TASAVVUF ve TARÎKAT

Cevapla
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

Resim


TASAVVUF ve TARÎKAT

Abdulbâki GÖLPINARLı

Elinizde bulunan bu kitap Sâdât-ı Rufâîyye’den üç büyük zâtın hayatını konu edinmiştir. Dolayısıyla kitabımızın ağırlıklı bölümü bahse konu zâtların hayatlarıdır. Tasavvufî Meşrepleri, mensûb oldukları tarîkatları ve dünya görüşlerini ihtiva etmektedir. Tasavvuf ve tarîkat başlığı altında yayınladığımız bu bölüm başlı başına Tasavvuf ve tarîkatları anlatan müstakîl bir kitap çalışması olmadığından genel ve özet bilgiler vermeye gayret ettik.
İsmini birçok ağızdan defâlarca duymuş olduğumuz halde hakikati hakkında pek azımızın bilgisi olan Tasavvuf ve tarîkat meselesini iyice anlayabilmek için bazı ön bilgilere ihtiyâç vardır.
Bunlar sırasıyla:

1- Tasavvuf’un lûgat ve ıstılâh ma’nâsı,
2- Tarîkat’ın lûgat ve ıstılâh ma’nâsı,
3- Tarîkat’ta kullanilân bazı tâbirler ve kısa îzâhları,
4- Seyr ü sülûkta Merhaleler
5- Zikir ve Rufaîlik
6- Rufaîlik’te zikir usûlü
7- Tarîkat’ın gâyesi ve yaptığı hizmetler,
8- Tarîkat’ın İslâm Dini’ndeki yeri,
9- Tarîkat’ın ferde ve topluma etkisi,
10- Tarîkat mensûbu kime derler, nasıl mensûb olunur, mecbûriyet var mıdır?
11- Tarîkat mensûblarının yaptıkları başlıca şeyler nelerdir?
12- Tarîkat’ın zararları olabilir mi?
13- Tarîkat büyüklerinden bazilârının sözleri,
14- Tarîkat ile Tasavvuf arasındaki fark nedir?
15- Tarîkat ile alâkası olmadığı halde tarîkat adı altında işlenen yanlışlıklar,
16- Tarîkat hakkındaki başka bilgiler.


TASAVVUF’UN LÛGAT VE ISTILÂH MA’NÂSI:

Tasavvuf, Arapça yün giymek anlamında bir kelimedir. Kul ile Allah arasında ihsân hâdisesinin gerçekleşmesi veya kulun ihsan vasfını kazanmasının yollarını gösteren bir ilim, bâtınî fıkıh.

(Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimler sözlüğü, Ankara 1997,s.689)

Istılâh: Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları. * Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime.

Ehl-i İrfân’ın ma’lûmu olduğu üzere insanlığın muhtaç olduğu yüce değerlere kavuşabilmesi için gerekli olan terakki (yükseliş) iki kısma ayrılır:

1- Mâddî Terakki
2- Ma’nevî Terakki..

Mâddî Terakki: iktisat, eğitim, teknoloji, pozitif bilimler v.b. bilimlerin sahasına girip insanlığın dünya hayatında refâh ve mutluluğunu elde etmek için ihtiyaç duyulan maddî değerlerdir.

Ma’nevî Terakki:
Ma’lûm olduğu üzere insan ilk önce iki kısımdan meydana gelmiştir. Âfak ve Enfüs (iç ve dış- subjektif ve objektif âlem) insanın dış âlemi fizîkî vücûdundan ibâret olup, o vücûdun bir de batın tarafı vardır. İşte Tasavvuf ilmi; Kur’ÂN ve Sünnet ışığında insanın enfüsî âleminde mevcut bulunan nefs-i emmâresini ıslah etmek, kişinin Allah’a ulaşmasına engel olan masivâ adını verdiğimiz şeylerden kat’ı alâka ederek (Allah’ın celle celâlihu) rızasına uymayan şeylerden gönlü arındırmak), yolun tüm inceliklerini bilen kâmil bir mürebbi (nefis terbiyecisi, Mürşid-i Kâmil) rehberliğinde Allah’ın rızasına doğru cehilden (bilgisizlik) ilme, ilimden amele, amelden irfâna, irfândan mutlak hakikate doğru yapılan ma’nevî yolculuğun neticesinde kişinin Allah’ın rızasını tahsil ederek âhiret saadetini elde etmesini esas alan ma’nevî ilme verilen isimdir.

Tasavvuf ilmi mutasavvıflar tarafından, bulundukları hâl ve makam farkı itibarı ile değişik ifâdelerle târif edilmiştir.

Resim----Cüneydi Bağdadî (kaddesallahu sırrahu): “Tasavvuf, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Tasavvuf, Hak’kın seni senden öldürmesi ve kendisinde diriltmesidir. Tasavvuf, içinde sulhu olmayan bir savaştır. O nefisle yapılır” buyurmuşlardır.

Resim----Ebu Muhammed Cerirî (kaddesallahu sırrahu): “Tasavvuf, güzel ve yüksek olan her nevi huylara giriş yapma, çirkin ve aşağı olan her nevi huylardan çıkmaktır.” buyurmuşlardır.

Resim----Müzeyyin (kaddesallahu sırrahu): “Tasavvuf, kayıtsız ve şartsız hakka boyun eğmektir” buyurmuşlardır.

Resim----Ebu Ali Ruzbarî (kaddesallahu sırrahu): “Tasavvuf, kovsa dahi sevgilinin kapısı önüne diz çökmek ve oradan ayrılmamaktır.” buyurmuşlardır.

Tasavvufun değişik Allah Dostları tarafından binden fazla târifi yapılmış olup biz bu kadarı ile iktifâ ediyoruz.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

TARÎKAT’ın LÛGAT ve ISTILÂH MÂNÂSI:

“Tarik” Arapça asıllı bir kelimedir. Ma’nâsı yol demek olup çoğulu “Tarîkat” ise yollar demektir. Istılâhi ma’nâsı ise; kulları Allah’a ulaştıran, aradaki ma’nevî engelleri kaldıran yol demektir. Diğer bir ifâde ile Allah’ı anmaktan alıkoyacak her şeyden kalbi temizlemek demektir. Mâsivâ denilen ondan gayrı herşeyden gönlü arındırmaktır. Özetle “Allah yoluna girmiş dervîş ve sâliklerin takip ettiği yol” demektir.
(Yılmaz, H. Kâmil, Aziz Mahmut Hüdâyî Hayatı-Eserleri- Tarîkatı, İstanbul 1990, s. 143)

Cenâb-ı Hak insanı yaratınca ihtiyâçları içerisinde yerde ve gökte çok şey yarattı. İnsan kendine ait bu ihtiyâçlara yönelince, Allah ile arasında bulunan bu aşka engeller teşkil edildi. Allah Kur’ân-ı Kerim’de Âl-i İmrân suresinin 14. âyet-i kerîmesinde bu engelleri sırası ile şöyle bildirmektedir:

زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاء وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللّهُ عِندَهُ حُسْنُ الْمَآبِ
Resim---“Zuyyine li’n- nâsi hubbuş şehevâti mine’n- nisâi ve’l- benîne ve’l- kanâtîril mukantarati mine’z- zehebi ve’l- fıddati ve’l- hayli’l- musevvemeti ve’l- en’âmi ve’l- hars (harsi/zâlike metâu’l- hayâti’d- dunyâ, vAllahu indehu HUSNU’L- MEÂB (meâbi).: İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Ve Allah, O'nun katındaki en güzel sığınaktır.”
(Âl-i İmrân 3/14)

1-) Kişinin kadınlı erkekli kalbî alâkası,
2-) Kişinin çocukları ile olan kalbî alâkası,
3-) Kişinin altın ve ona benzer değerlerle kalbî alâkası,
4-) Kişinin gümüş ve ona benzer değerlerle kalbî alâkası,
5-) Kişinin binmeye ait şeylerle olan alâkası,
6-) Kişinin süt veren ve diğer hayvanlarla olan alâkası,
7-) Kişinin arazi ve benzeri şeylerle olan alâkası..

İşte kişinin sevgisi ve kalbî alâkası başlıca bu yedi şeyin yâ hepsindedir veyâ bazısındadır. Herbir sınıfla olan kalbî alâka, kul ile Allah arasında on bin ma’nevî perde oluşturuyor. O halde yukarıda sıralanan yedi alâka, kul ile Rabbi arasında yetmiş bin ma’nevî perde oluşturmaktadır. Bunlara tasavvuf dilinde “masivâ” denilmektedir. Tasavvuf, kul ile Rabbi arasına giren bu ma’nevî perdelerin kalkmasını öğreten bir ilm-i ma’nevîdir. Tarîkat ise bu ma’nevî ilmim tedris edildiği (öğretildiği) İrfân Mektebi’dir.

Nasıl ki insan sevdiği şeye kavuşmak için bütün fırsatları kullanmak isterse aynen öyle de Allah’a âşık olan kişi O’na kavuşmak için Tarîkat’ı vâsıta kılar.


TARÎKAT’ta KULLANİLÂN BAZI TABİRLER ve KISA ÎZÂHLARI:

Tarîkat mensûbları bulundukları ma’nevî makamlar itibarıyla; Muhib, Tâlib, Mürîd, Murad, Sâlik, Dervîş, Sûfi, Halife ve Şeyh gibi isimler alır.


Muhib: Kelime ma’nâsı seven kişi demektir. Ehl-i tarîkatı sevip intisaba henüz karar vermemiş ancak tarîkat ehlinin zikir ve sohbet meclislerine devam eden kişiye denir.

Tâlib: Kelime ma’nâsı istekli demektir. Bir şeyhe ve muayyen bir tarîkata bağlanmaya karar vermiş ancak henüz intisabı gerçekleşmemiş istekliye verilen isimdir.

Mürîd: Kelime ma’nâsı kendi iradesi ile hareket eden demektir. Allah’a yaklaşmayı kasd ederek Mürşid-i Kâmil’e biat etmeyi istediği, irade ettiği için mürid diye isimlendirilmiştir.

Murad: Kelime ma’nâsı kendi iradesinden çıkıp şeyhin iradesi ile hareket edendir. Şeyhine intisab ettikten sonra kendi iradesini şeyhinin iradesinde fâni edip zâhir ve bâtını ile şeyhine teslim olan müride denir.

Sâlik: Mutlak yolcu anlamına gelip tarîkata intisab eden kişinin murad makamında farz, vâcib ve sünnet amellerle birlikte şeyhinin kendisine telkin, tâlim, ta’yin ettiği bir takım nâfile ibadet, zikir-evrad ve ezkâr ile tasavvuf ilmini tahsil için ma’nevî yolculuğunu devam ettiren kişiye verilen isimdir.

Dervîş: Farsça bir kelime olup fâkir anlamındadır. Buradaki fâkir mal, mülk ve birtakım mâddî zenginliklerden yoksun anlamında olmayıp kalbini Allah sevgisine engel olan tüm şeylerden arındıran anlamındadır. Aynı zamanda seyr u sülûk adı verilen ma’nevî yolculukta istikrarlı olan sâlike denir.

Derviş kelimesi beş harften müteşekkil olup:
dal” harfi dünyayı terk etmek. Yani, Allah’ın (celle celâlihu) rızasına mâni’ olan dünya sevgisini kalbden çıkarmaktır.

re” harfi riyâyı yani insanlar görsün diye yapılan hal hareket ve davranışları terk etmektir.

vav” harfi varlığı terk etmektir. Yani kişinin ben aldım, ben sattım, ben yaptım, ben olmasam olmazdı gibi enaniyet (benlik/ucb (kendini beğenmişlik) kibir (büyüklük taslamak) gibi nefsin kötü sıfatlarını terk etmek anlamına gelip, mutasavvıflar nezdinde varlık birdir. O da Allah’ın vücûdundan ibârettir.

ye” harfi yalanı terk etmektir. Çünkü yalan her türlü kötülüğün kaynağıdır. Onun için sevgili peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yalan söyleyeni ümmet olarak kabul etmemiştir.

şın” harfi şehvetleri terk etmektir. Şehvet insanın vücûd azalarının şiddetli istekleri demektir. Meselâ gözün Allah’ın haram ettiği şeylere bakması, gözün şehvetidir. Kulağın Allah’ın yasakladığı şeyleri dinlemesi kulağın şehvetidir. v.b. gibi.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

Meczûb: Sâlik seyr u sülûk esnasında fenâ mertebelerini tamamlayıp cem’ makamında kalır, beka mertebelerini tamamlayarak sülûke başladığı noktaya dönemezse bu ismi alır.

SÛFİ: Kişi Tasavvuf ilminde mütehassıs olunca sûfî lâkabı ile anılır.

Hâlife: Kelime anlamı arkadan gelen olup, şeyhin vekili ma’nâsını ihtiva eder. Burada kasd ettiğimiz İslam Hukukun da devlet başkanı anlamına gelen, siyasi ma’nâ ifâde eden hilâfet ve halifelikle alâkası olmayıp yukarıda da belirtildiği üzere tasavvufî meşreblerde kemâle erişip nefis terbiye ve tezkiyesi hususunda mürşid-i kâmilin yerine kâim olan şahsa verilen sıfattır.

Günümüzde yaygın olan yanlış bir kanaat de, şeyh efendi vefât ettiğinde vefât eden şeyhin yerine yalnız bir halifesinin şeyh olacağı zannedilmektedir. Oysaki mutlak hilâfet sahibi olmuş, o şeyhin kaç tane halifesi varsa hepsi de irşad vazifesini yürütebilir. Yalnız halifenin mutlak hilâfet mi yoksa mukayyed hilâfet mi sahibi olduğu o şeyh efendinin vermiş olduğu icâzet (Tarîkatlarda şeyh tarafından halifelere verilen diploma) denilen yeterlilik belgesi ile tespit edilmiş olması lâzımdır. Şeyh efendi vefât ettiğinde mutlak hilâfet sahibi olmayan mukayyed hilâfete sahib olan tüm halifelerin, postnişin makamında bulunan o mutlak halifeye bağlanıp intisablarını tecdid etmeleri ve kalan esmâlarını tamamlamaları gerekir. Aksi halde irşada yetkileri olmaz. Tarîkatlarda mutlak ve mukayyed olmak üzere iki tür hilâfet vardır.

Mutlak Hilâfet: Seyr u sülûk’ünü tamamlamış ma’nevî kemâlin zirvesine ulaşmış tüm yönleri ile şeyhini temsil etme hakkını kazanmış şeyh vekili demektir. Böyle bir vekile postnişin de denir. Yerine kâim olan, yani şeyh vefât ettiği zaman onun yerine şeyh olan kişi demektir.

Mukayyed hilâfet: Kayıtlandırılmış, sınırlandırılmış anlamında olup, mukayyed hilâfet sahibi olan vekil seyr u sülûk’ünü henüz tamamen tamamlayamamış, tamamlaması gereken bir veya birkaç esmâsı kalmış ve şeyhini bazı konularda temsil yetkisine sahib, şeyh vekili demek olup, zâtında kâmil olduğu kabul edilse bile başkalarını irşada henüz mükkemmil (başkalarını kemâle erdirebilecek olgunluğa ulaşan) olmamıştır. Bu durumda şeyhi vefât ettiğinde postnişinlik yapamaz. Çünkü tüm yönleri ile irşada yetkili değildir. Mukayyed halife, şeyhi vefât ettiği zaman mutlak halifeye, yani şeyhin yerine postnişin olan halifeye bağlanıp intisab etmek zorundadır.

Şeyh-Mürşid: Tasavvuf ilmini tahsil yolunda seyr u sülûk’ünü tamamlamış zâhir ve bâtın irşâda yetkili kılınmış zâtında kâmil, gayrilerini irşad da mükemmil olmuş, şeyhi tarafından verilen icâzet ile bu yetkileri sabit olmuş, aynı zamanda postnişin diye isimlendirilen, Tarîkat mensûblarını tüm yönleri ile irşada kâdir olan zâta verilen isimdir.

“Ben mürşidim” demekle kişi mürşid olamaz. Tâ ki Peygamber Efendimiz’den (sallallahu aleyhi vesellem) beri sahih bir el ile kalbden kalbe akarak gelen ma’nevî bir pay verilmiş olmalıdır. Zirâ mürşid, dervîşi Rasûlullah’a hatta Cenâb-ı Hakk’a vâsıl edebilmelidir. Çünkü Allah’tan gelen kulluk sevgisi, evvelce Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi vesellem) gelir, oradan mürşidler kanalı ile bizlere ulaşır. Nasıl ki depodan gelen su, birbirine bağlanmış borularla döşenerek ta mutfağımızdaki musluğa geliyor, eğer borular arasında kopukluk olduğunda su akmıyorsa, nakletme hususunda borular gibi olan mürşidler silsilesi de eğer birbirine bağlı olmazsa Allah’tan rahmet, muhabbet ve sevgi bize kadar ulaşmaz. Yine elektrik tesisatındaki akış ta bu konunun bir örneğidir.
Mürşidler vâsıtası ile Allah’tan bizlere ulaşan sevgiye feyiz denir.

(Feyiz: Arapça, taşımayı ifâde eder. İlâhî tecellî, bu kelime ile anlatılır. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 274.)

Feyiz, mürşidin gönlünden mürîdin gönlüne akınca mürîd sevgi ve büyük bir arzu ile Allah’a yönelir. Yani feyzi çoğalır, bu hale cezbe denir.

(Cezbe: Arapça kendine çekme anlamına gelir. Allah’ın, kulunu kendi zâtına çekmesidir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 183.)

Dervîş, mi’rac yaparken Allah’a karşı olan sevgisinden dolayı cezbe çoğalır, dervîş Allah aşkı ile dolar ve kendinden geçer. Bu hale sekir hali denir.

(Sekr: Sekir. Arapça sarhoşluk anlamına gelir. Kalbe gelen feyzin etkisiyle gaybete düşmesidir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 626.)

Cezbe haline düşen dervîşe meczûb denir.
Cezbe varken en zor ibâdetler bile nefse kolay geleceğinden Tarîkat’a giren Mürîd bu cezbeyi mürşidinin gönlü ile isteyebilir. Bu isteyişe râbıta denir. Râbıta yaptıktan sonra mürîdin gönlüne feyiz akınca mürîdin Allah’a karşı sevgisi ve aşkı artar. Mürîd kalbini Allah’a çevirir. Buna murâkabe ismi verilir.

(Murâkabe: Arapça gözetlemek, korumak ve kontrol etmek demektir.
Tasavvufta ise, Allah’ı kalb ile düşünmek anlamına gelir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: (Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 517.)


Velî-i Mercuğ: Sâlik sulükünü tamamladığı vakit insanları irşad için geri çevrilir. Rücû' eder. İniş kavsinin üçüncü (Seyri Anillâh) ve dördüncü (Seyri Fi’l- eşyâ) basamaklarından inebilirse bu ismi alır.

Mi’rac: Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) efendimizin rûh ve bedeniyle yaptığı mirac’ı Tarîkat ehli beka mertebelerinden “cemü’l- cem” veya “hazretü’l- cem” makamında iken tamamen Vehbî olarak Allah tarafından huzur-u ilâhiye çıkarılmasına verilen isimdir. . Buna Tasavvuf dilinde Ma’nevî Mi’rac veyâ Mirac-ı Rûhanî denir.

Ma’nevî Mi’rac: Kişinin bulunduğu ma’nevî halin minimum noktasından yükselerek kemâlat-ı ilâhiyeden nasiblendikten sonra tekrar minimum noktaya dönüşüdür.

Mi’rac halinde olan dervîşten bazen kendisinin haberi olarak bazen de haberi olmayarak olağanüstü haller meydana gelebilir. Eğer bu haller sadece kendisinin hissettiği olup başkalarının görmediği hal ise bunlara mükaşefe ismi verilir. Başkalarının hissettiği ve anladığı hallere ise kerâmet ismi verilir.

(Kerâmet: Arapça azîzlik ve şeref demektir. Tasavvuf dilinde ise, peygamberlerden ortaya çıkan olağanüstü hallere mûcize denirken velîlerden ortaya çıkan benzeri olağanüstü hallere ise kerâmet denir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 446.)

Kerâmet sahibi bir kişi, bu halini Allah’tan bilir ve ona göre davranırsa hali dâim olur. Aksi takdirde kerâmet, kişinin ma’nevî sembolü değildir. Çünkü kerâmet denen harikulâde haller bazen dervîşlikle velîlikle ilişkisi olmayan yaramaz insanlarda da meydana gelmektedir. İslamî literatürde buna istidrac denir. Bir mürşide intisap edinirken dahi kerâmet yeterli ölçü olmamalıdır. Zirâ günümüzde bu işin sahtekârlığı fazlasıyla yapılmaktadır. Aranılacak en büyük ölçü, Allah (celle celâlihu) ve Rasûlü’nün (sallallahu aleyhi vesellem) ölçüleri içerisinde yer almasıdır. Yalnız başına âlimlik, dış görüntüsünün câzibesi, pîr-i fânî (yaşlı) olması pek fazla önemli değildir.

(İstidrac: Derece derece yükselmeyi isteyiş. * Ist: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azab ve gazab-ı İlâhiyeye yaklaşması.)
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

SEYR u SÜLUK’TA MERHALELER:

Seyri İLALLah (Allah’a doğru seyir): Kişinin dünyâda bulunduğu beşerî makamın en alt noktasından hareket ederek, Allah’a ulaşıncaya kadar yükselişine denir. Tasavvufta seyri ilâllah’ın bittiği nokta Makam-ı Cem’ diye isimlendirilir.

Seyri FiLLâh (Allah’ta seyir): Allah’a vâsıl olduktan sonra Yani sâlikin cem’ makamındaki seyrine verilen isimdir.

Seyri meaLLah (Allah ile seyir): Sâlikin cemu’l- cem’ makamında yapmış olduğu seyir demektir.

Seyri ‘aniLLâh (Allah’tan seyir): Kişi yükselmenin zirvesine ulaştıktan sonra kemâlât-ı ilâhiyeyi (ilâhî ahlâk) tahsilden sonra inişine denir.

Allah’a doğru (Zamandan ve mekândan münezzeh olarak, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil için yapılan yolculuka) seyr u sülûk diyoruz. Bu manevî yolculuğun nefs-i emareden, nefs-i safiye’ye kadar olan kısmına kavs-i urûci yani yükseliş kavsi denir ki, tevhid-i efâl, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zât makamları, kâmil ve mükemmil şeyh tarafından sâlike zevken gösterilir. Seyr u sülûk dâiresinin ikinci yarısını meydana getiren kısma kavs-i nuzûlî, yani iniş kavsi denir ki cem’, cemü’l- cem’, hazretü’l- cem’ ve ahâdiyet makamlarını ihtiva eder. Yalnız ahâdiyet makamı vehbî olup bunun gayrısı olan makamlar mürşidin rehberliğindedir.

Tabi ki bu makamları çok özet olarak kısa ifâdelerle anlatmaya çalıştık. Ehlinin de ma’lumu olduğu üzere “tatmayan bilmez” kelâm-ı kibarının muktezâsınca bu makamların hâkikati ancak zevken ve şuhûden kâmil bir rehberin delâleti ile yaşayanlar tarafından anlaşılabilir. Bunun maverâsında Seyyid Ahmed er-Rüfâi Hazretleri’nin şu güzel sözünü hatırlamamızda mânâ yolcuları için sayılamayacak kadar çok mânâ vardır.
Seyyid Ahmed er-Rüfâi kaddesallahu sırrahu: “Kişinin ulaşamadığı makamlardan bahsetmesi kadar öldürücü bir zehir yoktur.” buyurur.

Her Tarîkatın kendine has seyr u sülûk usûlü olduğu gibi Rufaî Tarîkatı’nın da kendine ait birtakım âdab, erkân, zikîr ve seyr u sülûk usûlü vardır. Fakat bunlardan bir kısmı gerçekten hususiyet arz ettiği için “Emâneti ehline veriniz” ilâhi hükmünce ve “Emânetler ehlinden gayriye verildiği vakit kıyameti bekleyiniz” hadis-i şerifinin düsturunca biz burada bu yolun genellik arz eden birtakım hususlarını anlatacağız.


Süluk: (Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme.
Sâlik: (Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan.
Münezzeh: (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.
Efâl: (Fiil. C.) Fiiller, işler, ameller.


*

nOt BiLgi:

وَلاَ تَمْشِ فِي الأَرْضِ مَرَحًا إِنَّكَ لَن تَخْرِقَ الأَرْضَ وَلَن تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولاً
Resim---“Ve lâ temşi fî’l- ardı merahan, inneke len tahrika’l- arda ve len tebluga’l- cibâle tûlâ (tûlen).: Ve yeryüzünde azametle (gururla) yürüme! Muhakkak ki sen, yeryüzünü asla tahrik edemezsin (hareket ettiremezsin). Ve asla dağların boyuna erişemezsin (dağ kadar yüksek olamazsın).”
(İsrâ 17/37)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً
Resim---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû atîûllâhe ve atîû’r- resûle ve uli’l- emri minkum, fe in tenâza’tum fî şey’in fe ruddûhu ilâllâhi ve’r- resûli in kuntum tu’minûne billâhi ve’l- yevmi’l- âhir (âhirî). Zâlike hayrun ve ahsenu te’vîlâ (te’vîlen).: Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”
(Nisâ 4/59)

Resim---Ashab-ı Kirâmla bir toplantıda Resûlulah sallellahu aleyhi ve sellem etrafındaki sahâbilere birşeyler anlatırken, bir bedevî geldi ve: “Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu.
Resûlulah sallellahu aleyhi ve sellem sözünü kesmeyip konuşmasına devam etti. (O kadar ki) oradakilerden kimisi (kendi içinden): "Bedevîyi işitti ama, sorusundan hoşlanmadı" dedi. Kimisi de: "Galiba işitmedi" diye durumu yorumladı.
Derken Resûlulah sallellahu aleyhi ve sellem, sözünü bitirince: “O, Kıyâmeti soran nerede?" buyurdu.
Bedevî: “Benim, buradayım ya Resûlulah!” dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Emânet zâyi edildi mi Kıyâmeti bekle!" buyurdu.
Bedevî: “Emânet nasıl zâyi' olur?” dedi.
Resûlulah sallellahu aleyhi ve sellem de: “İş, ehil olmayana verildi mi Kıyâmeti bekle!.” buyurdu.

(Buhârî, ilim 2)

Resim---Resûlulah sallellahu aleyhi ve sellem: “Allah Teâlâ, ilmi insanlara lütfettikten sonra hâfızalarından zorla söküp almaz. Ancak âlimlerini ilimleriyle birlikte aralarından alır, geriye kara cahil bir grup kalır. Halk bunlara mes'elelerini götürür, onlar da kişisel görüşleriyle cevap verirler. Böylece hem halkı saptırır, hem de kendileri saparlar."
(Buhârî, İ'tisam 7; Müslim, İlim 14; İ. Ahmed b. Hanbel ll,203; Ayrıca biraz farklı ifadeler için bk Buhârî, İlim 34; Müslim, ilim 13; Tirmizî ,İlim 5; İbn Mâce, Mukaddime 8; Dârımî, Mukaddime 26)

Resim---Beyhaki'nin rivâyetine göre Abdullah İbni Mes'ud radıyallahu anh şöyle demiştir: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Kendisinden sonraki yılın daha kötü olmadığı hiç bir sene söz konusu değildir. Bununla önceki yılın bir sonrakinden daha bolluk veya önceki yöneticinin bir sonrakinden daha hayırlı olduğunu söylemek istemiyorum. Ben, âlimlerin yokoluşundan bahsediyorum. Öyle ki iş, (en) sonunda her konuda kişisel görüşlerini öne süren insanlara kalır ve dolayısıyla İslâm yıkılır" buyurdu.
(İbn Hacer, fethu'l-bâri, XIII, 296)
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

Özellik arz eden hususlar ise;

Muhabbetten sual ettim hâl ile,
Mine’l- kalbi ile’l- kalbi sebilâ.. :


Kişiyi Allah’a ulaştıran sevgiden mürşid-i kâmile sorduğumda: “O kelimelerle anlatılmaz kalbden kalbe aktarılır diye cevab verdi..”

Mısrasının da ifâde ettiği gibi gerçekten tasavvuf; din, sanat tarihi, mûsikî, diğer güzel sanatları da peşinden sürükleyen ilâhî bir aşk hikayesidir ki o, ancak gönülden gönüle lisan-ı hal anlatılabilir. Onun için biz burada Tasavvuf ve Tarîkat’ın özel hallerini anlatmaktan sarf-ı nazar ederek onu ehline bıraktık.
Ayrıca elinizdeki bu kitaba konu olan üç büyük Ma’nâ Sultanının mensubu oldukları Rufaî Tarîkatı’nın Müctehid-i Mânevisi yani Pîri olan büyük Veli Seyyid Ahmed er-Rufaî Hazretleri’nin hayatını ve Tarîkatı’nı bu bölümün hacmini aşacağından buraya alamadık. Bu konularda doyurucu bilgilere ulaşmak isteyenler için Ankara “Ehl-i Beyt Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı” [8] tarafından yayınlanmış olan:


-Seyyid Ahmed er- Rufaî Hayatı ve Eserleri.
-En-Necmü’sâi fî Menâkibi Seyyid Ahmed Kebirî Rufaî.
-Hülâsatü’l- İksir (Rufaî soy ağacı.)
-İrşâdü’l- Müslimîn (Rufaî Tarîkat Silsilesi)
-Celâu’s- Sadâ.
-Rufaî Yolu’nun Esasları..


Ve daha başka yayınlanmış eserleri bahse konu vakıftan temin edebilirsiniz.

(Ankara “Ehl-i Beyt Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı” Talatpaşa Bulvarı, Morova Apartmanı,150/15 Cebeci Dörtyol /Ankara Tlf: 0.312 362 08 27-362 92 48-362 14 96)
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

ZİKİR ve RUFAÎLİK:

Zikir arapça asıllı bir kelime olup anmak, tekrar etmek anlamlarını ihtiva etmektedir. Kur’ÂN-ı Kerim’de bir çok âyet-i celîlede ve Hadis-i Şeriflerde zikir ibadeti yer almıştır. Genel olarak zikir, cehrî ve hafî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Biz bu konuda var olan âyetlerden bazılarını yazacağız:

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
Resim---“Fezkurûnî ezkurkum veşkurû lî ve lâ tekfurun (tekfurûni).: Öyle ise Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Ve Bana şükredin ve Beni inkâr etmeyin.”
(Bakara 2/152)

الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
Resim---“Ellezîne yezkurûnAllahe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkı’s- semâvâti ve’l- ard (ardı/rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ (bâtılan/subhâneke fekınâ azâben nâr (nârı).: Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri/ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.”
(Âl-i İmrân 3/191)

فَإِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلاَةَ فَاذْكُرُواْ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ فَإِذَا اطْمَأْنَنتُمْ فَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ إِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَّوْقُوتًا
Resim---“Fe izâ kadaytumu’s- salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmu’s- salât (salâte/inne’s- salâte kânet alâ’l- mu’minîne kitâben mevkûtâ (mevkûten).: Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken/(devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.”
(Nisâ 4/103)

إِنَّمَا يُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاء فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَن ذِكْرِ اللّهِ وَعَنِ الصَّلاَةِ فَهَلْ أَنتُم مُّنتَهُونَ
Resim---“İnnemâ yurîdu’ş- şeytânu en yûkia beynekumu’l- adâvete ve’l- bagdâe fî’l- hamri ve’l- meysiri ve yasuddekum an zikrillâhi ve ani’s- salâti, fe hel entum muntehûn (muntehûne).: Oysa ki şeytan, şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Siz artık (bunlara) son verdiniz mi?”
(Mâide 5/91)

رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ
Resim---“Ricâlun lâ tulhîhim ticâratun ve lâ bey’un an zikrillâhi ve ikâmi’s- salâti ve îtâi’z- zekâti yehâfûne yevmen tetekallebu fîhi’l- kulûbu ve’l- ebsâr (ebsâru).: Ticaretin ve alışverişin, onları Allah’ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki (onlar/kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar.”
(Nûr 24/37)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا
Resim---“Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ (kesîran).: Ey iman edenler, Allah'ı çokça zikredin.”
(Ahzâb 33/41)

وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
Resim---“Ve sebbihûhu bukreten ve asîlâ (asîlen).: Ve O’nu, sabah akşam tesbih edin.”
(Ahzâb 33/42)

Nisâ 4/103, Mâide 5/91, Nûr 24/37 âyet-i kerimeleri dikkatle incelendiğinde görülecektir ki namaz ve zikir birbirinden ayrı, müstakîl bir ibadettir. Ülkemizde bazı kimselerin ısrarla ifâde ettiği gibi “zikirden murad namazdır, bunun dışında tarîkat ehlinin icra ettiği şekilde bir zikir yoktur” sözleri mesnedsiz ve hilâf-ı hakikattır. Zirâ yukarıda geçen ilgili âyetler ve muteber hadis kitablarındaki hadis-i şerifler dikkatle incelendiğinde görülecektir ki “zikrullah” başlı başına bir ibadettir. Ancak Kur’ÂN-ı Kerim’in birçok âyet-i celîlesinde zikir ibadeti, mutlak olarak gelmiştir. Mukayyed olarak gelmemiştir. Yani Cenâb-ı Hak beş vakit namaza vakit ta’yin etmiş, Allah’ın Rasûlü de namazın kılınış şekilleri ile rekatlarını belirterek nasıl kılınacağının sınırlarını çizmiştir.

Ayrıca oruç, hacc, zekât gibi ibadetlerin her birinin şekil ve hududları Âyet ve Hadislerle sınırlandırılmıştır. Ancak zikire gelince Allah Resulü’nden (sallallahu aleyhi vesellem) günün evvelinde, ortasında ve sonunda yapılması gereken bazı zikirler ve çok değerli dualar sâdır olmakla birlikte ne Kur’ÂN-ı Kerim’de ne de hadis-i şeriflerde bunların dışında ‘Allah’ı (celle celâlihu) değişik şekillerde zikredemezsiniz’ diye bir yasak ve sınırlama getirilmemiştir.

Dolayısıyla mezheb imamlarımızın dinin zâhirî hükümlerinde içtihad ettikleri gibi her biri büyük bir ma’nevî müçtehid olan Tarîkat Pîrleri de âyet-i celîlelerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve bâtın ma’nâlarından birçok ilâhi hakikatleri istihrac(çıkararak/ederek, ayrıca kendilerine arız olan Rabbani ilhamlar ve ma’nevî keşifler neticesinde bizzât Ruhanîyet-i Rasûlullah Efendimiz’den (sallallahu aleyhi vesellem) mânâ âleminde bir takım zikirler ve me’sur (tesirli) duaları ahz (almak) ve telakki ederek nefs-i emmârenin ıslahı ve kişilerin gönüllerini masivâdan arındırıp Allah’a (celle celâlihu) vasıl olmaları noktasında yapmış oldukları içtihad-ı ma’nevîden, tarîkatlerin seyr u sülûk ve zikir usûlleri meydana gelmiştir.

Kur’ÂN-ı Kerim’de Allah’a (celle celâlihu) iman eden müminlere çok zikir yapmaları emredilirken zikir hususunda gevşek davranan ve terk edenler hakkında tehdit edici âyetler mevcuttur:


وَمَن يَعْشُ عَن ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ
Resim---“Ve men ya’şu an zikrir rahmâni nukayyıd lehu şeytânen fe huve lehu karîn (karînun).: Kim Rahmân (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, biz bir şeytana onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın dostudur.”
(Zuhrûf 43/36)

وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُم مُّهْتَدُونَ
Resim---“Ve innehum le yasuddûnehum anis sebîli ve yahsebûne ennehum muhtedûn (muhtedûne).: Gerçekten bunlar (bu şeytanlar/onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar.”
(Zuhrûf 43/37)

لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَمَن يُعْرِضْ عَن ذِكْرِ رَبِّهِ يَسْلُكْهُ عَذَابًا صَعَدًا
Resim---“Li neftinehum fîh (fîhi/ve men yu’rıd an zikri rabbihî yeslukhu azâben saadâ (saaden).: Ki, kendilerini bununla denemek için. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, (Allah/onu 'gittikçe şiddeti artan' bir azaba sürükler.”
(Cinn 72/17)
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

Ayrıca câmi ve mescidlerde Allah’ın zikrine engel olanlar hakkında şu âyet-i celîle nazil olmuştur:

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن مَّنَعَ مَسَاجِدَ اللّهِ أَن يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُوْلَئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَن يَدْخُلُوهَا إِلاَّ خَآئِفِينَ لهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Resim---“Ve men azlemu mimmen menea mesâcidAllahi en yuzkere fîhesmuhu ve seâ fî harâbihâ ulâike mâ kâne lehum en yedhulûhâ illâ hâifîn (hâifîne) lehum fî’d- dunyâ hızyun ve lehum fî’l- âhireti azâbun azîm (azîmun).: Ve Allah’ın mescidlerinde, O’nun adının zikredilmesini men eden (yasaklayan) ve onların (mescidlerin) harap olmasına çalışan kimseden daha zâlim kim vardır? İşte onların, korkmadan oraya (mescidlere) girmesi olamaz (ancak korka korka girebilirler.) Onlar için dünyada rezillik, ahirette de “azîm azab” (en büyük azap) vardır.”
(Bakara 2/114)

Münafıklar hakkında ise;

إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُواْ إِلَى الصَّلاَةِ قَامُواْ كُسَالَى يُرَآؤُونَ النَّاسَ وَلاَ يَذْكُرُونَ اللّهَ إِلاَّ قَلِيلاً
Resim---“İnne’l- munâfikîne yuhâdiûnallahe ve huve hâdiuhum, ve izâ kâmû ilâs salâti kâmû kusâlâ yurâunen nâse ve lâ yezkurûnAllahe illâ kalîlâ(kalîlen).: Gerçek şu ki, münafıklar (sözde/Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar.”
(Nisâ 4/142)

Yukarıdaki bu ve benzeri âyetlere bakıldığı zaman zikrullahın ne kadar önemli ve Allah (celle celâlihu) katında kıymetli bir ibadet olduğu anlaşılmaktadır. Rufaîlik’te icra edilen zikre geçmeden evvel zikrullah hakkında vârid olan bazı hadisleride buraya yazmayı uygun gördük.

Resim---Abdullah b. Mugaffel’den (radiyallahu anhu) nakletmiştir: Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): “Allah’ı (celle celâlihu) zikretmek için toplanmış hiçbir kavim yoktur ki semâdan bir münâdi (melek) şöyle nida etmesin: Affedilmiş olarak kalkınız, kötülükleriniz iyiliklere çevrildi.” buyurdu.
(İmam Beyhakî)

Resim---Hasan el-Basri’den mürsel bir rivâyetle Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi vesellem): “Arkadaşların en hayırlısı, sen Allah’ı zikrettiğin zaman sana yardım eden, unuttuğun zaman bu vazifeyi sana hatırlatandır.” buyurmuştur.
(Câmiüssağir de İbni Ebiddünyâ)

Resim---Hz.Ayşe radiyallahu anha’dan rivâyetle Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) : “Yediğiniz yemekleri Allah’ı zikrederek ve namaz kılarak eritiniz, sakın yemek yer yemez yatmayın ki kalbleriniz katılaşmasın.” buyurdu.
(İmam Tebaranî, İbni Adiyy, İbni Sünnî, Ebu Nuayım ve Beyhakî)

Daha bir çok zikrullah ve zikir meclislerinin fazileti hakkında vârid olmuş hadis-i şerifler vardır. Biz bu kadarı ile iktifâ ederken daha geniş bilgi için Ankara “Ehl-i Beyt Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı” tarafından yayına hazırlanmakta olan İmam Abdurrahmân Celalettin Suyutî Hazretlerinin “Neticetu’l- Fikir fî cehrî bi’z- zikr, İ’mau’l- fikir fî cehrî bi’z- zikr (Cehrî zikrin hükümleri)” isimli eseri ile yine aynı müellifin “İ’mâü’l- Fikir” isimli eseri, ayrıca “Hazzü’z- Zâkirîn” (Zikredenlerin Vecdi) isimli eserlerde çok geniş ma’lumât bulabilirler.

Rufaîlik’te zikir, cehrî ve hafî olarak zikrin her iki türüne de havidir (içermektedir). Bu tarîkatın pîri olan büyük Velî Seyyid Ahmed er-Rufaî Hazretleri müridleri için cemaat halinde iken cehrî, tek başlarına iken hafî zikri emretmişlerdir. Gerçekten de zikir hafîsi ve cehrîsi ile insanın kalbini ihya eden büyük bir ilâhi lütuftur. Ancak burada belirtmek isteriz ki; ülkemizdeki tasavvufî meşreblere mensub olan bazı kimselerin, taassub nedeniyle: “Hafî zikir cehrî zikirden üstündür” veya daha da ileri giderek: “Cehrî zikir câiz değildir hatta haramdır’ dediklerini işitiyoruz.


