TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Cevapla
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

Resim

TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR

Ali Urfî
Kaddesallahu sırrahu


ResimÖNSÖZ

Ali Urfî (ö. 1885 Selânik) III. Devre Melâmi Pîri MuhaMMed Nur'ü'l-Arabî'nin yetiştirdiği büyük mutasavvıflardan birisidir. Yazmış olduğu 15'e yakın eseri bulunmakla birlikte, ne eserleri ve ne de hayatı hakkında bugüne kadar ilmi bir çalışma yapılmamıştır. Biz bu boşluğu dikkate alarak, Onun bu küçük eserini kısaca hayatıyla birlikte irfân hayatına kazandırmak istedik.
Bu risâle, Ali Urfî Efendi'nin tasavvufî soru ve Cevâblarını içeren
"Risâle-i Es'ile ve'l-Ecvibe" adlı telifinin günümüz Türkçesine aktarılmış şeklidir.
"Tasavvufî Sorulara Cevâblar" adıyla sadeleştirmeye çalıştığımız risâlenin şimdilik bulabildiğimiz tek nüshası vardır.
(Bkz. Milli Kütüphâne, A/3609.) Eserin dili tasavvufî kavramların yoğun olması hasebiyle bir hayli ağdalıdır. Biz, bugün için zor anlaşılacağını düşünerek risâlenin dilini, müellifin kasdettiği mânâyı bozmamaya çalışacak, kısmen sadeleştirme yoluna gittik.
Sorular ve Cevâblar, hemen tamamı vahdet-i vücud düşüncesinden hareketle sorulan soru ve cevâbları içermektedir. Eserde, Hak ve halk, tecellî, tevhid, vahdet ve kesret, idrak ve yakın gibi kavramlar irfânî bir dille vuzuha kavuşturulmaktadır.
"Tasavvufî Sorular ve Cevâblar"ın Türk irfân hayatına katkıda bulunması dileğiyle.


Dr. Mustafa Tatcı


ResimALİ URFÎ EFENDİ'NİN HAYATI

Ali Urfî Efendi, Gürice'nin Polyan beldesinde doğmuştur. Gençliğinde ticaret için Mısır'a giderek uzun zaman kalmış, daha sonra Selânik'e gelerek orada ikamet etmiştir. Âlim ve fazilet sahibi bir kişi olan mutasavvıf, son devir Melâmi Pîri Seyyid MuhaMMed Nur (ö. 1885) tarafından yetiştirilmiştir. Bu zâttan hilafet aldıktan sonra Selânik'te, Yalılar'daki evini bir tekke haline getirerek burada irşad ile meşgul olmuştur. 1305/ M. 1885'te vefat eden mutasavvıfın mezarı, Selânik Mevlevihânesi civarındaki kabristandadıradır.
(Bkz. Bursalı Mehmet Tâhir, Osmanlı Müellifleri, C. 1, İstanbul, 1333, s. 134; Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmlik ve Melâmiler, İstanbul 1931, s. 310,' Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Hz. Pîr MuhaMMed Nurü'l-Arabî, İzmir, 1995, s. 49.)
Mezar taşındaki "Kıldı el-Hacı Ali Urfî Behişti âşiyân" mısrası, vefat tarihini göstermektedir.

ResimESERLERİ
1-Şerh-i Divân-ı Niyaz-i Mısri Nüshaları: Ankara ilahîyat Fakültesi Ktp., Yz. No: 37305, s. 106-237.
2-Terceme-i Hikem-i Ataiyye Nüshaları:İstanbul Üniversitesi Ktp., Ty., No: 849; İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin Yz., No:310, s. 97; İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin Yz., No:371, s. 134; Ankara Üniversitesi ilahîyat Fakültesi Ktp., Yz. No: 1987, s. 237-335.
3-Terceme-i Maksadü'l-Aksa Nüshaları: Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdayi BL.,Yz. No: 391, s.I-31; Hacı Selim Ağa Ktp.; Kemankeş BL., Yz. No: 290, s. 61; Millet Ktp. Şer'iyye BL. Yz. Nu: 868, s. 40.
4-Terceme-i İnsan-ı Kâmil Nüshaları:İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin Yz., No: 1119, s. 88; Aynı Ktp., Yz. No: 605, s. 133; A. Ktp., Yz. No: 328, s. 50; Aynı Ktp., Yz. No: 719.
5-Şerh-i Nutk-ı Hazret-i Üftâde Nüshaları:Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdayî BL., Yz. No: 658, s. 6.
6-Terceme-i Şerh-i Varidat Nüshaları: Millet Ktp., Ali Emiri, Şeriyye, Yz. No: 983, s. 47; Süleymaniye Ktp., İzmir BL., Yz. No: 818, s. 1-98.
7-Kitabü'r-Reşad fi'l-Mebde ve'l-Medd Tercemesi
8-Divan-i İlahîyat Nüshaları:İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin Yz .. No: 527, s. 1-26; Aynı Ktp. Yz. Nu: 830, s. 121-160.
9- Terceme-i Mecâli'z-Zehra ali 's-Salâvati'l-Kübrâ Nüshaları:-İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin Yz. No: 1095, s. 14.
10-Namaz Hakkında Bazı Müşkilattan Sual Nüshaları: İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin Yz. No:830, s. 117-120.
11 - Terceme-i Risâle-i Ehadiyyeti'l- Vücud Nüshaları: Süleymaniye Ktp., Yz. No: 4343/1, s. 1-23.
12.-Şerh-i Evrad-ı Kebir Nüshaları:İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin Yz. No:361, s.34.
13-Es'ile ve Ecvibe-i Mutasavvifdne Nüshaları:Milll Kütüphâne'de A/3609.

