OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Cevapla
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim

Müslüman ve Zarâfet

İnsandan insana fark vardır. Müslümandan Müslümana da fark vardır. Sufiden sufiye de fark vardır.

İnsanı insanlıktan, Müslümanı Müslümanlıktan, sufiyi sufilikten çıkarmaz, ama bazı davranışlar olur ki “Bu olmadı, yakışmadı” deriz.

Ya da, bazı davranışlar sergilenir ki, imreniriz, “Muhteşem, emsalsiz, ne güzel” deriz, dudak ısırırız, güzelliğine hayran oluruz. Farklı kılar o davranış o insanı başkalarından… Hayranlık uyandırır.

Zarâfet böyle bir şey.

Normali aşan bir davranış güzelliği.

Tortularından süzülmüş bir kişiliğin işareti.

Bir tür edinilmiş asalet hali.

İslam, insanı alır, süze süze, o davranış güzelliğine getirmek ister.

Kelime-i şehadetle girildiğinde, aslında İslam dairesine girilmiş olur. Ama İslam onunla sınırlı değildir. İslam bir seyrü süluktur. “En güzel insanla aynileşme”ye doğru bir yolculuktur.

Hani, Hucurat 14’te “İman henüz kalplerinize yerleşmedi, onun için iman ettik değil, islam dairesine girdik deyin…” diye uyarılır ya “bedevi” müslümanlar… İşte öyle bir yolculuk…

Bir bedevi gelir, Mescid-i Nebeviye bevl eder. Oradaki Müslümanlar kızar bedeviye, ama Rasulullah, “Bırakın yapsın” der. Yapılan iş, bedevinin Müslümanlığını ortadan kaldırmamaktadır. Ama Müslümanlık orada da kalamaz, o bedevi, kişiliği terbiye edile edile, Mescid’e bevl edilmeyeceğini anlayacak hale gelmelidir. Hatta daha ötesini de anlamak gerekecektir Rasulullah’ın ölçülerine yakın bir Müslüman olmak için….

Bu şu demek:

İslam olur, iman olur, ama bir de İslam’ın ve imanın zarâfet şeklinde kişiliklere yansıması olur.

Zarâfet inceliktir, nezakettir, nezahettir, güzelliktir, ölçüdür, süzülmüşlüktür.

Denebilir ki zarâfet, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin: “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği, salim olduğu insandır.” (Buhari, İman, 4) diye tarif ettiği Müslümanlık kıvamıdır.

El ve dil…

İnsanın en dışa dönük uzuvlarıdır. Jestler ve mimikler oradan yansır dışarıya… Yani insanlık kalitemizin sergi alanıdır ellerimiz ve dillerimiz.

İnsanın içindeki dünya, dışa eliyle ve diliyle yansır.

İşte o uzuvlarda, bir başkasına olumsuz gelecek hiçbir şeyi, Müslümanlık içinde görmüyor Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem

El ve dil, içerdekini yansıtır, dedik.

İnsanın iç âlemi ise, ancak, imbikten süzülerek eli ve dili “Müslümanlık kıvamı”na getirebilir.

İslam’da amentü var.

İslam’da namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetler var.

Ama İslam’da, bunlardan öte, ya da bunları da gerçek kıvamına eriştirecek, ya da bunlar gerçek kıvamına eriştiğinde husule gelecek şahsiyet özellikleri de var.

Mesela, “Kul hakkı” müessesesi, bütün bu temel değerlerin insan hayatına en ince hassasiyetler halinde yansımasını sağlayan kişilik disiplinidir. Bir Müslümanın hayatında “kul hakkı” disiplininin yansımadığı alan yok gibidir.

Bakalım mesela:

“Güler yüz sadakadır.” buyuruyor Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Böylece bir “Müslüman yüzü” tarif ediliyor. Ne demek bu? Başka bir zaruret yoksa yüzünü tebessümle donat, demek. Tebessüm mü güzel bir insan yüzü için, abus çehre mi? Tabii ki tebessüm. Tebessümün “sadaka” olarak nitelenmesi, onun bir başkasına ihsan – yani güzellik, iyilik taşıyor olmasından kaynaklanıyor.

İnsanın yüzünün tebessümle donanması için, yüreğinin itmi’nan içinde olması gerekir. Teslimiyet gerekir. Rıza gerekir. İçin durulması gerekir. Teşevvüşün son bulması gerekir. Onun için insanın Kader’le probleminin kalmaması gerekir.

İslam, insandan göz – kaş işaretlerini bile ölçülü kullanma gibi bir hassasiyet istiyor. Göz kaş işaretleriyle bir başkasını kınamak, asla kabul görmüyor.

Sesi kullanırken zarâfet istiyor İslam..

“Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.” (Lokman, 19)

Müslüman bu terbiyeyi, bizzat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin huzurunda, ve bizzat İlahi Kelam’ın “sesini O’nun sesinden yüksek çıkarmama” uyarısıyla terbiye edilerek öğreniyor.

Dilin zarâfeti bakın hangi alanlara ulaşıyor?

-Üç kişi bir arada iken iki kişinin kendi aralarında fısıldaşmaları hoş karşılanmamış.

Hakaret etmemek temel bir hassasiyet..

Yalan söylememek öyle.

Gıybet etmemek öyle..

Söz getirip götürmemek öyle..

Gözde, bakışta zarâfet arıyor İslam. Bir başkasının görülmesini istemediği mahrem alanına bakmamak terbiyesi veriliyor Müslümana.

Mahremiyet hassasiyeti başlı başına bir Müslüman toplumun zarâfet itinası haline geliyor.

Tecessüs, ayıp – kusur arama yasaklanıyor.

Aksine ayıp örtücülük bir karakter halinde telkin ediliyor.

Yürüyüşte bile zarâfet istiyor.

“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsra, 17)

İslam, insanı, her anlamda ve her alanda zarâfetle donatan bir değerler manzumesidir.

İnsan ilişkilerini zehirleyen en kötü huylardan birisi olan kibir olmamalı İslam’ın insanında.

Bir başkasını aşağılama olmamalı.

Yaptığı işi güzel yapmalı Müslüman.

Kabrin toprağını düzenlerken bile hassasiyet gösterilmesi Peygamber’in terbiye kuralları içinde yer alıyor.

Burada da insanların bakışına, baktığı şeyi güzel görmesine itina etmek var.

Güzel kokmak, bunun için koku sürünmek mesela.. Ter kokusu, sarımsak kokusu gibi şeylerden kaçınmak, bu halde mescide gelmemek var.. Rabbin huzuruna çıkarken, onun nimetlerini üzerinde taşımak var.

Temiz giyinmek…

Vücut temizliğine itina etmek var.

Dua ederken sesi haddinden fazla yükseltmeyi “haddi aşmak – aşırı gitmek” olarak vasıflandırıyor Rabbimiz…

“Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü o aşırı gidenleri sevmez.” (Araf, 55)

(En güzel isimler [esma-ül-hüsna] Allah’ındır. Ona o güzel isimlerle dua edin) buyuruluyor. (Araf 180)

Yani el açmak ve gönlümüzün taa derinliklerine ulaşarak “Ya Rahim, ya Rahman, ya Rauf, Ya Gaffar, ya Halim, ya Settar….” diye seslenmek… Duada zarâfet…

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, savaş esnasında bir vadiyi aşarken yüksek sesle tekbir getiren ashabına “Ey insanlar! Nefislerinize merhamet ediniz. Zira siz sağır ve uzak olana dua etmiyorsunuz. Ancak siz sizinle beraber olan, işitici ve yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz.” uyarısını yapıyor.