Câiz: Mümkün, olur, olabilir. * Fık: Yapılması sahih ve mübah olan herhangi bir fiil veya akit.

Evvel emirde bu konuda birçok eser bulunmakla beraber biz burada sadece birkaç tanesinin ismini vermek istiyoruz:
İmam Abdurrahmân Celaleddin Suyutî hazretlerinin “Neticet’ul- Fikir fî cehrî bi’z- zikr, İ’maul-fikir fî cehrî bi’z- zikr” isimli eserleri ayrıca Hindistan Hânefî ulemâsından allâme İmam Abdulhay Leknevî hazretlerinin “Subhatu’l- fikr fî cehrî bi’z- zikr” isimli eseri “Keşfu’l- Ğınau’l- mestûl fî hükmü semâi makbul” isimli eser olmak üzere bu konuda yazılmış yüzlerce eser taraf-ı âcizânemizden tetkik olunmuştur.

Burada biz: “Cehrî zikir mi üstündür, yoksa hafî zikir mi üstündür?”, bu hususun tartışmasına girecek değiliz. Bu tartışmayı yapanların da işin ehli olduğuna inanmıyoruz. Bu konudaki akidemiz fıtratına cehrî zikir uygun düşen kişinin, cehrî zikir ile uğraşması daha uygundur, fıtratına hafî zikir uygun düşen kişinin hafî zikir ile uğraşması daha uygun olup, kemâl sahibi mürebbîler tarafından yani mütehassıs bir tabib hassasiyetinde kendisine intisaba gelen kişinin fıtratını bilip ona göre bu zikir usûlü ta’yin edilmektedir.

Biz burada mevzûyu uzâtmadan İmam Suyutî Hazretlerinin eserinden sadece iki örnek vermek istiyoruz:


Resim---Zeyd b. Eslem (radiyallahu anhu)’dan Selem b. Evkâ (radiyallahu anhu) der ki: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile birlikte bir gece mescidde yüksek sesle zikir yapan bir adamın yanına uğradık. Dedim ki: “Yâ Rasûlallah! Bu riyâkar mı?”. Buyurdu ki: “Hayır. Lâkin o evvahtır.
(çok ağlayan ma’nâsında Hz.İbrahîm (aleyhisselâm)’ın sıfatıdır)


Evvah: Kusurunu bilerek, ah, vâh ederek yalvarmak. * Çok âh edip duâ eden. * Merhametli. Sağlam imanlı. Yakin ilim sahibi. Dinde çok âlim olan. Hz. İbrahîm Aleyhisselâmın bir vasfı.

Resim---Ukbe b. Âmir (radiyallahu anhu)’dan: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) kendisine Zulbicâdeyn denilen zât hakkında “o evvahtır” buyurdu. Bu zât önceki gibi sesli zikrederdi.
(İmam Beyhakî)

Resim---Yine Câbir (radiyallahu anhu)’dan: “Bir adam yüksek sesle zikrediyordu. Birisi dedi ki: “Şu adam sesini kıssa ya!”. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) bunun üzerine: “Onu bırakın zirâ o evvahtır” buyurdu.
(İmam Beyhakî)
Hadisteki ‘evvâhûn’ sözü ‘vehhâbûn’ vezninde Allah’tan (celle celâlihu) çok korkan huşû sahibi kimselere verilen isimdir. Bu yüce haslet ise ancak Peygamberlerde bulunan, beğenilen ve övülen bir haldir. Zirâ Cenâb-ı Hak Kur’ÂN-ı Kerim’de İbrahîm aleyhisselâm’ı anlatırken:“Gerçekten İbrahîm (aleyhisselâm) Halîm(yumuşak huylu) ve evvah(bağrı yanık) biri idi” diye buyurmuştur. Câbir (radiyallahu anhu)’ın “yüksek sesle” zikrediyordu sözü cehrî zikrin haram olmadığına delâlet etmektedir.

إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَحَلِيمٌ أَوَّاهٌ مُّنِيبٌ
Resim---“İnne ibrâhîme le halîmun evvâhun munîb (munîbun).: Doğrusu İbrahîm, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah'a) yönelen biriydi.”
(Hûd 11/75)

Yukarıda belirttiğimiz gibi, “Zikrin hayırlısı gizli olanıdır” hadis-i şerifi örnek gösterilerek cehrî zikir reddedilmek istenilmektedir. İmam Nevevî; Kur’ÂN-ı Kerîm okunması hakkında: “Riyâdan korkulan yerde, namaz kılanlara ezâ verecekse veya uyuyanları rahatsız edecekse gizli okuma efdaldir, bunun dışındaki durumlarda cehrî olanı fazilettir. Bu amelin faydaları dinleyenlerin çokluğu ile artar. Şüphesiz bu, okuyanın kalbini uyandırır düşüncesinde himmetini toplamasına vesile olur. Uykuyu defeder, gayreti artırır” buyurmuşlardır. Zikir hakkındaki tafsilât ta böyledir.

Eğer denirse ki: “Allah u Teâlâ buyuruyor ki:


وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُن مِّنَ الْغَافِلِينَ
Resim---“Vezku’r- rabbeke fî nefsike tedarruan ve hîfeten ve dûne’l- cehri mine’l- kavli bi’l- guduvvi ve’l- âsâli ve lâ tekun mine’l- gâfilîn (gâfilîne).: Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma.”
(Â’râf 7/205)

Derim ki bu âyet hakkında üç yönden cevab vereceğim.:

Birincisi: Şüphesiz bu âyet İsrâ Sûresi 110. âyeti gibi Mekke döneminde nail olmuştur. Allah u Teâlâ İsrâ Sûresi 110. Âyetinde: “Namazında sesini pek yükseltme, çok ta alçaltma” buyuruyor.


قُلِ ادْعُواْ اللّهَ أَوِ ادْعُواْ الرَّحْمَنَ أَيًّا مَّا تَدْعُواْ فَلَهُ الأَسْمَاء الْحُسْنَى وَلاَ تَجْهَرْ بِصَلاَتِكَ وَلاَ تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً
Resim---“Kulid’ûllâhe evid’û’r- rahmân (rahmâne/eyyen mâ ted’û fe lehu’l- esmâu’l- husnâ, ve lâ techer bi salâtike ve lâ tuhâfit bihâ vebtegı beyne zâlike sebîlâ (sebîlen).: De ki: “Allah diye çağırın veya Rahmân diye çağırın. Nasıl çağırırsanız hepsi O’nun Esmaül Hüsnası’dır (Allah’ın en güzel isimleridir).” Namazında (sesini) yükseltme ve onu (sesini) alçaltma. Bu ikisi arasında bir yol tut.”
(İsrâ 17/110)

Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) bu âyet nazil olduğunda Kur’ÂN’ı cehrî okuyor, müşrikler işitip Kur’ÂN’a sövüyorlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Ve sedd-i zerâyi (yani kötülüğe mâni’ olmak) olarak terk edildi. Tıpkı putlara sövülmesinin nehy edilmesi gibi. Nitekim Allahu Teâlâ’nın kavlinde buyurduğu:

وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Resim---“Ve lâ tesubbûllezîne yed’ûne min dûnillâhi fe yesubbûllâhe adven bi gayri ilm (ilmin/kezâlike zeyyennâ li kulli ummetin amelehum summe ilâ rabbihim merciuhum fe yunebbiuhum bimâ kânû ya’melûn (ya’melûne).: Allah'tan başka yalvarıp yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin; sonra onlar da haddi aşarak bilmeksizin Allah'a söverler. İşte böyle, biz her ümmete yaptıklarını süslü (çekici) gösterdik, sonra onların son varışları Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını onlara haber verecektir.”
(En’âm 6/108)
İbn-i Kesir’in tefsir ettiği gibi bu ma’nâ zâil oldu.
Zâil: (Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

İkincisi:
Müfessirlerden bir grup, onlardan Abdurrahmân b. Eslem (radiyallahu anhu) ki İmam Malik’in şeyhidir ve İbn-i Cerir Taberi yukarıdaki işaret ettiğimiz Âraf Sûresi’nin 105. âyetinin Kur’ÂN okumak olduğuna kâni olmuşlar, okunan Kur’ÂN’dan ibret alınmasına hamletmişlerdir. Bu sıfat üzere Kur’ÂN’a tazim olarak içinden anmasını, alçak sesle kıraata devam etmesini emretmiş ve şu sözü ile bunu takviye etmiştir: “Kur’ÂN okunduğunda dinleyin ve susun” (Âraf, 204) derim ki; şüphesiz bu, Kur’ÂN’ı huşu ile dinlemek için emredilmiştir. Lisan ile susması ancak, kalbi ile zikre devam etmesi istenmiştir. Ta ki gafillerden olmayasın. Nitekim âyet şöyle bitmektedir: “Gafillerden olma”.

وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُواْ لَهُ وَأَنصِتُواْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Resim---"Ve izâ kurie’l- kur’ânu festemiû lehu ve ensıtû leallekum turhamûn (turhamûne).: Kur’ân okunduğu zaman artık onu dinleyin! Ve susun ki; böylece rahmete kavuşturulursunuz.”
(Âraf 7/204)

Üçüncüsü:
Ehl-i Tasavvuf’un dediği gibi bu âyet yani Â’râf Sûresi 205. âyeti kamil ve mükemmil olan Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi vesellem) hastır. Ondan başkaları vesveseler fenâ düşüncelere maruzdur. Bunların defi için cehrî zikrin şiddetli tesiri ile emr olunmuşlardır. Derim ki bu kavli Bezzâr’ın Muaz b. Cebel (radiyallahu anhu)’dan tahric (çıkardığı) ettiği hadisler destekler. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Kim gece namazı kılarsa cehrî okusun. Şüphesiz melekler onunla namaz kılarlar ve kıraatını işitirler. Şüphesiz havada bana iman eden cinlerden komşuları vardır. Ve evinde onunla namaz kılarlar ve kıraatini işitirler ve o cehrî kıraati ile o evinden fasık cinleri ve şeytanları kovar”.

وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُن مِّنَ الْغَافِلِينَ
Resim---"Vezku’r- rabbeke fî nefsike tedarruan ve hîfeten ve dûnel cehri mine’l- kavli bi’l- guduvvi ve’l- âsâli ve lâ tekun mine’l- gâfilîn (gâfilîne).: Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma.”
(Âraf 7/205)

Eğer dersen ki: “Lâkin Allah u Teâlâ buyuruyor ki:

ادْعُواْ رَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ
Resim---“Ud'û rabbekum tedarruan ve hufyeh (hufyeten/innehu lâ yuhıbbu’l- mu'tedîn (mu'tedîne).: Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez.”
(Â’râf 7/55)

Buradaki haddi aşmayı duayı cehrî olarak yapmak olarak tefsir etmişlerdir.”
Derim ki; buna iki yönden cevab vereceğim.


Birincisi:
Bunun tercih edilen tefsiri emrolunan şeyde haddi aşmak, veya şer’i asıl olmayan (yani şeriatta aslı olmayan) bir dua ihdas etmektir. Bunu İbn-i Mace ve Hakim’in sahih kaydıyla Müstedrek’te Ebû Niame’den rivâyet ettikleri şu hadis destekler:
“Abdullah b. Muğaffel (radiyallahu anhu) oğlunun: “Allah’ım senden cennetin sağında beyaz bir köşk istiyorum.” Dediğini duyunca; Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’in şöyle dediğini işittim: “Bu ümmette duada haddi aşanlar olacaktır.”
İşte bu sahabenin tefsiridir. Bunda muradı en iyi bilen onlardır.


İkincisi:
Bu âyet dua hakkında olup, zikir hakkında değildir. Ve duanın sessiz olmasının fazileti icabete daha yakın olması bakımından kendine hastır. Nitekim Allah u Teâlâ:


إِذْ نَادَى رَبَّهُ نِدَاء خَفِيًّا
Resim---“İz nâdâ rabbehu nidâen hafiyyâ (hafiyyen).: O, gizlice seslenerek, Rabbine nida etmişti.”
(Meryem 19/3) buyuruyor.

Burada namazda istiazenin (sığınma) gizli yapılması müstahab olması ve bunun dua hakkında olduğu ittifâk ile kabul edilmiştir. Eğer dersen ki; “Fakat İbn-u Mes’ud (radiyallahu anhu)’tan mescidde yüksek sesle zikir eden bir topluluğa: “Sizi ancak bid’atçılar olarak görüyorum” dediği ve onları mescidden çıkardığı rivâyet edilmiştir.”

Derim ki; İbn-i Mes’ud (radiyallahu anhu)’den gelen bu haberin sened beyanına ihtiyaç vardır. Hadis hafızı imamlardan hangisi bunu kitabında zikretmiştir?. Eğer sabit olduğu kabul edilse bile takdim ettiğimiz birçok sahih hadise muarızdır (bu hadisler İmam Suyutî hazretlerinin ilgili kitabında mevcuttur) ve çelişki durumunda onlar buna tercih edilir. Sonra İbn-i Mes’ud (radiyallahu anhu)’ın onları zikir ettikleri için inkar ettiği söylenemez. İmam Ahmed b. Hanbel, Kitab-ı Zühd’de Hüseyin b. MuhaMMed-Mes’udî-Âmir b. Şakîk-Ebû Vail senedi ile “Abdullah ibn-i Mes’ud’a bu konuda iftira ediyorlar. Eğer zikrullahtan men’ etseydi onların yanına zikretmek için oturmazdı” demiştir. Yine Ahmed b. Hanbel hazretleri Kitabü’z-Zühd’de Sabit el-Bünânî (radiyallahu anhu)’ten: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Eğer zikir ehli zikrullah için dağlar kadar günahla otursalar, kalktıklarında(yani zikirin sonunda kalktıklarında) o günahlardan bunların üzerinde bir şey kalmaz” hadisi şerifini nakletmiştir.”
İmam Suyutî Hazretlerinin eserinden yapmış olduğumuz iktibası burada bitiriyoruz.

(Daha geniş bilgi için İmam Suyutî Hazretlerinin ilgili kitablarına bakınız.)
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

RUFAÎLİK’te ZİKİR USÛLU:

Halka halinde toplanıp, cehrî/açıktan ve yüksek sesle, bir şekilde Allah’ı zikretmek, Rufaî Tarîkatı’nın temel esaslarındandır. Zikir halkasını Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz’e salât ü selâm ile başlatmak diğer Peygamber Efendilerimiz’e fatihalar okumak, Ashab-ı Kiram Efendilerimiz’i yâd etmek bu tarikatın esaslarındandır. Zikrin oturarak ve ayakta yapılması diğer bir esastır. Zikir esnasında def vurulması, okuyucuların Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz’e medhiyeler okuması, ilâhiler okuması bu yüce tarîkatte gerekli görülmüş ve ruha verdiği incelikten dolayı lüzumlu addedilmiştir. Zikir halâkasının bitiminde bütün Müslümanlara, devlete, ordumuza, bayrağımıza dua etmek, silsile-i sâdât efendilerimize fatihalar okumak bu tarîkatın esaslarındandır.
(Ebu’l-Hüda Sayyadi er-Rifâiî Tercüme Mahmut Nedim Aysoy , Zembil Yayınevi,2005 Ankara)

Rufaî Tarîkatı’nda halka zikrinin yapılışı ise bazı dergâhlarda ihya gecesi olarak bilinen Cuma akşamı yani perşembeyi cumaya bağlayan gecede, Balkanlarda ve Ortadoğu, Arab asıllı ülkelerin hafta tatilleri Cuma günü olması itibarı ile Cuma namazını müteakip zikrullah yapılır. Rufaî dervişleri dergâhta toplanıp şeyh efendinin tevhidhâne, semâhâne, meydan-ı şerif veya bazı arab ülkelerinde zaviye denilen dergâhın zikir yapılan kısmında şeyh efendinin teşrifini beklerler. Şeyh efendi tevhidhâneye girdiğinde doğruca mihraba varıp bir fatiha çeker, dervişan hep birlikte cehrî olarak salat ü selâm okur buna ıstılâhat-ı sufiyede “karşılama” denir. Fatihaları dervişler gizlice içerilerinden okurlar.

Daha sonra halka şeklinde oturulur. Kur’ân-ı Kerîm okunur. Dualar yapılır. Nasûh tövbesi yaptıktan sonra râbıta yapılır. Böylece “euzu besmele” ile birlikte “Salat-ı Kemâliye” denilen salâvât-ı şerife özel bir makamla gulguleli bir şekilde okunur. Salat-ı kemâliyeyi müteakib Evrâd-ı Rufaîyye (Rufaî Evradı) kendine has makamı ile okunur. Evrad-ı Şerife’nin bitiminde Besmele-i Şerif’ten başlayarak bazı esmâlar oturarak özel makamlarında okunur daha sonra kelime-i tevhide başlanacağı zaman kıyam zikri için ayağa kalkılır. Kıyamda ise şu esmâlar zikredilir:
“Kelimei tevhid, illellah, Allah!.

(bazı Rufaî dergâhlarında Lafzâtullah en sona bırakılır.)
Hay Hay Hay Allah!. Hu hu hu Allah!. Hayyul kayyum kayyum Allah!.
(Yine bazı Rufaî dergâhlarında bu esmâ, (Hayyul Kayyum Ya Allah şeklinde okunmaktadır.)

Bu şekilde devam eden Rufaî Zikri’nde, zamanın genişliği veya darlığına göre esmâ sayısı artırılabilir veya azaltilâbilir. Aynı zamanda zikr eden dervişlerin vecd ve şevkini artırmak için zikir esmâlarının makamına uygun kaside gazel, ilâhiler ve salât u selâmlar okunur. Zikir bitince tekrar Kur’ân okunur. Dualar edilerek tekbirlerle nihâyete erdirilir.

Esmâlara ara verilip diğer esmâlara geçmeden önce okunan ilâhi, iltica ve gazellere durak adı verilir. Bu duraklar tek bir kişi tarafından okunduğu gibi tüm dervişlerin katılımı ile de okunması mümkündür. Bu şekilde okunuşa “cumhur” denir.

Ayrıca Rufaî Dergâhları’nda ilâhi okuyan şahıslara Zâkir, toplu halde ilâhi, gazel, kaside okuyan kimselerin hepsine birden Zakirân, o topluluğu idare eden şahsa Zâkir Başı veya Farsça ve arabca bir terkib olan Ser Zâkir denir.
Günümüz Türkiyesi’nde bazı yörelerde bir usûl hatası olarak zikir yaptırmakla görevli olan kimselere Zâkir denmektedir. Her ne kadar bu kelimenin sözlük anlamı zikreden kimse olsa da, Hz. Pîr Seyyid Ahmed er Rufaî’den beri ilâhi söyleyenlere zâkir denegelmiştir. Rufaî Dergâhlarında zikir yaptırmakla görevli olanlarsa aşağıdan yukarıya doğru “çavuş, nakib, nükeba, nakib-ün-nükeba, halife ve şeyh” diye isimlendirilmiştir. Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Seyyid Ahmed er-Rufaî Hazretleri’nin torunu olan İzzeddin Ahmed Sayyadî (kaddesallahu sırrahu)’nin “el-Vezâifü’l- Ahmediyye” isimli eseri ile son dönemin büyük Rufaî Şeyhi ve aynı zamanda Osmanlı Padişahlarından II.Abdulhamid Han’ın da şeyhi olan Ebu’l-Hüda es-Sayyâdî er- Rufaî’nin (kaddesallahu sırrahu) “Kılâdetü’l- Cevâhir” isimli eserlerine bakmaları yeterli olacaktır.

Her Tarîkatta olduğu gibi Rufaî Tarîkatı’nda kişiye özel zikir telkini ve vird adı verilen ders tâlimi vardır ki bu tamamen şeyh ile mürid arasında Tarîkata ait bir sır olduğundan burada bundan sarf-ı nazar ettik. Bu konu mürşid-i kâmillerin sahası olduğu için, böylece bu konuyu ma’nâ mimarı, gönüllerin tabibi olan o zâtı muhteremlere bıraktık.


Hayat-ı câvidanı Mürşid-i Kâmil’den suâl ettim
“Ölmeden evvel ölmektir” deyince intikâl ettim..


Câvidân: ebedi, sonsuza âit, sonsuza müteallik.
İntikâl: Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.


Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Mûtû kable en temûtû: ÖLmeden önce ÖLünüz ! ” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfu’l -Hâfâ II-291-2669)



TARÎKAT’IN GÂYESİ VE YAPTIĞI HİZMETLER:

Allah (celle celâlihu) tarafından vazedilen, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) aracılığı ile bize gelen dini hükümleri dil ile söyleyip kalb ile tasdik etmek îmândır. Îmân sahibi olan kişiye mü’min denir. “Emr-i bi’l- maruf ve nehy-i ani’l- münker: (iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak)e uygun hareket etmeye amel denir. Emri tutmak ve yasaktan kaçmak İslam’dır. İslam’ı fikriyâtı ile kabul edip, fiili olarak yaşayana Müslüman denir.

İnsan; rûh ve beden olmak üzere iki unsurdan yaratılmıştır. Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarının birlikte tecellî ettiği “zübde-i âlem” bir varlıktır. Tam bu noktada Şeyh Gâlib:


“Hoşça bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen..”


diyerek konuyu güzel bir şekilde ifâde etmiştir.


Zübde: (C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. * Bir şeyin en mühim kısmı. * Kaymak. * Her nesnenin iyisi ve hâlisi.
Merdüm: f. İnsan. Adam.
Dîde: f. Göz, ayn, çeşm.
Ekvân: (Kevn. C.) Alemler. Mahluklar. Varlıklar. Oluşlar.


(Zübde-i âlem: âlemin özü demektir. Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdem: Dünyanın gözbebeği, dünyanın merkezinde olan insan anlamına gelir.)

Tarîkatlerin gayesi insanın iç âleminde yer alan ve ıslâh ve tezkiye edilmediği zaman kişiyi hem Allah’a karşı isyankâr hem de içinde yaşadığı topluma karşı sorumlu olduğu beşerî görevlerini ihmal neticesinde zararlı bir insan tipi haline getiren nefs-i emmarenin özel bir metod ile (seyr ü sülûk usûlu) ıslah edilmesidir. Bunun neticesinde kişi ferdi planda Allah’a karşı ihlâs sahibi bir kul olurken içinde yaşadığı topluma, devletine milletine karşı sorumlu olduğu vazifelerini yerine getiren faydalı bir ferd olur.

Rufaîlik’te ve cehrî zikri esas alan tüm tarîkatlarda insanın enfüsî (subjektif) âleminde bulunan nefis yedi merhaleye ayrılmıştır. Tasavvuf ıstılâhında buna Etvâr-ı Seb’â denir.:


Etvâr: (Tavır. C.) Tavırlar, haller, davranışlar.

Sırası ile:

1-) Nefs-i Emmâre,
2-) Nefs-i Levvâme,
3-) Nefs-i Mülhime,
4-) Nefs-i Mutmâinne,
5-) Nefs-i Radiyye,
6-) Nefs-i Merdıyye,
7-) Nefs-i Safiye (Nefs-i Kâmile)

şeklinde isimlendirmişlerdir.

(Yılmaz, H.Kâmil, Aziz Mahmut Hüdâyî Hayatı-Eserleri- tarîkatı, İstanbul 1990, s. 193.)
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »


1-) Kişi, “Nefs-i Emmâre”de iken kendisini yaratan Allah’a ve onun emri olan İslâm dinine karşı isyân ve inkârda inat ediyor demektir. Nefs-i Emmâre, münker ve günâh olan şeyleri işlemeye teşvik ve emreden nefistir. Allah’ın ibâdet için emrettiği ve câmilerden semâya yükselen ezân sesi, günâhkâr kişinin kulağına etki etmiyor ve günâhları için caydırıcı etkisi olmuyorsa, o şahsın hâlet-i rûhiyesi Nefs-i Emmârede’dir.
Adını, Kur'ÂN-ı Kerîm’deki Yusuf 12/53 âyetinden almıştır.:


وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Resim---“Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bi’s- sûi illâ mâ rahîme rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm (rahîmun).: Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecellîettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).”
(Yusuf 12/53)
Âyet-i kerîmesi nefsin bu makamına işâret eder.

2-) “Nefs-i Levvâme”de kişi günâhı hem işler hem de pişmanlık duyar. Tövbeye temâyül gösterir. Örneğin; seher vakti yatağında yatan kişi, ezân sesini duyduğu halde sıcak yatağından kalkıp abdest alıp namaz kılmaz, bununla beraber vicdânen büyük bir rahatsızlık duyabilir.
Adını Kur'ÂN-ı Kerîm’deki Kıyâme 75/2 âyetinden almaktadır.:


وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
Resim---“Ve lâ uksimu bin nefsi’l- levvâmeh (levvâmeti).: Ve hayır, levvame (kınayan) nefse yemin ederim.”
(Kıyâme (75/2)

3-) “Nefs-i Mülhime”de kişi günâhlardan uzak durmakla beraber geçmişte işlemiş olduğu birtakım günahlara da meyli kalmıştır. İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan, hayır ve şerri idrâk edebilen, şehvetin isteklerine direnen “nefis”tir. Örneğin; yatağında yatan kişi, ezân sesini duyduğu anda icâbet ederek ibâdetini yapar. Yâni günâh işlemediği gibi pişmanlık da duymaz.
Adını, Kur'ÂN-ı Kerîm’deki Şems 91/8 âyetinden almıştır.:


فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا
Resim---“Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.: Sonra ona (nefse) fücurunu ve takvasını ilham etti.”
(Şems 91/8)

4-) “Nefs-i Mutmâinne”de kişi şeksiz şüphesiz ve ibâdetlerden haz duyup kalben tatmin olmuştur. Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlâk ile hemhâl olmuştur. Bu makamda beşerîyet fenâ bulup “Nûr-u MuhaMMedî” zuhûr ettiğinden dolayı nefis, “hitâb-ı ilâhî”ye mazhar olmuştur. Örneğin; bu nefis mertebesindeki kişi, yüce emre icabet ettiği gibi büyük bir hazla ibâdetine devam eder. Onun için tek sevgili Allah’tır. Baktığı her şeyde onu görür. Bunu sadece diliyle söylemekle kalmaz, tüm organlarını onun için seferber eder.
Adını, Kur'ÂN-ı Kerîm’deki Şems 91/8 âyetinden almıştır.


يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
Resim---“Yâ eyyetuhân nefsu’l- mutmâinnetu.: Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis”
(Fecr 89/27)

5-) “Nefs-i Râdiye”: Gerek hayır gerek şer türünden, kendisi ve başkaları hakkında tecellî eden kazâ hükümlerine tereddütsüz teslim olup rıza gösteren nefsin makamıdır.
Adını, Kur'ÂN-ı Kerîm’deki Fecr 89/28 âyetinden almıştır.


ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً
Resim---“İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.: Dön Rabbine, ondan râzı olarak ve rızâsını kazanmış bulunarak.”
(Fecr 89/28)

6-) “Nefs-i Merdiyye”: Allah ile kul arasında rızânın müşterek vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Allah’ın kuldan râzı olduğu makamdır. “İrci‘î ilâ rabbiki râdiyeten merdiyyeh” “Sen ondan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön” âyeti bunu göstermektedir.

7-) “Nefs-i Kâmile veyâ Nefs-i Sâfiye”: Bu makamda sâlik, bütün mârifet sıfatlarını kazanarak irşâd mevkiine yükselir. Bu makam, vehbîdir.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »


1-) Kişi, “Nefs-i Emmâre”de iken kendisini yaratan Allah’a ve onun emri olan İslâm dinine karşı isyân ve inkârda inat ediyor demektir. Nefs-i Emmâre, münker ve günâh olan şeyleri işlemeye teşvik ve emreden nefistir. Allah’ın ibâdet için emrettiği ve câmilerden semâya yükselen ezân sesi, günâhkâr kişinin kulağına etki etmiyor ve günâhları için caydırıcı etkisi olmuyorsa, o şahsın hâlet-i rûhiyesi Nefs-i Emmârede’dir.
Adını, Kur'ÂN-ı Kerîm’deki Yusuf 12/53 âyetinden almıştır.:


وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Resim---“Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bi’s- sûi illâ mâ rahîme rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm (rahîmun).: Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecellîettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).”
(Yusuf 12/53)
Âyet-i kerîmesi nefsin bu makamına işâret eder.

2-) “Nefs-i Levvâme”de kişi günâhı hem işler hem de pişmanlık duyar. Tövbeye temâyül gösterir. Örneğin; seher vakti yatağında yatan kişi, ezân sesini duyduğu halde sıcak yatağından kalkıp abdest alıp namaz kılmaz, bununla beraber vicdânen büyük bir rahatsızlık duyabilir.
Adını Kur'ÂN-ı Kerîm’deki Kıyâme 75/2 âyetinden almaktadır.:


وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
Resim---“Ve lâ uksimu bin nefsi’l- levvâmeh (levvâmeti).: Ve hayır, levvame (kınayan) nefse yemin ederim.”
(Kıyâme (75/2)

3-) “Nefs-i Mülhime”de kişi günâhlardan uzak durmakla beraber geçmişte işlemiş olduğu birtakım günahlara da meyli kalmıştır. İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan, hayır ve şerri idrâk edebilen, şehvetin isteklerine direnen “nefis”tir. Örneğin; yatağında yatan kişi, ezân sesini duyduğu anda icâbet ederek ibâdetini yapar. Yâni günâh işlemediği gibi pişmanlık da duymaz.
Adını, Kur'ÂN-ı Kerîm’deki Şems 91/8 âyetinden almıştır.:


فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا
Resim---“Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.: Sonra ona (nefse) fücurunu ve takvasını ilham etti.”
(Şems 91/8)

4-) “Nefs-i Mutmâinne”de kişi şeksiz şüphesiz ve ibâdetlerden haz duyup kalben tatmin olmuştur. Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlâk ile hemhâl olmuştur. Bu makamda beşerîyet fenâ bulup “Nûr-u MuhaMMedî” zuhûr ettiğinden dolayı nefis, “hitâb-ı ilâhî”ye mazhar olmuştur. Örneğin; bu nefis mertebesindeki kişi, yüce emre icabet ettiği gibi büyük bir hazla ibâdetine devam eder. Onun için tek sevgili Allah’tır. Baktığı her şeyde onu görür. Bunu sadece diliyle söylemekle kalmaz, tüm organlarını onun için seferber eder.
Adını, Kur'ÂN-ı Kerîm’deki Şems 91/8 âyetinden almıştır.


يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
Resim---“Yâ eyyetuhân nefsu’l- mutmâinnetu.: Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis”
(Fecr 89/27)

5-) “Nefs-i Râdiye”: Gerek hayır gerek şer türünden, kendisi ve başkaları hakkında tecellî eden kazâ hükümlerine tereddütsüz teslim olup rıza gösteren nefsin makamıdır.
Adını, Kur'ÂN-ı Kerîm’deki Fecr 89/28 âyetinden almıştır.


ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً
Resim---“İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.: Dön Rabbine, ondan râzı olarak ve rızâsını kazanmış bulunarak.”
(Fecr 89/28)

6-) “Nefs-i Merdiyye”: Allah ile kul arasında rızânın müşterek vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Allah’ın kuldan râzı olduğu makamdır. “İrci‘î ilâ rabbiki râdiyeten merdiyyeh” “Sen ondan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön” âyeti bunu göstermektedir.

7-) “Nefs-i Kâmile veyâ Nefs-i Sâfiye”: Bu makamda sâlik, bütün mârifet sıfatlarını kazanarak irşâd mevkiine yükselir. Bu makam, vehbîdir.

İşte “Tarîkat”ın gâyesi, insanı benliğinden (Nefs-i Emmâre) den kurtarıp sevilen “Nefs-i Mutmâinne”ye ulaştırmak hatta daha ileriye götürmektir. Kişi, Tarîkat’ta tâlim edilen usûller dâiresince çalışarak dördüncü basamağa yükselince, bütün kötü huy ve alışkanlıklarını bırakır. Böylece başta sadece dil ile ikrâr eden nefis, kalb ile de tasdîk edince, sûrette (şekilde) kalan îmân, sîreten de(özü itibariyle) tamam olur. O halde Tarîkat, îmânın taklidden tahkike (yâni hakikate) yükselmesine sebep olur. Kişide îmân hakikat olunca, ibâdetler de riyâdan, gösterişten arınarak ihlâsa (sadece Allah için olmaya) dönüşür.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

TARÎKAT’IN İSLÂM DİNİ’NDEKİ YERİ:

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de:

ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلَى شَرِيعَةٍ مِّنَ الْأَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاء الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ
Resim---Summe cealnâke alâ şerîatin minel emri fettebi’ hâ ve lâ tettebi’ ehvâellezîne lâ ya’lemûn(ya’lemûne).: Sonra seni, dîne âit bir şerîata sâhip ettik, artık uy ona ve bilmeyenlerin dileklerine uyma.”
(Câsiye 45/18)

“Sonra ey resûlüm, seni din konusunda bir şeriat (bir yol) sahibi kıldık” diye buyurmuşlardır. Tarîkat, şeriat içerisinde takvâ bir yaşantı şekli olup farzları, vâcibleri, sünnetleri ve nâfilelerden meydana gelen ilâhi emirleri Allah Resulünün öğrettiği şekilde gönül ikliminde aşk makamında yaşamaktır.

Ehl-i tarîkatın arasında meşhur, kelâmı kibar sözlerden bir tanesi de: “Şeriat Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) sözleri, Tarîkat, fiilleri ve hakikat ise halleri olarak isimlendirilmiştir ” buyurmaktadır.

Câsiye sûresi 18. âyet-i kerîmenin devamında “Onun için sen o “şer-i şerîf”e uy da, ilmi olmayanların arzu ve isteklerine tâbî olma” şeklinde buyurulmaktadır.


Şer’: Cenab-ı Hakk'ın emri. Âyet, hadis, icma-i ümmetle ve kıyas-ı fukaha ile sâbit olan dinin temelleri, şeriat.
Şeriat: Doğru yol. Hak din yolu. * Büyük ve geniş cadde. * Nur, aydınlık, ışık. * Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C.) tarafından Peygamber Aleyhisselâm vâsıtasiyle vaz' ve tebliğ olunan hükümleri hâvi İlâhî kanunların hey'et-i mecmuası. Şeriat, aynı zamanda din mânâsına müsta'meldir ki, ahkâm-ı asliye denen itikadiyâtı ve ahkâm-ı fer'iye denen ibadet, ahlâk ve muâmelât yâni, İslâm Hukukunu ihtivâ etmektedir...


Şer’-i Şerîf, üç temel esastan oluşur:

1-) İLiM (BiLmek): Kesbî ilim, İlim, başta Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) olmak üzere âlimlerden veyâ kitablardan öğrenilerek elde edilir. İnsan, önce şer‘î bilgilere muhtaçtır. Bu ilimle; sıfatlar âleminde Hak Te‘âlâ’nın zâtına ait bilgiler tahsil edilir. Bundan sonra bâtın ilmine sıra gelir. Bu ilimle de mârifet âleminde Hakk’a irfânın tam kendisi elde edilir.
(Abdülkadir-i Geylânî, Sırru’l–esrar, İstanbul 1986, s. 23.)

İbrahîm Hakkı Hazretleri şöyle buyuruyor: “İlim, nehirdir. Hikmet, denizdir. Âlimler nehirleri tavaf eder; hikmet sahibleri ise denizlere dalarlar”
(İbrahîm Hakkı, Mârifetnâme, Sadeleştiren: Turgut Ulusoy, Bahar yay., İstanbul trs, I, 159.)

Bu tanımlamaya göre, hikmet sahiblerinin ilmi, ilim sahiblerinden daha çok ve daha derindir. En genel anlamıyla hikmet; bütün güzel ilimlerle, “amel-i sâlih”in adıdır.
(Bilgiz, Musa, Kur’ân’da Bilgi Kavramsal Çerçeve Bilgi Türleri, İstanbul 2003, s. 49.)

Vehbî (ledünnî) ilim. Kâsımî’ye göre ilm-i ledünnîde Allah ile kul arasında vâsıta yoktur. O, gayb lambasından saf, pâk ve latîf olarak, kalbe akan bir ışık, bir nûr biçimindedir. İlm-i ledün, nübüvvet ve velâyet sahibleri için söz konusudur. Nitekim sûfî anlayışa göre, Cenâb-ı Hak, bir kula hayır murâd ettiği zaman, o kişinin nefsi ile levh-i mahfuz arasındaki perdeyi, örtüyü kaldırır; o kişiye bazı gizli sırlar zâhir olur.
(el-Kâsımî, MuhaMMed Cemâlüddîn, Mehâsinu’t- t’vîl (Tefsîru’l- Kâsımî/Tahk.: M. Fuâd Abdulbâkî, Dâru ihyâi’l- kütübi’l-Arabî, Beyrut 1957, I. Baskı, I-XVII, XI, 4097.)

İlm-i ledün, fikrî gayret ile elde edilmeyip Cenâb-ı Hak’dan bir “mevhibe-i ilâhî”dir.
(Bilgiz, Musa, Kur’ân’da Bilgi Kavramsal Çerçeve Bilgi Türleri, İstanbul 2003, s. 57.)

Kesbî ilim, çırağın ustadan, öğrencinin öğretmenden öğrendiği ilimdir. Vehbî ilim ise, Allah tarafından sahiblerine ilhâm edilen ilimdir.

Mevlânâ Hazretleri (kaddesallahu sırrahu/kalbe aksetmeyen ilmin, sahibine yük olduğunu belirtir. O, ilâhi olmayan, Allah tarafından verilmeyen ilimlerin zamanla eriyip gittiğini, âhirette faydası olmayan ilmin de yetersiz olduğunu belirtir. Hz.Ali’nin (kerremallahu vechehu) de dediği gibi, kişinin kıymeti himmetine göredir. Himmetleri, gayretleri, arzuları yalnız dünyâ hayâtı olanlar ona ulaşırlar. Fakat âhirette onların hiçbir nasibi yoktur..


فَإِذَا قَضَيْتُم مَّنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُواْ اللّهَ كَذِكْرِكُمْ آبَاءكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ
Resim---“Fe izâ kadaytum menâsikekum fezkurûllâhe ke zikrikum âbâekum ev eşedde zikrâ (zikren/fe minen nâsi men yekûlu rabbenâ âtinâ fî’d- dunyâ ve mâ lehu fî’l- ahirati min halâk (halâkın).: Böylece (hacca ait) ibadetlerinizi (ve kuralları) tamamladığınız zaman, artık atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha kuvvetli bir zikirle Allah’ı zikredin. Fakat insanlardan kim: “Rabbimiz bize dünyada ver.” derse, ahirette onun bir nasibi yoktur.”
(Bakara 2/200)

(Ayrıntılı bilgi için bakınız: Bilgiz, Musa, Kur’ân’da Bilgi Kavramsal Çerçeve Bilgi Türleri, İstanbul 2003, s.186.)
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

2-) AMeL: İnandığımızı ve öğrendiklerimizi tatbikten ibârettir.

3-) İHLâS: Amelleri riyâdan arındırmak.

İhlâs, okumakla elde edilemediği gibi rûh erdemleşmeden uygulamak mümkün değildir. Rûhun erdemleşmesi, ancak ve ancak Tarîkat Ocağı ile mümkündür. İhlâssız amel ve ilim yalnız başına hiçbir şey ifâde etmemektedir. Kısacası Tarîkat; İslâm’ın en önemli cüz’ü olan ihlâs’ı tahsîl için kurulmuş bir irfân ocağıdır.


TARÎKAT’IN FERDE VE TOPLUMA ETKİSİ:

Kişi, Tarîkat mektebinde şahsî kaprislerden arınır. Tevâzu sahibi olur. Bütün kötü huylar ondan uzaklaşır. İyi ve beğenilen huylar benliğini kaplar. Yaratılan her varlığı yaratandan dolayı sever. Ahlâk düsturunun en üst düzeyine ulaşır.

Ferd, bu şekilde kemâle erişince ferdlerin oluşturduğu toplum da haliyle değişir. Dervîşleri bol olan bir toplumda yalan söylemek ve duymak mümkün olmaz. İftirâ kalkar, nâmûs düşmanlığı yok olur. Ticârî ahlâk gelişir, aldatmak ve aldanmak mümkün olmadığı gibi hayır-hasenât için yardımlar çoğalır. Haksız yere cana kıymak, can acıtmak gibi topluma zarar veren kötülükler yok olmuş olur.

Kısacası dervîşi bol olan toplumda anahtara, demir kapıya, demir çerçeveye, demir kasaya değil, insana güven başlar.


TARÎKAT MENSUBU KİME DERLER?.
NASIL MENSÛB OLUNUR?. MECBÛRİYET VAR MIDIR?.:


Tarîkat mensûblarının yetişme yerine dergâh, tekke veyâ zâviye ismi verilir. Nefsini terbiye ederek, rûhunu olgunlaştırmak isteyen kişi niyetinde samîmi ise dergâhta bulunan görevliye müracaat ederek Tarîkat’a girmeyi arzu ettiğini bildirir. Görevli zât o kişiye istihâre ye yatmasını tavsiye eder.
(İstihâre: Arapça, “hayırlı olanı istemeyi’ ifâde eder. Hakkında tereddüt duyulan, kararsızlık bulunan bazı işlerin hayırlı olup olmadığını anlamak üzere rüyâya yatmak demektir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri sözlüğü, Ankara 1997, s. 403-404.)

Kişi görmüş olduğu rüyâsını intisab etmek istediği şeyhe anlatır. Uygun görüldüğü takdirde Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs ışığında ders târif edilir. Kişi böylece Tarîkat Mensubu olmuş olur. Fakat herkesin aynı mürşide bağlanma zorunluluğu yoktur. Âlemi ervahta takdir edilen bir kısmet meselesidir. Çünkü her kişinin irşadı aynı Mürşidde olmayabilir.

Tarîkat Mensubu olmak zorla değildir. Mecbûriyet yoktur. Her isteyen kişinin kendisi müracaat eder ve girer.


TARÎKAT MENSÛBLARININ YAPTIĞI İŞLER NELERDİR?.:

Tarîkat mensûbları, Tarîkat’ın ihtiva ettiği şeyleri yaparlar. Bunlar aslında her Müslüman’ın yapması gerekli olan şeylerdir. Meselâ zikir yapmak gibi…

Allah insanları rûhlar âleminde yaratınca, “Elestü bi rabbiküm” “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabı ile sordu. Rûhlar ise “Kâlû belâ” “Evet sen bizim Rabbimizsin” dediler.

(Hiçbir hammaddemiz yokken bizi yaratan, kanunumuzu koyan, koruyan ve kollayan sensin.)


وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
Resim---“Ve iz ehaze rabbüke mim beni ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm ala enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu bela şehidna en tekulu yevmel kiyameti inna künna an haza ğafilin : Kıyâmet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şâhid tuttu ve dedi ki: Ben sizin RABBiniz değil miyim? (Onlar da/Evet (buna) şâhit olduk, dediler.”
(A’raf 7/172)

Rûhlar beden kafesi içerisine girip dünyâ sahnesine geldiklerinde ise Allah’a rûhlar âleminde verdikleri sözü unutmaya başladilâr. Bu nedenle Allah, Bakara sûresinde şöyle buyurdu: “Fezkurûnî ezkürküm veşkurûlî ve lâ tekfurûn” “Öyleyse beni (ibâdetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana karşı nankörlük etmeyin"

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
Resim---“Fezkurûnî ezkurkum veşkurû lî ve lâ tekfurun (tekfurûni).: Öyle ise Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Ve Bana şükredin ve Beni inkâr etmeyin.”
(Bakara 2/152)

Rûhun gıdası, okumak, mütâlaa etmek ve zikretmektir. Çünkü âyette de belirtildiği gibi “Kalbler, ancak Allah’ı zikretmekle itminâna kavuşur”

الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
Resim---“Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh (zikrillâhi) e lâ bi zikrillâhi tatmainnu’l- kulûb (kulûbu).: Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur.”
(Ra’d 13/28)

Zikir; cehrî ve hafî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Hafî olan zikir ilk defâ Sevr mağarasında Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz tarafından Hz.Ebûbekr-i Sıddîk’a târif edilmiştir. Efendimiz Hazretleri: “Dilini damağına, bedenini kalbine topla gizli olarak “lâ ilâhe illellâh” ism-i şerîfini zikreyle” diye buyurmuştur.

Cehrî zikri, Efendimiz Hazretleri (sallallahu aleyhi vesellem) bizzât Hz.Ali’yi (kerremallahu vechehu) karşısına alarak şu şekilde telkin etmiştir: “Ben üç kez “lâ ilâhe illellâh” ism-i şerîfini zikredeyim, sen dinle. Üç kez sen zikreyle ben dinleyeyim” buyurmuşlardır.


nOt BİLgi:

Ferd olarak TEVHid telkinine gelince:

Resim---İmâm-ı Alî keremullahi veche, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:
“Yâ Resûlullah! Kuluna en kolay ve ALLAH katında en fazîletli ve ALLAH’a en yakın olan yol hususunda bana yol yol göster” diyerek sordu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem : “En efdâli (fazîletlisi/benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği “Lâ ilâhe illallah”Velev ki 7 semâ terazinin bir kefesine konsa (diğerine de tevhid konsa) onlara ağır basar.
Alî (keremullahi veche): “Nasıl zikredeyim Yâ Resûlullah?”
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem : “Gözlerini kapat ve beni üç kere (söylerken) dinle, sonra sen söyle 3 kere (söylerken/ben dinleyeyeyim.
Ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gözleri kapalı olarak ve sesini yükselterek 3 kere “Lâ ilâhe illallah” buyurdu. Alî (keremullahi veche) dinledi.
Sonra Alî (keremullahi veche) gözlerini kapatıp sesini yükselterek 3 kere “Lâ ilâhe illallah” dedi.
Ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dinledi.

(Âriflerin menkıberleri (Menakib-ül Ârifin/Cev. Tahsin Yazıcı, MEB yayınları. S.708-709, C.3, S.405.)

İtikat ve amel esasları Kur’ÂN ve Sünnet’e uygun olan her tasavvufî meşreb asıl itibarı ile sahih ve haktır.

Eğer Tarîkat ismi altında bir takım yanlışlıklar yapılıyorsa, bu yanlış bizzât Tarîkat müessesesinin suçu değil Tarîkat ismini haksız yere kullanan ve bu işin ehli olmayan istismarcıların suçudur..


TARÎKAT’IN ZARARLARI OLABİLİR Mİ?.:

Başından bu yana anlattığımız Tarîkat, sahih olan Tarîkattır. Böyle bir Tarîkat da insanlığın iftihâr ettiği irfân mektebidir. İsim, nâm ve ma’nevî şöhretlerini kuşaktan kuşağa duyduğumuz Seyyid Ahmet er-Rufâî (radiyallahu anhu/Seyyid Abdulkadir-i Geylânî (radiyallahu anhu/Şâh-ı Nakş-ı Bend (radiyallahu anhu/Mevlana Celaledin-i Rumî (radiyallahu anhu/İmâm-ı Rabbânî (radiyallahu anhu/Muhyiddîn-i Arabî (radiyallahu anhu/Hacı Bayramı Velî (radiyallahu anhu/Yunus Emre (radiyallahu anhu) vb. büyük zâtlar, bu yollarla gelmişlerdir. Bu gibi zâtlar ve gittikleri yollar, değil insanlığa zarar vermek aksine insanlığa birçok ma’nevî değer kazandırmışlardır. Yaşadığı topraklarda Milli Birlik ve Beraberliği esas almışlar. Çünkü bu hâl Tasavvuf ruhunun tabi bir neticesidir. Kendileri böyle olunca onları yetiştiren irfân mekteblerine ne denilebilir..

TARÎKAT BÜYÜKLERİNDEN BAZILARININ SÖZLERİ:

Tarîkat büyüklerine mutasavvıf denir. Bu büyük zâtlar, insanları doğruya çekmek için zâhirî ve bâtınî ilimlerden ilhâm alarak veciz sözler söylemişlerdir. Tarîkat büyükleri, sekir hallerinde bazı sözler söylemişlerdir. Bunlar ilk bakışta yanlış gibi görünseler de incelendikleri zaman yanlış anlaşıldıkları görülmüştür.
Örneğin;
Hallâc-ı Mansur’un: “Ene’l- Hakku çağruben dâra gireyin Mevlâ” “Ben hakkım…”, Beyâzıd-ı Bistamî’nin: “Sübhânî” “kendimi tenzîh ederim” demesi gibi…
Şurası unutulmamalıdır ki bu makamlara ulaşamayanların böyle sözleri taklid etmeleri doğru değildir. Bazı büyük zâtlar bunları her ne kadar tenkid etmişlerse[28]de bizler saygı ile okuyup geçmeliyiz.
[28]
(Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin (radiyallahu anhu) bu konudaki eleştirisinin ayrıntısı için bakınız: Seyyid Ahmed er-Rufâî (radiyallahu anhu/el-Burhânu’l-müeyyed (Delilleriyle Ma‘rifet Yolu/Hazırlayan: H. Kâmil Yılmaz, İstanbul 1995, s. 31.)

Haddi aşarak saygısızlık etmemeliyiz. Zirâ bu lafları söyleyen zâtlar, “akl-ı cüz’î”nin zirvesinde “kemâlât-ı ilâhiye” sarhoşluğunda söylemişlerdir.

Unutulmamalıdır ki; “Âlimlere derece vermek cahillerin sıfatındandır”

(Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin (radiyallahu anhu) sözlerindendir.)

“Ne senden kimse incinsin, ne de sen kimseden incin”
“Kendisi için sevdiğini, mü’min kardeşi için sevmeyen kâmil mü’min olamaz” gibi hadîs-i şerîfler, Tarîkat mekteblerinin yetiştirdiği üstün ahlâk sahiblerinin irşâd parolalarıdır..


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sevmeyen kâmil mü’min olamaz.” buyurdu.
(Buharî)
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

TARÎKAT VE TASAVVUF:

Tarîkat ehli ve tasavvuf ehli, hemen hemen aynı şeyler demektir. Tarîkat biraz daha umûmîdir. Tasavvuf, mi’râcta Allah’a yaklaşmaktan doğan tefekkürden hâsıl olan daha husûsî bir haldir. Tasavvuf ehline, mutasavvıf denir. Mutasavvıf olan mütefekkir ile filozof veyâ felsefeciyi karıştırmamak lâzımdır. Filozof veyâ felsefeci, etrafında cerayan eden tüm meseleleri “yalın bir akıl” ile anlayıp izâh etmeye çalıştıklarından çoğukez hataya düşmüş hatta inkâra saptıkları da olmuştur. Çünkü felsefecilerin yolu tamamen şüphe üzerine tesis edildiğinden bu yolun neticesinde kendileri şüpheden şüpheye düşerek mutlak hakikatten fersah fersah uzaklaşmışlardır. Mutasavvıflar ise Kur’ÂN ve Sünnet çerçevesinde idâme ettirilen akide ve amel ile birlikte bu ölçüler doğrusunda yapılan istikâmetli bir seyri sülûk sonucunda “yakîn” bilgisine ulaşmışlardır. Dolayısı ile yaratılandan Yaratan’a doğru varlık bilgisini kavramışlar ve mutlak hakikate erişmişlerdir. Bu mutlak hakikat ise Kur'ÂN-ı Kerîmde:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Resim---“Ve mâ halaktu’l- cinne ve’l- inse illâ li ya'budûni.: Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.”
(Zâriyât 51/56) âyet-i celîlesinin ifâde ettiği ma’nâdır.


TARÎKAT İLE ALÂKASI OLMADIĞI HALDE
TARÎKAT ADI ALTINDA YAPİLÂN YANLIŞLIKLAR.:


Şimdiye kadar îzâh etmeye çalıştığımız Tarîkat, gerçek bir Tarîkattır. Bu ölçüler dışında kalan hiçbir Tarîkat, mensûbları onlara Tarîkat deseler bile gerçek değildir. Tarîkat mektebinde edeb ve tevazu’ varken, dünyâyı gönülden sevmek, Âl-i İmrân sûresindeki daha önce bahsi geçen yedi alâka, Tarîkatı istismâr edenlerde bulunur. Çünkü mü’min ile münâfık, gece ile gündüz, ateş ile su bir arada olmaz. Bir bedende akıl ve his olmak üzere iki güç hüküm sürer. Beden ya aklın ya da hislerin emrindedir. İkisinin bir arada olması mümkün değildir.

Günümüzde kişilerin Tarîkat hakkındaki bilgisizliğinden istifâde edenler çokça bulunabilir. Fakat bütün bu menfî haller, hak olduğu kesin olan Tarîkata gölge düşüremezler. Hakikat güneş gibi meydandadır. Güneş de balçıkla sıvanamaz. Tarîkatta ayrımcılık söz konusu değildir. Ne var ki teşbih yapacak olursak aynı Tarîkatın mensûbları kardeş, diğerleri amcaoğlu mesabesindedir.

Câhil dervîşlik ve şeriatsız Tarîkat söz konusu değildir. Pîrimiz Seyyid Ahmed er-Rufâî (radiyallahu anhu) bu konuda: “Şeriatsız Tarîkat şeytan işidir. Şeriatını bilmeyen Tarîkat mensubu şeytanın maskarasıdır” buyurmuşlardır.


TARÎKAT HAKKINDA BAŞKA BİLGİLER.:

Yukarıda da açıklandığı gibi râbıta, Arapça, bağlayan demektir. Tasavvuf dilinde ise, mürîdin mürşidini severek, yâd etmesi ve onun sûretini kendi zihninde canlandırmasıdır.

1. Tefekkür-i mevt,
2. Râbıtatü’l- mürşid,


Tefekkür-i mevt: Dervîşin bu dünyâda iken mutlak ölümden önce ölmesidir. Ölüm öylesine büyük bir sırdır ki kişi canını gerçek sahibine teslim ettikten sonra yanında götüreceği tek şey amelidir. Dünyâda iken peşinden koştuğu tüm şeyler artık onu terk etmiştir. Kişi öyle bir varlığın tâlibi olmalı ki ölümden sonra da beraber olabilsin. Terke uğramayacak varlık olmalıdır. Dervîş ölmeden önce ölürse, gerçek dosta âşık olur. Dünyânın gerçekten fânî olduğuna inanır.

Râbıta-i mürşid: Önceki konumuzda da bahsettiğimiz gibi Cenâb-ı Hak’tan bize gelecek olan sevgi mürşid kanalı ile gelir. Onun içindir ki dervîş halk ile Hak arasında vâsıta olan mürşidinin gönlüne gönlünü rabt etmelidir.

1- Fenâ fi’l – ihvan,
2- Fenâ fi’ş- şeyh,
3- Fenâ fi’r- Rasûl,
4- Fenâ Fillâh


Fenâ fi’l – ihvan: İhvan kardeşinde fenâ olmaktır. Kur’ÂN-ı Kerim’de “îsar” diye bir kavram vardır ki, kişi Allah için sevdiği yol kardeşini kendi nefsine tercih etmeli. Kendine yapılmasını istemediği şeyleri yol kardeşi içinde istememektir. Çünkü o kardeşlerini ivazsız ve garazsız (dünyevî menfaat beklemeksizin) sever. Allah rızası için olan bu sevgide o derviş için Fenâ fi’ş – şeyh makamının kapısı olur.

Fenâ fi’ş- şeyh: Dervîşin yükseliş kademelerinden biri olup tasavvufî olarak kişinin kendinde ölmesi sevgilide dirilmesidir. Dervîşin şeyhinde yok olması demektir. Diğer bir ifâde ile kalbinin şeyhinin kalbi ile bir olmasıdır. Misâl; Şeyhin birisi Hızır ile birlikte otururken dervîşleri ziyâretine gelir. Elini öpen dervîşin kulağına şöyle der: “Evlâdım yanımdaki Hızır’dır.”
Dervîş, hemen Hızır’ın eline yapışır. Şeyh efendi, her elini öpene aynı şeyi tekrarlar. İçlerinden bir tanesi: “Ben onun Hızır olduğunu bildim. Çünkü ben kalbimi sizin kalbinizle bir etmişim. Ben size tevhîd-i kıble ile bağlanmışım” der.


Fenâ fi’r-Rasûl: Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) sevgisinde kaybolmak demektir. Rasûlullah’ın sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemektir. Yâni sünnetlerine sıkıca bağlanmaktır.
Misâl;
Rasûlullah, Mekke’yi fethettikleri zaman: “Herkes gitsin yakınlarını ziyâret etsin” buyurmuşlardır.
Hz.Ebûbekir babasının evine gittiğinde babası: “Evlâdım Allah gönlüme rahîm saldı, vakit geçirmeden beni Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi vesellem) götür, îmân etmek istiyorum” der.
Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) yüksek huzuruna varırlar. Îmân eden babası, Ebû Kuhâfe isminden kurtularak, Abdullâh-ı Tâhâ ismi ile şereflenir. Hz.Ebûbekir, bir toprak yığını üzerine oturmuş ve mahzundur.
Hz.Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem): “Baban îmân ile şereflendi, sevinmen gerekirken bu hüzün niye” diye sorar.
Hz.Ebûbekir: “Amcanız Ebû Tâlib vefât edince zâtınız çok mahzun oldunuz. Ben ancak sizin sevindiğiniz zaman sevinirim. Üzüntülerinizle üzülürüm” der.

(Ebû Kuhâfe İsmini, câhiliye döneminde Kuhâfe adında puta taptığı için bu adı almıştır.)

İşte Rasûlullah’ta (sallallahu aleyhi vesellem) fenâ bulmak budur. Dervîşlik sadece kılık kıyâfetle olmaz, asıl gâye rûhtur. Rûhun erdemleşmesidir.
Seyyid Hacı Mevlüd Baba, rûhun erdemleşmesini şöyle târif ediyor:


Terakkiye giderse rûh-i sâlik,
Makamına erişirse mesâlik,
Makamında tecellîeder Allah,
Tecellîden tesellî olur ol şâh..


Kerâmetin dervîşte yeterli ölçü olmadığını ve bu işin günümüzde fazlaca sahtekârlığının yapıldığını yine Hacı Mevlüd Baba şöyle anlatırdı:

Keşîşler etse bâtıl ibâdet,
Olur, onlarda da keşf-i kerâmet..
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

DERVÎŞİN TARÎKAT DERSİ ALIŞI.:

Hacı Mevlüd Baba, Tarîkata girmek isteyenlere istihâre ve istişâre yapmalarını önerirdi. Niyetlerinde samîmi oldukları kesinleşince, şimdiye kadar kendi dış âlemini tanıyan insanları kendi iç âlemlerine yolculuğa çıkarırdı.

Resim---Hz.Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem): “Kendini (iç âlemini) tanıyan, Allah’ı da bulur” buyurmaktadır.

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Men arefe nefsehû fe kad ‘arefe rabbehû: Nefsini tanıyan RABBini tanır” buyurdu.
(Nevevî, Riyâzu’s-sâlihîn)

Şöyle ki; Dervîş sözcüğü Farsça olup, “fakîr, gâyet mütevâzî ve kanaatkâr olan” anlamındadır. Ma’nevîyât zengini mürîd demektir. Yine dervîş sözcüğü, Farsça’da “kapı eşiği” anlamına da gelmektedir. Kapı ile eşiğin münasebeti göz önüne alınır. Kapı kendini tanıma yolunun ilk girişi, başlangıç yeri, eşik ise ilk ayak basılan, kapıyı yerinde tutan unsurdur. Kapı, kalb (gönül) kapısı; eşik de tevâzu ve edebin ilk adımıdır. Edeb, her hususta haddini bilip sınırı aşmamaktır. Zâhirî ve Bâtınî edeb olmak üzere ikiye ayrılır. Biri dışımızı temiz tutmak diğeri iç âlemimizi temizlemek ve arındırmaktır.

Mevlüd Baba, huzura abdestli gelen dervîş adayına, tefekkür-ü mevt ettirip, Allah rızası için iki rekât namaz kılmasını söyler, dervîş adayı duasını bitirdikten sonra Mevlüd Baba, dervîş adayını karşısına alır. Dervîş adayı, ibâdet oturuşu olan diz üstünde oturur. Dizler karşılıklı olarak dokundurulup, sağ el başparmakları karşı karşıya, eller musâfaha şeklinde kavrayarak tutulur. Dervîş adayı, şeyhin iki kaşının arasına bakar. Şeyh, Rufaî Tarîkatı’nda şekli ma’lum olduğu üzere nasûh tövbesini söylerken dervîş olacak şahısta tekrar eder.

(Tefekkür-ü mevt:Ölmeden önce ölmek, ölenin âhirete götürmesi gereken azıkla gitmesini kendisine hissettirmek demektir ki;

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem!: “Mutü kable en temutü: ÖLmeden önce ÖLünüz!” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II-291-2669))

Şeyh Efendi şöyle der: “El ele, el HaKk’a” diyerek mensub olduğu Rufaî Tarîkat silsilesindeki şeyhinden Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) dahil silsilede yer alan Mürşid-i Kâmiller’in isimlerini sayar. En sonunda da Hz.Allah’ın yed-i kudretine bağlar. “Tarîkat-ı Rufâîye’yi beş azanın kırk şartı üzere verdim, aldın kabul ettin mi?” diye sorulur. Şahsın cevabı: “Aldım kabul ettim!” şeklinde olmalıdır. Ve şunlar sıralanır: “GÖZün kördür harama bakmayacaksın, KULAĞın sağırdır haram sözleri duymayacaksın, AĞZın yoktur haram sözler konuşmayacaksın, ELin yoktur haram şeylere uzâtmayacaksın, AYAKların yoktur haram yollara gitmeyeceksin. GÖZün var helâl şeyleri göreceksin, KULAĞın var helâl sözleri işiteceksin, AĞZın var helâl sözleri konuşacak, Kur’ân okuyacaksın, ELLerin var helâl rızıklara uzanacaksın, AYAKLarın var helâl yollarda yürüyeceksin!.”

Böylece dervîş olan kişi, evlatlığa, sâlikliğe kabul edilmiş olur. Kendi iç âleminin kapısından girerek, Allah’a vâsıl olmak hususunda belirli program dâhilinde seyr-i sülûk akdi yapılmış olur. Daha sonra dervîş olmuş kişiye Rufaî Tarîkatı’nda meşhur bazı dua ve âyetlerin okunduğu şerbet ikrâm edilir. İntisab eden kişiye istidadı (kabiliyeti) nisbetinde ders verilir.

Erkeklerde durum böyle iken, hanım kardeşlerde ise durum şöyledir:
Hanım dervîş adayları, intisab ederken yanlarında kocası, babası, kardeşi, baliğ olmuş erkek evladı veya benzeri mahremi olan bir kişinin de bulunması gerekir. Böylece tepeden tırnağa nikâblanıp (örtünüp) ellerini dahi eldivenle kapatıp üç el tespihin bir ucundan tutulmak sureti ile Tarîkat dersi alırlar.

Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

VELÎLER ve VELÂYET:

Âyet-i kerîme’de şöyle buyurulmaktadır:

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim---E lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn (yahzenûne).: Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına/korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?”
(Yûnus 10/62)

الَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ
Resim---Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn (yettekûne).: Onlar iman edenler ve (Allah'tan) sakınanlardır.”
(Yûnus 10/63)

لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَياةِ الدُّنْيَا وَفِي الآخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Resim---“Lehumu’l- buşrâ fî’l- hayâti’d- dunyâ ve fî’l- âhırati, lâ tebdîle li kelimâtillâh (kelimâtillâhi/zâlike huve’l- fevzu’l- azîm (azîmu).: Müjde, dünya hayatında ve ahirette onlarındır. Allah'ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur.”
(Yûnus 10/64)

Velî, Dost, sevgili, ermiş gibi ma’nâlara gelir. Evliyâullâh, Allah’a dost olanlardır.

Velâyet ise, Allah’ın kulunu, kulun Allah’ı dost edinmesi demektir. Yaratan ile yaratılan arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk demektir. Kulun Hak’ta fânî olup O’nunla bekâ bulmasıdır.

Âyet-i kerîme’de:

إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَاللّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ
Resim---İnne evlen nâsi bi ibrâhîme lellezînettebeûhu ve hâzan nebiyyu vellezîne âmenû vallâhu veliyyul mu’minîn(mu’minîne).: Muhakkak ki Hz.İbrâhîm'e insanların en yakın olanı elbette ona tâbî olanlar ve bu peygamber (Hz. MuhaMMed) ve iman edenlerdir. Ve Allah, mü’minlerin dostudur.”
(Âl-i İmrân 3/68)

Hadîs-i kudsîde ise,
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “ALLAHu Z’l- Celâl:"...Nihâyet ben o kulumu severim. Sevince de onun artık duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum o benimle görür(Buhârî)

Hadis-i kudsî:
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “ALLAHu Z’l- Celâl:"Velîlerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harb ilân ederim. Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür. Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." buyurdu” buyurdu.
(Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)

Yine başka bir hadîs-i kudsîde:
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “ALLAHu Z’l- Celâl:“Her kim benim velî kuluma düşmanlık ederse ben ona harb ilân ederim. Kubbelerimin altındaki velîlerimi benden başka kimse bilemez” buyurmuştur.
(Buhârî)

عن أبي هريرة رضي اللَّه عنه قال: قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «إِنَّ اللَّه تعالى قال: منْ عادى لي وليًّا. فقدْ آذنتهُ بالْحرْب. وما تقرَّبَ إِلَيَّ عبْدِي بِشْيءٍ أَحبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عليْهِ: وما يَزالُ عبدي يتقرَّبُ إِلىََََّ بالنَّوافِل حَتَّى أُحِبَّه، فَإِذا أَحبَبْتُه كُنْتُ سمْعَهُ الَّذي يسْمعُ به، وبَصرَه الذي يُبصِرُ بِهِ، ويدَهُ التي يَبْطِش بِهَا، ورِجلَهُ التي يمْشِي بها، وَإِنْ سأَلنِي أَعْطيْتُه، ولَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لأُعِيذَنَّه» رواه البخاري.
Resim---Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teâla Hazretler: “Kim benim velî kuluma düşmanlık ederse ben de ona harb ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifâyî) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli olur, onu yolumca yürütürüm. Benden birşey isteyince onu veririm, benden sığınma taleb etti mi onu himayeme alır, korurum.” Buyurdu.

(Buhârî, Rikâk, 38)

Resim---Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz’e evliyâullâhın kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur, onları gören Allah’ı hatırlar."
(Câmiu’s- Sağîr)

nOt BiLgi:
Camiü’s- Sağir, 10.000 civârında hadis-i şerifi ihtiva eden meşhur hadis kitablarından biridir. Uyanıkken yetmiş defa Resulullahı (aleyhisselâm) gören İmam Celâleddin es-Suyutî (1445–1505) tarafından tasnif edilmiştir..


Onlarla bulunan, sohbetlerinden istifâde eden, öğüt ve irşâdları istikâmetinde Allah’a kulluk vazifelerini îfâya çalışan kimseler, bu hadîs-i şerîfin sırrını açıkça görürler.

Resim---Bir hadîs-i kutsîde Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kullarımdan benim velîlerim ve halkımdan sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikrimle zikrolunur ve zikirleri ile ben zikrolunurum”
(Râmûzu’l-Ehâdîs)

nOt BiLgi:
Râmûzu’l- ehâdis: Ünlü mutasavvıf ve aynı zamanda bir hadis âlimi olan Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî (ö.1311-1893) Hazretleri tarafından harf sırasına göre hazırlanan bir hadis kitabıdır; içinde yedibin civarında hadisin bulunduğu eserde diğer hadis kitablarında olduğu gibi Müslümanların istifade edebileceği değişik konularla ilgili bir çok rivâyet bulunmaktadır..


Velîler, Allah’ın Rahmân ve Rahîm sıfatlarından tecellî alırlar. Onlar, güneş, yağmur ve rüzgâr gibi çevrelerini bereketlendirirler. Güneş sadece Müslümanlar üzerine mi hayat kaynağıdır? Elbette hayır. Güneş gayr-i Müslimler üzerine de hayât kaynağıdır. Yağmur, sadece kitab ehli ülkelere mi yağar? Elbette hayır. Gayr-i kitab ehli ülkelere de yağar. Rüzgâr sadece mısmıl (dînen eti yenen) hayvanların otladığı arazilere mi eser? Elbette hayır. Eti yenmeyen hayvanların bulunduğu arazilere de eser.

Velîler, Hz. Peygamberimiz’den (sallallahu aleyhi vesellem) bir cüz’ sahibi olurlar. Hz.Peygamberimiz, tüm ashâbı için: “Onlar gökyüzündeki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız hidâyete erenlerden olursunuz” buyurmuştur. Peygamberimiz ashâbının güçlüsünü zayıfına, zenginini fâkirine tercih etmemiş, hapsini bağrına basmıştır. Allah dostları da kendisine bağlananlar arasında sınıf ve meziyet farkı gözetmeksizin hepsini bağrına basan kimselerdir..

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz.” Buyurmuştur.
(Beyhakî, el-Medhal, s.164, Kenzu’l- ummal, h. no: 1002)

Velîler, Hz.Ebûbekir’den (radiyallahu anhu) bir cüz sahibi olurlar. Hz.Ebû Bekir (radiyallahu anhu/Peygamberimiz’e (sallallahu aleyhi vesellem) dâimâ sâdık ve vefâlı olmuş “Sıddîk” lâkabı ile taltîf olmuşlardır. Allah dostları da mensûb oldukları dâvânın sâdıklarındandır.

Velîler, Hz.Ömer’den (radiyallahu anhu) bir cüz’ sahibi olurlar. Tarih onu: “Dicle kenarında bir kurt kapsa koyunu, adl-i ilâhî Ömer’den sorar onu” diye bayraklaştırmıştır. Allah dostları da âdil olan ve adâlet üzere işlerini gören insanlardır.

Velîler, Hz.Osman’dan (radiyallahu anhu) bir cüz’ sahibi olurlar. Hz.Osman hayânın sembolüdür. Allah dostları da hayâ ve edeb şiârı ile tanınırlar.

Cüz’: Azdan olan. Parçaya âit olan. Biraz. Pek az. Kıymetsiz. Mühim olmayan. Esasa ait olmayan. Cüz'e âit olan. Külli olmayan.

Velîler, Hz.Ali’den (kerremallahu vechehu) bir cüz’ sahibi olurlar. Hz. Peygamberimiz aleyhisselâm: “Ben ilmin şehriyim. Ali de kapısıdır” buyurmuştur. Allah dostları da ledünnî ilme vâsıl olanlardır.

Resim--- Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır. Şehre girmek isteyen kapıdan girmelidir!.” buyurdu.
(Hazreti İbn-i Abbas’dan; Hâkim-i Nişaburî Müstedrek C. 3 S. 126)

Ledünn: Arapça’da zaman veya mekân zarfı olup, yanında, …de, …da anlamlarını içerir. Gayb ilmi ve sırlara vâkıf olma anlamında kullanilân tâbirdir. Kehf sûresinde “…ona katımızdan bir ilim öğrettik…” (Kehf/65) âyetiyle bu ilme işâret olunur. Tahsîl yapmadan, çaba göstermeden, Allah tarafından vâsıta olmaksızın kula öğretilen bu ilme “ilm-i ledünnî” (ilâhî bilgi) denir.
Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri sözlüğü, Ankara 1997, s. 471-472.


İnsanlar, Allah dostlarının huzuruna varınca edebli olurlar. Yaramaz ve çirkin huylar kişiden uzaklaşır. Beşerîyetin hırs ve ihtirâsından arınırlar. Sevilen ve beğenilen vasıflarla donanırlar.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

HACC:

Hacc, İslâm’ın beş temel esâsından biridir. Hacc farîzası, şartları tamam olan her Müslüman üzerine farzdır. Mekke-i Mükerreme’de bulunan Kâbe’yi ve onun civarındaki mübârek yerleri kendine mahsûs zaman içinde ve ta’yin edilen şekilde ziyâret etmektir.

Âyet-i Kerîme’de:

يهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
Resim---“Fîhi âyâtun beyyinâtun makâmu ibrâhîm (ibrâhîme/ve men dahalehu kâne âminâ (âminen/ve lillâhi alen nâsi hiccu’l- beyti menistetâa ileyhi sebîlâ (sebîlen/ve men kefere fe innallâhe ganiyyun ani’l- âlemin (âlemîne).: Orada (Beytullah'da) açık beyyineler, Hz.İbrâhîm'in makamı vardır. Ve kim oraya girerse emin (emniyette) olur. Ona yol bulmaya (Hacc’a gitmeye) gücü yetenlere, Allah için o Beyt’in hac edilmesi, insanların üzerine (farz)dır. Ve kim inkâr ederse, artık muhakkak ki Allah, âlemlerden ganidir (hiçbir şeye muhtaç değildir).”
(Âl-i İmrân 3/97)

Resim---Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) de: “Hacc ediniz. Zâhirdeki kirleri su izâle ettiği gibi, günâhları da hacc-ı şerîf imhâ eder” buyurmaktadır.

(Câmiu’s- Sağîr)

Başka bir hadîste:


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Helâl para ile riyâsız ve Allah’ın rızası için haccedip kötü söz, kötü iş yapmadan dönenlerin büyük küçük günâhları affolur. Anadan doğmuş gibi günâhsız dönerler” buyurmuştur.

(Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 756)


Hacı Mevlüd Baba da hacca gitmek üzere kendini ziyârete gelenlere tenbîh olarak derdi ki: “Vahyin nâzil olduğu, İslâm’ın doğup cihâna yayıldığı dönemleri, Rasûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem/Ashâb-ı Kirâm’ın ve Ehl-i Beyt’in yaşadıklarını görmek şüphesiz ki büyük bahtiyârlıktır. O mübârek beldelerdeki feyiz ve bereket, her türlü tasavvurun fevkindedir. Medine-i Münevvere, bir nûr beldesidir. Büyük hürmet ve tazim edin. Orada aşk deryâsı vardır, herkesin göremediği bir âlem vardır. Çünkü o makam “Makam-ı MuhaMMed Mustafa”dır. Her an huzurda olun. Edebinizi muhâfaza edin. İçinizi dışınızı temiz tutun. Orada kendi iç âleminizde olun. O mübârek yolda kendinize birden fazla arkadaş edinmeyin, sözle sohbetle vakit geçirmeyin. Herkesi hoş, kendinizi boş görün, kimse ile münâkaşa ve mücâdele etmeyin. Alış-verişlerle vakit geçirmeyin. Her saniye çok önemlidir. Fırsatı ganimet bilin ve ibâdette dâim olun. Fazla yemeyin. Cennet taamı olan zemzem ve hurma yiyin, bunlar size kâfi gelir. Uyku ile fazla meşgul olmayın. Elbiseleriniz dâimâ temiz olsun. Sık banyo yapın ki ter kokmayasınız. Hep istiğfârla meşgul olun. Böylece sizi ibâdetten alıkoyacak sıkıntilârdan kurtulursunuz. Günâh kamburunu sırtınızdan atmaya çalışın. Kamburu kambur üzerine ekleyip de dönmeyin.”

Yine Hacı Mevlüd Baba şöyle anlatırdı: “Rivâyet edilir ki kambur bir adam, açık arazide gezerken cinlerle karşilâşır. Cinler adama derler ki, bize öyle bir türkü söyle ki daha evvelce ne kulaklarımız duymuş olsun ne de ayaklarımız bu türküyle oynamış olsun. Adam da pek türkü bilmediğinden pazar, pazartesi bir de salı demiş. Cinlerin çok hoşuna gitmiş. Oynamışlar. Bu adama bir iyilik yapalım demişler ve karar alarak adamın sırtındaki kamburu almışlar. Bunu duyan başka bir kambur şahıs, öncekini ziyârete gitmiş. Sormuş soruşturmuş. Tarih, yer ve adreslerini almış. Aynı yere gitmiş, beklemeye başlamış. Cinler gelmiş ve ona da aynı isteklerini aynı şartla iletmişler. Bu da “çarşamba, perşembe bir de cuma” demiş. Dolayısıyla cinler oynayamazlar ve derler ki: “Buna bir cezâ verelim. Diğer kamburu da bunun üzerine vuralım!.”

Burada asl olan örnekte de açıklandığı üzere tövbe ederek günâh kamburundan kurtulmaktır. Üst üste günâh işleyerek günâh kamburunun üzerine bir yenisini eklememektir.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

EN BÜYÜK DÜŞMAN:

Resim---Bir hadîs-i kutside: “Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir” buyurulmaktadır.

Resim---Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz de: “En şiddetli düşman iki yanın arasındaki nefsindir” buyurmuşlardır.

(Beyhâkî, Sünen)

Düşmanların en büyüğü nefistir. Tahribatı dış düşmanlardan daha fazladır. Her iyiliğe engel olan ve her kötülüğün kapısını açandır. İnsanın kendi nefsi ile cihâdına “Cihâd-ı Ekber” denilmiştir.

Hacı Mevlüd Baba da şöyle derdi: “Sen nefsini taşlayıp da ondan uzaklaşırsan, âlem de iyi olur. Allah korkusuna ulaşır, hevâ ve heveslerden kurtulur, ibâdetlere yönelirsin. Haram ve şüpheli şeylerden kaçıp dersinle dost olursan iyi bir dervîş, takvâ bir mü’min olursun. Rûhun esâreti, nefsin hürriyetidir; nefis esir alınmadıkça rûh hürriyete kavuşamaz.”


İYİ ARKADAŞ:

Resim---Hz.Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bu konuda: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kimle arkadaşlık kuracağına dikkat etsin” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd: 4833)

İyi arkadaş kişiyi doğruya yaklaştırdığı gibi kötü arkadaş da kişiyi yanlışlara sevk eder. Kişi, erdemli ve faziletli büyüklerle arkadaşlık ettiği müddetçe ahlâkı, tavırları ve dünyâ görüşü güzelleşir.

Hacı Mevlüd Baba ise bu konuda şöyle derdi: “İhvânlık menfaate dayanmadığından sırf Allah rızası için kurulur, onun için de uzun sürer. Kan bağı ile bağlanan kardeşlik bu dünyâda bittiği halde, nûr bağı ile bağlanan ma’nevî kardeşlik âhirette de devam eder.”
(İhvân: Aynı tarîkata mensûb kişiler birbirlerine ihvân (kardeş) derler.)


SELÂMLAŞMAK:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
وَإِذَا حُيِّيْتُم بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّواْ بِأَحْسَنَ مِنْهَا أَوْ رُدُّوهَا إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَسِيبًا
Resim---Ve izâ huyyîtum bi tahıyyetin fe hayyû bi ahsene minhâ ev ruddûhâ. İnnallâhe kâne alâ kulli şey’in hasîbâ (hasîben).: Ve bir selâmla selâmlandığınız zaman, o taktirde siz, ondan daha güzeli ile selâm verin veya onu (aynen) iade edin. Muhakkak ki Allah, herşeyi en iyi hesap edendir.”
(Nisâ 4/86)

Hadîs-i şerîfte ise:
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “İnsanların en makbûl olanları, selâmı önce verenlerdir” buyurmuştur. [47]
(Ebû Dâvûd)
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Ben size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi?. Aranızda selâmı yayınız.” buyurmuştur.
(Müslim)

Pîrimiz Seyyid Ahmed er-Rufâî Hazretleri, mahlûkata merhamet bâbından hayvanlara dahi: “Gününüz aydınlık olsun” diye selâm vermişlerdir.

Hacı Mevlüd Baba ise bu konuda şöyle derdi: “Selâm insanlar arasında birbirlerine Allah’ın rahmet ve bereketini dilemesidir. Kişiler arasında esenlik başlangıcıdır. Selâmsız güne başlamak noksanlıktır.”


HELÂL LOKMA:

Hadîs-i şerîfte:
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Helâli aramak, helâl kazanmak ve helâl yemek her Müslüman üzerine farzdır” buyurmuştur.
(Taberânî)

Hacı Mevlüd Baba da bu konuda şöyle derdi: “Büyük zâtlar, değil haramlardan şüpheli olan şeylerden bile sakınmışlardır. Haramın binâsı olmaz. Haram lokma, kişinin Allah’a yönelmesine mânî olur. Haram lokmanın girdiği bedenin rûhundan ihlâs çıkar gider. Haram lokma ile büyüyen çocuk, ana-babasına âsî olur. Malını masiyette (günâhta) yer.”


HEDİYELEŞMEK:

Hacı Mevlüd Baba, Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) hediye kabul ettiğini ve hediye verdiğini söyler, çevresinde bulunanlara kendi özel eşyâlarından (örneğin elbiselerini) hediye olarak verdiği olurdu. Kendisine gelen hediyeler hususunda: “Pîrimiz Ahmed er-Rufâî Hazretleri (radiyallahu anhu/kimseden hediye istememiş, verileni reddetmemiş, fazla mal biriktirmemiştir. Biz de onun yolu üzereyiz” derlerdi.

HAYÂ:

Resim---Hadîs-i şerîfte: “Hayâ ile îmân, dâimâ bir arada bulunur, birbirinden ayrılmazlar. (Yâni biri gidince öteki de kalmaz” buyurulmaktadır.
(Câmiu’s- Sağîr)

Resim---Hz. Allah, Hz.Âdemi yaratınca ona şöyle buyurmuştur: “Sol tarafına dön, üç zulmet kir yarattım. Bunlar kibir, tamâh ve hasettir. Sağ tarafına dön, üç muazzez nûr yarattım bunlar da akıl, hayâ ve îmândır. Allah(c.c/Hz.Adem(a.s.)’e istediğini seç al diyince o, akılı seçmiştir. Hayâ demiş ki ben akıldan ayrılmam. Îmân ise şöyle demiştir: Ben de akıl ve hayâdan ayrılmam”
(el-Hâc Muzaffer Ozak, İrşâd, I-III, İstanbul 1981, I, 253-54.)

Bu nedenle hayâlı insan akıllı ve îmânlıdır.

Hacı Mevlüd Baba derdi ki: “Hayâ mü’minin zînetidir. Ferdlerine hayâsızlık bulaşan toplumun mahviyeti muhakkaktır.”


ÖLÜM.:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَن زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَما الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ
Resim---“Kullu nefsin zâikatu’l- mevt (mevti/ve innemâ tuveffevne ucûrekum yevme’l- kıyâmeh (kıyâmeti/fe men zuhziha anin nâri ve udhıle’l- cennete fe kad fâz (fâze/ve mâl hâyâtu’d- dunyâ illâ metâu’l- gurur (gurûri).: Her nefs, ölümü tadıcıdır ve lâkin ecirleriniz (amellerinizin karşılığı) kıyamet günü ödenir. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa o takdirde o kurtulmuştur. Ve dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.”
(Âl-i İmrân 3/185)

Hadîs-i şerîfte ise:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Ölümün eline düşmezden evvel tövbe, istiğfar ve haksız muamelelerini düzeltmek gibi ön hazırlıklar ile ölüme hazırlanbuyurmuştur.
(Câmiu’s- Sağîr)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de;
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Ölümü çok hatırlayın. Çünkü ölümü hatırlamak günâhları eritir, kişiyi dünyâya dalmaktan alıkoyar” buyurulmaktadır. buyurmuştur.
(İbnu Ebi’d- dünyâ)

Hacı Mevlüd Baba ise bu konuda şöyle derdi: “Ölümü dervîşlerine vaaz edip de sevdirmeyen, ona hazır olup dervîşlerini hazırlamayan kişi, mürşid-i kâmil olamaz. Derslerde “tefekkür-i mevt” etmeyen feyiz alamaz”.


EVLİLİK ve ÂİLE:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِّتَسْكُنُوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُم مَّوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Resim---“Ve min âyâtihî en halaka lekum min enfusikum ezvâcen li teskunû ileyhâ ve ceale beynekum meveddeten ve rahmeh (rahmeten/inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn (yetefekkerûne).: Ve O’nun âyetlerinden olarak sizin için nefslerinizden zevceler yaratmıştır ki, onunla sukûn bulasınız. Ve sizin aranızda sevgi ve rahmet (merhamet) kıldı (oluşturdu). Muhakkak ki bunda, tefekkür eden (düşünen) bir kavim için mutlaka âyetler (deliller) vardır.”
(Rûm 30/21)

Hadîs-i şerîfte:
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Evlenmek benim sünnetimdir. Sünnetimle amel etmeyen kimse ümmeti kâmilemden değildir. Evleniniz. Çünkü ben kıyâmet günü diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihâr ediciyim” buyurmuştur..
(İbni Mâce, 1846)

Hacı Mevlüd Baba: “Dünyâ cenneti huzurun bulunduğu evli çiftlerdedir. Ömre ömür katar. Dünyâ cehennemi ise evli bulunan huzursuz çiftlerin yuvasıdır. Ömrü harab eder” derdi.


TEMİZLİK:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
لاَ تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَن تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ
Resim---“Lâ tekum fîhi ebedâ (ebeden/le mescidun ussise alâ’t- takvâ min evveli yevmin ehakku en tekûme fîhi, fîhi ricâlun yuhıbbûne en yetetahherû, vallâhu yuhıbbu’l- muttahhirîn (muttahhirîne).: Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiç bir zaman durma. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever.”
(Tevbe 9/108)

Hadîs-i şerîfte:
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Temizlik îmânâ davet eder, îmân da sahibi ile birlikte cennettedir” buyurmuştur.
(Taberânî)

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Mü’min, elbiselerini dış kirlerden, içini de ma’nevî kirlerden temizlemelidir. Kalbi kirli olan adamın ma’nevîyâtı ve keşfiyâtı olmaz. Ameli de temiz olmalıdır. Amelin kötüsü îmânı kirletir ve çirkinleştirir. Amelin iyisi kötülükleri temizler hatta güzelleştirir”.


ÇALIŞMAK:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى
Resim---“Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.: Ve insan için, çalışmasından başka bir şey yoktur.”
(Necm 53/39)

Hadîs-i şerîfte şöyle buyuruluyor:
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: Sizin hayırlınız, dünyâsı için âhiretini, âhireti için dünyâsını terk etmeyip her ikisi için çalışıp halkın başına yük olmayandır” buyurmuştur.
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Kendini hiç ölmeyecek zanneden kişinin çalışması gibi (dünya için) çalış, yarın öleceğini zanneden kişinin korkması gibi (günahlarından) kork." buyurmuştur.
(Feyzü’l- Kadir, C. 2, s. 12 ve Kenzü’l- Ummal: c.3. s.40. h.no: 5379 ; Beyhakî, Askerî ve Ebu Nuaym’dan naklen.)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Sizin hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için dünyasını terk etmeyendir” buyurmuştur.
(Kenzü’l- Ummal. C. 3, s. 238, h.no: 6336)

Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Çalışmak îmândandır. Tembellik ise şeytandandır. Çalışan insan, hem bu dünyâda hem de âhirette mükâfatını alır. Bir lokma bir hırka sözünün asıl sahibleri, insan hırsını sınırlamak için söylemişlerdir. Ancak bu söz, günümüzde hem yanlış anlaşılmış hem de yanlış aktarılmıştır. Elbetteki bu sözden, tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı benimseyenler, hatalı davranmaktadır. Başkasının eline bakan kişi, muhatabının kalbine nazar edemez. Devletin yüz hânelik köyümüzden on iki ton tahıl topladığı zaman iki tonunu ben verirdim. İnsanın yediği en tatlı lokma, ancak helâl kazancıdır”.


SONSUZ RAHMET:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
مَا عِندَكُمْ يَنفَدُ وَمَا عِندَ اللّهِ بَاقٍ وَلَنَجْزِيَنَّ الَّذِينَ صَبَرُواْ أَجْرَهُم بِأَحْسَنِ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Resim---“Mâ indekum yenfedu ve mâ indallâhi bâk (bâkın/ve le necziyennellezîne saberû ecrehum bi ahseni mâ kânû ya’melûn (ya’melûne).: Sizin yanınızda olan şeyler biter. Allah’ın indinde (katında) olan şeyler bakidir (tükenmez). Ve sabredenleri, yapmış oldukları amellerin ecirlerini (bedellerini/mutlaka daha güzeli ile mükâfatlandıracağız (karşılığını vereceğiz).”
(Nahl 16/96)

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Allah’ın rahmet hazînelerinin sonu yoktur. Allah, rahmeti bol pâdişâhtır. Sâlih kullar için hem dünyâda hem ukbâda rahmet ve saâdet vardır. Pîrimiz Ahmed er-Rufâî, bize varlıkta şükür etmeyi, darlıkta ise sabretmeyi, normalde mûtedil olmayı öğretmiştir”.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

KANAAT:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
Resim---“E hum yaksimûne rahmete rabbik (rabbike/nahnu kasemnâ beynehum maîşetehum fî’l- hayâti’d- dunyâve refa’nâ ba’dahum fevka ba’dın derecâtin li yettehıze ba’duhum ba’dan suhriyyâ (suhriyyen/ve rahmetu rabbike hayrun mimmâ yecmaûn (yecmaûne).: Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların dünya hayatında maişetlerini (geçimlerini) aralarında taksim ettik. Onların bir kısmının derecelerini, diğerlerinin üzerine yükselttik (üstün kıldık). Onların bir kısmı diğerlerini emrinde çalıştırsın diye. Ve senin Rabbinin rahmeti, onların topladığı şeylerden (başka insanları çalıştırmayıp biriktirdikleri paradan) daha hayırlıdır.”
(Zuhrûf 43/32)

Hadîs-i şerîfte:
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Allah’ın verdiğine kanaat, tükenmez bir maldır”[60] buyurmuştur. [60]
(Câmiu’s- Sağîr)

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Kanaat, hâline râzı olmak demektir. Rızık taksîmini Allah’tan bilmektir. Rızık helâl yoldan olursa dervîş nefsânî zevklerden sıyrılır, rûhânî zevklere ulaşır. Kişinin gayreti kendi vazîfesidir. Âlem yığılsa kişiye Allah’ın taksîminden daha fazlasını veremez. Aza kanaat etmeyen, çoğu bulamaz”.

TEMİZ GİYİNMEK:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

يَا بَنِي آدَمَ خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ وكُلُواْ وَاشْرَبُواْ وَلاَ تُسْرِفُواْ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
Resim---“Yâ benî âdeme huzû zînetekum inde kulli mescidin ve kulû veşrebû ve lâ tusrifû, innehu lâ yuhıbbu’l- musrifîn (musrifîne): Ey Âdemoğulları! Bütün mescidlerde ziynetlerinizi alınız. Yeyiniz ve içiniz. Ve israf etmeyiniz. Muhakkak ki O, müsrifleri sevmez.”
(A’râf 7/31)

Hadîs-i şerîfte:
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir ise Hak’kı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir” buyurmuştur.
(Müslim)

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Dervîşlerimiz dâimâ temiz giyinmeli, özellikle cemaat içerisine katılınca temiz kokular sürünmelidir. Güzel ve temiz giyinmek, aynı zamanda nimete şükürdür. Çirkin ve hoş olmayan kokular zikir meclislerinde rahatsızlık uyandırır”.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

KUR’ÂN-I KERİM’E UYMAK:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “İndirdiğimiz bu Kur’ân, feyiz kaynağı mübârek bir kitabtır. Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah’tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız”

وَهَذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ فَاتَّبِعُوهُ وَاتَّقُواْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
“Ve hâzâ kitâbun enzelnâhu mubârakun fettebiûhu vettekû leallekum turhamûn (turhamûne).: Ve indirdiğimiz bu kitab mübarektir. Öyleyse ona tâbî olun. Ve takva sahibi olun. Böylece siz rahmet olunursunuz (rahmete ulaşırsınız).” (En‘âm 6/155)

Hadîs-i şerîfte ise:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Kur’ân’a sımsıkı sarılınız, onu önder ve rehber tutunuz. Zirâ o, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın mübârek kelâmıdır. O’ndan geldi ve yine O’na varacaktır” buyurmuştur. [64]. [64]
(Câmiu’s- Sağîr)

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Kur’ân, bizim hayatımızdır. Zikir meclislerimizde ilk önce Kur’ân okunur ve dinlenir. Sonra Allah’ın ismi zikredilir. Hz.Peygamberimiz‘e (sallallahu aleyhi vesellem) salât-u selâmlar getirilir. Dualar okunup, ma’nevîyâtı yücelten gazeller söylenir”.


İNSANLARA HİZMET ETMENİN FAZİLETİ:

Cenâb-ı HaKk şöyle buyuruyor: “Siz, beşerîyet için meydana çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz”
كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُم مِّنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
“Kuntum hayra ummetin uhricet li’n- nâsi te’murûne bi’l- ma’rûfi ve tenhevne ani’l- munkeri ve tu’minûne billâh (billâhi), ve lev âmene ehlu’l- kitâbi le kâne hayran lehum, minhumu’l- mu’minûne ve ekseruhumu’l- fâsikûn (fâsikûne).: Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz, Allah'a îmân ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îmân etselerdi elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü'mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.” (Âl-i İmrân 3/110)

Hadîs-i şerîfte ise:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Bir topluluğun efendisi, onlara hizmet edendir[66] buyurmuştur. [66]
(Câmiu’s- Sağîr)

Hacı Mevlüd Baba’nın hayatı, ziyâretine gelenlere (küçük büyük demeden) hizmet ile geçmiştir. Hizmetin Allah için olduğunu söyler ve hiç rahatsız olmazdı. En büyük hizmeti, nicelerinin hidâyetine vesîle olmaktı. Himmeti hizmetten doğardı.

HAYIRLI AZIK: TAKVÂ.:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Kendinize azık edinin. Şüphesiz azığın en hayırlısı takvâdır…”

الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَّعْلُومَاتٌ فَمَن فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلاَ رَفَثَ وَلاَ فُسُوقَ وَلاَ جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ وَتَزَوَّدُواْ فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ
“El haccu eşhurun ma’lûmât (ma’lûmâtun), fe men farada fîhinne’l- hacca fe lâ refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fî’l- hacc (haccı), ve mâ tef’alû min hayrın ya’lemhullâh (ya’lemhullâhu), ve tezevvedû fe inne hayraz zâdi’t- takvâ, vettekûni yâ ulî’l- elbâb (elbâbi).: Hac, bilinen aylardır. Böylelikle kim onlarda haccı farzederse, (bilsin ki) hacda kadına yaklaşmak, fasıklık-yapmak ve kavgaya girişmek yoktur. Siz hayır adına ne yaparsanız Tanrı onu bilir. Azık edinin, kuşkusuz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup sakının.” (Bakara 2/197)

Hadîs-i şerîfte:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Dünyâda kalacağın kadar dünyâya için çalış. Âhirette kalacağın kadar âhiret için çalış. Allah’a muhtaç olduğun kadar Allah için amel işle. Cehennem azabına tahammül nisbetinde de orası için çalış” buyurmuştur.
(İmâm-ı Şârânî)

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Dünyâ yolculuğu için azık lüzûmu kadar helâl kazanılmış taam olmalı. Dünyâdan yolculuk için ise mârifet ve muhabbetullâh ile hazırlanmış takvâ ameli lâzımdır. Dünyâ azığını saklamak için güvenlik lâzımdır. Âhiret azığının saklayıcıları amel defterimizi her an yazan hafaza melekleridir”.


TEVBE:

Hadîs-i şerîfte:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Dil ile yapılan istiğfâr, yalancıların tövbesidir” buyurmuştur. [69]. [69]
(Münâvî)

Hacı Mevlüd Baba ise, şöyle derdi: “Tövbe samîmî, içten ve riyâsız bir şekilde yapılmalıdır. Dilde kalan tövbe önceki günâhları yapmaktan kişiyi alıkoymaz. Gönülden yapılan tövbe ile kötülük terk edilmekle kalınmaz. Kötülüğe karşı duyulan meyil de kökünden sökülüp atılır”.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

EMÂNET:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

وَإِن كُنتُمْ عَلَى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُواْ كَاتِبًا فَرِهَانٌ مَّقْبُوضَةٌ فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُم بَعْضًا فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ أَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ تَكْتُمُواْ الشَّهَادَةَ وَمَن يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ
“Ve in kuntum alâ seferin ve lem tecidû kâtiben fe rihânun makbûdah (makbûdatun), fe in emine ba’dukum ba’dan felyueddillezî’tumine emânetehu velyettekıllâhe rabbeh (rabbehu), ve lâ tektumû’ş- şehâdeh (şehâdete), ve men yektumhâ fe innehû âsimun kalbuh (kalbuhu), vallâhu bi mâ ta’melûne alîm (alîmun).: Ve eğer siz yolculukta iseniz ve bir kâtip de bulamazsanız o zaman (borçludan) alınan rehinler (yeter), birbirinizden emin olduğunuz taktirde (güven duyuyorsanız), o halde güven duyulan kişi onun emanetini (borcunu) ödesin. Ve Rabbi olan Allah’a karşı takva sahibi olsun (ve sakınsın). Şâhidliği de gizlemeyin. Ve kim onu (şâhid olduğu şeyi) gizlerse o taktirde muhakkak ki onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı en iyi bilendir.” (Bakara 2/283)

Hadîs-i şerîfte:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Nezdinde emânet bırakılan eşyâyı sahibine iâde et. Sana hıyânet eden kimseye de hıyânet etme!.”buyurmuştur.
(Tirmizî)

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Dünyâda Allah’ın bahşettiği her şey emânettir. En önemlisi de Allah’ın verdiği candır. Emrolunduğumuz gibi muhâfaza etmek ve sahibine teslîm etmemiz lâzımdır.”


AKRABA ZİYÂRETİ:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

وَاعْبُدُواْ اللّهَ وَلاَ تُشْرِكُواْ بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَبِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبَى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وَالصَّاحِبِ بِالجَنبِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ مَن كَانَ مُخْتَالاً فَخُورًا
“Va’budûllâhe ve lâ tuşrikû bihî şeyen ve bi’l- vâlideyni ihsânen ve bizi’l- kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîni ve’l- câri zi’l- kurbâ ve’l- câri’l- cunubi ve’s- sâhıbi bi’l- cenbi vebnis sebîli, ve mâ meleket eymânukum. İnnallâhe lâ yuhıbbu men kâne muhtâlen fehûrâ (fehûran).: Ve Allah'a kul olun. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ve ana-babaya, akrabaya, yetimlere, miskinlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa (eşlere), yolda kalmışa ve elinizin altında sahip olduklarınıza (köleye, cariyeye, işçilere) ihsanla davranın. Muhakkak ki Allah, kibirli olan ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisâ 4/36)

Hadîs-i şerîfte:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Akrabası ile bağını koparan kimsenin nasibini Cenâb-ı Allah cennetten keser.” buyurmuştur.
(Münâvî)

Hacı Mevlüd Baba, dedesi Hacı Ahmet Baba’nın türbesini sık sık ve babası şehîd Yakûb Baba’nın şehîd düştüğü, aynı zamanda ulaşımı da çok zor olan tabyadaki kabrini ise yılda bir kez ziyâret ederdi. Evvelce yeri belli olmayan, şehîd babasının mezâr yerini kendisi rüyâ yolu ile keşfetti. O köyde bazı insanlar da rüyâlarında gördükleri yerin Mevlüd Baba’nın dediği yerle örtüştüğünü söylediler.


EDEB VE İBRET:

Hadîs-i şerîfte:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Bahtiyâr insan, başkalarının hâlinden ibret ve öğüt alandır. Bedbaht ise, kendisinden başkalarının ibret ve öğüt aldığı kimsedir.” buyurmuştur.
(Müslim)

Hacı Mevlüd Baba, bize şöyle anlatırdı:
Lokman Aleyhisselâm, çok edebli bir zât imiş. Kendisine sormuşlar:
“-Bu edebi kimden aldın?
-Edebsizden aldım, demiş.”

Dolayısıyla hayâta ibret nazarı ile bakın, edebsizlerden edeb öğrenin.

Hacı Mevlüd Baba’nın bizzât kendisinden dinlediğim ancak mahlasını bilmediğim mısraları buraya yazmak istiyorum.

Edeb bir tâç imiş nûr-i hüdâdan,
Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan..

İlim irfân meclisinde aradım buldum taleb,
İlim en gerideymiş illâ edeb, illâ edeb..
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

NÂFİLE NAMAZLARI:

Hacı Mevlüd Baba, abdest aldıktan sonra iki rekât nâfile namaz kılardı. Câmiye sürekli olarak ezân okunmadan önce gider ve câmide iki rekat mescid namazı kılardı. Kuşluk vakitlerinde iki rekât namaz kılardı. Akşam namazının bitiminde evvâbîn namazını altı rekât kılardı. Gecenin belirli saatlerinde uyanır teheccüd namazı kılardı.

Öyle bir âleme geldim ki sefâ içinde gam var.
Zâhire nazar ettim, sen ile ben var.
Bâtına nazar ettim, ne sen var ne de ben var.
Ma’bûd-u mutlak olan Hz. ALLAH var..

Îzâhı:
Şeriât kurallar bütünüdür. Senin hakkın senindir, benim hakkım benim.
Tarîkat ferâgattır. Senin hakkın senindir, benim hakkım da senin.
Hakikat, Allah’ın kudretinde kaybolmaktır. Senin hakkın da yoktur, benim hakkım da yoktur.
Mârifette ne sen varsın ne de hakkın, ne ben varım ne de hakkım. Sadece Allah var ve biz onun yarattıklarıyız.

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

مَّا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَّفْسِكَ وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاً وَكَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا
Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh (minallâhi), ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike. Ve erselnâke li’n- nâsi resûlâ (resûlen). Ve kefâ billâhi şehîdâ (şehîden).: Sana iyilikten (hasenatdan) ne isabet ederse, işte o Allah’tandır. Ve sana kötülükten (seyyiattan) ne isabet ederse, o taktirde o, kendi nefsindendir (derecat kaybedecek bir şey yapmandan dolayıdır). Ve seni, insanlara Resûl olarak gönderdik ve şâhid olarak Allah yeter.” (Nisâ 4/79)

Şu halde kul kâsibdir/kazanmak için çalışan, kesbedendir; hak eder, murâd eder. Allah hâlıktır; kulun irâdesine göre yaratır.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

ZİKRULLÂH ESMÂSI:

Bismillâhirrahmânhirrahîm
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adı ile başlarım”

Estağfirullâh min külli zenbin, tübnâ ilellâh zâhir ve bâtın..
“Açık ve gizli tüm günâhlardan tevbe ediyor Allah’tan af diliyoruz”.

Estağfirullâh emân yâ Rabbi min küllî zenbin tevbe yâ Rabbî..
“Tüm günâhlardan Allah’a tevbe eder O’ndan amân dilerim!”

Estağfirullâh Rabbe’l- Berâya, estağfirullâh mine’l- hatâyâ..
“Hata ve kusurlardan yaratılmışların Rabbine sığınırım”.

Estağfirullâh tübnâ ile’l-lâh ve neheytü kalbî ‘ammâ sivâ’l-lâh..
“Kalbimizi Allah’tan başkasına kapatıyor ve O’na tövbe ediyoruz!”

Estağfirullâh tübtü ile’l-lâh ve neheytu kalbî ‘ammâ nehâ’l-lâh..
“Kalbimi Allah’ın yasakladıklarına kapatıyor ve O’na tövbe ediyorum!”

Estağfirullâh tübtü ile’l-lâh ve neheytü nefsî ‘ammâ sive’l-lâh
Yâ Mâlike’l-Mülki’l- Kadîm estağfirullâh el Azîm..
“Ey bitmez, tükenmez mülkün sahibi yüce Rabbim SANA istiğfâr ederim!”.

Yâ mütecellî!. İrham züllî, yâ Müteâlî aslih hâlî..
“KüLLî Şeyi TeCELLî ettiremkte olan Ey yüce Rabbim! Kusurlarımı bağışla kötü hallerimi düzelt!”

Yâ Erhame’r- Râhimîn irhemnâ!.
“Ey Rahmet sahiblerinin en merhametlisi bize merhamet et!.”

Yâ Ekreme’l- Ekremîn! Ekrimnâ!.
“Ey ikrâm sahiblerinin en ikrâmlısı! Bize ikrâm et!”

Şey’en li’l-lâh Yâ Mustafâ!. Yâ hâlî men min Hâli’l-lâh..
“Yâ Rab!. MuhaMMed Mustafâ (sallallahu aleyhi vesellem)’in yüzü suyu hürmetine senin hâlinle hallenmişlerin hâli ile bizi hallendir!”

Şey’en li’l-lâh yâ Mustafâ! Yâ feyzî men min Feyzi’l-lâh..
“Yâ Rab! MuhaMMed Mustafâ (sallallahu aleyhi vesellem)’in yüzü suyu hürmetine senin feyzinle feyizlenenlerden eyle!”

Şey’en li’l-lâh yâ Mustafâ! yâ nûrî men min Nûri’l-lâh..
“Yâ Rab! MuhaMMed Mustafâ (sallallahu aleyhi vesellem)’in yüzü suyu hürmetine senin nûrunla nûrlanmışların nûru ile bizi nûrlandır”.

Şey’en li’l-lâh yâ Mustafâ! Yâ sırrî men min sırri’l-lâh
“Yâ Rab! MuhaMMed Mustafâ (sallallahu aleyhi vesellem)’in yüzü suyu hürmetine SENin Sırrınla sırrlanmışların sırrrı ile bizi sırrlandır!”

Şey’en li’l-lâh yâ Mustafâ! Yâ fazlî men min fazli’l-lâh..
“Yâ Rab! MuhaMMed Mustafâ (sallallahu aleyhi vesellem)’in yüzü suyu hürmetine SEN in Fazlınla Fazıllanmışların fazlı ile bizi de fazıllandır!”

Hasbî Rabbî celle’l-lâh
Mâ fî kalbî ğayru’l-lâh,
Nûr MuhaMMed salle’l-lâh
->Lâ ilâhe ille’l-lâh..
“Yüce Rabbim bana yeter, gönlümde ondan başkasına yer yoktur. Nûr olan MuhaMMed Mustafa’ya selâm olsun ->Lâ ilâhe ille’l-lâh!.”


Kıyâm (Ayakta) da Söylenen Esmâ:

Lâ ilâhe ille’lâh!.
“Allah’tan başka ilâh yoktur”.

İlle’l-lâh!.
“Yalnızca Allah vardır”.

Hayy! Hayy! Hayy Allah!.
“Allah diri ve hayât sahibidir”.

Hû! Hû! Hû Allah!.
“Allah kudret ve azamet sahibidir”.

Allah Hayy!
“Allah diridir!.”

Allah Hû!
“Yalnızca o”.

İllâ ente!
“Ancak SEN varsın!”.

Allahhümme Yâ Rabbi!
“Ey benim Allah’ım”

Yâ Nûren Nûr!
“Ey Nûrun Nûru”

Hayyu’l-Kayyûm!. Kayyûm Allah!.
“Allah diri ve hayât sahibidir. Hayât veren de odur”.


İLTİCÂLAR:

Şüphesiz âl-i Resûlsun yâ Rufâî ced be ced
Bende-i bîçârenem, geldim kapına yed be yed!.

“Yâ Mürîdî lâ tehaf” dedin bize oldu sened
El meded pîrim efendim yâ Rufâî el meded!.

Kerîm Allah!. Rahîm Allah! Amân Allah! Amân Allah!
Dem-i evvel!. Amân ey dost! Âhir demde îmân Allah!
Emân Allah! Emân Allah!. Bu can sana kurbân Allah!

MuhaMMed’dir kerem kâni! Hem oldur canların canı!
Eğer sevdinse sen ani (onu)!. -> Fedâ et yoluna canı!.


nOt BİLgi: Kelimeler:
Ced be Ced: Silsileden silsileye.. atadan ataya ulşılan NeCÎB Soy..
Yed be Yed: EL ile ELe.. Elden ELe.. EL ->Pîr kaddesallahu sırrahu Eline -> Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ELine ->YeDuLLAHa..
Tehaf: gizlilik.. Sözü gizlice söyleşmek.
Sened: Kuvvetli olabilecek söz. * Tapu. * Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'.
Meded: İnayet, yardım, imdad, eman.
Kullanıcı avatarı
çilekeş
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 154
Kayıt: 04 Ağu 2011, 18:34

Re: TASAVVUF ve TARÎKAT

Mesaj gönderen çilekeş »

Resim

SaLât-u-SeLâm:

Allahümme salli alâ seyyidinâ MuhaMMedini’n- nebiyyi’l- ümmîyyi ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.
Hayyu’l- Kayyûm, Dâim ebedâ; İlâhun Vâhidun Ehadun Samedâ!.

ALLAH İçin Tekbîr:

Allahu ekber!. Allahu ekber!.
Lâ ilâhe illellâhu va’l-lâhu ekber!.
Allahu ekber!. ve lillâhi’l-hamd!.

Esselâmu aleyke yâ ehl-e şeriat!.
Ve aleyke’s- Selâm yâ ehl-e Tarîkat!.

Selâmından sonra zikrullâh biter, Kur’ân okunur ve dualar yapılır.

RUFÂÎ DUÂSI.:

E‘ûzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm..
Bismi’l-lâhi’r-rahmâni’r-rahîm..

Subhâne rabbiye’l-‘aliyyi’l-a‘lâ’l-vehhâb!
Elhamdü li’l-lâhi rabbi’l-âlemîn, ve’s-salâtu ve’s-selâmu ‘alâ resûlinâ MuhaMMedin ve ‘alâ âlihî ve sahbihî ecma‘în.
Elhamdü li’l-lâhi rabbi’l-âlemîn ‘alâ nimeti’l-İslâm.
Elhamdü li’l-lâhi rabbi’l-âlemîn ‘alâ tevfîki’l-îmân.
Essalâtu ve’s-selâmü ‘aleyke yâ Resûlellâh.
Essalâtu ve’s-selâmu aleyke yâ Habîbellâh,
Essalâtu ve’s-selâmu aleyke yâ seyyide’l- evvelîne ve’l- âhirîn,
Allahümme salli ‘alâ seyyidinâ MuhaMMeddin seyyid-i sâdât ve memba-ı kemâlât ve bâbi’l-hidâyât ve mazhar-ı sâdât ve sülemâ-i rikâyât ve ‘ayni’l-hayrât ve ‘alâ âlihî ve sahbihî, ve’ttabi‘nâ lehüm fî külli’l-hâlât. Ve’c‘alnâ yâ rabbî mine’l-makbûlîne ‘indehû ve’l-mukarrebîn ledeyh, ve el-‘ârifîne bih, inneke se¬mî‘un karîbun mucîbu’d-da‘vât. Allahümme innî küntü ‘alâ tilâveti’l-Kur'ân’i ve zikrike ve şükrike ve hüsn-i ibâdetik. Allahümme Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten ve kinâ ‘azâbe’n-nâr ve edhi’lne’l-cennete me‘a’l-ebrâr. Yâ Azîzu yâ Ğaffâr. Yâ Celîlu yâ Cebbâr, bi rahmetike yâ Erheme’r-râhimîn!.

Allahümme inneke kerîmun ‘afüvvun, tuhibbu’l-‘afve fa‘fu ‘annâ.
Allahümme Rabbenâ yâ Rabbenâ, tekabbe’l-minnâ. İnneke ente’s-semî‘ü’l-‘alîm ve tüb ‘aleynâ yâ Mevlânâ. İnneke ente’t-tevvâbü’r-rahîm. Ve’hdinâ ve veffiknâ ile’l-hakkı ve ilâ ta¬rîki’l-müstakîm, bi bereketi’l-Kur’âni’l-‘azîm, bi zikri’l-lâhi Mevlâi’l-‘azîm, bi habîbike Resûlike’l-Kerîm. Ve‘fu ‘annâ yâ Rahîm. Ve’ğfir lenâ zünûbenâ, bi faz¬like ve cûdike ve keremike yâ Ekreme’l-ekremîn ve yâ Erhame’r-râhimîn!.

İlâhî yâ Rabbî, ilâhî yâ Rabbe’l-‘âlemîn! Okumuş olduğumuz âyet-i celîlelerden ve yapmış olduğumuz tevhîd-i şerîften ve arasında getirmiş olduğumuz salavât-ı şerîfelerden hâsıl olan ecir ve mesûbâtı, evvelen bizzât, fahr-i kâinât, hülasâ-i mevcûdât, ekmelü’t-tahiyyât, “Levlâke levlâk, lemmâ halaktü’l-eflâk, ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-‘âlemîn” olan Resûlu’s-sakaleyn, ceddü’l-Hasaneyn, imâmü’l-harameyn, iki cihân serveri, bizim peygamberimiz MuhaMMed Mustafa (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz Hazretlerinin mübârek, münevver, mutahhar, müzeyyen, ‘azîz ve latîf “Ravza-i Mutahhara”larına;

Hz.Âdem (aleyhisselâm)’in “ervâh-ı mübâreke”lerine ve bu iki zât-ı şerîf arasında gelmiş ve geçmiş cümle “peygamber-i ‘izâm” ve “rusûl-i kirâm” hazerâtının ervâh-ı mübârekelerine ve “Çâr-i yâr-ı Güzîn” Efendilerimizden; Hz.Ebûbekir-i Sıddîk, Hz.Ömerü’l-Fârûk, Hz .Osmân-ı zi’n-Nûreyn ve Hz. Ali (Kerremellâhu vecheh) hazretlerinin ervâh-ı mübârekelerine; Hz. Havvâ, Hz. Meryem, Hz. Âsiye, Hz. Hatîcetü’l-Kübrâ, Hz. Âişe-i Sıddîka, Hz. Fâtımatü’z- Zehrâ ve “Ezvâc-ı tâhirât”ının ervâh-ı mübârekelerine;
İmâm-ı Hasan, İmâm-ı Hüseyin, Evlâd-ı Resûlullah, ehl-i beyt-i Resûlullah, ashâb-ı Resûlullah, “Aşere-i mübeşşere”nin, ashâb-ı Suffâ”nın, “Ensâr”ın, “Muhâcirîn”in, “tâbi‘în”in, “tebe-i tâbi‘în”in, “müçtehid-i ‘izâm”, Hz. Hamza, Hz. Abbâs, ‘ulemâ-i mütakaddimîn ve ‘ulemâ-i müteahhirîn hazretlerinin ervâh-ı mübârekelerine, Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te,
Hayber’de, Huneyn’de, Mûte’de ve Kerbelâ’da savaşan, şehid olan “mücâhidîn”in ervâh-ı mübârekelerine;

Mezheb imâmlarımızdan İmâm-ı A‘zam Ebû Hanîfe, İmâm Şâfî, İmâm Mâlikî, İmâm Ahmed b. Hanbel Hazretlerinin ervâh-ı mübârekelerine;

Pîrimiz, sultânımız, seyyidimiz, sertâcımız, Gavs-ı A‘zam, Kutbu’l-kevneyn, Ebu’l-‘âlemeyn, Sultân Seyyid Ahmed er-Rufâî, Abdulkâdir-i Geylânî, Şâh-ı Nakşıbend, Mevlânâ Celâleddîn-i Selçûkî ve on iki Tarîkat pîrlerinin ervâh-ı mübârekelerine;
Ahmed-i Selîmullâh, Yûsuf-u Nâilî, Hacı Ahmed Baba’nın oğlu Yakup Baba ve Yûsuf Baba’nın, üçler, beşler, yediler ve kırkların ervâh-ı mübârekelerine, mürşidimiz Hacı Mevlüd Baba’nın rûh-i
kudsîyyelerine, kendi rûhlarımıza, anamızın, babamızın, bacı ve kardeşlerimizin, evlâdlarımızın ve akrabalarımızın ervâh-ı mübârekelerine;
Turuk-i ‘âliyemizden ve nekâisi olmayan turuk-i ‘âliyelerden irtihâl-i bekâ eylemiş, hâk ile yeksân olmuş cümle “meşâyîh-i ‘izâm vs. dervîş kardeşlerimizin ervâh-ı mübârekelerine;
Rasûlullah Efendimizin Ravza-i Mutahharalarına hediye ve kâffesine hibe eyledik, Rabbım vâsıl eyle!.
İlâhî yâ Rabbî! Maddî ve mânevî dertlerimize devâ, hastalıklarımıza şifâ, borçlularımıza edâ, nâ-murâd olanları ber-murâd eyle, nâ-şâd olanları şâd-u handân eyle!. Hasta olup da vâdesi yetmeyenlere Hz.Eyyûb (aleyhisselâm)’a vermiş olduğun şifâ-hânelerinden şifâlar ihsân eyle. Vaktinde tedârikler nasîb eyle. Son nefesimizde îmânımızı kâmil eyle. “Eşhedü en lâ ilâhe illâ ALLAH ve eşhedü enne MuhaMMeden ‘abduhû ve Resûluhu” kelime-i tayyibesiyle çene kapamamızı cümlemize nasîb eyle. Kabre vardığımızda suâlimizi âsân, hesâbımızı kolay eyle, sıratı sür‘atle geçip cennette cemâlullâhı görmemizi nasîb eyle!.

Yâ Rabbi! Beldemizi ve İslâm beldelerini deprem felâketinden, sel baskınlarından, terör saldırılarından, İslâm düşmanlarından ve bulaşıcı hastalıklardan, “âfât-ı semâviyye” ve “âfât-ı ‘arzıyye”den mahfûz ve ma‘sûm eyle!.

Yâ Rabbi! Kur’ân-ı Azîmüşşânı bize hâkim, bizleri de ona hâdim eyle!.
Yâ Rabbi! Peygamberimiz nelerden sana sığındıysa onlardan sana sığınırız neleri senden istediyse onları senden isteriz, sen nasîb eyle!.
Vaad edilen ömrümüz dolduğunda “sekerâtü’l- mevt” anına geldiğimizde kalbimizi şaşırıp dilimizi şişirme, kelime-i tevhîd ile hüsn-ü hâtimeler nasîb eyle!.
Tüm yüzlerin ağarıp kararacağı günde, yüzümüzü ak olanlardan eyle!.
Amel defteri sağ ve ön tarafından verilenlerden eyle!.

Yâ Rabbi! Kalbleri tasarruf eden, zâtındır. Kalblerimize hayır hasenâtlar ihsân eyle!.

Yâ Rabbi! Şanlı bayrağımızı ülkemiz semâlarından, ezânları minarelerimizden, cemaati câmilerimizden, dervişleri dergâhımızdan eksik eyleme!.

Yâ Rabbi! Ülkemizin millî birlik ve bütünlüğünü koruyan kahraman ordularımızı ve kahraman emniyet mensublarımızı her zaman ve her yerde mansûr ve muzaffer eyle!.

Gelecek günlerimizi, geçmiş günlerimizden daha hayırlı ve bereketli eyle!.

Yaptığımız duâları ind-i Rasûlullah’ta ve Ka‘betullâh’ta yapılan duâlar meyânında, “fe tekabbelehâ Rabbuhâ bi kabûlin hasenin” sırrına mazhar eyle.

Essalâtu ve’s- selâmu ‘aleyke yâ el- Evvel!
Essalâtu ve’s- selâmu ‘aleyke yâ el- Âhir!
Essalâtu ve’s- selâmu ‘aleyke yâ el- Hâşir!.

Subhâne rabbike rabbi’l-‘izzeti ‘ammâ yesıfûn ve selâmun ‘ale’l-mürselîn ve’l-hamdu li’l-lâhi Rabbi’l-‘âlemin..
el- Fâtiha…

“fe tekabbelehâ Rabbuhâ bi kabûlin hasenin”..:

فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَأَنبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِندَهَا رِزْقاً قَالَ يَا مَرْيَمُ أَنَّى لَكِ هَذَا قَالَتْ هُوَ مِنْ عِندِ اللّهِ إنَّ اللّهَ يَرْزُقُ مَن يَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ
“Fe tekabbelehâ rabbuhâ bi kabûlin hasenin ve enbetehâ nebâten hasenen, ve keffelehâ zekeriyyâ kullemâ dehale aleyhâ zekeriyyal mihrâbe, vecede indehâ rızkâ (rızkan), kâle yâ meryemu ennâ leki hâzâ kâlet huve min indillâh (indillâhi), innallâhe yerzuku men yeşâu bi gayri hısâb (hısâbın).: Böylece Rabbi onu güzel bir kabulle kabul buyurdu, güzel bir şekilde yetiştirdi. Ve Zekeriyya (A.S)'ı, ona bakmakla mükellef kıldı. Zekeriyya (A.S), onun yanına mihraba her girişinde, onun yanında bir rızık bulurdu, “Yâ Meryem, bu sana nasıl, nereden (geldi)?” deyince, o da: “O, Allah'ın katından” diyordu. Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.” (Âl-i İmrân 3/37)

nOt BİLgi:

ZİKRULLÂH’ta geçen EsMâLar:

ALLAH:
Resim

er Rahmânu:
Resim

er RahîMu:
Resim

er RABBu:
Resim

El Afüvvu:
Resim

El Ahadu:
Resim

EL Âhiru:
Resim

El A'LÂ:
Resim

El Âlimu:
Resim

El ALİYyu:
Resim

El Azîmu:
Resim

El Azîzu:
Resim

El Bâtinu:
Resim

El Berru:
Resim

El Cebbâru:
Resim

Ed Dâimu:
Resim

El Ekremu:
Resim

El Evvelü :
Resim

El Gaffâru:
Resim

El Hasîbu:
Resim

El Hayyu:
Resim

El İlâhu:
Resim

El Kadîmu:
Resim

El Kayyûmu:
Resim

El Kerîmü:
Resim

El Mâlikü'l-mülki :
Resim

El Mevlâ:
Resim

El Müteâlî:
Resim

Mütecellî..
El Celîlü:
Resim

En Nûr:
Resim

Es Samedu:
Resim

Es Selâmu:
Resim

Es Semîu :
Resim

El Vâhidu:
Resim

El Vehhâbu:
Resim

Ez Zâhiru:

Resim




1970 YILI 1 Mayısında o zamanlar İstanbulda ilim adamlarının adresi gibi olan KÜLLük KahvehÂNesinde Nureddin Topçu Hocam sâyesinde tanıştırıldığım muhteşem Bektaşi yüce RÛHLu ABDULBÂKi GÖLPINARLı Hocama RABBımız TEÂLÂ'dan Rahmetler du ederimm..
KuL İhvÂNi el KITMÎR..


Resim
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön