.: Hz. PEYGAMBERE MUHABBETLE İTAAT :.

Cevapla
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

.: Hz. PEYGAMBERE MUHABBETLE İTAAT :.

Mesaj gönderen meryemnur »



.: Hz. PEYGAMBERE MUHABBETLE İTAAT :.


Resim


Dînin; aşk, vecd, huzur ve lezzet ile yaşanabilmesi için, Kur’ân ve Sünnet’in hayatın her safhasına yaygınlaştırılması zarûrîdir. Böyle bir rûhânî tekâmül için en mühim vesîle de, kalbin “muhabbet” ile donanmasıdır. Zira muhabbet; itaati ve fedakârlığı beraberinde getirir. Gönüller arasındaki mânevî cereyan hattı da, ancak muhabbet sâyesinde tesis edilebilir.

Sahâbe-i kiramdan Enes bin Mâlik (r.a.) anlatıyor:

Rasûlullah (a.s.) Efendimiz’e bir adam geldi ve:


“–Yâ Rasûlâllah! Kıyamet ne zamandır?” diye sordu. Efendimiz (a.s.) :

“–Kıyamet için ne hazırladın?” buyurunca o da:

“–Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini…” cevabını verdi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz:

“–Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın.” buyurdular.

Enes d bu rivâyetin devamında der ki:



“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey, bizi Allâh’ın Nebîsi’nin; “Öyleyse sen, sevdiğinle beraber olacaksın.” sözü kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allâh’ı ve Rasûlü’nü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i seviyorum. Her ne kadar onların yaptıklarını yapamadıysam da, onlarla beraber olmayı ümîd ediyorum.”
(Müslim, Birr, 163)

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’i, O’na duyduğumuz aşk nisbetinde ve O’na yakınlaşabildiğimiz ölçüde tanıyabiliriz. Çünkü aşkın seviyesi kadar, âşık ile mâşuk arasında bir hissiyat benzerliği yaşanır.
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîsi de bu kalbî beraberliği ifâde eder. Yani seven, sevgisi nisbetinde sevdiğine benzemeye, onun şahsiyetinden hisse almaya başlar. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’den elde etmemiz gereken en mühim mânevî tahsil de, iç dünyamızı O’nun gönül dokusundaki hissiyât ile müşterek hâle getirebilmektir.



Resim


HZ. EBÛ BEKİR’İN GÖNÜL GÖZÜYLE…

Muhabbetin zirveleşmesi neticesinde gerçek dostluk meydana gelir. İnsanlık içinde Efendimiz (s.a.v.) ile gerçek dostluğun zirvesinde, hiç şüphesiz ki Ebû Bekir (r.a.) yer almaktadır. Hazret-i Sıddîk, Peygamber Efendimiz’le kalbî beraberliği zirve seviyede yaşadığı için, malını, canını, her şeyini O’na fedâ etmiştir. O’nun uğrunda cân u gönülden fedakârlık yapabilmek, kendisi için en büyük saâdet vesîlesi olmuştur. Nitekim bu muhabbet ufku sebebiyle, şöyle buyurmuştur:


“Bana dünyadan üç şey sevdirildi:

–Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in yüzüne bakmak,

–Kızımın O’na zevce olması ve

–Malımı O’nun yolunda harcamak.”



Yani Hazret-i Ebû Bekir’in her şeyini Allah ve Rasûlü uğruna bezletmesi, onun îman lezzetini zirveleştirdi. Yine Ebû Bekir (r.a.) Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile öyle bir râbıta hâlindeydi ki, O’nu vefâtından sonra bile her an gönlünde yaşatıyor, âdeta O’nun nefesini hissedip hissettiriyordu. Bu hâlin bir misâlini Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle nakleder:


“Bir gün Ebû Bekir (ra.a.) minbere çıktı ve:

«–Biliyorsunuz ki Rasûlullah (s.a.v.) geçen sene aranızda şu benim durduğum gibi durmuştu...» dedi. Sonra gözlerine yaşlar hücûm etti. Sonra bu sözünü tekrarladı, fakat yine hıçkırıklar boğazında düğümlendi. Üçüncü kez tekrarladığında, yine kendini tutamayarak ağladı.” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 105)

İşte bu âşık sahâbînin, Efendimiz (s.a.v.) ile kalbî beraberlik hâlini bilen ârif gönüller de her fırsatta ondan istifâdeye çalışıyor, Efendimiz’in hâtıralarıyla, O’na olan hasretlerini bir nebze olsun teskîn etmeye çalışıyorlardı:

Ashâb-ı kiramdan Berâ bin Âzib (r.a.) babasının her fırsatta, Allah Rasûlü’ne âit bir hâtırayı dinleyebilme iştiyâkını şöyle anlatır:


“Ebû Bekir (r.a.) babamdan bir semer satın aldı ve onu evlerine kadar götürüvermemi ricâ etti. Babam ise:

«–Hayır! Müşrikler peşinizde sizi ararken Rasûlullah J ile Mekke’den Medîne’ye nasıl hicret ettiğinizi anlatmadan olmaz.» dedi. Ebû Bekir d da hicret yolculuğunu anlattı.” (Bkz. Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 2; Ahmed, I, 2)


Yine Hazret-i Ebû Bekir’in şu sözleri, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile kalbî beraberlik ufkunu ne güzel aksettirir:

“Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’i sevmek, riyâzat ve mücâhededen, Allah yolunda kılıç sallamaktan daha üstündür.” (Bağdadî, Târihu Bağdâd, VII, 161)

Nitekim bunun sayısız misâli, Bedir, Uhud ve Hendek’te görülmüştür.


Resim



CANDAN AZİZ MUHABBET…

Ashâb-ı kirâm, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’e muhabbette öyle zirveleşti ki, bütün varlığını O’nun yolunda fedâ etmeyi canına minnet bildi. Bunun en müşahhas misallerinden birkaçı, Uhud günü İslâm ordusunda meydana gelen kısa süreli çözülme esnâsında yaşanmıştı. Meydana gelen kargaşayı fırsat bilen bir grup bedbaht müşrik, sırf Allah Rasûlü’nü hedef alarak şiddetli bir saldırıya geçti. Muhâcir ve Ensar’dan bir kısım sahâbîler, Allah Rasûlü’nü korumak için etrâfını sardılar; bu uğurda gerekirse şehîd olmak üzere sözleştiler ve Efendimiz’e:

“–Yüzüm, yüzünün önünde siper; vücûdum, Sen’in vücûduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız.” diyerek akitte bulundular. Var güçleriyle son nefeslerine kadar savaştılar.

(İbn-i Sa’d, II, 46; Vâkıdî, I, 240)

Ebû Talha d yayını çok sert çeken bir okçu idi. Uhud günü îman heyecanı içinde harb ederken elinde iki-üç yay kırılmıştı. Allah Rasûlü (s.a.v.) yanından ok torbası ile geçen herkese:


“–Ok torbanı Ebû Talha’nın yanına boşalt!” emrini veriyordu. Efendimiz (s.a.v.) onun arkasından müşriklere bakmak için başını kaldırdıkça Ebû Talha:

“–Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Başını kaldırma! Belki müşrik oklarından biri isâbet eder. Benim göğsüm Sen’in göğsüne siper olsun. Sana dokunacak olan, bana dokunsun!” derdi. (Buhârî, Meğâzî, 18)

Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.) da, Fahr-i Kâinât (s.a.v.) Efendimiz’in yanında müşriklere durmadan ok yağdırıyor, Varlık Nûru Efendimiz de Sa’d’ın bu candan fedakârlığı karşısında:


“–At yâ Sa’d! Babam ve anam sana fedâ olsun!” buyuruyordu. Bu büyük iltifâta şâhid olan Hazret-i Ali (r.a.) gıpta içinde şöyle demiştir:

“Ben, Nebî (s.a.v.) Efendimiz’in Sa’d hâricinde hiç kimseye; «Babam ve anam sana fedâ olsun!» dediğini duymadım.” (Tirmizî, Edeb 61, Menâkıb 26; Ahmed, I, 92)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Uhud Gazvesi’nin sonunda, çok sevdiği sahâbîlerinden Sa’d bin Rebî’nin durumunu özellikle merak etmişti. Ashâbından birini harp meydanına gönderip onu aramasını emretti. Sahâbî, Hazret-i Sa’d’ı ne kadar aradıysa da bulamadı. Artık geri dönecekti ki son bir ümitle:


“–Ey Sa’d! Beni Rasûlullah (s.a.v.) gönderdi. O, senin sağ mı, yoksa şehîd mi olduğunu haber vermemi emretti!” diye seslendi.

O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d (r.a.) kendisini Allah Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü topladı ve:


“–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi. Derhal Hazret-i Sa’d’ın yanına koşan sahâbî, onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak fısıltı hâlinde şu son sözlerini dinledi:

“–Vallâhi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’i düşmanlarından korumaz da başına bir musîbet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)


Peygamberler Sultanı (s.a.v.) Efendimiz’e hayatında iken yapılmış olan saldırılar, farklı şekil ve kisvelere bürünerek küfrün kirli eli ve zehir kusan diliyle günümüzde de zaman zaman görülmektedir. Vaktiyle sahâbe neslinin canları pahasına Allah Rasûlü’ne siper olmaları, bugün bizler için, Efendimiz’in kudsî mîrâsına sahip çıkma husûsunda göstermemiz gereken hassâsiyeti ifâde etmektedir. Bu hassâsiyet, ümmet-i Muhammed olarak boynumuzun borcudur.

Unutmayalım ki peygamberler, dünyevî bir miras bırakmazlar. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’den ümmetine kalan asıl mîras, O’nun şahsiyet, kimlik ve takvâsıdır. O’nun en büyük emâneti de, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’dir. Bu mîrâs ve emânete sahip çıkmak; O’nun ahlâkıyla ahlâklanarak takvâ hayatı yaşamak ve O’nu her zaman ve mekanda O’na yakışan bir vakar ile temsil etmekle mümkündür. Bu hâlin bizler için bir takvâ imtihanı olduğunu unutmamak gerekir.

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in rûhunda, ümmetinin derdiyle âdeta bir mahşer kaynamıştır. O’nun, hayatı boyunca insanlığın kurtuluşu için çırpınması, vefâtından sonra da kabrinde ilk Sûr üfleninceye kadar ümmeti için Rabbine yalvarması karşısında O’na şükran hisleriyle dolmayacak bir vicdan düşünülemez.

O, ümmetine daima muhabbet tevzî etti. Dertlilerin dert ortağı oldu. Mâtemlerin civârında, muhtaçların yanıbaşında bulundu. Böylece -Allâh’ın lutfuyla- kendisini canından çok seven bir sahâbe toplumu yetiştirdi.

Bizlere O’nun bu nezih hâlinden gelen mesaj şudur:
“Problemini çözdüğümüz insan ve muhabbet tevzî ettiğimiz toplum bizimdir.”

İşte böyle bir muhabbet ikliminde yetişen ashâbın Peygamber Efendimiz’e; “Anam-babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah” diyerek fedâ-yı cân etmeleri, onlar için en büyük lezzet hâline geldi. Bu hâlin sayısız misallerinden biri, Recî Vak’ası’nda yaşanmıştır.

Allah Rasûlü (s.a.v.) İslâm’ı öğretmek üzere civar kabîlelere muallimler gönderirdi. Adal ve Kare kabîleleri de muallim istemiş ve on kişilik bir heyet yola çıkmıştı. Fakat kâfile tuzağa düşürüldü, muallimlerin sekizi şehîd, ikisi de esir edildi. Esir düşen Hazret-i Zeyd ve Hazret-i Hubeyb, teslim edildikleri Mekkeli müşrikler tarafından şehîd edildi. Şehîd edilmeden evvel Hazret-i Hubeyb’e:


“–Hayatının kurtulmasına karşılık, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” denildi. Hubeyb (r.a.) suâli soran Ebû Süfyân’a acıyarak baktı ve:

“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, benim ölümden kurtulmama karşılık O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz.” dedi.

Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında âdeta donakalan Ebû Süfyan:


“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in hayatını insaf nazarıyla tedkik ve tahlil eden birçok gayr-i müslim bile, duyduğu hayranlığı gizleyememiştir. Batılı yazar Thomas Carlyle, bu hakîkati şöyle îtiraf etmiştir:


“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar sevgi ve saygı görmemiştir.”

Zira Efendimiz’i gerçek mânâda tanıyıp O’ndan lâyıkıyla istifadenin yegâne şartı, O’na muhabbet ve hürmet göstermektir. Bu bakımdan ashâbın gönlünde de hiçbir sevgi, Allah ve Rasûlullah sevgisinin önüne geçmedi. Ne mal-mülk, ne çoluk-çocuk, ne de can sevgisi… Zira bunların hepsi dünyada kalacak, Allah ve Rasûlü’nün sevgisi ise, ebedî saâdetin gönül sermâyesi olacaktır.



Resim



ALLAH’I SEVİYORSANIZ…


Hasan-ı Basrî Hazretleri nakleder ki:

“Sahâbe-i kirâm, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizler Allah Teâlâ’yı çok seviyoruz. Lâkin bize, Allâh’ın Zât’ını gerçekten sevmenin alâmetini bildirseniz.» dediler.

Bunun üzerine Allah Teâlâ;
«(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.» (Âl-i İmrân, 31) âyet-i kerîmesini indirdi.” (Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, nr. 6845, 6846)

Yani kulu Allâh’ın muhabbetine erdirecek olan, Hazret-i Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’dir. Zira Hazret-i Peygamber’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itaat, Allâh’a itaat; O’na isyan da Allâh’a isyan mâhiyetindedir.
Alâeddîn-i Konevî Hazretleri, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e uymak ve O’na hürmette kusur etmemek için şu hususları talebelerine şart koşmuştur:



1. Rasûlullâh’ın mübârek isimleri geçtikçe salât ü selâm getirmek.

2. Kabr-i şerîfleri ziyâret edildiğinde, huzûrunda sesi yükseltmemek ve edebi muhâfaza etmek.

3. Rasûlullâh’ın haremi olan Medîne-i Münevvere’ye tâzim ve hürmet göstermek ve Medîne-i Münevvere ehline ikramda bulunmak.

4. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in mübârek sözlerinden ve işlerinden bildirilen bir şeye, O’nun şânını hafife alacak bir şeyle mukâbele etmekten sakınmak. Meselâ, Rasûlullah J falanca şeyi severdi, denildiğinde, bizim kalbimizde de hemen onu sevmeye karşı bir güzellik ve hoşluk hissi uyanması.

5. Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîf kitaplarının üzerine, herhangi bir kitap veya eşya koymamak.

6. Allah Teâlâ’nın veya Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in isimlerinin bulunduğu bir kâğıdı atmamak ve yırtmamak. Hattâ bütün İslâmî kitaplara hürmet göstermek gerekir. Bunlar artık kullanılmayacak ise, ya çiğnenmeyecek bir yerde toprağa gömmek ya da yakmak lâzımdır.


Resim



SALEVÂT-I ŞERÎFE


Seven, sevdiğini sevgisi nisbetinde taklid eder, O’nu gönlünden çıkarmaz, dilinden düşürmez. Efendimiz J ile böyle bir kalbî irtibâtın en mühim alâmeti, O’nu salevât-ı şerîfelerle yâd etmektir. Zira bunun zıddı, mânevî bir hüsran sebebidir. Nitekim Rasûlullah J Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Yanımda anıldığım kişi bana tam bir salât ü selâm getirmezse o benden değildir, ben de ondan değilim. Allâh’ım! Benimle alâkasını devam ettirenle Sen de alâkanı devam ettir. Benimle alâkasını kesenle Sen de alâkanı kes.” (Deylemî, el-Firdevs, III, 634)
Diğer hadîs-i şerîflerinde de Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır.

“Cimri, yanında adım anıldığı hâlde bana salât ü selâm getirmeyen kimsedir.” (Tirmizî, Deavât, 100)

“Kim bana salât ü selâm getirmeyi unutursa cennetin yolunu şaşırır.” (İbni Mâce, İkâmet, 25)



İşte salevât-ı şerîfe bu kadar mühimdir. Hattâ namaz kılarken her Tahiyyât’ta Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e: «•» diyerek selâm vermemiz emredilmiştir. Namazda iken bir beşere selâm vermek, namazı bozacak bir durum olduğu hâlde, Allah Teâlâ, Rasûlü’ne selâm vermeyi namazın vâcip bir rüknü kılmıştır.

İmam Gazâlî Hazretleri der ki:


“Namazın teşehhüdünde Peygamber Efendimiz’in sûretini ve kerîm şahsını kalbinde hazır eyle! «•» de! Emîn ol ki, senin selâmın Allah Rasûlü’ne ulaşır ve O, sana daha güzel bir cevap ile karşılık verir.” (İhyâu Ulûmi’d-Dîn, I, 224)

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Şihâb bin Hacer el-Mekkî’den şunları nakleder:

“Namazda okunan Tahiyyât’ın «•» cümlesinde Peygamber Efendimiz’e hitâb edilmektedir. Sanki bu, Allah Teâlâ’nın namaz kılan ümmetinden Efendimiz’i haberdar kılmasına işâret etmektedir. Bu şekilde Efendimiz (s.a.v.) namaz kılanların yanında hazır bulunup kıyâmet gününde onların lehine en fazîletli amelleri ile şâhitlik edecektir. Ayrıca O’nun mânen hazır olduğunun hatırlanması, gönülde huşû ve hudûun artmasına vesîle olur.”1



Resim



PEYGAMBER MUHABBETİNDE

OSMANLI ZARÂFETİ



Kur’ân ve sünnete derin bir muhabbet ve itaatle temâyüz ederek altı yüz yıl İslâm’ın sancaktarlığını îfâ eden ve dünyaya İslâm’ın güler yüzünü göstererek hak ve hukuk tevzî etme şerefine nâil olan mübârek ecdâdımız Osmanlı’nın, Peygamber Efendimiz’e karşı sahip olduğu gönül hassâsiyetleri, meydana getirdikleri yüksek medeniyetten daha muhteşemdir.

Her Peygamber âşığının yakından görmek için can attığı Peygamber Efendimiz’in kabr-i şerîfinin üzerine ilk kubbeyi Memlük Sultânı Kayıtbay inşâ ettirmiştir. Mescidin yıpranan yerlerinin tamiri ve bugünkü yeşil kubbeyi inşâ ettirme şerefi ise Osmanlı Sultanlarından II. Mahmud’a nasîb olmuştur.

II. Mahmud, kubbenin yenilenmesi söz konusu olunca İstanbul’dan işinin ehli mimar ve ustalar gönderir. Bu mimar ve ustalar, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in makâmının üzerindeki kubbenin tamirâtını nasıl yapmaları gerektiği husûsunda önce derin derin düşünürler. Çünkü mevcut kubbenin üzerine çıkılacak ve tuğlalar sökülerek yeniden inşâ edilecektir. Peygamberler Sultanı (s.a.v.) Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız edecek en ufak bir kabalığa veya edebe mugâyir bir harekete mahal vermeden bu nâzik vazîfe yerine getirilecektir. Yaptıkları istişârenin sonunda şu karara varırlar:


“Biz bu inşaat esnâsında hiç dünya kelâmı konuşmayalım. Meselâ tuğla istediğimizde «•/ Allah!», su ibriğini istediğimizde «• / Bismillah!», çekiç istediğimizde «• / Lâ ilâhe illâllah!» diyelim…


İşte Kubbe-i Hadrâ / Yeşil Kubbe, böyle bir zikir meclisi rûhâniyeti içinde, büyük bir tâzîm ve hürmetle inşâ edildi. Ayrıca Mescid-i Nebevî’nin tamirinde vazîfe alan ustalar, her taşı abdestli olarak ve besmele ile yerine koydular. Hattâ bir çivi çakmak îcâb ettiğinde, gürültü çıkarmasın diye çekiçlerine keçe bağladılar.

18. asrın sonlarında Derviş Ahmed Peşkârîzâde tarafından kaleme alınan “Tayyibetü’l-Ezkâr” isimli hâtıratta, Ravza-i Mutahhara’da gözetilen edep, hürmet ve nezâket şöyle nakledilmektedir:



“Yatsı namazı kılınıp cemaat gittikten sonra, Ravza vazîfelileri olan ağalar ellerine birer fener alıp Harem-i Şerîf’i köşe köşe gezer ve Bâbü’s-Selâm’a gelip kapıyı kapatırlar. Eğer içeride bir kimse görürlerse; « • / Bismillah!» diyerek dışarı çıkmasını işâret ederler. Zira Harem-i Şerîf’te dünya kelâmı olmaz. Eğer Hücre-i Şerîf’te bir kimse olursa, ona da; «•/ Lâ ilâhe illâllah! » diye seslenirler.

Güneşin doğmasına üç saat kala, (yani teheccüd vakti girince) müezzinlerin reisi kapının dışında bir kere; «• / Lâ ilâhe illâllah!» diye nidâ eder. İçerideki nöbetçiler bunu duyunca; «• / Muhammedü’r-Rasûlullah…» diye seslenirler ve sonra kapıyı açarlar.”



Şüphesiz ki ecdâdımızın bütün bu zarâfet ve nezâketinden almamız gereken dersler bulunmaktadır. Bunlardan biri de, bilhassa Hac veya Umre’ye gidip Peygamber Efendimiz’i ziyâret edenlerin, orada dünya kelâmı etmeyip boş sözleri terk etmeleri, dillerini ve gönüllerini zikrullâh ile yıkamaları, sükûnet ve edep içerisinde, salevât-ı şerîfelerle huzûr-i Rasûlullâh’a yüz sürmeleri gerektiğidir.

Yakın dönem Kâdirî şeyhlerinden, Medîne-i Münevvere ehli Ziyâeddin Efendi, o mübârek makâma gelenlere şu nasihatte bulunurlardı:


“Buraya gelen kimse, ayak ucuna bakarak Ravza’ya girmeli ve ayak ucuna bakarak evine, istirahatine dönmelidir.”

Yani çarşı-pazarın dünya telâşıyla meşgul olarak gönlündeki rûhâniyeti bozmamalı, orada hangi makamda bulunduğunu hatırından çıkarmamalıdır.

Ecdâdımızın Hazret-i Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e olan hürmet ve tâzîminin diğer bir misâli de şudur:

II. Abdülhamid Han, İstanbul’dan Medîne-i Münevvere’ye uzanan bir tren yolu yaptırmış ve istasyonlarını da Peygamber Efendimiz’in seferlerinde konakladığı yerlere inşâ ettirmiştir. Ayrıca Medîne tren istasyonunu Nebiyy-i Muhterem J Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmemek için Ravza’dan yaklaşık 2 km. uzağa yaptırmış ve Medîne içerisinde bulunan bütün raylar, -üzerinden vagonlar geçtikçe gürültü çıkarmasınlar diye- keçe ile kaplanmıştır.

Osmanlı’nın bu mukaddes beldelere yaptığı her hizmet, Şâir Nâbî’nin;


“Sakın terk-i edebden kûy-i Mahbûb-i Hüdâ’dır bu…” na’tinde dâvet ettiği edep, hürmet, muhabbet ve hassâsiyetin müşahhas birer ifâdesi mâhiyetinde idi.

Mukaddes beldelerde Allah Rasûlü’ne hürmet ve muhabbetin en müstesnâ numûnelerini sergileyen ecdâdımız, kendi memleketlerinde de Harameyn’in rûhâniyetini taşıyan bir bâd-ı sabâ misâli, pek çok güzelliği örf hâline getirmişlerdir.