İslam’ın en temel müesseselerinden birisi infak. Ama infak, sadece vermek değil, vermek ama güzel vermek. Yani infakta zarâfeti gerçekleştirmek.

Nedir infakta zarâfet?

Sağ elin verdiğinden sol elin haberdar olmaması, mesela.

Başa kakmamak mesela.

Borçlu hale getirmemek mesela.

Kendisini sadakayı alandan üstün görmemek mesela.

“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir” (Bakara, 263)

Allah Teala’nın bütün sınırsız zenginliğine, sınırsız kudretine rağmen “Halim” olması neden hatırlatılır sık sık? Çünkü yumuşak huyluluk diye tercüme edilen “hilm” telkin edilir Müslümana ve hilm, zarâfetin olmazsa olmazlarındandır.

İnfaktaki zarâfeti anlatmaya devam edelim:

Sadakayı alana, böyle bir infakta bulunabilme fırsatına vesile olduğu için teşekkür etmek mesela.

İnfak terbiyesinde zirve ise, sadakaları, o rızkı kendisine lutfeden varlığa, yani bizzat Allah’ın eline verdiği duygusuyla, büyük bir ihtiram halinde vermek…

Bu, infakta zarâfetin de zirvesi olmalıdır.

Acaba namazda da zarâfetten söz edilebilir mi?

Pek tabii edilebilir:

Mesela, tadil-i erkana riayet etmek namazda zarâfet değil mi? Yani gerçek Huzur duygusuyla, büyük bir vakar içinde Rabbin önünde kıyam etmek, rüku etmek, secde etmek… Her rükne itina etmek, hakkını vermek, onun Rabbin Huzurunda yapıldığı bilincinden asla uzaklaşmamak…

Zarif bir namaz üzerinde düşünürsek, eminim, onun yalap şap kılınan, eğilip kalkılan, namazda olduğunun bile farkında olunmayan, ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz gördüğünde “Bu namaz olmadı” diyeceği, mahşer ortamında kişinin yüzüne çarpılacak olan namazdan farklı olacağını göreceğiz.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin terbiyesi, Rabbani bir terbiyedir. “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” buyuruyor.

İşte o terbiyenin içine “rahmetle donanmak” giriyor. “Kaba ve katı yürekli olmamak” giriyor ve “yumuşak davranmak” giriyor. (Ali İmran, 159) Bunların her biri, Rasulullah Efendimizin “zarif” şahsiyetinin pırıltılı yansımalarıdır ve her bir Müslüman’a “güzel örnek” olsun diye Kelam-ı Kadim’de yer almıştır.

Tıpkı bunun gibi, İlahi Kelam’a yansıyan çerçevede ailede zarâfet, sevgi (mahabbet) ile inşa ediliyor, merhametle (rahmet) inşa ediliyor. Müslüman ailenin zarâfeti, “kalplerin birbirine ısındırılması” ile ve bünyesinde barındırdığı “sekinet”le temayüz ediyor. Her gün bir dalaşın yaşandığı yer değil, olmamalı Müslüman aile. (Rum, 21)

Ve bu ailelerin temeline yerleştiği “Müslüman toplum”, sevgi ve merhametle dokunan, “kul hakkı hassasiyeti” ile herkesin birbirinin hukukuna itina ettiği, üstelik bunu, bir polis disiplinine gerek duymaksızın, içten çıkıp dışa yansıyan bir karakter halinde, adeta bir suyun akışı niteliğinde tabii hale getirmiş bir zarâfet toplumu oluyor.

Bugün İslam toplumları bu nitelikte mi? Tartışılabilir.

Ama İslam’ın inşa etmek istediği toplumun bu toplum olduğu muhakkak.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin muazzez kişiliği orada duruyor.

Kur’an’ın rahmet ölçüleri orada duruyor.

Ve Kur’an ölçülerinde, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ölçülerinde kişilikleri süzüp zarâfet örneği haline gelen Allah dostları orada duruyor.

Yapılması gereken, bu güzellikleri kişiliğimize taşımak ve “Zarif Müslüman” olabilmektir.

Mülk Suresi’nin hemen başındaki “Sizi, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda imtihan için yarattık” (Ayet 2) buyurulması, bir anlamda önümüzde tüm hayatımız için bir zarâfet yarışı başlatmış olmuyor mu?

Son söz yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e ait olsun:

““Allah cemildir ve cemal sahiplerini sever, cömerttir ve cömerdi sever, kerimdir ve kerimi sever, temizdir ve temizi sever.” (Tirmizi, edeb 41)
Resim

Gül Yaprağı Kadar Zarif

Gönül terbiyesi almış İslam büyüklerinin birbirine karşı gösterdiği saygıyı Mevlânâ Câmî’nin (Molla Câmî olarak da bilinir) başından geçen bir hadise çok güzel anlatır.

Mevlânâ Câmî (1414-1492) yılları arasında yaşamış olan ünlü İslam alim ve şairlerinden biridir. Onun yaşadığı dönemde tanınmış âlimler, şairler, yazarlar ve bilginler “Suskunlar Meclisi” adını verdikleri bir heyet oluşturmuşlardı. Bu meclis, üyelerini çok düşünen, az konuşan ve az yazan insanlar arasından seçiyordu. Meclisin üye sayısı ise otuz kişiyle sınırlı tutulmuştu. O dönemde yaşayan âlim, şair ve yazarların içinde bu meclise üye olma arzusu vardı. İşte Mevlânâ Câmî bunlardan biriydi. O, gerçekten çalışmaları, ahlakı, nezaketi ile örnek bir insandı. Ancak suskunlar meclisinin üye sayısının sınırlı olması onun, seçkin insanların yer aldığı bu kurulda bulunmasına imkân vermiyordu.

Bir gün suskunlar meclisinin üyelerinden birinin öldüğünü duymuştu. Bunun üzerine üyeleri toplantı halindeyken toplantı yapılan binaya geldi. Binanın önünde bir kapıcı bekliyordu. Ona hiçbir şey demeden isteğini bir kağıda yazıp içeriye gönderdi. Meclis üyeleri Mevlânâ Câmî’yi çok yakından tanıyorlardı, fakat vefat eden üyelerinin yerine birkaç gün önce başka bir değerli insanı almışlardı. Ama Mevlânâ Câmî gibi birini de kapıdan çevirmek, “seni üye yapamıyoruz” demek oldukça zordu. Kendi aralarında epeyce düşündüler.

Ardından da bir bardağı ağzına kadar su ile doldurup kapıcıyla Mevlânâ Câmî’ye gönderdiler. Bununla meclisin üye sayısının tam olduğunu, yeni bir kişiye yer olmadığını anlatmak istiyorlardı. Kendisine, ağzına kadar su ile dolu bir bardak gönderilen Mevlânâ Câmî, meclis üyelerinin ne demek istediğini anlamıştı. O da hemen yanındaki gülden bir yaprak koparıp yavaşça bardağın üstüne koydu.

