HZ. PEYGAMBER'İ KALBEN TANIMAK
- meryemnur
- Özel Üye
- Mesajlar: 943
- Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00
HZ. PEYGAMBER'İ KALBEN TANIMAK
HZ. PEYGAMBER'İ KALBEN TANIMAK
Bir derviş, ârif bir zâta sorar:
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri mi, Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri mi daha büyüktür?
O zât şu cevabı verir:
Bu iki velî arasındaki fazîlet büyüklüğünü tâyin edebilmek için onlardan daha büyük bir velî olmak lâzımdır... 1
Yâni Allah dostlarının fazîlet ufkunu tam olarak kavrayabilmek, değme idraklerin kârı değildir. Beşerî idrak, Allâhın velî kulları hakkındaki fazîlet takdîrinden bile âciz iken, Allâhın Habîbinin kadr u kıymetini ne kadar takdîr edebilir ki?..
Acabâ kelimelerin mahdut imkânları ile yazılan bütün sîret kitapları, Hakîkat-i Muhammediyyenin kaçta kaçını ifâde edebilir?!. Üstelik Onu anlatmaya kalkan her kalem, sahibinin gönlündeki muhabbet nisbetinde bir ifâde kudretine sahip iken...
SONSUZ MÂNEVÎ İSTİÂB
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bir gün talebeleriyle sohbet etmekteyken Şems-i Tebrizî, onu imtihan etmek maksadıyla garip bir heyecan içinde şu acâyip suâli sorar:
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri mi, yoksa Hazret-i Muhammed Mustafâ r mi daha büyüktür?
Mevlânâ Celâleddîn, dehşete kapılır ve hiddetle:
Bu ne acâyip bir suâl?! Hiç âlemlere rahmet olarak gönderilmiş yüce bir peygamberle, bütün mânevî sermâyesi Ona tâbîlik olan ve gönül feyzini Ondan alan bir velî mukâyese edilir mi?!. der.
Tebrizli Şems, sükûnetini bozmadan suâlini şu şekilde açıklar:
Öyleyse neden Bâyezîd, Rabbinden cehenneme konulmasını ve vücûdunun orada hiçbir günahkâra yer kalmayacak derecede büyütülmesini taleb ettiği, lâkin bunun zıddına, küçük bir ilâhî tecellî karşısında da; «Şânım ne yücedir! Kendimi tesbîh ederim!..» dediği hâlde; Hazret-i Peygamber r sayısız tecellîlere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nâil olduğu ulvî derecelerle yetinmeyerek Rabbine hamd ve şükür hâlinde ve Ona yakınlık arzusuyla dâimâ istiyor, istiyor, sürekli istiyordu?.. der.
Bu îzah, Mevlânâ Celâleddîni sırf aklın aydınlattığı zâhir ilmin hudûduna getirip dayar. Bu noktada kalarak suâli cevaplamak imkânsızdır. Şems, mânevî tasarrufla onu bu noktadan daha ileriye istikâmetlendirir. Zîrâ zâhirî âlemin mâverâsı (ötesi), uçsuz bucaksız bir ledün âlemidir. Böylece Şems, muhâtabını, onda mevcut olduğu hâlde habersiz bulunduğu mânevî ufkun derinliklerine doğru şimşek süratiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur.
Bu ânî gelişmenin tesiri ile Hazret-i Mevlânâ, daha evvel ezberlemiş bulunduğu zâhirî ilmin mütâlaalarından biriymiş gibi kolaylıkla şu cevâbı verir: Bâyezîdin; «Şânım ne yücedir; kendimi tesbîh ederim! Ben sultanlar sultânıyım!..» sözü, mânevî bir işbâ (doymuşluk) hâlinin ifâdesidir. Yâni onun mânevî susuzluğu, küçük bir tecellî ile giderilmiş oldu. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lâkin onun kalbî istiâbı bu kadardı. Bu yüzden küçük bir tecellî ile rûhu artık talepsiz hâle geldi, sekre sürüklendi; akıl âleminin dışına çıktı.