Allah Rasûlü’ne muhabbeti ve dolayısıyla îman heyecanını zinde tutmak gâyesiyle, câmilerde icâzetli kimseler tarafından cemaate üç kitabı okumak bir örf hâline getirilmişti. Bu üç kitaba -hürmeten- “şerîf” sıfatı verildi. Bunlar; Buhârî-i Şerîf, Şifâ-i Şerîf ve Mesnevî-i Şerîf idi.

Temelinde Kur’ân’a hürmet ve tâzîmin bulunduğu Osmanlı’nın, “mukaddes emanetler”i âdeta baş tâcı etmesi de eşsiz bir muhabbet numûnesidir. Yine Osmanlı, Allah için savaşan her askerine “Mehmetçik” adını vererek onların her birine kendi imkân ve istîdatları dâhilinde bir “Muhammed” olabilme idealini telkin etmiştir.

Ayrıca Osmanlı’da Mevlid kandilleri de apayrı bir ihtişam içinde kutlanmıştır. Efendimiz’e âit bir sakal-ı şerîf, Medîne-i Münevvere’den hurma, Mekke-i Mükerreme’den Zemzem getirilir, Efendimiz’in hâtıralarından teberrük coşkusu içinde o kandiller ihyâ edilirdi. Mevlid-i şerîfin, kutlu doğumu tasvîr eden velâdet bahrinde, bütün cemaat hürmeten ayağa kalkar, âdeta Efendimiz (s.a.v.) o an teşrîf ediyormuşçasına bir vecd içinde hep birlikte salât ü selâmlar okunurdu…

Ne ibretlidir ki Osmanlı, selâtîn câmilerde daima bir “âmâ müezzin” bulundurmaya da itinâ göstermiştir. Nitekim yakın zamana kadar Süleymaniye, Fâtih gibi câmilerde bunların örneklerine rastlanmakta idi. Bu husus, ekseriyetle sıradan bir tesâdüf zannedilip pek de üzerinde durulmaz. Hâlbuki bunun temelleri tâ asr-ı saâdete dayanıyordu. Zira Mescid-i Nebevî’de Bilâl-i Habeşî’nin yanı sıra Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in diğer bir müezzini de, âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm d idi.

İşte Allah Rasûlü’nün bu azîz hâtırasını yaşatmak ve sünnetini ihyâ etmek gâyesiyle ecdâdımız da yakın zamana kadar büyük selâtîn câmîlerde, âmâ bir müezzin bulundurma nezâketi göstermişlerdir.

Şüphesiz ki bütün bu edep ve incelikler, Osmanlı’nın hiçbir millete nasîb olmamış bir ihtişamla altı asır pâyidâr olmasının mânevî istinadlarındandır.

Cenâb-ı Hak, ecdâdımızın gönül inceliklerini bizlere de nasîb eylesin! Efendimiz (s.a.v.) ile kalbî irtibâtımızı dâim kılsın! O’nun sünnetini, hayatımızın mihveri eylesin! Habîbi hürmetine bizleri af ve merhametine nâil kılsın…


Âmîn!

Resim

Osman Nuri Topbaş

---------

Dipnot: 1) Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, s. 118; Risâletü’r-Râbıta, (Mevlânâ Safiyyüddîn, Reşahat hâmişinde) s. 225-226.

Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Allah razi olsun Meryemnur kardesim, zevkle okuduk.
Selam ve sevgiyle
GaribAN
Resim
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Mesaj gönderen meryemnur »



ALLAH cümlemizden razı olsun GaribAN kardeşim, O'na dair her paylaşım gönlümüzü zevklendiriyor elhamdülillah, BİZde çevirilerinizi ve güzel yazılarınızı zevkle okuyoruz..


Gönlünüzdeki Nur'un cihanı Aşkla aydınlatmasını dilerim Rabbimden..

Resim


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Cevapla

“Peygamber Efendimiz (S.A.V)” sayfasına dön