Haliyle gül yaprağı bardağı taşırmamıştı. Verdiği bu cevapla kendisi için de suskunlar meclisinde bir yerin bulunduğunu anlatmak istiyordu. Meclis üyeleri de ağzına kadar su dolu olan bardağın üzerine bir gül yaprağı konarak kendilerine geri gönderildiğini görünce durumu hemen anladılar. Böyle bir insana çok nazik bir şekilde de olsa daha önce “meclisimizde yer yok!” anlamında bir cevap verdiklerinden dolayı çok üzüldüler. Otuzla sınırlı olan üye sayılarını da aşarak Mevlânâ Câmî’yi meclislerine üye yapmaya karar verdiler.

Mevlânâ Câmî meclise gelince başkan onun adını da listeye yazdı. Üye sayısını belirten otuz sayısının önüne bir sıfır yazarak Mevlânâ Câmî’ye verdi. Başkan bununla Mevlânâ Câmî’nin katılmasıyla meclisin değerinin on kat arttığını anlatmaya çalışıyordu. Listeyi eline alan Mevlânâ Câmî, kendisinin gelmesiyle meclisin değerinin on kat artmış olduğu düşüncesine katılamadığını göstermek için otuz sayısına eklenen sıfırı silip otuzun soluna yazdı.

Verdiği bu cevapla meclisin üye sayısını artırmadığı gibi, kendi değerinin, bu meclisin yanında solda sıfır olduğunu anlatmak istiyordu. Son verdiği cevapla, gösterdiği saygı ve alçak gönüllülük ile Mevlânâ Câmî, suskunlar meclisinin en değerli üyelerinden biri olduğunu ortaya koyuyordu.

Bu yaşanmış vakıa bize zarâfetin insan ilişkilerini ne ölçüde güzelleştirdiğini nasıl anlatıyor? Anlaşılan mesele gül yaprağı kadar zarif ve bulunduğu ortama fazla gelmemekte toplanıyor.

ALTIN OLUK- AHMET TAŞGETİREN


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim

ZİYÂRET
ZİYÂFET

ZARÂFET


Zarif insan duygusal zekâsı yüksek, kalbî hassâsiyeti gelişmiş duyarlı insan demektir. İnsânî ilişkilerde kalbin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Çünkü kalb dış etkilere açık olduğundan evirilip çevrilmesi kolay bir organımızdır.

Zarif insanlar, kalbin âfetlerini bilen ve bu âfetten gönüllerini koruyabilenlerdir. Kalbin en büyük âfeti kasvettir. Kasvetli bir kalb, duyarlılığını; yâni gerek Yaratanla, gerekse yaratılanlarla ilişkideki hassâsiyetini kaybetmiş demektir. Böyle bir kalbe sâhip olan kimseye zarif insan, zarif mümin denilemez.Zarif insanın en önemli özelliği incinmemesi ve incitmemesidir. İncinmemek

de, incitmemek de zor bir iştir. Hatta denilebilir ki incinmemek, incitmemekten daha da zordur. Çünkü incitmemek eldedir. Elinize, dilinize, gözünüze sahip olursunuz, kendinizi frenlersiniz ve insanları incitmeyebilirsiniz. Ama insanların ham-hâlat, çiğ ve hoyrat davranışları karşısında incinmemek elde değildir. Bu ancak çok engin bir gönülle aşılabilecek bir nefs engelidir. Dolayısıyla zarif insan elinden geldiğince incitmediği gibi incinmez de.İnsânî ilişkilerdeki zarâfet ve inceliğin üç önemli özelliği vardır. Kısaca 3Z olarak ifade edebileceğimiz bu özellik ve gereklilikler ziyâret, ziyâfet ve zarâfettir.

Ziyâret, zarif insanın en önemli ilk özelliğidir. Çünkü ziyâret ile mesafeler yakınlaşmakta, göz göze gelinmekte, diz dize olunmaktadır. Ziyâret dostluğa açılan bir kapı demektir. Meselâ hastalık anında ziyaretimize gelenleri aslâ unutmayız. Çünkü insanın moral seviyesinin en düşük olduğu zamanlar hastalık ânıdır. Bu zamanlarda ziyâretimize gelenlerin telkinleri bizleri rahatlatmaktadır. Dolayısıyla ziyâret, zarâfete açılan önemli bir beşeri iletişim kapısıdır.

Ziyâfet, insanları konuk edip ağırlamak demek olduğundan dostlar arasında ülfet meydana getirir. Çünkü ziyâfetler dostlarla buluşma anlarıdır. Böyle ortamlar, kardeşlik tesisi noktasında önemli demlerdir. Nitekim Süfyân-ı Sevrî der ki: “Aynı sofradan yemek yiyenler aynı göğüsten emenler gibi kardeş olurlar.” Yâni nasıl aynı göğüsten emmek sütkardeşliğini doğuruyorsa aynı sofradan yemek yemek de aynı kardeşliği oluşturur. Yemek sırasında insanlar göz göze gelerek, elleri birbirinin ellerine temas ederek dokunma ve göz âşinalığı ile sevgi ortamı oluşur. Dolayısıyla dostluk, sevgi ve kardeşlik için ortak mekânların artırılması, duygu birlik ve bütünlüğü açısından son derece önemlidir. Ziyafet vermenin insanı mutlu eden bir tarafı da vardır. İnsanda başkalarına faydalı olunca vücudunda mutluluk hormonunun salgılandığı bilgisi, bu konuda çok anlamlıdır.

Zarâfet ise beşerî ilişkilerde incelik ve nezakettir. Zarâfet sâhibi kişi, insanların gönüllerine girmek için yollar arar. Gönül yapmak beşeri ilişkilerdeki en önemli boyuttur. Zira gönlüne giremediğimiz insanın beynine asla ulaşamayız. Zarâfet sahibi bir insan herkesle iyi geçinir, hoş muâmele eder ve hoşgörülüdür. İlişkilerdeki zarâfetin en önemli boyutlarından birisi de başkalarına katlanmak ve kendi kusurunun farkına varmaktır. Bu yüzden zarif insan kendine yapılan kötülüklere bile iyilikle mukâbele eder.

Sözün gücünü ve zarâfetin etkisini Yûnusumuz ne güzel dillendirir:

Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola âğulu aşı
Yağ ile bal ede bir söz

Ziyâret, ziyâfet ve zarâfet beşeri ilişkilerin üç önemli ayağıdır. Bu üç husus zarifliğin, inceliğin, kibarlığın en önemli alametleridir.
Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen hamdolsun »

Allah şefaatlerine nail eylesin ...
Karanlıkların aydınlatıcısı nur dedem derman dedem mezartaşını tekrar hatırla diyor gönül ...
Ya huuuu ...
İlla hu ...

Bir gövde borcum var toprağa
Verdim borcumu.
Ruhumun toprağa borcu yok benim.
Arama toprakta beni, ben başka yerdeyim.
Toprağım temizdi, temiz teslim ettim borcumu.
Bu kabir ruhumla gövdemin ayrılış yeri.
Burada arama, burda değilim.
Azapta değil, narda değilim.


Sıkıntım kalmadı artık, aç ve yoksul değilim.
Dünyada haksızlık, sefalet, açlık, sıkıntı, dertlerle arkadaş yaşadım.
Şikayet etmedim Rabb'imden, bu nedir diye
Kırklar, yediler, dörtler, üçlerle arkadaş idim.
Hızır'la buluştum, konuştum, dertleştim, dünya yüzünde...
Şikayet etmedim kendi hâlimden.