Hazret-i Peygamber r ise, «elem neşrahleke sadrake »2 sırrına mazhar olmuştu. İlâhî tecellîler, kendisini her taraftan kuşattığı hâlde kâinat kadar geniş olan gönül âlemi, bir türlü kanmıyordu. Kulun Rabbiyle arasındaki mesâfe sonsuz kere sonsuz olduğu gibi, Onun kalbî istiâbı da sonsuzdu. Bu yüzden mazhar olduğu nâmütenâhî tecellîler bile Onun ilâhî aşkını teskîne kâfî gelmiyor, bilâkis sonsuz bir iştah ve iştiyakla susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Yüce Mevlâsına her an daha da yakın olmayı arzuluyordu. Her an bir hâlden diğer bir hâle yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki hâline tevbe ediyor;
«Yâ Rabbî, Seni gereği gibi ve lâyık olduğun vechile tanıyamadım... Sana hakkıyla kulluk yapamadım »3 diye istiğfar ve tazarrûda bulunuyordu.
İşte Mevlânâ Hazretleri, bu nevî sır ve hikmet tecellîleriyle olgunlaşarak zâhirî ilimlerin hudutlarını aştı, gönül iklîminde aşk-ı peygamberî ile bambaşka mânâ ırmakları çağıldayan ve dilinden hikmetler fışkıran büyük velîlerden oldu.
VELÎSİ BÖYLE OLURSA
Selçuklu Sultanının kızı ve Hazret-i Mevlânânın mürîdesi olan Gürcü Hâtun, sarayın meşhur ressam ve nakkaşı Aynüd-Devleyi, gizlice resmini çizip kendisine getirmesi için Hazret-i Mevlânâya gönderir. Ressam, gâfilâne bir şekilde huzûra çıkıp vaziyeti Hazret-i Mevlânâya anlatır. O da mütebessim bir çehreyle:
Sana emredileni, arzu ettiğin gibi yap yapabilirsen! der.
Ressam çizmeye başlar. Fakat neticede karşısındaki sîmânın, çizdiği resimle alâkasız bambaşka bir muhtevâ ve şekle büründüğünü fark edip yeniden çizmeye koyulur. Böylece Hazret-i Mevlânânın, resmini çizmeye çalışırken yirmi yaprak eskitir. Sonunda aczini anlar ve bu işten vazgeçmek mecburiyetinde kalır. Hazret-i Mevlânânın ellerine kapanır. Zîrâ o ünlü ressamın sanatı, kendi çizgilerinin içinde kaybolmuştur. 4
Bu hâdise, ressamın gönlünü uyandırır; hayret, dehşet ve ürperiş içinde derin düşüncelere daldırır ve enfüsî bir âlemin seyyâhı eyler. Nihâyet gönlünde açılan pencereden Allah Rasûlü r Efendimizin tahayyülüne dalan ressamın dilinden şu sözler dökülür:
Bir dînin velîsi böyle olursa, kim bilir Nebîsi nasıl olur?!.
GÖNDERENİN KADRİNCE OLUR!..
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, bir seriyye esnâsında müslüman bir aşîretin yanında konaklar. Aşîret reisi ona:
Bize Rasûlullâh r Efendimizi anlatır mısınız? der.
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-:
Allah Rasûlünün o ebedî güzelliklerini anlatmaya güç yetmez. Tafsîlâtıyla anlatmamı istersen, bu mümkün değil! der.
Reis:
Bildiğin kadarıyla anlat! Kısa ve öz olarak târif et! deyince Hâlid -radıyallâhu anh- şu karşılığı verir:
: Gönderilen, gönderenin kadrince olur!..."5
Yâni gönderen, Âlemlerin Rabbi olduğuna göre, gönderilenin şânını, var sen hesâb et!..
Velhâsıl Fahr-i Kâinât r Efendimizin yüceliğini kavramaya hiçbir beşerin gücü yetmez. Biz, Onu kendi sınırlı idrâkimizle ölçemeyiz. Nitekim beşer idrâkinin bu sahadaki aczi yüzündendir ki Onu bizzat Cenâb-ı Hak tekrîm ve takdîm ediyor. Onun şânını ifâde sadedinde;
Allah ve melekleri, Peygambere salât ederler. Ey müminler! Siz de Ona salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin. (el-Ahzâb, 56) buyuruyor. Rasûl-i Ekrem r Efendimizin bir hilkat bedîası, yâni yaratılış şâheseri ve eşsiz bir sanat hârikası olduğunu bizzat Cenâb-ı Hak beşer idrâkine îlân ediyor.
Bu itibarla Onu anlamak, Hakka kullukta en mühim basamaktır. Onu anlamadan, Onu tanımadan, Onun izinden gitmeden ve Onun gönül hassâsiyetlerinden nasip almadan, ne îmânımız tam bir îman olur, ne Kurânı tam olarak idrâk edebiliriz, ne de kulluğumuz tam bir kulluk olur
Âyet-i kerîmede buyrulur:
(Rasûlüm!) Onu Rûhul-Emîn (Cebrâil) îkaz (ve irşâd) edicilerden olasın diye, apaçık bir Arap diliyle, Senin kalbine indirmiştir. (eş-Şuarâ, 193-195)
Onun 23 senelik nebevî hayatı Kurânın tefsîri mâhiyetindedir. Kurânın sır ve hikmetleri de ancak Rasûlullah r Efendimizin kalbî dokusundan hisse almakla anlaşılır.
ONU TANIMANIN EN FEYİZLİ YOLU
Rasûl-i Ekrem r Efendimizi tanımak, Onu satırlardan okumaktan ziyâde, sadırlardan okumakla mümkündür. Yâni, nebevî ahlâk ile ahlâklanmış, takvâ ehli âlim ve âriflerin gönül âlemlerinden feyz ve rûhâniyet alarak okumak icâb eder. O, kâmil mânâsıyla ancak, takvâ sahibi müminlerin kalbî duygularıyla okunabilir. Ona takvâ ile ne kadar yakınlaşabilirsek, Onu ancak o nisbette tanıyabiliriz. Âyet-i kerîmede buyrulur:
Siz takvâ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi) öğretir. (el-Bakara, 282)
Dolayısıyla Siyer-i Nebîyi öğrenmek, sırf kronolojik bir okuma faâliyetiyle olamaz. Siyer-i Nebîyi en iyi bilenler, hayatları en çok Rasûlullah r Efendimize benzeyenlerdir. Onu en iyi tanıyanlar, takvâ hayatı içinde olan ve Onun sünnetini titizlikle yaşayıp, muhabbet ve hasretle O rahmet güneşine hilâl olan Hak dostlarıdır. Zîrâ onlar, bir gölgenin sahibine olan mutlak sadâkat ve bağlılığıyla Allah Rasûlünün nurlu izinden yürürler.
Peygamber Efendimiz r âyet-i kerîme ile teyîd edildiği üzere, aslâ hevâsından konuşmazdı. O yalnızca, kendisine vahyedilenin tercümânı, tatbikatçısı, açıklayıcısı, tebliğcisi ve temsilcisi idi.
Fenâ fir-Rasûl, yâni Rasûlullah muhabbetinde fânî olmuş Hak dostları da, nefislerinden, hevâ ve heveslerinden konuşmazlar. Onlar bir ney gibi iç âlemlerini mâsivâdan boşaltmış olduklarından, onlardan duyulan bütün irşad sadâları, ahlâkıyla ahlâklandıkları enbiyâ nefesinden bir hissedir. Onların kalpleri, Hak ve hakîkat nurlarının aksettiği mücellâ bir aynadır. Nebevî ifâde ile; Cenâb-ı Hak onların işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olmuştur. (Bkz. Buhârî, Rikâk, 38)
Varlık Nûru Efendimiz r her şeye ebedî saâdet heyecânı bahşeden ve bütün âlemleri aydınlatan bir Güneştir. Vâris-i enbiyâ olan velîler de, yaşadıkları takvâ hayatıyla O Güneşe ayna olan mehtaplar mesâbesindedirler. Mehtâbın varlığı, Güneşin varlığına bağlıdır. Zîrâ mehtâbın bütün nûru, güzelliği ve ihtişâmı, Güneşten gelen küçük bir akistir
Şeyh Sâdî, velîlerin bütün güzelliklerini Allah Rasûlüne borçlu olduklarını, bütün gönül sermâyelerini rûhâniyet-i Rasûlullahtan tefeyyüz ettiklerini, Gülistan adlı eserinde temsîlî bir üslûb ile şöyle hikâye eder:
Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyiha yayılır. Adam kile sorar:
A mübârek! Sen misk misin, amber misin? Senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum
Kil ona cevâben şöyle der:
Ben misk de amber de değilim. Bildiğiniz, alelâde bir toprağım. Lâkin bir gül fidanının altında bulunuyor ve her seher gül goncalarından süzülen şebnemlerle yoğruluyordum. İşte hissettiğiniz, gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere âittir
Gül, Hazret-i Peygamber r Efendimizin sembolüdür. Şu fânî hayat dershânesindeki en mühim tahsil de;
O Güller Şâhını tanıyabilmek,
O Gülün mübârek kokusundan ve rûhânî dokusundan nasip alabilmek,
O Gülün yaprağında bir şebnem tânesi olabilmektir
Bu yolda gereken en temel malzeme ise Ona olan muhabbettir.
MUHABBET-İ MUHAMMEDÎ
Kalbimizde Rasûlullah r Efendimize karşı ne kadar muhabbetimiz varsa Onu o kadar tanıyoruz demektir. Allâhın Habîbi r:
Kişi sevdiğiyle beraberdir. buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 96)
Yâni kalbî beraberliği temin eden yegâne müessir, muhabbettir. Muhabbet, gönülleri âdeta bir cereyan hattı gibi birbirine bağlar. Yine bu hâl, fizikteki birleşik kaplar misâlidir; birbiriyle muhabbet irtibâtı sürdüğü müddetçe, keyfiyetler de birbirine benzemeye başlar. Zevkler, nefretler, duyuşlar ve görüşler aynılaşmaya meyleder.
Birbirini gerçekten seven iki kişi, birbirine müşterek sevdiklerinden ikrâm ederek hediyeleşir. Hangi çiçeği seviyorsa onu götürür, neden hoşlanıyorsa onu yapar. Zîrâ seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever, sevmediklerini sevmez, onu hatırından çıkarmaz, dilinden düşürmez.
O BÖYLE YAPARDI DİYE
Hazret-i Ömerin oğlu Abdullah -radıyallâhu anhümâ-çocukluğundan itibaren bütün bir hayatını Rasûlullah r Efendimizi adım adım tâkibe adamış, -hikmetini bilsin veya bilmesin- Efendimizin yaptığı her şeyi yapma gayreti içinde yaşamıştır.
Meselâ; Efendimizin bir çeşmeden su içtiğini görmüş, o da zaman zaman o çeşmeye giderek su içmiş; Efendimizin bir ağacın altında gölgelendiğini görmüş, o da ara sıra o ağacın altında gölgelenmiş; yine Efendimizin mübârek sırtını bir kayaya yaslayıp biraz oturduğunu görmüş, o da bazen uğrayıp o kayaya sırtını vererek bir müddet oturmuştur.
Yine Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- bir hac esnâsında Cebel-i Rahmenin kenarındaki bir kayanın üzerinde bir müddet oturmuştu. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda:
Peygamber Efendimiz r Vedâ Haccı sonrasında bu kayanın üzerinde bir müddet oturmuştu. karşılığını vermiştir.
Bir kervanla yolculuk ederken, bir yerde kervanı durdurmuş ve az ilerideki bir tepenin üzerinde bulunan ağacın yanına gidip gelmişti. Bu hareketinin sebebini soranlara da:
Rasûlullah r bir gün buradan geçerken o ağacın altına gidip gelmişti buyurmuştur.
Rasûl-i Ekrem r Efendimizi bir gölge gibi takip etmeye çalışan bu âşık sahâbînin vefâtındaki hâli de çok ibretlidir:
İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- Mekkede âniden rahatsızlanır. Rivâyetlere göre Haccac tarafından zehirlenmiştir. Büyük ıztırap çekmektedir. Yaşlı hâliyle onu alıp bir çadıra götürürler. O esnâda ne konuşabilmekte ne de elini kolunu hareket ettirebilmektedir. Yanındakilere bir şeyler anlatmak ister. Lâkin onlar ne istediğini anlayamazlar. Çaresiz bir şekilde beklerken o esnâda çadıra Abdullah ibn-i Ömeri yakından tanıyan biri girer. Onlar hemen o kimseye Abdullah ibn-i Ömerin kendilerine bir şeyler anlatmak istediğini, fakat anlayamadıklarını söylerler. O kimse:
Siz az önce ne yaptınız? diye sorar. Onlar da:
Abdest aldırdık. derler. O kimse yine sorar:
Peki abdest aldırırken kulağını mesh ettiniz mi?
Hayır, unuttuk!.. derler. O zât:
Siz onu tanımıyor musunuz? O hayatı boyunca Rasûlullah r Efendimizin yaptığı her şeyi yapmaya, sakındığı her şeyden de sakınmaya çalıştı. der.
Bunun üzerine hemen kulağının arkasını meshederler. Bundan sonra Abdullah ibn-i Ömer Hazretlerinin sıkıntısı dağılır, rahatlayıp tebessüm eder ve ardından mübârek rûhunu huzur içerisinde teslîm eder.
İşte gönülleri muhabbet-i Muhammedî ile dolu âşık sahâbîler, Rasûlullah r Efendimizin dile getirdiği emirler kadar Onun îmâ ve işâretlerine bile büyük bir hassâsiyetle dikkat ederlerdi. Öyle ki, Onu bir sâlih amel üzere bir defa görmeleri kâfî idi. Ayrıca bunu emretmesine gerek kalmaz, o güzel sünneti ömür boyu tatbik etmeye çalışırlardı.
Nitekim Enes -radıyallâhu anh- buyurur ki:
Rasûlullah r Efendimizi bir gün Duhâ namazını altı rekât kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.
Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle der:
Hazret-i Enesin bu ifâdelerinden sonra ben de o namazı hiç terk etmedim. (Taberânî, Evsat, II, 68/1276)
Câbir -radıyallâhu anh- nakleder ki:
Birgün Peygamber r elimden tutarak beni evine götürdü. Bir ekmek parçası çıkardı ve âilesine:
«Herhangi bir katık var mı?» diye sordu. Onlar:
«Evde sirkeden başka bir şey yok.» dediler. Rasûlullah r :
«Sirke ne güzel katıktır.» buyurdu.
Allah Rasûlü r Efendimizden bu sözü duyduğumdan beri, ben de sirke yemeyi çok severim. (Müslim, Eşribe, 167-169)
İşte muhabbet-i Muhammedî ile dolu yüreklerde zevkler ve lezzetler dahî böylesine değişiyordu. Bu hâlin diğer bir misâli de büyük hadîs âlimi ve müctehid İmam Nevevî Hazretleridir. O da, Rasûl-i Ekrem r Efendimize öyle bir hassâsiyetle tâbî olmaya çalışıyordu ki, Allah Rasûlünün karpuzu nasıl yediğini bilmediği için, Onun tarzının dışında hareket etmekten korkarak, ömrü boyunca karpuz yememiştir.
Yine O Hidâyet Güneşine âşık, nurlu bir hilâl olan Hak dostu Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri de Fahr-i Kâinat Efendimiz r 63 yaşında ebediyete irtihâl ettikleri için bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşad hayatına devam etmiştir.
Allah Rasûlünün müezzini, cennet bahçesinin yanık bülbülü Bilâl -radıyallâhu anh- da Efendimizin ukbâya irtihâlinden sonra Medînede duramamıştı. Ömrü boyunca Efendimize kavuşacağı günün hasretiyle yaşayan bu Rasûlullah âşığı, altmış küsur yaşında Dımaşkta vefât etti. Vefâtı esnâsında:
Yarın inşâallâh sevgili dostlarıma; Hazret-i Muhammed r ve arkadaşlarına kavuşacağım. diyordu. Hanımı:
Vah başıma gelenlere! diye ağlayıp dertlenirken, gönlü Peygamber aşkıyla dolu Bilâl -radıyallâhu anh-:
Ah ne güzel, ne hoş! diye seviniyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359)
Tabiî ki ömür, Ona muhabbet bağının âşık bir bülbülü olarak yaşanırsa, ölüm de vuslat sevincinin yaşanacağı bir düğün-bayram olur.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
Gel ey gönül! Hakikî bayram, Cenâb-ı Muhammede vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.
İşte bu nûra pervâne olan âşık gönüller için ölüm, bir şeb-i arûs / düğün gecesi ve mesut bir vuslat ânıdır. Nitekim Rasûl-i Ekrem r Efendimizin hayat arkadaşı ve müminlerin annesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-nın şu hâli, ne kadar ibretlidir:
Peygamber Efendimiz r Âişe vâlidemizin odasında Refîk-ı Âlâsına kavuşmuş ve oraya defnedilmişti. Hayatında iken Allah Rasûlüne zevce olma saâdetine erişen Âişe vâlidemiz, vefâtından sonra da Efendimizin kabrinin bulunduğu bu odayı bırakmadı. Âdeta sâdık bir türbedârı gibi kabr-i saâdetin yanı başında yaşamaya devam etti. İki sene üç ay sonra, babası Ebû Bekir
-radıyallâhu anh- da vefât etti. O da Efendimizin ayak ucuna defnedildi. Geriye sadece bir kabirlik yer kaldı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- burayı kendisine ayırmıştı. Lâkin Hazret-i Ömer, son nefesinde oraya defnedilmek için kendisinden izin isteyince büyük bir îsar fazileti sergileyerek bu hakkını ona devretti.
Rivâyete göre Âişe vâlidemiz, hücre-i saâdetlerinde sadece Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekirin kabirleri varken onların yanında rahat bir şekilde hareket edebiliyordu. Fakat Hazret-i Ömerin defnedilmesinden sonra, yüksek hayâ duygusu sebebiyle araya bir perde çektirerek odasını ikiye böldürdü.
İşte ömrü boyunca Allah Rasûlüne yakınlığı en büyük saâdet bilen bu mübârek vâlidemizin vefâtına yakın yaptığı şu iki maddelik vasiyet, Fahr-i Kâinât r Efendimize kavuşma heyecanının müstesnâ bir tezâhürüdür:
1. Vefat ettiğimde, gerekli işlemleri yaparak cenâzemi hiç bekletmeden, gece vakti de olsa defnedin.
2. Cenâzemi kabre götürürken, tabutumun kenarında kuru hurma dalları yakarak götürün.
Eski Arabistandaki âdetlere göre, düğün gecesi gelin, damadın evine götürülürken, düğün alayının kenarında kuru hurma dalları yakılırmış. İşte Mevlânâ Hazretlerine şeb-i arûs ilhâmını veren de, Hazret-i Âişe Vâlidemizin bu vasiyeti olsa gerektir
SÜNNET-İ SENİYYE HASSÂSİYETİ
Allah Rasûlü r Efendimizi tanımanın ve Ona muhabbetin en büyük delîli, Onun sünnetini güzelce tatbik edebilmektir. Kalplerde muhabbet-i Muhammedî olmadan sünnete ittibâ, sûretâ ve zoraki bir ittibâdır ki, gönül feyzinden, rûhâniyet ve mânevî bereketten mahrumdur.
Bir İslâm büyüğü, sünnete aşk ile bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifâde eder:
İnsanın, Peygamber Efendimizin sünnetlerinden tek tek kopuşu, bir halatın iplerinin tek tek çözülüp kopması gibidir. Halat, bütün olarak sağlamdır. Ama tel tel sökülürse, o sağlamlıktan eser kalmaz. Sünnetlerin birer birer hayatımızdan çekilmesi, -Allah korusun- ebedî felâhımızı pamuk ipliğine bağlı hâle getirir.
Bu yüzdendir ki Hazret-i Peygamber r Efendimizi en iyi tanıyan Hak dostu âlim ve âriflerin en büyük kerâmeti de sünnet-i seniyyeyi büyük bir gönül hassâsiyetiyle yaşamaları olmuştur.
Şüphesiz ki beşeriyet içinde sevilmeye en lâyık olan, Rabbimizin lutfettiği en güzel örnek şahsiyet ve insanlıkta tecellî eden en büyük mûcize, Rasûlullah r Efendimizdir. Onun gönül âlemi, nâdide, ince, zarif çiçeklerden, mis kokulu güllerden yapılmış bir cennet bahçesi gibidir. İşte bu noktada kendimize bâzı sualleri sormaya mecbûruz:
Biz o cennet bahçesinden esen rûhâniyet meltemlerinden ne kadar istifâde hâlindeyiz?
Âile hayatımız ne kadar Onunkine benziyor?
Ticârî hayatımız ne kadar Onun tasvîb ettiği minvalde?
İctimâî hayatımız ne kadar Onun koyduğu ölçüler içinde?
Onun kalbi ümmeti için rikkatle çarparken, yoksullar, çâresizler, kimsesizler, yetimler ve hidâyet bekleyenlere karşı biz ne kadar duyarlıyız?
Onun güzel ahlâkına mukâbil, ümmeti olarak bizler İslâmın güler yüzünü, gönül dokusunu, rûhî yapısını, zarâfet, nezâket ve estetiğini ne kadar temsil hâlindeyiz?
Cenâb-ı Hak, bizleri Yüce Zâtına samîmî bir kul, Nebiyy-i Muhteremine lâyık bir ümmet eylesin! Kıyâmete kadar bütün beşeriyete en güzel örnek şahsiyet olarak armağan ettiği Rasûlullah r Efendimizi gönül gözüyle okuyabilmeyi, Onun kalbî dokusundan hisse alarak sünneti üzere yaşayabilmeyi, kıyâmette de Onunla Hamd Sancağı altında buluşup Kevser Havuzundan kana kana içerek Şefaat-i Uzmâsına erebilmeyi nasîb eylesin!
Âmîn!
Osman Nuri Topbaş
------------------
Dipnotlar: 1) Ahmed Eflâkî, Menâkıbul-Ârifîn, II, 225. 2) el-İnşirâh, 1. 3) Münâvî, Feyzül-Kadîr, II, 520. 4) Yapılan bu çizimler, hâlen Mevlânâ Müzesinde bulunmaktadır. 5) Münâvî, V, 92/6478; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, İstanbul 1984, s. 417.
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..
Ahzâb Sûresi, 6
O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..
Ahzâb Sûresi, 6