeye çabalayanlara aman vermemek gerekir. Aksi takdirde dünyayı karanlığa mahkûm etmiş oluruz.
Bakın Papa VI. Paul ve etrafındaki zevatla birlikte İstanbul’a gelip Ayasofya’da diz çöküp dua ederken kendi insanımız ise hala kendi öz yurdunda öksüz muamelesi görüp namaz kılmasına müsaade edilmemiştir. Bu yönüyle bakıldığında bile Ayasofya hala mahzun ve öksüzdür. Gel de eseflenme. Zira Fatih’in Akemseddin'in arkasında eda ettiği namaz hala gönüllerde taptaze sevdaya dönüşmüş bir “Kızılelma” olarak durmakta. Bütün müminler Fatih’in o ihtişamlı günlerini arar vaziyette namaz kılabilmenin heyecanını yüreklerinde hissediyor, hatta aslına döneceği günleri bekliyor. O halde Papa VI. Paul’a tanınan hak, insanımızdan esirgenmemeli. Bu heyecanı görmezden gelenler, şunu iyi bilsinler ki; Ayasofya tarihi kimliğine kavuşacağı günleri iple çekiyor.
Ayasofya öz kimliği ile ayağa kalktığında gönüllerdeki heyecan ister istemez durulacak. Bir gün gelir “Kızılelma” bir rüya değil, hakikat olacak. Şimdilik İnşallah demekten başka daha ne diyebiliriz ki, gül ola harman ola.
En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 15:56 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

Fırat Nehri Altın Bir Dağ Üzerinden Açılmadıkça Kıyametin Kopmayacağı Babı:

* Kuteybe b. Saîd rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Ya'kub (Yani Abdirrahman El-Kaârî) Süheyl'den, o da babasından, o da re'den naklen rivayet etti ki: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
“Fırat nehri altın bîr dağ üzerinden açılmadıkça kıyamet kopmayacak onun için harb edecek ve her yüz kişiden doksan dokuzu ölecektir. Onlardan her adam, keşke kurtulan ben olsaydım, diyecektir.»

(...) Bana Ümeyye b. Bistâm da rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Yezîd b. Zürey’ rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Ravh, Süheyl'den, bu isnadla hadîsin benzerini rivayet etti. O şunu da ziyâde eyledi : «Babam : Onu görürsen sakın yaklaşma, dedi.»


* Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. (Şöyle demiş) : Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ;
«Fırat'ın altın bir dağ üzerinden açılması yakındır, imdi orada kim bulunursa, ondan bir şey almasın!» buyurdular.

* Abdullah b. Haris b. Nevfel'den naklen haber verdi. (Şöyle demiş) : Übey b. Ka'b ile birlikte duruyordum.
Ubey : “Dünyalık arama hususunda insanların boğazları muhtelif olmakta devam ediyor!” dedi.
Ben : “Evet!” dedim.
Übey dedi ki: “Ben Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i şöyle buyururken işittim:
«Fırat nehrinin altın bir dağ üzerinden açılması yakındır. İnsanlar bunu işitince, ona yürüyecekler ve onun yanında bulunan : “İnsanların bundan bir şey almasına müsaade edersek, bunun hepsi götürülür!” diyecektir. Müteakiben onun için harb edecekler ve her yüz kişiden doksan dokuzu öldürülecektir.»
Ebû Kâmil kendi hadîsinde şöyle dedi :
«Abdullah dedi ki : Ben Übey b. Ka'b ile birlikte Hassan kal'asınınn gölgesinde durdum.»
Bu hadîsi Buhârî «Kitabu'l-Fi'ten»'de; Ebû Dâvud «Me-nâhrni" bahsinde; Tirmizî «Kitâbu sifatu'l-Cennet»'de tahric etmişlerdir.

Altın dağdan murad; definedir. Fırat nehrinin açılması, suyunun çekilmesiyle olacaktır.
Ulemâ bu hadîsdeki boğaz kelimesinden büyüklerin ve reislerin kastedildiğini söylemişlerdir.
Bâzılarına göre bundan murad; cemaatlardır.
Kaadî Iyâz bu kelimenin cüz'ü zikir küllü murad kabilinden mecazı mürsel olabileceğini söylemiştir.
Üçüm kelimesi, utum gibi, kal'a mânâsına gelir.
Anlaşılıyor ki, Fırat nehrinde define çıktığını işitenler, onu almak için koşacaklar ve birbirleriyle harbedeceklerdir.
Bu harbde çarpışanların yüzde doksan dokuzu öldürülecek ve her ölen : “Keşke ben kurtulsam da defineyi ben alsam!” diyecektir.
Definenin başında bulunanların ondan bir şey almamaları tenbih edildiğine göre, onun alınması mümkün bir yerde bulunacağı yahut maden halinde değil de, para veya külçe şeklinde olacağı anlaşılıyor.
Alınmasının nehiy buyurulması define birçok belâlara sebep olacağı içindir.
Aynî: «Bu bir mucizedir.» diyor. İbnû Tin'e göre, define müslümanların hakkı olduğu için alınmayacaktır.
Fakat bu söze itiraz edilmiş, definenin müslümanîara âid olup olmadığı malûm değildir, denilmiştir.
Nehyin asıl sebebi fitne ve çarpışmadır.

* Ebû Hüreyre'den naklen :
(Şöyle demiş) : Resulüllah (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) :
«İrak dirhemini ve kafîzini, Şam müddünü, dinarını, Mısır'da kilesini ve dinarını men edecektir. Başladığınız yere döneceksiniz, başladığınız yere döneceksiniz, başladığınız yere döneceksiniz!» buyurdular. Buna Ebû Hüreyre'nin eti ve kanı şahittir.
Kaiîz, Iraklıların, müdd Şamlıların birer nevî ölçekleridir. Erdeb, Mısırlıların kilesidir. Iraklıların ve diğerlerinin istenileni vermemelerinden murad; ne olduğu hususunda iki meşhur kavil vardır. Bunların birine göre Iraklılar müslüman olduğu için cizye denilen vergi sakıt olacak, bu sebeple onu vermeyeceklerdir. Nitekim bu olmuştur. Daha meşhur olan ikinci kavle göre bundan murad; âhir zamanda Acemlerle Romalıların bu memleketleri istilâ etmesi ve müslümanların bu işine mâni olmalarıdır. Filhakika Müslim'in bir hadîsine göre Iraklılara ve Şamlılara kafîz ve dirhem gelmeyeceği, bunu Acemlerle Romalıların men edeceği tasrih edilmektedir.
Nevevî : «Bu bizim zamanımızda Irak'ta olmuştur, şimdi mevcuttur.» diyor. Bazı ulemaya göre hadîsden murad; âhir zamanda Iraklılarla diğerlerinin dinden dönerek zekâtlarını vermemeleridir.
Bir takımları da : «Âhir zamanda küffâr kuvvet bulacak ve ödemekte oldukları cizye, haraç gibi vergileri vermekten imtina edeceklerdir.» demişlerdir.
«Başladığınız yere döneceksiniz...» cümlesi: «İslâmiyet garib başladı ve dönerek yine başladığı gibi olacaktır.» hadîsi mânâsındadır.
Bu hadîsi «Kitâbu'l-İman»'da görmüştük.
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

KÜLTÜRÜMÜZÜN NERESİNDEYİZ?

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

KÜLTÜRÜMÜZÜN NERESİNDEYİZ?

ALPEREN GÜRBÜZER

Kültür (culture) Fransızca yetiştirme ve tarım anlamındadır. Hars ise Arapça olup çiftçilik demektir.
İster adına hars, isterse kültür diyelim netice itibariyle bu kavramın birçok tarifi vardır. Amerikalı iki yazar araştırma yapmış kültürün yüz altmış tarifini tespit etmişler. Bu tarifi yaparken kimi psikolojik, kimi tarihi, kimi tasvir, kimi normatif vs. yönünden incelemişlerdir.
Anlaşılan kültürün binlerce yıl ömrü var. Medeniyet öyle değil, kültür kadar uzun ömürlü değildir, yani altı yüzyılı bile geçmeyen miadı söz konusu. Yani çöküş medeniyetin alın yazısı gibi bir şey, bu kaçınılmaz. Bakın İbni Haldun; millet ve devletlerin doğuş, yükseliş ve inhitat (yıkılış) olmak üzere üç devir geçireceklerini bildiriyor. Gerçekten de tarihi seyir incelendiğinde medeniyetlerin tıpkı bir insanın geçirmiş olduğu çocukluk, gençlik, ihtiyarlık ve ölüm evrelerine benzer süreci yaşadığını görürüz. Fakat kültür için aynı şeyi söyleyemeyiz. Çünkü zamana karşı dirençli tek güç kültürdür. Elbette ki kültüründe hemen hemen aynı gelişme evreleri var ama sonu ölümle noktalanmaz, bilakis kültür kendi mecrasında bir başka medeniyete dönüşür.
Kültür gelişme evresinin en son noktasına ulaştığında somutlaşır, tabir caizse enerjisini kaybedip nihayetinde medeniyet olarak sahne alır.
Dünyada saf ırk olamayacağı gibi saf kültürde yoktur. Malum, bizim kültürümüzün temeli İslam’dır. Buna rağmen değişik kültürlerin etkisi altına girdiğimiz bir sır değil. Derken kendimize has kültür oluşturmuşuz. Bugüne kadar geçirdiğimiz kültür serüvenimiz ana hatlarıyla;
— Göçmen kültür evresi,
— Çin kültür dairesi,
— İslam kültür dairesi,
— Batı kültür dairesi olmak üzere dört eksende toplayabiriz.
Şimdiki dururumuz ise ne tam batı, ne yerel, ne de tam İslam kültür dairesini içeriyor, kozmopolit bir hal yaşıyoruz sanki. Malum batı kültürünün kaynağı Yunan-latin kültürü ve Hiristiyanlık’tır.
Tanzimat’tan beri batılılaşma sevdası, batının ortaçağdaki yaşadığı durumun devamı niteliğinden ibarettir. Japonya ise kültür bakımdan doğulu, teknolojisi ve bilgi zihniyeti bakımdan batılıdır. Belki de bizde Japonya gibi kültürümüzden taviz vermeden batının teknolojisini örnek almayı deneseydik modern çağın en üst seviyesine gelebilirdik.
Batılılaşma süreci kendilerini elit diye tanımlıyan birtakım yarı aydınlarımız tarafından başlatılmış, daha sonraları tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sürecinde medya ve tiyatro gibi sembolik etkinliklerle start alıp halka özenti şeklinde yansıtılmıştır. Şuan gelinen noktada Avrupa Birliğine girmek için verilen hengâmede bile halk batı ile doğrudan temas halinden kopmamıştır. Zaten internet alanındaki hızlı gelişme sınırlara adeta meydan okuyup batıyla aramızdaki duvarları kendiliğinden kaldırmış ve kozmopolit görünümüz daha da koyulaşmıştır. Bu yüzden Şerif Mardin; modern toplumlarda doğru dürüst bir halk kültürünün kalmadığını bu kattaki kültürün yozlaştığı ve kaybolmaya yüz tuttuğunu vurgulayarak bir durum tespitini gözler önüne sermiştir. O halde yapılacak olan tek şey; maddi kültür (medeniyet) ile manevi kültür (hars) ikilisini uyumlu hale getirmektir. Aksi takdir de kozmopolitlikten kurtulamayız.
Belli ki kültürel değerleri önem vermeyip, kültürel politikalar geliştirmediğimiz müddetçe hayatımıza kuralsızlık hâkim olacaktır. Ülkemizde cerayan eden kuşaklar arası kopukluk, birbirini anlamama gibi bir takım marazi durum, modern dünyanın önümüze koyduğu bir problem olarak önümüzde duruyor hala. Yenidünya düzeni dedikleri âlemde kültür yok gibi, ancak hip kültür, antik kültür, karşıt kültür vs. sözkonusu. Bu yüzden Pierre Emmanuel; “İnsanlar kültürü benimseyecek ki, insan tekrar insanlığına kavuşabilsin” der.
Şimdilerde niye İslam dairesi içerisinde bulunuyoruz şeklinde sorgulayan kimlik bunalımı yaşayan yarı aydın ve dar bakışlı tipler aslında kültürsüzlüğün bahtsız kuşaklarıdır. Oysa köklerini iyi bir araştırsalar tarihi kodları ile her an buluşma fırsatı yakalayabilirler, ama ön yargılardan sıyrılamadıkları için kültürümüz ile yüzleşemiyorlar bir türlü.
Kültür dayatmayla, baskıyla ve yasakla önlenemeyeceği gibi, yönlendirilemezde. Zira kültürün anası da, babası da ferttir. Toplumun vicdanında yaşayan değerler manzumesi kültür demektir. Şahsiyeti belirleyende kültürdür. Nitekim kültüre müdahale kalkışmak beraberinde ciddi sıkıntıları getirir ki, bu da kaba, zevksiz ve ruhsuz kişiliklerin türemesine neden olur. Batılılaşma sürecinde tepeden halka kültür dayatma uygulamaları insanımız rencide etmiş ve halk vicdanında kabul görmemiştir. Hala bir kısım elit tabaka, Amerikalılar gibi viski içmeği, Fransızlar gibi dans etmeği, İngilizler gibi selamlaşmayı, Almanlar gibi tapınmayı kültür sanmış, hatta batının yüzeysel yaşayışını ideal hayat gibi algılayıp toplumumuza dayatmak istemişlerdir. İlk önce Fransız etkisinde kaldık, sonra Almanya’nın üniformasını almışız, daha sonra da Almanya savaştan mağlup çıkınca Amerika’nın kiyafetine dönüş yaptık bir çırpıda.
Edebiyat dünyasında da durum hemen hemen aynı... Önce Orhan veli ile Yahya Kemal’i, Nazım Hikmet ile Necip fazıl’ı, Tevfik Fikret ile de Akif’i karşıt rakiplermiş gibi gösterilerek kıymetlerimiz unutturulmaya çalışılmış, sonrada klasik dedikleri kültür hazinelerimizi okumayan genç kuşağın doğması sağlanmıştır. Bir başka ifadeyle; Tanzimat Edebiyatı devleti hedef seçmişti, Serveti Fünun ise toplumu. İkinci dünya savaşının etkisiyle de edebiyatımız edepsizleştirilerek sol kimlik verilmeye çalışılmıştır. Oysa Divan edebiyatı devleti besliyordu. Tanzimatla edebiyatımız politikanın etki alanına girip devletle bağını kesmiş, böylece laf ebeliği edebiyat olarak gündeme girmiştir.
Kültürdeki yozlaşma yaşama tarzımızdan kıyafetimize ve edebiyatımıza kadar birçok olumsuz yansımaları olduğu bir vaka. Yıllarca yanlış izlenen kültür politikalar tatbik edilmiş ve devletin kasasından ödenek ayrılarak dilimizden öz Türkçecilik adı altında kelimelerimiz katl edilmiş ve dilde uydurmacılık akımının ardından genç nesiller kültürsüzleştirilmiştir. Hatta diyebiliriz ki; en çok kültür dejenereasyonu dilde yapılan tasfiye uygulamalarıdır. Çünkü bir milletin dilini ne kadar tahrip edersen o kadar kütüphaneleri sağırlaştırmak kolay gerçekleşir. Şimdilerde kültürümüz kütüphanelerimizin tozlu raflarında kendisine uzanacak ve onu okuyacak talipliler arıyor adeta, ama gerçek anlamda kitapların dilini anlayacak ne insan, ne de aydın var.
Ziya Gökalp kültür kavramı yerine hars’ı kullanır ve şöyle der: “İngilizleri ileri götüren gelenekçiliktir. Bizi geri bırakan geleneklerimizi bir tarafa atarak geleneksiz bir takım kaideleri almamızdır… Barbarlık medeniyete galebe çalmaktadır. Uygarsız bir kültüre sahip olan millet sağlamdır. Fakat buna karşılık kültürsüz uygarlığa sahip bulunan bir millet hastadır.”
Gökalp’ın ifadelerinde kültür ve uygarlığın dengede tutulmasında sıhhatli bir toplumun var olalabileceğini anlıyoruz. Tekniğin, sporun, lüks hayat standardının dini ve kültürel olan her şeyi dışlamamalı. Halk genelde kültüre, aydın kesim ise uygarlığa sahiptir. Halk ile aydın arasındaki yabancılaşmanın giderilmesi için aydın kesimin halka tepeden bakmayıp bizatihi ayağına kadar gidip hemhal olmalı ki; toplum dayanışması ve bütünleşmesi denilen olay gerçekleşebilsin. Bu yapılabilirse kültür-uygarlık ikilisi dengeye kavuşup, diyalog kanalları ardına kadar açılmış olacaktır. Böylece uygarlığın halka daha sıcak geçiş yapması sağlanacak ve kültür değerlerimizi inceleme fırsatı doğacaktır.
Kültürümüzün hammaddesini köyler, zarafet (incelik) yönünü de şehirler sağlar. Türkiye’nin talihsizliği ilim ve teknikte tam ilerleme kaydedememesidir. Bundan dolayı halk avam kültüründen öteye geçememiştir. Kültürün de bir maden gibi işlenmesi incelmesi gerekiyor. Ne kadar kültür işlenirse medeniyete paralel bir seyir takip ederek kimlik krizinden kurtulma imkânı yakalayabiliriz pekâlâ. O halde yeniden özümüze dönmek bugün değilse ne zaman?
Velhasıl; Zihnimizde iki kültür öğesi mevcut; bunlardan biri şahsi kazanılmış kültür, yani kitap okumak ya da okulda öğrenilerek elde edilen kültür, diğeri de sosyal ve milli kültür. İşte kültürümüzün gelişmesinde bu ikili unsura çok önem vermemiz gerekiyor. Gerek eğitim gerekse toplumcu politikalarla meseleye eğildiğimizde sanatı, estetiği, dini, sosyolojiyi ve kültürü anlamış olacağız demektir.
Vesselam.





En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 16:06 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Kıymetli kardeşimiz Alperen can,

Dün olmuş, bu gün olmakta ve yarında devam edecek olan kültürler savaşının Beşinci Haçlı Seferlerinin uygulandığı dünyamızda.
Çok önemli bir yaramıza parmak bastın.
İnşaallah daha detaylı ele alınır.
Globalleşmek, Avrupa birliği, Büyü ortadoğu projesi, Hürriyet gelecek zumetlerinin temelinde Amerikanın 1 dolarının yüzlerindeki ana ilkeler yatmaktadır..
Siyonizmin 1776 da Şikago kararlarıdır...

Bu gün uygulanmakta olan;
"Herkesi yutunuz onlar, siz asalanların avlarıdır!."
Vahşetinin ana silahı kültürleri yutmaktır..
Milyara yakın Arap ulusu kültürünü yiyip bitirince, esir haline uşak haline düşmüştür..
Kültürlerini koruyamayan nice ulusların şimdiki çocukları sadece sığır sürüsüdür bu gizli güçlerin elinde..

Çanakkale şehitlerinin kanları bile kurumadan,
Yine iç-dış güçlerce geçmiş kültür bağları sökülen,
Gelecek kültür köprüleri yok edilen,
Bu gün ise düşmanlarına teslim edilen zavallı İsalam-Türk Kültürümüzü diriltecek ve yaşayacak Nesl-i Cedid için;
Allah cc, Kur'ân-ı Kerim ve Resûlullah sav ortak paydasında,
izinde, sözünde ve özünde BİZ olup BİR olmaya gençlerimize hasbi hizmetteyiz inşâallah!..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

Değerli alperen kardeşimiz,
Aziz Münir Derman (ks) Hocamızın baba tarafından dedesi olan şeyh Şamil (ks) Hazretlerinin
Ruhunu şâd ettik Allah razı olsun..


Resim

Şeyh Şamil (1797 - 1871)

İmam Şamil 1797 yılında Dağıstan’ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Babası Dengau Muhammed’dir.
Şamil Kumuk kökenli bir Türk'tür.
15 yaşında iken at binerek kılıç kuşandı. 20 yaşına geldiğinde iki metreyi aşan boyu ile atlama, ateş etme, güreş, koşu, kılıç gibi spor dallarında üstün yetenek sahibi olmuştu.
Öğrenimine bilgin Said Harekani’nin yanında başladı.
Daha sonra kayınpederi olan Nakşibendi Şeyhi Cemaleddin Gazi Kumuki’nin öğrencisi oldu.

Kendinden önce İmamet makamında bulunan Gazi Muhammed ve Hamzat Beg’in müşavirliğini yaptı.
Son derece sade ve kanaatkar bir hayatı vardı.
İmam Şamil, muhtelif zamanlarda beş defa evlenmiş ve bu izdivaçların bazıları dini ve siyasi sebeplerle olmuştu.
Şamil’in Fatimat, Cevheret, Zahidet, Emine ve Şovanat ismindeki zevcelerinden Ahmed Cemaleddin, Muhammed Gazi, Muhammed Said, Muhammed Şefi, Cemaleddin ve Muhammed Kamil isimli altı oğlu ile Fatimat, Nafisat, Necabat, Bahu-Mesedu ve Safiyat isimli beş kızı oldu.
Şamil, İmam yani devlet başkanı seçildikten sonra ilk iş olarak iç işlerini ele aldı.
Ruslara karşı daha etkili savaşmak için lüzumlu idari ve askeri teşkilatları yeni esaslara göre tanzim etti.
Bir taraftan askeri tedbirler alıp düşmana karşı savunma savaşları verirken, diğer taraftan da muntazam adli ve idari sivil bir devlet mekanizması geliştirmiş, medreselerde eğitime önem verdirmiş, fikir ve sanat alanında da büyük adımlar atılmasını sağlamıştır.
Döneminde tophaneler, baruthaneler, silahhaneler yapılmış, muntazam birlikler halinde askeri teşkilat kurulmuştur.
Güçlü hitabeti, kararlı tutumu ve askeri dehasıyla büyük başarılar kazanmış, ünü kısa zamanda yayılarak, otoritesi Dağıstan civarında yaşayan geniş topluluklar tarafından kabul edilmiştir.
İmam Şamil, idare sistemini yeniden düzenlerken, ülkeyi naiplik ve vilayetlere ayırarak bunların başına hem askeri hem de sivil yetkilerle donatılmış naipleri getirdi.
Üç veya dört naiplik bir vilayet idi. Vilayetlerin başındaki naibin rütbesi daha yüksekti.
Ayrıca, her biri birer savaş kahramanı olan bu yüksek rütbeli naiplerden Ahverdil Muhammed, Kabet Muhammed, Şuayıb Molla, Taşof Hacı, Danyal Sultan, Nur Muhammed, Hitinav Musa, Sadullah, Duba Hacı, Hacı Murat ve Şamil’in büyük oğlu Muhammed Gazi, gazavat’ın adı anılması gereken başlıca kahramanları oldular.
Şamil imam seçildiği 1834 yılından 1859 yılına kadar Rusya’nın büyüklüğü ve kudretine rağmen yılmadan mücadeleyi sürdürdü. Kendinden önceki iki imamın döneminde de fiilen 10 yıl savaşlara iştirak ettiğinden durup dinlenmeden cihad ettiği süre tam 35 yılı bulmuştur.
Bu süre zarfında Rus kuvvetlerine büyük zayiatlar vermiş ancak kısıtlı sayıdaki asker sayısı da günden güne erimiştir.
1839’da Ahulgo Tepesinde 3.000 mürid ile General Grabbe komutasındaki 10.000’i aşkın üstün donanımlı Rus ordusunun kuşatmasına 80 gün süreyle direnişi harp tarihine geçmiştir.
Şamil bu savaşta eşi Cevheret’i, oğlu Said’i ve kızkardeşi Mesedo’yu kaybetmiş, 8 yaşındaki oğlu Cemaleddin’i Ruslara rehin vermek zorunda kalmıştır.
Bu dehşet verici savaşlarda sadece insan kaybı olmadı.
Ruslar, ancak aylar süren savaşlar sonunda işgal edebildikleri bölgelerde, ağaçları, ormanları yakıp, bir tek canlı yaratık bırakmadan ilerlerdiler.
Savaşlara iştirak eden Rus komutanlarından Milyutin, 80 gün devam eden Ahulgo savaşı hakkında hatıratında şu satırlara yer verir :
"Artık muharebenin sevk ve idaresi kumandanların elinden büsbütün çıkmıştı. Hiddetlerinden köpürmüş, adeta çıldırmış bir hale gelen dağlılar, ulu orta askerlerimizin üzerine saldırıyor, süngü ucunda can verinceye kadar dövüşüyorlardı. Kadınlar bile kendilerini kudurmuş gibi müdafaa ettiler ve silahsız oldukları halde sıra sıra süngülerimizin üzerine atıldılar. Lakin muvaffakiyet için her türlü fedakarlığı göze almış olan Rus kumandanlığı inatla taarruzlara devam etti. Teslim olmayı katiyyen reddeden dağlılar, hiçbir ümitleri kalmadığı halde kahramanca dövüştüler. Kadınlar, çocuklar ellerindeki kamalarla Ruslara hücum ediyor, süngülerin önünde göz kırpmadan can veriyorlardı. Bazıları ise kendilerini ve çocuklarını korkunç uçurumlara atıyorlardı. Yaralılar bile inanılmaz şekilde dövüşüyordu."

Dost ülkelerden hiçbir yardım göremeyen İmam Şamil’in, nihayet elindeki bütün kuvvet kaynakları tükenir ve 1859’un 6 Eylül’ünde Gunip’te Prens Baryatinsky komutasındaki 70.000 kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra teslim olur.
İmam Şamil, aile efradı ve 40 kadar adamı Petersburg’a Çar’ın sarayına götürülür.
Rus Çarı II.Aleksandr tarafından sarayın kapısında hayrete düşülecek derecede nazik karşılanır.
Çar, babası 1.Nikola’ya ve ihtişamlı ordularına tam otuzbeş yıl Kafkasya’yı zindan eden, zamanının bu en büyük kahramanını karşısında görür görmez, yüzünden ve sakalından hayranlıkla öpmekten kendini alıkoyamaz.
İmam Şamil bir ay kadar sarayda misafir edildikten sonra, saygın tutsak olarak esaret yıllarını geçireceği Kaluga’ya gönderilir.
Ancak Şamil ve ailesine esaret çok ağır gelir. İki yıl içinde Şamil’in simsiyah saçları beyazlar.
Büyük kızı Nafisat ile gelini Muhammed Gazi’nin karısı Kerimet üzüntüden vereme yakalanarak ölürler.
Aradan ancak on yıl geçtikten sonra Çar, onun Hac’ca gitmesine izin verir.
Ancak bir tedbir olarak oğlu Muhammed Şefi’yi alıkoyar ve Hacc’ı ifa ettikten sonra derhal Rusya’ya dönmesini şart koşar.
Şamil, 1870 yılında maiyetindeki adamları ile birlikte Rusya’dan ayrılarak önce İstanbul’a uğrar.
Sultan Abdülaziz tarafından karşılanarak sarayda ağırlanır. Şamil’in İstanbul’a uğradığı haberi duyulduğunda şehirde yer yerinden oynamış, halk bu büyük kahramanı görebilmek için saray kapılarına akın etmişti.
Şamil, aşkına düştüğü son menzile bir an evvel varmak için Sultan’ın kendisine tahsis ettiği gemi ile yola koyulur.
Cidde limanında Mekke Emiri, şehrin ileri gelenleri ve mahşeri bir kalabalık tarafından törenlerle karşılanarak Mekke’de Şürefa dairesinde misafir edilir.
Hac sırasında orada bulunduğunu duyan, dünyanın dört bir yanından gelmiş yaklaşık yüzbin müslümanın onu görmek için yarattığı izdiham sonucu, hükümet makamları İmam Şamil’i Kabe’nin üstüne çıkarmak suretiyle bu hayran kalabalığın arzusunu tatmin edebildi.
Şamil, hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçer. Medine günlerinde son derece takatten düşer, çektiği büyük ızdırap artık tahammül edilmez bir hal alır ve hastalanarak yatağa düşer.
Bütün hayatını ülkesinin milli bağımsızlığına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve bizzat ebedi düşmanı Rus yüksek makamlarına dahi kabul ettiren, adını dünya tarihine "gelmiş geçmiş en büyük gerilla lideri" olarak yazdıran İmam Şamil 4 Şubat 1871’de 74 yaşında iken hayata gözlerini yumar.

ALINTIDIR.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Hayy Allah razı olsun. Dosd Muhammedi Şeyh Şamil'i işlemişsin. Hayatı dolu dolu ve Rasulullah sav. e yakışır şekilde yaşayan bilgin, dolgun, dingin ve inancını doya doya yaşayan halkına örnek olan, örnek alınacak Dosd Muhammedi Şeyh Şamil....

Ruhun Şâd...
Mekanın cennet olsun...
Dualarımız tüm şehitlerimizle...
Resim
Kullanıcı avatarı
MBurak
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 415
Kayıt: 12 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen MBurak »

Emeğine sağlık AlpEren kardeşim, ben de senden Mekkenin Fethini bekliyordum,
Gecikti diyordum bu Fetih ne zaman gerçekleşecek
Çile ile aksiyon içinde geçen bir ömür!Alınması gereken dersler çok!
Bilhassa biz gençler olarak Efendimizin ilerlemiş yaşına rağmen nasıl bir aksiyon insanı olduğunu idrak etmemiz vu bilinci de zinde tutmamız gerekiyor diye düşünüyorum!
Karıncaya bile merhametli ancak cehalete şirke tağuta karşı yeryüznde Allah'ın halifesi olduğunun bilincine ermiş mübarek ashabı güzinin cihadı, mücadelesi...
Yeri geldiğinde KALEMLE, yeri geldiğinde KILIÇLA...
Esasında günümüzde yaşanan bir takım olayları evvel emirde çok iyi bir şekilde analiz etmek için bu yaşananları çok iyi anlamak ve kavramak lazım diye düşünüyorum...
Zira zaman ve mekan değişiyormuş gibi gözükse de olaylar hep aynı, isimler farklı roller aynı!Hala Resulullahın olduğu yerde >Ebu Cehiller var, hala İbrahim'in olduğu yerde Nemrutlar var, hala Musa'nın olduğu yerde Firavunlar var,...v.s..
Biz bitaraf olanlardan mıyız yoksa taraf olup Allah ve Resulunden yana olanlardanmıyız ya da bilmeden tağuttan taraf olanlardan mıyız?
(Allah (c.c) korusun!)ve bizleri o dosdoğru yol olan sırat-i mustakiminden ayırmasın.Biz iman ettik ve inanıyoruz ki Cenab-ı Hakkın müslümanlara olan vaadi mutlaka ama mutlaka gerçekleşecektir, zira Allah'ın vaadi Haktır!Bu zor ve kaygan zeminli yolda Allah bizi Hakk'tan taraf doğrudan taraf Adaletten taraf olanlarda kılsın, kendisine layık kul efendimize layık ümmet olanlardan eylesin inşallah!
selam ve muhabbetle
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »




İmam Şâmil..
(1797 - Şubat 1871)


Değerli Dedekorkut Alperen can,
Sizin size mahsus Milli ve tarihi kimlik kokan hizmetleriniz takdire değer.
Bu gün Kafkas dağlarında inleyen ezanların öz sesi Şeyh Şamillerdendir.
Her gördüğü küfür başını dost ve kardeş ilan edenlerin sağır kulakları çınlamasın çıksın!

Bakınız...


Kuzey Kafkasya halklarının, Avar kökenli politik ve dini önderi.
Kafkas Savaşı'nda Anti-Rus direnişin lideri.
Dağıstan'la Çeçenya'nın 3. imamı (1834-1859).
Şeyh Şâmil olarak da anılır.

Kendisini Kafkasya'nın özgürlüğüne adamış olan Avar liderin doğduğu Dağıstan'da, Kafkasya'da ve tüm İslam ülkelerinde hâlâ büyük bir şöhreti vardır.
Yirmi beş yıl sürdürdüğü savaş ile onu izleyenlerin benimsediği ideoloji Müridizm bugün de Kafkas halklarını derinden etkilemektedir.
Genç yaşlarda Dağıstan'ın önemli bir dini lideri olan Şeyh Cemalettin Gazi Kumukî'den ders almıştır.
Nakşibendi tarikatında aldığı bu eğitim onda Rus aleyhtarlığı ve İslam birlikçi düşüncelerin gelişmesine yardımcı olmuştur.
Rus Çarlığına karşı Dağıstan'da başlattığı savaşını Çeçenya'da sürdürdü.
Hatta bir dönem savaş Kuzeybatı Kafkasya'da Çerkesya'sının tamamını da içine aldı.
Lak kökenli müridi Muhammet Emin; başlangıçta Ruslar'a karşı önemli başarılar kazandıysa da, 1859 yılında Şamil'in silah bırakmasına rağmen Çerkesya'da mücadeleyi sürdürme kararını almasıyla, tartışmalı bir liderlik yürüttü.

1859 yılında o dönemin süper güçlerinden Rusya'ya karşı, ülkesinin gücünün tükenişini gördü.
Savaşı sürdürmesinin intihardan farksız olduğunu anlayan Dağıstanlı önder,
Çarlık yetkilileriyle görüşmeler yaparak, onurlu bir silah bırakma yolunu seçti.
Sürgüne gittiği çeşitli Rus kentlerinde belli belirsiz ortamda fakat büyük bir bir sempati toplayarak günlerini geçirdi.

Rus Çarı ile yaşamış oluğu şu diyalog meşhurdur :
"Birgün Rus Çarı esaret altındayken Şeyh Şamil'i yemek yemek için karşısına alır Şeyh Şamil'in iştahlı bir şekilde yemek yediğini görünce yanındakilere:
"Korkarım bu adam bizide birazdan yer" diye söylenir.
Şeyh Şamil bunu duyunca :
"Korkmayın dinimizde domuz eti yemek haramdır" cevabını verir.

Şeyh Şamil davasına son derece sadık bir insandır bu uğurda çok sevdiği annesi ile arasında geçen olay tarihe geçmiştir bu olay şudur :
Savaş dönemlerinde halktan bazıları "artık teslim olalım anlaşma yapalım" diye hayıflanmaya başlamıştır, bunun üzerine Şeyh Şamil teslim olmaktan bahsedene kırbaç cezası vermeyi uygun görmüştür tabii bu durumda çekinen halk çareyi Şeyh Şamil'in annesine gitmekte bulmuştur ve annesini ikna edip çok sevdiği annesini kıramayacağını da düşünerekten konuyu bu vesile ile annesinin açmasını sağlamışlardır annesi Şeyh Şamile teslim olma teklifini sununca Şeyh Şamil koymuş olduğu kanundan ödün vermemiş aynı cezayı annesine uygulamış sonra annesi cezasını çektikten sonra onu çok üzgün bir şekilde sırtında taşımıştır ve böylece davasının ciddiyetini görenler bir daha teslim olmak barış gibi kelimeleri kullanmamışlardır.
Rusların gözünde o kadar korkulan biridir ki, Şeyh Şamil'in kılıcını Rus Çarı dahi almaya cesaret edememiştir.
Şeyh Şamil, 1871 yılında Hac ziyareti için bulunduğu Arabistan'da vefat etmiş ve Medine'de Cennetü’l-Bâki’ye defnedilmiştir.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ZEVK 3328

EŞY – OLAY Ortasında, CİSİM GİYen insÂN cÂNı
ASLının GÖLGE OYUNu, ÂNda SEYR eyle zamÂNı
MUHİTin KIBLesi MERKEZ, YÜZün Öze DÖNmesidir
Resûlullah RAVZASInda, Samedî SAVM RamazÂNı…


19.09.08. 21:35
Çiçek camii


Değerli dostlar gerçekten İNSANlığın Ana Değer Yargılarından saptırılan İnsanoğlu toptan fikri uçuruma dünya dönüş hızınında çok üstünde koşmakta.

Batının AKLı İlah, Doğunun köle sanması ne acı ki aynı çizgide buluşturdu herkesi.
1844 lerde Nietzsche, AKLın yaratanını bilmesi ve bulmasındaki engeleri kaldırıp düğümleri çözerken önerisi AKLen Üstün İnsan olmuştur.
Bu ise Üstün Alman ırkının feci bir serüveni ile sonuçlanmıştır.
Yahudilerin ise; özel ve seçilmiş İnsanlar olduklarını, sonradan kimsenin asla bu imtiyazı alamayacağı vs gibi değişmez safsatalarının sonuçları hâlâ kan yutan bir kara delik gibidir..

İslam Âlemi ise, Allahu Teâlânın Nuru olan AKLını Nakille (İlâhi İlim ve Muhammedi edeb) öğretip eğitememesi.
Kısacası Şah damarından da yakın olan Sahbinin Sesini hiç duyamaması ve etkin-yetkin olanların Hakkın Kullarına "kulum!" demesi bu hâle geitirdi bizleri..
Yunus Emrem bîçârem gibi Hakk Dostları elan seslenmekteyse de kulaklara kurşun dökülmeye devam edilmekte maalesef..

1000km/saat hızla dönen Tekerleğin Göbeğinde-Merkezinde;
Tek, sabit, yalnız ve dönmeyen NOKtaya selâm olsun..

Sadece dönüş çapları-çenberleri farklı, sonsuz sayıda ve İlk Noktaya duramadan TAVAF eden Muhit Mahşerine de selâm olsun..

Bu çok değerli ve gençliğimizin amansız çıkmazına ışık tutan görüşleriniz için Hakktan RIZA bulmanıza duacıyım..

Muhammedi Muhabbetleerimle..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

Zemahşerî
(1075–1144)

HAYATI:
Asıl adı Mahmud'tur. Doğduğu şehirden dolayı "Zemahşerî", uzun süre Mekke'de yaşadığından ötürü de "Carullah" lakaplarıyla anılmıştır. Mutezile akidesine bağlı bir alimdir. Özellikle Arap dili ve Edebiyatı ile belagat konusunda dahi bir hüviyete sahiptir. Risale-i Nur'da; "dâhî imam" (Sözler, s. 411), "belagat imamı" (İşaratü'l-İ'caz, s. 184) olarak tavsif edilmekte ve Mutezile akidesine bağlı olmasına rağmen, "muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet" (Mektubat, s. 437-38) tarafından tekfir ve tadlil yani küfür ve dalalete düşmekle itham edilmediği belirtilmektedir. Zemahşerî olarak tanınmakta olup, künyesi Ebül Kasım Carullah Mahmud bin Ömer bin Ahmed el-Zemahşerî şeklindedir.

Mahmud, 1075 yılında Harezm'in Zemahşer kasabasında doğdu. Küçükken geçirdiği kaza sonucu bir bacağını kaybettiğinde takma bir bacakla yürümek zorunda kaldı. Dindar bir aileye mensup olup, ilk eğitimini babasından aldı. Baba, oğlunun sakatlığını da göz önünde bulundurarak durumuna uygun olan ve oturarak çalışılabilen terzilik mesleği ile geçimini sağlamasını istiyordu. Ancak, Mahmud'un okumak konusundaki ısrarı üzerine bir medreseye verdi. Babası, kesin olarak bilinmeyen bir sebepten ötürü hapsedildi ve ahir ömrünü burada geçirdi.

Mahmud, Harezm'de tıp, lügat ve nahiv sahasında önemli bir konuma sahip olan Ebu Muzar Mahmud bin Cerir el-Zebbî'den ders aldı. Dil ve edebiyat derslerinin yanında, aldığı eğitimin etkisiyle Mutezile akidesine bağlandı. Üstün zekası ve gösterdiği başarıdan dolayı hocasından maddi manevi destek gördü. Bir ara Buhara'ya da gidip orada da eğitim aldı. Bu tarihlerde hüküm süren Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah ve veziri ünlü Nizamülmülk'ten de himaye ve destek gördü. Mahmud, ilim tahsil etmek gayesiyle muhtelif beldeleri dolaştı. Harezm'den ayrıldıktan sonra Horasan'a gitti. Orada bulunan ileri gelenlerle temas kurdu. Akabinde İsfahan'a gitti. Burada da Melikşah'ın oğlu ile görüştü ve onu öven bir kaside kaleme aldı. Bağdat'ta bulunan Nizamiye Medresesi'nde aldığı eğitim ayrı bir öneme haizdir. Burada hadis, fıkıh, nahiv ve edebiyat dersleri aldı. Arapça ve dilbilim konusunda uzman olarak yetişti.

Mahmud, şiddetli bir hastalığa yakalanınca Mekke'ye gitti. Mekke Şerifi Ebü'l-Hasan Ali b. Hamza tarafından çok iyi karşılandı. Aralarında samimi bir dostluk teşekkül etti. Aralarındaki şahsi dostluğun oldukça iyi noktada olduğu, birbirleri için karşılıklı şiir yazmalarından da anlaşılmaktadır. Mahmud Zemahşeri, bu süre zarfında Arap yarımadasında gerçekleştirdiği seyahatler ve Araplarla girdiği yakın diyalog neticesinde Arap dili ve edebiyatının incelikleri, zenginliği konularında oldukça önemli bilgilere sahip oldu. Teferruatlı bilgiler edindi.

Mahmud, son gelişi ve değişik zamanlarda hac vesilesiyle geldiği mübarek beldelerde uzun süre kaldı. Özellikle uzun süre Mekke'de kaldığından dolayı kendisine, Allah'ın komşusu anlamına gelen "Carullah" denmeye ve bu unvanla anılmaya başlandı. Memleket özlemiyle Harezm'e döndüyse de bir süre sonra tekrar Mekke'ye geldi. Birinci gelişinde iki, bu gelişinde de üç olmak üzere beş yıl Mekke'e kaldı. Daha sonra Harezm'e dönerken Bağdat'a uğradı. Büyük bir ilgi ile karşılandı. Burada ders vermeye başladı. Aynı zamanda kendisini yetiştirmeye ve dersler almaya devam etti.


BİLİME KATKILARI:
Zemahşeri, bütün mesaisini ilme verdiği ve bu gaye ile sık sık seyahat ettiği için evlenmedi. Yaşadığı dönemin önemli alimleri arasında yer aldı. Dil ve tefsir alanında büyük otorite olarak kabul edilip, verdiği dersler büyük ilgi gördü. Bu alanda Harezm, Irak, Horasan, Hicaz gibi beldelerde, sahasında zamanın önemli alimleri arasında yer aldı. Bediüzzaman onu; "dâhî imam" (Sözler, s. 411), "belagat imamı" (İşaratü'l-İ'caz, s. 184) gibi ifadelerle tavsif etmektedir. Kendisinden ders alan bazı talebeleri önemli hatipler arasında yer aldılar ve camilerde vaaz verdiler. Belagat ilmindeki üstün kişiliği ve bu sahada yazdığı "Keşşaf Tefsiri" büyük beğeni toplayan ve kabul gören bir eserdir. Ehl-i Sünnet alimleri belagat ile ilgili konularda bu eserden önemli ölçüde yararlandılar.

Mahmud, Bağdat'tan Harezm'e geçti. Ceyhun Nehri kıyısındaki Ürgenç'e yerleştikten birkaç yıl sonra, 1144 yılında vefat etti.

Belagatta dahi alim olan Zemahşeri, Kur'an-ı Kerim'in belagatı ile ilgili olarak, "Kur'ân'ın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkindedir; yetişilmez" (Sözler, s. 411) tespitinde bulunmuştur.. Konu ile ilgili olarak teferruatlı bilgiler vermektedir. Risale-i Nur'un veciz bir şekilde aktardığı Kur'an belagatı, dahi imamların tasdiklerinin aktarılmasıyla ve örneklerle akla kabul ettirilmektedir. Sure ve ayetler yirmi sene gibi uzun bir zaman zarfında ve peyderpey nazil olduğu halde, bir anda inmiş gibi aralarında sağlam bir münasebet vardır. Nüzulün çok sayıda sebepleri olduğu halde sanki tek bir sebeple indirilmiş gibidir. Çok sayıda ve farklı sorulara verilen cevaplar, birbirleriyle o kadar mükemmel bir şekilde uyum halindedirler ki, sanki tek bir suale cevap verilmiş gibi harikulade bir düzene sahiptir. Birbirine zıt, birbirinden farklı hükümlere verilen beyanlar olmasına rağmen öyle mükemmel bir intizam var ki, sanki tek bir olay beyan edilmiş gibidir. Bu ve buna benzer çok sayıda özellikleri incelenen binlerce kez, milyonlarca alim ve araştırmacıların şehadetleri ile Kur'an-ı Kerim'in beşer kelamı olamayacağı ve beşerin elinin yetişemeyeceği ortaya konulmuştur. İşte bu hakikati ortaya koyanlardan birisi de Zemahşeri'dir. (Sözler, s. 378)

Zemahşerî, Mutezile akidesine mensup olması hasebiyle küfre düşmesi ve dalaletle itham edilip edilmemesi tartışma konusu olmuştur. Bediüzzaman, bazı dalalet ve bid'at fırkalarına mensup bazı zatların ümmet tarafından reddedilmediklerinden söz etmektedir. Mesela, Zemahşerî bu akidede mutaassıp bir ferd olduğu halde "muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet", şiddetli itirazlarına rağmen Onu küfre girmekle ve dalalete düşmüş olmakla itham etmediklerini, ayrıca, kendisi için bir kurtuluş yolu aradıklarından söz etmektedir. Bunun sebebini irdeleyen Bediüzzaman, şu açıklamalarda bulunmaktadır:

Zemahşerî'nin Ehl-i Sünnete itiraz ederken, hak zannettiği mesleğinin muhabbetiyle hareket ettiğini bildirmektedir. Ehli Sünnete göre her fiilin yaratıcısı Cenab-ı Hakk'tır. Küçüğü büyüğü fark etmez. Sinekten, deveye ve yerden göğe kadar her şey ve her fiil Cenab-ı Hakk'ın iradesi dahilinde cereyan etmektedir. Zemahşerî'nin nazarında hayvanlar kendi fiillerinin yaratıcısıdırlar. Allah böyle basit şeylerle uğraşmaz. Güya, Cenab-ı Hakk'ı basit şeylerden tenzih etmektedir. Bu hükmü de Cenab-ı Hakk'a olan muhabbetine binaen vermektedir. Bu inancıyla fiillerin halkı konusunda Ehl-i Sünnet ile ters düşmektedir. Diğer Mutezile imamları ise daha ziyade muhabbet-i haktan değil, bu konuda Ehl-i Sünnet'in yüksek düsturlarına akılları yetişemediğinden, fikirleri kâfi gelmediğinden ötürü inkâr yoluna saptıklarından küfre düşmüşler ve fikirleri de reddedilmiştir. Neticede, Zemahşerî gibi zatlar; hallerine, meşreblerine bağlılıklarından ve Şeriat adabındaki zevkin yüksek derecesine erişemediklerinden lakayt kalmışlar. Müdakkik büyük İslam alimleri de yoldan sapmış ve küfre dalmış fırkaların tüm mensuplarını aynı kefeye koymayıp, farklı değerlendirmelere tabi tutarak kadirşinaslık örneğini göstermişlerdir. (Mektubat, s. 437-438).

Zemahşerî bu eserini Mekke'de ikameti esnasında kaleme almış ve iki senede tamamlamıştır. Aslında çevresinden gelen istekler üzerine Fevâtihu'ssuver ve Bakara sûresi tefsirine dair bazı bilgileri daha önceden yazmışsa da daha önce adı geçen Mekke emirî ve edîb Ali ibn Hamza İbn Vehhâs'ın da teşviki ile tam bir tefsir yazmaya karar vermiş ve bu eserini meydana getirmiştir. Bu tefsirini vefat ettiği yıl tamamladığı nakledilir.

el-Keşşâf müellifi, kendinden önce yazılmış tefsir ve müfessirlerden büyük ölçüde istifade etmiş, eserinde onlardan nakillerde bulunmuştur. Bu cümleden olarak tâbiûn devri âlimlerinden olan Mücâhid İbn Cebr (ö. 104/722), Mu'tezile âlimlerinden Amr İbn Ubeyd (ö.144/761) ve Ebu Bekr el-Asamm (ö. 311/923), Maâni'l-Kur'ân müellifi Ebu İshak ez-Zeccâc (ö. 311/923), Abdullah İbn Deresteveyh (ö. 347/958), er-Rummânî (ö. 384/994) ve Kadı Abdülcebbâr (ö. 415/1024) gibi meşhur isimler yanında yüzlerce kurrâ, dilci, fakih ile sahabe ve tabiûn devri müfessirlerinden nakillerde bulunmuştur. Zemahşerî'nin bu tefsiri daha ziyade dil ve belâğat bakımından önemlidir ve belâğat yönünden Kur'ân'ın mucizelinini ortaya koymaya çalışmıştır. Bu yönüyle kendinden sonra gelen bütün dirayet tefsirleri ondan istifade etmişler ve Keşşâf tefsiri "Ummu't-tefâsîr=Tefsirlerin anası veya ana tefsir" kabul edilmiştir.

Ancak müellifi Mu'tezile mezhebinden olduğu ve mezhebini te'yid eder biçimde te'villere, açıklamalara gittiği için (kulların fiillerinin yaratıcısı olması, Allah'ın âhirette mü'minlerce görülmesinin imkânsız olması, fâsığın mü'min veya kâfir olmayıp ikisi arasında bir merhalede olması, sihrin hakikatinin olmaması vs. gibi) bu tefsir çok tenkide uğramış ve eserdeki Mu'tezile mezhebinin görüşlerine uygun te'villerin ayıklanması, çürütülmesi ve reddi sadedinde birçok eser, şerh, hülâsa, hâşiye ve ta'l-îka kaleme alınmış, kullandığı hadislerin tahrici yapılmıştır (Keşşâf üzerinde yapılan çalışmalar, tenkidler ve reddiyeler hakkında bk. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 291-293).

el-Keşşâf'ta, tefsire şahid olarak getirilen bin kadar beyit vardır. Bu beyitler anlamı ve ne yönden şahid olarak getirildiği zor anlaşılır beyitler olup bunların şerh ve açıklamaları için de müstakil eserler yazılmıştır (Meselâ bunlardan Muhibbüddîn Efendi'nin Tenzîlü'l-Âyât Ale'ş-Şevâhid mine'l-Ebyât Şerhu Şevâhidi'l-Keşşâf'ı çok meşhur olup Keşşâf'ın muhtelif baskılarının sonuna eklenmiştir).

Keşşâf müellifi amelî mezheb bakımından Hanefi olduğu için eserde fıkhî meselelerin izahında bu mezhebe uyulmakla birlikte birkaç yerde Şâfiî mezhebinin tercih edildiğine de rastlanır.

Eserde kırâat farklılıklarına büyük ölçüde işaret edilir. Ancak çoğu kere bu kırâat farklılıkları tefsirde malzeme olarak kullanılmaz. Ayrıca Abdullah İbn Mes'ûd, Übeyy İbn Ka'b, Hâris İbn Süveyd mushafları ile bunlar dışında bazı mushaflardaki farklılıklara da işaret edilir.

Keşşâf'ın en çok tenkide uğrayan yönlerinden biri de şâz kırâatlara yer vermesi ve bunları tefsirde delil kabul etmesidir. Öte yandan az da olsa isrâiliyyâta ve zayıf, hattâ uydurma hadislere de eserde yer verilmiştir. Hadis ilminde otorite olan Zemahşerî'nin tefsirinde bu türden hadislerin bulunmasının izahı güçtür.

Keşşâf'ta Ehl-i sünnet âlimlerine karşı oldukça ağır bir dille tenkidler de yer alır ve müellif Zemahşerî adetâ Ehl-i sünnet âlimleri ile alay ederek onların Kur'ân'ı ve âyetlerini anlamaktan âciz olduklarını ileri sürer.

Tefsirde genellikle soru cevap -eğer şöyle dersen ben de derim ki.- şeklinde bir muhavere metodu kullanılmıştır ki herhalde o devrin üslup özelliklerinden biri olmalıdır.

Ehl-i sünnet akîdesine ters düşen birçok te'vile yer vermiş olmasına rağmen sünnî İslâm dünyası medreselerinde en çok okutulan ve kendisinden en çok istifade edilen (meselâ Şeyhülislam Ebu's-Suûd Efendi'nin tefsiri İrşâdu'l-Akli's-Selîm'de, Ebu'l-Berekât en-Nesetî'nin Medâriku't-Tenzîl'inde, Kâdî Beydâvî'nin Envâru't-Tenzîl'inde ve son devir Türk müfessirlerinden Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsirinde bu son derece açıktır) tefsir özelliğine sahip bu tefsirin, Kur'ân-ı Kerîm'in belâğat ve icâzını en güzel ortaya koyan eser olduğu tartışma götürmez.


ÖNEMLİ ESERLERİ Eserleri:
Zemahşerî, önemli ölçüde talebe yetiştirdiği ve ömrünün sonuna kadar ilim öğrenmeye devam ettiği gibi çok sayıda eser de kaleme aldı. Arapça'nın dışında Türkçe ve Farsça'yı iyi derecede bilmesine rağmen eserlerinin büyük bir kısmını Arapça olarak kaleme aldı. En önemli eserleri, Bediüzzaman'ın da (İşaratü'l-İ'caz, s. 173) atıfta bulunduğu "Keşşaf Tefsiri" adlı eseridir. Bu eserinde Kur'an-ı Kerim'in dilindeki üstünlük ve incelikleri göz önünde bulundurdu. Bu eseri kendisine İslam Aleminde büyük bir şöhret kazandırdı. Çok sayıda müellif ve müfessir kaynak olarak bu eserden yararlandı. Muhtelif dillere tercüme edildi. Diğer bazı eserleri; Nükatü'l-Arab, El-Minhac, Rüusu'l-Mesail, El-Mufassal, El-Muhaccat, Esasü'l-Belağa, Etvakü'l-Zehab, Makamat... Şiirleri ise "Divan"ında toplanmıştır. Divan'ın bir yazma nüshası Süleymaniye Kütüphanesinde bulunmaktadır. (Nuri Yüce; "Zemahşerî", MEBİA., 13. C., s. 514).

ALINTIDIR
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

ألكشاف عن حقائق التنزيل

El-Keşşaf an Hakaiki't-Tenzil

Zemahşerî

(538/1144)

Tam adı el-Keşşaf an hakaiki gavamizi't-tenzil ve uyuni'l-ekavil fi vücuhi't-te'vil'dir. Bazı kaynaklarda el-Keşşaf an hakaiki't-tenzili'n-natık an dekaiki't-te'vil veya sadece el-Keşşaf an hakaiki't-tenzil adıya zikredilir. Zemahşerî, Adliyye fırkasına mensup alimlerin bir tefsir yazması hususundaki ısrarlarının yanı sıra hayatının son döneminde Mekke'de mücavir olarak bulunduğu sırada Emir Ebu'l-Hasan İbn Vehhas'ın da isteği üzerine eserini h.526 yılında yazmaya başlamış ve iki yılda tamamlamıştır.

Zemahşerî çalışmasını hazırlarken daha önce yazılan belli başlı tefsir, kıraat ve belağat kitaplarına başvurmuştur. Şemseddin el-İsfehanî, el-Keşşaf'ın temel kaynağının Zeccac'a ait Meani'l-Kur'an adlı eser olduğunu söyler.(Keşfu'z-Zünun, II, 1482)İbn Tağrîberdî ise el-Keşşaf'ta Rummanî'nin metodunun metodunun takip edildiğini kaydeder. Rivayet tefsiri konusunda Mücahid, Amr b. Ubeyd, Ebu Bekir el-Esam ve Rummanî'nin yanı sıra Müşebbihe, Rafıza ve mutasavvıfeye ait tefsirler; kıraat ilimlerinde Abdullah b. Mesud, Haris b. Süveyd ve Übeyy b. Ka'b'ın mushafları; dil ve edebiyat alanında Sibeveyhî'nin el-Kitab'ı, Müberred'in el-Kamil'i Ebu Ali Farisî'nin Kitabu'l-Hücce'si ile Kitabu'l-Halebiyyat'ı, Cahiz'in Kitabu'l-Hayevan'ı, müellifin Nevabiğu'l-Kelim'i ve en-Nesaiğu's-Sığar'ı; tasavvufta ise İbn Havşeb, Tavus b. Keysan ve Malik b. Dinar'a isnad edilen sözler ve menkıbeler el-Keşşaf'ın belli başlı kaynakları arasında yer alır.

Dirayet metoduna göre yazılan eserde rivayetlere de yer verilerek iki metot birleştirilmiştir. Ayetler tefsir edilirken çeşitli hadisler nakledildiği halde Müslim'in el-Camiu's-Sahih'i dışında kaynak zikredilmez. Ayetler, öncelikle dil ve belağat kaideleriyle eski Arap şiirleri dikkate alınarak aklın ilkeleri ışığında tefsir edilirken çok ince tahlillerle kelimelerin ihtiva ettiği mecazi manalar keşfedilmeye çalışılır. Bununla birlikte nüzul sebepleri üzerinde durulurken hem hadislere hem sahabe sözlerine başvurulur. Bu arada özellikle surelerin fazileti hakkında zayıf ve uydurma rivayetlere yer verilir, bazen rivayetlerin zayıf olduğu da belirtilir. Müellif kıraat farklılıklarına dikkat çekerek bunlar arasında Kur'an üslubuna uygun düşenleri tercih eder.

Eserde neshin hikmetine temas edilerek nasih ve mensuh ayetler belirlenmeye çalışılır. Ahkam ayetlerinden müellifin fıkıhta mensup olduğu Hanefi mezhebine uygun hükümler çıkarılırken Şafii mezhebine ait görüşlere de yer verilir. Eserde uygulanan akılcı metodun bir gereği olarak çelişkili gibi görünen ayetlerin te'vili üzerinde durulur. Kur'an'da çelişkili bilgiler bulunmadığı belirtilerek bu husustaki itirazlar cevaplandırılır. Bu tür konular açıklanırken Kur'an'ın Kur'an'la ve sünnetle tefsirine ilişkin örnekler de zikredilir. Eserde mu'tezile mezhebinin ilkelerine uygun olan ayetler muhkem, aykırı olanlar ise müteşabih sayılarak müteşabihler muhkemlerin ışığında te'vil edilir; nahiv ve belağat kaideleri de bu mezhepçi hedefi gerçekleştirme vasıtası olarak kullanılır.; hatta aynı amaçla zayıf hadisler de nakledilir. İrşad bakımından faydalı olacağı düşüncesiyle asılsız olup olmadığına bakılmaksızın çeşitli kıssaların yer verildiği eser, tasavvufi düşüncenin tenkidi açısından da önemli bir kaynak değeri taşımaktadır.

Yazıldığı dönemden başlayarak müfessirlerin ilgisini çeken el-Keşşaf Kur'an'ı lüğat, nahiv ve belağat ilkelerini dikkate alarak yorumlaması, Kur'an-ı Kerim'in i'caz yönlerini, özellikle taşıdığı edebi üstünlüğü ve erişilmez nazım güzelliğini ortaya koyması, Kur'an'da manaların tasvir ve temsil yoluyla anlatılmasının etkili bir metot olduğunu göstermesi gibi özellikleriyle çok beğenilmiş ve hemen bütün müfessirlerce kaynak olarak alınmıştır.

Fahreddin er-Razî'ye göre Zemahşerî'nin sadece, meleklerin Allah'a iman ettiğini bildiren ayetten hareketle Allah'ın arş üzerinde bulunduğu yolundaki teşbihi görüşü çürütmesi bile eserin değerli bir kaynak kabul edilmesi gerektiğini gösterir. Başta Fahreddin er-Razi olmak üzere Beyzavî, Nisaburî, Ebu'l-Berekat en-Nesefî, Ebu's-Suud Efendi, Elmalılı Hamdi Yazır gibi sünni müfessirler el-Keşşaf'tan faydalanmıştır.

Şerh, haşiye ve ta'liklerin yapılması, i'rab vecihlerinin gösterilmesi, şevahidinin açıklanması, i'tizali fikirlerin ayıklanıp geri kalan bilgilerin özetlenmesi ve hadislerin tahric edilmesi gibi hususlarda olmak üzere el-Keşşaf üzerinde elliyi aşkın çalışma yapılmıştır. Muhammed b. Ali el-Ensarî'nin Muhtasaru'l-Keşşaf'ı, Abdullah b. Hadî ez-Zeydî'nin aynı adlı eseri, M.Sıddîk Hasan Han'ın Hülasatu'l-Keşşaf'ı, Kutbuddinî Şirazî, Ahmed b. Hasan Carberdî, Cemaleddin Aksarayî, Taftazanî, Seyyid Şerif el-Cürcanî ve Sun'ullah Efendi gibi alimlerin Haşiye ale'l-Keşşaf başlığını taşıyan çalışmaları, İbnu'l-Müneyyir'in el-İntisaf mine'l-Keşşaf'ı, Takiyyuddin es-Sübkî'nin Sebebu'l-İnkifaf an ikrai'l-Keşşaf'ı, Sekunî'nin el-Muktedab mine't-temyiz li ma fi'l-Keşşaf mine'l-i'tizal fi'l-Kitabi'l-aziz'i, Abdulkerim b. Ali el-Irakî'nin el-Muhakemat ale'l-Keşşaf beyne'ş-Şeyhayn Kutbu'r-Razî ve'l-Aksarayî'si, Fazlurrahman'ın Zemahşerî ki Tefsiru'l-Keşşaf îk Tahlilî Caize'si(Aligarh, 1982) ve Abdulmun'im Abdullah Hasan'ın el-Lehecatü'l-Arabiyye fi kıraati'l-Keşşaf li'z-Zemahşerî'si(Mansura, 1991) bu çalışmalardan bazılarıdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

Zemahşeri
(467 (1075)-538 (1143))

HAYATI
Şamil İslam Ansiklopedisi - Bedreddin ÇETİNER

Ebû'l-Kâsım Mahmud İbn Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî. Büyük bir dilci, edebiyatçı, kelâmcı ve müfessirdir. Mekke'de uzun süre ikamet ettiği için Cârullah lakabı verilerek "Cârullah Zemahşerî" adıyla meşhur olmuş, ayrıca kendisine "Fahr-ı Harezm" ünvanı da verilmiştir.

Zemahşerî, Selçuklu sultanlarından Melikşah devrinde Harezm kasabalarından Zemahşer'de 467 (1075) yılında mütedeyyin bir ailede dünyaya gelmiş, ilk tahsilini büyük bir ihtimalle, kasabanın imamı olan babasında yapmış; okuma yazma öğrenip hâfız olduktan sonra ilim tahsili için o zaman büyük bir ilim ve medeniyet merkezi olan Buhârâ'ya gitmiştir. Bu arada çocukluğunda bir gün bindiği hayvandan düşerek yaralandığını ve neticede bir ayağının kesilmiş olduğunu de zikretmeliyiz. Bazı kaynaklarda ayağının kesilmesi ile ilgili olarak annesinin bir bedduası olduğuna (küçük bir kuşu ayağına ip bağlayarak sürüklemesi ve kuşun ayağını koparması sebebiyle) dair bir hikâye kendisinden nakledilmektedir.

Zemahşerî'nin Buhârâ'ya hangi tarihte gittiğine dair kaynaklarda açık bir bilgi yoktur. Yalnız, Buhârâ'ya gittiğinde babası hayatta idi. Fakat kaynaklar babasının, Müeyyedü'l-Mülk (ö. 494/1101) tarafından siyasî sebeplerle hapsedildiğini ve Zemahşerî Buhârâ'ya gittiği sırada hapiste olduğunu kaybederler. Babası Ömer İbn Muhammed İbn Ahmed ez-Zemahşerî hapiste iken 488 (1095) yılında vefat etmiştir. O sırada Zemahşerî 21 yaşında bir genç idi.

Zemahşerî Buhârâ'da muhtelif hocalardan usûl-u fıkıh, fıkıh (Hanefî fıkhı), hadis, tefsir, kelâm, mantık, felsefe ve arapça dersleri aldı. Bu yetişme devresinde Harezm ve Horasan bölgelerinde bir çok şehre gitti ve buralarda birçok ders halkasına katılarak bilgilerini ilerletti. 502 (1109) yıllarında Mekke-i Mükerreme'ye gitti ve burada bir süre ikamet ederek zamanın meşhur ediblerinden Şerif Ali İbn Hamza Vehhâs (ö. 526/1132) gibi âlimlerden feyz aldı. Bu Vehhâs daha sonraları Zemahşerî'nin talebelerinden olmuştur. Bu arada Arap yarımadasındaki bazı yerleri ve Yemen şehirlerini gezdi ve Arapçaya vukufiyyetini güçlendirdi. O'nun, Ebû Kubeys Dağı'na çıkarak; "Ey Araplar, gelin atalarınızın dilini benden öğrenin" diye dil konusunda Araplara meydan okuduğu rivâyet edilir. Dile hâkimiyeti gerçekten yazdığı eserlerde ve söylediği şiirlerde, kasîdelerde, medhiyelerde açıkça görülmektedir.

Bu gezilerinden sonra Zemahşerî'nin memleketine gittiğini, 518 (1124) yılında tekrar Mekke'ye geldiğini görüyoruz. Mekke'ye bu gelişinde artık uzun süre burada kalmış ve eserlerinden bir çoğunu, bu arada meşhur tefsirini de burada kaleme almıştır. Daha sonra yetişmiş bir âlim olarak tekrar memleketine (Harezm) dönüp 538 (1143)'de Seyhan nehri kenarındaki Cüreaniye'de vefatına kadar orada kaldı.

Zemahşerî'nin hocaları arasında, nahiv ve edebiyat okuduğu Mahmud İbn Cerîr ed-Dabbî (ö. 507/1113-1114), Ali İbn Muzaffer en-Neysâbûrî; Fıkıh okuduğu el-Hayyâtî; Usûl ilimlerini öğrendiği Rükneddin Muhammed el-Usûlî; Hadis okuduğu Ebu Mansur Nasr el-Hâris, Ebû'l-Hattâb Nasr İbn Ahmed el-Batır (ö. 494/1101) gibi âlimler sayılabilir.

Zemahşerî itikadda ateşli bir Mu'tezile, fıkıhta ise Hanefîdir. Mu'tezile oluşundan dolayı çok tenkid edilmiş ve bu yüzden çok muhalif kazanmıştır. Ehl-i sünnet âlimleri ile, onları tahkir etme derecesinde alay eden, keskin ve katı bir tutumu vardır. Hayatının sonlarına doğru Mu'tezile oluşundan tevbe edip ehl-i sünnet inancına döndüğü rivayet edilirse de bu, eserinde görülmez. Sırf Mu'tezile oluşundan dolayı Selçuklu sultan ve verirleri tarafından ilimde ulaştığı yüksek mertebeye rağmen itibar görmemiş, hattâ haklarında methiyeler söylediği emirler bile yüzüne bakmamışlar, ama o bildiği yoldan şaşmamıştır.
Zemahşerî, yetiştirdiği çok sayıda talebe -ki bunların birçoğu nahiv, edebiyat ve İslâmî ilimlerde şöhret bulmuş âlimlerdendir (bunların bir kısmı için bk. Abdullah Nezîr Ahmed, Ruûsu'l-Mesâil Mukaddimesi, Beyrut 1987, 40-42)- yanında velûd, çok yazan bir âlimdir. Hal tercemelerinden bahseden eserler onun elli civarında eseri olduğunu belirtiyorlar. Bunlardan önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:


Eserlerinden önemlileri:

1- Esâsu'l-Belâğa: Zemahşerî'nin, kelimelerin ilk harflerine göre (o zamana kadar te'lif edilen sözlüklerde bu sistematiği görmek mümkün değildi. Alfabetik olanlar da kelimelerin son harflerine göre sıraya konulmuştu) alfabetik olarak hazırladığı Arapça bir sözlüktür. O'nun, Arapçaya ne kadar hâkim olduğunu gösteren eseridir. Kelimelerin lüğâvî ve mecâzî manaları verilirken eski Arap şiirinde,n bolca istifade edilmiş, ancak bu şiirlerin sahiplerine nadiren işaret edilmiştir.

2- A'cebu'l-Ucâb fi Şerhi Lâmiyyeri'l-Arab: eş-Şenferî İbnü'l-Evs İbnü'l-Hacer'in Lâmiyyetu'l-Arab adlı eserinin (Kâtib Çelebi, Keşşfu'z-Zunûn, İstanbul 1971, II, 1539) şerhidir. Eser sadece lüğât, müfredât ve nahiv yönünden şerhedilmiş, belâğat konularına girilmemiştir. İlk baskısı İstanbul'da yapılan eser daha sonra Kahire'de (1324) neşredilmiştir.

3- el-Mufassal: Arap dili gramerine dair bu eseri Zemahşerî 513-515 (1119-1121) yılları arasında yazmıştır. Eser dört bölümden oluşur. Bölümler sırasıyla isim, fiil, harf (edatlar) ve müşterek lafızlara tahsis edilmiştir. Eserde anlatılan konular Kur'ân, Hadis, Arap şiir ve nesrinden bolca örneklendirilmiştir.

Zemahşerî'nin bu eseri dilciler tarafından büyük itibar görmüş, bir çok şerh ve hâşiyesi yapılmıştır. Bunların en meşhuru Muvaffakuddîn Ebu'l-Bakâ Yaîş İbn Ali el-Halebî (ö. 643/1245)'nin şerhidir ve 18821886'da Leipziğ'de neşredilmiştir. Bunun dışında İ'râbu'l-Kur'ân adlı eserin müellifi el-Ukberî (ö. 616/1219)'nin ve İbnu'l-Hâcib (ö. 646/1248)'in de el-İzâh adında şerhleri vardır.

4- el-Enmûzec: el-Mufassal adlı kitabından kısaltarak yazdığı bu eseri Arap dili nahvi hakkındadır ve 1401 (1979-80)'de Beyrut'ta neşredilmiştir.

5- Ruûsü'l-Mesâil: Hanefî ve Şâfiî mezhepleri arasında ihtilâflı olan fakhî konuları ihtiva eder.1407 (1987) yılında Abdullah Nezîr Ahmed tarafından bir cilt halinde tahkikli bir neşri yapılmıştır.

6- el-Fâik fi Garîbi'l-Hadîs: Alfabetik ve geniş bir hadis lüğâtidir. Hadislerde geçen garîb kelimeleri izah eder. Haydarabad ve Kahire'de (1364) basılmıştır.

7- el-Keşaf fı Kırâât

8- el-Müstaksâ fi Emsâli'l-Arab: Arab darb-ı meselleri (atasözleri) ne dairdir. Esâsu'l-Belâğa'da olduğu burada da atasözleri ilk kelimelerine göre alfabetik olarak sıralanmıştır. Zemahşerî, bu atasözlerini -ki sayıları 3461'dir- sıralamakla yetinmemiş; açıklamalarını, doğuşunu, dil yapısını ve tahlillerini de vermiştir. Eser, 1381'de Haydarabad'da neşredilmiştir.

9- Makamât: Zemahşerî'nin Mekke'de 512/1118'de kaleme aldığı bu eser 50 makame ihtiva eder. Bu Makâmeler nasîhat, irşad ve mev'îzalardan ibarettir. Kendi şerhi ile birlikte 1312'de neşredilmiştir.

10- Mukaddimetu'l-Edeb: Müellifin, Harzemşahlardan Emîr Bahâeddin Alâuddevle Ebul-Muzaffer Atsız'a ithaf ettiği gramer ve lügat kitabıdır. Beş bölümden oluşan eserin ilk iki bölümü Arapça-Farçsa; kalan bölümleri ise Arapçadır. Bölümlerde sırasıyla isimler, fiiller, harfler (edatlar), isimlerin çekimleri,fiillerin çekimleri konuları işlenir. İlk iki bölümü 1843'de, kalan kısmı ise 1850'de Leipziğ'de neşredilmiştir (Zemahşerî'nin hayatı ve eserleri için bk. Ahmed Muhammed el-Hûfı, ez-Zemahşerî, Kahire 1980; Mustafa es-Sâvî el-Cuveynî, Menhecu'z-Zemahşerî fı Tefsîri'l-Kur'ân ve Beyâni İ'câzilıî, Kahire 1984; Abdullah Nezîr Ahmed Ruûsu'l-Mesâil (Mukaddime) Beyrut 1987; Muhammed Hüseyn ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Mufessirûn, Kahire 1976, I, 429-431; Murtazâ Ayetullâhzâde eş-Şîrâzî, ez-Zemahşerî Lüğâviyyen ve Müfessiran, Kahire 1977, 83-131. Yalnız Murtazâ Âyetullâhzâde, Zemahşerî'nin Fars yani İran asıllı olduğunu iddia eder. Halbuki diğer bütün kaynaklar Zemahşerî'nin Türk olduğunda ittifak halindedir).

11- el-Keşşâf an Hakâikı't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fı Vücühi't-Te'vîl: Zemahşerî'nin bütün İslâm âleminde tanınmasını sağlayan tefsiridir. Kısaca Keşşâf olarak tanınır. Tefsir tarihinde önemli bir yer tutan, leh ve aleyhinde çok söz söylenen, üzerinde yüzlerce şerh, haşiye, ta'lîka ve reddiye yazılmış bir kitaptır.


Zemahşerî bu eserini Mekke'de ikameti esnasında kaleme almış ve iki senede tamamlamıştır. Aslında çevresinden gelen istekler üzerine Fevâtihu'ssuver ve Bakara sûresi tefsirine dair bazı bilgileri daha önceden yazmışsa da daha önce adı geçen Mekke emirî ve edîb Ali ibn Hamza İbn Vehhâs'ın da teşviki ile tam bir tefsir yazmaya karar vermiş ve bu eserini meydana getirmiştir. Bu tefsirini vefat ettiği yıl tamamladığı nakledilir.

el-Keşşâf müellifi, kendinden önce yazılmış tefsir ve müfessirlerden büyük ölçüde istifade etmiş, eserinde onlardan nakillerde bulunmuştur. Bu cümleden olarak tâbiûn devri âlimlerinden olan Mücâhid İbn Cebr (ö. 104/722), Mu'tezile âlimlerinden Amr İbn Ubeyd (ö.144/761) ve Ebu Bekr el-Asamm (ö. 311/923), Maâni'l-Kur'ân müellifi Ebu İshak ez-Zeccâc (ö. 311/923), Abdullah İbn Deresteveyh (ö. 347/958), er-Rummânî (ö. 384/994) ve Kadı Abdülcebbâr (ö. 415/1024) gibi meşhur isimler yanında yüzlerce kurrâ, dilci, fakih ile sahabe ve tabiûn devri müfessirlerinden nakillerde bulunmuştur. Zemahşerî'nin bu tefsiri daha ziyade dil ve belâğat bakımından önemlidir ve belâğat yönünden Kur'ân'ın mucizelinini ortaya koymaya çalışmıştır. Bu yönüyle kendinden sonra gelen bütün dirayet tefsirleri ondan istifade etmişler ve Keşşâf tefsiri "Ummu't-tefâsîr=Tefsirlerin anası veya ana tefsir" kabul edilmiştir.

Ancak müellifi Mu'tezile mezhebinden olduğu ve mezhebini te'yid eder biçimde te'villere, açıklamalara gittiği için (kulların fiillerinin yaratıcısı olması, Allah'ın âhirette mü'minlerce görülmesinin imkânsız olması, fâsığın mü'min veya kâfir olmayıp ikisi arasında bir merhalede olması, sihrin hakikatinin olmaması vs. gibi) bu tefsir çok tenkide uğramış ve eserdeki Mu'tezile mezhebinin görüşlerine uygun te'villerin ayıklanması, çürütülmesi ve reddi sadedinde birçok eser, şerh, hülâsa, hâşiye ve ta'l-îka kaleme alınmış, kullandığı hadislerin tahrici yapılmıştır (Keşşâf üzerinde yapılan çalışmalar, tenkidler ve reddiyeler hakkında bk. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 291-293).

el-Keşşâf'ta, tefsire şahid olarak getirilen bin kadar beyit vardır. Bu beyitler anlamı ve ne yönden şahid olarak getirildiği zor anlaşılır beyitler olup bunların şerh ve açıklamaları için de müstakil eserler yazılmıştır (Meselâ bunlardan Muhibbüddîn Efendi'nin Tenzîlü'l-Âyât Ale'ş-Şevâhid mine'l-Ebyât Şerhu Şevâhidi'l-Keşşâf'ı çok meşhur olup Keşşâf'ın muhtelif baskılarının sonuna eklenmiştir).

Keşşâf müellifi amelî mezheb bakımından Hanefi olduğu için eserde fıkhî meselelerin izahında bu mezhebe uyulmakla birlikte birkaç yerde Şâfiî mezhebinin tercih edildiğine de rastlanır.

Eserde kırâat farklılıklarına büyük ölçüde işaret edilir. Ancak çoğu kere bu kırâat farklılıkları tefsirde malzeme olarak kullanılmaz. Ayrıca Abdullah İbn Mes'ûd, Übeyy İbn Ka'b, Hâris İbn Süveyd mushafları ile bunlar dışında bazı mushaflardaki farklılıklara da işaret edilir.

Keşşâf'ın en çok tenkide uğrayan yönlerinden biri de şâz kırâatlara yer vermesi ve bunları tefsirde delil kabul etmesidir. Öte yandan az da olsa isrâiliyyâta ve zayıf, hattâ uydurma hadislere de eserde yer verilmiştir. Hadis ilminde otorite olan Zemahşerî'nin tefsirinde bu türden hadislerin bulunmasının izahı güçtür.

Keşşâf'ta Ehl-i sünnet âlimlerine karşı oldukça ağır bir dille tenkidler de yer alır ve müellif Zemahşerî adetâ Ehl-i sünnet âlimleri ile alay ederek onların Kur'ân'ı ve âyetlerini anlamaktan âciz olduklarını ileri sürer.
Tefsirde genellikle soru cevap -eğer şöyle dersen ben de derim ki.- şeklinde bir muhavere metodu kullanılmıştır ki herhalde o devrin üslup özelliklerinden biri olmalıdır.

Ehl-i sünnet akîdesine ters düşen birçok te'vile yer vermiş olmasına rağmen sünnî İslâm dünyası medreselerinde en çok okutulan ve kendisinden en çok istifade edilen (meselâ Şeyhülislam Ebu's-Suûd Efendi'nin tefsiri İrşâdu'l-Akli's-Selîm'de, Ebu'l-Berekât en-Nesetî'nin Medâriku't-Tenzîl'inde, Kâdî Beydâvî'nin Envâru't-Tenzîl'inde ve son devir Türk müfessirlerinden Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsirinde bu son derece açıktır) tefsir özelliğine sahip bu tefsirin, Kur'ân-ı Kerîm'in belâğat ve icâzını en güzel ortaya koyan eser olduğu tartışma götürmez.
Resim
Kullanıcı avatarı
yagmur
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 14
Kayıt: 27 Oca 2009, 02:00

Mesaj gönderen yagmur »

Ey her şeyin hakimi Sen her şeye Kadir sin; Sen'in ol demenle olmayacak yoktur bizler ise o kadar aciz ; Ya Rab Sen'in davana sahip çıkanları yalnız bırakma onların yardımcısı ol. (amin)
Kullanıcı avatarı
alemgir1888
Üye
Üye
Mesajlar: 40
Kayıt: 26 Nis 2009, 02:00

Mesaj gönderen alemgir1888 »

Ayasofya
Ey İslam'ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!
Şerefelerinde fethin, Fatih'in şerefi,
Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!...
Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?

Hani minarelerinden göklere yükselen,
Ta maveradan gelen ezanlar?...
Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar?...

Ayasofya ses vermiyor,
Ayasofya bir hoş,
Ayasofya bomboş!...

Hani nerede?
Şu muhteşem minberde,
Binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde,
Şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?...

Ayasofya! Ayasofya!...Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!...

Hani nerede?
Gönüllerden kubbelere,
Kubbelerden gönüllere
Gürül gürül akan Kur'an sesleri?...
Kur'an sesleri dindirilmiş,
Müslümanlar sindirilmiş!...
Allah-Muhammed-Hülafa-i raşidinin
İsimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!...

Fethin, Fatih'in mabedinden kitab-ı mübini,
Bu ulu dini kaldıran kim?
Dinimize, imanımıza saldıran kim?
Mabedimin göğsüne uzanan namahrem eli,
Kimin elidir?!...
Söyle Ayasofya, söyle.
Seni puthane yapan hangi delidir?!...

Elleri kurusun, dilleri kurusun!
Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!...

Ayasofya,
Ey muhteşem mabet;
Gel etme,
Bizi terketme!...
Bizler, Fatih'in torunları, yakında putları devirip,
Yine seni camiye çevireceğiz...

Dindaşlarımızla,
Kanlı göz yaşlarımızla,
Abdest alarak secdelere kapanacağız,
Tekbir ve tehlil sadalarıboş kubbelerini yeniden dolduracak
İkinci bir fetih olacak,
Ezanlar bu fethin ilanını,
Ozanlar destanını yazacaklar...

Putperest Roma'ya yeni bir mezar kazacaklar, sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek! Şerefelerin yine Allah'ın ve O'nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed'in aşkına, şerefine ışıl ışıl yanacak; bütün cihan Fatih Sultan Mehmed Han dirildi sanacak!...

Bu olacak Ayasofya,
Bu muhakkak olacak...
İkinci bir fetih, yine bir ba'sü ba'delmevt...
Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır,
Ayasofya, belki yarından da yakın!...


Osman Yüksel Serdengeçti

hemi şairimiiz için dua edelim çok güzel konu bir kırılır kilitler ....
alıntıdır
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim


Paylaşımlar için ayrı ayrı teşekkür ederim ellerinize sağlık....

Ayasofya ya ilişkin Söylenceler

İmparator Justinianus bir gece düşünde bir aziz görür. Aziz ,çevresine bakmakta ve her köşede bir duraklamaktadır. Justinianus hemen yanına varır. Aziz’in elinde gümüş bir levha levhada da şimdiye değin eşi benzeri görülmemiş bir kilise resmi vardır. İmparator:" keşke bu resim bend olsaydı da bu topraklarda aynısını yaptırsaydım" diye düşünür. Aziz resmi imparatora uzatarak " Justinianus , tam şuraya bir kilise yaptır, adını da Aaysofya koy ",der.

İmparator, ertesi dün çağırttığı mimarın elinde düşündeki yapı resmini görünce çok şaşırır. Aziz Mimarın da düşüne girmiştir. Uyandığında resmi kağıda döken mimar İmparatorun buyruğuyla Ayasofya’nın yapımına girişir.

Hz.Muhammet sav’in doğduğu gece İstanbul’da büyük bir zelzele olur. Ayasofya’nın büyük kubbesi yıkılır. bir türlü onarılamaz. Bunun üzerine Hızır’ın uyarısıyla Mekke’ye 300 keşiş gönderilir. Keşişler Henüz çocuk olan Hz. Muhammet a.s’in tükrüğünden alır, biraz Kabe toprağı ve zemzem suyula İstanbul’a dönerler. Kubbenin onarımında kullanılan harca bunlar katılınca kubbe tutar.

İstanbul fethedildiğinde Fatih "Bu kubbe Peygamberimizin tükrüğüyle yapılmıştır."diyerek kubbenin ortasına paha biçilmez bir altın top astırmıştır. İnanışa göre bu Hızır a.s’ın makamıdır. 40 gün bunun altında namaz kılanlar mutlaka Hızır a.s’ı görürler.

Ayasofya’nın büyük kubbesinin dört yanında birer melek resmi vardır. bunlardan Cebrail a.s kanat açıp nara atınca ,tüm doğu mücevherlerle dolar. İsrafil a.s nara atınca batıda kıtlık olur, Mikail a.s seslenince Kuzeyde bir ermiş kişi ortaya çıkar. Azrail a.s bağırınca da tüm evrende veba salgını başlar. Bir başka söylenceye göre de Cebrail a.s ve İsrafil a.s gelecekte olacakları , Mikail a.s düşman saldırısını ve kıtlığı Azrail a.s’de hükümdarların ölümünü haber verir.

Ayasofya’nın orta kapısı üzerinde pirinçten uzun bir sanduka vardır. İnnaışa göre içinde kraliçe Sofia’nı mumyası bulunmaktadır. Sanduka’ya el sürülürse korkunç bir gürültü çıkacak ve her yan sarsılacaktır.

Güney kapılarından soldan 10.sunun iç yanında dört köşe bir mermer sütun vardır. Buna "Terler Direk" denir. Sütun kış yaz nemlidir. Buna ilişkin olarak ta: Fatih İstanbul’u fethetmiş, Ayasofya’yı da cami yapmıştır. İş bittiğinde Hızır a.s cami’yi gezer bakarki Mihrap Kabe’ye yönelik değil, Terler Direk’in kaideini parmağını sokarak binayı Kabe’ye çevirir. Terler Direk’te ki delik Hızır a.s’ın parmağını soktuğu yer olarak kabul edilir. Burası bir çok hastalıkların çaresi ve dileklerin gerçekleşeceği yer olarak bilinir.

Büyük Kıble kapısının da Tufan’da Nuh’un kullandığı geminin tahtasında yapıldığı görülür. Deniz ticaretiyle uğraşanlar , sefere çıkmadan önce buraya uğrar dualar eder Nuh A.S a dualar okur ve kendilerine iyi geleceğine sağsalim dönüp geleceklerine inanırlar.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Değerli dedekorkut1 kardeşimiz hizmetleriniz için müteşekkiriz sağolun varolun..
Allahü zü'l Celâlimiz razı olsun inşaallah...

Farkında olmadan attığınızı düşünerek ve hüsnü zannınıza sığınarak söylemek isteriz ki, bazı yazılarınızın başlık ve içerik olarak aynısını forumda tekrar paylaşmaya açıyorsunuz...
Bu ise sitemizde foruma gereksiz yük kazandırmaktadır...
Daha önce yönetim olarak özel mesajla uyarıldınız ancak özel mesajı görmediğiniz kanaatindeyiz..
Bundan dolayıdır ki burda tekrar dikkat etmeniz konusunda rica ediyoruz..
Ayrıca bu uyarı mesajını okuduğunuzu bize bildirdikten sonra tekrarladığınız mesaj başlıklarından bir tanesini (cevap yazılmamışları) site yönetimi olarak sileceğimizi bilgilerinize sunarız...
Muhammedi Muhabbetlerimizle.


Muhammedinur Yönetimi

Tarih: Çrş Oca 30, 2008 4:26 pm
Mesaj konusu: ARSLAN HAN (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... ght=arslan


DİĞER TESPİT EDEBİLDİKLERİMİZ:

Tarih: Pts Ağu 31, 2009 4:27 am
Mesaj konusu: KUL-DEVŞİRME SİSTEMİ
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... %DDstem%DD

Tarih: Çrş Tem 29, 2009 10:29 am
Mesaj konusu: KUL-DEVŞİRME SİSTEMİ (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... %DDstem%DD

...........................................................................................................

Tarih: Cmt Ağu 29, 2009 1:17 pm
Mesaj konusu: DÜNYA YENİDEN ŞEKİLLENİYOR MU?
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Pts Tem 27, 2009 3:50 pm
Mesaj konusu: DÜNYA YENİDEN ŞEKİLLENİYOR MU? (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

...........................................................................................................

Tarih: Prş Ağu 27, 2009 8:03 pm
Mesaj konusu: ERMENİ MESELESİ (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Sal Tem 21, 2009 10:59 am
Mesaj konusu: ERMENİ MESELESİ
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Sal Mar 11, 2008 7:23 am
Mesaj konusu: ERMENİ MESELESİ (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

...........................................................................................................

Tarih: Çrş Ağu 26, 2009 8:44 pm
Mesaj konusu: FRANSIZ İHTİLALİ
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Pts Tem 20, 2009 4:51 pm
Mesaj konusu: FRANSIZ İHTİLALİ (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Çrş Mar 05, 2008 7:16 am
Mesaj konusu: FRANSIZ İHTİLALİ (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

...........................................................................................................

Tarih: Sal Ağu 25, 2009 8:13 pm
Mesaj konusu: HANGİ ÜLKELERİ MODEL ALDIK?
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Pzr Tem 19, 2009 5:08 pm
Mesaj konusu: HANGİ ÜLKELERİ MODEL ALDIK? (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

...........................................................................................................

Tarih: Pzr Ağu 23, 2009 11:54 am
Mesaj konusu: İMPARATORLUKLARDAN KÜRESELLEŞMEYE (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Cum Tem 17, 2009 8:21 pm
Mesaj konusu: İMPARATORLUKLARDAN KÜRESELLEŞMEYE (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Prş Oca 03, 2008 11:24 am
Mesaj konusu: İMPARATORLUKLARDAN KÜRESELLEŞMEYE
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... lle%DEmeye

...........................................................................................................

Tarih: Çrş Ağu 19, 2009 11:55 am
Mesaj konusu: DÜNDEN BUGÜNE İRAN
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... 01854e46ye

Tarih: Cmt Tem 11, 2009 5:11 pm
Mesaj konusu: DÜNDEN BUGÜNE İRAN (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... t=bug%DCne

Tarih: Pzr Mar 23, 2008 10:39 am
Mesaj konusu: DÜNDEN BUGÜNE İRAN (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... t=bug%DCne

...........................................................................................................

Tarih: Prş Ağu 13, 2009 8:08 pm
Mesaj konusu: MALCOLM X (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Pzr Şub 24, 2008 11:28 am
Mesaj konusu: MALCOLM X
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... ht=malcolm

...........................................................................................................

Tarih: Sal Ağu 11, 2009 12:17 pm
Mesaj konusu: MELİKŞAH-BERKYARUK-MUHAMMED TAPAR- SULTAN SENCER
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Cmt Şub 02, 2008 10:12 am
Mesaj konusu: MELİKŞAH-BERKYARUK-MUHAMMED TAPAR- SULTAN SENCER (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... ight=tapar

...........................................................................................................

Tarih: Cum Tem 10, 2009 8:02 pm
Mesaj konusu: RESMİ SÖYLEM DIŞI KIBRIS POLİTİKASI
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Sal May 26, 2009 11:50 am
Mesaj konusu: RESMİ SÖYLEM DIŞI KIBRIS POLİTİKASI (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... t=s%D6ylem

...........................................................................................................

Tarih: Çrş Tem 08, 2009 1:30 pm
Mesaj konusu: SEYR-İ SEFER (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Prş May 21, 2009 8:51 am
Mesaj konusu: SEYR-İ SEFER
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... ht=seyr%DD

...........................................................................................................

Tarih: Pzr Hzr 28, 2009 10:44 am
Mesaj konusu: SULTANÜL MÜSLÜMİN TUĞRUL BEY
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... da01854e46

Tarih: Prş Oca 31, 2008 7:17 am
Mesaj konusu: SULTANÜL MÜSLÜMİN TUĞRUL BEY (Mesaj Başlığı Silindi)
link : http://www.muhammedinur.com/modules.php ... sultan%DCl
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Mesaj gönderen Gul »

Dünden Bugüne Mostar Köprüsü

Resim

Mostar köprüsü Kanuni Sultan Süleyman'ın isteği üzerine Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayruddin tarafından 9 yılda (1557-1566) inşa edilmiştir.

Köprü 1992 ve 1993 tarihlerinde Bosnalı Sırp ve Hırvat tankları ile yapılan saldırılar sonucunda tamamen yıkıldı. Oradaki halkın ihtiyaçlarına cevap vermesi bakımından yıkılan köprü yerine aşağıdaki resimde görüldüğü gibi derme çatma bir köprü yapıldı.


Resim

1997 yılında ise başta Türkiye olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinden ve UNESCO, Dünya bankası gibi yerlerden de bağışlar toplanarak yeniden köprünün eski haline getirilmesi için çalışmalara başlanmıştır. Çalışmalara temeli sağlamlaştırma işinden başlanmıştır. Köprü, orjinal haline sadık kalınarak yeniden inşa edilmeye çalışılmıştır. Aşağıdaki çizim, köprünün sağlamlaştırılmış temeli üzerine yeniden inşasını göstermektedir.

Resim

26 Ağustos 2003'te ise köprü fiilen tamamalanmış ve aşağıdaki şeklini almıştır.


Resim
Resim

Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

HAKK'IN YOLUNDAN BAŞKA YOL, MUHAMMEDİ ŞÛÛR'DAN BAŞKA BİRLİK,
TEK YÖN TEK KIBLE, HAKK VE HAKİKAT BERABERLİĞİNDEN BAŞKA BERABERLİK ,
HÜSRANDIR, HİCRANDIR VE BEDBAHTLIKTIR.....
BOŞUNA KALABALIK, BOŞUNA KESRETTİR...NE KADAR SAYARSAK SAYALIM,
HER 9 DAN SONRA 10, HER 99 DANSONRA 100, HER 999DAN SONRA 1000, DİYE UZAR GİDER... 1 DEN SONRAKİ HER SIFIR İSE , SONSUZ KADAR DA OLSA, 1 İ ÇEKİP ALIRSAK ÖNÜNDEN SADECE 0 DIR....
HER KESRET BİRDEN TÜRER.. HER ŞEYİN ASLI BİR DİR...HER ŞEY, AMA HER ŞEY (1) İLE MANA KAZANIR....
ÖNÜNDE, SONUNDA HER ŞEY, ASLINA RÜCÛ EDER....
İŞTE TÜM BERABERLİKLER (KESRET) , ASLINA DÖNEN(BİR) DİR....
TÜM ,NEHİRLER, DERELER, PINARLAR, GÖLLER, DENİZLER, DERYALAR, OKYANUSLAR, YAĞMURLAR, DAMLALAR, KARLAR, BUZLAR, BUHARLAR, ÇİSELER,
KIRAĞILAR, DOLULAR, NEMLER, SİSLER, BULUTLAR V.S .....TEK KAYNAKTAN BESLENİRLER...
ASIL KAYNAKTA ( TEK VE BİR OLAN ) KAYNAKTA BULUŞMAK ÜZERE.....

"İNNA LİLLAHİ VE İNNA İLEYHİ RACİUN."
Resim
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

naczhane formull....

insanı+insan= İ N S A N eder.
Cevapla

“Tarih” sayfasına dön