Nefsinle uğraşma bu savaş değildir.
Kabirde azabın esası budur.
Bırak nefsini kendi hâline.
Uğraşma onunla yakışmaz sana.
Gövde, nefis, ruh başka başkadır.
Yekdiğerine karıştırıp çengelleme onları.
Nefis dünyada kalır, gövde toprakta
Ruh gider aslı olan Rabb’ine


Burada arama burda değilim.
Azapda değil, narda değilim.
Sıkıntım kalmadı, aç ve yoksul değilim.
Gövdemi verdim toprağa borçlu değilim.
Nefsimin de derdi dünyada kaldı.
Üzme kendini, ben de senin gibiyim.
Rabb'imin yanında uçar gibiyim.



Dr. MÜNİR DERMAN
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen simurg »


.
.
.
Bu yazıyı yazan ne zaman yazdı bilemiyorum,
ama ben her satırını bugün yaşadım.

Bütün kelimelerde kendimi seyrettim,
en solmuş, silinmiş, yokluğuna dua etmiş elbisemi giyindim bugün.

Ve her an dilimde olan duamı yineleyip durdum,
içim karmakarışık olsada yüzeyim kımıltısızdı,
çünkü kımıltılara takaati kalmamış cesedler öylece nefessiz dururlar.

"Allah'ım muhakkak herşey hep hayr. Sen hayrdan ayırma. Ve beni yalnızca Sen bil, ve kendine sakla lütfen. Amin."

.


Bir meteor kadar yalnız hissediyorum bazen kendimi
Yerin çekimi öyle artıyor ki,
Yer vaktinden önce yiyecek sanıyorum beni.
Vakti ne zamansa bazen özlüyorum
Bazen vakitsizliğe kanıyorum
Yenmiş buğday tanesi gibiyim,
Bir başak bile veremeyecek kadar eksilmişim.
Nuhun gemisine binmeyi unutmuşum da
Sulara yutulmak aşamasındayım sanıyorum.
Dört ayağım dört yöne çekiliyor
Sümeyye ana değilim sabrım yetmiyor,
Darlıkların darağacı teslim almış boynumu
Kendim uzatmışım kadar itirazsızım
Kalbimde kelimesiz bir lisan çığlıklara boğuluyor
Böylesi bir gürültüden, korkularım da korkuyor.
Tenhalarda hüzünlerim büyüyor
Hüzünler tenhalıklarımı büyütüyor
Ellerim havada asılı birer yaprak misali
Yanıma uzatılmış halini seyrettiriyorlar
Bu eller boş, hep boşlukta,
Ve ben boşluğu her an yeniden isimlendiriyorum.
.
.
.
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

DEM bu DEMM-de
DEM-ler CEMM’-de
hİÇ İÇ-inde,
HeP-i HeMMM-de..

DEM bu DEM-de DOST!..


Tarlayım Tohumum Bağdayım UN-um
Bir DAMLAda Tufan.. KûN FeyeKûN-um
BİLmem DivÂNÂyım BİLmem MecNûN-um
LEYLÂ-mın ADInı ANdım AN-alı!..



KAÇtım Kovaladı.. KOVdukça KAÇtı
GEÇtiği YeR-lere KOKU-sun SAÇtı
SimsiyAH Saçlarım Yedi RENK AÇtı
AŞKın ATAŞına BANdım BAN-alı!..



NEFSü’z-ZÂT-ta idim, Küllî ŞEY OLduM
NEYzendim DuDakta NİYAZ NEY OLduM
MEYhâneci Oldum, MEYci - MEY OLduM
KEVSER KÂSEsinden KANdım KAN-alı!..



YOL- YOLcu- YOLlukla- YOLdaşım Gitti
ENFÜSte – ÂFAKta.. UMUDum Bitti
“BİZ İZi” n KAYBettim… KervÂNım Yitti
Kul KITMİRi Köpek SANdım SAN-alı!..



ZÜMRÜd-ü ANKAyım.. “Kaf” Kisb u KÂRım
HAKK’ın HaZZı Zâhir.. ZeVKimde ZÂRım
YANar DAĞlar Gibi ÖZ-ümde YÂRım
Kendi ATAŞ-ımda YANdım YAN-alı!..



“e lestu” SORusun.. “Belâ!” Zararım
GöNüL GeRGeFinde TeVHiD Tararım
YÂR AŞKIm MeŞK Eder ASLım Ararım
KULLuk Mahşerine İNdim İN-eli!..



Yedi KİMlik KULum YÜZümde TÜLüm
Yedi DALLı Yedi Renkli Güz GÜLüm
Yedi GÖKte Yedi DİLLi BüL BüLüm
ALİ ŞaH DüLDüLün BİNdim BİN-eli!..



Rasûlullah RaVZasında TEK-BİR-im
Melâmî MeşReBim Şah ALİ PÎRi-im
SıRR-ı Sıfır SIRRaTında KITMİR-im
Yâ-SîN SîNesine SİNdim SİN-eli!..



AŞK Avcısı İdim AV-ım VURuldum
SaLLım SeLL Eyledim SıRRa Savruldum
Zemheride Kor AL-EVle Kavruldum
CAHİMin CeVRinde DONdum DON-alı!..



ARZından ARŞına “ALLAH!” Avaz-ıM
RASÛLun RAVZAsı RABB-ma RAZ-ıM
Şu AN Şehâdette Şe’eN ŞaHBaZ-ıM
“OL-AN” Omuzuna KONdum KON-alı!..



ASLımı AKLımda NAKL İle BİL-diM
fASLımı YAŞAdım: “ben, BEN” Değil-diM
hASLımı ELEdim, SıRRımı SİL-diM
vASLımı VeCHine DÖNdüm DÖN-eli!..



SîN-esin SıRRını SîN-le SiL-meyen
DİL-in, DiL-im DiL-im DiL-im DiL-meyen
Kul KITMİR-i TAŞa TUTar BİL-meyen
yÖNümü YÂR-ime YÖNdüm YÖN-eli!..



CeMü’l- CeM CeVHeRi CiM-im CÜZ’süzüm
Yedi Mevsim MîM-im.. Bahar GüZ-süzüm
Bilye Gibi Baş - Ayaksız YüZ-süzüm
SıRRımı SuBHÂN-a SUNdum SUN-alı!..



Kul İhvÂNi ÇiLe ÇaĞa HaYY cANım
BaĞBÂN OLdum BİZ-BİR BaĞa HaYY cANım
HaSaN DaĞ-dan ULU DAĞ-a HaYY cANım
SÜRgünden SÜRgüne SÜNdüm SÜN-eli!..

10.10.11 11:10
gkç-drs-trs-tkk-brs…



NEFSü’z-ZÂT:

قُل لِّمَن مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ قُل لِلّهِ كَتَبَ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
---"Kul li men mâ fîs semâvâti vel ard(ardı), kul lillâh(lillâhi), ketebe alâ nefsihir rahmeh(rahmete), le yecmeannekum ilâ yevmil kıyâmeti lâ reybe fîh(fîhi), ellezîne hasirû enfusehum fe hum lâ yu’minûn(yu’minûne): De ki: «Göklerde ve yerde olanlar kimindir?» «Allah'ındır» de. O, rahmet etmeyi kendi nefsine yazmıştır. Sizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini zarara sokanlar inanmazlar.” (En’âm 6/12)
alâ nefsi-hi: ALLAH celle celâluhu kendi nefsi üzerine..

e lestu:

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
---“Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne) : Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (A'râf 7/172)

Cahîm:

وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الصِّدِّيقُونَ وَالشُّهَدَاء عِندَ رَبِّهِمْ لَهُمْ أَجْرُهُمْ وَنُورُهُمْ وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ
---"Vellezîne âmenû billâhi ve rusulihî ulâike humus sıddîkûne veş şuhedâu inde rabbihim, lehum ecruhum ve nûruhum, vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbul cahîm(cahîmi): Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, (evet) işte onlar, Rableri yanında sözü özü doğru olanlar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükâfatları ve nûrları vardır. İnkâr edip de âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemin adamlarıdır.” (Hadîd 57/19)
el cahîmi: alevli ateş, cehennem.

OL-AN, KûN feyeKûN TeceLLîsi:

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
---“İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kun fe yekûn(yekûnu) : Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı "Ol" demekten ibarettir. Hemen oluverir.” (Yâsîn 36/82

VeCHine DÖNdüm:

وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
---“Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh(vechullâhi) innallâhe vâsiun alîm(alîmun) : Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir.” (Bakara 2/115)

KULİHVÂNİ


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen simurg »

-anlamaya çalışırken düşündüklerimin bazılarını dile getirmek istedim-

.
Bazen kulağımın, gözümün, kalbimin olması gerektiği şekilde çalışmadığını düşünüyorum,
“summun, bukmun, umyun ” kendimi bu âyet kelimeleri ile anlatılan halin tam içinde hissediyorum.

Çünkü her duyu hakikatine sadık çalıştığı sürece anlamlı,
ait oldukları insanın hakikati idrak edebilmesine vesile olmaları gerekiyor.

Ve ÖZ’üne yakınlaşabilmesi için o insana yardımcı olmaları gerekiyor,
Ayrıca bütün herşeyin yaradılma gayelerinin de bu olduğunu düşündüğümüzde
bâtınen ruhumuzun eli, ayağı, kulağı ve kalbi demek olan bu
zâhiri el, ayak, göz, kulak ve kalbimizi özürlü ve engelli etmek yine bizim kendi ayıbımız diye düşünüyorum.

Çünkü bizim sandığımız bu âletlerin zâhiren ve bâtınen hakkını verebilmemiz için,
ayırt edebilme yeteneği ile süslenmiş aklımızı ve
muhalefetine muhalif olmakla hayra kullanmış olabileceğimiz nefsimizi ıslah etmeye gayret etmemiz
ciddi şekilde yaradılışına uygun hareket etmemiz gerekiyor.

Kendimizi özürlü hale getirmek aklın ve nefsin hakkını verememiş olmamızın bir sonucu,
Ve en ciddi hastalık hâlimiz diye tanımlayabilirim artık,

Çünkü bu akşam Hocamızın açıklamalarından bu mânâya kavuştum elhamdülillah..
En hasta olmakta, en mahrum olmak,
Yani o özellikten özürlü olmak demekmiş.
Hastalığın en azab veren tarafı insanı mahrumiyete mahkum etmesi sanırım.

Biz kendi ruhumuzun emrine ve idrakimizin eline vasıta olarak verilmiş olan duyu ve hassalarımızı
hakiki amacına uygun kullanmak gayretimizi azamiye çıkararak kullanmakla sorumluyuz o hâlde.

Aklımızın akıl olarak hakkı ile görevini yerine getirmiş olması onun hakkını vererek,
doğruyu yanlıştan Hakk ile ayırt edebilmesi özelliğinin önüne engel koymadan onu çalıştırmamız gerekiyor.

Nefsimizi bize muhalefet etme özelliğine muhalefet ederek doğru şekilde Hakk ve Hayr adına çalıştırmamız gerekiyor.
Ancak bu şekilde duyularımızdan engelli olmayı seçmemiş,
Lâyıkıyla onlardan istifâde etmeyi seçmiş olacağız inşae ALLAH!

Rabbim “summun, bukmun, umyun ” olmamızdan bizleri hıfz ve muhafaza etsin inşae ALLAH!
İnsanın mevcud bir imkanı ve fırsatı kullanamaması kadar büyük bedbahtlık olamaz,
Rabbim Nimet-i İlahî olarak vermiş olduğu bütün unsurları Hakk ve Hayrlar ile kullanabilmemizi,
Va lâyıkıyla istifade edebilmemizi nasib ve ihsan etsin inşae ALLAH! Âmin!.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen simurg »

Biz kendimizi rüzgarın savurduğu yaprak gibi oluruna bırakmak acayipliğini yapma hakkına sahip değiliz.
Herşeyin üzerimizde hakkı var.
ve bu hakkları en güzel şekilde idrak ederek teslim etmek zorundayız.

Çünkü "insan başıboş yaratılmadı"
Bu dünyada başıboş davranmak ve yaşamak hiç bir kimsenin hakkı değil.
İnşae ALLAH kaderlerimizi Hakk'a teslim olmuşlar olarak yaşamamız ihsan olsun . Âmin!.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen simurg »

Gül’ün yaprağına bakıyorum, hiçbir insan eliyle dokunmuş ipeğin bu kadar muhteşem olamayacağını görüyorum,
Dalından tek bir yaprağı koparamıyorum artık
Bu güzellikleri görebilmeye başladığından beri gözlerim,
Ellerim koparmak bir yana koklamak için bile dokunmaya kıyamıyor onlara.

Bu hafta pazardan kırmızı bir GÜL fidanı aldım.
Çok küçük, ama üzerinde birkaç tomurcuk ve bir tane de açmış gül vardı,
Arabada eve gelinceye kadar kucağımda seyredip durdum,
Bu kadar yakından ve bu kadar dakikalar boyu hiç gül seyretmeden bu yaşa geldiğimi farkedip çok üzüldüm.

Kimbilir daha ne çok şeyi farkedemeyip kaçırmışımdır,
Zamanı gelip fark ettiğim de onlar içinde ayrı ayrı üzülürüm.
Ama bugün bir gül fidanında her varlığı fidan haliyle görmeyi öğrendim.
Şükürler olsun!.

Kuru dal olsa da, bir “şey” olan her şeyin ne kadar güzel olduğunu ,
İnsan elinin hiçbir şart ve imkan ile başaramayacağı kusursuzlukta olduğunu
Ve Rabbü’l- âlemin’imizin bizlere sırf gördüklerimizin güzelliği ve sonsuz çeşitliliğine bakarak
Ne büyük ikramlarda bulunmuş olduğunu yeniden anladım.

Sessiz ve nazlı bir gül fidanı insana kendisini farkettirirken,
Nefesin esiri ediyor.
Muhteşem kokusuna şahidlik edebilmek için onu koklamak duyusunu kullanıyoruz.
Koklayamasaydık ve koku yaratılmamış olsaydı,
Bu güzellikleri müşâhademiz yarım ve eksik kalacaktı.
Aklımıza gelmeyecek sonsuz güzellikleri ile bizi sanatına hayran bırakan Rabbime şükürlerim sonsuz.

Gül'ü besleyen gübrenin kokusu bile çok güzel,
Çünkü gözün seyrettiği, gönlün kendisinden geçtiği bu güzelliğin yetiştiği yer orası.