Urfî Efendi'nin bu eserlerinden başka eserleri de vardır. Abdülbaki Gölpınarlı'nın tesbit ettiği bir gazeli şöyledir:

Sâlik-i tevhid olanda gaflet olmaz bir vakit
Allah illâ Bil diyende gaflet olmaz bir vakit

Cümleyi Bak gözlemek ahkâm-ı zikrullahdır
Zikrile illâ görende gafet olmaz bir vakit

Gelse de her dem havatır cehl ile varid değil,
Geldiğin kandan bilende gaflet olmaz bir vakit

Bir kere bi-dâr olan can dâima yakzandır
Gayrıyı mahv eyleyende gaflet olmaz bir vakit

Zevk-i Urfî'dir bu kasdın tecrübeyse bil ki sen
Varidî mevrud görende gaflet olmaz bir vakit..


14.-Şerh-i Evrad-ı Kebir Nüshaları: İstanbul Belediye Ktp., Osman Ergin Yz. No:361, s.34. l3-Es'ile ve Ecvibe-i Mutasavvifane Nüshaları: Milli Kütüphâne'de A/3609.

Ali Urfî'nin bir de şahiyyesi vardır. "Anamda meme emerken anam doğurdu babamı" mısrasıyla başlayan bu manzume, Abdürrahim Efendi'nin yetiştirdiği mutasavvıflardan Kosova muhasebe memurlarından İsmail Hakkı Efendi tarafından şerh edilmiştir.
Gölpınarlı, Urfî'nin eserlerini ve dilini değerlendirirken şunları söylemektedir:
"Urfî Efendi'nin nesirlerinde lisanı selis, ifâdesi vazıh ve muntazamdır. Müritlerinden Yenişehirli Vehbi Efendi'ye yazdığı mektuptan bir kaç cümlesini naklediyoruz :

"Her ne türlü sıfat irade olunsa, mevsuf hazretlerini beyân ve vasfettiğinden, sıfat, mevsufun aynıdır. Ama mevsuf, sıfatın aynı olamaz. Zirâ mevsuf, mahsur olmadığı gibi sıfat kâim ve zâhir olmak için de mevsufa, muhtaçtır. Meselâ, ilim, sıfattan bir sıfattır. Ancak mevsuf, ya'ni âlim olmadan ilim bilinmez ve zâhir olmaz. Âlim, ilme ârif ve muhit olduğundan ilim âlimin aynıdır. Ama âlim, ilmin aynı değildir. Zirâ âlim, ilmi ve her sıfatı câmi'dir. ilim, âlimi câmi' ve muhit olmadığı gibi, ilim, zâhir ve kâim olmak için de âlime muhtaçtır. Hulasa-i kelâm; fiil, fâil ile zâhir ve kâim olduğundan fâilin aynıdır. Fâil fiilin muzhiri ve mutasarrıfıdır. Sıfat dahi böyledir. Abdin efâle müdahalesi bahsine gelince: Dersiniz: “Lâ mevsûfe İllâllah”, “Lâ fâile İllâllah”tır. “Lâ mevcude İllâllah” dersini daha görmediniz. Bu bahis, o mertebenin dersidir. Cebr, hulul ve ittihat, ikilikte olur. “Lâ mevcude illâllah” zevkine nâil olan, Hak'tan maada mevcud görmez. Var ve mevcud gayrı olmayınca, cebr, hulul, ittihat kimden kime olabilir?
Tevhid, iskat-ı izâfattır. İzâfat, Hak Teâlâ Hazretlerinden başka vehm olunandır. İnsan, hayvan, kurt kuş, hacer, şecer ve siiir mahsusat ve ma'kulat, mevhumattır. Bunların hepsi mahvolup: "Limeni'l- Mulku'l- Yevme Lillahi'l- Vâhidi'l- Kahhâr.":


يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Resim---Yevme hum bârizûn(bârizûne) lâ yahfâ alâllâhi min hum şey’un, li menil mulku’l- yevm(yevme), lillâhi’l- vâhidi’l- kahhâr: O gün, orta yere çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. (Allah sorar:) "Bugün mülk kimindir? Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır."
(Mü’min 40/16)

Sırrına mazhar olan Hak'tan gayrı görmez ... " (bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, A.g.e., s. 311.)
İstanbul 2006
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

ResimTASAVVUFÎ SORULARA CEVÂBLAR

Resim

Bismillâhirrahmânirrahîm

Selânik'de Mevlevihâne kapısı civarında medfun, Melâmiyye halifelerinin büyüklerinden Eş Şeyh el-Hac Ali Örfi Efendi merhumun "Es'ile ve Ecvibe" (Sorular ve Cevâblar) risâlesidir.
Elhamdullilahî Rabbi'l-âlemin Salât ve selâm, evvel ve âhir bütün zamanların peygamberine âline ve ashabına olsun.
Ey kardeş bil ki, Cenâb-ı Hak Hazretleri, zâtına, sıfatına, efal ve esmâsına şerik (ortak) kabul etmediği gibi, din ile dahi ortaklık kabul etmez. Resûl tek olduğu gibi, din de tektir.
Ve Lillahi'd-dinu'l-hâlis, ya'ni şirkden hâlis olan dindir ki, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz ve O'na tabi olanlara emr olunan millet-i İbrahim'in dinidir. Allahu Teâlâ'nın buyurduğu:


وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِّمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لله وَهُوَ مُحْسِنٌ واتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَاتَّخَذَ اللّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلاً
Resim---“Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ: İyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden ve hanif (tevhidi) olan İbrahim'in dinine uyandan daha güzel din'li kimdir? Allah, İbrahim'i dost edinmiştir.”
(Nisâ 4/125)


"Vema kane mine'l müşrikin" (O, ortak koşanlardan değildi.)

قُلْ إِنَّنِي هَدَانِي رَبِّي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ دِينًا قِيَمًا مِّلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Resim---Kul innenî hedânî rabbî ilâ sırâtın mustekîm(mustekîmin) dînen kıyamen millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen), ve mâ kâne minel muşrikîn: De ki: "Rabbim gerçekten beni doğru yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif (muvahhid) dinine... O, müşriklerden değildi."
(En'âm 6/161)

Âyetleri, tevhid-i sırf üzere -yani, insanların hakiki dini olan tevhide inanmaları için- ilahî tenbihtir. Yine Allahu Teâlâ:

وَمَن يَرْغَبُ عَن مِّلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلاَّ مَن سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ
Resim---Ve men yergabu an milleti ibrâhîme illâ men sefihe nefseh(nefsehu), ve lekadistafeynâhufîd dunyâ, ve innehu fîlâhireti le mines sâlihîn: Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de O salihlerdendir.”
(Bakara 2/130) buyurmaktadır.

-Bu âyette, kendini bilenlere vurgu vardır.- Hakikat yönüyle:

Resim---Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu : Kim nefsini bilirse kesinlikle Rabb’ini de bilir. ” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)

Hadis-i şerîfinin mânâsı budur. Hz. Âdem'den bu ana kadar gelen bütün dinler, Din-i Ahmedî'dir ve bunlar tevhid üzere kurulmuşlardır. Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesiyle değişen, muamelâtın hükümleridir.
Kâmil din nedir? Bütün kutsal kitapların beyân buyurdukları o dindir. Ancak, bu dini tam kemâliyle açıklayan, Kur’ân-ı Azim'dir. Enbiya Aleyhi's-Selâm, Fahr-i Âlem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin tabileri oldukları gibi, indirilen kitaplar dahi Kur’ân-ı Kerim'in özetleridir.
Tevrat, tevhidin hakikatini, tenzih üzere; İncil, teşbih üzere açıklar.


****
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

****

İslam ümmetinin tevhide istidadları kemâli üzere olup ikisini (tenzih ve teşbihi) de anlamaya kabiliyetleri olduğundan:

فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
Resim---“Fâtıru’s- semâvâti ve’l- ard(ardı), ceale lekum min enfusikum ezvâcen ve mine’l- en’âmi ezvâcâ(ezvâcen), yezreukum fîh(fîhi), leyse ke mislihî şey’un, ve huves semîul basîr: O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da çiftler var etti. Sizleri bu tarzda türetip yayıyor. O'nun benzeri gibi olan hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.”
(Şûrâ 42/11)

Ebedî buyruğu üzere Kur’ân-ı Azimü'ş-şan, tenzih ve teşbihi câmi' olmakla, Cenâb-ı Hak Hazretleri; "Kur’ân ve Furkan" ta'bir buyurdu. Bu iki tâbir de, fark ve cem'i kendisinde toplayan tâbirlerdir.

İmam-ı Ali (k.v.) Efendimiz şöyle buyurur:
Resim---"El-farku bûd cem'in şirkun. Ve 'l -cem 'u bila farkin zendakatun. Ve'l-cem'u ma'a'l- farki tevhidun :Cem'siz fark, şirk; farksız cem' zındıklık; farkla birlikte cem' ise tevhiddir.

Hazret-i Şeyhü'l-Ekber de şöyle demektedir:
Resim---"Ve kun fi'l-cem'i ve'l-far'ki tekun fi mazhari sıdk: Cem' ve farkta ol ki, sıdk -doğruluk- üzere olasın.

Yani, fark denilen şey, zâhirdir; kayıt ve teşbihdir. Cem’siz, yalnız fark ile giden, açık şirkten kendini kurtarırsa da, gizli şirkten kurtulamaz.
Sırf cem' ise, bâtındır; ıtlak (gayb, mutlak zât) ve tenzihdir. Farksız, yalnız cem' ile giden de zındıklıkdan kurtulamaz.
Tevhid, şer'-i şerîfin, gerek zâhirini ve gerek bâtınını birleştirerek ikisinin hükümlerini birden yaşamak ve uygulamaktır.
Zâhir, afâkda olup görünen ve kitaplarda beyân olunan; bâtın, enfûsde olup, halk içinde görünmeyen ve zâhiri kitaplarda izâhı ve beyânı bulunmayan İlahı âyetlerdir:


سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
Resim---“Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehum ennehul hakk(hakku), e ve lem yekfi bi rabbike ennehu alâ kulli şey’in şehîd: Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Her şeyin üzerinde Rabbinin şâhid olması yetmez mi?”
(Fussilet 41/53)

Âyet-i kerimesi gereğince, halk, beyân edilen âyetleri, sadece afâkda görüp enfûsde göremediklerinden, enfûsî âyetleri onlara örtülü olmakla, "bâtın" ta'bir ederler. Vahdet (birlik) ehli, dışta gördüğünü, içte de gördüğü için, onların katında zâhir ve bâtın bir olup, ikisini cem' etmişlerdir.
Meselâ, insan hayatı beş şart üzere kurulmuştur. Bu zâhiri beş şartı yerine getiren kişi müslüman olur. Ancak, bâtın (enfûs)da da beş şart bulunduğundan, bunları zâhiren ve bâtınen uygulayan kişiler:


هُوَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَّعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
Resim---“Huvellezî enzeles sekînete fî kulûbil mu’minîne li yezdâdû îmânen mea îmânihim, ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu alîmen hakîmâ: Mü'minlerin kalplerine, imanlarına iman katıp arttırsınlar diye, 'güven duygusu ve huzur' indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Fetih 48/4)

Âyetinde buyurulduğu gibi, afâkî imanları, enfûsî imanlarıyla artarak tevhid ve yakin ehli olup, şirk koşmaktan kurtulurlar. Bu tevhid ve yakîn sahipleri şeriatin hükümlerini gereği üzere uygulayıp "sıddıkiyyet" makamına gelirler.
Şer'-i şerîf, sonsuz bir deniz olduğundan, insanın sıdkına göre şeriat, tarikat, hakikat ve ma'rifetdiye adlandırıldı.
Şeriatın son noktası, tarikatın başlangıcıdır. Tarikatın son noktası ise, hakiki tevhidin başlangıcıdır. Hakiki tevhidin sonu da, mârifetulllahın başlangıcıdır. Şeriat demek, dini (şer'i) hükümleri dil ile tâlim ve tahsil etmektir.
Tarikat, şer'i hükümleri fiilen uygulamaktır. Bunların ikisi de, zâhirdir.

Hakikat, Hz. Peygamber'in:

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: "(Rabbenâ!) Erine'l-eşyâ'en kemâhiye: (RABB'imiz) Bana eşyânın (mâhiyetini) hakikâtini göster!..."

Niyazı üzere, eşyanın hakikatine izâfetsiz olarak, -nefsü'l-emrde, yani işin aslında olduğu gibi- bilip insanın şüphesinin kalmamasıdır.

Mârifet, Hazret-i Peygamber'in:

Resim---Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu : Kim nefsini bilirse kesinlikle Rabb’ini de bilir. ” buyurmuştur.

(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)

Hadisi üzere kendi nefsini bilmektir. Ancak, irfâniyyet kitap okumakla, tâlim ve tefhim ile olamaz.
"Araftu rabbi bi-rabbi" (Rabbimi Rabbimle bildim.) sözü gereğince, Rab, Rab ile bilinir:


Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Rabbimi, Rabbimle anladım". Buyurdu.

(Sırrül Esrar. S.75, Seyyid Abdülkadir Geylani)

Tarikate iradet, "Vebteğit ileyhi'l-vesilete":

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُواْ فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Resim---“Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn: Ey iman edenler, Allah'tan korkup sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.”
(Mâide 5/35)

Emri üzere, mürşid-i kâmil'e muhtaçtır.
İrfan, hakiki tevhide sülük ederek hazerat-ı hamse-i ilahîyi, yani beş ilahî hazreti, Cenâb-ı Hakk'in zâtında yok etmekle mümkündür
Ve yine irfân:
"Lâ fa'ile İllâllah" ve,
"Lâ mevsufe İllâllah" ve,
"Lâ mevcude İllâllah"
Sırrı tahakkuk ederek, ilahî mertebeleri zevk ve şuhud etmekle:


كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
Resim---“Kullu men aleyhâ fân: (Yer) Üzerindeki her şey yok olucudur”
(Rahmân 55/26)

وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ
Resim---“Ve yebkâ vechu rabbike zû’l- celâli ve’l- ikrâm: Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır.”
(Rahmân 55/27)

Âyet-i kerımesi gereğince, mâsivânın basar ve basîretden yok edilip kaldırılmasıyla, mevcud olanın, gören ve görünenin, fâil ve mutasarrıfın Hak Teâlâ olduğunu görmekle hasıl olur.

*
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

ResimSoru: Mâsivânın vücudî, sıfatları, fiilleri ve hükümleri görünüp dururken nasıl yok olabilir? Eğer yok olursa, ilahî emir, Rabbanî teklifler, âhiret ve âhiretde verilecek cezâ ve sevâbın olmaması gerekmezmi?

ResimCevâb: Yok olan var olmaz, var olan da, "yok" demekle yok olamaz. Görünen bütün mâsivânın müstakil vücudları yoktur. İlahı zuhûrat, Hakkanî sıfatlarla mevcud ve mevsuftur. Biz mâsivâyı, cehlimizle, varlık ve hususî sıfatlar verip nefsu'l- emrde aslında ve hakikatte- yok olanı, var biliyoruz.
İşte, kendi cehâletimizle var bildiğimizi yok edip ortadan kaldırmamız gerekir. Yoksa, Hakk'ın tecellîleri bir yönüyle mahv olmaz. Tecellîlerin yok olmadığını bilmek ise irfâniyetdir.
Tecellîler sonsuzdur. Cenâb-ı Hak, iki anda bir tecellîyle mütecellî olmadığı gibi bir anda da iki tecellîyle zuhûr etmez:


أَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ الْأَوَّلِ بَلْ هُمْ فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ
Resim---“E fe ayînâ bil halkıl evvel(evveli), bel hum fî lebsin min halkın cedîd: Ya, biz ilk yaratılışta güçsüz mü düştük? Hayır, onlar 'karmaşık bir kuşku' içindedirler.”
(Kaf 50/15)

Emri üzere her anda tecellîleri başka başkadır. Cehâlet irfâniyetde yok olunca, hakikatte Hakk'ın vücudundan başka vücudun olmadığı ve mâsivâ denilen çokluğun ilahî tecellîler olup vahdaniyyeti inkar olmadığı anlaşılır. Cenâb-ı Hak:
“Kenz-i Mahfi” olan aşkdır âlemde:


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ALLAH celle celâluhu: “Küntü kenzen mahfiyyen Fe ahbebtü en u’refa fe halaktü’l-halka Li ya’rifânî: Ben kenz-i mahfi-gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” buyurdu.


Bu Hadis-i Kudsînin kaynakları şöyledir:
1.
Ed-Dürerü’l-Müntesire, Celalettin-i Suyuti,125
2. El-Esraru’l-Merfua, Aliyyu’l-Kâri, 273
3. Aclunî , Keşfu’l-Hafa, Aclunî, 2:133
4. El-Fetevâ, El-Halîlî, 1:72
5. Mesnevi, Celâleddin-i Rumî, 5:104
6. Divan-ı Mevlânâ Câmî, 37
7. Divân-ı Niyaz-i Mısrî, 2
8. Divân-ı Şeyh Ahmet Cezerî, 1:190
9. İşârâtu’l-İ’câz, Bediüzzaman Said Nursi, 23..

Hadis-i kudsisi ifâdesince, bilinmeği sevdiğinden, mertebelerinin gereği, Uluhiyyet ve Rububiyyet, vahdaniyyetini kesrette açığa çıkararak zuhûr etti. Bundan dolayı kesret, ilahî zuhûrat olduğu gibi, kesrette görünen vücud; sıfat; efal, ahkam, harekat ve sekenat dahi Rab Teâlâ Hazretleri'nin tenevvü'atı, yani çeşitli sûretlerdeki görüntüleridir.
Emir, nehiy, ilahî teklifler, âhiret ve âhirette olacak sualler, hesap, sırat, mizan, derecat ve derekat, Kur’ân-ı Azimü'ş-şanın nutkettiği üzere, tamamıyla Hak'dır.
Âmir, hakîm ve fâil olan varlık, zâttır. Memfu, mahkum ve kabil olan ise zâta hasdır.


*
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

ResimSoru: Görünen çokluk, Hakk'ın zuhûratı olduğu halde, -Hakk'ın- aynı olmak: lâzım gelir. Aynı olunca, ta'addüd ile iktiza eder. Yani, Hakk'ın çoğalması gerekir. Ve teklifatı (sorumluluk yükü) kendinden kendine olunca, dünyada ve âhiretde azab çeken, Hak Teâlâ Hazretleri olmak icâb eder. Bu ise olur şey değildir?

ResimCevâb: İlahî zuhûrat, isim ve ta'ayyün (belirme) yönüyle gayrıdır. Kendi kendine teklif (yük) ve ta'zib etmek (azab etmek) lâzım gelmez. Zirâ, teklif ve ta'zib Rububiyyetin hükümlerindendir. Rububiyyet mertebesi ise, merbub (terbiye edilecek) taleb eder. Rab, merbub üzerine, şer'i tekliflerle hüküm, azab etme ve nimet verme ve bunun gibi muamelelerle muamele eder.

*
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

ResimSoru: Hak Teâlâ Hazretlerini denize ve tecellîlerini dalgaya benzetirseniz, dalgalar denizin aynı olup denizde zuhûr edip denizde yok oldukları gibi, mahlukat da Hak'ta zuhûr eder, Hak'ta yok olur, dersiniz?

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
Resim---“Kullu men aleyhâ fân: (Yer) Üzerindeki her şey yok olucudur”
(Rahmân 55/26)

وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ
Resim---“Ve yebkâ vechu rabbike zû’l- celâli ve’l- ikrâm: Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır.”
(Rahmân 55/27)

Âyetiyle;

يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Resim---Yevme hum bârizûn(bârizûne) lâ yahfâ alâllâhi min hum şey’un, li menil mulku’l- yevm(yevme), lillâhi’l- vâhidi’l- kahhâr: O gün, orta yere çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. (Allah sorar:) "Bugün mülk kimindir? Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır."
(Mü’min 40/16)

El Kahhâru
Resim

Âyetini delil getirirsiniz. Böylece, dalgalar denizden zuhûr ederek denizin aynı iseler de, gayrı görünür. İsimleri de dalgadır, ancak denizin dalgasız kaldığını görürüz. Ve dalgaların, rüzgarın esmesiyle denizin kabarmasından ortaya çıktıklarına zannederiz. O, ilahî' zuhûrat dediğin kesreti, noksan buldukları yokdur. Bu çokluk, her an yok ve var olurlar. Ve beyân olunan iki âyetin hükümleri surun üflenmesinden sonradır.

ResimCevâb: Denizi dalgaya teşbih etmek, görünen çokluğun EHAD olan, yani bir tek olan vücudun zuhûr eden yüzünü anlatmak içindir. Sûrette her ne kadar değişip başkalaşmış görünse de, bu çokluk, hakikatte birdir. Ayan-(Hakikat) mertebesinde zuhûrun olmaması Hz. MuhaMMed (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin makamı olup buna, Tevhid-i Ahadiyyet ve Tevhid-i Sırf denir. Bundan bir önceki makam kesret ve vahdet, cem'ü'l-cem makamıdır. Bu makam -ehadiyyete göre- noksandır. Tevhid-i Sırf makamı ise, tamdır. Hz. Peygamber'in makamı sırf tevhid makamı olduğu için O'nun gölgesi yere düşmemiştir. Hülasa, deniz, tevhid-i Sırf makamına işaretdir.

El Ahadu

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

ResimSoru: Rab Teâlâ Hazretlerini şuhud eden olduğunuzu söylersiniz ve imam Ali Hazretlerinin: "Lem a'bud rabben lem erahu: Görmediğim Tanrı'ya tapmam! buyurduğunu delil getirirsiniz. Bununla beraber Rü'yetullah âhirete mahsusdur. Dünyada Hz. Musa salavatullahi alâ nebîyyinâ ve aleyhi's-selâm hazretleri görmemiş iken, başkaları nasıl görebilir?
er RABB:
Resim

ResimCevâb: Allahu Teâlâ Hazretlerinin zâhir, hazır ve nazır olduğuna şüphe yoktur. Ancak, görünmesi mukabele (bire bir) ve teşahhus (sûrete bürünmek) ile değildir, eserleriyledir. Sırf zâtın görünmesi ve bilinmesi beşeri takatle mümkün olmadığından, Hazret-i Musa'ya (aleyhi's-selâm) "Len terani" (Beni göremezsin) dedi.

وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَـكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
Resim---“Ve lemma cae musa li mikatina ve kelemehu rabbühu kale rabbi erini enzir ileyk kale len terani ve lakininzur ilel cebeli fe inistekarra mekanehu fe sevfe terani felemma tecella rabbühu lil cebeli cealehu dekkev ve harra musa saika felemma efaka kale sübhaneke tübtü ileyke ve ene evvelül mü'minin :Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.”
(A’raf 7/143)

Ancak eserlerin mazharı efal; fiillerin mazharı esmâ; ve esmânın mazharı sıfat olup, MuhaMMedî Hakikat in sıfatlarına sahip olunmakla, açıklanan mezâhiri kendinde toplayan; MuhaMMedî Hakikati gören ve yukarıda belirttiğimiz görüntülerin eserleriyle birlikte mahşerde yok olduklarını müşâhede eden bak! ve mevcudun sıfatlarına mazhar olan kişi, Hz. Peygamber olmakla: "Men raeni fekad rae'l- Hakka" ya'ni, "beni gören kişi Hakk'ı görür" dedi.

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Men raeni fekad rae'l- Hakka: Beni gören Hakk’ı görmüştür” buyurmuştur.

(Buhârî, Tab’îr, 10; Müslim, Rü’yâ, 10)

Hz. Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözünde ve:
VecHuLLAH:

وَلِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ
Resim---"Ve lillahi’l- meşriku ve’l- mağribu fe eynema tuvellu fe semme vechullah, innallahe vasiun alîm: Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphe yok Allah, kuşatandır, bilendir. "
(Bakara 2/115)

Âyetinde buyurulduğu üzere her tarafta görünen ve tecellî eden kendisidir.
Ama, kesret (çokluk) gören, vahdeti (tekliği) göremez. Kesret (çokluk), vahdetin örtüsüdür. Örtüyü kaldırmadan sevgili görünmez.


*
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

ResimSoru: Görünen Hakk'ın tecellîleridir. Ve tecellî, mütecellî (görünen)in ayni olduğu halde, murdar ve cifeye varıncaya kadar her ne görürsek Hak mı diyelim?

ResimCevâb: Hâşâ! Allah'a sığınırım. Bu her söylediklerin kesrettir. Kesret ise vahdetin zıttıdır. Kesret gören, vahdeti göremez. Vahdet gören ise murdar ve cife göremez. Yukarıda açıkladığımız üzere, bu kapıların açılıp eşyanın hakikatinin görünmesi zevke ve müşâhedeye muhtaçtır. Zevk ve görüşü olmayan:

وَمَن كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً
Resim---“Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fe huve fîl âhıreti a’mâ ve edallu sebîlâ: Kim bunda (dünyada) kör ise, O, ahirette de kördür ve yol bakımından daha “şaşkın bir sapıktır.”
(İsrâ 17/72)

İlahî emri üzere kör olan ne görebilir? Renkleri ve şekilleri nasıl anlayabilir?
Meselâ, okula gitmeden fıkıh ilmi anlaşılmadığı gibi, tevhide süluk etmeden tevhid ilmi anlaşılmaz. Her ilmin zahmetini erbâbı anlar.


*
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

ResimSoru: Bu görünen kesrete ilam tecellîyat veya Rabbanî mahlukat demek bir tâbirden ibarettir. Bu tâbirlerin sınırlarım değiştirmeyince, 'iki tâbirin arasında ne fark vardır?

ResimCevâb: Nefsü'l- Emrde, yani hakikatte fark yoktur. Fark olduğunu zanneden, insanın cehâletidir.
Halk, mahlukatı vücud, sıfat ve kendine has fiilleriyle mahluk olduklarını ve Hak'tan başka bir şey zannettiklerinden, Hakk'ınvücud, sıfat, fiil ve kuvvetinde şirke düşerler:


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلاَ يَقْرَبُواْ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ إِن شَاء إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Resim---“Yâ eyyuhâllezîne âmenû innemâl muşrikûne necesun fe lâ yakrabûl mescidel harâme ba’de âmihim hâzâ ve in hıftum ayleten fe sevfe yugnîkumullâhu min fadlihî in şâe, innallâhe alîmun hakîm: Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Tevbe 9/28)

Emir ve fermanına mazhar olurlar.
Her ne kadar bazıları âlemin vücudu Allah'ın vücudunun aslı ve bazıları da, vücud-ı amm, yani, umumî vücud diyerek Allah'ın gayrı olduğunu i’tikad ederlerse de, Hak Teâlâ, vücudunda ortak kabul etmediğinden âlemin vücudunu zıll (gölge) diyenler, gölgenin gayrı şeyle; gayrı diyenler, gayrın dışında bir şeyle Hakk'a ortak koşarlar. Ârifler ve hakikati bilenler, beş hazreti Hak'tan gayrı görmediklerinden ve âlem Hakk'ın zuhûratı olup kendiliğinden vücud ve sıfatların kokusunu koklamadıklarını bilip müşâhede ettiklerinden, ortak koşmazlar. Onlar, tenzihi kemâl üzere Hakk'ın birliğine âriftirler.
Maksad şirkten kurtulmak ve Hakk'a ârif olmaktır.
Varlığın, varlıkta görünenlerin ve varlıkta faaliyet gösterenlerin Hak olduğunu ve kesrette görünen varlığın, vahdetin aynı olduğunu bildiğin ve gördüğün halde, âleme; kesret, mevcudat, mahlukat, tecellîyat veya zuhûrat, her ne dersen de, yine kendidir.
Hakikat, tâbir ile değişmez!.

Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

ResimSoru: Bu senin buyurduğun tâbirleri âlimler niçin ifâde ve beyân etmiyorlar?

ResimCevâb: Benim açıkladığım, tâbirat değildir. Gerçeğin ta kendisidir. Dört kitabın beyân ettikleri tevhiddir. Ama tevhid ehli ise, şeriat, tarikat ve hakikati bilenlerin ilmidir. Yani, şer'-i şerîfi zâhiren ve bâtınen bilip icra edenlerdir. Fakat, şeriatin zâhiri yönünü bilenler bildikleri üzere zâhiri yönünü beyân ederler. Her iki yönünü bilenler tarikat ve hakikat üzere ifâde ve târif ederler: Her iki tarafın va'z ve nasihatleri ise şeriat üzredir. Şu kadar vardır ki, hakikatsız şeriat noksan olmakla birlikte câizdir. Ama, şeriatsız hakikat câiz olmadığından, önce şeriat hükümlerini bilmek sonra tarikata sülük etmekle şer'-i şerîfin hükümlerini uygulamak lâzım geleceğinden ve hakikat, ledünni ilim olup kitaplarda yazılmadığından, insanlara meseleleri, âlimler kitablarda yazılanlardan hareketle tâlim etmekle; kâmil mürşidler ise, saliklere, hakikat ve mârifet bilgilerini tevhide sülüktan sonra telkin etmekle emredilmişlerdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

*

ResimSoru: Din-i Ahmedî akıl ve nakil üzerine bina edilmiştir. Bâtın ilminin kitapları olmayınca akıl ve nakle uygun olmaması lâzım gelir?

ResimCevâb: Zâhir ilmi, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize kadar divandan divana ve kitaptan kitaba aktarıldığından, şübheden hali değildir. Bâtın ilmi:

فَوَجَدَا عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا
Resim---“Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ: Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.”
(Kehf 18/65)

İlm-i ledün: Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin hocası ve sultanı Fahr-i Kâinat Aleyhi Ekmelüttahiyyât vessalâvât Efendimiz Hz. leridir. Bu ilmin ehli ise, Enbiyâ-ı izâm (aleyhi's-selâm) ve Ehlullâh-i Kiram Efendilerimiz Hazretleridir.
İlahî buyruğu üzere, doğrudan Cenâb-ı Hak'tan alınmakla şüpheden uzaktır. Gerçi, bâtını ilim kitapları zâhir ilminin kitaplarından bir kaç misli fazladır. Hepsi âyet ve hadislere dayanır. Ve bu kitapları yazanlar, Resûlullah (aleyhi’s-selâm)'ın erkanı üzere giden zâhir ve bâtınları mamur Resûl'ün veresesi bulunan âlimler ve hakikat ehlidirler. Ancak zâhir ilmi, ders ilmidir. Ders ise, okumakla tahsil olunur. Bâtını ilim ise, nefs ilmidir. Yani nefisde tahakkuk etmekle öğrenilir. Kitapları incelemekle hasıl olmadığından, ârifler kitapta yazılana itibar etmezler. Kitaptan tahsil olunan bilgiye "ilme'l-yakın" derler. Ârifler ise "ayne'l-yakîn"e bile kanmazlar. "Hakka'l-yakîn" gerçekleşmeden konuşmazlar.


*
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

*

ResimSoru: Buyurduğun zâtlar ve mürşidler zamanımızda dünyada pek nadirdir? Hatta yok gibidir?

ResimCevâb: Bu gibi Allah adamları Din-i Ahmedî'nin direkleri ve koruyucularıdır. Din-i Ahmedî (İslam) durdukça onların vücudları mevcud olacaktır. İsrail oğullarının peygamberlerinin, İsa (aleyhi’s-selâm)'dan noksan oldukları gibi, Hz. Peygamber'in, "Eş-şeyhu fi kavmihi ke'n-nebîyyi fi ummetihi: Kavminin şeyhi, ümmetinin peygamberi gibidir.”

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Benim ümmetimin alimleri Benî Israil´in peygamberleri gibidir” buyurmuştur.


(İbn Hacer, Sahavî, Suyutî gibi alimler “bunun aslı yoktur” derken, Fahreddin Râzî, İbn Kudame, Esnevî, Barizî, Yafiî, “hadisin sahih olduğuna” hükmetmişlerdir. Teftazanî, Ebu Bekir el-Mevsılî gibi bazı alimler de lafzı hadis olarak sabit olmazsa da manası doğrudur, demişlerdir. (gerek hadis metni gerek bu açıklamalar için bk. Aclunî, Keşfu’l-hafa, 2/64)

Sözü üzere, mürşidler kavminde nebî mesabesinde olduklarından, kıyamete dek bir an noksan olmazlar. Her vakit her beldede mevcuddurlar. Ancak bilinmeleri erbâbına mahsusdur. Halk zühd ve takvâ ile bunları bilmeye çalışır. Bununla beraber, zâhid ve müttaki, talibdir. Henüz Hakk'ı taleb eder. Onlar matıubdur. Hak Teâlâ Hazretleri onları taleb eder. Onun için zâhiri sûrette Allah'ın farzlarından ve Hz. Peygamber'in sünnetinden başka, boş vakitlerini Hz. Peygamberin "Tefekküru sa'atin hayrun min 'ibâdeti elfi senetin" (Bir saat tefekkür, bin sene ibâdetten daha hayırlıdır.)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Bir saatlik tefekkür (hikmetli düşünüş ) 60 yıllık nafile ibâdetten daha hayırlıdır.” buyurdu.

(Türkiye Diyanet İşleri Yayn. Riyazü’s-Salihin-Seçme Hadisler; Suyutî, Cami’inde)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Bir Saat Tefekkür, Bir Sene İbadetten Hayırlıdır" buyurdu.
Hadis, "seksen sene" ve "bin sene" şeklinde de rivayet edilmiştir. (Şevkânî, Fevâidu’l-Mecmû‘a, 242, 251.)

buyruğu üzere tefekkür ederek, fikirlerini her an yenileyip değiştirerek huzur ve şuhuda ulaşırlar. Gerçi, herkesin haline göre muhabbet edip ticaret ve iş içinde bulunurlar ise de:

رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ
Resim---“Ricâlun lâ tulhîhim ticâratun ve lâ bey’un an zikrillâhi ve ikâmis salâti ve îtâiz zekâti yehâfûne yevmen tetekallebu fîhil kulûbu vel ebsâr: (Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alışveriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar.”
(Nûr 24/37)

Buyruğunda da belirtildiği gibi, huzurdan ve salat-ı dâim (her an Hak ile olmak)den bir an gaflet etmezler.
Bu zâtların sûretleri halkla, sîretleri Hak'ladır.


*
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

*

ResimSoru: Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz ibâdat ve riyazât ile meşgul bulundukları halde bu zâtlar zâhiri ibâdetlerle niçin meşgul olsunlar?

ResimCevâb: Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin, ibâdat ve riyazât ile meşgul bulunmaları teşri' (dünyevi düzen) içindir. Ve ibâdetleri, Hakk'a şükür ve Rabbine minnet içindir. Onun ibâdeti bizim anladığımız mânâda kulluk için değildir. O'na: "Geçmiş ve gelecek bütün günahlardan afv ve mağfıret olunmuş iken bunca ibâdet nedir, ya Resûlallah?" diye sual ettiklerinde: "Elem ekun 'abden şekîran: Şükreden bir kulolmayayım mı?” buyurdular. "Elem ekun 'abden 'abiden: Âbid bir kul olmayayım mı?” buyurmadılar.

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bazı geceler ayakları şişinceye kadar namaz kılar, Allah'ı (c.c.) zikrederdi. Ashab'dan Muğîre b. Şu'be (r.a.): "Yâ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem! Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışladığı hâlde, neden hâlâ kendini bu kadar zorluyorsun?" diye sual edince, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurmuştu.
(Buhârî, Rikâk 20)

Zirâ, ibâdet cehennemden kurtulmak gayesiyle ve cennet-i alaya nail olmak arzusuyla yapılır. Hakikat ehli de, hâlisen muhlisen,. yani karşılıksız olmadığından; içinde kesret ve varlık bulunduğundan bu tür ibâdete itibar etmezler.

*
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

*
ResimSoru: Hakk'a şükür ve Rabbe minnet için yapılan ibâdet ne gibi bir ibâdettir?

ResimCevâb: Kulun kendi varlığı olmayarak; Hak için, Hak'tan Hakk'a yapılan salih ameldir. Bu şekilde yapılan ibâdet, peygamberlere ve varisleri olan kâmillere mahsustur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَاء مِن مَّحَارِيبَ وَتَمَاثِيلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَّاسِيَاتٍ اعْمَلُوا آلَ دَاوُودَ شُكْرًا وَقَلِيلٌ مِّنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ
Resim---“Ya’melûne lehu mâ yeşâu min mehârîbe ve temâsîle ve cifânin kel cevâbi ve kudûrin râsiyât (râsiyâtin), i’melû âle dâvûde şukrâ (şukren), ve kalîlun min ibâdiyeş şekûr: Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. "Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın." Kullarımdan şükredenler azdır.”
(Sebe' 34/13)

Bu gibi zâtlar şükreden kullardır. Abd-i abid (yalnızca cennet için kulluk eden kişiler) değildirler. Bundan dolayı, ibâdetleri ubildettir. Halktan kişiler, bunların hallerine vakıf olmadıkları gibi kal (söz)lerine ve ubildetlerine de vakıf değildirler. "El-mer 'u 'aduvvu ma yechelulu:Kişi, bilmediğinin düşmanıdır.” sözüyle de belirtildiği üzere, peygamberlere atılan iftiralar gibi, her biri hakkında değişik değişik dedikodular yapılarak, dilleriyle kendilerini tekfır ederler. Câhillerden Allah'a sığınırız!.

*
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: TASAVVUFî SORULARA CEVÂBLAR~ALİ URFÎ (K.S)

Mesaj gönderen Gul »

ResimSoru: Hakttan Hakk'a Hak için ibâdet nasıl olabilir?
ResimCevâb: Saltanat mertebeleri bilinmeden Sultan bile kemâliyle bilinemez. Cenâb-ı Hak Hazretleri'nin Uluhiyyet ve Rububiyyet mertebelerini bilmeden Hakk'a nasıl ârif olabilirsin!

Cenâb-ı Hak:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلاَ يَقْرَبُواْ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ إِن شَاء إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Resim---Yâ eyyuhâllezîne âmenû innemâl muşrikûne necesun fe lâ yakrabûl mescidel harâme ba’de âmihim hâzâ ve in hıftum ayleten fe sevfe yugnîkumullâhu min fadlihî in şâe, innallâhe alîmun hakîm: Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Tevbe 9/28)

Buyurmuşken, pisliğe bulaşarak padişah ve sarayına bile yaklaşamazsınız!. "Vucuduke zenbun lâ yukasu 'aleyhi zenbun ahar: Varlığın öyle bir günahtır ki, başka günahlarla kıyas edilemez!” veciz ifâdesinin belirttiği üzere, bu vücud unsuru sende var oldukça ve sen benlikte bulundukça, şirk pisliği senden hiçbir şekilde gitmez. Bütün mâsivâyı, benim zannetiğin vücudunla beraber mürşid telkiniyle Hak'ta yok ettiğin halde:

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
Resim---“Kullu men aleyhâ fân: (Yer) Üzerindeki her şey yok olucudur”
(Rahmân 55/26)

وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ
Resim---“Ve yebkâ vechu rabbike zû’l- celâli ve’l- ikrâm: Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır.”
(Rahmân 55/27)

İlahî buyruğu üzere Hak'tan gayrı olmadığı beyân edildiği halde, fiiilin Allahu Teâlâ olduğu sende tahakkuk ettiğinde, söyleyenin de, Hu (O) olduğunu göreceğinden, şek ve şüphen kalmaz. Fâil (yapan) ve Kâil (söyleyen)in kendi olduğu gibi, âbid ve mâbudun da kendi olduğuna şüphe yoktur.
Medresede oturmadan askerlikten kurtulamazsın! Bunun gibi, mürşid-i kâmilin yüzünü görüp önüne diz çökmeden cehâletten ve şirkten kurtulamaz; ilahî mârifeti tahsil edemezsin.


Sözlerin şeriatle, hareketlerin tarikatle, hallerin hakikatle olmadan Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a gerçekten tabi olamazsın! Dahası, hayırlı mü’minlerden ve fırka-i naciyyeden olamazsın! Hz. Peygamber: "Eş-şeri'atu akvalun, ve't- tarikatu ef'alun, ve 'l-hakikatu ahvalun: Şeriat sözlerimizdir, tarikat fiillerimizdir ve hakikat davranışlarımızdır.” buyurmuştur.

Ve sallallahu ale'l-bidâyeti ven-nihâyeti ve alâ âlihi ve eshabihi'l-mensubine bi'l-inâyeti ve'l-hidâyeti ecmâin. Âmin. Yâ Rabbe'l-âlemin!.
Resim
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön