VASAT ÜMMET

Cevapla
Kullanıcı avatarı
kamuran
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 183
Kayıt: 17 Eki 2008, 02:00

VASAT ÜMMET

Mesaj gönderen kamuran »

VASAT ÜMMET



Orta ümmet; dengeli ve hayırlı ümmet anlamında İslâm ümmetini vasıflandıran Kur'ânî bir terim

"Vasata" fiilinin masdarı olan ve "bir miktarın iki eşit tarafı" manasına gelen "vasat" terimi bir kaç şekilde incelenebilir Örneğin: "bir katının ortası" olan muttasıl kemiyyet (bitişik nicelik)lerde kullanıldığı gibi, "kavmin ortası" gibi munfasıl kemiyyet (aynı nicelik) belirten ifâdelerde de kullanılır "Vasat" iki verilmiş soyut kavramın ortasını ifade etmek için de kullanılır Meselâ "hesap bakımından bu en ortası, (en iyisi)" cümlesinde olduğu gibi Cimrilik ve savurganlığın ortası olan "cömertlik" de bu kategoriye girer Korunmuş, mahfuz olanı ifrat ve tefritten ayıran kavramlar da "vasat" kavramlardır Meselâ: "sev(un) (eşit bir), adalet, yarı" kelimeleri gibi "Filan kimse vasat" cümlesinde olduğu gibi hayır ve şer bakımından övülme ve yerilmelerin ortasını ifade için de "vasat" terimi kullanılır (el-Müfredât Fi Garib'il Kur'ân, 819-820)

Bu kavramın Kur'ân-ı Kerîm'de bir tek kullanımı vardır O da şu âyet-i kerimedir:

"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlara karşı Şahitler olasınız Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun Biz Peygambere uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden ayıralım diye, eskiden yöneldiğini (Kâbe'yi) kıble yaptık Bu, Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir Şüphesiz Allah, insanlara Rauf(Fefkatli) ve Rahim (merhametli) dir" (el-Bakara, 2/143)

Ayette geçen "vasat" luğat anlamında açıklandığı üzere "hayırlılık ve hayırlısını seçme" anl----- gelir Aynı şekilde hayırlara da "vasat" denir Çevrenin bozulması kolay olur, vasat (orta kısımlar, merkez) ise himaye altındadır O halde bu ibare; "Allah sizi ümmetlerin en hayırlısı kıldığı gibi kıblenizi de en hayırlı kıble kılmıştır" demektir

"Vasat" aynı zamanda dengelilik de demektir Çünkü vasat, kenarların denge yeridir Bir kenara öbüründen daha yakın değildir Yani "Kıblenizi mutavassıt kıldığımız gibi, sizi de vasat bir ümmet kıldık" denilmektedir Bu âyeti kerime Ka'be'nin bizim için kıble olarak seçilişinin gerekçesini bildirmektedir Yani bu bizim vasat ümmet oluşumuzdan dolayıdır O halde "Kıblenizde böyle vasat olsun" denilmiş gibidir

Allah Teâlâ Müslümanların vasat bir ümmet, yani dengeli veya hayırlı bir ümmet oluşunun gerekçesini de şu buyruğu ile açıklamaktadır: "İnsanlara karşı şahitler olasınız Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun diye" Yani "Kıyamet gününde Yüce Allah'ın her şeyi gereği gibi açıklayıp Rasûlleri gönderdiği ve onların da Allah'tan aldıkları risaleti tebliğ ettikleri ve bunu gereği gibi yerine getirdikleri konusunda diğer ümmetlere karşı şahitlik edesiniz" diye iman edenler Rasûlün davetini "baş göz üstüne" deyip kabul etti O halde kıyamet gününde, Rasûllerinin kendilerine tebliğde bulunduğuna dair insanlara karşı şahitlik edecek kimseler gibi Rasûlüllah da iman edenlere karşı şahitlik edip onları tezkiye edecektir

"Bütün insanlara karşı şahitlik edecek, aralarında adaleti uygulayıp yerleştirecek, değer ve ölçüleri koyacak olan vasat ümmettir Bu değer ve ölçüler hakkında kendi görüşünü ortaya kor, kabul edilen görüş onun görüşü olur Değerlerini, düşüncelerini, geleneklerini, parolalarını, ölçer, biçer ve bunlar hakkında hükmünü vererek; "Bu haktır, bu da batıldır" der Bu "vasat ümmet" insanlara karşı şahitlik ve onlar arasında adaletle hakim konumunda iken düşüncelerini, değerlerini ve ölçülerini insanlardan almaz O, insanlara karşı şahitlik yaparken böyle bir duruma düşmez Çünkü bu ümmete karşı şahitlik edecek olan Rasûlüllah (sas)'dir Bu ümmetin ölçülerini ve değerlerini belirleyen, bu ümmetin amel ve gelenekleri hakkında hüküm ve değerlerini belirleyen bu ümmetin amel ve gelenekleri hakkında hüküm veren, bu ümmetin yaptıklarını ölçüp biçen ve onlar hakkında son sözü söyleyen hep odur İşte bu ümmetin hakikati ve görevi böylelikle sınırlanıyor ve belirleniyor ki, bu ümmet bunları gereğince bilsin veya bunların ağırlıklarının farkına varsın, rolünü hakkıyla değerlendirsin ve bu rolü edebilmek için layıkıyla hazırlansın

"Bu ümmet "vasat" kelimesinin bütün anlamlarıyla vasattır İster güzel ve fazilet anl----- gelen "vasatîlik", ister itidal ve orta yolluk anl----- gelen "vasatîlik", isterse de maddî ve hissî anlamı olan asıl anlamıyla "vasatîlik" göz önünde bulundurulsun o, gerçekten "vasat bir ümmettir", tasavvur ve itikatlarında vasattır Ne maddi her şeyden el-etek çekerek ruhi bir hayat için soyutlanmakta aşırıdır, ne de materyalizmin içine gömülmektedir O cesedi giyinmiş olan ruh- da veya ruh giyinmiş cesedde ifadesini bulan fıtratın izini takip eder Bu çift yönlü güç ve imkânlara sahip olan yapıya hakkım her türlü ihtiyaçtan tam anlamıyla verir Hayatı yükseltmek aynı zamanda hayatı korumak ve sürekliliğini sağlamak için de gayret eder, arzular ve güdüler dünyasında çalışma azmini ifrat ve tefrit olmaksızın gayet mutedil ve dengeli bir şekilde serbest bırakır, harekete geçirir Bu ümmet düşünce ve şuuruyla vasat bir ümmettir Bildikleriyle yetinip donup kalmaz aynı şekilde rastgele her bağırıp çağıranın peşine takılarak gülünç bir maymun taklidi ile taklid etmez Bu ümmet sahip bulunduğu düşünce, yöntem ve esaslara sımsıkıya bağlı kalır, ondan sonra da düşünce ve tecrübenin bütün ürünlerini süzgeçten geçirir, tetkik eder Onun her zaman için parolası " Hikmet mü'minin kaybettiğidir, onu nerede bulursa alır" (hadis-i şerif)dir

"Bu ümmet düzenleme ve organizasyonda da vasat bir ümmettir Hayatın tümünü duygulara ve vicdana bırakmadığı gibi yalnızca yasalara ve cezalandırmalara da bırakmaz İnsanın vicdanını irşad ve güzel eğitimle yükselttiği gibi, toplum düzenini de yasama ve gereğinde cezalandırmalarla teminat altına alır ve ikisini de birlikte yürütür Yine bu vasat toplum insanların her şeyi yönetimin kamçısıyla gerçekleşir diye olayı beklemek noktasında tutmadığı gibi, aynı şekilde vicdanların sesine de havale etmekle yetinmez Fakat bunların her ikisini de dengeli bir şekilde kaynaştırır"

"Bu ümmet ilişki ve irtibatlarında da vasat ümmettir Ferdin kişiliğini ve ferdi tutan esasları ortadan kaldırmaz Onun kişiliğini toplumun ya da devletin kişiliğinde eritip bitirmez Bunun gibi ferdi, mütekebbir ve kendinden başkasını düşünmeyen bir bencil olarak da kayıtsız şartsız bırakmaz Güç ve enerjiler ile güdülerden harekete ve gelişmeye götüren şeyleri serbest bırakır Ferdin kişiliğini ve yapısını gerçekleştirecek güdü ve özellikleri de serbest bırakır Bundan sonra da aşırlığa götürecek hallerde de engellerini koyar Ferdin toplum hayatındaki rağbetini harekete geçirecek şeyleri de hareket haline sokar Ferdi, topluma hizmet edecek hale getiren yükümlülük ve görevler ortaya koyar; bununla birlikte cemaate de, bir uyum ve ahenk içerisinde ferdin her türlü ihtiyacının teminatı olma görevini yükler

"Bu ümmet, yayıldığı coğrafi bölge itibariyle de vasat ümmettir Yer küresinin ortalarında yer almaktadır Topraklarında İslâm'ın yapılandığı bu ümmet, şu ana kadar doğu-batı, güney ve kuzey bölgeleri arasında odak noktayı teşkil etmiştir ve bu yeri itibariyle hâlâ bütün insanları görmekte, bütün insanlara karşı şahitlik etmektedir Yer yüzünün her tarafında bulunan insanlara, sahip olduğu zenginlikleri veriyor Tabiatın meyveleri ruh ve düşünce aksiyonları oradan buraya geliyor, onun kanallarıyla değişik bölgelerin insanlarına gidiyor, ve bu hareketin maddi ve manevi olan kısımları üzerinde bu ümmetin tahakkümü söz konusudur

"Bu ümmet zanda da vasattır Ondan önce insanlığın çocukluk dönemi son buluyor Bu ümmetin ortaya çıkmasıyla akli bakımdan reşitlik dönemine giriyor, ve bu ümmet ortada duruyor, beşeriyete çocukluk dönemlerinden beri bulaşıp kalmış vehim ve hurafeleri silkeliyor Akıl ve hidayet sayesinde de onu fitneden, karışıklıklardan alıkoymaya çalışıyor Risaletleri döneminden kalmış ruhi birikimi ile sürekli gelişip duran akli birikimi ahenkli bir şekilde bir arada tutuyor, insanlığı bu ikisinin arasında dosdoğru bir çizgi üzerinde yürütüyor

"Yüce Allah'ın bu ümmete bağışlamış olduğu yerini almaktan bugün ümmeti alıkoyan tek şey, onun Allah'ın bu ümmet için seçmiş olduğu düzenden uzaklaşıp bunun yerine Allah'ın bu ümmet için seçmediği farklı düzenler kabul etmesi, Allah'ın boyası olmadan değişik boyalarla boyanmış olmasıdır Halbuki Allah bu ümmetten yalnızca kendi boyasıyla boyanmasını ister

"Görevi ve rolü bu olan bir ümmet elbetteki bir çok sorumluluklar yüklenecek ve fedakârlıklarda bulunacaktır Çünkü liderliğin yükümlülükleri vardır Dünyaya nizam vermenin sorumlulukları vardır O bakımdan bu ümmetin bütün bunlardan önce imtihan ve iptila edilmesi gerekir ki Allah'a olan bağlılığı ve yalnızca Allah için var oluşu daha bir kesinlik kazansın, dosdoğru liderliğin mutlak itaatına hazır olsun" (Fi Zilâl'il-Kur'ân, Beyrut 1987, I, 131)

Muammer ERTAN (müsemma.com'dan alıntı)
Kullanıcı avatarı
kamuran
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 183
Kayıt: 17 Eki 2008, 02:00

“Ve işte böyle, sizi orta yol üzere bir ümmet kıldık ki, ...

Mesaj gönderen kamuran »

“Ve işte böyle, sizi orta yol üzere bir ümmet kıldık ki, ...”



Ümmet kelimesi ‘Ümm’ kökünden gelir. ‘Ümm’, ‘anne’ anlamına gelir. Ümmet ise bir inançtan dolayı bir araya gelen topluluk anlamındadır. Çoğulu ‘ümem’dir. ‘Millet’ kelimesiyle aynı anlama gelir. Ümmet'in liderine ‘imam’ denilir. İmam kelimesinin kökü de aynıdır.

“Ve işte böyle, sizi orta yol üzere bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun…” (Bakara, 143)

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Al-i İmran, 104)

Bu ayetlerle beraber, daha birçok ayette, ümmet kavramını Allahu Teala, Kur’anı Kerim’de zikretmiştir.(1)

Ümmet kavramın tanımını yaptıktan sonra, konumuzu üç farklı başlık altında inceleyeceğiz; ümmet bilincinin farziyeti ve gerekliliği, ümmet bilincinden yoksun olan İslam âleminin perişan hali ve bu hale düşüş sebepleri, tekrar Asr-ı Saadet dönemi gibi Müslümanların ümmet olmaları için ne yapmaları gerektiği.

1- Ümmet bilincinin farziyeti ve gerekliliği

Müslümanların ümmet bilincine sahip olmaları, ilahi bir emirdir. Bu, dünya hayatında hem maddi hem de manevi yönden gereklidir.

Müslümanlar ümmet olmadıkları/olamadıkları zaman, onların varlıkları hissedilmez, bu dünyada varlık gösteremezler. Hem kendileri İslam adaletinden yoksun olurlar hem de yeryüzünde “Din yalnız Allahın oluncaya ve fitne yeryüzünden kalkıncaya kadar onlarla savaşın” ilahi emri ile sorumlu oldukları yeryüzü adaletini de tesis edemezler. Heybetleri olmaz ve parçalanmışlığın verdiği zillet ve mazlumiyeti yaşarlar. Ümmet şuurundan yoksun olan günümüz İslam âleminin yaşadıkları düşündürücüdür.

Ümmet ve evrensel kardeşlik

“Evrensel kardeşlik, renk/köken ayrımı yapmayan bir kardeşliktir. Evrensel kardeşlik fikrine sahip olmak, ahlaki üstünlük dışında insanlar arasında bir ayrım yapılmasına karşı olmak demektir. İslam, hiç bir nedenle, her hangi bir milliyetle sınırlandırılamaz, farklı kavimler/milliyetler birbirleri ile tanışmaları için, yarışmaları için vardır. Ümmet bilinci tüm farklılıkları aşan, tüm farklılıkları kuşatan, tüm farklılıkları en güzel şekilde anlamlı kılan ve anlayan bir bilinçtir. Ümmet ahlakı farklılıkları yargılamak/dışlamak yerine, farklılıkları anlamaya ve farklılıklarla uzlaşmaya dayalı bir ahlaktır. İslam tarafından teklif edilen bütün insani nitelikler, bütün insanlık tarafından paylaşılabilir, anlaşılabilir, çok doğal ve vazgeçilemez niteliklerdir. Doğal, ortak insani nitelikleri, kabilecilikler, ırkçılıklar, ulusçuluklar, kendilerini seçilmiş/ayrıcalıklı olarak gören halklar tahrip etmekte, kirletmektedirler.” (A. Müftüoğlu)



Müslümanlar ümmet bilinciyle bir arada yaşadıklarında, hem kendileri aziz ve saadetteydiler hem de kendilerinden olmayan, yani Müslüman olmayan mazlum halkların da haklarının koruyucusuydular. İspanya’da zülme uğrayan Yahudiler, göç ettikleri istanbul’da huzuru buldular. Müslüman Açe halkı, hala İslam uygarlığı dönemindeki adalet şemsiyesinin huzur ve hürriyetinin arayışı içindedir.

Bugün İslam, ümmet şuurundan yoksun, İslam ümmetinin durumu gözler önündedir. Osmanlı torunu ve tebası olan Müslümanların birçoğu, bugün Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de en ağır şartlarda ve adeta köle gibi o şehirlerin varoşlarında kayboldular. Aslında onlar insanlarımızı götürdükleri zaman, onların nasıl aşağılanacakları belliydi. Özellikle Almanlar, sağlıklı olup olmadıklarını anlamak için tıpkı kölelere yapılan gibi götürdükleri işçilerin dişlerine bakarlardı. Alenî ve orta yerde.

Eğer kurtuluş sadece bireysel ibadetlerle mümkün olsaydı, Peygamberimiz ve etrafında kümelenen o ilk Müslümanlar, bu kadar cehd u gayreti göstermezlerdi. Onlar bizden daha fazla İslam’ı biliyor ve yaşıyorlardı. Bugün parçalanmış bütün İslam coğrafyalarında o mübarek insanların kabirlerini görmemiz, bir şeyler ifade ediyor olmalı. Ta Rus topraklarında bile sahabe kabirleri var. Bu gün İstanbul surlarının dibinde kaç Sahabi yatıyor bilmek gerekiyor.

Müslümanların kendilerine farz olan “İslam milleti” olma bilincini yeniden tesis etmek için çalışmaları lazım. Yoksa Allah’ın emirlerine muhalefet etmiş, ümmet/millet şuuruna varamamış, dağınık ve yerel kültürleriyle diğer Müslüman kardeşlerine yabancılaşmış Müslümanlar olarak perişanlığımız devam edecektir. Bu nebevi bilince sahip olmadan, bu talihsiz halimizden kurtulma çabalarımız da boş ve neticesiz kalacaktır.

2- Ümmet bilincinden yoksun İslam âleminin perişan hali ve bu hale düşüş sebepleri

İslam ümmeti bir bütündür, parçalanamaz. Müslümanların İslami kimlikleri, kavmi kimliklerinden önce gelir. Ama ne acıdır ki 19. yüzyılda batılıların İslam âlemini bir ahtapot gibi sarmaları, kendi ürettikleri kavmiyetçilik/ulusçuluk anlayışını bize dayatmaları, İslam âlemini perişan etmiştir.

Adeta geometrik şekiller gibi ırk esaslı devletler kuruldu. Hatta Ceziretül Arap’ı (Arabistan Yarımadası) hiçbir tarihi geçmişi olmayan küçük aşiret devletlerine ayırdılar.

En hüzünlü olanı ise Müslümanların kendi iradeleri dışında ve genellikle uluslararası hâkim sömürgeci devletlerin zorlamasıyla, parçalanmalarını bir kader gibi algılamalarıdır. İnsan esir düşer, toprakları işgal edilir ve hürriyetini kaybeder. Bu mümkün olan bir durum. Ama insanın o esaret halini benimsemeye başlaması ve kendisinden olmayan birilerine tabiiyeti hazmetmesi çok acı ve hüzün verici!...

Aslında bunu uzun bir zaman Müslüman halklar kabullenmediler. Hem fiziki hayatlarında hem tasavvurlarında. Hatta bu konuyu hicveden yerli bir sinema filmi bile yapıldı. Suriye-Türkiye sınırında, yaklaşık yirmi yıl öncesine kadar sınırın iki yakasında yaşayan halklar, kendi yerel dilleriyle “ser hat” ve “bın hat” dediler, yani hattın üstü-hattın altı. (Türkiye–Suriye sınırını mayın tarlalarından ziyade tren hattı oluşturur.)

Bu, “siz bizi parçalarsınız ama biz bunu kabul etmiyoruz” demekti, devletlerini iki ayrı devlet olarak görmediler. Bu parçalanmışlığı kabul etmediler.

Sömürgecilere direnen kahramanlar



Osmanlının yıkılışı sırasında, İslam âlemini işgal eden Hıristiyan sömürgeciler, işgal ettikleri topraklarda şanlı bir direnişle karşılaştılar. Bunların başlıcaları; Kafkaslar’da Şeyh Şamil Hareketi, Gaziantep’te Şahin Bey mukavemeti, Kuzey ırakta şeyh Mahmut el berzenci, Kahramanmaraş’ta Sütçü İmam, Libya’da Şeyh Ömer Muhtar ve Cezayir’de Şeyh Emir Abdulkadir el-Cezairi gibi mücahitlerin direnişleridir.

İşgal güçleri uzun süre tutunamayacaklarını anlayınca, kendi çıkarlarını uzun süre muhafaza edecek yerli işbirlikçiler buldular. İşgal ettikleri toprakları bu adamlara bırakarak gittiler. Hatta Suriye ve Irak’ta kendi hesaplarına hizmet edecek “Hizbil Ba’sel İştiraki” partisini, bizzat Ortodoks Hıristiyan olan Mişel Eflâk’a kurdurdular. Bu hükümetlerin çoğu aşırı milliyetçiydiler ve diğer müslüman kavimlere kin ve düşmanlık beslediler.

Böylelikle müslümanlar etnik kimliklere göre belirlenen sınırların içine hapsedildiler. Sonra, bu küçük parçaların içindeki etnik unsurların her birinin başına, kendilerini yeterince meşgul edecek meseleler çıkarıldı. Birbirleriyle irtibatları da zorlaştırılarak, birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleri engellendi.

Yeni kurulan Türkiye’nin güneyine bakan sınırı, dünyanın en uzun mayın tarlalarına çevrildi. O topraklar ki dünyanın en verimli topraklarıydı; Amik Ovası, Harran Ovası ve Mezopotamya… Boydan boya, yüzlerce kilometrelik sınırla atıl hale getirildi.

Dolayısıyla, artık halkların düşünceleri de kendi iradelerinin dışında çizilmiş olan bu sınırların içine hapsedilmiş oldu. Bu durum, İslam ümmetinin yaşadığı en büyük felaket oldu. Ümmet bilincinin büyük zarar görmesi, hatta neredeyse tamamen kaybolması sonucunu doğurdu.

Ümmet bilincinden o kadar uzağa düştük ki bırakın Müslüman halkımızı, önde gelen bir çok İslami siyasi düşünceye sahip entelektüel ve bazı muttaki insanların dahi belli bir süredir ulusalcı/milliyetçi bir İslami profil çizdikleri görülmeye başlandı. Kimisi bunun İslami bir mahsuru olmadığını iddia ediyorsa da esasında bu çok acı verici bir durumdur.

3- Müslümanların Asrı Saadet’teki gibi ümmet olmaları için ne yapmaları gerekir?

Günümüz müslümanları olarak çok ağır sorumluluklarımız var. Eğer gerçekten bunun farkında isek ve inanarak bu durumun çilesini çekiyorsak, o zaman kendi toplumumuzun bilinçlenmesi için en azından düşünce ve ilgi alanımızı, ülke sınırların dışına taşırmamız ve bu sınırları, tüm dünya Müslümanlarını kapsayacak şekilde genişletmemiz gerekiyor.

Eğer kafalarımızda oluşturulmuş bu sınırları atamaz veya içinde yaşadığımız coğrafyadaki gelenek örtüsünü yırtıp kafamızı bu örtünün üstüne çıkarıp yukardan tüm İslam âlemini görecek tarzda ve sınır tanımayan bir ümmet bilincine kavuşamazsak, İslami bilinçlenmeye yönelik iddiamız da boş olur.




Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurur: “Mü’minlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerine acımadaki örnekleri adeta bir beden misalidir. Onun bir organı rahatsız olduğunda diğer organları da uykusuzluk ve ateşle ona katılır.” Evet, müslümanlar birbirlerini sevmek zorundadırlar ve bu sevgi olmadan ümmet bilinci olmaz.

İslâm ümmeti, zulüm ve tuğyan güçlerinin saldırılarına maruz kalmaktadır. Bu şer güçler, ümmetin ve halkların servetlerini çalmak, iradelerini kırmak, toplumsal yapılarını ve eğitim sistemlerini çökertmek istemektedirler. Söz konusu saldırganlık çok boyutludur; İslâm'ın öğretilerine hakaret etmekte, çeşitli enformasyon ataklarıyla gerçekleri manipüle etmekte ve ekonomik kaynakları yağmalamaktadırlar.

Kardeşliğimizin alametleri
Fikir, görüş, mezhep, meşrep bakımından aramızda farklılık, ihtilâf olan müslüman kardeşlerimizi de adeta kanlı düşmanlarımız gibi gösterdiler. Hâlbuki her mümin kardeşimizi sevmek, çok uzak coğrafyalarda da olsak onların dertleriyle mahzun olmak, hepimize imanî bir sorumluluktur.

Bu gün Gazze’de yaşananlar, her şeyden önce bir insanlık ayıbıdır. Ve maalesef, bütün dünya ile beraber, İslam alemi de sadece seyretmektedir. Biz müslüman fertler olarak, onların acısını kalbimizde yaşamalıyız. Her zaman dua etmeliyiz. Bunun yanında, maddi ve manevi olarak elimizden geleni esirgememeliyiz.

Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizi anmalıyız, Afganistan’ı hiç unutmamalıyız. Burma’daki kardeşlerimiz bir kuru dilime muhtaç. Bangsamoro, Mindanao, Eritre, Tunus, Cezayir, Bosna, Çeçenya, Irak, ve Karabağ’daki kardeşlerimiz hep ilgi alanımız içinde olmalıdır.

Allah bütün müminleri, kesin Kur’an ayetleriyle kardeş kılmıştır. Farklı Müslümanların birbirinden farklı fikir, görüş ve meşreplerini kabul etmesek de onları sevmeye ve kardeş bilmeye mecburuz.

Âhir zamanda, çok fitneli ve fesatlı bir dünyada, sosyal ve kültürel fırtınalar ve kasırgalar içinde yaşıyoruz. Böyle bir dünyayı yaşanılır yapabilmek ve Allah’ın huzuruna alnımızın akıyla çıkabilmek için gerçek ümmet olmalıyız.

Notlar: 1- Enam, 42; Enam, 108; Yunus, 49; Müminun, 43; Araf, 34; Araf, 38; Araf, 160; Araf, 168; Araf, 181; Bakara, 143; Yunus, 47; Hud, 48; Rad, 30; Nahl, 92; Müminun, 52; Enbiya, 92; Şura, 8; Hud, 118; Nahl, 93; Hac, 34; Maide, 48; Hac, 67; Neml, 83; Müminun, 44; Nahl, 36; Casiye, 28; Mümin, 5; Fatır, 24; Fatır, 42; Zuhruf, 33. Meallerin çoğunda ‘ümmet’ olarak çevrilmiştir. Bazı meallerde, toplum-millet şeklinde çeviriler vardır. Burada da toplum-topluluk anlamında kullanılmıştır. Asıl önemli vurgu ise ümmetin nasıl bir ümmet olduğu, yani ‘vasat’ kavramına vurgu vardır. Doğru yolun tam ortasında, orta, mutedil, açık fikirli, ortada yürüyen, dengeli ve ölçülü, örnek, adil, orta yolu izleyen gibi sıfatlarla anılmış bir toplum. Vasat Ümmet, bu niteliğe sahip toplumdur. Ayette vasat ümmetin amacına da vurgu vardır; “Adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız…” Bir toplum, adalet örneği ve hakkın şahitliğini yapamıyorsa, bu Allah’ın istediği ‘vasat ümmet’ dediğimiz toplum değildir.
MUHAMMED Z. YILDIZ (gulistandergi.com'dan alıntıdır)
Cevapla

“Namaz” sayfasına dön