Hocamın “Gübre, Gül’ün anasıdır” sözünü hatırlayarak aldığım bu gül fidanı,
Ummadığım kadar Gül’ü ve Gübreyi AN-lattı bana.

Sessiz konuşanlar hep hakikat konuşuyor,
Sözlere insan nefsi, aklı değiyor.
Ama sessiz anlatılan, sözsüz konuşulan herşeyde hakikat kendisini ortaya olduğu gibi seriyor.

Geriye, BİZ-im duyup anlayabilmemiz için mevcud duyularımızın frekansını yapan hocamızın sözlerini yaşamak nimeti kalıyor elhamdülillah!.
Göz farketmeye ayarlı olmayınca önündekini görmüyor,
Doğru gözlük yerine oturtulunca hiç ummadığımız şekliyle herşey görünür oluyor.
Buğulu, isli-paslı henüz GÖZlüklerim benim,
İnşae ALLAH iyi gören gözlerimiz olsun!
Gözümüz kalbimizle BİR görsün! PÎR görsün!.
İnşae ALLAH!. Âmin!.
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen Gul »

“Bazen kulağımın, gözümün, kalbimin olması gerektiği şekilde çalışmadığını düşünüyorum,
“Summun, bukmun, umyun” kendimi bu kelimeler ile anlatılan halin tam içinde hissediyorum.”
Sevgili Hümeyra Cann,

Akşamki sohbette ben de bu ifâdenize benzer duygular yaşadım. Her
Muradullahı duyamayıp , Emrullaha uyamadığım zamanların ardından vicdanım "sağırsın, körsün, dilsizsin!" diye sessizce yer ve gök dolusu haykırmakta… Çünkü Allah’tan razı olamadığımı farketmekteyim. Bu haykırışın ardından kendimi tam anlamıyla kulaksız, gözsüz, dilsiz hissetmekteyim. Bir bakmaktayım ki sonucum başucuma zıtlaşa zıtlaşa gelmiş.

Ve o ses içimde yankılanmakta!..


Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"

Allahımız bize kendisinden gönül hoşluğu ile razı olabilmeyi ve kaderimize de gönül hoşluğu ile razı olabilmeyi nasip etsin İnşae ALLAH!.

"Allah razı olsun cann."

"Essalatu vesselâmu aleyke Yâ Rasûlallah "

"Allahumme ente's- selâmu ve minke's-selâm, tebârekte Yâ ze'l- Celâli ve'l- İkram."

Bu akşam rüyamda duyduğum bir salâvat vardı. Netten biraz araştırıp anlamına ve devamına baktım. Onu da eklemek istiyorum İnşae ALLAH!.



"Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke Yâ Resûlallah!.
Sana binlerce salât ü selâm olsun Ey Allah’ın Resûlü!

Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke Yâ Habiballah!
Sana binlerce salât ü selâm olsun Ey Allah’ın Sevgilisi!

Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke Yâ Emîne Vahyillah!
Sana binlerce salât ü selâm olsun Ey Allah’ın vahyinin emîn temsilcisi!"
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim

Nasilsun, iyimisun? Gül-simâ (Gülsüm) kizum...
Yıllar önceydi.
Eczane yeni açılmış, canla başla şevkle çalışmaya başlamıştım.
İş muhitim, son derece karışık, her seviyeden insanların bulunduğu bir çevreydi.
Civar köylerin dolmuşları, o muhitten kalktığığı için müşterilerimin çoğu köylülerdi.
Tekel işçileri, köyden şehire gelip yerleşmiş insanlar, hancılar, yolcular, psikopatlar, küçük mafya mensubları, kabadayılar vs..vs..
VE çok azda olsa mütedeyyin insanlar.
Yıl 1975...
22 yaşlarında, bir çocuklu, avukat olan bir beyle evli, idealist, sosyalist , hayata nasıl bakacağının üzerinde pek de durmayan,
Bir eczacı hanım...
Halka canla başla hizmet edeceğine, kendinden önce babasına söz vermiş, öz verili cömert hayır sever bir babanın kızıyım o zamanlar...
Bambaşka bir meslek aşkıyla atılmışım hayata ki görmeyin gitsin..
Pansumanları kendi ellerimle yapıyor, iğneleri kendim enjekte ediyor, elimden geldiğince hastaların dertlerine faydalalı olmaya çalışıyorum.
Kısa sürede kendimi halka kabul ettirmişim.
Doğrusu, hayatımdaki en güzel duaları da o zamanlar almıştım.
"Allah senden razı olsun"
"Ellerin dert görmesin"
"Allah seni hacı hatun eylesin"
"Allah seni KÂbe'lere nasib etsin"
"Allah sana dert verip, derman aratmasın"
Bunlar hatırımda kalan ve en çok hoşuma giden dualardı.
Hele bir dedecik vardı ki...
Masmavi gözlü, kırmızı yanaklı, bembeyaz sakallı, yüzü nurlar saçan bir dede..
Kapıdan daha girer girmez, arkam dönük de olsa o şefkat ve sevgi dolu sesini duyardım:
"Nasilsun, iyimisun? Gül-simâ kizum... Allah sana daüma eyülük versün da.. Cennet hatunu olasun inşallah"
Adım "Gülsüm". ama o bana "Gül-Sima " derdi.
"Senin şu güler yüzüne tatlı diline, ta nerelerden geliyorum. Allah anana babana rahmet etsin " derdi..
İşin garib tarafı ALLAH (CC) yolumu, HAKK yoluna çevirdikten sonra nurlu dede gelmez oldu.
Her halde Hakk'ın rahmetine kavuştu dedim.
Oysa durum başka türlüydü.
Kendisi yoktu ama ister inanın ister inanmayın, ne zaman darda sıkıntıda olsam, ne zaman kendimi bir çıkmazda bulsam, sesini duyarım. Hayal meyal değil aynen:
"Nasilsun, iyimisun? Gül-simâ kizum... Allah sana rahmet esin"
İçimi bir gariblik sarar döner arkama bakarım.
Oysa sadece sesidir duyduğum.
Sonra sebebsiz değildir.
Ama ben öyle diyorum ( yani bu kadarcık şeyden ağlanmaz diye), içli içli ağlarım.
Sesizce hıçkırarak.
Bi de bakarım ki sıkıntım geçmiş.
Akl-ı selim düşünüyorum ve çareler akıverir beynime, kalbime ve tüm dertlerime.
Sanki nurlu dedenin hal hatır sorardan ibaret gibi sanılan ""Nasilsun, iyimisun? Gül-simâ (Gülsüm)kizum..."? sorusu, çarelerin anahtarıdır benim için.
Bazen de sesini duymasam bile hatırıma gelir, bir kaç defa kendime sorarım onun yerine :
"Nasilsun, iyimisun? Gül-simâ Hatun..."
Hem de yüksek sesle..
Eğer bu âlemden bâki aâleme göçmüşse, ruhu serbest olanlardan olmalı (ki ben öyle olduğuna inanıyorum).
O beni görüyordur da, İnşae Allah, ben de âhirette onu göreyim.
Allah rahmet eylesin, NURlu Dede'YE
İnşae Allah cennet efendisi olasın..... ÂMİN, Yâ MUİN.....
Gülsüm Yüksel
En son HAYY-DOST tarafından 18 Eki 2011, 10:33 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen simurg »

O resimdeki dedeyi bir yerden tanıyorum derken,
sonunda buldum sanırım.

Bende çok evvelce bir Tv programında kendisiyle yapılan bir röportajı seyredip
çok tesirinde kalmıştım.
Bediüzzaman Said'i Nursi Hazretlerinin en yakın talebelerinden olan birkaç kişiden birisi,
Mehmet Fırıncı Efendi o resimdeki muhterem.

Birkaç yıl evvel Rahmeti Rahmana göçtüğü haberini de yine TV de öğrenmiştim.

Kendisine sonsuz Rahmetler ve nurun ala nur müstesna makamlar dua ederim.
Rabbim şefaatlerine nail eylesin inşaallah. Amin.
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

simurg yazdı:O resimdeki dedeyi bir yerden tanıyorum derken,
sonunda buldum sanırım.

Bende çok evvelce bir Tv programında kendisiyle yapılan bir röportajı seyredip
çok tesirinde kalmıştım.
Bediüzzaman Said'i Nursi Hazretlerinin en yakın talebelerinden olan birkaç kişiden birisi,
Mehmet Fırıncı Efendi o resimdeki muhterem.

Birkaç yıl evvel Rahmeti Rahmana göçtüğü haberini de yine TV de öğrenmiştim.

Kendisine sonsuz Rahmetler ve nurun ala nur müstesna makamlar dua ederim.
Rabbim şefaatlerine nail eylesin inşaallah. Amin.
Resim

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Ali İhsan Tola (82) Isparta’nın Senirkent ilçesinde dün sabah Hakk’ın rahmetine kavuştu. Uzun bir süredir sağlık problemleri nedeniyle dışarıya çıkamayan Tola, Türkiye’nin dört bir yanından gelen ziyaretçileriyle evinde görüşüyordu
Misafirlerine hep müspet hareket ve sabrı tavsiye eden hocaefendinin vefat haberini alan talebeleri ve sevenleri, ilçeye akın etti. Eczacılık da yapan Tola, bitkilerden elde ettiği ilaçları ve terkipleri hastalarına ücretsiz dağıtıyordu.

Hocaefendinin kızı Handan Tola, babasının hayatı boyunca bir dakika bile nefsi için yaşamadığına şahit olduğunu belirtti. Ömrünün son dakikalarına kadar hep Hakk’ı anlatma gayreti içinde olduğunu ifade ederek, “Son saatlerinde dahi bütün gücünü toplayıp kendisini muayene etmeye gelen doktorlara bile bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Hayatı da hep öyle geçti zaten.” dedi. Torunu eczacı Ömer Tola da dedesinin Türkiye’nin her tarafından ziyarete gelenlere sohbetler ettiğini, hasta olmasına rağmen onları dinleyerek sorularına cevap vermeye çalıştığını aktardı. Yeğenlerinden Abdullah Tola ise şunları söyledi: “Amcam ilmî ve tıbbî alanda da ciddi çalışmalar yaptı. Aynı zamanda orman mühendisiydi. Organik tarım, ekolojik dengenin korunması adına birtakım projeleri vardı. Bitkilerden elde ettiği ilaçları ve terkipleri hastalara ücretsiz dağıtırdı. Hangi bitkinin hangi hastalığa ve kaç gram kullanılması gerektiğini bilirdi. Birçok insan yanına girer, kafasındaki soruyu soramadan cevabını alır çıkardı. Buna birçok kez şahit olmuşumdur.”

1927 yılında Senirkent ilçesinde doğan Tola’nın 3′ü kız, 1′i erkek 4 evladı bulunuyor. 1960 yıllardan bu yana ömrünü iman ve Kur’an hizmetine adayan hocaefendinin cenazesi, bugün Senirkent’teki Pazarcık Camii’nde öğle namazını müteakip kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verilecek.

(Zaman, Mayıs 2009
)


Sevgili Simurg Can,
Yazıyı aktarınca, internetten "nurlu dede" resmi aradım.
En güzelini seçip, kopyaladım.
Kendisi gerçekten yazıda anlatılan dedeye çok benzediğinden onu seçtim.
Ama kendisinden bahis edilmesini ruhaniyeti arzu etmişki, senin vesilenle öyle yaptık.
ALLAH celle celâluhu SENDEN RAZI OLSUN.
Beni de mesuliyetten kurtarmış oldun canım..
ALLAH celle celâluhu bu mübareklerin şefaatine bizleri nâil eyleye!..
ve tüm evliyalar ordusunun baş komutanı ResuRasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendi'mizin de
Makam-ı Mahmud'da dağıtacağı en büyük ilahî şefaatden de nasiblenmeye nâil eylesin cümlemizi..
...
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen Gariban »

simurg yazdı:Biz kendimizi rüzgarın savurduğu yaprak gibi oluruna bırakmak acayipliğini yapma hakkına sahip değiliz.
Herşeyin üzerimizde hakkı var.
ve bu hakkları en güzel şekilde idrak ederek teslim etmek zorundayız.

Çünkü "insan başıboş yaratılmadı"
Bu dünyada başıboş davranmak ve yaşamak hiç bir kimsenin hakkı değil.
İnşae ALLAH kaderlerimizi Hakk'a teslim olmuşlar olarak yaşamamız ihsan olsun . Âmin!.
Sevgili Simurg can,
Cok guzel ifade etmissiniz Allah razi olsun. Insanoglunun hayat irmaginda yuzusunu somon baliginin seyahatine benzetirim. Irmagin akisina biraksa kendisini, kayalara toslayip durur insan. Kendi icindeki yakutu fark etmeden uzerine katmer katmer ben camuru kaplayanlarin ne kendine ne Hakk'a karsi bir hurmeti var. Buna kadir ve kiymet bilmemekte diyebiliriz belki.

Es Selam ve sevgiyle
garibAN
Resim
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen MINA »

Gariban yazdı: Insanoglunun hayat irmaginda yuzusunu somon baliginin seyahatine benzetirim. Irmagin akisina biraksa kendisini, kayalara toslayip durur insan. Kendi icindeki yakutu fark etmeden uzerine katmer katmer ben camuru kaplayanlarin ne kendine ne Hakk'a karsi bir hurmeti var. Buna kadir ve kiymet bilmemekte diyebiliriz belki.

Es Selam ve sevgiyle
garibAN

Öyleyse ilk kendimizden başlamalıyız...
''ALLAH'' C.C adını, tadını gönlümüze, ruhumuza DUYurmak için ne buyurmuşsa, Efendimiz (SAV), ve İZindeki HAK DOSTları onları can'LÂ başla uygulamaya gayret etmeliyiz...

Ebedi Sevgiye nail olmak duasıyla.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
Resim

ÖNSÖZ


Allahu Teâlâ'nın İhsan izniyle,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellim'in Ekrem ikramıyla,
Ve gerçekten himmetlerini hep göre geldiğim Azîz Eren Baba'larımın duasıyla düşünürdüm hiç durmadan...
Muhammedî Tasvvuf ne idi, nerelere götürüldü, günümüzde ne hâlde?
Ve en önemlisi ise fıtrî meşrebinde Rabb’ısıyla tanışmak aşkı olan bir gencimiz;
Kimlere baş eğmeli ya da eğmeden nasıl kendini ve Rabb’ını bilmeli, bulmalı ve yaşayabilmeli idi??...

İşte bu sorular sonucunda;
Zâhiren Lâtif YILDIZ, Bâtınen KUL İHVANÎ çeşmesinden akan İlâhî İLİM ve Muhammedî EDEB "SU" yunun kaynağı sadece ve sadece Muhammedîdir.
Muhammedî oluşu zâten kapsayan, Kur'ânî Ve Rabbânî oluş ise hâliyle birliktedir biledir...

Bu Çile çeşmesi;
Allahu Zü'l- Celâl için herkese selsebildir,
Muhammed aleyhisselâm adına hesabına ve şerefine O'nun özellik ve güzelliklerini arz etmekten başka olan; amaç, çıkar vs.ler kendisine haramdır..
Yiğitliği ise, 4 mevsim yıkılmadan ayakta kalabilmek ve Hasbî Hizmet Kıyamı’nda sürekli durabilmektir...
Zikr-i dâim, Fikr-i dâim, Şükr-ü dâim ve Sabr-ı dâim köşelerini yere indirmemek için;
Muhammedî Melâmet içinde merhamet ve muhabbetle her gelene :
"BUYURUNUZ EFENDİM! SİZİNDİR!!" alın yazısını okutabilmektir…
Bir yudum içenin “BEN”likten “BİZ” liğe geçiş kemâlâtını kutlayabilmektir..

Bu çeşmeden "Aslı pâk SU"yun akışında;
Görülecek, sanılacak veya tesbit edilecek her yanlış ve hata Çeşmeye-Bana aittir.
İncelenir yanlış ise derhal düzeltilir...

Bir zamanlar çala kalem ve çok kısa sürede yazılan "Muhammedi Tasaavvuf"u;
İlgi duyan değerli gençlerimizle birlikte yeniden elden ve gönülden geçirelim istedim.
Forumda açılan Tasavvuf köşemizde BİRlikte ve BİZlikte İnşâallah…

Her yeni konu da anlatamadığım, anlaşılamayan kısımları yeniden düzenlemeliyiz..

Bizler hamd olsun alışılmış piyasa işi bir tarikat çemberinde cem' değil de,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem' in mutahhar yüreğinde BİR ve BİZ olmayı ve "Şu an ki şehâdeti"ne fiilen iştirak şerefini hayat , din ve âhiret gâyemiz bilmekteyiz..
Hepimiz biribirimizin sadece hizmetçisiyiz.
Şişen, şişirilen, şişirtilen basit balon mübârekliklerinin nasıl patlayıp, çatladığına veya elden kaçanlarının nasıl yok olup gittikleri acı sonuçlarını görmekteyiz...
İmam-ı Mutlak, Rehber-i Mutlak ve Mürşid-i Mutlak Muhammed aleyhisselâm...
Söz bitti.. hepimiz cemâatıyız.. ve ne yaptığımızdan eminiz çok şükür...

Bize, "Muhammedî Tasaavvuf" taki "Muhammedî" kelimesini çok gören 40 yıllık tarikat arkadaşlarıma ise diyecek çok sözüm yok!
Ancak;
İmanında, âmelinde, ahlâkında ve hâllerinde Muhammed aleyhisselâmı duyup da uyanlar mutlaka “Muhammedî” dirler ki,
Bu her müslüman için Emrullahtır hatta Muradullahtır..
Gerçek böyle değil ise "Muahammedîyim!" sözü korkunç sonuçlara gebe boş bir kuru gürültüdür ve görüntü ambalajı bomboştur..
Ben isem de, sen isen de, o ise de... fark etmez…

Dingin bir Bedenle Zikret ve Üzme!

Singin bir Nefsle Fikret ve Üzülme!

Yungun bir Gönülle Şükret ve Sev!

Yangın bir Ruhla Sabret ve Sevil!..


Es Selâm ve Muhabbetlerimle
KULİHVANİ
YAZININ DEVAMINI SİTEMİZİN ANASAYFASINDA (SOL TARAFTA)
OKUYABİLİRSİNİZ....
Resim
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen simurg »

HAYY-DOST yazdı:Ana-babalar bu kurtarıcının kendi nesillerinden olmasını istiyor.. ve birçoğu yeni doğan çocuğuna "Muhammed" ismini veriyor...[2]



Bu ifadenin buradan başka hiç bir kaynakta varlığına rastlamadım.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'i anlatan her eserde
Mübarek isimlerinin, Hz. Amine (Radıyallahu anha) annemize,
ve dedesi Hz. Abdülmuttalib (Radıyallahu Anh)'e aynı vakit de
rüyalarında ilham olunduğu yazılmakta.

Ve Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'den önce hiçbir insana isim olarak verilmemiş olduğu,
hatta hatırlarına bile getirilmediği bilgisi yer almakta kaynak eserlerde.

O zamanın insanları, dedesi Efendimize bu ismi koyduklarında,
şaşkınlık beyan etmişler ve,
"ne güzel bir isimdir, nasıl aklettin "demişler.

İsmi de kendisi gibi eşsiz ve hususi olduğundan bu beyanları kalbimle kabul etmişimdir.
O sebeple buraya eklemek istedim.
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: OKUNMAYA DEĞER YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Peygamberimiz Aleyhisselamdan Önce Kimlere ve Ne İçin Muhammed İsmini Koydukları

Tâbiîn bilginlerinin büyüklerinden Saîd b. Müseyyeb der ki:
“Araplar, kendilerinden, Muhammed isminde bir peygamber gönderileceğini, Kitab Ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlarla kâhinlerden
işitmişlerdi. Bunu işiten Araplardan bazıları-peygamber olması ümidiyle-oğullarına Muhammed ismini vermişlerdi:
1) Benî Temimlerden Süfyan b. Mücaşi’, Şam’a gidip bir rahibin evine inmişti.
Süfyan, kendisinin Mudarlardan olduğunu söyleyince, rahip:
“Araplar içinde bir peygamber gönderilecek, kendisine Muhammed denilecektir!” dedi.
Bunun üzerine, Süfyan, doğan oğluna Muhammed ismini verdi.
Muhammed b. Süfyan, büyüyünce, Hıristiyan papazı oldu.
2) Benî Süleymlerin Zekvan oğullarından Muhammed b. Huzâî’ye, Muhammed ismi, peygamber olması ümidiyle verilmiştir.
Ebrehe bu Muhammed b. Huzâî’yi Yemen’e götürmüş, o da orada Ebrehe’yle birlikte bulunmuş ve Hıristiyanlık dininde ölmüş; Ebrehe’nin emriyle, Kâbe yerine, San’a’daki Kulleys kilisesine haccetmeleri için propaganda yaparken, Huzeyl’lerden Urve b. Hıyad tarafından bir okla vurulup öldürülmüştür.
3) Benî Süleymlerden Muhammedü’l-Cüşemî’ye,
4) Muhammedü’l-Useydî’ye,
5) Muhammedü’l-Fukaymî’ye,
6) Muhammed b. Berrü’l-Kinanî’ye,
7) Muhammed b. Humran b. Malikü’l-Cu’fî’ye,
Benî Cahcabalardan Muhammed b. Ukbetü’l-Cülahu’l-Evsî’ye,
9) Muhammed b. Hırmazü’t-Temim’e,
10) Evsîlerden Muhammed b. Meslemetü’l-Ensarî’ye… hep, peygamber olması maksat ve ümidiyle Muhammed ismi konulmuştur.

İslam Tarihi M. Asım Köksal
Resim
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön