BAKARA SÛRESİ

Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

Resim

Resim

TÜRKÇESİ: Allâhümme salli vesellim alâ seydinâ ve Mevlânâ Muhammedin ellezi mele'te kalbehu min celâlike ve aynehu min cemâlike Feasbaha Ferihan mesruran müeyyeden mansura ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellim teslimen kesira velhamdulillahi alâ zâlik.

MÂNÂSI: Ey Rabbim, kalbine celâlini, gözlerine cemâlini doldurduğun, böylece mutlu, mesrûr, müeyyed (te'yid edilmiş,.doğrulanmış,.kuvvetlendirilmiş). ve nusretli (Cenab-ı Hakkın yardımıyla zafere ulaşmış) hâle gelen Seyyidimiz, Efendimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e, onun âline, ashâbına Sen çokça salât ve selâm ediver! İşte bunda hamd yalnızca Yüce Allah'a mahsustur!.


سورة البقرة

Resim

Resim

Eûzu bi'llahi min eş-şeytâni'r-racîm.
Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ


1*
الم
Resim--- Elif lâm mîm: Elif, Lâm, Mîm


2*
ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ
Resim--- Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh(fîhi), huden lil muttekîn(muttekîne). : İşte o kitap, bunda şüphe yok, müttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir.

1. zâlike : işte bu, bu
2. el kitâbu : kitap
3. lâ : yok, değil
4. reybe : şüphe
5. fî-hi : onun hakkında, onun içinde, onda
6. huden : hidayet, hidayete erdiren
7. li el muttekîne : takva sahipleri için



3*
الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
Resim--- Ellezîne yu’minûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn(yunfikûne). :Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.

1. ellezîne : o kimseler, onlar
2. yu'minûne : îmân ederler
3. bi : ile, ... e
4. el gaybi : gayb, bilinmeyen
5. ve yukîmûne : ve ikame ederler, hakkıyla yerine
6. es salâte : salat, namaz
7. ve mimmâ (min mâ) : ve o şeyden, ondan
8. razaknâ-hum : onları rızıklandırdık
9. yunfikûne : infâk ederler, (Allah yolunda)



4*
وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
Resim--- Vellezine yu'minune bi ma unzile ileyke ve mâ unzile min kablik, ve bil ahirati hum yukinûn: Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler hem senden evvel indirilene, ahırete yakini de bunlar edinirler

1. ve : ve
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. yu'minûne : îmân ederler
4. bi mâ : şeye
5. unzile : indirildi
6. ileyke : sana
7. ve mâ : ve şey
8. unzile : indirildi
9. min : den
10. kabli-ke : senden önce
11. ve : ve
12. bi el âhireti : ahirete (ruhun ölümden evvel Allah'a ulaşmasına)
13. hum : onlar
14. yûkınûne : yakîn hasıl ederler (kesin olarak inanırlar)



5*
أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Resim--- Ulaike ala hudem mir rabbihim ve ulaike humul muflihûn: Bunlar işte rablarından bir hidayet üzerindedir ve bunlar işte bunlar o murada eren müflihin

1. ulâike : işte onlar
2. alâ : üzere, üzerinde, ... e
3. huden : hidayet
4. min : den
5. rabbi-him : kendi Rab'leri, onların Rabbi
6. ve : ve
7. ulâike : işte onlar
8. hum : onlar
9. el muflihûne : felâha erenler, kurtuluşa erenler



6*
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
Resim--- İnnellezine keferu sevaun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum la yu'minûn: Amma o küfre saplananlar, ha inzar etmişin bunları ha etmemişin onlarca müsavidir, imana gelmezler

1. inne : muhakkak
2. ellezîne : o kimseler ki, onlar
3. keferû : inkâr ettiler
4. sevâun : eşittir, birdir
5. aleyhim : onlara, onlar için
6. e : mı
7. enzerte-hum : onları uyardın
8. em : yoksa, veya
9. lem tunzir-hum : onları uyarmadın
10. lâ yu'minûne : âmenû olmazlar (Allah'a ulaşmayı dilemezler)



7*
خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ
Resim--- Hatemallahu ala kulubihim ve ala sem'ihim, ve alâ ebsarihim ğişaveh, ve lehum azabun azîm: Allah kalblerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azîm bir azaptır

1. hateme : mühürledi
2. allâhu : Allah
3. alâ : üzerine
4. kulûbi-him : onların kalpleri
5. ve : ve
6. alâ : üzerine
7. sem'ı-him : onların işitme hassası
8. ve : ve
9. alâ : üzerine
10. ebsâri-him : onların görme hassası
11. gışâvetun : perde
12. ve : ve
13. lehum : onlarındır, onlar için vardır
14. azâbun : bir azap
15. azîmun : azîm, büyük



8*
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ
Resim--- Ve minen nasi mey yekulu amenna billahi ve bil yevmil ahiri ve ma hum bi mu'minîn: İnsanlar içinden kimisi de vardır ki Allaha ve son güne iman ettik derler de mü'min değillerdir

1. ve min en nâsi : ve insanlardan bir kısmı
2. men : kimse, kişi
3. yekûlu : der, söyler
4. âmennâ : biz îmân ettik
5. billâhi (bi allâhi) : Allah'a
6. ve : ve
7. bi el yevmi el âhıri : sonraki güne, ölümden evvel ruhun Allah'a ulaşacağı güne
8. ve mâ : ve değil
9. hum : onlar
10. bi mu'minîne : mü'minler, mü'min olanlar



9*
يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم وَمَا يَشْعُرُونَ
Resim--- Yuhadiunellahe vellezine amenu, ve ma yahdeune illa enfusehum ve ma yeş'urûn: Allahı ve mü'minleri aldatmağa çalışırlar, halbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varamazlar

1. allâhe : Allah
2. yuhâdiûne : aldatırlar
3. ve : ve
4. ellezîne : o kimseler, onlar
5. âmenû : îmân ettiler
6. ve : ve
7. mâ yahdeûne : aldatmıyorlar
8. illâ : ancak, sadece
9. enfuse-hum : kendileri
10. ve : ve
11. mâ yeş'urûne : farkında olmazlar, farkına varmazlar



10*
فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Resim--- Fi kulubihim meradun fe zadehumullahu merada, ve lehum azabun elimum bi ma kanu yekzibûn: Kalblerinde bir maraz vardır da Allah marazlarını artırmıştır, ve yalancılık ettikleri için bunlara elîm bir azab vardır

1. fî : içinde, vardır
2. kulûbi-him : onların kalpleri
3. maradun : maraz, hastalık
4. fe : o zaman, böylece
5. zâde : artırdı
6. hum : onlar, onlara, onların
7. allâhu : Allah
8. maradan : maraz, hastalık
9. ve : ve
10. lehum : onlar için vardır, onlara vardır
11. azâbun : bir azap
12. elîmun : elîm, acıklı
13. bi mâ : sebebiyle
14. kânû : oldular
15. yekzibûne : yalanlıyorlar



11*
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
Resim--- Ve iza kile lehum la tufsidu fil ardi kalu innema nahnu muslihûn: Hem bunlara yer yüzünü fesada vermeyin denildiği zaman biz ancak ıslahcılarız derler

1. ve izâ : ve o zaman, olunca
2. kîle lehum : onlara ..... denildi
3. lâ tufsidû : fesat çıkartmayın
4. fî el ardı : yeryüzünde
5. kâlû : dediler
6. innemâ : ancak, sadece
7. nahnu : biz
8. muslihûne : ıslâh ediciler, ıslâh edenler



12*
أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِن لاَّ يَشْعُرُونَ
Resim--- Ela innehum humul mufsidune ve lakil la yeş'urûn : Ha! Doğrusu bunlar ortalığı ifsat edenlerdir bunlar lâkin şuurları yok farkında değillerdir

1. e lâ : değil mi, (öyle) değil mi
2. inne-hum : muhakkak ki onlar, gerçekten onlar
3. hum : onlar
4. el mufsidûne : fesat çıkaranlar
5. ve : ve
6. lâkin : lâkin, fakat
7. lâ yeş'urûne : (şuurunda) bilincinde olmazlar,



13*
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء وَلَكِن لاَّ يَعْلَمُونَ
Resim--- Ve iza kile lehum aminu kema amenen nasu kalu e nu'minu kema amenes sufeha', ela innehum humus sufehau ve lakil la ya'lemûn: Yine bunlara nâsın iman ettiği gibi iman edin denildiği zaman «ya biz o süfehanın iman ettikleri gibi mi iman ederiz?» derler, ha doğrusu süfeha kendileridir ve lâkin bilmezler

1. ve : ve
2. izâ : olduğu zaman
3. kîle : denildi
4. lehum : onlara
5. âminû : îmân ediniz, âmenû olunuz
6. kemâ : gibi
7. âmene : îmân etti, âmenû oldu
8. en nâsu : insanlar
9. kâlû : dediler
10. e nu'minu : biz îmân mı edelim, âmenû mu olalım
11. kemâ : gibi
12. âmene : îmân etti, âmenû oldu
13. es sufehâu : sefihler, akılsızlar
14. e lâ : (öyle) değil mi
15. inne-hum : hiç şüphesiz onlar, muhakkak ki onlar
16. hum : onlar
17. es sufehâu : sefihler, akılsızlar
18. ve : ve
19. lâkin : lâkin, fakat
20. lâ ya'lemûne : bilmiyorlar, bilmezler



14*
وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُونَ
Resim---Ve iza lekullezine amenu kalu amenna, ve iza halev ila şeyatînihim kalu inna meakum innema nahnu mustehziûn: Bir de iman edenlerle karşılaştılar mı «âmennâ» derler ve kendi şeytanları ile halvet oldular mı «emin olun derler, biz sizinle beraberiz, biz ancak mütehziyiz»

1. ve izâ : ve olduğu zaman
2. lekû : karşılaştılar, buluştular
3. ellezîne : o kimseler, onlar
4. âmenû : îmân ettiler, âmenû oldular, Allah'a ulaşmayı dilediler
5. kâlû : dediler
6. âmennâ : biz inandık, îmân ettik, âmenû olduk
7. ve izâ : ve olduğu zaman
8. halev : yalnız kaldılar, başbaşa kaldılar
9. ilâ şeyâtîni-him : kendi şeytanlarıyla
10. kâlû : dediler
11. innâ : hiç şüphesiz biz, muhakkak ki biz
12. mea-kum : sizinle beraber
13. innemâ : sadece, ancak
14. nahnu : biz
15. mustehziûne : alay edenler, alay eden kimseler



15*
اللَّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Resim---Allahu yestehziu bihim ve yemudduhum fi tuğyanihim ya'mehûn: Allah onlarla istihza ediyor da tuğyanları içinde bocalarlarken kendilerini sürüklüyor

1. allâhu : Allah
2. yestehziu : alay eder
3. bi-him : onlarla
4. ve : ve
5. yemuddu-hum : onlara mühlet verir
6. fî : içinde
7. tugyâni-him : onların azgınlıkları
8. ya'mehûne : bocalarlar, şaşkın kalırlar



16*
أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ
Resim--- Ulaikellezineşteravud dalalete bil huda, fe ma rabihat ticaratuhum ve ma kanu muhtedîn: bunlar işte öyle kimselerdir ki hidayet bedeline dalâleti satın almışlardır da ticaretleri kâr etmemiştir yolunu tutmuş da değillerdir

1. ulâike : işte onlar
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. işterevû : satın aldılar
4. ed dalâlete : dalâlet
5. bi : ile
6. el hudâ : hidayet
7. fe : fakat, o taktirde, o zaman
8. mâ : olmadı
9. rabihat : kâr
10. ticâretu-hum : onların ticareti
11. ve : ve
12. mâ kânû : değillerdi, olmadılar
13. muhtedîne : hidayette olanlar, hidayete erenler



17*
مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لاَّ يُبْصِرُونَ
Resim--- Meseluhum ke meselillezistevkade nara, fe lemma edaet ma havlehu zehebellahu bi nurihim ve terakehum fi zulumatil la yubsirûn: bunların meseli şunun meseline benzer ki bir ateş yakmak istedi, vakta ki çevresindekileri aydınlattı, tam o sırada Allah nurlarını gideriverip kendilerini zulmetler içinde bıraktı, artık bunlar görmezler

1. meselu-hum : onların misali, onların durumu
2. ke : gibi
3. meseli : misal, durum
4. ellezi : ki o
5. istevkade : ateş yaktı, tutuşturdu
6. nâren : ateş
7. fe : böylece
8. lemmâ : olduğu zaman
9. edâet : aydınlattı
10. mâ : şey(ler)
11. havle-hu : onun etrafı, çevresi
12. zehebe : giderdi
13. allâhu : Allah
14. bi : ... i
15. nûri-him : onların nuru, nurları, aydınlığı, ışığı
16. ve : ve
17. tereke-hum : ve onları terketti, bıraktı
18. fî : içine, içinde
19. zulumâtin : zulmet, karanlıklar
20. lâ yubsirûne : onlar görmüyorlar, görmezler,



18*
صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
Resim--- Summum bukmun umyun fe hum la yarciûn: sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık bunlar dönmezler

1. summun : sağır
2. bukmun : dilsiz
3. umyun : kör
4. fe hum : artık onlar
5. lâ yerciûne : (onlar) dönmezler, dönemezler



19*
أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاء فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ واللّهُ مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ
Resim--- Ev ke sayyibim mines semai fihi zulumatuv ve ra'duv ve bark, yec'alune esabiahum fi azanihim mines savaiki hazeral mevt, vallahu muhitum bil kâfirîn : yahut semadan boşanan bir yağmur hali gibidir ki onda karanlıklar var, bir gürleme, bir şimşek var, yıldırımlardan ölüm korkusiyle parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, ve Allah kâfirleri kuşatmıştır

1. ev : veya
2. ke sayyibin : yağmur gibi
3. min es semâi : semadan, gökyüzünden
4. fî-hi : onun içinde vardır
5. zulumâtun : zulmet, karanlıklar
6. ve ra'dun : ve gök gürlemesi, gök gürültüsü
7. ve berkun : ve şimşek
8. yec'alûne : kılarlar, yaparlar
9. esâbia-hum : onların parmakları, parmakları
10. fî âzâni-him : kulaklarının içine, kulaklarına
11. min es savâiki : yıldırımlardan
12. hazara : korku
13. el mevt (mevti) : ölüm
14. ve allâhu : ve Allah
15. muhîtun : ihata eden, kuşatan
16. bi el kâfirîne : kâfirleri



20*
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim--- Yekadul berku yahtafu ebsarahum, kullema edae lehum meşev fihi ve iza azleme aleyhim kamu, ve lev şaellahu le zehebe bi sem'ihim ve ebsarihim, innellahe ala kulli şey'in kadîr: Şimşek nerede ise gözlerini kapıverecek önlerini aydınlattımı ışığında yürüyorlar, karanlık üzerlerine çöktü mü dikilip kalıyorlar, Allah dilemiş olsa idi elbet işitmelerini görmelerini de alıverirdi, şüphe yok ki Allah her şeye kadir, daima kadirdir

1. yekâdu : neredeyse (olacak)
2. el berku : şimşek
3. yahtafu : kamaştırır, kapıp alır, alacak, kapacak
4. ebsâre-hum : onların gözleri
5. kullemâ : her zaman, her defa
6. edâe : aydınlattı
7. lehum : onlar, onları
8. meşev : yürüdüler
9. fî-hi : onun içinde, onda
10. ve izâ : ve olduğu zaman
11. azleme : karanlık çöktü
12. aleyhim : onların üzerine
13. kâmû : ayakta kaldılar
14. ve : ve
15. lev : eğer, ise
16. şâe : diledi
17. allâhu : Allah
18. le zehebe : elbette giderdi
19. bi sem'i-him : onların işitmesi
20. ve ebsâri-him : ve onların görmesi
21. inne : hiç şüphesiz, muhakkak
22. allâhe : Allah
23. alâ : üzerine, ... e
24. kulli şey'in : herşey
25. kadîrun : kaadir, gücü yeten



21*
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Resim--- Ya eyyuhen nasu'budu rabbekumullezi halekakum vellezine min kablikum leallekum tettekûn: Ey insanlar! O sizi ve sizden evvelkileri yaratmış olan rabbinize kulluk ve ibâdet ediniz ki korunup müttekilerden olasınız

1. yâ eyyuhâ : ey
2. en nâsu : insanlar
3. u'budû : kul olun
4. rabbe-kum : (sizin) Rabbiniz
5. ellezî : o ki, ki o
6. halaka-kum : sizi yarattı
7. vellezîne (ve ellezîne) : ve o kimseler, onlar
8. min : den
9. kabli-kum : sizden önce
10. lealle-kum : umulur ki böylece siz
11. tettekûne : takva sahibi olursunuz



22*
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاء بِنَاء وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
Resim--- Ellezi ceale lekumul erda firaşev ves semae binaa, ve enzele mines semai maen fe ahrece bihi mines semerati rizkal lekum, fe la tec'alu lillahi endadev ve entum ta'lemûn: O öyle bir lutufkâr ki sizin için yeri bir döşek yaptı, semayı bir bina ve sizin için semadan bir su indirdi de onunla türlü mahsullerden size bir rızk çıkardı, sizde artık bilecek halde iken tutupta Allah'a menendler koşmayın

1. ellezî : o ki, ki o
2. ceale : kıldı, yaptı
3. lekum : sizin için, size
4. el arda : arz, yeryüzü
5. firâşen : döşek, yatak
6. ves semâe (ve es semâe) : ve sema, gökyüzü
7. binâen : bina olarak (kubbe şeklinde)
8. ve enzele : ve indirdi
9. min : den
10. es semâi : sema, gökyüzü
11. mâen : su
12. fe : o zaman, böylece
13. ahrece : çıkardı
14. bi-hi : onunla
15. min : den
16. es semarâti : ürünler, meyveler, mahsuller
17. rızkan : rızık
18. lekum : sizin için
19. fe : o zaman, artık
20. lâ tec'alû : kılmayın, yapmayın
21. lillâhi (li allâhi) : Allah için, Allah'a
22. endâden : eşler, benzerler
23. ve entum : ve siz
24. tâ'lemune : (siz) biliyorsunuz



23*
وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
Resim--- Ve in kuntum fi raybim mimma nezzelna ala abdina fe'tu bi suratim mim mislih, ved'u şuhedaekum min dunillahi in kuntum sadikîn: ve eğer kulumuza ceste ceste indirdiğimiz kur'andan şüphede iseniz haydi onun ayarından bir sure meydana getirin ve Allahtan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, eğer sadıksanız bunu yapın

1. ve in kuntum : ve eğer siz iseniz
2. fî reybin : şüphe içinde
3. mimmâ (min mâ) : şeyden
4. nezzelnâ : biz indirdik
5. alâ : üzerine, ... a
6. abdi-nâ : (bizim) kulumuz
7. fe'tû (fe u'tû) : o zaman, öyleyse getirin
8. bi sûretin : bir sureyi
9. min misli-hi : onun mislinden, onun benzeri, onun gibi
10. ved'û (ve ud'û) : ve davet edin, çağırın
11. şuhedâe-kum : sizin şahitleriniz
12. min dûni allâhi : Allah'tan başka
13. in kuntum : eğer siz iseniz
14. sâdıkîne : sadıklar, doğru söyleyenler



24*
فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ وَلَن تَفْعَلُواْ فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ
Resim--- Fe illem tef'alu ve len tef'alu fettekun naralleti vekuduhen nasu vel hicarah, uiddet lil kâfirîn: yok yapamazsanız -ki hiç bir zaman yapamıyacaksınız- o halde çırası insanlarla taşlar olan o ateşten sakının, o kâfirler için hazırlandı

1. fe : o zaman, öyleyse, fakat
2. in lem tef'alû : eğer yapamazsanız
3. ve len tef'alû : ve asla yapamayacaksınız, yapamazsınız
4. fettekû (fe ittekû) : o zaman, öyleyse sakının
5. en nâre : ateş
6. elletî : ki o
7. vakûdu-hâ : onun yakıtı
8. en nâsu : insanlar
9. vel hicâratu (ve el hicâratu) : ve taşlar
10. uiddet : hazırlandı
11. lil kâfirîne (li el kâfirîne) : kâfirler için, kâfirlere



25*
وَبَشِّرِ الَّذِين آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُواْ مِنْهَا مِن ثَمَرَةٍ رِّزْقاً قَالُواْ هَـذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِن قَبْلُ وَأُتُواْ بِهِ مُتَشَابِهاً وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim--- Ve beşşirillezine amenu ve amilus salihati enne lehum cennatin tecri min tahtihel enhar, kullema ruziku minha min semeratir rizkan kalu hazellezi ruzikna min kablu ve utu bihi muteşabiha, ve lehum fiha ezvacum mutahheratuv ve hum fiha halidûn: iman edip salih ameller işliyenlere ise müjdele: Kendileri için altından ırmaklar akar cennetler var, onlardan: hangi bir semereden bir rızk rızıklandıkça onlar, her def'asında «ha! bu bizim önceden merzuk olduğumuz» diyecekler ve ona öyle müteşabih olarak sunulacaklar, kendileri için orada pak, çok pak zevceler de var, hem onlar orada ebedî kalacaklar

1. ve beşşir : ve müjdele
2. ellezîne âmenû : âmenû olanlar, Allah'a ulaşmayı dileyenler, îmân edenler
3. ve amilû : ve yaptılar
4. es sâlihâti : salih ameller, nefsi tezkiye edici
5. enne : olduğunu
6. lehum cennâtin : onlar için cennetler vardır
7. tecrî : akar
8. min tahti-hâ : onun altından
9. enhâru : nehirler
10. kullemâ : her seferinde, her defasında
11. ruzikû : rızıklandırılırlar
12. min-hâ : on(lar)dan, oradan (orada)
13. min semeretin : ürünlerden, mahsullerden, meyvelerden
14. rızkan : rızık olarak
15. kâlû : dediler
16. hâzellezî (hâzâ ellezî) : bu ki (o şey)
17. ruzık-nâ : biz rızıklandırıldık
18. min kablu : önceden, daha önce
19. ve utû : ve verildi
20. bi-hi muteşâbihan : ona benziyen, ona benzer
21. ve lehum : ve onlar için (vardır)
22. fî-hâ ezvâcun : orada eşler
23. mutahharatun : temiz olan, temiz
24. ve hum : ve onlar
25. fî-hâ hâlidûne : orada devamlı kalacak olanlar



26*
إِنَّ اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُواْ فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَـذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ
Resim--- İnnellahe la yestahyi ey yadribe meselem ma beudaten fe ma fevkaha, fe emmellezine amenu fe ya'lemune ennehul hakku mir rabbihim, ve emmellezine keferu fe yekulune maza eradellahu bi haza mesela, yudillu bihi kesirav ve yehdi bihi kesira, ve ma yudillu bihi illel fasikîn: Bilmeli ki Allah bir sivrisineği hattâ daha üstününü bir mesel yapmaktan sıkılmaz, iman edenler bilirler ki o şüphesiz hakdır, rablarındandır, amma küfre saplananlar Allah böyle bir mesel ile ne murad etmiş? derler, evet Allah onunla bir çoklarını şaşırtır, yine onunla bir çoklarını yola getirir, hem onunla ancak o fasıkları şaşırtır

1. inne : muhakkak ki, hiç şüphesiz
2. allâhe : Allah
3. lâ yestahyî : çekinmez
4. en yadribe meselen : darbı mesel, misal, örnek vermek
5. mâ : şey
6. beûdaten : sivrisinek
7. fe : fakat, hatta
8. mâ : şey
9. fevka-hâ : onun üstünde
10. fe emmâ : fakat, ama, ise
11. ellezîne âmenû : âmenû olanlar, Allah'a ulaşmayı dileyenler
12. fe : artık, bundan sonra, böylece
13. ya'lemûne : bilirler
14. enne-hû : onun olduğu
15. el hakk : hak
16. min rabbi-him : Rab'lerinden
17. ve emmâ : ve fakat, ama
18. ellezîne : onlar
19. keferû : inkâr ettiler, kâfir oldular
20. fe : o zaman, böylece
21. yekûlûne : derler
22. mâzâ : ne
23. erâde : diledi
24. allâhu : Allah
25. bi hâzâ : bununla
26. meselen : misal, örnek
27. yudıllu : dalâlette bırakır
28. bi-hi kesîran : onunla çoğunu
29. ve yehdî : ve hidayete erdirir
30. bi-hi kesîran : onunla çoğunu
31. ve mâ yudıllu : ve dalâlette bırakmaz
32. bi-hi : onunla
33. illâ : ancak, sadece, den başka
34. el fâsıkîne : fasıklar, fıska düşenler



27*
الَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Resim--- Ellezine yenkudune ahdellahi mim ba'di misakih, ve yaktaune ma emerallahu bihi ey yusale ve yufsidune fil ard, ulaike humul hasirûn: ki Allahın ahdini misak ile bağlandıktan sonra bozarlar, Allahın vaslını emrettiğini kat'ederler ve yer yüzünde fesad yaparlar, işte bunlar hep o husrana düşenlerdir

1. ellezîne : onlar
2. yenkudûne : nakzederler, bozarlar
3. ahdallâhi (ahdi allâhi) : Allah'ın ahdi
4. min ba'di : sonradan, sonra
5. mîsâkı-hi : onun misakı (ruhunu Allah'a
6. ve yaktaûne : ve keserler
7. mâ : şey
8. emera : emretti
9. allâhu : Allah
10. bi-hi : ona
11. en yûsale : ulaştırmak
12. ve yufsidûne : ve fesat çıkarırlar
13. fî el ardı : yeryüzünde
14. ulâike : işte onlar
15. hum-(u) : onlar
16. el hâsirûne : kendilerine yazık edenler, hüsranda olanlar (kazandıkları pozitif dereceler,



28*
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنْتُمْ أَمْوَاتًا فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Resim--- Keyfe tekfurune billahi ve kuntum emvaten fe ahyakum, summe yumitukum summe yuhyikum summe ileyhi turceûn: Allaha nasıl küfr ediyorsunuz ki ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek sonra sizleri yine diriltecek. Sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz

1. keyfe : nasıl
2. tekfurûne : inkâr ediyorsunuz
3. billâhi (bi allâhi) : Allah'ı
4. ve kuntum : ve siz idiniz, oldunuz
5. emvâten : ölüler
6. fe : sonra
7. ahyâ-kum : sizi diriltti
8. summe : sonra
9. yumîtu-kum : sizi öldürecek
10. summe : sonra
11. yuhyî-kum : sizi diriltecek
12. summe : sonra
13. ileyhi : ona
14. turceûne : döndürüleceksiniz



29*
هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim--- Huvellezi haleka lekum ma fil erdi cemian summesteva iles semai fe sevvahunne seb'a semavat, ve huve bi kulli şey'in alîm: O, o hâlikdir ki yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra Semaya inayet buyurdu da onları yedi sema halinde nizamına koydu o her şey'i bilir bir alîmdir

1. huvellezî (huve ellezî) : o ki
2. halaka : yarattı
3. lekum : sizin için
4. mâ : şey
5. fî el ardı : yeryüzünde
6. cemîan : hepsi
7. summe : sonra
8. estevâ : yöneldi, istiva etti
9. ilâ : ... e
10. es semâi : sema, gökyüzü
11. fe : böylece, sonra
12. sevvâhunne : onları dizayn etti, düzenledi
13. seb'a : yedi
14. semâvâtin : semalar, gökler (gök katları)
15. ve huve : ve o
16. bi kulli şey'in : herşeyi
17. alîmun : en iyi bilen



30*
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Resim--- Ve iz kale rabbuke lil melaiketi inni cailun fil erdi halifeh, kalu e tec'alu fiha mey yufsidu fiha ve yesfikud dima', ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek, kale inni a'lemu ma la ta'lemûn: Ve düşün ki rabbin melâikeye «Ben Yerde muhakkak bir halife yapacağım» dediği vakıt «Â!.. Orada fesat edecek ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın?. biz hamdinle tesbih ve seni takdis edip dururken» dediler. «Her halde ben sizin bilemiyeceğiniz şeyler bilirim» buyurdu

1. ve iz kâle : ve demişti
2. rabbu-ke : senin Rabbin
3. li el melâiketi : meleklere
4. innî : muhakkak ki ben
5. câilun : kılan, yapan, yapacak olan
6. fî el ardı : yeryüzünde
7. halîfeten : halife
8. kâlû : dediler
9. e tec'alu : kılacak mısın, yapacak mısın
10. fî-hâ : orada
11. men : kimse, kişi (birisi)
12. yufsidu : fesat çıkarır, bozgunculuk yapar
13. fî-hâ : orada
14. ve yesfiku : ve (kan) akıtır, (kan) döker
15. ed dimâe : kan
16. ve nahnu : ve biz
17. nusebbihu : tesbih ediyoruz, yüceltiyoruz,
18. bi hamdi-ke : seni hamd ile, hamdinle
19. ve nukaddisu : ve takdis ediyoruz, mukaddes
20. leke : seni
21. kâle : dedi
22. innî a'lemu : muhakkak ki ben bilirim
23. mâ lâ tâ'lemûne : sizin bilmediğiniz şeyleri



31*
وَعَلَّمَ ءَادَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ فَقَالَ أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاءِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
Resim--- Ve alleme ademel esmae kulleha summe aradahum alel melaiketi fe kale embiuni bi esmai haulai in kuntum sadikîn: Ve Ademe bütün esmayı ta'lim eyledi, sonra o âlemîni melâikeye gösterip «Haydin davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin» buyurdu

1. ve : ve
2. alleme : öğretti
3. âdeme : Âdem
4. el esmâe : isimler
5. kulle-hâ : onun hepsi
6. summe : sonra
7. arada-hum : onlara arz etti
8. alâ : ... e
9. el melâiketi : melekler
10. fe : o zaman, öyleyse, haydi
11. kâle : dedi
12. enbiû-nî : bana haber verin
13. bi esmâe : isimleri ile, isimleri
14. hâulâi : bunlar
15. in : eğer
16. kuntum : siz iseniz
17. sadikîne : sadıklar, doğru söyleyenler



32*
قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Resim--- Kalu subhaneke la ilme lena illa ma allemtena, inneke entel alimul hakîm: Subhânsın Yarab! Bizim için senin bize bildirdiğinden başka ilim ne mümkin, o alîm, hakîm sen, şüphesiz sensin» dediler

1. kâlû : dediler
2. subhâne-ke : sen sübhansın, seni tenzih ederiz
3. lâ : yoktur, değil, olmaz
4. ilme : ilim, bilgi
5. lenâ : bizim
6. illâ : den başka, sadece
7. mâ : şey
8. allemte-nâ : sen bize öğrettin
9. inne-ke : muhakkak ki sen
10. ente : sen
11. el alîmu : en iyi bilen
12. el hakîmu : hüküm ve hikmet sahibi



33*
قَالَ يَاآدَمُ أَنْبِئْهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا أَنْبَأَهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ
Resim--- Kale ya ademu embi'hum bi esmaihim, felemma embeehum bi esmaihim kale e lem ekul lekum inni a'lemu ğaybes semavati vel erdi ve a'lemu ma tubdune ve ma kuntum tektumûn: Ey Adem bunlara onları isimleriyle haber ver buyurdu. Bu emir üzerine Adem onlara isimleriyle onları haber veriverince de buyurdu ki demedim mi size Ben her halde Semavüt-ü Arzın gaybini bilirim, ve biliyorum ne izhar ediyorsunuz da ne ketmeyliyordunuz

1. kâle : dedi
2. yâ âdemu : ey Âdem
3. enbi'-hum : onlara haber ver, bildir
4. bi esmâi-him : O'nun (Allah'ın) isimleri
5. fe lemmâ : olunca, olduğu zaman
6. enbee-hum : onlara haber verdi, bildirdi
7. bi esmâi-him : O'nun (Allah'ın) isimleri
8. kâle : dedi
9. e lem : olmaz mı, olmadı mı
10. ekul : ben derim, söylerim
11. lekum : sizin, size
12. in-nî a'lemu : muhakkak ki ben bilirim
13. gaybe : gayb, bilinmeyen
14. es semâvâti : semalar, gökler
15. ve el ardı : ve arz, yeryüzü
16. ve a'lemu : ve ben bilirim
17. mâ : şey
18. tubdûne : açıklıyorsunuz
19. ve mâ : ve şeyi, şeyleri
20. kuntum : siz oldunuz
21. tektumûne : gizliyorsunuz



34*
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
Resim--- Ve iz kulna lil melaiketiscudu li ademe fe secedu illa iblis, eba vestekbera ve kane minel kâfirîn: Ve o vakit melâikeye «Adem için secde edin» dedik, derhal secde ettiler, ancak İblis dayattı, kibrine yediremedi, zaten kâfirlerden idi

1. ve iz : ve o zaman, olduğu zaman
2. kulnâ : biz dedik
3. li el melâiketi : meleklere
4. uscudû : secde edin
5. li âdeme : Âdem'e
6. fe : o zaman, hemen
7. secedû : secde ettiler
8. illâ : hariç, den başka
9. iblîse : iblis (ümitsizliğe düşen, Allah'ın rah-
10. ebâ : çekindi, kaçındı, direndi
11. ve istekbere : ve kibirlendi, büyüklendi
12. ve kâne : ve oldu
13. min el kâfirîne : kâfirlerden



35*
وَقُلْنَا يَاآدَمُ اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمِينَ
Resim--- Ve kulna ya ademuskun ente ve zevcukel cennete ve kula minha rağaden haysu şi'tuma, ve la takraba hazihiş şecerate fe tekuna minez zalimîn: ve dedik ki «ya Adem sen ve zevcen Cenneti mesken edin, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın ki haddi aşan zalimlerden olmayasınız

1. ve kulnâ : ve biz dedik
2. yâ : ey
3. âdemu : Âdem
4. uskun : iskân ol, otur, yerleş
5. ente : sen
6. ve zevcu-ke : ve senin eşin
7. el cennete : cennet
8. ve kulâ : ve ikiniz yeyin
9. min-hâ : ondan
10. ragaden : bol bol
11. haysu : yerden
12. şi'tumâ : dilediniz (ikiniz)
13. ve lâ takrabâ : ve yaklaşmayın (ikiniz)
14. hâzihi : bu
15. eş şecerete : ağaç
16. fe : o zaman, o taktirde, aksi halde, yoksa
17. tekûnâ : siz (ikiniz) olursunuz
18. min ez zâlimîne : zalimlerden



36*
فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ
Resim--- Fe ezellehumeş şeytanu anha fe ahracehuma mimma kana fih, ve kulnehbitu ba'dukum li ba'din aduvv, ve lekum fil erdi mustekarruv ve metaun ila hîn: Bunun üzerine Şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bulundukları naz-ü naimden çıkardı, biz de haydi dedik bâzınız bâzınıza düşman olarak inin ve size yerde bir zamana kadar bir karar ve bir nasip alma var

1. fe : o zaman, fakat
2. ezelle-humâ : onları (o ikisini) kaydırdı (ayağını
3. eş şeytânu : şeytan
4. an-hâ : ondan, oradan
5. fe : artık, böylece
6. ahrece-humâ : onları (ikisini) çıkardı
7. mimmâ (min mâ) : şeyden
8. kânâ : ikisi oldular
9. fî-hi : içinde
10. ve : ve
11. kulnâ : biz dedik
12. ihbitû : (ikiniz) inin
13. ba'du-kum : sizin bazınız
14. li : ... e, için
15. ba'din : bazınız
16. aduvvun : düşman
17. ve lekum : ve sizin için
18. fî : içinde, de
19. el ardı : arz, yeryüzü
20. mustekarrun : kararlaştırılmışolan, karar kılma,
21. ve metâun : ve meta, geçinme, maişetini temin etme,
22. ilâ : ... e kadar
23. hînin : belli bir zaman



37*
فَتَلَقَّى ءَادَمُ مِنْ رَبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Resim--- Fe telekka ademu mir rabbihi kelimatin fe tabe aleyh, innehu huvet tevvabur rahîm : derken Adem rabbından bir takım kelimeler telâkkı etti yalvardı, o da tevbesini kabul buyurup ona yine baktı, Filhakika odur ancak öyle tevvab öyle rahîm

1. fe : o zaman, sonra
2. telekkâ : telâkki etti, aldı, öğrendi
3. âdemu : Âdem
4. min rabbi-hi : Rabbinden
5. kelimâtin : kelimeler
6. fe tâbe aleyhi : böylece onun tövbesini kabul etti
7. inne-hu : muhakkak ki o, çünkü o
8. huve : o
9. et tevvâbu : tövbeleri kabul eden
10. er rahîmu : Rahim esmasıyla tecelli eden



38*
قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَمِيعًا فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنِّي هُدًى فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim--- Kulnehbitu minha cemia, fe imma ye'tiyennekum minni huden fe men tebia hudaye fe la havfun aleyhim ve la hum yahzenûn: Dedik: İnin oradan hepiniz, sonra benden size ne zaman bir hidayetci gelir de kim o hidayetcimin izince giderse onlara bir korku yoktur ve mahzun olacaklar onlar değildir

1. kulnâ : biz dedik
2. ihbitû : inin
3. min-hâ : ondan, oradan
4. cemîan : topluca, hepiniz
5. fe : o zaman
6. immâ : olunca
7. ye'tiye-enne-kum : size mutlaka gelecek
8. min-nî : benden
9. huden : hidayet (Allah'a ulaşma)
10. fe men : o zaman kim
11. tebia : tâbî oldu
12. hudâye : hidayetim
13. fe lâ havfun : artık korku yoktur
14. aleyhim : onlara
15. ve lâ hum yahzenûne : ve onlar mahzun olmazlar



39*
وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim--- Vellezine keferu ve kezzebu bi ayatina ulaike ashabun nar, hum fiha halidûn: Küfre saplananlar ve ayetlerimize yalan diyenler ise işte bunlar ateş arkadaşlarıdır, onlar orda muhalled kalacaklardır

1. ve ellezîne : ve o kimseler, onlar
2. keferû : inkâr ettiler, kâfir oldular
3. ve kezzebû : ve yalanladılar
4. bi âyâti-nâ : âyetlerimizi
5. ulâike : işte onlar
6. ashâbu : sahipleri, halkı, ehli
7. en nârı : ateş
8. hum fî-hâ : onlar orada
9. hâlidûne : ebedî, sonsuz, devamlı kalacak olanlar



40*
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ
Resim--- Ya beni israilezkuru ni'metiyelleti en'amtu aleykum ve evfu bi ahdi ufi biahdikum ve iyyaye ferhebûn: Ey İsrail oğulları! size in'am ettiğim nimetimi hatırlayın ve ahdime vefa edin ki ahdinize vefa edeyim, ve benden korkun artık benden

1. yâ : ey
2. benî isrâîle : İsrailoğulları
3. uzkurû : zikredin, hatırlayan, anın
4. ni'metiye : ni'metimi
5. elletî : ki o
6. en'amtu : ben ni'metlendirdim
7. aleykum : size, sizi
8. ve evfû : ve vefa edin, ifa edin, hakkıyla yerine getirin
9. bi ahdî : ahdimi
10. ûfi : ifa edeyim, yerine getireyim
11. bi ahdi-kum : sizin ahdinizi, size olan ahdimi
12. ve : ve
13. iyyâ-ye : yalnız benden, sadece benden
14. fe : o zaman, böylece, artık
15. erhebûne : korkun


41*
وَءَامِنُوا بِمَا أَنْزَلْتُ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ وَلَا تَكُونُوا أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ وَلَا تَشْتَرُوا بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلًا وَإِيَّايَ فَاتَّقُونِ
Resim--- Ve aminu bi ma enzeltu musaddikal li ma meakum ve la tekunu evvele kâfirim bih, ve la teşteru bi ayati semenen kalilev ve iyyaye fettekûn: ve beraberinizdekini musaddık olarak indirdiğim Kur'ana iman edin, ona inanmıyanların birincisi olmayın, benim âyetlerimi bir kaç paraya değişmeyin, ve benden sakının artık benden

1. ve âminû : ve Allah'a ulaşmayı dileyin, îmân edin
2. bi mâ : şeye
3. enzeltu : ben indirdim
4. musaddikan : tasdik eden, doğrulayan
5. li mâ : o şeyi
6. mea-kum : sizinle beraber, sizin yanınızda olan
7. ve lâ tekûnû : ve olmayın
8. evvele : evvel, ilk
9. kâfirin : kâfir, inkâr eden
10. bî-hi : onu
11. ve lâ teşterû : ve satmayın
12. bi âyâtî : âyetlerimi
13. semenen : bedel, ücret
14. kalîlen : az
15. ve iyyâ-ye : ve yalnız ben
16. fe : artık, o halde
17. ittekû-ni : bana karşı takva sahibi olun



42*
وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Resim--- Ve la telbisul hakka bil batili ve tektumul hakka ve entum ta'lemûn: hakkı batılla bulayıp da bile bile hakkı gizlemeyin

1. ve lâ telbisû : ve karıştırmayın, gizleyip örtmeyin
2. el hakka : hakk, gerçek
3. bi el bâtılı : bâtıl ile 4 - ve tektumû
4. ve entum : ve siz
5. ta'lemûne : biliyorsunuz



43*
وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَءَاتُوا الزَّكَاةَ وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِعِينَ
Resim--- Ve ekîmus salate ve atuz zekate verkeu mear rakiîn: hem namazı dürüst kılın ve zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin

1. ve ekîmû : ve ikame edin, gereği üzere yerine getirin
2. es salâte : namaz
3. ve âtû : ve verin
4. ez zekâte : zekât
5. ve erkeû : ve rükû edin
6. mea : beraber
7. er râkiîne : rukû edenler



44*
أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ أَنْفُسَكُمْ وَأَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلَا تَعْقِلُونَ
Resim--- E te'murunen nase bil birri ve tensevne enfusekum ve entum tetlunel kitab, e fe la ta'kilûn: nasa iyilik emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitap okuyorsunuz, artık akıl etmez misiniz

1. e : mi
2. te'murûne : emrediyorsunuz
3. en nâse : insanlar
4. bi el birri : birr'i, ebrar olmayı, maddî-manevî
5. ve tensevne : ve unutuyorsunuz
6. enfuse-kum : kendi nefsleriniz, kendiniz
7. ve entum : ve siz
8. tetlûne : okuyorsunuz
9. el kitâbe : kitap
10. e fe lâ ta'kılûne : o halde, hâlâ akıl etmiyor musunuz



45*
وَاسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلَّا عَلَى الْخَاشِعِينَ
Resim--- Vesteînu bis sabri ves salah, ve inneha le keiratun illa alel haşiîn: bir de sabır ile salât ile yardım isteyin, gerçi bu ağır gelir, fakat saygılı kimselere değil

1. ve isteînû : ve istiane (Allah'tan özel yardım,
2. bi es sabri : sabırla
3. ve es sâlâti : ve namaz
4. ve inne-hâ : hiç şüphesiz o, muhakkak ki o
5. le : mutlaka, elbette, muhakkak
6. kebîretun : büyük, zor, ağır
7. illâ : ancak, hariç, den başka
8. alâ el hâşiîne : huşû sahiplerine



46*
الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُمْ مُلَاقُو رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
Resim--- Ellezine yezunnune ennehum mulaku rabbihim ve ennehum ileyhi raciûn: onlar ki kendilerini hakikaten rablerine kavuşuyor ve hakikaten ona rücu ediyor sayarlar, böyle bir huşu ile kılarlar

1. ellezîne : o kimseler, onlar
2. yezunnûne : bilirler, yakîn derecesinde inanırlar
3. enne-hum : onların ..... olduğunu
4. mulâkû : mülâki olma, kavuşma, ulaşma, karşılaşma
5. rabbi-him : (onların) Rab'leri
6. ve enne-hum : ve onların ..... olduğunu
7. ileyhi râciûne : ona dönecek olanlar



47*
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
Resim--- Ya beni israilezkuru ni'metiyelleti en'amtu aleykum ve enni faddaltukum alel âlemîn: Ey İsrail oğulları! size in'am ettiğim nimeti ve vaktile sizi âlemlerin üstüne geçirdiğimi hatırlayın

1. yâ benî isrâîle : ey İsrailoğulları
2. uzkurû : zikredin, anın, hatırlayın
3. ni'metiye : ni'metimi
4. elletî : ki o (nu)
5. en'amtu : ben ni'metlendirdim
6. aleykum : sizi, size
7. ve en-nî : ve benim olduğum(u)
8. faddaltu-kum : sizi üstün kıldım
9. alâ el âlemîne : âlemlere



48*
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
Resim--- Vetteku yevmel la teczi nefsun an nefsin şey'ev ve la yukbelu minha şefaatuv ve la yu'hazu minha adluv ve la hum yunsarûn: Ve öyle bir günden korunun ki kimse kimseden bir şey ödeyemez, kimseden şefaat de kabul edilmez, kimseden fidye de alınmaz, hem onlar kurtarılacak da değillerdir

1. ve ittekû : ve sakının, çekinin
2. yevmen : gün
3. lâ teczî : karşılığı ödenmez
4. nefsun : bir nefs, bir kimse
5. an nefsin : nefsten, bir kimseden
6. şey'en : bir şey
7. ve lâ yukbelu : ve kabul olunmaz
8. min-hâ : ondan
9. şefâatun : şefaat, yardım
10. ve lâ yu'hazu : ve alınmaz
11. min-hâ : ondan
12. adlun : bir adalet, bir bedel, bir fidye
13. ve lâ hum yunsarûne : ve onlara yardım olunmaz



49*
وَإِذْ نَجَّيْنَاكُمْ مِنْ ءَالِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ وَفِي ذَلِكُمْ بَلَاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظِيمٌ
Resim--- Ve iz necceynakum min ali fir'avne yesumunekum suel azabi yuzebbihune ebnaekum ve yestahyune nisaekum, ve fi zalikum belaum mir rabbikum azîm: Hem hatırlayın ki bir vakit sizi Ali Firavnden kurtardık, sizi azabın kötüsüne peyleyorlardı; oğullarınızı boğazlıyorlar ve kızlarınızı diri tutmak istiyorlardı ve bunda size rabbınız tarafından büyük bir imtihan vardı

1. ve iz : ve olduğu zaman, olmuştu
2. necceynâ-kum : sizi biz kurtardık
3. min âli fir'avne : firavun ailesinden
4. yesûmûne-kum : size tattırıyorlar, yapıyorlar
5. sûe : kötü
6. el azâbi : azap
7. yuzebbihûne : boğazlıyorlar, öldürüyorlar
8. ebnâe-kum : sizin oğullarınız
9. ve yestahyûne : ve sağ bırakıyorlar
10. nisâe-kum : sizin kadınlarınız
11. ve fî zâlikum : ve bunda vardır
12. belâun : belâ, imtihan
13. min rabbi-kum : sizin Rabbinizden
14. azîmun : azîm, büyük



50*
وَإِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَأَنْجَيْنَاكُمْ وَأَغْرَقْنَا ءَالَ فِرْعَوْنَ وَأَنْتُمْ تَنْظُرُونَ
Resim--- Ve iz ferakna bikumul bahra fe enceynakum ve ağrakna ale fir'avne ve entum tenzurûn: Ve bir vakit sizin sebebinize denizi yardık, sizi necata çıkardık da Âli Fir'avni garkettik sizler bakıp duruyordunuz

1. ve iz : ve olduğu zaman, olmuştu
2. faraknâ : biz ayırdık, yardık
3. bi-kum : size, sizin için
4. el bahre : deniz
5. fe : o zaman, böylece
6. enceynâ-kum : biz sizi kurtardık
7. ve agraknâ : ve biz boğduk
8. âle fir'avne : firavun ailesi
9. ve entum : ve siz
10. tenzurûne : bakıyorsunuz, görüyorsunuz


51*
وَإِذْ وَاعَدْنَا مُوسَى أَرْبَعِينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِهِ وَأَنْتُمْ ظَالِمُونَ
Resim--- Veiz vaadna musa erbeîne leyleten summettehaztumul icle mim ba'dihi ve entum zalimûn: Ve bir vakit Musaya kırk geceye vâd verdik, sonra siz onun arkasından danaya tutuldunuz zulmediyordunuz

1. ve iz : ve o zaman
2. vâadnâ : biz vaadettik
3. mûsâ : Musa
4. erbaîne : kırk
5. leyleten : gece
6. summe : sonra
7. ittehaztum(u) : siz edindiniz
8. el icle : buzağı
9. min ba'di-hi : ondan sonra
10. ve entum : ve siz
11. zâlimûne : zalimler, haksızlık edenler



52*
ثُمَّ عَفَوْنَا عَنْكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Resim--- Sümme afevna ankum mim ba'di zalike leallekum teşkurûn: sonra bunun arkasından da sizden afvettik, gerekti ki şükredecektiniz

1. summe : sonra
2. afevnâ : biz affettik
3. an-kum : sizden
4. min ba'di : sonradan
5. zâlike : bu
6. lealle-kum : umulur ki böylece siz
7. teşkurûne : şükredersiniz



53*
وَإِذْ ءَاتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Resim--- Ve iz ateyna musel kitabe vel furkane leallekum tehtedûn : Ve bir vakit Musaya o kitabı ve fürkanı verdik, gerekti ki doğru gidecektiniz

1. ve iz âteynâ : ve biz vermiştik
2. mûsa : Musa
3. el kitâbe : kitap
4. ve : ve
5. el furkâne : furkan, hakkı bâtıldan ayırma, idrak
6. lealle-kum : umulur ki siz böylece diye
7. tehtedûne : hidayete erersiniz



54*
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَاقَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنْفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُوا إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ عِنْدَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Resim--- Ve iz kale musa li kavmihi ya kavmi innekum zalemtum enfusekum bittihazikumul icle fe tubu ila bariikum faktulu enfusekum, zalikum hayrul lekum inde bariikum, fe tabe aleykum, innehu huvet tevvabur rahîm : Ve bir vakit Musa kavmine dedi ki: «Ey kavmim cidden siz o danaya tutulmanızla kendinize zulmettiniz gelin bârinize dönün, tevbe edin de nefislerinizi öldürün, böyle yapmanız bâriniz yanında sizin için hayırlıdır» bu suretle tevbenizi kabul buyurdu. Filhakika o, öyle tevvab öyle rahîmdir

1. ve iz kâle : ve demişti
2. mûsâ : Musa
3. li kavmi-hi : kendi kavmine
4. yâ : ey
5. kavmi : kavmim
6. inne-kum : hiç şüphesiz siz, muhakkak ki siz
7. zalemtum : zulmettiniz
8. enfuse-kum : nefsleriniz, kendiniz
9. bi ittihâzi-kum(u) : edinmeniz ile, edinerek
10. el icle : buzağı
11. fe tûbû : artık, hemen tövbe edin
12. ilâ : ... a
13. bârii-kum : sizin yaratıcınız
14. fe uktulû : o zaman, o halde, artık öldürün
15. enfuse-kum : kendi nefsleriniz, kendi kendiniz, birbiriniz
16. zâlikum : işte bu
17. hayrun : hayırlı, daha hayırlı
18. lekum : sizin için,
19. inde : yanında, katında
20. bârii-kum : sizin yaratıcınız
21. fe : böylece
22. tâbe aleykum : sizin tövbenizi kabul etti
23. inne-hu : muhakkak ki o, hiç şüphesiz o
24. huve : o
25. et tevvâbu : tövbeleri kabul eden
26. er rahîmu : rahîm olan, rahmet nuru gönderen,



55*
وَإِذْ قُلْتُمْ يَامُوسَى لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتَّى نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنْتُمْ تَنْظُرُونَ
Resim--- Ve iz kultum ya musa len nu'mine leke hatta nerallahe cehraten fe ehazetkumus saikatu ve entum tenzurûn: Ve bir vakit «ya Musa, dediniz: Biz Allahı aşikâre görmedikçe senin sözünle asla inanmıyacağız» bunun üzerine sizi o saıka yakalayıverdi bakınıp duruyordunuz

1. ve iz : ve olmuştu, olduğu zaman
2. kultum : siz dediniz
3. yâ : ya, ey
4. mûsâ : Musa
5. len nu'mine : biz asla inanmayız
6. leke : sana
7. hattâ : olana kadar, olmadıkça
8. nerâ : biz görürüz
9. allâhe : Allah
10. cehreten : açıkça
11. fe : o zaman, bunun üzerine
12. ehazet-kum(u) : sizi aldı, yakaladı
13. es sâikatu : yıldırım
14. ve entum : ve siz
15. tenzurûne : bakıyorsunuz, görüyorsunuz



56*
ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Resim--- Sümme beasnakum mim ba'di mevtikum leallekum teşkurûn: sonra sizi şükredesiniz diye ba's badelmevte mazhar ettik

1. summe : sonra
2. beasnâ-kum : sizi dirilttik
3. min : den
4. ba'di : sonra, daha sonra
5. mevti-kum : sizin ölümünüz
6. lealle-kum : umulur ki böylece siz, belki siz
7. teşkurûne : şükredersiniz


57*
وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَأَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Resim--- Ve zallelna aleykumul ğamame ve enzelna aleykumul menne ves selva, kulu min tayyibati ma razaknakum, ve ma zalemuna ve lakin kanu enfusehum yazlimûn : Ve üstünüze o bulutu gölgelik çekdik, ve «size kısmet ettiğimiz hoş rızıklardan yeyin» diye üzerinize hem kudret helvası, hem bıldırcın indirdik, zulmü, bize etmediler lâkin kendilerine ediyorlardı.

1. ve : ve
2. zallelnâ : gölgeledik, gölge yaptık
3. aleykum : sizin üzerinize
4. el gamâme : bulut
5. ve : ve
6. enzel-nâ : biz indirdik
7. aleykum : sizin üzerinize
8. el menne : kudret helvası
9. ve : ve
10. es selvâ : bıldırcın
11. kulû : yeyin
12. min : den
13. tayyibâti : temiz olanlar, helâl olanlar
14. mâ : şey(ler)
15. razaknâ-kum : sizi rızıklandırdık
16. ve : ve
17. mâ zalemû-nâ : bize zulmetmediler
18. ve : ve
19. lâkin : lâkin, fakat
20. kânû : oldular
21. enfuse-hum : kendi nefsleri, kendileri
22. yazlimûne : zulmediyorlar



58*
وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُوا هَذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَدًا وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا وَقُولُوا حِطَّةٌ نَغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ
Resim--- Ve iz kulnedhulu hazihil karyete fe kulu minha haysu şi'tum rağadev vedhulul babe succedev ve kulu hittatun nağfirlekum hatayakum, ve senezidul muhsinîn : Ve bir vakit «şu şehre girin de ni'metlerinden dilediğiniz veçhile bol bol yeyin ve secdeler ederek kapıya girin ve «hıtta» deyin ki size hatı'elerinizi mağfiret ediverelim, muhsinlere ise daha artıracağız» dedik

1. ve : ve
2. iz : olmuştu, olduğu zaman
3. kulnâ : dedik
4. udhulû : girin
5. hâzihi : bu
6. el karyete : karye (kasabadan küçük yerleşim birimi)
7. fe : artık, böylece
8. kulû : yeyin
9. min-hâ : ondan, oradan
10. haysu : yer (mekân)
11. şi'tum : dilediniz
12. ragaden : bol bol
13. ve : ve
14. udhulû : girin
15. el bâbe : kapı
16. succeden : secde ederek
17. ve : ve
18. kûlû : deyin, söyleyin
19. hıttatun : hıtta, günahların bağışlanmasını
20. nagfir : biz bağışlarız, biz bağışlayalım
21. lekum : sizin için, size
22. hatâyâ-kum : sizin hatalarınız
23. ve : ve
24. se-nezîdu : artıracağız
25. el muhsinîne : muhsinler, ahsen olanlar (fizik vücudunu teslim edenler)



59*
فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُوا قَوْلًا غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَنْزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا رِجْزًا مِنَ السَّمَاءِ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ
Resim--- Fe beddellezine zalemu kavlen ğayrallezi kile lehum fe enzelna alellezine zalemu riczem mines semai bi ma kanu yefsukûn: derken o zulmedenler sözü değiştirdiler, kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle koydular, biz de o zalimlere fısk işledikleri için gökten bir murdar azap indirdik

1. fe : o zaman, fakat, sonra
2. beddele : değiştirdi
3. ellezîne : o kimseler, onlar
4. zalemû : zulmettiler
5. kavlen : söz
6. gayre : başka
7. ellezî : ki o
8. kîle : söylendi
9. lehum : onlara
10. fe : o zaman, bunun üzerine
11. enzelnâ : biz indirdik
12. alâ : üzerine
13. ellezîne : o kimseler, onlar
14. zalemû : zulmettiler
15. riczen : korkunç azap, habis azap (taun
16. min : den
17. es semâi : sema, gök
18. bi- mâ : sebebiyle, dolayısıyla
19. kânû : oldular
20. yefsukûne : fıska düşüyorlar, îmândan sonra küfre düşüyorlar



60*
وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْ كُلُوا وَاشْرَبُوا مِنْ رِزْقِ اللَّهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ
Resim--- Ve izisteska musa li kavmihi fe kulnadrib bi asakel hacer, fenfecerat minhusneta aşrate ayna, kad alime kullu unasim meşrabehum, kulu veşrabu mir rizkillahi ve la ta'sev fil ardi mufsidîn: Ve bir vakit Musa, kavmi için su dilemişti, biz de asan ile taşa vur demiştik, onun üzerine ondan on iki pınar fışkırdı, her kısım insanlar kendi su alacağı menbaı bildi, Allahın rızkından yeyin, için de müfsitlik ederek yer yüzünü fesada vermeyin

1. ve iz : ve olmuştu, olduğu zaman
2. isteskâ : suya kavuşmayı istedi
3. mûsâ : Musa
4. li kavmi-hî : kendi kavmi için
5. fe : o zaman, böylece
6. kulnâ : biz dedik, söyledik
7. idrib : vur
8. bi asâ-ke : senin asan ile
9. el hacere : taş, kaya
10. fe : o zaman, böylece
11. infeceret : fışkırdı
12. min-hu : ondan
13. isnetâ aşrete : 12
14. aynen : göz, pınar, kaynak
15. kad : oldu, olmuştu
16. alîme : bildi
17. kullu : bütün hepsi
18. unâsin : insanlar
19. meşrebe-hum : onların içeceği yer, kendi içecekleri yer
20. kulû : yeyin, yeyiniz
21. ve işrebû : ve için, içiniz
22. min rızkıllâhi (rızkı allâhi) : Allah'ın rızkından
23. ve lâ ta'sev : ve haddi aşmayın, azmayın, asi
24. fî el ardı : yeryüzünde
25. mufsidîne : fesat çıkaranlar (fesat çıkarıcı kimseler)


61*
وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نَّصْبِرَ عَلَىَ طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنبِتُ الأَرْضُ مِن بَقْلِهَا وَقِثَّآئِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَا قَالَ أَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذِي هُوَ أَدْنَى بِالَّذِي هُوَ خَيْرٌ اهْبِطُواْ مِصْراً فَإِنَّ لَكُم مَّا سَأَلْتُمْ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَآؤُوْاْ بِغَضَبٍ مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُواْ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ الْحَقِّ ذَلِكَ بِمَا عَصَواْ وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ
Resim--- Ve iz kultum ya musa len nasbira ala taamiv vahidin fed'u lena rabbeke yuhric lena mimma tumbitul erdu mim bakliha ve kissaiha ve fumiha ve adesiha ve besaliha, kale e testebdilunellezi huve edna billezi huve hayr, ihbitu misran fe inne lekum ma seeltum, ve duribet aleyhimuz zilletu vel meskenetu ve bau bi ğadabim minellah, zalike bi ennehum kanu yekfurune bi ayatillahi ve yaktulunen nebiyyine bi ğayril hakk, zalike bi ma asav ve kanu ya'tedûn: Ve bir vakit «ya Musa biz bir türlü yemeğe kabil değil katlanamıyacağız, artık bizim için rabbine dua et, bize Arzın yetiştirdiği şeylerden: Sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın» dediniz, ya: O hayırlı olanı o daha aşağı olanla değişmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya inin o vakit size istediğiniz var» dedi, üzerlerine de zillet ve meskenet binası kuruldu ve nihayet Allahdan bir gadaba değdiler, evet öyle: Çünkü Allahın ayetlerine küfrediyorlar ve haksızlıkla Peygamberleri öldürüyorlardı, evet öyle: Çünkü isyana daldılar ve aşırı gidiyorlardı

1. ve iz : ve olmuştu, olduğu zaman
2. kultum (iz kultum) : siz dediniz (siz demiştiniz)
3. yâ mûsâ : ey Musa
4. len nasbirâ : sabredemeyiz
5. alâ taâmin : yemeğe
6. vâhidin : tek, bir
7. fe ud'u : öyleyse, artık dua et
8. lenâ : bizim için, bize
9. rabbe-ke : senin Rabbin
10. yuhric : çıkarsın
11. lenâ : bizim için, bize
12. mimmâ (min mâ) : şey(ler)den
13. tunbitu : yetiştirir
14. el ardu : arz, yeryüzü, toprak
15. min bakli-hâ : onun baklagillerinden
16. ve kıssâi-hâ : ve onun salataları
17. ve fûmi-hâ : ve onun sarımsağı
18. ve adesi-hâ : ve onun mercimeği
19. ve basali-hâ : ve onun soğanı
20. kâle : dedi
21. e testebdilûne : değiştiriyor musunuz
22. ellezî : o ki, ki o
23. huve : o
24. ednâ : daha düşük, daha değersiz
25. billezî (bi ellezî) : onunla ki
26. huve hayrun : o hayırlı, o daha hayırlı
27. ihbitû : inin
28. mısran : büyük bir şehir veya Mısır ülkesi
29. fe : o zaman, böylece, öyle ise
30. inne lekum : muhakkak ki sizin için, size
31. mâ : şey(ler)
32. seeltum : siz istediniz
33. ve duribet : ve vuruldu (damga)
34. aleyhim : onların üzerine
35. ez zilletu : zillet, hakirlik, alçaklık ve aşağılık
36. ve el meskenetu : ve düşkünlük, fakirlik, sefalet
37. ve bâu : ve uğradılar
38. bi gadabin : gazapla, öfkeyle
39. min allâhi : Allah'tan
40. zâlike : işte bu
41. bi : ile
42. enne-hum : onların olduğu
43. kânû : oldular
44. yekfurûne : inkâr ediyorlar
45. bi âyâtillâhi (âyâti allâhi) : Allah'ın âyetleri
46. ve yaktulûne : ve öldürüyorlar
47. en nebiyyîne : peygamberler
48. bi gayri : olmaksızın
49. el hakkı : hak
50. zâlike bi mâ : işte bu şey sebebiyle, dolayısıyla
51. asav : isyan ettiler
52. ve kânû : ve oldular
53. ya'tedûne : haddi aşıyorlar



62*
إِنَّ الَّذِينَ ءَامَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ ءَامَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim--- İnnellezine amenu vellezine hadu ven nesara ves sabiine men amene billahi vel yevmil ahiri ve amile salihan fe lehum ecruhum inde rabbihim ,ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenûn: Şüphe yok ki iman edenler ve Yehudîler, Nasranîler, Sabiîler bunlardan her kim Allaha ve Ahıret gününe hakikaten iman eder ve salih bir amel işlerse elbette bunların Rableri yanında ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun olacak değillerdir

1. inne ellezîne : muhakkak ki, hiç şüphesiz onlar
2. âmenû : âmenû oldular (Allah'a ulaşmayı dilediler)
3. ve ellezîne : ve o kimseler, onlar
4. hâdû : yahudiler
5. ve en nasârâ : ve hristiyanlar
6. ve es sâbiîne : ve meleklere veya yıldızlara tapanlar
7. men : kim, kimse(ler)
8. âmene : âmenû oldu (Allah'a ulaşmayı diledi), îmân etti, inandı
9. biallâhi (bi allâhi) : Allah'a
10. ve el yevmi el âhiri : ve son gün, ve sonraki gün, ruhun Allah'a ulaşma günü
11. ve amile sâlihan : ve salih amel, ıslâh edici (nefsi tezkiye edici) amel yaptı
12. fe : artık, böylece
13. lehum : onlar için, onların
14. ecru-hum : ecirleri, mükâfatları
15. inde : yanında, katında
16. rabbi-him : onların Rabbi, Rab'leri
17. ve lâ havfun : ve korku yoktur
18. aleyhim : onlara
19. ve lâ hum yahzenûne : ve onlar mahzun olmazlar



63*
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُوا مَا ءَاتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Resim--- Ve iz ehazna misakakum ve rafa'na fevkakumut tur, huzu ma ateynakum bi kuvvetiv vezkuru ma fihi leallekum tettekûn: Bir vakit de misakınızı almıştık, ve Turu üstünüze kaldırıp demiştik ki verdiğimiz kitabı kuvvetle tutun ve içindekinden gafil olmayın, gerek ki korunursunuz

1. ve iz : ve olmuştu, olduğu zaman
2. ehaznâ : almıştık
3. mîsâka-kum : sizin misakleriniz, yeminleriniz
4. ve refa'-nâ : ve biz yükselttik, kaldırdık
5. fevka-kum : sizin üstünüze
6. et tûra : Tur
7. huzû : alın, sarılın, kendinize maledin
8. mâ ateynâ-kum : size verdiğimiz şeyler
9. bi kuvvetin : kuvvetle
10. ve uzkurû : ve hatırlayın
11. mâ : şey(ler)
12. fî-hi : onun içinde
13. lealle-kum : umulur ki siz, böylece siz
14. tettekûne : takva sahibi olursunuz



64*
ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنْتُمْ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Resim--- Sümme tevelleytum mim ba'di zalik, fe lev la fadlullahi aleykum ve rahmetuhu lekuntum minel hasirîn : sonra onun arkasından yüz çevirdiniz, eğer üzerinize Allahın fazl-ü rahmeti olmasa idi her halde hüsrana düşenlerden olurdunuz

1. summe : sonra
2. tevelleytum : siz döndünüz
3. min : den
4. ba'di zâlike : bundan sonra
5. fe : işte, artık, böylece
6. lev lâ : eğer olmasaydı
7. fadlu allahi : Allah'ın fazlı
8. aleykum : size, sizin üzerinize
9. ve : ve
10. rahmetu-hu : onun rahmeti
11. le : elbette
12. kuntum : siz oldunuz
13. min : den
14. el hâsirîne : hüsrana düşenler, hüsranda olanlar


65*
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ
Resim--- Ve le kad alimtumullezina'tedev minkum fis sebti fe kulna lehum kunu kiradeten hasiîn: içinizden sebt -istirahat- günü tecavüz edenleri elbette bilirsiniz biz onlara sefil maymunlar olun dedik

1. ve lekad : ve andolsun
2. alimtum : siz bildiniz
3. ellezîne : o kimseler, onlar
4. i'tedev : hakka tecavüz ettiler, haddi aştılar
5. min-kum : sizden
6. fî es sebti : cumartesi gününde
7. fe : artık, böylece, bunun üzerine
8. kulnâ : biz dedik
9. lehum : onlara
10. kûnû : olun
11. kıradeten : maymun
12. hasiîne : zelil, hakir, kovulmuş olanlar



66*
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقِينَ
Resim--- Fe cealnaha nekalel li ma beyne yedeyha ve ma halfeha ve mev'izatel lil muttekîn: ve bu ukubeti önündekilere ve arkasındakilere bir dersi ibret ve korunacaklara bir va'z-u nasıhat olmak üzere yaptık

1. fe : artık, böylece
2. cealnâ-hâ : biz onu kıldık
3. nekâlen : nakledilecek olay, ibret
4. li mâ : şey(ler) için, kimseler için
5. beyne : arasında
6. yedey-hâ (beyne yedeyha) : onun elleri (onun önündeki)
7. ve mâ : ve şey(ler), kimseler
8. halfe-hâ : onun arkasında
9. ve mev'ızaten : ve vaaz, öğüt, nasihat
10. li el muttakîne : takva sahipleri için



67*
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً قَالُوا أَتَتَّخِذُنَا هُزُوًا قَالَ أَعُوذُ بِاللَّهِ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ
Resim--- Ve iz kale musa li kavmihi innellahe ye'murukum en tezbehu bekarah, kalu etettehizuna huzuva ,kale euzu billahi en ekune minel cahilîn: Bir vakit de Musa kavmine demişti: Allah size bir bakare boğazlamanızı emrediyor, ay dediler: Bizi eğlence yerine mi koyuyorsun? Dedi: Allaha sığınırım öyle cahillere katılmaktan

1. ve : ve
2. iz : olmuştu, olduğu zaman
3. kâle : dedi
4. mûsâ : Musa
5. li : ... e
6. kavmi-hî : onun kavmi, kendi kavmi
7. inne : muhakkak ki, hiç şüphesiz
8. allâhe : Allah
9. ye'muru-kum : size emrediyor
10. en tezbehû : kesmenizi
11. bakaraten : bir inek
12. kâlû : dediler
13. e : mi
14. tettehızu-nâ : bizi ediniyorsun
15. huzuven : alay konusu
16. kâle : dedi
17. eûzu : ben sığınırım
18. billâhi (bi allâhi) : Allah'a
19. en ekûne : olmak (benim olmam)
20. min : den
21. el câhilîne : cahiller



68*
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَ قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا فَارِضٌ وَلَا بِكْرٌ عَوَانٌ بَيْنَ ذَلِكَ فَافْعَلُوا مَا تُؤْمَرُونَ
Resim--- Kalud'u lena rabbeke yubeyyil lena ma hiy, kale innehu yekulu inneha bekaratul la fariduv ve la bikr, avanum beyne zalik, fef'alu ma tu'merûn: dediler; bizim için rabbine dua et nedir o? Bize beyan etsin, dedi: Rabbim şöyle buyuruyor: Bir bakare ki ne farımış ne bakir, ikisi ortası bir dinç, haydi emrolunduğunuz işi yapın

1. kâlû : dediler
2. ûd'u : dua et
3. lenâ : bize, bizim için
4. rabbe-ke : senin Rabbin
5. yubeyyin : açıklasın
6. lenâ : bize
7. mâ : ne, nasıl
8. hiye : o
9. kâle : dedi
10. inne-hu : muhakkak ki o, şüphesiz o
11. yekûlu : diyor, söylüyor
12. inne-hâ : muhakkak ki o
13. bakaratun : bir inek
14. lâ fâridun : yaşlı olmayan
15. ve : ve
16. lâ bikrun : çok genç olmayan
17. avânun : orta yaşta
18. beyne zâlike : bu (ikisi) arasında
19. fe : artık, böylece
20. if'alû : yapın
21. mâ : şey
22. tu'merûne : emrolundunuz



69*
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاءُ فَاقِعٌ لَوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ
Resim--- Kalud'u lena rabbeke yubeyyil lena ma levnuha, kale innehu yekulu inneha bekaratun safrau fakiul levnuha tesurrun nazirîn: bizim için dediler: Rabbine dua et, rengi ne imiş bize beyan etsin, Rabbim, dedi, Şöyle buyuruyor: Bir bakare ki sapsarı, rengi bakanlara sürur verir

1. kâlû ûd'u : dua et dediler
2. lenâ rabbe-ke : bizim için Rabbine
3. yubeyyin : açıklasın
4. lenâ : bize
5. mâ : ne, nasıl
6. levnu-hâ : onun rengi
7. kâle : dedi
8. inne-hu : muhakkak ki o, şüphesiz o
9. yekûlu : diyor, söylüyor
10. inne-hâ : muhakkak ki o, şüphesiz o
11. bakaratun safrâu : sarı bir inek
12. fâkiun : parlak, canlı
13. levnu-hâ : onun rengi
14. tesurru : sürur, ferahlık, huzur verir (hoşa gider)
15. en nâzirîne : nazar edenler, görenler, bakanlar



70*
قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَ إِنَّ الْبَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَا وَإِنَّا إِنْ شَاءَ اللَّهُ لَمُهْتَدُونَ
Resim--- Kalud'u lena rabbeke yubeyyil lena ma hiye innel bekara teşabehe aleyna, ve inna in şaellahu le muhtedûn:
dediler: Bizim için rabbine dua et nedir o bize beyan etsin, çünkü o bakare bize müteşabih geldi, Maamafih Allah dilerse elbette buluruz

1. kâlû : dediler
2. ûd'u : dua et
3. lenâ rabbe-ke : bizim için Rabbine
4. yubeyyin : açıklasın
5. lenâ : bize
6. mâ : ne, nasıl
7. hiye inne : muhakkak ki bu
8. el bakara : inek
9. teşâbehe : teşbih edildi, benzetmesi yapıldı (belli oldu)
10. aleynâ : bize
11. ve in-nâ : ve muhakkak biz, hiç şüphesiz biz
12. in şâe allâhu : Allah dilerse
13. le muhtedûne : elbette hidayete erenler, ulaşanlar


71*
قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا ذَلُولٌ تُثِيرُ الْأَرْضَ وَلَا تَسْقِي الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لَا شِيَةَ فِيهَا قَالُوا الْآنَ جِئْتَ بِالْحَقِّ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُوا يَفْعَلُونَ
Resim--- Kale innehu yekulu inneha bekaratul la zelulun tusirul erda ve la teskil hars, musellemetul laşiyete fiha, kalul ane ci'te bil hakk, fe zebehuha ve ma kadu yef'alûn: Rabbim, dedi: Şöyle buyuruyor: Bir bakare ki ne koşulur arazi sürer ne de ekin sular, salma, hiç alacası yok, işte dediler, şimdi hak ile geldin, bunun üzerine o bakareyı boğazladılar, ki az kaldı yapmıyacaklardı

1. kâle : dedi
2. inne-hu : muhakkak ki o, hiç şüphesiz o
3. yekûlu innehâ : diyor
4. bakaratun : bir inek
5. lâ zelûlun : zelil değil, boyunduruk altına
6. tusîru : toprağı sürer
7. el arda : arazi, yer, toprak
8. ve lâ teskî : ve sulamaz
9. el harse : ekin (tarla)
10. musellemetun : salınmış, serbest bırakılmış
11. lâ şiyete : leke yoktur
12. fî-hâ : onda
13. kâlû : dediler
14. el'âne : şimdi
15. ci'te : geldin
16. bi el hakkı : hak ile, gerçekle
17. fe : böylece, bunun üzerine
18. zebehû-hâ : onu boğazladılar, kestiler
19. ve mâ kâdû yef'alûne : ve neredeyse yapmayacaklardı



72*
وَإِذْ قَتَلْتُمْ نَفْسًا فَادَّارَأْتُمْ فِيهَا وَاللَّهُ مُخْرِجٌ مَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ
Resim--- Ve iz kateltum nefsen feddara'tum fiha, vallahu muhricum ma kuntum tektumûn: Ve o vakit bir kimse katletmiştiniz de hakkında biribirinizle atışmış, üstünüzden atmıştınız, halbuki Allah sakladığınızı çıkaracaktı

1. ve iz kateltum : ve öldürmüştünüz
2. nefsen : bir nefs, bir kişi
3. feddâre'tum (fe eddâre'tum) : sonra da başınızdan savdınız,
4. fî-hâ : onun hakkında, o konuda
5. ve allâhu : ve Allah
6. muhricun : çıkaran
7. mâ kuntum tektumûne : sizin gizlemiş olduğunuz şeyi



73*
فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا كَذَلِكَ يُحْيِي اللَّهُ الْمَوْتَى وَيُرِيكُمْ ءَايَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Resim--- Fe kulnadribuhu bi ba'diha, kezalike yuhyillahul mevta ve yurikum ayatihi leallekum ta'kilûn: onun için dedik ki o bakaranın bir parçasile o maktule vurun, işte böyle Allah ölüleri diriltir ve size âyetlerini gösterir gerek ki akıllanasınız

1. fe kulnâ : o zaman biz dedik
2. ıdribû-hu : ona vurun
3. bi ba'dı-hâ : onun bir kısmı ile
4. kezâlike : işte böylece, bunun gibi
5. yuhyî allâhu : Allah diriltir
6. el mevtâ : ölü
7. ve yurî-kum : ve size gösterir
8. âyâti-hi : onun âyetleri, mucizeleri
9. leallekum : umulur ki böylece siz
10. ta'kılûne : akıl edersiniz



74*
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Resim--- Sümme kaset kulubukum mim ba'di zalike fe hiye kel hicarati ev eşeddu kasveh, ve inne minel hicarati lema yetefecceru minhul enhar, ve inne minha lema yeşşekkaku fe yahrucu minhul ma', ve inne minha lema yehbitu min haşyetillah, ve mallahu bi ğafilin amma ta'melûn : sonra bunun arkasından kalbleriniz katılaştı, şimdi onlar taşlar gibi hattâ daha duygusuz, çünkü taşların öylesi var ki içinde nehirler kaynıyor, öylesi var ki çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor ve öylesi var ki Allahın haşyetinden yerlerde yuvarlanıyor, sizler ise neler yapıyorsunuz Allah gafil değil

1. summe : sonra
2. kaset : kasiyet bağladı, katılaştı
3. kulûbu-kum : sizin kalpleriniz
4. min ba'di : sonradan, sonra
5. zâlike : işte bu
6. fe : artık, öyle ki
7. hiye : o
8. ke : gibi
9. el hıcâreti : taşlar
10. ev : veya
11. eşeddu : daha şiddetli
12. kasveten : kasvetli, katılaşmış
13. ve inne : ve hiç şüphesiz, muhakkak
14. min el hıcâreti : taşlardan
15. lemâ : olduğu zaman, öyle ki, fakat (hatta)
16. yetefecceru : çıkar, fışkırır (kaynar)
17. min-hu : ondan,
18. el enhâru : nehirler, ırmaklar
19. ve inne min-hâ : ve muhakkak ondan
20. lemâ : olduğu zaman, öyle ki, fakat (hatta)
21. yeşşakkaku : yarılır
22. fe : o zaman, böylece
23. yahrucu : çıkar
24. min-hu : ondan
25. el mâu : su
26. ve inne min-hâ : ve muhakkak ondan
27. lemâ : olduğu zaman, öyle ki, fakat (hatta)
28. yehbitu : düşer (aşağı yuvarlanır)
29. min haşyete : haşyet duygusundan, korkusundan
30. allâhi : Allah
31. ve mâ allâhu : ve Allah değildir
32. bi gâfilin : gâfil, gaflette, habersiz
33. ammâ (an mâ) : onlardan (o şeylerden)
34. ta'melûne : yaptıklarınız şeylerden



75*
أَفَتَطْمَعُونَ أَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللَّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Resim--- E fetatmeune ey yu'minu lekum ve kad kane ferikum minhum yesmeune kelamellahi summe yuharrifunehu mim ba'di ma akaluhu ve hum ya'lemûn: Şimdi bunların size iman edivereceklerini ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan bir fırka vardı ki Allahın kelâmını işitirlerdi de akılları aldıktan sonra onu bile bile tahrif ederlerdi

1. e fe tatmeûne : umuyor musunuz
2. en yu'minû : inanmaları
3. lekum : size
4. ve kad kâne : ve olmuştu
5. ferîkun : bir fırka, bir grup
6. min-hum : onlardan
7. yesmeûne : işitirler
8. kelâm : kelâm, söz
9. allâhi : Allah
10. summe : sonra
11. yuharrifûne-hu : onu tahrif ederler, değiştirirler
12. min ba'di : sonradan, ondan sonra
13. mâ : şey
14. akalû-hu : onu akıl ettiler, onu anladılar
15. ve hum : ve onlar
16. ya'lemûne : biliyorlar


76*
وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ ءَامَنُوا قَالُوا ءَامَنَّا وَإِذَا خَلَا بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ قَالُوا أَتُحَدِّثُونَهُمْ بِمَا فَتَحَ اللَّهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَاجُّوكُمْ بِهِ عِنْدَ رَبِّكُمْ أَفَلَا تَعْقِلُونَ
Resim--- Ve iza lekullezine amenu kalu amenna, ve iza hala ba'duhum ila ba'din kalu etuhaddisunehum bi ma fetehallahu aleykum li yuhaccukum bihi inde rabbikum, e fe la ta'kilûn: Hem iman edenlere rast geldiklerinde «amenna» derler. Birbirleriyle halvet yaptıklarında da «rabbinizin huzurunda aleyhinize huccet edinsinler diye mi tutup Allahın size açtığı hakikati onlara söylüyorsunuz? aklınız yok mu be?» dediler

1. ve izâ : ve olduğu zaman
2. lekû : mülâki oldular, karşılaştılar
3. ellezîne : o kimseler, onlar
4. âmenû : âmenû oldular, îmân ettiler
5. kâlû : dediler
6. âmennâ : biz âmenû olduk, îmân ettik
7. ve izâ halâ : ve yalnız kaldıkları zaman
8. ba'duhum ilâ ba'din : onların bazıları diğerlerine, birbirlerine
9. kâlû : dediler
10. e tuhaddisûne-hum : onlara anlatıyor musunuz, haber mi
11. bi mâ : o şeyi, onu
12. feteha : açtı
13. allâhu : Allah
14. aleykum : size
15. li : için, olsun diye
16. yuhâccû-kum : size (hüccet) delil gösteriyorlar
17. bi-hi : onunla, onu
18. inde rabbi-kum : Rabbinizin katında
19. e fe lâ ta'kılûne : hâlâ akıl etmiyor musunuz



77*
أَوَلَا يَعْلَمُونَ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ
Resim--- E ve la ya'lemune ennellahe ya'lemu ma yusirrune ve ma yu'linûn: Ya bilmezler mi de? ki onlar ne sır tutarlar ve ne i'lân ederlerse Allah hepsini bilir

1. e ve lâ ya'lemûne : ve bilmiyorlar mı
2. enne : olduğunu
3. allâhe : Allah
4. ya'lemu : bilir
5. mâ yusirrûne : sır olan, saklanan şeyler
6. ve mâ yu'linûne : ve alenî olan, açıklanan şeyler



78*
وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلَّا أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ
Resim--- Ve minhum ummiyyune la ya'lemunel kitabe illa emaniyye ve in hum illa yezunnûn: Bunların bir de ümmî kısmı vardır, kitabı, kitabeti bilmezler, ancak bir takım kuruntu yığını ümniyyeler kurar ve sırf zann ardında dolaşırlar

1. ve min-hum : ve onlardan (onların bir kısmı)
2. ummiyyûne : ümmîler, okuma yazma bilmeyenler
3. lâ ya'lemûne : bilmezler
4. el kitâbe : kitabı
5. illâ : sadece, ancak, den başka
6. emâniyye : emaniyye, kişilerin kendilerinin yazdığı kitaplar, zan, temenni
7. ve in hum illâ : ve onlar sadece
8. yezunnûne : zannederler



79*
فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ لِيَشْتَرُوا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ
Resim--- Fe veylul lillezine yektubunel kitabe bi eydihim sümme yekulune haza min indillahi li yeşteru bihi semenen kalila, fe veylul lehum mimma ketebet eydihim ve veylul lehum mimma yeksibûn : Artık vay o kimselere ki kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz para almak için «bu, Allah tarafındandır» derler, artık vay o ellerinin yazdıkları yüzünden onlara, vay o kazandıkları vebal yüzünden onlara

1. fe : artık
2. veylun : yazıklar olsun, vay haline
3. lillezîne (li ellezîne) : o kimselere, onlara
4. yektubûne : yazarlar
5. el kitâbe : kitap
6. bi eydî-him : elleriyle
7. summe : sonra
8. yekûlûne : derler
9. hâzâ : bu
10. min indillâhi (inde allâhi) : Allah'ın katından
11. li yeşterû : satmak için
12. bi-hi : onu
13. semenen : bedel, ücret
14. kalîlen : az
15. fe : artık
16. veylun : yazıklar olsun, vay haline
17. lehum : onlara
18. mimmâ (min mâ) : şey(ler)den
19. ketebet : yazdı
20. eydî-him : onların elleri, kendi elleri
21. ve veylun : ve yazıklar olsun, vay haline
22. lehum : onlara
23. mimmâ (min mâ) : şey(ler)den
24. yeksibûne : iktisap ediyorlar, kazanıyorlar
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

80*
وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَةً قُلْ أَتَّخَذْتُمْ عِنْدَ اللَّهِ عَهْدًا فَلَنْ يُخْلِفَ اللَّهُ عَهْدَهُ أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Resim--- Ve kalu len temessenen naru illa eyyamem ma'dudeh, kul ettehaztum indellahi ahden fe ley yuhlifellahu ahdehu em tekulune alellahi ma la ta'lemûn: Bir de dediler: Bize sayılı bir kaç günden maada asla ateş dokunmaz. Siz de Allahtan bir ahit aldınız mı? Böyle ise Allah asla ahdinde hulfetmez, yoksa Allaha karşı bilemiyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?

1. ve kâlû : ve dediler
2. len temesse-nâ : bize dokunmaz
3. en nâru : ateş
4. illâ : ancak, sadece, den başka
5. eyyâmen : günler
6. ma'dûdete : ma'dûd, adetli, sayılı
7. kul : de, söyle
8. ettehaztum (e ittehaztum) : siz edindiniz mi
9. inde allâhi : Allah'ın katı
10. ahden : bir ahd, kesin söz
11. fe : o zaman
12. len yuhlife : asla değiştirilmez
13. allâhu : Allah
14. ahde-hû : onun ahdi, ahdini
15. em : veya, yoksa
16. tekûlûne : söylüyorsunuz
17. alâllâhi (alâ allâhi) : Allah'a
18. mâ lâ ta'lemûne : bilmediğiniz bir şey


81*
بَلَى مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim--- Bela men kesebe seyyietev ve ehatat bihi hatietuhu fe ulaike ashabun nar, hum fiha halidûn : Evet kim bir seyyie kesbetmiş de hatîesi kendini her taraftan kuşatmış ise işte öyleler, ateş ehli, hep onda muhalleddirler

1. belâ : bilâkis, hayır, öyle değil
2. men : kimse
3. kesebe : kazandı
4. seyyieten : günah
5. ve ehâtat : ve kuşattı
6. bi-hi : onu
7. hatîetu-hu : onun hataları
8. fe : artık
9. ulâike : işte onlar
10. ashâbu en nâri : ateş halkı
11. hum : onlar
12. fî-hâ hâlidûne : orada devamlı kalacak olanlardır



82*
وَالَّذِينَ ءَامَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim--- Vellezine amenu ve amilus salihati ulaike ashabul cenneh, hum fiha halidûn: iman edip salih salih ameller işleyenler, öyleler de işte cennet ehli hep onda muhalledler

1. ve ellezîne : ve o kimseler, onlar
2. âmenû : âmenû oldular, îmân ettiler
3. ve amilû es sâlihâti : ve ıslâh edici amel (nefs tezkiyesi) yaptılar
4. ulâike : işte onlar
5. ashâbu el cenneti : cennet halkı
6. hum : onlar
7. fî-hâ : orada
8. hâlidûne : devamlı kalacak olanlardır



83*
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لاَ تَعْبُدُونَ إِلاَّ اللّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُواْ لِلنَّاسِ حُسْناً وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنكُمْ وَأَنتُم مِّعْرِضُونَ
Resim--- Ve iz ehazna misaka beni israile la ta'budune illellahe ve bil valideyni ihsanev ve zil kurba vel yetama vel mesakini ve kulu lin nasi husnev ve ekîmus salate ve atuz zekah, sümme tevelleytum illa kalilem minkum ve entum mu'ridûn: Ve bir vakit İsrail oğullarının şöyle misakını aldık: Allahdan başkasına tapmıyacaksınız; ebeveyne ihsan, yakınlığı olanlara da, öksüzlere de, biçarelere de; nasa güzellik söyleyin; namazı kılın; zekâtı verin; sonra pek azınız müstesna sözünüzden döndünüz, hâlâ da dönüyorsunuz

1. ve iz ehaznâ : ve biz almıştık
2. mîsâka : misak, yemin, kesin söz
3. benî isrâîle : İsrailoğulları
4. lâ ta'budûne : kul olmayın
5. illâ allâhe : Allah'tan başka
6. ve bi el vâlideyni : ve ana-babaya
7. ihsânen : ihsanda bulunmak, iyi davranmak
8. ve zî : ve sahip
9. el kurbâ : yakınlar, akrabalar, hısımlar
10. ve el yetâmâ : ve yetimler
11. ve el mesâkîni : ve miskinler, çalışamaz durumdaki ihtiyarlar
12. ve kûlû : ve söyleyin, deyin
13. li en nâsi : insanlar için, insanlara
14. husnen : güzel, iyi
15. ve ekîmû es salâte : ve namazı ikame edin, gereği üzere kılın
16. ve âtû ez zekâte : ve zekât verin
17. summe : sonra
18. tevelleytum : siz yüz çevirdiniz
19. illâ : ancak, hariç, den başka
20. kalîlen : az
21. min-kum : sizden
22. ve entum : ve siz
23. mu'ridûne : yüz çevirenler



84*
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ لَا تَسْفِكُونَ دِمَاءَكُمْ وَلَا تُخْرِجُونَ أَنْفُسَكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ ثُمَّ أَقْرَرْتُمْ وَأَنْتُمْ تَشْهَدُونَ
Resim--- Ve iz ehazna misakakum la tesfikune dimaekum ve la tuhricune enfusekum min diyarikum sümme akrartum ve entum teşhedûn: Yine bir vakit misakınızı aldık; biribirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz, ve nüfusunuzu diyarınızdan çıkarmıyacaksınız, sonra siz buna ıkrar da verdiniz ve ıkrarınıza şahit de oldunuz

1. ve iz : ve olmuştu
2. ehaznâ : aldık
3. mîsâka-kum : sizin misakiniz (kesin sözünüz)
4. lâ tesfikûne : dökmeyin
5. dimâe-kum : kanlarınız
6. ve lâ tuhricûne : ve çıkarmayın
7. enfuse-kum : birbirinizi
8. min diyâri-kum : yurdunuzdan
9. summe : sonra
10. ekrartum : siz kabul ettiniz
11. ve entum : ve siz
12. teşhedûne : şahit olursunuz, şahadet edersiniz



85*
ثُمَّ أَنتُمْ هَـؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Resim--- Sümme entum haulai taktulune enfusekum ve tuhricune ferikam minkum min diyarihim, tezaherune aleyhim bil ismi vel udvan, ve iy ye'tukum usara tüfaduhum ve huve muharramun aleykum ihracuhum, e fe tu'minune bi ba'dil kitabi ve tekfurune bi ba'd, fe ma cezau mey yef'alu zalike minkum illa hizyun fil hayatid dünya, ve yevmel kiyameti yuraddune ila eşeddil azab, ve mallahu bi ğafilin amma ta'melûn : Sonra da sizler ta şunlarsınız ki kendilerinizi öldürüyorsunuz ve kendinizden bir firkayı diyarlarından çıkarıyorsunuz, aleyhlerinde ism-ü udvan ile birleşiyor tezahürde bulunuyorsunuz ve şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeğe kalkıyorsunuz, halbuki çıkarılmaları üzerinize haram kılınmış idi, ya siz kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmına küfür mü ediyorsunuz? Şu halde içinizden böyle yapanlar binnetice Dünya hayatında bir rüsvalıktan başka ne kazanırlar, kıyamet günü de en şiddetli azaba kakılırlar, Allah yaptıklarınızdan gafil değildir

1. summe entum : sonra siz
2. hâulâi : onlar
3. taktulûne : öldürüyorsunuz
4. enfuse-kum : kendileriniz, sizin nefsleriniz, birbiriniz
5. ve tuhricûne : ve çıkarıyorsunuz
6. ferîkan min-kum : sizden bir grup
7. min diyâri-him : kendi yurtlarından
8. tezâharûne : yardımlaşıyorsunuz
9. aleyhim : onlara karşı
10. bi el ismi : günah ile, günahta
11. ve el udvâni : ve düşmanlık
12. ve in ye'tû-kum : ve eğer size gelirse
13. usârâ : esirler
14. tufâdû-hum : onları fidye karşılığı değiştirirsiniz
15. ve huve : ve o
16. muharremun : haram kılınan, haram olan
17. aleykum : size
18. ihrâcu-hum : onların çıkarılması
19. e fe tu'minûne : o halde îmân mı ediyorsunuz
20. bi ba'di : bir kısmı
21. el kitâbi : kitap
22. ve tekfurûne : ve inkâr ediyorsunuz
23. bi ba'dın : bir kısmı
24. fe mâ cezâu : artık cezası değil
25. men : kişi, kimse
26. yef'alu : yapar
27. zâlike min-kum : işte sizden
28. illâ
(ma ... illa) : ancak, sadece, den başka
: (den başka değildir)
29. hızyun : rezillik
30. fî el hayâti ed dunyâ : dünya hayatında
31. ve yevme el kıyâmeti : ve kıyâmet günü
32. yureddûne : reddedilirler, iade edilirler, döndürülürler
33. ilâ eşeddi : en şiddetlisine
34. el azâbi : azap
35. ve mâ : ve değildir
36. allâhu : Allah
37. bi gâfilin : gâfil, farkına varmayan, bilmeyen
38. ammâ (an mâ) : şeylerden
39. ta'melûne : siz yaparsınız, yapıyorsunuz



86*
أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالْآخِرَةِ فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
Resim--- Ulaikellezineşteravul hayated dünya bil ahirati fe la yuhaffefu anhumul azabu ve la hum yunsarûn : Bunlar Ahıreti dünya hayatına satmış kimselerdir, onun için bunlardan azab hafiflendirilmez ve kendilerine bir yardım da olunmaz

1. ulâike ellezîne : işte o kimseler, onlar
2. eşteravu : satın aldılar
3. el hayâte ed dunyâ : dünya hayatı
4. bi el âhireti : ahiret ile
5. fe : o zaman
6. lâ yuhaffefu : hafifletilmez
7. an-hum : onlardan
8. el azâbu : azap
9. ve lâ hum yunsarûne : ve onlar yardım olunmazlar



87*
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِن بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ أَفَكُلَّمَا جَاءكُمْ رَسُولٌ بِمَا لاَ تَهْوَى أَنفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْ فَفَرِيقاً كَذَّبْتُمْ وَفَرِيقاً تَقْتُلُونَ
Resim--- Ve le kad ateyna musel kitabe ve kaffeyna mim ba'dihi bir rusuli ve ateyna isebne meryemel beyyinati ve eyyednahu bi ruhil kudus, e fe kullema caekum rasulum bima la tehva enfusukumustekbartum, fe ferikan kezzebtum ve ferikan taktülûn : Celâlim hakkı için: Musaya o kitabı verdik arkasından bir takım Peygamberlerle de takib ettik, hele Meryemin oğlu İsaya beyyineler verdik ve onu ruhülkudüs ile te'yit eyledik, ya artık size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emr ile bir Peygamber geldikçe her def'asında kafa tutarsınız kibrinize dokunduğu için kimine yalan der kimini öldürür müsünüz?

1. ve lekad : ve andolsun
2. âteynâ : biz verdik
3. mûsâ : Musa
4. el kitâbe : kitap
5. ve kaffeynâ : ve arkasından gönderdik, ardarda, ara vermeden
6. min ba'di-hî : ondan sonra
7. bi er rusuli : resûlleri
8. ve âteynâ : ve biz verdik
9. îsâ ibne meryeme : Meryem oğlu İsa
10. el beyyinâti : beyyineler, açık kanıtlar
11. ve eyyednâ-hu : ve biz onu destekledik
12. bi rûhi el kudusi : Ruh'ûl Kudüs ile
13. e fe : öyle mi, öyle ki
14. kullemâ : her sefer, her defa
15. câe-kum : size geldi
16. resûlun : resûl, elçi
17. bimâ : şey ile
18. lâ tehvâ : hoşlanmadınız
19. enfusu-kum : nefsleriniz
20. istekbertum : kibirlendiniz
21. fe ferîkan : böylece bir grup, bir kısmı
22. kezzebtum : yalanladınız
23. ve ferikan : ve bir grup, bazıları
24. taktulûne : öldürüyorsunuz



88*
وَقَالُوا قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ لَعَنَهُمُ اللَّهُ بِكُفْرِهِمْ فَقَلِيلًا مَا يُؤْمِنُونَ
Resim--- Ve kalu kulubuna ğulf, bel leanehumullahu bi kufrihim fe kalilem ma yu'minûn : «Bizim dediler: kalblerimiz gılıflıdır», öyle değil kâfirlikleri sebebile Allah onları lânetledi onun için az, pek az imana gelirler

1. ve kâlû : ve dediler
2. kulûbu-nâ : bizim kalbimiz
3. gulfun : kılıflı, örtülü
4. bel : hayır, bilâkis
5. leane-hum allâhu : Allah onları lânetledi
6. bi kufri-him : onların küfürleri, inkârları sebebi ile
7. fe : o zaman, bu yüzden
8. kalîlen mâ : ne kadar az, pek az
9. yu'minûne : îmân ediyorlar



89*
وَلَمَّا جَاءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُوا فَلَمَّا جَاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهِ فَلَعْنَةُ اللَّهِ عَلَى الْكَافِرِينَ
Resim--- Ve lemma caehum kitabum min indillahi musaddikul lima meahum ve kanu min kablu yesteftihune alellezine keferu, fe lemma caehum ma arafu keferu bih, fe la'netullahi alel kâfirîn : Yanlarındakini tasdıklamak üzere onlara Allah tarafından bir kitab gelince önceden küfredenlere karşı istimdad edib dururlarken o tanıdıkları kendilerine gelince tuttular ona küfrettiler imdi Allahın lâneti kâfirlerin boynuna

1. ve lemmâ : ve olduğu zaman
2. câe-hum : onlara geldi
3. kitâbun : bir kitap
4. min indillâhi (inde allâhi) : Allah'ın katından
5. musaddikun : tasdik edici, tasdik eden
6. limâ : şeyi
7. mea-hum : onların yanında
8. ve kânû : ve oldular, idiler
9. min kablu : önceden
10. yesteftihûne : fetih ve zafer isterler
11. alellezîne (alâ ellezîne) : onlara karşı
12. keferû : kâfirler
13. fe : sonra da, buna rağmen
14. lemmâ : olduğu zaman
15. câe-hum : onlara geldi
16. mâ arafû : bildikleri şey
17. keferû : inkâr ettiler
18. bi-hi : onunla
19. fe : böylece, bu sebeple, bu yüzden
20. la'netullâhi (la'netu allâhi) : Allah'ın lâneti
21. alâ : üzerine
22. el kâfirîne : kâfirler



90*
بِئْسَمَا اشْتَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ أَنْ يَكْفُرُوا بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ بَغْيًا أَنْ يُنَزِّلَ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ فَبَاءُوا بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُهِينٌ
Resim--- Bi'semeşterav bihi enfusehum ey yekfuru bi ma enzelellahu bağyen ey yunezzilellahu min fadlihi ala mey yeşau min ibadih, fe bau bi ğadabin ala ğadab, ve lil kâfirine azabum muhîn: Ne çirkindir o kendilerini sattıkları ki; Allahın kullarından dilediğine kendi fadlından vahiy indirmesine bağyederek, Allah ne indirdise hepsine küfrettiler de gadab üstüne gadaba değdiler ve o kâfirler için mühin bir azab var

1. bi'se mâ : ne kötü şey
2. işterav : sattılar, satın aldılar
3. bi-hi : onunla
4. enfuse-hum : onların nefsleri, kendileri
5. en yekfurû : inkâr etmeleri
6. bimâ enzele allâhu : Allah'ın indirdiği şeyle
7. bagyen : haset ederek, azgınlık ederek
8. en yunezzile : indirilmesi
9. allâhu : Allah
10. min fadli-hi : onun fazlından
11. alâ men yeşâu : dilediği kimseye
12. min ibâdi-hi : onun kullarından
13. fe bâû : böylece uğradılar
14. bi gadabin alâ gadabin : gazap üzerine gazap
15. ve li el kâfirîne : ve kâfirlere
16. azâbun : bir azap
17. muhînun : horlayıcı, alçaltıcı



91*
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ ءَامِنُوا بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا نُؤْمِنُ بِمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرُونَ بِمَا وَرَاءَهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَهُمْ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ أَنْبِيَاءَ اللَّهِ مِنْ قَبْلُ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ
Resim--- Ve iza kile lehum aminu bi ma enzelellahu kalu nu'minu bima unzile aleyna ve yekfurune bi ma veraehu ve huvel hakku musaddikal lima meahum, kul fe lime taktulune embiyaellahi min kablu in kuntum mu'minîn : «Allah ne indirdise iman edin» denildiği zaman da onlara «biz kendimize indirilene iman ederiz» derler de ötekine küfrederler, halbuki beraberlerindekini tasdık edecek hakk o, ya, de: İman ediyordunuz da niçin Allahın peygamberlerini öldürüyordunuz?

1. ve izâ : ve olduğu zaman
2. kîle lehum : onlara denildi
3. âminû : âmenû olun, îmân edin
4. bi mâ : şeye
5. enzele allâhu : Allah indirdi
6. kâlû : dediler
7. nu'minu : inanırız
8. bi mâ : şeye
9. unzile aleynâ : bize indirildi
10. ve yekfurûne : ve inkâr ediyorlar
11. bi mâ verâe-hu : onun arkasındaki şeyi
12. ve huve el hakku : ve o hak, gerçek
13. musaddikan : tasdik edici, tasdik eden
14. limâ : şeyi
15. mea-hum : onların yanında
16. kul : söyle, de
17. fe lime : o zaman niçin
18. taktulûne : öldürüyorsunuz
19. enbiyâe : nebîler, peygamberler
20. allâhi : Allah
21. min kablu : önceden, daha önce
22. in kuntum mu'minîne : eğer mü'minler iseniz




92*
وَلَقَدْ جَاءَكُمْ مُوسَى بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِهِ وَأَنْتُمْ ظَالِمُونَ
Resim--- Ve le kad caekum musa bil beyyinati sümmettehaztümul icle mim ba'dihi ve entum zalimûn : Celâlim hakkı için Musa size beyyinelerle gelmişti de arkasından tuttunuz danaya taptınız siz o zalimlersiniz

1. ve lekad : ve andolsun
2. câe-kum : size geldi
3. mûsâ : Musa
4. bi el beyyinâti : beyyinelerle, açık delillerle
5. summe ittehaztum : sonra siz edindiniz
6. el icle : buzağı
7. min ba'di-hi : ondan sonra
8. ve entum zâlimûne : ve siz zalimlersiniz



93*
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَأُشْرِبُواْ فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِهِ إِيمَانُكُمْ إِن كُنتُمْ مُّؤْمِنِينَ
Resim--- Ve iz ehazna misakakum ve rafa'na fevkakumut tur, huzu ma ateynakum bi kuvvetiv vesmeu, kalu semi'na ve asayna ve uşribu fi kulubihimul icle bi kufrihim, kul bi'sema ye'murukum bihi imanukum in kuntum mu'minîn : Bir vakit size verdiğimiz kitabı kuvvetle tutun ve dinleyin diye Turu tepenize kaldırıb misakınızı aldık, dinledik ısyan ettik dediler, ve küfürleriyle danayı kalblerinde iliklerine işlettiler, eğer, de: sizler mü'minlerseniz imanınız size ne çirkin şeyler emrediyor?

1. ve iz ehaznâ : ve biz almıştık
2. mîsâka-kum : sizin misakinizi, kesin sözünüzü
3. ve refa'nâ : ve yükselttik, kaldırdık
4. fevka-kum : sizin üstünüz
5. et tûra : Tur Dağı
6. huzû : alın
7. mâ âteynâ-kum : size verdiğimiz şey
8. bi kuvvetin : kuvvetle
9. ve ismeû : ve işitin, dinleyin
10. kâlû : dediler
11. semi'nâ : işittik
12. ve aseynâ : ve biz asi olduk, isyan ettik
13. ve uşribû : ve içirildiler, içlerine sindirildi, yerleştirildi
14. fî kulûbi-him : onların kalplerinin içine, kalplerine
15. el icle : buzağı
16. bi kufri-him : küfürleri sebebiyle
17. kul : söyle, de
18. bi'se mâ : ne kötü şey
19. ye'muru-kum : size emrediyor
20. bi-hi îmânu-kum : onunla sizin îmânınız
21. in kuntum mu'minîne : eğer mü'minler iseniz



94*
قُلْ إِنْ كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الْآخِرَةُ عِنْدَ اللَّهِ خَالِصَةً مِنْ دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
Resim--- Kul in kanet lekumud darul ahiratu indellahi halisatem min dunin nasi fe temennevul mevte in kuntum sadikîn: De ki Allah yanında Ahıret evi (Cennet) başkalarının değil de hassaten sizin ise, eğer davanız da sadıksanız, haydi ölümü ümniye edinin, canınıza minnet bilin

1. kul : de, söyle
2. in kânet : eğer ise
3. lekum : sizin için, sizin
4. ed dâru el âhiretu : ahiret yurdu
5. indallâhi (inde allâhi) : Allah'ın katı
6. hâlisaten : halis, özel
7. min dûni en nâsi : diğer insanlardan başka
8. fe temennevû : o zaman temenni edin
9. el mevte : ölüm
10. in kuntum : eğer siz iseniz
11. sâdikîne : sadıklar, doğru söyleyenler



95*
وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
Resim--- Ve ley yetemennevhu ebedem bima kaddemet eydihim, vallahu alimum biz zalimîn: fakat ellerinden çıkan işler dururken onu hiç bir zaman temenni edemezler, Allah bilir o zalimleri

1. ve len : ve asla
2. yetemennev-hu : onu temenni etmezler
3. ebeden : sonsuza kadar, ebediyyen
4. bi-mâ : şey ile, sebebiyle
5. kaddemet : takdim etti
6. eydî-him : onların elleri, elleri
7. ve allâhu : ve Allah
8. alîmun : en iyi bilen
9. bi ez zâlimîne : zalimleri



96*
وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُوا يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنَ الْعَذَابِ أَنْ يُعَمَّرَ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
Resim--- Ve le tecidennehum ahrasan nasi ala hayah, ve minellezine eşraku yeveddu ehaduhum lev yuammeru elfe seneh, ve ma huve bi muzahzihihi minel azabi ey yuammer, vallahu besırum bima ya'melûn : her halde onları insanların hayata en harisı, müşriklerden de haris bulacaksın, her biri arzu eder ki bin sene mu'ammer olsa, halbuki mu'ammer olmak kendisini azabdan uzaklaştıracak değil Allah görüyor onlar neler yapıyorlar

1. ve le tecidenne-hum : ve mutlaka onları bulursun
2. ahrasa : en hırslı, çok hırslı
3. en nâsi : insanlar
4. alâ hayâtin : hayat üzerine, hayata karşı
5. ve min ellezîne : ve o kimselerden, onlardan
6. eşrakû : Allah'a ortak koştular, şirk koştular 7 - yeveddu
7. ehadu-hum : onların herbiri
8. lev yuammeru : şâyet ömürlendirilse
9. elfe senetin : bin sene
10. ve mâ huve : ve o değildir
11. bi muzahzihı-hi : onu uzaklaştırıcı
12. min el azâbi : azaptan
13. en yuammere : ömürlendirilmek, ömürlendirilmesi
14. ve allâhu : ve Allah
15. basîrun : hakkıyla gören
16. bi-mâ : şeyi
17. ya'melûne : yapıyorlar



97*
قُلْ مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللَّهِ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
Resim--- Kul men kane aduvvel licibrile fe innehu nezzelehu ala kalbike bi iznillahi musaddikal lima beyne yedeyhi ve hudev ve buşra lil mu'minîn: Söyle, her kim Cibrile düşman ise bilsin ki o, o Kur'anı senin kalbin üzerine Allahın iznile indirdi, önündekileri tasdıklayıcı ve mü'minlere bir hidayet ve bişaret olmak için

1. kul : de
2. men : kim
3. kâne : oldu
4. aduvven : düşman
5. li cibrîle : Cebrail'e
6. fe : artık
7. inne-hu : muhakkak ki o
8. nezzele-hu : onu indirdi
9. alâ : üzerine, ... e
10. kalbi-ke : senin kalbin
11. bi izni allâhi : Allah'ın izniyle
12. musaddikan : tasdik eden
13. li-mâ : şeyi
14. beyne yedey-hi : onun elleri arasında, onun önünde
15. ve huden : ve hidayet edici, hidayet eden
16. ve buşrâ : ve müjde
17. li el mu'minîne : mü'minler için, mü'minlere



98*
مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللَّهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرِينَ
Resim--- Men kane aduvvel lillahi ve melaiketihi ve rusulihi ve cibrile ve mikale fe innellahe aduvvul lil kâfirîn : her kim Allaha ve Allahın Meleklerine ve Resullerine ve Cibrile ve Mi'kale duşman olur ise bilsin ki Allah kâfirlerin duşmanıdır

1. men : kimse, kim
2. kâne : oldu, idi
3. aduvven : düşman
4. lillâhi (li allâhi) : Allah'a
5. ve melâiketi-hi : ve onun melekleri
6. ve rusuli-hi : ve onun resûlleri
7. ve cibrîle : ve Cebrail
8. ve mîkâle : ve Mikail
9. fe innallâhe (inne allâhe) : o zaman hiç şüphesiz Allah
10. aduvvun : düşman
11. li el kâfirîne : kâfirler için, kâfirlere



99*
وَلَقَدْ أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ ءَايَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلَّا الْفَاسِقُونَ
Resim--- Ve le kad enzelna ileyke ayatim beyyinat, ve ma yekfuru biha illel fasikûn : Şanım hakkı için sana çok açık âyetler: parlak mu'cizeler indirdik öyle ki iman sahasından uzaklaşmış fasıklardan başkası onlara kâfirlik etmez

1. ve lekad : ve andolsun
2. enzelnâ : biz indirdik
3. ileyke : sana
4. âyâtin : âyetler
5. beyyinâtin : beyan edilenler, beyyineler, deliller
6. ve mâ yekfuru : ve inkâr etmezler
7. bi-hâ : onu
8. illâ : ancak, sadece, den başka
9. el fâsikûne : fasıklar, îmân ettikten sonra küfre (fıska) düşenler



100*
أَوَكُلَّمَا عَاهَدُوا عَهْدًا نَبَذَهُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Resim--- E ve kullema ahedu ahden nebezehu ferikum minhum, bel ekseruhum la yu'minûn: ya o fasıklar hem bunları tanımıyacaklar hem de ne zaman bir ahd üzerine muahede yapsalar her def'asında mutlaka içlerinden bir güruh onu bozup atıverecek öyle mi? hattâ az bir güruh değil ekserisi ahd tanımaz imansızlar

1. e : mı
2. ve kullemâ : ve her defa, her sefer, her zaman
3. âhedû : ahid yaptılar, anlaştılar
4. ahden : ahd, antlaşma
5. nebeze-hu : onu attı, bozdu
6. ferîkun : fırka, kısım, zümre 7 - min-hum
7. bel : hayır aksine, evet aksine, öyle değil
8. ekseru-hum : onların çoğu
9. lâ yu'minûne : mü'min olmazlar, îmân etmezler


101*
وَلَمَّا جَاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَرِيقٌ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ كِتَابَ اللَّهِ وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ كَأَنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Resim--- Ve lemma caehum rasulum min indillahi musaddikul lima meahum nebeze ferikum minellezine utul kitab, kitabellahi verae zuhurihim ke ennehum la ya'lemûn : hem Allah tarafından onlara beraberlerindekini tasdikleyici bir Peygamber gelince, eski kitab verilenlerden bir kısmı Allahın kitabını, omuzlarının arkasına attılar sanki bilmiyorlarmış gibi de

1. ve lemmâ : ve olduğu zaman
2. câe-hum : onlara geldi
3. resûlun : bir resûl
4. min indillâhi (indi allahi) : Allah'ın katından
5. musaddikun : tasdik eden
6. limâ : şeyi
7. mea-hum : onlarla beraber, onların yanında
8. nebeze : attı
9. ferîkun : bir fırka, bir zümre, bir kısım
10. min ellezîne : o kimselerden, onlardan
11. ûtû : verildiler
12. el kitâbe : kitap
13. kitâbe allâhi : Allah'ın
14. verâe : arka
15. zuhûri-him : onların arkaları, arkalarına
16. ke : gibi, sanki
17. enne-hum : onların olduğu
18. lâ ya'lemûne : bilmiyorlar



102*
وَاتَّبَعُواْ مَا تَتْلُواْ الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَـكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُواْ يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُواْ لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
Resim--- Vettebeu ma tetluş şeyatînu ala mulki suleyman, ve ma kefera suleymanu ve lakinneş şeyatîne keferu yuallimunen nases sihr, ve ma unzile alel melekeyni bi babile harute ve marut, ve ma yuallimani min ehadin hatta yekula innema nahnu fitnetun fe la tekfur, fe yeteallemune minhuma ma yuferrikune bihi beynel mer'i ve zevcih, ve ma hum bi darrine bihi min ehadin illa bi iznillah, ve yeteallemune ma yedurruhum ve la yenfeuhum, ve le kad alimu le menişterahu ma lehu fil ahirati min halak, ve le bi'se ma şerav bihi enfusehum, lev kanu ya'lemûn.: tuttular Süleyman mülküne dair Şeytanların uydurup takib etdikleri şeylerin ardına düştüler, halbuki Süleyman küfretmedi ve lâkin o şeytanlar küfr ettiler, nasa sihir ta'lim ediyorlar ve Babilde Harut Marut iki melek üzerine indirilen şeyleri öğretiyorlardı, halbuki o ikisi «biz ancak bir imtihan için gönderildik sakın sihir yapmayı tecviz edib de kâfir olma» demedikce bir kimseye öğretmezlerdi, işte bunlardan kişi ile zevcesinin arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı, fakat Allahın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilir değillerdi, kendilerine zarar verecek, menfaati olmıyacak bir şey öğreniyorlardı, kasem olsun onu her kim satın alsa her halde onun Ahırette bir nasibi yok, bunu muhakkak bilmişlerdi amma canlarını sattıkları o şey ne çirkin bir şeydi onu bilselerdi

1. ve ittebeû : ve tâbi oldular, uydular
2. mâ tetlû : okunan şey
3. eş şeyâtînu : şeytanlar
4. alâ mulki : mülküne, hükümdarlığına
5. suleymâne : Süleyman
6. ve mâ kefere : ve inkâr etmedi, örtmedi, kâfir olmadı
7. suleymânu : Süleyman
8. ve lâkinne : ve lâkin, fakat
9. eş şeyâtîne : şeytanlar
10. keferû : inkâr ettiler, örttüler, kâfir oldular
11. yuallimûne : öğretiyorlar
12. en nâse : insanlar
13. es sihrâ : sihir, büyü
14. ve mâ unzile : ve indirilen şey
15. alâ el melekeyni : iki meleğe
16. bi bâbile : Babil'de, Babil
17. hârûte ve mârûte : Harut ve Marut, iki meleğin isimleri
18. ve mâ yuallimâni : ve o ikisi öğretmiyorlar
19. min ehadin : bir kimse
20. hattâ : olmadıkça
21. yekûlâ : (ikisi) söylüyorlar
22. innemâ : ama, fakat, sadece
23. nahnu : biz
24. fitnetun : bir fitne, bir imtihan
25. fe : o zaman, öyleyse, o halde
26. lâ tekfur : inkâr etmeyin, örtmeyin, kâfir olmayın
27. fe : o zaman, bundan sonra, fakat
28. yeteallemûne : öğreniyorlar
29. min-humâ : onlardan (o ikisinden)
30. mâ : şey
31. yuferrikûne : ayırıyorlar, ayırırlar
32. bi-hi : onunla
33. beyne : arası
34. el mer'i : erkek
35. ve zevci-hî : ve onun eşi
36. ve mâ : ve değildir, olmadı
37. hum : onlar
38. bi dârrîne : zarar verici
39. bi-hi : onunla
40. min ehadin : bir kimse
41. illâ : den başka, olmaksızın, olmadan
42. bi izni : izniyle
43. allâhi : Allah
44. ve yeteallemûne : ve öğreniyorlar
45. mâ yadurru-hum : onlar zarar veren şeyler
46. ve lâ yenfeu-hum : ve onlara fayda veren şeyler
47. ve lekad : ve andolsun ki
48. alimû : bildiler, öğrendiler
49. le : elbette
50. men işterâ-hu : onu satın alan kimseler
51. mâ lehu : onun için yoktur
52. fîl âhireti : ahirette
53. min halâkın : nasipten bir pay, bir nasip
54. ve le bi'se : ve elbette kötü
55. mâ şerev : satın aldıkları şey
56. enfuse-hum : onlar nefslerini, kendi kendilerini
57. lev kânû : şâyet, keşke ..... olsalardı
58. ya'lemûne : bilirler, biliyorlar



103*
وَلَوْ أَنَّهُمْ ءَامَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ خَيْرٌ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Resim--- Ve lev ennehum amenu vettekav le mesubetum min indillahi hayr, lev kanu ya'lemûn : evet iman edib de korunmuş olsa idiler elbette Allah tarafından bir mükâfat çok hayırlı olacaktı, bunu bilselerdi

1. ve lev : ve şâyet, eğer
2. enne-hum : onların olması
3. âmenû : âmenû oldular, îmân ettiler
4. ve ittekav : ve takva sahibi oldular
5. le : mutlaka, elbette
6. mesûbetun : sevap
7. min indi allâhi : Allah'ın katından
8. hayrun : hayırlı
9. lev kânû : eğer olsalardı
10. ya'lemûne : biliyorlar



104*
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُوا وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenu la tekulu raina ve kulunzurna vesmeu, ve lil kâfirine azabun elîm: Ey iman edenler! «râinâ» demeyin «unzurnâ» deyin ve dinleyin ki kâfirler için elîm bir azab var

1. yâ eyyuhâ : ey
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. âmenû : âmenû oldular, îmân ettiler
4. lâ tekûlû : söylemeyin, demeyin
5. râi-nâ : bizi gözet (yahudi lisanında "ey ahmak" anlamında)
6. ve kûlû : ve söyleyin, deyin
7. unzur-nâ : bize bak
8. ve ismeû : ve dinleyin
9. ve li el kâfirîne : ve kâfirlere (vardır)
10. azâbun : azap
11. elîmun : elîm, acıklı



105*
مَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِكِينَ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَاللَّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
Resim--- Ma yeveddullezine keferu min ehlil kitabi ve lel muşrikine ey yunezzele aleykum min hayrim mir rabbikum, vallahu yehtessu bi rahmetihi mey yeşa', vallahu zul fadlil azîm : Arzu etmez o küfredenler: Ne ehli kitabdan ve ne müşriklerden ki size rabbinizden bir hayır indirilsin, Allah ise rahmetiyle imtiyazı dilediğine bahşeder ve Allah çok büyük fazıl sahibidir

1. mâ yeveddu : sevmezler, istemezler
2. ellezîne keferû : inkâr edenler
3. min ehli el kitâbi : kitap ehlinden, kitap sahiplerinden
4. ve lâ el muşrikîne : ve müşrikler değil, olmaz
5. en yunezzele : indirilmek, indirilmesi
6. aleykum : sizin üzerinize, size
7. min hayrin : hayırdan bir şey, bir hayır
8. min rabbi-kum : Rabbinizden
9. ve allâhu : ve Allah
10. yahtassu : tahsis eder (ihsan eder)
11. bi rahmeti-hi : kendi rahmetini
12. men yeşâu : dilediği kişi
13. ve allâhu : ve Allah
14. zû : sahip
15. el fadli : fazl
16. el azîmi : azîm, büyük



106*
مَا نَنْسَخْ مِنْ ءَايَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim--- Ma nensah min ayetin ev nunsiha ne'ti bi hayrim minha ev misliha, e lem ta'lem ennellahe ala kulli şey'in kadîr: Biz bir âyetden her neyi nesih veya insah edersek ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz, bilmez misin ki Allah her şey'e kadir, daima kadirdir

1. mâ : ne, şey, bir şey
2. nensah : kaldırırız
3. min âyetin : bir âyet (âyetten)
4. ev nunsi-hâ : veya onu unuttururuz
5. ne'ti : getiririz
6. bi hayrin : hayırlı olanı, daha hayırlısını
7. min-hâ : ondan
8. ev misli-hâ : veya onun mislini
9. e lem ta'lem : bilmiyor musun
10. enne allâhe : muhakkak ki Allah
11. alâ kulli şey'in : herşeye
12. kadîrun : kaadir olan, gücü yeten



107*
أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ
Resim--- E lem ta'lem ennellahe lehu mulkus semavati vel ard, ve ma lekum min dünillahi miv veliyyiv ve la nasîr : bilmez misin ki Allah, hakikat göklerin ve yerin mülkü, hep onun, size de Allahdan başka ne bir veliy vardır ne bir nasîr

1. e : mi
2. lem ta'lem : bilmiyorsun
3. enne : olduğunu
4. allâhe : Allah
5. lehu : ona ait, onun
6. mulku : mülk
7. es semâvâti : semalar, gökler
8. ve el ardı : ve arz, yeryüzü
9. ve mâ : ve yoktur, değildir
10. lekum : sizin için, size
11. min dûni : den başka
12. allâhi : Allah
13. min veliyyin : bir dost (dostlardan)
14. ve lâ nasîrin : ve bir yardımcı yoktur



108*
أَمْ تُرِيدُونَ أَنْ تَسْأَلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسَى مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ
Resim--- Em turidune en tes'elu rasulekum kema suile musa min kabl, ve mey yetebeddelil kufra bil imani fe kad dalle sevaes sebîl: yoksa siz Peygamberinizi bundan evvel Musaya sorulduğu gibi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Halbuki her kim imanı küfre değişirse artık düz yolun ortasında sapıtmışdır

1. em : veya, yoksa
2. turîdûne : istiyorsunuz
3. en tes'elû : sorguya çekmek, sual etmek
4. resûle-kum : sizin resûlünüz
5. kemâ : gibi
6. suile : soruldu
7. mûsâ : Musa
8. min kablu : daha önceden, daha önce
9. ve men : ve kim
10. yetebeddeli : değiştirir
11. el kufra : küfür
12. bi el îmâni : îmân ile
13. fe : artık, böylece, bu sebeple
14. kad : olmuştur
15. dalle : saptı
16. sevâe : müsavi, eşit, düzgün, doğru
17. es sebîli : yol



109*
وَدَّ كَثِيرٌ مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُم مِّن بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّاراً حَسَدًا مِّنْ عِندِ أَنفُسِهِم مِّن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُواْ وَاصْفَحُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim--- Vedde kesirum min ehlil kitabi lev yeruddunekum mim ba'di imanikum kuffara, hasedem min indi enfusihim mim ba'di ma tebeyyene lehumul hakk, fa'fu vasfehu hatta ye'tiyellahu bi emrih, innellahe ala külli şey'in kadîr: Ehli kitabdan bir çoğu arzu etmektedir ki sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etseler: hak kendilerine tebeyyün ettikten sonra sırf nefsaniyetlerinden, hasedden, şimdi siz afv ile safh ile davranın tâ Allah emrini verinceye kadar, şüphe yok ki Allah her şeye kadir, daima kadirdir

1. vedde : sevdi, diledi, istedi, arzu etti 2 - kesîrun
2. min ehli el kitâbi : kitap ehlinden, kitap sahiplerinden
3. lev yeruddûne-kum : keşke sizi döndürseler, döndürebilseler
4. min ba'di : sonradan, sonra
5. îmâni-kum : sizin îmânınız
6. kuffâran : küfür
7. haseden : haset, çekememezlik
8. min indi : yanından
9. enfusi-him : onların nefsleri
10. min ba'di : sonradan, daha sonradan
11. mâ : şey
12. tebeyyene : beyan oldu, açıklandı
13. lehum : onlar için, onlara
14. el hakku : hak, gerçek
15. fa'fû (fe a'fû) : o zaman affedin
16. ve asfehû : ve hoşgörün
17. hattâ ye'tiye : gelinceye kadar
18. allâhu : Allah
19. bi emri-hî : onun emri
20. inne : muhakkak
21. allâhe : Allah
22. alâ kulli şey'in : herşeye
23. kadîrun : kaadir, gücü yeten



110*
وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَءَاتُوا الزَّكَاةَ وَمَا تُقَدِّمُوا لِأَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Resim--- Ve ekîmus salate ve atuz zekah, ve ma tukaddimu li enfusikum min hayrin teciduhu indellah, innellahe bi ma ta'melune besîr: hem namazı doğru kılın ve zekâtı verin, nefsileriniz için her ne hayır da takdim ederseniz Allah yanında onu bulursunuz, her halde Allah bütün yaptıklarınızı görüyor

1. ve ekîmu : ve gereği üzere yerine getirin, kılın
2. es salâte : namaz
3. ve âtû : ve verin
4. ez zekâte : zekât
5. ve mâ tukaddimû : ve takdim ettiğiniz, sunduğunuz şey
6. li enfusi-kum : nefsleriniz için, kendiniz için
7. min hayrin : hayırdan
8. tecidû-hu : onu bulursunuz
9. inde allâhi : Allah'ın katı
10. inne : muhakkak ki
11. allâhe : Allah
12. bi mâ : şeyi
13. ta'melûne : yapıyorsunuz
14. basîrun : en iyi gören



111*
وَقَالُوا لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلَّا مَنْ كَانَ هُودًا أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
Resim--- Ve kalu ley yedhulel cennete illa men kane huden ev nesara, tilke emaniyyuhum, kul hatu burhanekum in kuntum sadikîn : bir de Yehud veya Nasradan başkası asla Cennete giremiyecek dediler, bu onların kendi kuruntuları, haydi de; doğru iseniz getirin bürhanınızı

1. ve kâlû : ve dediler
2. len yedhule : asla giremez
3. el cennete : cennet
4. illâ : ancak, sadece, den başka
5. men : kimse, kişi
6. kâne : oldu
7. hûden : yahudi
8. ev : veya
9. nasârâ : hristiyan
10. tilke : bu
11. emâniyyu-hum : onların emaniyyesi, zan ve kuruntusu
12. kul : de, söyle
13. hâtû : getirin
14. burhâne-kum : sizin delilinizi, kanıtınızı
15. in kuntum : eğer siz iseniz
16. sâdikîne : sadıklar, doğrular



112*
بَلَى مَنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُ أَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّهِ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim--- Bela men esleme vechehu lillahi ve huve muhsinun fe lehu ecruhu inde rabbih, ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenûn: hayır: kim özü muhsin olarak yüzünü tertemiz Allaha teslim ederse işte onun rabbinin indinde ecri vardır onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun olacak değillerdir

1. belâ : hayır, bilâkis, öyle değil
2. men : kimse, kişi
3. esleme : teslim etti
4. veche-hu : vechini, fizik vücudunu
5. lillâhi (li allâhi) : Allah'a
6. ve huve : ve o
7. muhsinun : muhsin, ahsen olan
8. fe : artık, o zaman
9. lehu : onun
10. ecru-hu : onun karşılığı, ecri, ücreti, mükâfatı
11. inde rabbi-hi : onun Rabbi katında, yanında
12. ve lâ havfun : ve korku yoktur
13. aleyhim : onlara
14. ve lâ hum yahzenûne : ve onlar mahzun olmazlar



113*
وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارَى عَلَىَ شَيْءٍ وَقَالَتِ النَّصَارَى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلَى شَيْءٍ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْ فَاللّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُواْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
Resim--- Ve kaletil yehudu leysetin nesara ala şey'iv ve kaletin nesara leysetil yehudu ala şey'iv ve hum yetlunel kitab, kezalike kalellezine la ya'lemune misle kavlihim, fallahu yahkumu beynehum yevmel kıyameti fima kanu fihi yahtelifûn: Yehud dedi ki: «Nasara hiç bir şey üzerinde değil» Nasara da dedi ki: «Yehud, hiç bir şey üzerinde değil» halbuki hepsi de kitab okuyorlar; İlmi olmıyanlar da tıpkı öyle onların dedikleri gibi dedi, onun için Allah ihtilâf etmekde oldukları davada Kıyamet günü beyinlerinde hükmünü verecekdir.

1. ve kâleti : ve dedi
2. el yahûdu : yahudiler
3. leyseti : değil
4. en nasârâ : hristiyanlar
5. alâ : üzerine
6. şey'in : bir şey
7. ve kâleti : ve dedi
8. en nasârâ : hristiyanlar
9. leyseti : değil
10. el yahûdu : yahudiler
11. alâ : üzerine
12. şey'in : bir şey
13. ve hum : ve onlar
14. yetlûne : okuyorlar
15. el kitâbe : kitap
16. kezâlike : bunun gibi
17. kâle : dedi
18. ellezine : onlar
19. lâ ya'lemûne : bilmiyorlar
20. misle : benzer, gibi
21. kavli-him : onların sözleri
22. fe : o zaman, böylece
23. allâhu : Allah
24. yahkumu : hükmedecek, hüküm verecek
25. beyne-hum : onların araları
26. yevme el kıyâmeti : kıyâmet günü
27. fî mâ : o şey hakkında
28. kânû : oldular, idiler
29. fî hi : onun hakkında
30. yahtelifûne : ihtilâf ediyorlar, ayrılığa düşüyorlar



114*
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللَّهِ أَنْ يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُولَئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَنْ يَدْخُلُوهَا إِلَّا خَائِفِينَ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Resim--- Ve men azlemu mimmem menea mesacidellahi ey yuzkera fihesmuhu ve sea fi harabiha, ulaike ma kane lehum ey yedhuluha illa haifin, lehum fid dunya hizyuv ve lehum fil ahirati azabun azîm : Allahın mescidlerini içlerinde Allahın ismi anılmakdan meneden ve harab olmaları zımnında çalışan kimselerden daha zalim de kim olabilir? Bunlar oralara korka korka olmakdan başka suretle girmek salâhiyetini haiz değildirler, bunlara Dünyada bir zillet var, bunlara Ahırette azîm bir azap var

1. ve men : ve bir kimse, kişi
2. azlemu : daha zalim
3. mimmen (min men) : ondan
4. menea : men etti, engelledi
5. mesâcide : mescidler
6. allâhi : Allah
7. en yuzkere : zikredilmek
8. fî hâ : orada
9. ismu-hu : onun ismi
10. ve seâ : ve gayret etti, çalıştı
11. fî harâbi-hâ : onun harap olması için
12. ulâike : işte onlar
13. mâ kâne : olmadı
14. lehum : onlar için
15. en yedhulû-hâ : oraya girmeleri
16. illâ : ancak, hariç, den başka
17. hâifîne : korkanlar, korku içinde olanlar
18. lehum : onlar için vardır
19. fî eddunyâ : dünyada
20. hızyun : rezillik
21. ve lehum : ve onlar için vardır
22. fî el âhireti : ahirette
23. azâbun : azap
24. azîmun : azîm, büyük



115*
وَلِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim--- Ve lillahil meşriku vel mağribu fe eynema tuvellu fe semme vechullah, innallahe vasiun alîm: : Doğu ve batı, her yer Cenâb’ı Allah’ındır. (Namaz kılmak için kıbleyi araştırdıktan sonra) hangi tarafa yönelirseniz, orası Allah’a ibadet yönüdür. Şüphesiz ki Allah’ın mağfireti geniştir, O her şeyi bilicidir.

1. ve li allâhi : ve Allah içindir, Allah'ındır
2. el meşriku : şark, doğu
3. ve el magribu : ve garb, batı
4. fe : artık
5. eynemâ : hangi, herhangi, taraf
6. tuvellû : dönersiniz
7. fe : o zaman, artık
8. semme : orada
9. vechu allâhi : Allah'ın Zat'ı
10. inne : muhakkak ki
11. allâhe : Allah
12. vâsiun : vasi olan, kuşatan
13. alîmun : hakkıyla bilen, en iyi bilen




116*
وَقَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَلْ لَهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ
Resim--- Ve kaluttehazellahu veleden subhaneh, bel lehu ma fis semavati vel ard, kullul lehu kanitûn: Hem o zalimler Allah veled ittihaz etti dediler, haşa, sübhane: Doğrusu Göklerde ve Yerde ne varsa hep onun, hepsi ona Râm

1. ve kâlû : ve dediler
2. ittehaze : edindi
3. allâhu : Allah
4. veleden : çocuk
5. subhâne-hu : o sübhandır, münezzehtir
6. bel : hayır, bilâkis
7. lehu : onun içindir, onundur
8. mâ fî es semâvâti : semalardaki, göklerdeki şeyler
9. ve el ardı : ve arz, yeryüzü, yer
10. kullun : hepsi
11. lehu : ona
12. kânitûne : kanitun olanlar, saygı ile huzurda



117*
بَدِيعُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
Resim--- Bedius semavati vel ard, ve iza kada emran fe innema yekulu lehu kun fe yekûn: Göklerin, Yerin mübdii, bir emri murad etti mi ona yalnız «ol!» der, oluverir

1. bedîu : eşsiz, örneksiz herşeyin ilkini yaratan, yaratıcı
2. es semâvâti : semalar, gökler
3. ve el ardı : ve arz, yeryüzü
4. ve izâ : ve o zaman, olduğu zaman
5. kadâ : oldu
6. emren : emir, iş
7. fe : o zaman
8. innemâ : sadece
9. yekûlu : söyler
10. lehu : ona
11. kun : ol
12. fe : o zaman, böylece
13. yekûnu : olur



118*
وَقَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللَّهُ أَوْ تَأْتِينَا ءَايَةٌ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِثْلَ قَوْلِهِمْ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْ قَدْ بَيَّنَّا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ
Resim--- Ve kalellezine la ya'lemune lev la yukellimunellahu ev te'tina ayeh, kezalike kalellezine min kablihim misle kavlihim, teşabehet kulubuhum, kad beyyennel âyâti li kavmiy yukinûn : İlmi olmıyanlar da, Allah bizimle konuşsa ya, yahud bize bir mu'cize gelse ya, dediler, bunlardan evvelkiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişti, kalbleri birbirine benzedi; cidden yakîn edinecek bir ümmet için biz mucizeleri açık bir suretde gösterdik

1. ve kâle : ve dedi
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. lâ ya'lemûne : bilmiyorlar
4. lev lâ : olsa, olmaz mıydı, olsaydı ya
5. yukellimu-nâ : bizimle konuşur
6. allâhu : Allah
7. ev : veya
8. te'tî-nâ : bize gelir
9. âyetun : bir âyet, delil, mucize
10. kezâlike : işte böyle, bunun gibi
11. kâle : dedi
12. ellezîne : o kimseler, onlar
13. min kabli-him : onlardan önce
14. misle : gibi, misal, örnek, benzer
15. kavli-him : onların sözleri
16. teşâbehet : benzedi
17. kulûbu-hum : onların kalpleri
18. kad : oldu
19. beyyennâ : beyan ettik, biz açıkladık
20. el âyâti : âyetler
21. li kavmin : bir kavim için, bir kavme, bir topluluğa
22. yûkınûne : kesin olarak görenler ve bilenler, yakîn hasıl edenler (kalp gözüyle Allah'ın gösterdiklerini görüp, kalp kulağıyla Allah'ın gösterdiği şeyler hakkında verdiği bilgiyi işiten ve idrak eden ve bu bilginin hangi Kur'ân-ı Kerim âyetlerine dayandığını Allah'tan öğrenerek, seviyelerine göre sırasıyla İlm'el yakîn, Ayn'el yakîn ve Hakk'ul yakîn sahibi olan kişiler)



119*
إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَا تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ
Resim--- İnna erselnake bil hakki beşirav ve nezirav ve la tus'elu an ashabil cehîm.: Şek yok: biz seni hakkile rahmetimizin müjdecisi ve azabımızın habercisi gönderdik; sen o Cehennemliklerden mes'ul de değilsin

1. innâ : muhakkak ki biz, hiç şüphesiz biz
2. erselnâ-ke : seni gönderdik
3. bi el hakkı : hak ile
4. beşîren : müjdeleyici olarak
5. ve nezîren : ve uyarıcı olarak
6. ve lâ tus'elu : ve sana sorulmaz
7. an ashâbi el cahîmi : cehennem ehlinden, cehennem halkından



120*
وَلَنْ تَرْضَى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ بَعْدَ الَّذِي جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ
Resim--- Ve len terda ankel yehudu ve len nesara hatta tettebia milletehum, kul inne hudellahi huvel huda, ve leinitteba'te ehvaehum ba'dellezi caeke minel ilmi ma leke minallahi miv veliyyiv ve la nasîr : sen milletlerine tabi olmadıkça ne Yehud, ne Nasara senden asla hoşnud da olmazlar her halde yol, Allah yolu de, şanım hakkı için sana vahyile gelen bu kadar ilimden sonra bilfarz onların hevalarına tâbi olacak olsan Allahdan sana ne bir veliy bulunur ne bir nasır

1. ve len terdâ : ve asla razı olmaz
2. an-ke : senden
3. el yahûdu : yahudi
4. ve lâ en nasârâ : ve hristiyanlar da değil, olmazlar
5. hattâ : oluncaya kadar, olmadıkça
6. tettebia : sen tâbî olursun
7. millete-hum : onların dîni
8. kul : de, söyle
9. inne : muhakkak ki, hiç şüphesiz
10. hudâllâhi (hudâ allâhi) : Allah'ın hidayeti, Allah'a ulaşmak
11. huve : o
12. el hudâ : hidayettir
13. ve le in : ve eğer gerçekten olursa
14. itteba'te : sen tâbî oldun
15. ehvâe-hum : onların nefslerinin istekleri, hevaları
16. ba'de : sonra
17. ellezî : ki o
18. câe-ke : sana geldi
19. min el ilmi : (ilimden) bir ilim
20. mâ leke : senin için yoktur
21. min allâhi : Allah'tan
22. min veliyyin : (dostlardan) bir dost
23. ve lâ nasîrin : ve yardımcı yoktur, olmaz



121*
الَّذِينَ ءَاتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلَاوَتِهِ أُولَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمَنْ يَكْفُرْ بِهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُون
Resim--- Ellezine ateynahumul kitabe yetlunehu hakka tilavetih, ulaike yu'minune bih, ve mey yekfur bihi fe ulaike humul hasirûn : kendilerine kitabı verdiğimiz ehliyetli kimseler onu tilâvetinin hakkını vererek okurlar, İşte onlar ona iman ederler, her kim de onu inkâr ederse işte onlar da husranda kalanlardır

1. ellezîne : o kimseler, onlar
2. âteynâ-hum : biz onlara verdik
3. el kitâbe : kitap
4. yetlûne-hu : onu tilâvet ederler, okuyup açıklarlar
5. hakka : hak, gerçek, bihakkın, tam gerektiği gibi
6. tilâveti-hî : onun tilâveti, okunup açıklanması
7. ulâike : işte onlar
8. yu'minûne : îmân ederler
9. bi-hi : onu, ona
10. ve men yekfur : ve kim inkâr eder
11. bi-hi : onu, ona
12. fe ulâike hum el hâsirûne : işte



122*
يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
Resim--- Ya beni israilezkuru ni'metiyelleti en'amtu aleykum ve enni faddaltukum alel âlemîn: Ey İsrail oğulları!. sizlere in'am ettiğim ni'metimi ve sizi vaktile âlemdeki ümmetlerin üzerine geçirdiğimi hatırlayın

1. yâ : ey
2. benî isrâîle : İsrailoğulları
3. uzkurû : zikredin, hatırlayın
4. ni'metiye : ni'metim
5. en'amtu : ben ni'metlendirdim
6. aleykum : sizi, size
7. ve en-nî : ve muhakkak ki ben, şüphesiz ben
8. faddaltu-kum : sizi üstün kıldım
9. alâ el âlemîne : âlemler üzerine



123*
وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ
Resim--- Vetteku yevmel la teczi nefsun an nefsin şey'ev ve la yukbelu minha adluv ve la tenfeuha şefatuv ve la hum yunsarûn: ve sakının öyle bir günden ki kimse kimseden bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, ve ona şefaat de faide vermez, hem de hiç bir taraftan yardım olunmazlar

1. ve ittekû : ve sakının
2. yevmen : gün
3. lâ teczî : ödenmeyecek, ödenmez
4. nefsun an nefsin : bir kimseden bir kimseye
5. şey'en : bir şey
6. ve lâ yukbelu : ve kabul edilmeyecek, kabul edilmez
7. min-hâ : ondan
8. adlun : bir bedel, bir fidye
9. ve lâ tenfeu-hâ : ve ona menfeat, fayda vermeyecek,
10. şefâatun : şefaat, himaye, yardım
11. ve lâ hum yunsarûne : ve onlar yardım olunmazlar



124*
وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ
Resim--- Ve izibtela ibrahime rabbuhu bi kelimatin fe etemmehunn, kale inni cailuke lin nasi imama, kale ve min zurriyyeti, kale la yenalu ahdiz zalimîn : Şunu da hatırda tutun ki bir vakit İbrahimi Rabbı bir takım kelimat ile imtihan etti, o onları itmam edince «ben seni bütün insanlara İmam edeceğim» buyurdu «ya Rabbi zürriyetimden de» dedi, buyurdu ki benim ahdime zalimler nail olamaz

1. ve iz ibtelâ : ve imtihan etmişti
2. ibrâhîme : İbrâhîm
3. rabbu-hu : onun Rabbi
4. bi kelimâtin : kelimeler ile
5. fe : o zaman
6. etemme-hunne : onları tamamladı
7. kâle : dedi
8. in-nî : muhakkak ki ben
9. câilu-ke : (ben seni kılanım) ben seni kılacağım
10. li en nâsi : insanlar için, insanlara
11. imâmen : imam, önder
12. kâle : dedi
13. ve min zurriyyetî : ve benim zürriyetimden, soyumdan
14. kâle : dedi
15. lâ yenâlu : nail olmaz, ulaşamaz
16. ahdî : benim ahdim
17. ez zâlimîne : zalimler



125*
وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَأَمْنًا وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
Resim--- Ve iz cealnel beyte mesabetel lin nasi ve emna, vettehizu mim mekami ibrahime musalla, ve ahidna ila ibrahime ve ismaile en tahhira beytiye lit taifine vel akifine ver rukkeis sucûd: ve o vakit beyti şerifi insanlar için dönüp varılacak bir sevabgâh ve bir darüleman kıldık -siz de makamı İbrahimden kendinize bir namazgâh edinin- ve İbrahim ve İsmaile şöyle ahd verdik: Beytimi hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem rükü ve sücude varanlar için tertemiz bulundurun

1. ve iz : ve olmuştu
2. ceal-nâ : biz kıldık
3. el beyte : ev, yer
4. mesâbeten : sevap yeri
5. li en nâsi : insanlar için
6. ve emnen : ve emniyetli
7. ve ittehizû : ve edinin
8. min makâmı : (makamdan) bir makam
9. ibrâhîme : İbrâhîm
10. musallen : namaz yeri
11. ve ahidnâ : ve ahd ettik
12. ilâ ibrâhîme : İbrâhîm'e
13. ve ismâîle : ve İsmail'e
14. en tahhirâ : temizlemek
15. beytiye : evim
16. li et tâifîne : tavaf edenler için
17. ve el âkifîne : ve devamlı ibadet edenler, itikâfta
18. ve er rukkai : ve rükû edenler
19. es sucûdi : secde edenler



126*
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هَذَا بَلَدًا ءَامِنًا وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ ءَامَنَ مِنْهُمْ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلًا ثُمَّ أَضْطَرُّهُ إِلَى عَذَابِ النَّارِ وَبِئْسَ الْمَصِير
Resim--- Ve iz kale ibrahimu rabbic'al haza beleden aminev verzuk ehlehu mines semerati men amene minhum billahi vel yevmil ahir, kale ve men kefera fe umettiuhu kalilen sümme adtarruhu ila azabin nar, ve bi'sel mesîr: ve o vakit İbrahim «Yarab burasını emin bir belde kıl ve ahalisini envaı semerattan merzuk buyur, «Allaha ve Ahıret gününe iman eyleyenlerini» dedi, buyurdu ki «küfredeni dahi merzuk eder de az bir zaman hayattan nasib aldırırım ve sonra ateş azabına muztar kılarım ki o ne yaman bir inkılâbtır

1. ve iz kâle : ve demişti
2. ibrâhîmu : İbrâhîm
3. rabbi : Rabbim
4. ic'al : kıl, yap
5. hâzâ : bu
6. beleden : belde
7. âminen : emin, emniyetli
8. verzuk (ve urzuk) : ve rızıklandır
9. ehle-hu : onun halkı
10. min es semerâti : meyvelerden
11. men : kim
12. âmene : îmân etti
13. min-hum : onlardan
14. bi allâhi : Allah'a
15. ve el yevmi el âhiri : ve sonraki gün, ahiret günü
16. kâle : dedi
17. ve men : ve kimse, kim
18. kefere : örttü, inkâr etti
19. fe : böylece, o taktirde
20. umettiu-hu : onu metalandırırız, dünyalık veririz
21. kalîlen : biraz, az
22. summe : sonra
23. adtarru-hu : onu maruz bırakırım
24. ilâ azâbi en nâri : ateşin azabına
25. ve bi'se : ve ne kötü
26. el masîru : varış yeri



127*
وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Resim--- Ve iz yerfeu ibrahimul kavaide minel beyti ve ismail, rabbena tekabbel minna, inneke entes semiul alîm : ve o vakit ki İbrahim beyitten temelleri yükseltiyordu İsmaille birlikte şöyle dua ettiler: Ey bizim Rabbımız kabul buyur bizden, daima işiten, daima bilen sensin ancak sen

1. ve iz : ve o zaman, olduğu zaman
2. yerfeu : yükseltir
3. ibrâhîmu : İbrâhîm
4. el kavâide : temeller
5. min el beyti : evden (evin)
6. ve ismâîlu : ve İsmail
7. rabbe-nâ : Rabbimiz
8. tekabbel : kabul buyur
9. min-nâ : bizden
10. inne-ke : muhakkak ki sen, şüphesiz sen
11. ente : sen
12. es semîu : hakkıyla işiten
13. el alîmu : hakkıyla bilen



128*
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَا إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Resim--- Rabbena vec'alna muslimeyni leke ve min zurriyyetina ummetem muslimetel lek, ve erina menasikena ve tub aleyna, inneke entet tevvabur rahîm : Ey bizim Rabbımız hem bizi yalnız senin için boyun eğen müslüman kıl ve zürriyetimizden yalnız senin için boyun eğen bir ümmeti müslime vücude getir ve bizlere ibadetimizin yollarını göster ve tevbe ettikçe üzerimize rahmetinle bak öyle tevvab, öyle rahîm sensin ancak sen

1. rabbe-nâ : Rabbimiz
2. ve ic'al-nâ : ve bizi kıl
3. muslimeyni : teslim olan (iki kişi)
4. leke : sana
5. ve min zurriyyeti-nâ : ve bizim soyumuzdan
6. ummeten : bir ümmet, bir topluluk
7. muslimeten : teslim olan
8. leke : sana
9. ve eri-nâ : ve bize göster
10. menâsike-nâ : menasiklerimizi, yapacaklarımızı, uymamız gereken kurallarımızı
11. ve tub aleynâ : ve tövbemizi kabul buyur
12. inne-ke : muhakkak ki sen, hiç şüphesiz sen
13. ente : sen
14. et tevvâbu : tövbeleri çok kabul eden
15. er rahîmu : rahmet nuru gönderen,



129*
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ ءَايَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Resim--- Rabbena veb'as fihim rasulem minhum yetlu aleyhim ayatike ve yuallimuhumul kitabe vel hikmete ve yuzekkihim, inneke entel azizul hakîm: Ey bizim Rabbımız hem de onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki üzerlerine ayatını tilâvet eylesin ve kendilerine kitabı ve hikmeti ta'lim etsin ve içlerini dışlarını temiz paklesin, öyle azîz öyle hakîm sensin ancak sen

1. rabbe-nâ : Rabbimiz
2. veb'as (ve ib'as) : ve beas et, hayata getir, görevlendir 3 - fî-him
3. resûlen : bir resûl, elçi, mürşid
4. min-hum : onlardan, kendilerinden
5. yetlû aleyhim : onlara okur
6. âyâti-ke : senin âyetlerin
7. ve yuallimu-hum : ve onlara öğretir
8. el kitâbe : kitabı
9. ve el hikmete : ve hikmeti
10. ve yuzekkî-him : ve onları tezkiye eder, nefslerini temiz- ler, tasfiye eder
11. inne-ke : muhakkak ki sen
12. ente : sen
13. el azîzu : azîz, üstün
14. el hakîmu : hakîm, hüküm ve hikmet sahibi



130*
وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ
Resim--- Ve mey yerğabu ammilleti ibrahime illa men sefihe nefseh, ve le kadistafeynahu fid dünya, ve innehu fil ahirati le minas salihîn : İbrahimin milletinden kim yüz çevirir? Ancak kendine kıyan sefîh, hakikat biz onu Dünyada ıstıfa ettik, Ahırette de o hiç şüphe yok salâhile seçilenlerdendir

1. ve men : ve kim
2. yergabu : rağbet etmez, yüz çevirir, uzaklaşır
3. an milleti ibrâhîme : İbrâhîm'in dîni
4. illâ : ancak, den başka
5. men : kim
6. sefihe : sefih oldu, akılsız oldu, cahillik etti
7. nefse-hu : nefsini, kendini
8. ve lekad : ve andolsun
9. istafeynâ-hu : biz onu seçtik
10. fî ed dunyâ : dünyada
11. ve inne-hu : ve muhakkak ki o
12. ve fî el âhireti : ve ahirette
13. le : elbette, mutlaka, kesinlikle
14. min es sâlihîne : salihlerden, salâha ulaşmışlardan



131*
إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ
Resim--- İz kale lehu rabbuhu eslim kale eslemtu li rabbil âlemîn: Rabbı ona İslâm emrini verince, teslim oldum Rabbilâlemine dedi

1. iz kâle : dediği zaman, demişti
2. lehu : ona
3. rabbu-hu : onun Rabbi
4. eslim : teslim ol
5. kâle : dedi
6. eslemtu : ben teslim oldum
7. li rabbi el âlemîne : âlemlerin Rabbine



132*
وَوَصَّى بِهَا إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ وَيَعْقُوبُ يَابَنِيَّ إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى لَكُمُ الدِّينَ فَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
Resim--- Ve vassa biha ibrahimu benihi ve ya'kub, ya beniyye innellahestafa lekumud dine fe la temutunne illa ve entum muslimûn : Bu dini İbrahim kendi oğullarına vasıyet ettiği gibi Yakub da vasıyet etti: Oğullarım «Allah sizin için o dini ıstıfa buyurdu, başka dinlerden sakının yalnız müslim olarak can verin dedi

1. ve vassâ : ve vasiyet etti
2. bi-hâ : onunla
3. ibrâhîmu : İbrâhîm
4. benî-hi : kendi oğullarına
5. ve ya'kûbu : ve Yâkub
6. yâ beniyye : ey oğullarım
7. innallâhe (inne allâhe) : muhakkak ki Allah
8. ıstafâ : seçti
9. lekum : sizin için, size
10. ed dîne : dîn
11. fe : o halde, öyleyse, artık
12. lâ temûtunne : ölmeyiniz
13. illâ : ancak, sadece, dan başka, olmaksızın, olmadan
14. ve entum : ve siz
15. muslimûne : teslim olanlar



133*
أَمْ كُنْتُمْ شُهَدَاءَ إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدِي قَالُوا نَعْبُدُ إِلَهَكَ وَإِلَهَ ءَابَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ إِلَهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Resim--- Em kuntum şuhedae iz hadara ya'kubel mevtu iz kale li benihi ma ta'budune mim ba'di, kalu na'budu ilaheke ve ilahe abaike ibrahime ve ismaile ve ishaka ve ya'kube ilahev vahida, ve nahnu lehu muslimûn : yoksa siz şahidler mi idiniz, Yakuba ölüm hali geldiği vakit: oğullarına benim arkamdan neye ibadet edeceksiniz? dediği vakit? Dediler ki senin Allahın ve ataların İbrahim ve İsmail ve İshak'ın Allâhı, ilâh-ı vâhide ibadet ederiz, biz ancak ona boyun eğen müslimleriz

1. em : yoksa, veya
2. kuntum : siz oldunuz
3. şuhedâe : şahitler
4. iz hadara : hazır olduğu zaman, hazır olmuştu
5. ya'kûbe : Yâkub
6. el mevtu : ölüm
7. iz kâle : demişti
8. li benî-hi : oğullarına
9. mâ ta'budûne : neye kulluk edeceksiniz
10. min ba'dî : sonradan, sonra
11. kâlû : dediler
12. na'budu : kul olacağız
13. ilâhe-ke : senin ilâhın
14. ve ilâhe : ve ilâh
15. âbâi-ke : senin ataların
16. ibrâhîme : İbrâhîm
17. ve ismâîle : ve İsmail
18. ve ishâka : ve İshak
19. ilâhen vahiden : tek, bir ilâh
20. ve nahnu : ve biz
21. lehu muslimûne : ona teslim olanlar



134*
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Resim--- Tilke ummetun kad halet, leha ma kesebet ve lekum ma kesebtum, ve la tus'elune amma kanu ya'melûn: O, bir ümmetti geldi geçti, ona kendi kazandığı, size de kendi kazandığınız, siz onların amellerinden sorulacak değilsiniz

1. tilke : işte o (onlar)
2. ummetun : bir ümmet, bir toplum
3. kad : oldu
4. halet : gelip geçti
5. lehâ mâ kesebet : onun kazandığı şeyler
6. ve lekum : ve sizin
7. mâ kesebtum : kazandığınız şeyler
8. ve lâ tus'elûne : ve size sual olunmaz, sorulmaz
9. ammâ (an mâ) : şeylerden
10. kânû : onlar oldular
11. ya'melûne : yapıyorlar



135*
وَقَالُوا كُونُوا هُودًا أَوْ نَصَارَى تَهْتَدُوا قُلْ بَلْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Resim--- Ve kalu kunu huden ev nesara tehtedu, kul bel millete ibrahime hanifa, ve ma kane minel müşrikîn: Bir de Yehud veya Nasara olun ki hidayet bulasınız dediler, de ki: hayır, hakperest hanif olarak İbrahim milleti ki o hiç bir zaman müşriklerden olmadı

1. ve kâlû : ve dediler
2. kûnû : olun
3. hûden : yahudi
4. ev nasârâ : veya hristiyan
5. tehtedû : hidayete erersiniz
6. kul : de
7. bel : hayır
8. millete ibrâhîme : İbrâhîm'in milleti, dîni
9. hanîfen : hanîf olarak, tek Allah'a inanarak
10. ve mâ kâne : ve olmadı
11. min el muşrikîne : müşriklerden, Allah'a şirk koşanlardan



136*
قُولُواْ آمَنَّا بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِن رَّبِّهِمْ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
Resim--- Kulu amenna billahi ve ma unzile ileyna ve ma unzile ila ibrahime ve ismaile ve ishaka ve ya'kube vel esbati ve ma utiye musa ve isa ve ma utiyen nebiyyune mir rabbihim, la nuferriku beyne ehadim minhum, ve nahnu lehu muslimûn : ve deyin ki biz Allaha iman ettiğimiz gibi bize ne indirildiyse, İbrahime ve İsmaile ve İshaka ve Yakuba ve Esbata ne indirildise, Musaya ve İsaya ne verildiyse ve bütün Pegyamberlere rablarından olarak ne verildiyse hepsine iman ettik, onun Resullerinden birinin arasını ayırmayız ve biz ancak onun için boyun eğen müslimleriz

1. kûlû : deyin, söyleyin
2. âmennâ : biz îmân ettik
3. billâhi (bi allâhi) : Allah'a
4. ve mâ unzile : ve indirilene (indirilen şeye)
5. ileynâ : bize
6. ve mâ unzile : ve indirilene (indirilen şeye)
7. ilâ ibrâhîme : İbrâhîm'e
8. ve ismâîle : ve İsmail
9. ve ishâka : ve İshak
10. ve ya'kûbe : ve Yâkub
11. ve el esbâtı : ve torunları
12. ve mâ ûtiye : ve verilene (verilen şeye)
13. mûsâ : Musa
14. ve isâ : ve İsa
15. ve mâ utiye : ve verilene (verilen şeye)
16. en nebiyyûne : nebîler, peygamberler
17. min rabbi-him : Rab'leri tarafından
18. lâ nuferriku : fark gözetmeyiz, ayırım yapmayız 19 - beyne
19. ehadin : biri, birisi
20. min-hum : onlardan
21. ve nahnu : ve biz
22. lehu : onu, ona
23. muslimûne : teslim olanlar



137*
فَإِنْ ءَامَنُوا بِمِثْلِ مَا ءَامَنْتُمْ بِهِ فَقَدِ اهْتَدَوْا وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا هُمْ فِي شِقَاقٍ فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللَّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Resim--- Fe in amenu bi misli ma amentum bihi fe kadihtedev, ve in tevellev fe innema hum fi şikak, fe seyekfikehumullah, ve huves semiul alîm : eğer böyle sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse muhakkak doğru yolu buldular, yok yüz çevirirlerse onlar sırf bir şikak içindedirler, Allah da sana onların haklarından geliverecektir, ve o, o işiden, o bilendir

1. fe : o zaman, o taktirde
2. in : eğer
3. âmenû : âmenû oldular, îmân ettiler
4. bi misli : benzeri, gibi
5. mâ âmentum : sizin îmân ettiğiniz şey
6. bi-hi : ona
7. fe kad : o zaman, böylece olmuştu
8. ihtedev : hidayete erdi
9. ve in tevellev : ve eğer yüz çevirirlerse
10. fe : artık, o zaman, o taktirde
11. innemâ : sadece
12. hum : onlar
13. fî şikâkın : ayrılık içinde
14. fe : o zaman, o taktirde
15. se yekfî-ke-hum : onlara karşı sana kâfidir
16. allâhu : Allah
17. ve huve es semîu : ve o hakkıyla işiten
18. el alîmu : hakkıyla bilen



138*
صِبْغَةَ اللَّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللَّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ
Resim--- Sibğatellah, ve men ahsenu minellahi sibğatev ve nahnu lehu abidûn : Allah boyasına bak (vaftiz nolacak) Allahdan güzel boya vuran kim? Biz işte ona ibadet edenleriz

1. sıbgate allâhi : Allah'ın boyası
2. ve men : ve kim
3. ahsenu : ahsen, en güzel
4. min allâhi : Allah'tan
5. sıbgaten : boya olarak
6. ve nahnu : ve biz
7. lehu : ona
8. âbidûne : kul olanlar



139*
قُلْ أَتُحَاجُّونَنَا فِي اللَّهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ وَلَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَ
Resim--- Kul etuhaccunena fillahi ve huve rabbuna ve rabbukum, ve lena a'maluna ve lekum a'malukum, ve nahnu lehu muhlisûn : deki Allah hakkında bizimle mücadele mi edeceksiniz? Halbuki o bizim de Rabbimiz sizin de, ve bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size, ancak biz ona muhlıslarız

1. kul : de, söyle
2. e : mı
3. tuhâccûne-nâ : bizimle mücâdele ediyorsunuz
4. fî : hakkında
5. allâhi : Allah
6. ve huve : ve o
7. rabbu-nâ : bizim Rabbimiz
8. ve rabbu-kum : ve sizin Rabbiniz
9. ve lenâ : ve bizim
10. â'mâlu-nâ : bizim amellerimiz
11. ve lekum : ve sizin
12. a'mâlu-kum : sizin amelleriniz
13. ve nahnu : ve biz
14. lehu : ona
15. muhlisûne : muhlisler, ihlâs sahibi olanlar



140*
أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطَ كَانُواْ هُودًا أَوْ نَصَارَى قُلْ أَأَنتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللّهُ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن كَتَمَ شَهَادَةً عِندَهُ مِنَ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Resim--- Em tekulune inne ibrahime ve ismaile ve ishaka ve ya'kube vel esbata kanu huden ev nesara, kul e entum a'lemu emillah, ve men azlemu mimmen keteme şehadeten indehu minellah, ve mallahu bi ğafilin amma ta'melûn: yoksa İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakub da, Esbat da hep Yehud veya Nesârâ idiler mi diyorsunuz? Deki sizler mi daha iyi bileceksiniz yoksa Allah mı? Allahın şahadet ettiği bir hakikati bilerek ketm edenden daha zalim kim olabilir? Allah ettiklerinizden gafil değil

1. em : yoksa, veya
2. tekûlûne : diyorsunuz, söylüyorsunuz
3. inne : muhakkak
4. ibrâhîme : İbrâhîm
5. ve ismâîle : ve İsmail
6. ve ishâka : ve İshak
7. ve ya'kûbe ve esbâta : ve Yâkub ve torunları
8. kânû : oldular, idiler
9. hûden : yahudi
10. ev nasârâ : veya hristiyan
11. kul : de, söyle
12. e entum : siz mi
13. a'lemu : daha iyi bilir
14. em(i) : yoksa, veya
15. allâhu : Allah
16. ve men azlemu : ve kim daha zalim
17. mimmen (min men) : o kimseden
18. keteme : ketmetti, gizledi, sakladı
19. şehâdeten : şahitlik
20. inde-hu : onun yanında, katında
21. min allâhi : Allah'tan
22. ve mâ allâhu : ve Allah değildir
23. bi gâfilin : gâfil, farkında olmayan
24. ammâ (an mâ) : şey(ler)den
25. ta'melûne : siz yapıyorsunuz
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

141*
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Resim--- Tilke ummetun kad halet, leha ma kesebet ve lekum ma kesebtum, ve la tus'elune amma kanu ya'melûn: O bir ümmetti geldi geçti, ona kendi kazandığı size de kendi kazandığınız ve siz onların işlediklerinden mes'ul değilsiniz

1. tilke : o
2. ummetun : bir topluluk
3. kad : olmuştu
4. halet : gelip geçti
5. lehâ mâ kesebet : onun kazandığı şey(ler)
6. ve lekum : ve sizin
7. mâ kesebtum : kazandığınız şey(ler)
8. ve lâ tus'elûne : ve size sorulmaz
9. ammâ (an mâ) : şeylerden
10. kânû : oldular
11. ya'melûne : yapıyorlar



142*
سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلَّاهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا قُلْ لِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
Resim--- Se yekulus sufehau minen nasi ma vellahum an kibletihimulleti kanu aleyha, kul lillahil meşriku vel mağrib, yehdi mey yeşau ila siratim mustekîm: Nas içinde süfehâ takımı «bunları bulundukları Kıbleden çeviren ne? diyecek, Deki Meşrık da Magrib de Allahındır, o kimi dilerse doğru bir caddeye çıkarır

1. se : yakında, olacak
2. yekûlu : derler, söylerler
3. es sufehâu : sefihler, kendini bilmeyenler
4. min en nâsi : insanlardan
5. mâ vellâ-hum : onları çeviren nedir
6. an kıbleti-him : kıblelerinden
7. elletî : o ki, ki o
8. kânû : oldular
9. aleyhâ : onun üzerinde
10. kul : de ki
11. lillâhi (li allâhi) : Allah'ın
12. el meşrıku : doğu
13. ve el magrıbu : ve batı
14. yehdî : hidayet eder
15. men : kimse, kişi
16. yeşâu : diler
17. ilâ sırâtın mustakîmin : Sıratı Mustakîm'e, Allah'a ulaştıran yola



143*
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلاَّ لِنَعْلَمَ مَن يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّن يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِن كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلاَّ عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Resim--- Ve kezalike cealnakmum ummetev vesetal li tekunu şuhedae alen nasi ve yekuner rasulu aleykum şehida, ve ma cealnel kibletelleti kunte aleyha illa li na'leme mey yettebiur rasule mimmey yenkalibu ala akibeyh, ve in kanet le kebiraten illa alellezine hedellah, ve ma kanellahu li yudi'a imanekum, innellahe bin nasi le raufur rahîm : ve işte böyle sizi doğru bir caddeye çıkarıp ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki siz bütün insanlar üzerine adalet nümunesi, hak şahidleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahid olsun. Kıbleyi mukaddema durduğun Kâ'be yapışımız da sırf şunun içindir: Peygamberin izince gidecekleri; iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım, o elbette Allahın hidayet eylediği kimselerden maadasına mutlak ağır gelecekdi, Allah imanınızı zayi edecek değil, Her halde Allah insanlara re'fetli çok re'fetlidir, rahîmdir


1. ve kezâlike : ve bunun gibi, böylece
2. cealnâ-kum : biz sizi kıldık, yaptık
3. ummeten : bir ümmet, bir topluluk
4. vasatan : vasat, ortada, ifrat ve tefritten uzak
5. li tekûnû : olmanız için, olun diye
6. şuhedâe : şahitler
7. alâ en nâsi : insanlara
8. ve yekûne : ve olsun
9. er resûlu : resûl
10. aleykum : size, sizin üzerinize
11. şehîden : şahit
12. ve mâ ceal-nâ : ve biz yapmadık, kılmadık
13. el kıblete : kıble
14. elletî : o ki, ki o
15. kunte : sen oldun
16. aleyhâ : onun üzerinde
17. illâ : ancak, sadece, hariç
18. li na'leme : bilmemiz için
19. men : kim
20. yettebiu : tâbî olur
21. er resûle : resûl
22. mimmen (min men) : o kimse(ler)den, ondan (onlardan)
23. yenkalibu : geri döner
24. alâ : üzerine, üzerinde
25. akibeyhi : topukları (iki topuğu)
26. ve in kânet : ve eğer olursa, olsa bile
27. le : elbette, gerçekten
28. kebîreten : zor, güç
29. illâ : ancak, hariç
30. alâ : üzerine, ... e
31. ellezîne : o kimseler, onlar
32. hedâ : hidayete erdirdi
33. allâhu : Allah'ın
34. ve mâ kâne : ve olmadı, değildir
35. allâhu : Allah
36. li yudîa : zayi edecek, boşa çıkaracak, yok edecek
37. îmâne-kum : sizin îmânınız
38. inne : hiç şüphesiz, muhakkak
39. allâhe : Allah
40. bi en nâsi : insanlara
41. le : mutlaka, elbette
42. raûfun : çok şefkatli
43. rahîmun : çok merhametli, rahmet gönderen



144*
قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاء فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوِهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ
Resim--- Kad nera tekallube vechike fis sema, fe lenuvelliyenneke kibleten terdaha, fevelli vecheke şatral mescidil haram, ve haysu ma kuntum fevellu vucuhekum şatrah, ve innellezine utul kitabe le ya'lemune ennehul hakku mir rabbihim, ve mallahu bi ğafilin amma ya'melûn : hakikaten yüzünün Semada aranıp durduğunu görüyoruz, artık müsterih ol: seni hoşnud olacağın bir Kıbleye memur edeceğiz, haydi yüzünü Mescidi Harama doğru çevir, siz de -ey mü'minler- nerede bulunsanız yüzünüzü ona doğru çeviriniz; kendilerine kitab verilmiş olanlar da her halde bilirler ki o rablarından gelen haktır ve Allah onların yaptıklarından ve yapacaklarından gafil değildir

1. kad : muhakkak, olmuştu
2. nerâ : görüyoruz
3. tekallube : çeviriyorsun
4. vechi-ke : yüzünü
5. fî es semâi : semaya
6. fe le nuvelliye enne-ke : artık seni mutlaka çevireceğiz
7. kıbleten : bir kıbleye
8. terdâ-hâ : ondan razı, hoşnut olacağın
9. fe velli : bundan sonra çevirin
10. veche-ke : yüzünüzü
11. şatra : taraf, yön
12. el mescidi el harâmi : Mescid-i Haram
13. ve haysu : ve nerede
14. mâ kuntum : siz olursunuz, bulunursunuz
15. fe vellû : öyleyse çevirin
16. vucûhe-kum : yüzlerinizi
17. şatra-hu : onun yönüne, tarafına
18. ve inne : ve hiç şüphesiz, muhakkak
19. ellezîne : o kimseler, onlar
20. ûtû : verildiler
21. el kitâbe : kitap
22. le ya'lemûne : elbette biliyorlar, bilirler
23. enne-hu : onun olduğu
24. el hakku : bir hak, gerçek
25. min rabbi-him : onların Rabbinden
26. ve mâ âllâhu : ve Allah değildir
27. bi gâfilin : gâfil
28. ammâ (an mâ) : şey(ler)den
29. ya'melûne : yapıyorlar



145*
وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ ءَايَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَ وَمَا أَنتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ وَمَا بَعْضُهُم بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم مِّن بَعْدِ مَا جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ إِنَّكَ إِذَاً لَّمِنَ الظَّالِمِينَ
Resim--- Ve le in eteytellezine utul kitabe bi kulli ayetim ma tebiu kibletek, ve ma ente bi tabiin kibletehum, ve ma ba'duhum bi tabiin kiblete ba'd, ve leinitteba'te ehvaehum mim ba'di ma caeke minel ilmi inneke izel le minez zalimîn :
celâlim hakkı için sen o kitab verilmiş olanlara her bürhanı da getirsen yine senin Kıblene tabi olmazlar, sen de onların Kıblesine tabi olmazsın, bir kısmı diğer kısmın Kıblesine tabi değil ki.. celâlim hakkı için sana gelen bunca ilmin arkasından sen tutar da onların hevalarına uyacak olursan o takdirde sen de mutlak zulmedenlerdensindir

1. ve le in : ve eğer gerçekten olursa, olsa
2. eteyte : getirsen
3. ellezîne : o kimselere, onlara
4. ûtû : verilenlere
5. el kitâbe : kitap
6. bi kulli : hepsini
7. âyetin : âyet
8. mâ tebiû : tâbî olmazlar
9. kıblete-ke : senin kıblen
10. ve mâ ente : ve sen değilsin
11. bi tâbîın : tâbî olan
12. kıblete-hum : onların kıblesi
13. ve mâ : ve değil
14. ba'du-hum : onların bir kısmı
15. bi tâbîın : tâbî olan
16. kıblete : kıble
17. ba'dın : bazıları, bir kısmı
18. ve le in : ve eğer gerçekten olursa, olsa
19. itteba'te : sen tâbî oldun
20. ehvâe-hum : onların hevaları, nefslerinin arzuları, istekleri
21. min ba'di : sonradan, den sonra
22. mâ câe-ke : sana gelen şey
23. min el ilmi : ilimden, bilgiden
24. inne-ke : muhakkak ki sen, hiç şüphesiz sen
25. izen : o zaman, o taktirde
26. le min ez zâlimîne : elbette zalimlerden



146*
الَّذِينَ ءَاتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ وَإِنَّ فَرِيقًا مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Resim--- Ellezine ateynahumul kitabe ya'rifunehu kema ya'rifune ebnaehum, ve inne ferikam minhum le yektumunel hakka ve hum ya'lemûn: O kendilerine kitab verdiğimiz ümmetlerin uleması onu -o Peygamberi- oğullarını tanır gibi tanırlar, böyle iken içlerinden bir takımı hakkı bile bile ketmederler

1. ellezîne : o kimseler, onlar
2. âteynâ-hum : onlara verdik, getirdik
3. el kitâbe : kitap
4. ya'rifûne-hu : onu tanırlar, bilirler
5. kemâ : gibi
6. ya'rifûne : tanırlar
7. ebnâe-hum : oğullarını
8. ve inne : ve hiç şüphesiz, muhakkak ki
9. ferîkan : bir fırka, bir grup
10. min-hum : onlardan
11. le : elbette, mutlaka
12. yektumûne : gizlerler
13. el hakka : hakkı
14. ve hum : ve onlar
15. ya'lemûne : biliyorlar



147*
الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
Resim--- Elhakku mir rabbike fe la tekunenne minel mumterîn: O hak rabbından, artık şüpheye düşenlerden olma sakın

1. el hakku : hak, gerçek
2. min rabbi-ke : senin Rabbinden
3. fe : artık, bundan sonra
4. lâ tekûnenne : sakın olma
5. min el mumterîne : şüphe edenlerden



148*
وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُوا يَأْتِ بِكُمُ اللَّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim--- Ve li kulliv vichetun huve muvelliha festebikul hayrat, eyne ma tekunu ye'ti bikumullahu cemia, innellahe ala kulli şey'in kadîr : Her birinin bir yöneti vardır, o ona yönelir, Haydin hep hayırlara koşun, yarışın; Her nerede olsanız Allah sizi toplar, bir araya getirir, şüphesiz ki Allah her şeye kadîr

1. ve li kullin : ve herkes için vardır
2. vichetun : vech, cihet, yön
3. huve : o
4. muvellî-hâ : ona yönelinen (yer)
5. fe : o zaman, artık
6. istebikû : yarışın, yarış edin
7. el hayrâti : hayırlar
8. eyne mâ : her nerede
9. tekûnû : olursunuz
10. ye'ti bi-kum : sizi getirir
11. allâhu : Allah
12. cemîan : hepsi, topluca, biraraya
13. inne allâhe : muhakkak ki Allah
14. alâ kulli şey'in : herşeye
15. kadîrun : kaadirdir



149*
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Resim--- Ve min haysu haracte fevelli vecheke şatral mescidil haram, ve innehu lel hakku mir rabbik, ve mallahu bi ğafilin amma ta'melûn: Hem her nereden sefere çıkarsan hemen Mescidi harama doğru yüzünü çevir, bu emir şüphesiz hak, rabbından olduğu muhakkakdır, Allah amellerinizden gafil de değildir

1. ve min : ve den
2. haysu : neresi
3. harec-te : sen çıktın
4. fe : o zaman
5. velli : dön, çevir
6. veche-ke : yüzünü
7. şatra : yön, taraf
8. el mescidi el harâmi : Mescid-i Haram
9. ve inne-hu : ve hiç şüphesiz o, muhakkak ki o
10. le : elbette, mutlaka
11. el hakku : hak
12. min rabbi-ke : senin Rabbinden
13. ve mâ : ve değildir
14. allâhu : Allah
15. bi gâfilin : gâfil
16. ammâ (an mâ) : şey(ler)den
17. ta'melûne : yapıyorsunuz



150*
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلاَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنْهُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Resim--- Ve min haysu haracte fevelli vecheke şatral mescidil haram, ve haysu ma kuntum fe vellu vucuhekum şatrahu li ella yekune linnasi aleykum hucceh, illellezine zalemu minhum fe la tahşevhum vahşevni ve li utimme ni'meti aleykum ve leallekum tehtedûn: Her nereden yola çıkarsan yüzünü Mescidi harama doğru çevir ve her nerede olsanız yüzünüzü ona doğru çevirin ki nas için aleyhinizde bir hüccet olmıya, ancak içlerinden haksızlık edenler başka siz de onlardan korkmayın benden korkun, hem üzerinizdeki ni'metimi tamamlıyayım hem gerek ki hidayete eresiniz

1. ve min haysu : ve nereden
2. harecte : sen çıktın
3. fe : o zaman
4. velli : dön, çevir
5. veche-ke : yüzünü
6. şatra : yön
7. el mescidi el harâmi : Mescid-i Haram
8. ve haysu : ve nerede
9. mâ kuntum : siz oldunuz (bulundunuz)
10. fe : o zaman, hemen
11. vellû : dönün, çevirin
12. vucûhe-kum : yüzleriniz
13. şatra-hu : onun tarafına, o tarafa
14. li ellâ yekûne : olmaması için
15. li en nâsi : insanlara, insanların
16. aleykum : sizin üzerinize, size
17. huccetun : hüccet, delil
18. illâ : ancak, hariç
19. ellezîne : o kimseler, onlar
20. zalemû : zulmettiler
21. min-hum : onlardan
22. fe : artık, o zaman
23. lâ tahşev-hum : onlardan korkmayın
24. vahşev-nî : benden korkun
25. ve li utimme : ve tamamlamam için
26. ni'metî : ni'metimi
27. aleykum : size, sizin üzerinize
28. ve lealle-kum : ve umulur ki siz, böylece siz
29. tehtedûne : hidayete erersiniz



151*
كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ ءَايَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
Resim--- Kema erselna fikum rasulem minkum yetlu aleykum ayatina ve yuzekkikum ve yuallimukumul kitabe vel hikmete ve yuallimukum ma lem tekunu ta'lemûn: Netekim içinizde sizden bir Resul gönderdik, size âyetlerimizi okuyor, sizi tezkiye ediyor, size kitab, hikmet öğretiyor, size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor

1. kemâ : gibi, olduğu gibi, öyle ki, nitekim
2. ersel-nâ : biz gönderdik
3. fî-kum : sizin içinizde
4. resûlen : bir resûl, elçi
5. min-kum : sizden
6. yetlû : okur
7. aleykum : size
8. âyâti-nâ : bizim âyetlerimiz
9. ve yuzekkî-kum : ve sizi tezkiye eder
10. ve yuallimu-kum : ve size öğretir
11. el kitâbe : kitabı
12. ve el hikmete : ve hikmeti
13. ve yuallimu-kum : ve size öğretir
14. mâ : şeyler
15. lem tekûnû ta'lemûne : sizin bilmediğiniz



152*
Resim--- فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ
Fezkuruni ezkurkum veşkuru li ve la tekfurûn : o halde anın beni, anayım sizi ve şükredin de bana nankörlük etmeyin

1. fe : o halde, öyle ise
2. uzkurû-nî : beni zikredin
3. ezkur-kum : ben sizi zikrederim (zikredeyim)
4. ve uşkurû : ve şükredin
5. lî : bana
6. ve lâ tekfurû-ni : ve beni inkâr etmeyin (ni'metlerimi inkâr edip küfürde olmayın)



153*
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenusteînu bis sabri ves salah, innellahe meas sabirîn : Ey o bütün iman edenler sabr-ü salât ile yardım isteyin, şüphe yok ki Allah sabr edenlerle beraberdir

1. yâ eyyuhâ : ey
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. âmenû : âmenû olanlar, îmân edenler(Allah'a ulaşmayı dileyenler)
4. istainû : istiane (Allah'tan istenen özel yardım, mürşidin istenmesi)
5. bi : ile
6. es sabri : sabır
7. ve : ve
8. es salâti : namaz
9. inne : muhakkak ki, hiç şüphesiz
10. allâhe : Allah
11. mea : beraber
12. es sâbirîne : sabredenler



154*
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكِنْ لَا تَشْعُرُونَ
Resim--- Ve la tekulu li mey yuktelu fi sebilillahi emvat, bel ahyauv ve lakil la teş'urûn: ve Allah yolunda katlolunanlara ölüler demeyin hayır diridirler ve lâkin siz sezmezsiniz

1. ve : ve
2. lâ tekûlû : demeyin, söylemeyin
3. li : için
4. men : kişi, kimse
5. yuktelu : öldürülür
6. fî sebîli allâhi : Allah'ın yolunda
7. emvâtun : ölüler
8. bel : hayır
9. ehyâun : canlıdır, hayattadır, diridir
10. ve : ve
11. lâkin : lâkin, fakat
12. lâ teş'urûne : şuurunda değilsiniz, farkında olmazsınız



155*
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ
Resim--- Ve le nebluvennekum bi şey'im minel havfi vel cui ve naksim minel emvali vel enfusi ves semerat, ve beşşiris sabirîn : çaresiz sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz maldan, candan ve hasılâttan eksiklik ile imtihan edeceğiz, müjdele o sabırlıları

1. ve : ve
2. le : elbette, mutlaka
3. nebluvenne-kum : sizi imtihan ederiz
4. bi şey'in : bir şey
5. min : dan
6. el havfi : korku
7. ve el cûi : ve açlık
8. ve naksın : ve eksiklik
9. min el emvâli : mallardan
10. ve el enfusi : ve nefsler
11. ve es semerâti : ve semereler, ürünler
12. ve beşşir : ve müjdele
13. es sâbirîne : sabredenler



156*
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
Resim--- Ellezine iza esabethum musibetun kalu inna lillahi ve inna ileyhi raciûn : ki başlarına bir musibet geldiği vakit «biz Allahınız ve nihayet ona döneceğiz» derler

1. ellezîne : o kimseler, onlar
2. izâ : olduğu zaman
3. esâbet-hum : onlara isabet etti
4. musîbetun : bir musîbet
5. kâlû : dediler
6. innâ : muhakkak ki biz, hiç şüphesiz biz
7. lillâhi (li allâhi) : Allah için, Allah'a ait
8. ve : ve
9. innâ : muhakkak ki biz
10. ileyhi : ona
11. râciûne : dönecek olanlar



157*
أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ
Resim--- Ulaike alayhim salevatum mir rabbihim ve rahmetuv ve ulaike humul muhtedûn : işte onlar, rablarından salâvat-ü rahmet onlara ve işte hidayete erenler onlar

1. ulâike : işte onlar
2. aleyhim : onların üzerine, onlara
3. salâvâtun : salâvât
4. min : den
5. rabbi-him : onların Rabbi
6. ve : ve
7. rahmetun : rahmet
8. ve : ve
9. ulâike : işte onlar
10. hum : onlar
11. el muhtedûne : hidayete erenler



158*
إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللَّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ
Resim--- İnnes safa vel mervete min şeairillah, fe men haccel beyte evi'temera fe la cunaha aleyhi ey yettavvefe bihima, ve men tetavvea hayran fe innellahe şakirun alîm: Hakikat, Safa ile Merve Allahın şeâirlerindendir onun için her kim hac veya ömre niyyetiyle Beyti ziyaret ederse tavafı bunlarla yapmasında ona bir günah yoktur Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse şüphesiz Allah ecrile meşhur kılar âlimdir

1. inne : muhakkak, hiç şüphesiz
2. es safâ : Mekke'de Safa
3. ve : ve
4. el mervete : Mekke'de Merve
5. min : den
6. şeâirillâhi (şeâiri allâhi) : Allah'ın nişaneleri, alâmetleri, işaret ettiği yerler
7. fe : artık
8. men : kim
9. hacce : hac yaptı
10. el beyte : beyt, ev
11. ev : veya
12. ı'temera : ziyaret yaptı, umre yaptı, Beytullah'ı ziyaret etti
13. fe : o zaman, o taktirde
14. lâ cunâhâ : vebal yoktur, günah yoktur
15. aleyhi : ona, onun üzerine
16. en yettavvefe : tavaf etmek
17. bi-himâ : ikisini
18. ve men : ve kim
19. tetavvaa : tav'an, gönülden, nafile olarak (farz olmadığı halde) yapar
20. hayran : bir hayır
21. fe : o zaman, o taktirde
22. inne : muhakkak
23. allâhe : Allah
24. şâkirun : şakir, şükrün karşılığını mükâfat olarak veren
25. alîmun : hakkıyla bilen



159*
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللَّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ
Resim--- İnnellezine yektumune ma enzelna minel beyyinati vel huda mim ba'di ma beyyennahu lin nasi fil kitabi ulaike yel'anuhumullahu ve yel'anuhumul lainûn: İndirdiğimiz beyyinatı ve ayni bidayet olan âyâtı insanlar için biz kitabda beyan ettikten sonra ketm edenler muhakkak ki onlara Allah lâ'net eder, lâ'net şanından olanlar da lâ'net eder

1. inne : muhakkak, hiç şüphesiz
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. yektumûne : ketmederler, gizlerler
4. mâ : şey
5. enzelnâ : biz indirdik
6. min el beyyinâti : beyyinelerden, deliller, mucizeler, ispat vasıtalarından
7. ve el hudâ : ve hidayet, ruhun ölmeden önce Allah'a ulaşması, Allah tarafından ulaştırılması
8. min ba'di : sonradan
9. mâ : şey(ler)
10. beyyennâ-hu : biz onu açıkladık
11. li en nâsi : insanlar için
12. fî el kitâbi : kitapta
13. ulâike : işte onlar
14. yel'anu-humu allâhu : Allah onlara lânet eder
15. ve yel'anu-humu : ve onlara lânet eder
16. el lâinûne : lânet ediciler



160*
إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا وَأَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا فَأُولَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Resim--- İllellezine tabu ve aslehu ve beyyenu fe ulaike etubu aleyhim, ve enet tevvabur rahîm : ancak tevbe edib hali düzeltib hakkı söyliyenler başka, ben onları bağışlarım, öyle rahîm tavvabım ben

1. illâ : ancak, sadece
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. tâbû : tövbe ettiler
4. ve : ve
5. aslahû : ıslâh oldular (nefs tezkiyesi yaptılar)
6. ve : ve
7. beyyenû : beyan ettiler, açıkladılar
8. fe : o zaman, o taktirde
9. ulâike : işte onlar
10. etûbu aleyhim : onların tövbelerini kabul ederim
11. ve : ve
12. ene : ben
13. et tevvâbu : tövbeleri çok kabul eden
14. er rahîmu : rahîm esması ile tecelli eden, çok merhametli olan



161*
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
Resim--- İnnellezine keferu ve matu ve hum kuffarun ulaike aleyhim la'netullahi vel melaiketi ven nasi ecmeîn: amma âyâtımızı inkâr etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlar işte Allahın lâ'neti, Meleklerin lâ'neti, insanları lâ'neti hep onların üstüne

1. inne : muhakkak, hiç şüphesiz
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. keferû : gizlediler, küfrettiler
4. ve mâtû : ve öldüler
5. ve hum : ve onlar
6. kuffârun : kâfirler
7. ulâike : işte onlar
8. aleyhim : onların üzerine, onlara
9. la'netu allâhi : Allah'ın lâneti
10. ve el melâiketi : ve melekler
11. ve en nâsi : ve insanlar
12. ecmaîne : hepsi



162*
خَالِدِينَ فِيهَا لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ
Resim--- Halidine fiha, la yuhaffefu anhumul azabu ve la hum yunzarûn : ebediyen onun altında kalırlar, ne azabları hafifletilir ne de kendilerine göz açtırılır

1. hâlidîne : ebedî kalacak olanlar
2. fî-hâ : orada, onun içinde
3. lâ yuhaffefu : hafifletilmez
4. an-hum : onlardan
5. el azâbu : azap
6. ve : ve
7. lâ hum yunzarûne : onlara bakılmaz



163*
وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ
Resim--- Ve ilahukum ilahuv vahid, la ilahe illa huver rahmanur rahîm: Her halde hepinizin Tanrısı bir Tanrı, başka Tanrı yok ancak o, o rahmanı rahîm

1. ve : ve
2. ilâhu-kum : sizin ilâhınız
3. ilâhun : ilâh
4. vâhidun : tek, bir
5. lâ ilâhe : ilâh yoktur
6. illâ : ancak, sadece, dan başka
7. huve : o
8. er rahmân : Rahmân olan, Rahmân esmasının
9. er rahîmu : ve Rahîm olan, rahmet nurunun sahibi



164*
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاء مِن مَّاء فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخِّرِ بَيْنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Resim--- İnne fi halkis semavati vel ardi vahtilafil leyli ven nehari vel fulkilleti tecri fil bahri bima yenfeun nase ve ma enzelellahu mines semai mim main fe ahya bihil arda ba'de mevtiha ve besse fiha min kulli dâbbeh, ve tasrifir riyahi ves sehabil musahhari beynes semai vel ardi le ayatil li kavmiy ya'kilûn: Şüphesiz Göklerin ve Yerin yaradılışında, gece ile gündüzün biribiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akan gemide, Allahın yukarıdan bir su indirib de onunla Arzı ölmüşken diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanatı yaymasında, rüzgârları, değiştirmesinde, Gök ile Yer arasında müsahhar bulutta, şüphesiz hep bunlar da akıllı olan bir ümmet için elbet Allahın birliğine âyetler var

1. inne : muhakkak ki
2. fî halkı : yaratılışta
3. es semâvâti : semalar, gökler
4. ve el ardı : ve arz, yeryüzü
5. ve ihtilâfi : ve ihtilâflı (karşılıklı) olması, birbiri ardınca gelmesi
6. el leyli : gece
7. ve en nehâri : ve gündüz
8. ve el fulki : ve gemiler
9. elletî : o ki, ki o
10. tecrî : akar, gider, yüzer
11. fî el bahri : denizde
12. bimâ : dolayısıyla, sebebiyle, ..... yaparak
13. yenfeu : fayda verir
14. en nâse : insanlar
15. ve mâ : ve şeyi
16. enzele allâhu : Allah indirdi
17. min es semâi : semadan, gökten
18. min mâin : sudan, suyu
19. fe ahyâ bi-hi : böylece onunla hayat verdı, diriltti
20. el arda : arz, yeryüzü, toprak
21. ba'de : sonra
22. mevti-hâ : onun ölümü
23. ve besse : ve yaydı
24. fî-hâ : orada
25. min kulli : hepsinden
26. dâbbetin : (yürüyen) hayvanlar
27. ve tasrîfi : ve esmesi
28. er riyâhı : rüzgâr(lar)
29. ve es sehâbi : ve bulutlar
30. el musahhari : emre amade kılınmış olan
31. beyne : arasında
32. es semâi : sema, gökyüzü
33. ve el ardı : ve yeryüzü
34. le âyâtin : elbette âyetler, kanıtlar, deliller
35. li kavmin : bir kavim için
36. ya'kılûne : akıl ederler



165*
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ
Resim--- Ve minen nasi mey yettehizu min dunillahi endadey yuhibbunehum ke hubbillah, vellezine amenu eşeddu hubbel lillah, velev yerallezine zalemu iz yeravnel azabe ennel kuvvete lillahi cemiav ve ennellahe şedidul azâb: İnsanlardan kimi de Allahdan beride bir takım sınarlar ediniyorlar da onları Allah sever gibi seviyorlar, iman edenler ise Allah için sevgice daha kuvvetlidirler, görselerdi o zulmu edenler: azabı görecekleri vakit hakikaten kuvvet bütün kuvvet Allahındır ve hakikaten Allah çok şedid azablıdır

1. ve min en nâsi : ve insanlardan (bir kısmı)
2. men : kim, kimse
3. yettehizu : edinir
4. min dûni allâhi : Allah'tan başka
5. endâden : eş, eşit, ortak (put)
6. yuhıbbûne-hum : onları severler
7. ke : gibi
8. hubbillâhi (hubbi allâhi) : Allah'ın sevgisi
9. ve ellezîne : ve o kimseler, onlar
10. âmenû : âmenû oldular (Allah'a ulaşmayı dilediler)
11. eşeddu : daha şiddetli, daha çok kuvvetli
12. hubben : sevgi, muhabbet
13. lillâhi (li allâhi) : Allah'ı
14. ve lev yerâ : ve keşke görselerdi (bilselerdi)
15. ellezîne zalemû : zulmedenler
16. iz yeravne : gördüklerinde, gördükleri zaman
17. el azâbe : azap
18. enne : olduğunu
19. el kuvvete : kuvvet
20. lillâhi (li allâhi) : Allah'ın, Allah'a ait
21. cemîan : hepsi, bütün, tamamı, tamamen
22. ve enne : ve olduğunu
23. allâhe : Allah
24. şedîdu : şiddetli
25. el azâbi : azap



166*
إِذْ تَبَرَّأَ الَّذِينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذِينَ اتَّبَعُوا وَرَأَوُا الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْأَسْبَابُ
Resim--- İz teberraellezinet tubiu minellezinettebeu ve raevul azabe ve tekattaat bihimul esbâb : o vakit o metbu olanlar azabı görerek tabi olanlardan teberri etmişlerdir, aralarındaki bütün rabıtalar didik didik kopmuştur

1. iz : o zaman, olduğu zaman
2. teberree : berî oldu, uzaklaştı
3. ellezîne : onlar
4. ittubiû : tâbî olundular
5. min : den
6. ellezîne : o kimseler, onlar
7. ittebeû : tâbî oldular
8. ve : ve
9. reavû : (onlar) gördüler
10. el azâbe : azab
11. takattaat : kesildi, koparıldı
12. bi-him : onlar ile
13. el esbâbu : sebepler, bağlar



167*
وَقَالَ الَّذِينَ اتَّبَعُوا لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّأَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّءُوا مِنَّا كَذَلِكَ يُرِيهِمُ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ
Resim--- Ve kalellezinet tebeu lev enne lena kerraten fe neteberrae minhum kema teberrau minna, kezalike yurihimullahu a'malehum haseratin aleyhim, ve ma hum bi haricine minen nâr: Tâbi olanlar da şöyle demektedir: Ah bizim için dünyaya bir dönüş olsa idi de onların bizden teberri ettikleri gibi biz de onlardan teberri etse idik! İşte böyle Allah onlara bütün amellerini üzerlerine yığılmış hasretler halinde gösterecektir ve onlar o ateşten çıkacak değillerdir

1. ve kâle : ve dedi
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. ittebeû : tâbî oldular
4. lev : olsa, ise, keşke
5. enne : olduğu
6. lenâ : bize, bizim için
7. kerreten : bir kere daha, tekrar
8. fe : o zaman
9. neteberree : biz uzaklaşalım, berî olalım
10. min-hum : onlardan
11. kemâ : gibi
12. teberreû : berî oldular, uzaklaştılar
13. min-nâ : bizden
14. kezâlike : böylece
15. yurî-him(u) : onlara gösterecek
16. allâhu : Allah
17. a'mâle-hum : onların amelleri
18. haserâtin : hasara uğrayan
19. aleyhim : onlara
20. ve mâ : ve değil
21. hum : onlar
22. bi hâricîne : ile çıkacak olanlar
23. min en nâri : ateşten



168*
يَاأَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْأَرْضِ حَلَالًا طَيِّبًا وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ
Resim--- Ya eyyuhen nasu kulu mimma fil ardi halalen tayyibev ve la tettebiu hutuvatiş şeytan, innehu lekum aduvvum mubîn : Ey insanlar bütün Arzdaki nimetlerimden halâl olmak, pâk olmak şartiyle yeyin, fakat Şeytanın adımlarına uymayın çünkü o size belli bir düşmandır

1. yâ eyyuhâ : ey
2. en nâsu : insanlar
3. kulû : yeyin
4. mimmâ (min mâ) : şey(ler)den
5. fî : içinde, ...de
6. el ardı : arz, yeryüzü
7. halâlen : helâl olan
8. tayyiben : temiz olan
9. ve : ve
10. lâ tettebiû : tâbî olmayın, uymayın
11. hutuvâti : adımlar, ayak izleri
12. eş şeytâni : şeytan
13. inne-hu : muhakkak ki o, çünkü o
14. lekum : sizin için, size
15. aduvvun : düşman
16. mubînun : açıkça, apaçık



169*
إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاءِ وَأَنْ تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Resim--- İnnema ye'murukum bis sui vel fahşai ve en tekulu alellahi ma la ta'lemûn: o size hep çirkin ve murdar işleri emreder ve Allaha karşı bilmediğiniz şeyler söylemenizi ister

1. innemâ : ancak, sadece
2. ye'muru-kum : size emreder
3. bi es sûi : kötülük ile, şerrle
4. ve el fahşâi : ve fuhuş, hayasızlık
5. ve en tekûlû : ve söylemeniz
6. alâ âllâhi : Allah'a karşı
7. mâ lâ ta'lemûne : sizin bilmediğiniz şeyler



170*
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ ءَابَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ ءَابَاؤُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ
Resim--- Ve iza kıle lehumut tebiu ma enzellellahu kalu bel nettebiu ma elfeyna aleyhi abaena, e ve lev kane abauhum la ya'kilune şey'ev ve la yehtedûn : Allahın indirdiğine uyun denildiği vakit de onlara yok dediler: Atalarımızı neyin üzerinde bulduksa ona uyarız, ya ataları bir şeye akl erdiremez ve doğruyu seçemez idiseler demi?

1. ve izâ kîle : ve denildiği zaman, denildiğinde
2. lehum : onlara
3. ittebiû : tâbî olun
4. mâ enzele : indirdiği şey, indirdiğine
5. allâhu : Allah
6. kâlû : dediler
7. bel : hayır
8. nettebiu : biz tâbî oluruz
9. mâ : şey
10. elfeynâ : biz bulduk
11. aleyhi : onun üzerinde, ona
12. âbâe-nâ : babalarımız, atalarımız
13. e : mı
14. ve lev : ve şâyet, ise
15. kâne : oldu, idi
16. âbâu-hum : onların babaları, ataları
17. lâ ya'kılûne : akıl etmiyorlar
18. şey'en : bir şey
19. ve lâ yehtedûne : ve hidayete ermezler



171*
وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ إِلَّا دُعَاءً وَنِدَاءً صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ
Resim--- Ve meselullezine keferu ke meselillezi yen'iku bi ma la yesmeu illa duaev ve nidaa, summum bukmun umyun fe hum la ya'kilûn : o kâfirlerin meseli sade bir çağırma veya bağırmadan başkasını duymaz bir kulakla haykıranın hâline benzer, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da etmezler

1. ve meselu : ve örneği, misali, durumu, hali
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. keferû : inkâr ettiler, kâfir oldular
4. ke : gibi
5. meseli : örneği, misali, durumu, hali
6. ellezî : o kimse, ki o
7. yen'ıku : bağırır, haykırır
8. bi mâ : bu yüzden, bu sebeple
9. lâ yesmeû : işitmez
10. illâ : den başka
11. duâen ve nidâen : çağırarak ve bağırarak
12. summun : sağır
13. bukmun : dilsiz
14. umyun : âmâ, kör
15. fe : artık, bu yüzden
16. hum : onlar
17. lâ ya'kılûne : akıl etmezler




172*
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلَّهِ إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenu kulu min tayyibati ma razaknakum veşkuru lillahi in kuntum iyyahu ta'budûn: Ey o bütün iman edenler! size kısmet ettiğimiz rızıkların hoşlarından yeyin ve Allaha şükreyleyin eğer ancak ona tapıyorsanız

1. yâ eyyuhâ : ey
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. âmenû : âmenû oldular (Allah'a ulaşmayı dilediler, îmân ettiler
4. kulû : yeyin
5. min tayyibâti : temiz, helâl olanlardan
6. mâ razaknâ-kum : sizi rızıklandırdığımız şeyler
7. ve uşkurû : ve şükredin
8. lillâhi (li allâhi) : Allah'a
9. in kuntum : eğer siz, ...seniz, olduysanız
10. iyyâ-hu ta'budûne : sadece ona kul olursunuz



173*
إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللَّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
Resim--- İnnema harrame aleykumul meytete ved deme ve lahmel hinziri ve ma uhille bihi li ğayrillah, fe menidturra ğayra bağiv ve la adin fe la isme aleyh, innellahe ğafurur rahîm: o size yalnız şunları haram kıldı: meyte, kan, hınzır eti, bir de Allahın gayrisinin namına kesilen; sonra kim bunlardan yemeğe muztar kalırsa diğerin hakkına tecavüz etmemek ve zaruret mıkdarını geçmemek şartile ona da günah yükletilmez, çünkü Allah gafur, rahîmdir

1. innemâ : ancak, sadece, fakat
2. harrame : haram kıldı
3. aleykum : sizin üzerinize, size
4. el meytete : ölü (hayvan)
5. ve ed deme : ve kan
6. ve lahme : ve et
7. el hınzîri : domuz
8. ve mâ uhille : ve helâl kılmadı
9. bi-hi : onu
10. li gayri allâhi : Allah'tan başkası için
11. fe men : artık, fakat, ama kim
12. idturra : zarurette, zor durumda kaldı
13. gayra : dışında, başka, olmaksızın
14. bâgin : hakka tecavüz ederek
15. ve lâ âdin : ve haddi (zaruret miktarını) aşmayarak
16. fe lâ isme : o taktirde günah yoktur
17. aleyhi : onun üzerine, ona
18. inne allâhe : muhakkak ki Allah
19. gafûrun : gafur olan, mağfiret eden
20. rahîmun : rahmet eden, rahmet nurunun sahibi



174*
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا أُولَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلَّا النَّارَ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللَّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Resim--- İnnellezine yektumune ma enzelellahu minel kitabi ve yeşterune bihi semenen kalilen ulaike ma ye'kulune fi butunihim illen nara ve la yukellimuhumullahu yevmel kiyameti ve la yuzekkihim, ve lehum azabun elîm : Allahın indirdiği kitabdan bir şeyi ketmedib de bununla biraz para alanlar muhakkak ki onlar karınlarında ateşden başka bir şey yemezler ve kıyamet günü Allah onlara ne söyler ne de kendilerini tezkiye eder, onlara sade bir «azabı elim» vardır

1. inne : muhakkak
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. yektumûne : ketmederler, gizlerler
4. mâ : şey(ler)
5. enzele : indirdi
6. allâhu : Allah
7. min el kitâbî : kitaptan
8. ve yeşterûne : ve satıyorlar
9. bi-hi : onu
10. semenen : bedel, ücret, değer
11. kalîlen : az
12. ulâike : işte onlar
13. mâ : şey(ler)
14. ye'kulûne : yiyorlar
15. fî : içinde
16. butûni-him : (onların) karınları
17. illâ : ancak, sadece, den başka
18. en nâre : ateş
19. ve lâ yukellimu-hum(u) : ve onlarla konuşmaz
20. allâhu : Allah
21. yevme el kıyâmeti : kıyâmet günü
22. ve lâ yuzekkî-him : ve onları tezkiye etmez, temize çıkarmaz, temizlemez
23. ve lehum : ve onlar için, onlara (vardır)
24. azâbun : azap
25. elîmun : acıklı, elîm



175*
أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِ فَمَا أَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ
Resim--- Ulaikellezineşteravud dalalete bil huda vel azabe bil mağfirah, fe ma asberahum alen nâr: Onlar işte hidayeti verib dalâleti, mağfireti bırakıb azabı satın alan kimseler, bunlar ateşe ne sabırlı şeyler!...

1. ulâike ellezîne : işte onlar ki ..... yapanlar
2. işteravû : satın aldılar
3. ed dalâlete : dalâleti
4. bi el hudâ : hidayet ile
5. ve el azâbe : ve azap
6. bi el magfireti : mağfiret ile, günahların sevaba
7. mâ : şey, ne, nedir
8. asbere-hum : onları sabırlı yaptı
9. alâ en nâri : ateşe karşı



176*
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِي الْكِتَابِ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ
Resim--- Zalike bi ennellahe nezzelel kitabe bil hakk, ve innellezinahtelefu fil kitabi le fi şikakim beîd : Zira şüphesiz ki Allah kitabı sebebi hak ile indirdi, kitabda ıhtilâf edenler ise şüphesiz haktan uzak bir şıkak içindedirler

1. zâlike : işte bu
2. bi enne : sebebi ile
3. allâhe : Allah
4. nezzele : indirdi
5. el kitâbe : kitap
6. bi el hakkı : hak ile
7. ve inne ellezîne : ve muhakkak ki onlar
8. ıhtelefû : ihtilâfa, ayrılığa düştüler
9. fî el kitâbi : kitapta
10. le : elbette, mutlaka
11. fî şikâkin : ayrılık içinde
12. baîdin : uzak



177*
لَّيْسَ الْبِرَّ أَن تُوَلُّواْ وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَـكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّآئِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُواْ وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَـئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَـئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
Resim--- Leysel birra en tuvellu vucuhekum kibelel meşriki vel mağribi ve lakinnel birra men amene billahi vel yevmil ahiri vel melaiketi vel kitabi ven nebiyyin, ve atel male ala hubbihi zevil kurba vel yetama vel mesakine vebnes sebili ves sailine ve fir rikab, ve ekames salate ve atez zekah, vel mufune bi ahdihim iza ahedu, ves sabirine fil be'sai ved darrai ve hînel be's, ulaikellezine sadeku, ve ulaike humul muttekûn : Erginlik değil: yüzlerinizi kâh gün doğu tarafına çevirmeniz kâh batı, ve lâkin eren o kimsedir ki Allaha, Ahıret gününe, Melâikeye, Kitaba ve bütün Peygamberlere iman edip karabeti olanlara, öksüzlere, bîçarelere yolda kalmışa, dilenenlere ve esirler uğrunda seve seve mal vermekte, hem namazı kılmakta hem zekâtı vermekte, bir de andlaştıkları vakit ahidlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık hallerinde ve harbin şiddeti zamanında sabr-ü sebat edenler işte bunlardır o sadıklar ve işte bunlardır o korunan müttekiler

1. leyse : değil
2. el birre : birr, ebrar kılacak davranış biçimi
3. en tuvellû : dönmeniz, yönelmeniz
4. vucûhe-kum : yüzleriniz
5. kıbele : yön, cihet
6. el maşrıkı : doğu
7. ve el magrıbi : ve batı
8. ve lâkinne : ve lâkin, fakat
9. el birre : birr, ebrar kılacak davranış biçimi
10. men : kim
11. âmene : âmenû oldu (Allah'a ulaşmayı diledi) îmân etti
12. billâhi (bi allâhi) : Allah'a
13. ve el yevmi el âhırı : ve sonraki gün
14. ve el melâiketi : ve melekler
15. ve el kitâbi : ve kitap
16. ve en nebiyyine : ve peygamberler
17. ve âte : ve verdi
18. el mâle : mal
19. alâ hubbi-hi : ona sevgi duyma, sevme
20. zevî el kurbâ : yakınlık sahipleri, akrabalar
21. ve el yetâmâ : ve yetimler
22. ve el mesâkîne : ve çalışamayacak durumdaki ihtiyarlar
23. ve ibne es sebîli : ve yolcu
24. ve es sâilîne : ve isteyenler (muhtaçlar)
25. ve fî er rıkâbi : ve kölelerin, esirlerin kurtulması hakkında, konusunda (kurtulması için)
26. ve ekâme es salâte : namazı ikame etti, devam ettirdi
27. ve âte ez zekâte : ve zekât verdi
28. ve el mûfûne : ve vefa eden, hakkıyla yerine getiren
29. bi ahdi-him : (onların) ahdlerini
30. izâ âhedû : ahd verdikleri zaman
31. ve es sâbirîne : ve sabredenler
32. fî el be'sâi : sıkıntıda, musîbet isabet ettiği zaman, hastalıkta
33. ve ed darrâi : ve darlık, zorluk, zaruret
34. ve hîne : ve o zamanda, o hallerde
35. el be'si : şiddetli savaş
36. ulâike : işte onlar
37. ellezîne sadakû : onlar sadık oldular, sadık olanlar
38. ve ulâike : ve işte onlar
39. hum(u) el muttekûne : onlar muttakiler, takva sahipleri



178*
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالأُنثَى بِالأُنثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاء إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenu kutibe aleykumul kisasu fil katla, el hurru bil hurri vel abdu bil abdi vel unsa bil unsa, fe men ufiye lehu min ehihi şey'un fettibaum bil ma'rufi ve edaun ileyhi bi ihsan, zalike tahfifum mir rabbikum ve rahmeh, fe meni'teda ba'de zalike fe lehu azabun elîm: Ey o bütün iman edenler! Maktuller hakkında üzerinize kısas yazıldı: hürre hür, köleye köle, dişiye dişi, bunun üzerine her kim kardeşinden cüz'î bir afve mazhar olursa o vakit vazife birinin o marufu takib etmesi birinin de ona borcunu güzellikle ödemesidir bu, rabbınızdan bir tahfif ve bir rahmettir, her kim bunun arkasından yine tecavüz ederse artık ona elîm bir azab vardır

1. yâ eyyuhâ : ey
2. ellezîne : onlar, olanlar
3. âmenû : âmenû oldular
4. kutibe : yazıldı, farz kılındı
5. aleykum(u) : sizin üzerinize, size
6. el kısâsu : kısas, eşit olarak misilleme
7. fî el katlâ : öldürülme hakkında
8. el hurru : hür
9. bi el hurri : hür ile
10. ve el abdu : ve köle
11. bi el abdi : köle ile
12. ve el unsâ : ve kadın, dişi
13. bi el unsâ : kadın ile, dişi ile
14. fe men : fakat, o taktirde, artık, o zaman kim
15. ufiye lehu : o affedilir
16. min ahî-hi : onun kardeşi tarafından
17. şey'un : bir şey
18. fe : fakat, o taktirde, artık, o zaman
19. ittibâun : tâbî olmak, uymak, gereğini yapmak
20. bi el ma'rûfi : iyilikle, bilinen şekilde, örfe tâbî olarak
21. ve edâun : ve eda etmek, ödemek
22. ileyhi : ona
23. bi ihsânin : ihsan ile
24. zâlike : işte bu, bu
25. tahfîfun : hafifletme
26. min rabbi-kum : Rabbinizden
27. ve rahmetun : ve bir rahmet
28. fe men : fakat, o taktirde, artık, o zaman kim
29. i'tedâ : haddi aştı
30. ba'de zâlike : bundan sonra
31. fe lehu : o taktirde, o zaman onun için (vardır)
32. azâbun elîmun : elîm bir azap



179*
وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَاأُولِي الْأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Resim--- Ve lekum fil kisasi hayatuy ya ulil elbabi leallekum tettekûn : Hem kısasta size bir hayat vardır ey temiz aklı temiz özü olanlar! gerek ki korunursunuz

1. ve lekum : ve sizin için (vardır)
2. fî el kısâsı : kısasta
3. hayâtun : hayat
4. yâ : ey
5. ulîl elbâbi (ulî el bâbi) : sır hazinelerinin (lübblerin) sahipleri
6. lealle-kum : umulur ki böylece siz
7. tettekûne : sakınırsınız, takva sahibi olursunuz



180*
كُتِبَ عَلَيْكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ إِنْ تَرَكَ خَيْرًا الْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ
Resim--- Kutibe aleykum iza hadara ehadekumul mevtu in terake hayra, elvasiyyetu lil valideyni vel akrabine bil ma'ruf, hakkan alel muttekîn : Birinize ölüm geldiği vakit bir hayır -bir mal- bırakacaksa, babası ve anası ve en yakın akrıbası için meşru bir surette vasıyyet etmek müttekiler üzerine icrası vacib bir hak olarak üzerinize yazıldı

1. kutibe : yazıldı, farz kılındı
2. aleykum : sizin üzerinize, size
3. izâ hadara : hazır olduğu zaman, geldiği zaman
4. ehade-kum(u) : sizden biriniz
5. el mevtu : ölüm
6. in tereke : eğer bırakırsa
7. hayran : bir hayır (mal v.s)
8. el vasiyyetu : vasiyet (etmek)
9. li el vâlideyni : anne-babaya
10. ve el akrabîne : ve akrabalar, yakınlar
11. bi el ma'rûfi : marufla, örf ve adete uygun olarak
12. hakkan : bir hakk olarak
13. alâ el muttekîne : takva sahiplerinin üzerine



181*
فَمَنْ بَدَّلَهُ بَعْدَمَا سَمِعَهُ فَإِنَّمَا إِثْمُهُ عَلَى الَّذِينَ يُبَدِّلُونَهُ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Resim--- Fe men beddelehu ba'de ma semiahu fe innema ismuhu alellezine yubeddiluneh, innellahe semiun alîm: imdi her kim bunu duyduktan sonra onu değiştirirse her halde vebali sırf o değiştirenlerin boyunadır şüphe yok ki Allah işidir bilir

1. fe men : o zaman, artık, o taktirde kim
2. beddele-hu : onu değiştirdi
3. ba'de mâ : sonra
4. semia-hu : onu işitti
5. fe : o zaman, artık, o taktirde
6. innemâ : sadece, fakat, ama
7. ismu-hu : onun günahı
8. alâ ellezîne : onların üzerine
9. yubeddilûne-hu : onu değiştirirler
10. inne allâhe : muhakkak ki Allah
11. semîun : hakkıyla işiten, en iyi işiten
12. alîmun : hakkıyla bilen, en iyi bilen



182*
فَمَنْ خَافَ مِنْ مُوصٍ جَنَفًا أَوْ إِثْمًا فَأَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
Resim--- Fe men hafe mim musin cenefen ev ismen fe asleha beynehum fe la isme aleyh, innellahe ğafurur rahîm: her kim de vasıyyet edenin bir hata etmesinden veya bir günaha girmesinden endişe eder ve tarafeynin aralarını düzeltirse ona vebal yoktur, şüphesiz Allah gafur, rahîmdir

1. fe : fakat, artık
2. men : kim ise
3. hâfe : korktu
4. min : den
5. mûsın : vasiyet eden
6. cenefen : haktan uzaklaşarak
7. ev : veya
8. ismen : günah işleyerek, günaha girerek
9. fe : artık, böylece, bu sebeple
10. aslaha : ıslâh etti, düzeltti
11. beyne-hum : onların arası
12. fe : o zaman, o taktirde, bu durumda
13. lâ isme aleyhi : onun üzerine bir günah yoktur
14. inne : muhakkak
15. allâhe : Allah
16. gafûrun : gafur, mağfiret eden, bağışlayan
17. rahîmun : rahîm olan, rahmet nurunun sahibi



183*
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenu kutibe aleykumus siyamu kema kutibe alellezine min kablikum leallekum tettekûn: Ey o bütün iman edenler! Üzerlerinize oruc yazıldı, netekim sizden evvelkilere yazılmıştı gerek ki korunursunuz

1. yâ eyyuhâ : ey
2. ellezîne : kimseler, onlar
3. âmenû : âmenû oldular
4. kutibe : yazıldı
5. aleykum(u) : sizin üzerinize, size
6. es sıyâmu : oruç
7. kemâ : gibi
8. kutibe : yazıldı
9. alâ : üzerine
10. ellezîne : onlar
11. min : den
12. kabli-kum : sizden önce
13. lealle-kum : umulur ki böylece siz
14. tettekûne : takva sahibi olursunuz



184*
أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَن تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ وَأَن تَصُومُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Resim--- Eyyamem ma'dudat, fe men kane minkum meridan ev ala seferin fe iddetum min eyyamin uhar, ve alellezine yutikunehu fidyetun taamu miskin, fe men tetavvea hayran fe huve hayrul leh, ve en tesumu hayrul lekum in kuntum ta'lemûn: Sayılı günler, içinizden hasta olan veya seferde bulunan ise diğer günlerden sayısınca, ona dayanıb kalacaklar üzerine de fidye: bir miskin doyumu, her kim de hayrına fidyeyi artırırsa hakkında daha hayırlıdır, bununla beraber oruc tutmanız sizin için daha hayırlıdır eğer bilirseniz

1. eyyâmen : günler
2. ma'dûdâtin : adetli, sayılmış, sayılı
3. fe men : fakat kim
4. kâne : oldu, idi
5. min-kum : sizden
6. marîdan : hasta
7. ev alâ seferin : veya seferde, yolculukta
8. fe : o zaman, o taktirde
9. iddetun : müddet, sayı, bir şeyin müddetini
10. min eyyâmin : günlerden
11. uhara : diğer
12. ve alâ ellezîne : ve onlar üzerine
13. yutîkûne-hu : ona dayanamazlar, zorlanırlar, takatleri kesilir, güç yetiremezler
14. fidyetun : fidye
15. taâmu : yemek
16. miskînin : çalışamayacak durumdaki yaşlılar
17. fe men : artık kim
18. tatavvaa : isteyerek, gönüllü olarak yaptı
19. hayran : bir hayır
20. fe : işte
21. huve : o
22. hayrun : hayırdır, daha hayırlıdır
23. lehu : onun için
24. ve en tesûmû : ve sizin oruç tutmanız
25. hayrun : hayırdır, daha hayırlıdır
26. lekum : sizin için, size
27. in : eğer, şâyet, ise, keşke
28. kuntum : siz oldunuz
29. ta'lemûne : biliyorsunuz, bilirsiniz



185*
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Resim--- Şehru ramedanellezi unzile fihil kur'anu hudel lin nasi ve beyyinatim minel huda vel furkan, fe men şehide minkumuş şehra felyesumh, ve men kane meridan ev ala seferin fe iddetum min eyyamin uhar, yuridullahu bikumul yusra ve la yuridu bi kumul usr, ve li tukmilul iddete ve li tukebbirullahe ala ma hedakum ve leallekum teşkurûn: O Şehri Ramazan ki insanları irşad için hak fürkanı, hidayet delili beyyineler halinde Kur'an onda indirildi, onun için sizden her kim bu Ay şuhudda -ya'ni hazarda- ise onu oruç tutsun, kim de hasta yahud seferde ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerden kaza etsin, Allah size kolaylık irade buyuruyor zorluk irade buyurmuyor, hem buyuruyor ki sayıyı ikmal eyleyesiniz de size hidayet buyurduğu veçh üzere Allahı tekbir ile büyükleyesiniz ve gerek ki şükredesiniz

1. şehru : ay
2. ramadân : ramazan
3. ellezî : o ki, ki o
4. unzile : indirildi
5. fî-hi : onun içinde, onda
6. el kur'ânu : Kur'ân-ı Kerim
7. huden : hidayete erdirici (olarak) 8 - li en nâsi
8. ve beyyinâtin : ve beyyineler, açık deliller, ispat
9. min el hudâ : Hüda'dan
10. ve el furkâni : ve furkan, hakkı bâtıldan ayıran
11. fe : o zaman, artık
12. men : kim
13. şehide : şahit oldu
14. minkum(u) : sizden
15. eş şehra : bu ay
16. fel yesumhu (fe li yesum-hu) : o zaman onu oruçlu geçirsin
17. ve men : ve kim
18. kâne : oldu
19. marîdan : hasta
20. ev alâ seferin : veya seferde, yolculukta
21. fe : o zaman, o taktirde
22. iddetun : müddet, sayı, adet tamamlama
23. min eyyâmin : günlerden
24. uhara : diğer
25. yurîdu : diler, ister
26. allâhu : Allah
27. bikum(u) : size,sizin için
28. el yusra : kolaylık
29. ve lâ yurîdu : ve dilemez, istemez
30. bikum(u) : size,sizin için
31. el usra : zorluk
32. ve li tukmilû : ve tamamlamanız için
33. el iddete : müddet, sayı, adet tamamlama
34. ve li tukebbirû : ve tekbir etmeniz, yüceltmeniz için
35. allâhe : Allah
36. alâ mâ : şey üzerine, şeye
37. hedâ-kum : sizi hidayete erdirdi
38. ve lealle-kum : ve umulur ki böylece siz
39. teşkurûne : şükredersiniz



186*
وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُوا لِي وَلْيُؤْمِنُوا بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
Resim--- Ve iza seeleke ibadi anni fe inni karib, ucibu da'veted dai iza deani felyestecibu li vel yu'minu bi leallehum yerşudûn: Ve şayed kullarım sana benden sual ettilerse muhakkak ki ben çok yakınımdır, bana dua edince duacının duasına icabet ederim o halde onlar da benim da'vetime koşsunlar ve bana hakkile iman etsinler ki rüşd ile gidebilsinler

1. ve izâ : ve olduğu zaman, olunca
2. seele-ke : sana sordu
3. ıbâdî : kullarım
4. an-nî : benden
5. fe innî : o zaman muhakkak ki ben
6. karîbun : yakın
7. ucîbu : icabet ederim, karşılık veririm
8. da'vete : davet, dua
9. ed dâi : davet eden, dua eden
10. izâ : olduğu zaman, olunca
11. deâ-ni : beni davet etti, çağırdı
12. fe : artık, o halde
13. el yestecîbû-lî : onlar bana icabet etsinler
14. ve li yu'minû bî : ve bana âmenû olsunlar
15. lealle-hum : umulur ki böylece onlar
16. yerşudûne : irşada ulaşırlar, irşad olurlar



187*
أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَى نِسَآئِكُمْ هُنَّ لِبَاسٌ لَّكُمْ وَأَنتُمْ لِبَاسٌ لَّهُنَّ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ كُنتُمْ تَخْتانُونَ أَنفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنكُمْ فَالآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُواْ مَا كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَكُلُواْ وَاشْرَبُواْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ثُمَّ أَتِمُّواْ الصِّيَامَ إِلَى الَّليْلِ وَلاَ تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَقْرَبُوهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ
Resim--- Uhille lekum leyletes siyamir rafesu ila nisaikum, hunne libasul lekum ve entum libasul lehunn, alimellahu ennekum kuntum tahtanune enfusekum fe tabe aleykum ve afa ankum, fel ane başiruhunne vebteğu ma ketebellahu lekum, ve kulu veşrabu hatta yetebeyyene lekumul haytul ebyadu minel haytil esvedi minel fecri summe etimmus siyame ilel leyl, ve la tubaşiruhunne ve entum akifune fil mesacid, tilke hududullahi fe la takrabuha, kezalike yubeyyinullahu ayatihi lin nasi leallehum yettekûn: Oruç gecesi kadınlarınıza ilişmeniz size helâl buyuruldu, onlar sizin için bir libas siz de onlar için bir libas mesabesindesiniz, Allah nefsinize emniyyet edemiyeceğinizi bildiği için müraceatınızı kabul buyurdu ve sizden afvetti, şimdi onlara mübaşerette bulunun ve Allahın sizler için yazdığını isteyin ve tâ fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar yeyin için, sonra da ertesi geceye kadar orucu tam tutun, bununla beraber siz mescidlerde i'tikâf halinde iken onlara mübaşerette bulunmayın, bunlar Allah hudududur sakın onlara yaklaşmayın, böyle ayırd ediyor Allah âyetlerini insanlara ki sakınıb korunsunlar

1. uhılle : helâl kılındı
2. lekum : sizin için, size
3. leylete : gece
4. es sıyâmi : oruç
5. er refesu : (cinsel arzu ile ) yaklaşmak
6. ilâ nisâi-kum : kadınlarınıza
7. hunne : onlar
8. libâsun : elbise
9. lekum : sizin için
10. ve entum : ve siz
11. libâsun : elbise
12. lehunne : onlar için
13. alîme : bildi
14. allâhu : Allah
15. enne-kum : sizin ..... olduğunuz
16. kuntum : oldunuz, idiniz
17. tahtânûne : ihanet ediyorsunuz
18. enfuse-kum : sizin nefsleriniz, kendiniz
19. fe : o zaman, bunun üzerine
20. tâbe aley-kum : sizin tövbelerinizi kabul etti
21. afâ : affetti
22. an-kum : sizden, sizi
23. fe : artık, bundan sonra
24. elâne : şimdi
25. bâşirû-hunne : onlara yaklaşın, onlarla mübaşeret edin
26. ve ibtegû : ve isteyin
27. mâ ketebe : takdir ettiği, yazdığı, farz kıldığı şeyi
28. allâhu : Allah
29. lekum : sizin için, size
30. ve kulû : ve yeyin
31. ve işrabû : ve için
32. hattâ : oluncaya kadar
33. yetebeyyene : açığa çıkar, belli olur
34. lekum : sizin için, size
35. el haytu : iplik
36. ebyadu : beyaz
37. min el haytı : iplikten
38. el esvedi : siyah
39. min el fecri : fecr (seher) vaktinde
40. summe : sonra
41. etimmu : tamamlayın
42. es sıyâme : oruç
43. ilâ el leyli : geceye kadar
44. ve lâ tubâşirû-hunne : ve onlarla mübaşeret etmeyin, onlara
45. ve entum : ve siz
46. âkifûne : itikâfta olanlar (çok ibadet etmek için)
47. fî el mesâcidi : mescidlerde, mecsidlerin içinde
48. tilke : bu
49. hudûdu : hudut, hadler, sınırlar (yasaklar)
50. allâhi : Allah
51. fe : o zaman, artık
52. lâ takrabû-hâ : ona yaklaşmayın
53. kezâlike : işte böyle
54. yubeyyinu : beyan ediyor, açıklıyor
55. allâhu : Allah
56. âyâti-hî : kendi âyetleri
57. li en nâsi : insanlar için, insanlara
58. lealle-hum : umulur ki böylece onlar
59. yettekûne : takva sahibi olurlar



188*
وَلَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُوا بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُوا فَرِيقًا مِنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالْإِثْمِ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Resim--- Ve la te'kulu emvalekum beynekum bil batili ve tudlu biha ilel hukkami li te'kulu ferikam min emvalin nasi bil ismi ve entum ta'lemûn: Bir de aranızda mallarınızı batıl sebeble yemeyin nâsın emvalinden bir kısmını bile bile günah ile yemek için o malları hâkimlere sarkıtmayın

1. ve lâ te'kulû : ve yemeyin
2. emvâle-kum : mallarınız
3. beyne-kum : sizin aranızda
4. bi el bâtılı : bâtıl ile, haksızlıkla
5. ve (lâ) tudlû : ve aktarmayın, rüşvet olarak vermeyin
6. bi-hâ : onu
7. ilâ el hukkâmi : hakimlere
8. li te'kulû : yemeniz için
9. ferîkan : bir kısım
10. min emvâli : mallardan
11. en nâsi : insanlar
12. bi el ismi : günah ile, günaha girerek
13. ve entum ta'lemûne : ve siz biliyorsunuz



189*
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْأَهِلَّةِ قُلْ هِيَ مَوَاقِيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِأَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقَى وَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Resim--- Yes'eluneke anil ehilleh, kul hiye mevakitu lin nasi vel hacc, ve leysel birru bi en te'tul buyute min zuhuriha ve lakinnel birra menitteka, ve'tul buyute min ebvabiha vettekullahe leallekum tuflihûn: Sana hilâllardan soruyorlar, onlar. De: insanlara hacc için de vakit ölçüleridir bununla beraber erginlik evlere arkalarından gelmenizle değildir, ve lâkin eren, korunandır, evlere kapılardan gelin ve Allaha korunun ki felâh bulasınız

1. yes'elûne-ke : sana soruyorlar, sorarlar
2. an : den
3. el ehilleti : hilâller (Ay'ın hilâl şeklinden dolunay olana kadar geçirdiği hilâl şekilleri)
4. kul : de, söyle
5. hiye : o
6. mevâkîtu : vakitleri bildiren vakit ölçüsü
7. li en nâsi : insanlar için
8. ve el haccı : ve hac
9. ve leyse : ve değildir
10. el birru : birr, ebrar yapan davranış biçimi
11. bi en te'tû : gelmeniz, girmeniz
12. el buyûte : evler
13. min zuhûri-hâ : onun arkasından
14. ve lâkinne : ve lâkin, fakat, oysa
15. el birre : birr, ebrar yapan davranış biçimi
16. menittekâ (men ittekâ) : kişi takva sahibi olur
17. ve u'tû : ve gelin, girin
18. el buyûte : evler
19. min ebvâbi-hâ : onun kapılarından
20. ve ittekû : ve takva sahibi olun
21. allâhe : Allah
22. lealle-kum : umulur ki böylece siz
23. tuflihûne : felâha, kurtuluşa erersiniz



190*
وَقَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ
Resim--- Ve katilu fi sebilillahillizine yukatilunekum ve la ta'tedu, innellahe la yuhibbul mu'tedîn: Korunun da size kıtâl edenlerle fisebilillâh çarpışın, fakat haksız taarruz etmeyin çünkü Allah haksız taarruz edenleri sevmez

1. ve kâtilû : ve savaşın, öldürün
2. fi sebîli allâhi : Allah'ın yolunda
3. ellezîne : o kimseler, onlar
4. yukâtilûne-kum : sizi katlediyorlar, sizinle savaşıyorlar, sizi öldürüyorlar
5. ve lâ ta'tedû : ve aşırı gitmeyin, haddi aşmayın
6. inne allâhe : muhakkak ki Allah
7. lâ yuhıbbu : sevmez
8. el mu'tedîne : aşırı gidenler, haddi aşanlar



191*
وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأَخْرِجُوهُم مِّنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ تُقَاتِلُوهُمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتَّى يُقَاتِلُوكُمْ فِيهِ فَإِن قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ كَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ
Resim--- Vaktuluhum haysu sekiftumuhum ve ahricuhum min haysu ahracukum vel fitnetu eşeddu minel katl, ve la tukatiluhum indel mescidil harami hatta yukatilukum fih, fe in katelukum faktuluhum, kezalike ceazul kâfirîn: ve onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın, o fitne katilden eşeddir, yalnız Mescidi haram yanında onlar size kıtal etmedikçe siz de onlara kıtal etmeyin, fakat sizi öldürmeğe kalkışırlarsa hemen onları öldürün kâfirlerin cezası böyledir

1. ve uktulû-hum : ve onları öldürün
2. haysu : yer
3. sekıftumû-hum : onları buldunuz, yakaladınız,
4. ve ahricû-hum : ve onları çıkarın
5. min haysu : yerden
6. ahracû-kum : sizleri çıkardılar
7. ve el fitnetu : ve fitne
8. eşeddu : daha şiddetli, daha kuvvetli, daha fena
9. min el katli : öldürmekten
10. ve lâ tukâtilû-hum : ve onları katletmeyin, onlarla savaşmayın, onları öldürmeyin
11. inde : yanında
12. el mescidi el harâmi : Mescid-i Haram
13. hattâ : oluncaya kadar, olmadıkça
14. yukâtilû-kum : sizinle savaşırlar
15. fî-hi : orada
16. fe : artık, bundan sonra, fakat
17. in kâtelû-kum : eğer sizinle savaşırlarsa,
18. fe uktulû-hum : o zaman, o taktirde, onları öldürün
19. kezâlike : işte böyle
20. cezâu : ceza
21. el kâfirîne : kâfirler



192*
فَإِنِ انْتَهَوْا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
Resim--- Fe inintehev fe innellahe ğafurur rahîm: Artık şirkten vaz geçerlerse şüphesiz ki Allah gafur, rahîmdir

1. fe : artık, bundan sonra
2. in intehev : eğer vazgeçerlerse
3. fe : artık, o taktirde
4. inne allâhe : muhakkak ki Allah
5. gafûrun : gafûrdur, mağfiret edendir
6. rahîmun : rahîmdir, rahmet nurunun sahibidir,



193*
وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ لِلَّهِ فَإِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ إِلَّا عَلَى الظَّالِمِينَ
Resim--- Ve katiluhum hatta la tekune fitnetuv ve yekuned dinu lillah, fe inintehev fe la udvane illa alez zalimîn: hem bir fitne kalmayıb din yalnız Allahın oluncıya kadar onlarla çarpışın vaz geçerlerse artık husumet ancak zalimlere karşıdır

1. ve kâtilû-hum : ve onlarla savaşın
2. hattâ : oluncaya kadar
3. lâ tekûne : olmasın
4. fitnetun : fitne
5. ve yekûne : ve olsun
6. ed dînu : dîn
7. li allâhi : Allah'a ait, Allah için
8. fe : artık, bundan sonra
9. in intehev : eğer vazgeçerlerse
10. fe : o zaman
11. lâ udvâne : düşmanlık yoktur
12. illâ : ancak, sadece, den başka
13. alâ : üzerine, ... e
14. ez zâlimîne : zalimler



194*
الشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ
Resim--- Eşşehrul haramu biş şehril harami vel hurumatu kisas, fe meni'teda aleykum fa'tedu aleyhi bi misli ma'teda aleykum, vettekullahe va'lemu ennellahe mealmuttekîn: hürmetli Ay hürmetli Aya ve bütün hürmetler biribirine kısastır, o halde kim size tecavüz ettiyse siz de ona ettiği tecavüzün mislile tecavüz edin de ileri gitmeye Allahdan korkun ve bilin ki Allah müttekilerle beraberdir

1. eş şehru : ay
2. el harâmu : hürmetli, yasak, haram
3. bi eş şehri : ay ile
4. el harâmi : hürmetli, yasak, haram
5. ve el hurumâtu : ve ihtiram, hürmetler, yasaklar, haram- lar
6. kısâsun : kısas, suçluya işlediği suçun
7. fe men : o zaman, o halde kim ise
8. i'tedâ : zulmetti, hakka tecavüz etti, saldırdı
9. aleykum : size
10. fe i'tedû : o zaman, saldırın
11. aleyhi : onun üzerine, ona
12. bi misli : misli kadar, onun gibi, onun kadar
13. ma i'tedâ : zulmettiler, hakka tecavüz ettikleri şey
14. aleykum : sizin üzerinize, size
15. ve ittekû : ve takva sahibi olun
16. allâhe : Allah'a karşı
17. ve i'lemû : ve bilin
18. enne : olduğunu
19. allâhe : Allah
20. mea : ile, beraber, birlikte
21. el muttekîne : takva sahipleri



195*
وَأَنْفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلَا تُلْقُوا بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
Resim--- Ve enfiku fi sebilillahi ve la tulku bi eydikum ilet tehluketi ve ahsinu, innellahe yuhibbul muhsinîn: ve Allah yolunda infak eyleyin -masraf verin- de kendi ellerinizle tehlükeye bırakmayın, ve güzel hareket edin, çünkü Allah güzellik edenleri sever

1. ve enfikû : ve infâk edin, verin
2. fî sebîli allâhi : Allah'ın yolunda
3. ve lâ tulkû : ve atmayın
4. bi eydî-kum : (sizin) kendi ellerinizle
5. ilâ et tehluketi : tehlikeye
6. ve ahsinû : ve ahsen olun, Allah'ın hükümlerini
7. inne allâhe : muhakkak ki Allah
8. yuhıbbu : sever
9. el muhsinîne : muhsinler, ahsen olanlar



196*
وَأَتِمُّواْ الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّهِ فَإِنْ أُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ وَلاَ تَحْلِقُواْ رُؤُوسَكُمْ حَتَّى يَبْلُغَ الْهَدْيُ مَحِلَّهُ فَمَن كَانَ مِنكُم مَّرِيضاً أَوْ بِهِ أَذًى مِّن رَّأْسِهِ فَفِدْيَةٌ مِّن صِيَامٍ أَوْ صَدَقَةٍ أَوْ نُسُكٍ فَإِذَا أَمِنتُمْ فَمَن تَمَتَّعَ بِالْعُمْرَةِ إِلَى الْحَجِّ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْيِ فَمَن لَّمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاثَةِ أَيَّامٍ فِي الْحَجِّ وَسَبْعَةٍ إِذَا رَجَعْتُمْ تِلْكَ عَشَرَةٌ كَامِلَةٌ ذَلِكَ لِمَن لَّمْ يَكُنْ أَهْلُهُ حَاضِرِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Resim--- Ve etimmul hacce vel umrate lillah, fe in uhsirtum femesteysera minel hedy, ve la tahliku ruusekum hatta yebluğal hedyu mehilleh, fe men kane minkum meridan ev bihi ezem mir ra'sihi fe fidyetum min siyamin ev sadekatin ev nusuk, fe iza emintum, fe men temettea bil umrati ilel hacci fe mesteysera minel hedy, fe mel lem yecid fe sıyamu selaseti eyyamin fil hacci ve seb'atin iza raca'tum, tilke aşeratun kamileh, zalike li mel lem yekun ehluhu hadiril mescidil haram, vettekullahe va'lemu ennellahe şedidul ikâb: Hacc-ü omreyi de Allah için tamam yapın, eğer ihsara tutulmuşsanız o vakit hedyin kolayınıza geleni, bununla beraber bu hediy mahalline varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin, içinizden hasta olana veya başından bir eziyeti bulunana tıraş için oruç veya sadaka veya kurbandan ibaret bir fidye var; ihsardan aman bulduğunuz vakit de her kim hacca kadar omre ile sevab kazanmak isterse ona da hedyin kolay geleni, bunu bulamıyana ise oruç, üç gün hacda yedi de avdet ettiğinizde ki tam on gündür ve şu hüküm, ehli Mescidiharam mukimlerinden olmıyanlar içindir, hasılı Allahdan korkun ve bilin ki Allahın ıkabı cidden çok şiddetlidir

1. ve etimmû : ve tamamlayın
2. el hacce : hac
3. ve el umrete : ve umre
4. li allâhi : Allah için
5. fe in : fakat eğer
6. uhsirtum : engellendiniz
7. fe : o zaman, o taktirde
8. mâ isteysera : kolay gelen şey 9 - min el hedyi
9. ve lâ tahlikû : ve traş etmeyin
10. ruûse-kum : başlarınızı
11. hattâ : oluncaya kadar
12. yebluga : ulaşır, erişir
13. el hedyu : kurban
14. mahille-hu : mahalline, kendi yerine
15. fe men : fakat kim
16. kâne : oldu
17. min-kum : sizden
18. marîdan : hasta
19. ev : veya
20. bi-hi : onunla
21. ezen : eza, ağrı
22. min ra'si-hi : (kendi) başından
23. fe fidyetun : o zaman, bu durumda fidye (gerekir)
24. min sıyâmin : oruçtan
25. ev : veya
26. sadakatin : sadaka
27. ev : veya
28. nusukin : kurban
29. fe izâ emin-tum : artık emin olduğunuz zaman
30. fe men : o taktirde, o zaman kim
31. temettea : faydalanır, yararlanır
32. bi el umreti : umre ile, umreden
33. ilâ el haccı : hacca kadar
34. fe : o taktirde, o zaman
35. mâ : şey
36. isteysera : kolayına gelen
37. min el hedyi : kurbandan
38. fe : artık, fakat
39. men : kim, kimse, kişi
40. lem yecid : bulamadı
41. fe : o zaman, artık
42. sıyâmu : oruç
43. selâseti : üç
44. eyyâmin : günler
45. fî el haccı : hacda
46. ve seb'atin : ve yedi
47. izâ reca'tum : döndüğünüz zaman
48. tilke : bu
49. aşaratun : on
50. kâmiletun : tamamı
51. zâlike : işte bu, bu
52. li men : kimse(ler) için
53. lem yekun : olmayan
54. ehlu-hu : onun ailesi
55. hâdırı : hazır olan, bulunan
56. el mescidi el harâmi : Mescid-i Haram
57. ve ittekû allâhe : ve Allah'a karşı takva sahibi olun
58. ve i'lemû : ve bilin
59. enne allâhe : Allah'ın ..... olduğu
60. şedîdu : şiddetli
61. el ikâbi : ceza



197*
الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ فَمَنْ فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللَّهُ وَتَزَوَّدُوا فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِ يَاأُولِي الْأَلْبَابِ
Resim--- Elhaccu eşhurum ma'lumat, fe men ferada fihinnel hacce fe la rafese ve la fusuka ve la cidale fil hacc, ve ma tef'alu min hayriy ya'lemhullah, ve tezevvedu fe inne hayraz zadit takva vettekuni ya ulil elbâb: Hacc ma'lûm aylar, kim o aylarda hacca şuru' ederse artık hacda ne refes, ne füsuk, ne cidal yok, hayra dair ise ne işlerseniz Allah onu bilir ve çünkü azığın en hayırlısı takvadır, azık tedarük edin de bana takva ile gelin ey beyni olanlar

1. el haccu : hac
2. eşhurun : aylar
3. ma'lûmâtun : malûm, belirlenmiş, bilinen
4. fe : o zaman, işte
5. men : kim, kimse
6. farada : farz oldu
7. fî hinne : onların içinde, onlarda
8. el hacca : hac
9. fe : o zaman, artık
10. lâ refese : yanaşmak yoktur
11. ve lâ fusûka : ve fasıklık, günaha sapma yoktur
12. ve lâ cidâle : ve sürtüşmek, kavga etmek yoktur
13. fî el haccı : hacta
14. ve mâ tef'alû : ve ne yaparsanız
15. min hayrın : hayırdan
16. ya'lem-hu : onu bilir
17. allâhu : Allah
18. ve tezevvedû : ve azıklanın, azık hazırlayın
19. fe : o zaman, fakat
20. inne : muhakkak
21. hayra ez zâdi : azığın hayırlısı
22. et takvâ : takva (sahibi olmak)
23. ve : ve
24. ittekû-ni : bana karşı takva sahibi olun
25. yâ : ey
26. ulî el elbâbi : lübblerin, sır hazinelerinin sahipleri,



198*
لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَبْتَغُوا فَضْلًا مِنْ رَبِّكُمْ فَإِذَا أَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ فَاذْكُرُوا اللَّهَ عِنْدَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِ وَاذْكُرُوهُ كَمَا هَدَاكُمْ وَإِنْ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمِنَ الضَّالِّينَ
Resim--- Leyse aleykum cunahun en tebteğu fadlem mir rabbikum, fe iza efadtum min arafatin fezkurullahe indel meş'aril haram, vezkuruhu kema hedakum, ve in kuntum min kablihi le mined dâllîn: rabbınızın fazlından ticaret istemeniz size günah değildir, derken Arafattan ifaza ettiniz mi Meş'arı haram yanında Allahı zikredin hem onu size doğrusunu öğrettiği gibi zikredin, doğrusu siz bundan evvel cidden şaşırmışlardan idiniz

1. leyse : değil
2. aleykum : sizin üzerinize, size
3. cunâhun : günah
4. en tebtegû : aramanız, talep etmeniz, istemeniz
5. fadlan : lütuf, kerem, fazl, Allah'tan gelen nur
6. min rabbi-kum : Rabbinizden
7. fe : o zaman, artık
8. izâ : olduğu zaman
9. efadtum : topluca geldiniz, akın akın geldiniz
10. min arafâtin : Arafat'tan
11. fe uzkurû : o zaman zikredin
12. allâhe : Allah
13. inde : yanında
14. el meş'ari el harâmi : Meş'aril Haram, Arafat'tan dönüş
15. ve uzkurû-hu : ve onu zikredin
16. kemâ : gibi, şeklinde, şekilde
17. hedâ-kum : sizi hidayete erdirdi
18. ve in : ve ise, sadece, doğrusu
19. kuntum : siz oldunuz, idiniz
20. min kabli-hî : ondan önce
21. le : elbette
22. min ed dâllîne : dalâlette olanlardan



199*
ثُمَّ أَفِيضُوا مِنْ حَيْثُ أَفَاضَ النَّاسُ وَاسْتَغْفِرُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
Resim--- Sümme efidu min haysu efadan nasu vestağfirullah, innellahe ğafurur rahîm: sonra nâsın ifaza eylediği yerden ifaza edin, ve Allahın mağfiretini isteyin, çünkü Allah gafur, rahîmdir

1. summe : sonra
2. efîdû : topluca, akın akın dönüp gelin
3. min haysu : yerden
4. efâda : topluca, akın akın dönüp geldi
5. en nâsu : insanlar
6. ve istagfirû : ve istiğfar edin, mağfiret isteyin
7. allâhe : Allah
8. inne : muhakkak
9. allâhe : Allah
10. gafûrun : gafûr olan, mağfiret eden, günahları sevaba çeviren
11. rahîmun : rahîm olan, rahmet nuru gönderen



200*
فَإِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللَّهَ كَذِكْرِكُمْ ءَابَاءَكُمْ أَوْ أَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا ءَاتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ
Resim--- Fe iza kadaytum menasikekum fezkurullahe ke zikrikum abaekum ev eşedde zikra, fe minen nasi mey yekulu rabbena atina fid dunya ve malehu fil ahirati min halâk: nihayet menasikinizi bitirdiniz mi vaktiyle atalarınızı andığınız gibi hattâ daha şiddetli bir anışla Allahı anın, zikredin, çünkü nâsın kimisi «rabbena, der bize Dünyada ver» buna Ahırette kısmet yoktur

1. fe : o zaman, böylece
2. izâ : olduğu zaman
3. kadaytum : tamamladınız
4. menâsike-kum : hacca ait ibadetleriniz
5. fe uzkurû : artık zikredin, anın
6. allâhe : Allah
7. ke : gibi
8. zikri-kum : sizin zikrettiğiniz, andığınız gibi
9. âbâe-kum : babalarınız, atalarınız
10. ev : veya
11. eşedde : daha şiddetli, daha kuvvetli
12. zikren : zikrederek
13. fe : fakat
14. min en nâsi : insanlardan
15. men : kimse(ler), kim, kimi
16. yekûlu : der
17. rabbe-nâ : (bizim) Rabbimiz
18. âti-nâ : bize ver
19. fî ed dunyâ : dünyada
20. ve : ve
21. mâ : yoktur
22. lehu : onun
23. fî el ahirati : ahirette
24. min halâkın : bir nasip, bir pay
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

201*
وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا ءَاتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
Resim--- Ve minhum mey yekulu rabbena atine fid dunya hasenetev ve fil ahirati hasenetev ve kina azaben nâr: kimisi de «rabbena bize dünyada bir güzellik ver Ahırette de bir güzellik ve bizi ateş azabından koru» der

1. ve min-hum : ve onlardan
2. men yekûlu : kim derse
3. rabbe-nâ : Rabbimiz
4. âti-nâ : bize ver
5. fî ed dunyâ : dünyada
6. haseneten : hasene, hayır, iyilik, güzellik
7. ve fî el âhirati : ve ahirette
8. haseneten : hasene, hayır, iyilik, güzellik
9. ve kı-nâ : ve bizi koru
10. azâbe en nâri : ateşin azabı



202*
أُولَئِكَ لَهُمْ نَصِيبٌ مِمَّا كَسَبُوا وَاللَّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ
Resim--- Ulaike lehum nasıbum mimma kesebu, vallahu seriul hisâb: işte bunlar, bunlara kazandıklarından bir nasîb var, Allahın hisabı da çabıktır

1. ulâike : işte onlar
2. lehum : onların vardır
3. nasîbun : nasip
4. mimmâ (min mâ) : o şeyden
5. kesebû : kazandılar, (dereceler) kazandılar
6. vallâhu (ve allâhu) : ve Allah
7. serîu : seri, çabuk
8. el hısâbi : hesap



203*
وَاذْكُرُوا اللَّهَ فِي أَيَّامٍ مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ تَعَجَّلَ فِي يَوْمَيْنِ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ وَمَنْ تَأَخَّرَ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ لِمَنِ اتَّقَى وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Resim--- Vezkurullahe fi eyyamim ma'dudât, fe men teaccele fi yevmeyni fe la isme aleyh, ve men teahhara fe la isme aleyhi limenitteka, vettekullahe va'lemu ennekum ileyhi tuhşerûn: Bir de sayılı günlerde Allahı zikredin -tekbir alın- bunlardan iki gün içinde avdet için acele edene günah yok, teahhur edene de günah yok amma korunan için: Allaha korunun ve bilin ki siz ona haşrolunacaksınız

1. ve ezkurû : ve zikredin
2. allâhe : Allah
3. fî eyyâmin : günlerde
4. ma'dûdâtin : adetli, sayılmış, sayılı
5. fe : fakat, artık, bundan sonra
6. men : kim
7. teaccele : acele eder
8. fî : içinde
9. yevmeyni : iki gün
10. fe : fakat, artık, bundan sonra
11. lâ isme : bir günah yoktur
12. aleyhi : onun üzerine, ona
13. ve men : ve kim
14. teahhara : tehir ederse, gecikirse
15. fe : artık, bundan sonra, o taktirde
16. lâ isme : bir günah yoktur
17. aleyhi : onun üzerine
18. li : için
19. men : kimse(ler)
20. ittekâ : takva sahibi oldu
21. ve ittekû : ve takva sahibi olun
22. allâhe : Allah
23. ve a'lemû : ve bilin
24. enne-kum : sizin ..... olduğunuzu
25. ileyhi : ona
26. tuhşerûne : haşrolunacaksınız



204*
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللَّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ
Resim--- Ve minen nasi men yu'cibuke kavluhu fil hayatid dünya ve yuşhidullahe ala ma fi kalbihi ve huve eleddul hisâm: Nas içinden kimi de vardır ki dünya hayatı hakkında sözleri seni imrendirir bir de kalbindekine Allahı şahid tutar, halbuki o islâm hasımlarının en yamanıdır

1. ve min en nâsi : ve insanlardan
2. men : kim, kimse(ler), kişi(ler)
3. yu'cibu-ke : seni hoşnut eder, senin hoşuna gider
4. kavlu-hu : onun sözü
5. fî hayâti ed dunyâ : dünya hayatında
6. ve yuşhidu allâhe : ve Allah'ı şahit tutar
7. alâ : üzerine, ... a
8. mâ : şey
9. fî : içinde, ... de
10. kalbi-hi : onun kalbi
11. ve huve : ve o
12. eleddu : çok şiddetli, amansız, azılı düşman,
13. el hısâmi : hasım, düşman



205*
وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الْأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ
Resim--- Ve iza tevella sea fil ardi li yufside fiha ve yuhlikel harse ven nesl, vallahu la yuhibbul fesâd: İş başına geçti mi yer yüzünde içine kadar fesad vermek ve hars-ü nesli helâk etmek için sa'yeder Allah da fesadı sevmez

1. ve izâ : ve o zaman, olduğu zaman
2. tevellâ : döndü
3. seâ : çalıştı
4. fî el ardı : yeryüzünde
5. li yufside : fesat çıkarmak için
6. fî-hâ : orada
7. ve yuhlike : ve helâk edilmesi
8. el harse : ekinler
9. ve en nesle : ve nesil
10. vallâhu (ve allâhu) : ve Allah
11. lâ yuhıbbu : sevmez
12. el fesâda : fesat, bozgunculuk



206*
وَإِذَا قِيلَ لَهُ اتَّقِ اللَّهَ أَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْإِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُ وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ
Resim--- Ve iza kıle lehuttekillahe ehazethul izzetu bil ismi fe hasbuhu cehennem, ve le bi'sel mihâd: Ona «Allahdan kork» denildiği zaman da kendisini günah ile onur tutar, Cehennem de onun hakkından gelir, cidden ne fena yataktır o

1. ve izâ : ve o zaman, olduğu zaman
2. kîle : denildi
3. lehu : ona
4. ıttekı : takva sahibi ol
5. allâhe : Allah
6. ehazet-hu : onu alır, tutar (mani olur)
7. el izzetu : izzet, üstünlük
8. bi el ismi : günaha, günah
9. fe : o zaman, o taktirde
10. hasbu-hu : onun hasbu, ona kâfi gelen, ona
11. cehennemu : cehennem
12. ve le bi'se : ve elbette, gerçekten kötü
13. el mihâdu : yatak, döşek



207*
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ
Resim--- Ve minen nasi mey yeşri nefsehubtiğae merdatillah, vallahu raufum bil ibâd: Yine nas içinden kimi de vardır ki, Allahın rızasına ermek için kendini feda eder, Allah ise kullarına çok refetlidir

1. ve min en nâsi : ve insanlardan
2. men : kim, kişi, kimse(ler)
3. yeşrî : satar
4. nefse-hu : kendi nefsini
5. ibtigâe : aradı, istedi, diledi
6. mardâti allâhi : Allah'ın rızasını
7. vallâhu (ve allâhu) : ve Allah
8. raûfun : çok şefkatli
9. bi el ıbâdi : kullarına



208*
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا ادْخُلُوا فِي السِّلْمِ كَافَّةً وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenudhulu fis silmi kâffeh, ve la tettebiu hutuvatiş şeytan, innehu lekum aduvvum mubîn: Ey o bütün iman edenler! kâffeten silme girin de Şeytan adımlarına uymayın çünkü o sizin aranızı açan belli bir düşmandır

1. yâ eyyuhâ : ey
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. âmenû : âmenû oldular (Allah'a ulaşmayı dilediler, îmân ettiler
4. udhulû : girin
5. fi es silmi : silm'e, teslime (ruhu, vechi, nefsi ve iradeyi Allah'a teslim etmeye
6. kâffeten : topluca, hepiniz
7. ve lâ tettebiû : ve tâbî olmayın, uymayın
8. hutuvâti : adımlar, ayak izleri
9. eş şeytâni : şeytan
10. inne-hu : muhakkak ki o, çünkü o
11. lekum : sizin için, size
12. aduvvun : düşman
13. mubînun : apaçık



209*
فَإِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Resim--- Fe in zeleltum mim ba'di ma caetkumul beyyinatu fa'lemu ennellahe azizun hakîm: Size bunca beyyineler geldikten sonra yine kayarsanız eyi bilin ki Allah çok onurlu bir hakîmdir

1. fe : o zaman, o taktirde, fakat, hâlâ
2. in zelel-tum : eğer ayağınızı kaydırırsanız, saparsanız
3. min ba'di : sonradan
4. mâ câet-kum : size gelen şey
5. el beyyinâtu : beyyineler, açık deliller, açık
6. fe : o zaman, öyleyse, o taktirde
7. a'lemû : biliniz, bilin
8. enne allâhe : Allah'ın ..... olduğu
9. azîzun : azîz, üstün
10. hakîmun : hakîm, hüküm ve hikmet sahibi



210*
هَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا أَنْ يَأْتِيَهُمُ اللَّهُ فِي ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلَائِكَةُ وَقُضِيَ الْأَمْرُ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ
Hel yenzurune illa ey ye'tiyehumullahu fi zulelim minel ğamami vel melaiketu ve kudiyel emr, ve ilellahi turceul umûr: Onlar sade gözetiyorlar ki Allah buluttan gölgelikler içinde meleklerle geliversin de kendilerine iş bitiriliversin. Halbuki bütün işler Allaha götürülür

1. hel : mı
2. yenzurûne : bakıyorlar, gözlüyorlar, bekliyorlar
3. illâ : illâ, mutlaka
4. en ye'tiye-hum(u) : onlara gelmesi
5. allâhu : Allah
6. fî zulelin : gölgede, gölgeler içinde
7. min el gamâmi : bulutlardan
8. ve el melâiketu : ve melekler
9. ve kudiye : ve bitirilmesi, yerine getirilmesi
10. el emru : emir, iş
11. ve ilâllâhi (ilâ allâhi) : ve Allah'a
12. turceu : döndürülür
13. el umûru : emirler, işler



211*
سَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ كَمْ ءَاتَيْنَاهُمْ مِنْ ءَايَةٍ بَيِّنَةٍ وَمَنْ يُبَدِّلْ نِعْمَةَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُ فَإِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Resim--- Sel beni israile kem ateynahum min ayetim beyyineh, ve mey yubeddil ni'metellahi mim ba'di ma caethu fe innellahe şedidul ikâb: Beni İsraile sor: biz onlara ne kadar açık âyet vermiştik, fakat Allahın ni'metini her kim kendine geldikten sonra değişdirirse şüphe yok ki Allahın ıkabı şiddetlidir

1. sel : sor
2. benî isrâîle : İsrailoğulları
3. kem : kaç tane, nice
4. âteynâ-hum : onlara verdik
5. min âyetin beyyinetin : açıklanmış âyetten, mucizeden
6. ve men : ve kim
7. yubeddil : değiştirir
8. ni'metallâhi (ni'mete allâhi) : Allah'ın ni'meti
9. min ba'di : sonra, sonradan
10. mâ câet-hu : ona gelen şey
11. fe : artık, bundan sonra, o taktirde
12. innallâhe (inne allâhe) : muhakkak ki Allah
13. şedîdu : şiddetli
14. el ikâbi : ceza



212*
زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُوا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذِينَ ءَامَنُوا وَالَّذِينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَاللَّهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Resim--- Zuyyine lillezine keferul hayatud dünya ve yesharune minellezine amenu, vellezinettekav fevkahum yevmel kiyameh, vallahu yerzuku mey yeşau bi ğayri hisâb: Küfredenlere o dünya hayatı bezendi de iman edenlerle eğleniyorlar, halbuki korunan o mü'minler kıyamet günü onların fevkındadır, Allah dilediğine hisabsız ni'metler verir

1. zuyyine : süslendi, müzeyyen kılındı
2. lillezîne (li ellezîne) : o kimselere, onlara
3. keferû : inkâr ettiler
4. el hayâtu ed dunyâ : dünya hayatı
5. ve yesharûne : ve alay ediyorlar
6. min ellezîne : o kimselerden, onlardan
7. âmenû : âmenû oldular (ölmeden önce Allah'a ulaşmayı dilediler), îmân ettiler
8. vellezîne (ve ellezîne) : ve o kimseler, onlar
9. ittekav : takva sahibi oldular
10. fevka-hum : onların üstünde (onlardan üstün)
11. yevme el kıyâmeti : kıyâmet günü
12. ve allâhu yerzuku : ve Allah rızıklandırır
13. men yeşâu : dilediği kimseyi
14. bi gayri hisâbin : hesapsız



213*
كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَأَنزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلاَّ الَّذِينَ أُوتُوهُ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ لِمَا اخْتَلَفُواْ فِيهِ مِنَ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ وَاللّهُ يَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Resim--- Kanen nasu ummetev vahideten fe beasellahun nebiyyine mubeşşirine ve munzirin, ve enzele mealhumul kitabe bil hakki li yahkume beynen nasi fimahtelefu fih, ve mahtelefe fihi illellezine utuhu mim ba'di ma caethumul beyyinatu bağyem beynehum, fe hedellahullezine amenu limahtelefu fihi minel hakki bi iznih, vallahu yehdi mey yeşau ila siratim mustekîm: İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere Peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile kitab indirdi ki nas arasında ıhtilâf ettikleri noktada hakem olsun, bunda da sırf o kitab verilenler kendilerine bunca beyyineler geldikten sonra tuttular aralarındaki ihtiras yüzünden ıhtilâfa düştüler, bunun üzerine Allah onların ıhtilâf ettikleri hakka izni ilâhîsiyle bu iman edenleri doğrudan doğru muvaffak buyurdu, öyle ya Allah dilediğini doğru yola çıkarır

1. kâne : oldu, idi
2. en nâsu : insanlar
3. ummeten : ümmet, topluluk
4. vâhıdeten : bir, tek, bir tek
5. fe : o zaman, sonra
6. bease : beas etti, hayata getirdi, gönderdi
7. allâhu : Allah
8. en nebiyyîne : peygamberler
9. mubeşşirîne : müjdeleyiciler
10. ve munzirîne : ve uyarıcılar
11. ve enzele : ve indirdi
12. mea-hum : onlarla birlikte, beraber, yanında
13. el kitâbe : kitap
14. bi el hakkı : hak ile
15. li yahkume : hükmetmeleri için, hükmetsin diye
16. beyne : arasında
17. en nâsi : insanlar
18. fî mâ : şey hakkında
19. ıhtelefû : ve ihtilâf ettiler, ayrılığa düştükler
20. fî-hi : onun hakkında
21. ve mâ ıhtelefe : ve ihtilâf ettikleri, ayrılığa düştükleri şey
22. fî-hi : onun hakkında
23. illellezîne (illâ ellezîne) : sadece, ancak o kimseler
24. ûtû-hu : ona verildi
25. min ba'di : sonradan
26. mâ câet-hum : onlara gelen şey
27. el beyyinâtu : beyyineler, belgeler
28. bagyen : düşmanlık, çekememezlik, haset
29. beyne-hum : kendi aralarında
30. fe : o zaman, bu sebeple
31. hedâ allâhu : Allah hidayete erdirdi
32. ellezîne : o kimseler, onlar
33. âmenû : Allah'a ulaşmayı dilediler, îmân ettiler
34. li mâ ıhtelefû : ihtilâf ettikleri, ayrılığa düştükleri şey için
35. fi-hi : onun hakkında
36. min el hakkı : haktan
37. bi izni-hi : onun izni ile
38. ve allâhu : ve Allah
39. yehdî : hidayet eder, ulaştırır, iletir
40. men yeşâu : dilediği kimseyi
41. ilâ sırâtın mustakîmin : Sıratı Mustakîm'e



214*

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
Resim--- Em hasibtum en tedhulul cennete ve lemma ye'tikum meselullezine halev min kablikum, messethumul be'sau ved darrau ve zulzilu hatta yekuler rasulu vellezine amenu meahu meta nasrullah, ela inne nasrallahi karîb:
Yoksa siz kendinizden evvel geçenlerin mesel olmuş halleri hiç başınıza gelmeksizin Cennete girivereceksiniz mi sandınız? Onlara öyle ezici mihnetler, kımıldatmaz zaruretler dokundu ve öyle sarsıldılar ki hattâ Peygamber ve maiyetinde iman edenler «ne zaman Allah'ın nusratı?» diyeceklerdi. Bak işte Allahın nursatı yakın.

1. em hasibtum : yoksa zan mı ettiniz
2. en tedhulû : girmeniz
3. el cennete : cennet
4. ve lemmâ : ve olmadıkça
5. ye'ti-kum : size gelir
6. mesele : durum, haller
7. ellezîne : o kimseler, onlar
8. halev : gelip geçti
9. min kabli-kum : sizden önce
10. messet-hum : onlara dokundu, isabet etti, başına geldi
11. el be'sâu : şiddetli belâ
12. ve ed darrâu : ve darlık, zarar, sıkıntı, felâket
13. ve zulzilû : ve sarsıldılar
14. hattâ : olacak kadar
15. yekûle : söyleyecek, diyecek
16. er resûlu : resûl
17. ve ellezîne : ve o kimseler, onlar
18. âmenû : âmenû oldular, îmân ettiler
19. mea-hu : onun yanında
20. metâ : ne zaman
21. nasrullâhi (nasru allâhi) : Allah'ın yardımı
22. e lâ : değil mi, (öyle) değil mi
23. inne nasrallâhi (nasra allâhi) : muhakkak ki, mutlaka Allah'ın yardımı
24. karîbun : yakın



215*
يَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلْ مَا أَنْفَقْتُمْ مِنْ خَيْرٍ فَلِلْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللَّهَ بِهِ عَلِيمٌ
Resim--- Yes'eluneke maza yunfikun, kul ma enfaktum min hayrin fe lil valideyni vel akrabine vel yetama vel mesakini vebnis sebil, ve ma tef'alu min hayrin fe innellahe bihi alîm: Sana soruyorlar: neye infak edecekler? de ki: Verdiğiniz nefaka ana baba, en yakınlar, öksüzler, biçareler, yolda kalmışlar içindir, hayrolarak daha her ne yaparsanız herhalde Allah onu bilir.

1. yes'elûne-ke : sana soruyorlar
2. mâzâ : ne, nasıl
3. yunfikûne : infâk ederler (Allah için verirler)
4. kul : de, söyle
5. mâ enfaktum : Allah için infâk ettiğiniz, verdiğiniz şey
6. min hayrin : hayırdan, hayır olarak
7. fe : işte o
8. li el vâlideyni : anne-baba için
9. ve akrabîne : ve akrabalar, yakınlar
10. ve yetâmâ : ve yetimler
11. ve el mesâkîni : ve miskinler, yoksullar, çalışamayacak
12. ve ibni es sebîli : ve (yolda kalmış) yolcular
13. ve mâ tef'alû : ve yaptığınız şey, ne yaparsanız
14. min hayrin : hayırdan, hayır olarak
15. fe inne allâhe : o taktirde muhakkak ki Allah
16. bi-hi : onu
17. alîmun : en iyi bilen



216*
كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
Resim--- Kutibe aleykumul kitalu ve huve kurhul lekum, ve asa en tekrahu şey'ev ve huve hayrul lekum, ve asa en tuhibbu şey'ev ve huve şerrul lekum, vallahu ya'lemu ve entum la ta'lemûn: kıtal üzerinize yazıldı, gerçi o size hoş gelmez fakat olur ki siz bir şey'i hoşlanmazsınız halbuki hakkınızda o bir hayırdır ve olur ki bir şey'i severseniz halbuki hakkınızda o bir şerdir siz bilmezken Allah bilir

1. kutibe : yazıldı, farz kılındı
2. aleykum(u) : sizin üzerinize
3. el kitâlu : savaş
4. ve huve : ve o
5. kurhun : kerih, hoşa gitmez
6. lekum : sizin için, size
7. ve asâ : ve umulur ki, olur ki
8. en tekrehû : kerih olması, hoşa gitmemesi
9. şey'en : bir şey
10. ve huve : ve o
11. hayrun : hayırdır, hayırlıdır
12. lekum : sizin için, size
13. ve asâ : ve umulur ki
14. en tuhıbbû : sevmeniz, hoşlanmanız
15. şeyen : bir şey
16. ve huve : ve o
17. şerrun : şerrdir
18. lekum : sizin için, size
19. vallâhu : ve Allah
20. ya'lemu : bilir
21. ve entum : ve siz
22. lâ ta'lemûne : siz bilmezsiniz



217*
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِندَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ وَمَن يَرْتَدِدْ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim--- Yes'eluneke aniş şehril harami kitalin fih, kul kitalun fihi kebir, ve saddun an sebilillahi ve kufrum bihi vel mescidil harami ve ihracu ehlihi minhu ekberu indellah, vel fitnetu ekberu minel katl, ve la yezalune yukatilunekum hatta yeruddukum an dinikum inistetaû', ve mey yertedid minkum an dinihi fe yemut ve huve kâfirun fe ulaike habitat a'maluhum fid dunya vel ahirah, ve ulaike ashabun nar, hum fiha halidûn: sana hurmetli aydan ve onda kıtalden soruyorlar; deki onda bir kıtal büyük bir günahtır, maamafih Allah yolundan bir meni' ve ona bir küfür ve Mescidiharamdan meni' ve ehlini ondan çıkarmak Allah yanında daha büyük ve fitne katilden daha büyüktür, onlar güçleri yeterse sizi dininizden döndürmek için sizinle muharebe etmekten bir zaman geri durmazlar, sizden de her kim dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri Dünya ve Ahıret heder olmuştur ve artık onlar eshabı nardırlar, hep orada muhalled kalırlar

1. yes'elûne-ke : sana soruyorlar
2. an(i) eş şehri el harâmi : haram aydan
3. kıtâlin : savaş
4. fî-hi : onun içinde, onda
5. kul : de, söyle
6. kıtâlun : savaş
7. fî-hi : onun içinde
8. kebîrun : büyük
9. ve saddun : ve men etmek, alıkoymak
10. an sebîlillâhi (sebîli allâhi) : Allah'ın yolundan
11. ve kufrun : ve inkâr etmek
12. bi-hi : onu
13. ve el mescidi el harâmi : ve Mescid-i Haram
14. ve ihrâcu : ve çıkarmak
15. ehli-hi : onun halkı
16. min-hu : ondan, oradan
17. ekberu : en büyük, daha büyük
18. indallâhi (inde allâhi) : Allah'ın katında
19. ve el fitnetu : ve fitne
20. ekberu : en büyük, daha büyük
21. min el katli : öldürmekten
22. ve lâ yezâlûne : ve zail olmazlar, geri kalmazlar
23. yukâtilûne-kum : sizinle savaşırlar
24. hattâ : oluncaya kadar
25. yeruddû-kum : sizi döndürürler
26. an dîni-kum : dîninizden
27. in istetâû : eğer güçleri yetse
28. ve men : ve kim
29. yertedid : geri döner
30. min-kum : sizden
31. an dîni-hi : dîninden
32. fe yemut : o zaman, o taktirde ölür
33. ve huve : ve o
34. kâfirun : kâfir olarak
35. fe ulâike : o zaman, böylece, bu sebeple işte onlar
36. habitat : boşa gider
37. a'mâlu-hum : onların amelleri
38. fî ed dunyâ : dünyada
39. ve el âhiret : ve ahirette
40. ve ulâike : ve işte onlar
41. ashâbu en nâri : ateş ehlidir
42. hum : onlar
43. fî-hâ : onun içinde, orada
44. hâlidûne : ebediyyen kalıcak olanlardır



218*
إِنَّ الَّذِينَ ءَامَنُوا وَالَّذِينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أُولَئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَةَ اللَّهِ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
Resim--- İnnellezine amenu vellezine haceru ve cahedu fi sebilillahi ulaike yercune rahmetellah, vallahu ğafurur rahîm: şübhesiz iman ederler ve Allah yolunda muhacir olub da mücahede edenler muhakkak bunlar Allahın rahmetini umarlar, Allah gafur, rahîmdir

1. inne ellezîne : muhakak ki onlar
2. âmenû : âmenû oldular (Allah'a ulaşmayı dilediler) îmân ettiler
3. ve ellezîne : ve o kimseler, onlar
4. hâcerû : hicret ettiler
5. ve câhedû : ve cihad ettiler
6. fî sebîli allâhi : Allah'ın yolunda
7. ulâike : işte onlar
8. yercûne : ümit ederler, arzu ederler, dilerler
9. rahmete allâhi : Allah'ın rahmeti
10. vallâhu : ve Allah
11. gafûrun : gafûr olan, mağfiret eden
12. rahîmun : rahmet nurunun sahibi,



219*
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَا أَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
Resim--- Yes'eluneke anil hamri vel meysir, kul fihima ismun kebiruv ve menafiu lin nas, ve ismuhuma ekberu min nef'ihima, ve yes'eluneke maza yunfikun, kulil afv, kezalike yubeyyinullahu lekumul ayati leallekum tetefekkerûn: Sana hamr-ü meysirden soruyorlar, de ki bu ikisinde büyük bir günah bir de nasa ba'zı menfeatler var fakat günahları menfeatlerinden daha büyüktür, yine sana soruyorlar: Neyi infak edecekler? de ki sıkmayanını, böyle beyan ediyor Allah size âyetlerini ki düşünesiniz

1. yes'elûne-ke : sana soruyorlar, sorarlar
2. an el hamri : şaraptan
3. ve el meysiri : ve kumar
4. kul : de, söyle
5. fî-himâ : ikisinde vardır
6. ismun kebîrun : büyük günah
7. ve menâfiu : ve menfaat, faydalar
8. li en nâsi : insanlar için
9. ve ismu-humâ : ve onların (o ikisinin) günahları
10. ekberu : daha büyük
11. min nef'i-himâ : onların (o ikisinin) faydalarından
12. ve yes'elûne-ke : ve sana soruyorlar, sorarlar
13. mâzâ : ne, nasıl
14. yunfikûne : infâk ediyorlar
15. kul(i) : de, söyle
16. el afve : afv olan, ihtiyaçtan fazla olan mal, affedilen, vazgeçilen
17. kezâlike : bunun gibi, işte böyle
18. yubeyyinu allâhu : Allah açıklıyor
19. lekum : sizin için, size
20. el âyâti : âyetler
21. lealle-kum : umulur ki böylece siz
22. tetefekkerûne : tefekkür edersiniz, düşünürsünüz



220*
فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَأَعْنَتَكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Resim--- Fid dünya vel ahirah, ve yes'eluneke anil yetama, kul islahul lehum hayr, ve in tuhalituhum fe ihvanukum, vallahu ya'lemul mufside minel muslih, ve lev şaellahu le a'netekum, innellahe azizun hakîm: Dünya ve Ahıret hakkında; bir de sana yetimlerinden soruyorlar, de ki: Onlar hakkında bir ıslâh karışmamaktan daha hayırlıdır, kendilerine de karışırsanız ıhvanınızdırlar, Allah muslihi müfsidden ayırır, eğer Allah dilese idi sizi mutlak sarpa sardırırdı, şüphesiz ki Allah azîzdir, hakîmdir

1. fî ed dunyâ : dünya hakkında, dünyada
2. ve el âhirati : ve ahiret
3. ve yes'elûne-ke : ve sana soruyorlar, sorarlar
4. an el yetâmâ : yetimlerden
5. kul : de, söyle,
6. ıslâhun : ıslâh etmek, düzeltmek
7. lehum : onları
8. hayrun : hayır, hayırlı
9. ve in tuhâlitû-hum : ve eğer onlara karışırsanız, katılırsanız
10. fe : artık, o zaman
11. ıhvânu-kum : sizin kardeşleriniz
12. ve allâhu : ve Allah
13. ya'lemu : bilir
14. el mufside : fesat çıkaranlar
15. min el muslihi : ıslâh edenlerden
16. ve lev : ve şâyet, olsa, ise
17. şâallâhu (şâe allâhu) : Allah diledi
18. le : elbette, mutlaka
19. a'nete-kum : sizi sıkıntıya soktu
20. inne allâhe : muhakkak ki Allah
21. azîzun : azîzdir, üstündür
22. hakîmun : hakîmdir, hüküm ve hikmet sahibidir



221*
وَلاَ تَنكِحُواْ الْمُشْرِكَاتِ حَتَّى يُؤْمِنَّ وَلأَمَةٌ مُّؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكَةٍ وَلَوْ أَعْجَبَتْكُمْ وَلاَ تُنكِحُواْ الْمُشِرِكِينَ حَتَّى يُؤْمِنُواْ وَلَعَبْدٌ مُّؤْمِنٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكٍ وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ أُوْلَـئِكَ يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ وَاللّهُ يَدْعُوَ إِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِإِذْنِهِ وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
Resim--- Ve la tenkihul muşrikati hatta yu'min, ve le emetum mu'minetun hayrum mim muşriketiv ve lev a'cebetkum, ve la tunkihul muşrikine hatta yu'minu, ve le abdum mu'minun hayrum mim muşrikiv ve lev a'cebekum, ulaike yed'une ilen nar, vallahu yed'u ilel cenneti vel mağfirati bi iznih, ve yubeyyinu ayatihi lin nasi leallehum yetezekkerûn: Maamafih müşrikleri iman etmedikçe nikâh etmeyin, bir müşrike sizi imrendirse bile iman etmiş bir cariye her halde ondan daha hayırlıdır, müşrik erkeklere de nikâh ettirmeyin bir müşrik size hoş görünse bile, mü'min bir kul elbette daha hayırlıdır, onlar sizi ateşe da'vet ederler, Allah ise iznile Cennete ve mağfirete davet ediyor da âyetlerini insanlara beyan buyuruyor gerekki hatırda tutarlar

1. ve lâ tenkihû : ve (kendinize) nikâhlamayın
2. el muşrikâti : müşrik kadınlar
3. hattâ yu'minne : mü'min oluncaya, îmân edinceye kadar
4. ve le emetun : ve elbette bir cariye
5. mu'minetun : mü'min (kadın)
6. hayrun : hayırlı, daha hayırlı
7. min muşriketin : müşrik bir kadından
8. ve lev a'cebet-kum : ve size hoş gelse bile, hoşunuza gitse bile
9. ve lâ tunkihû : ve (siz kadınlarınızı) nikâhlamayın
10. el muşrikîne : müşrik erkekler
11. hattâ yu'minû : mü'min olunca, îmân edinceye kadar
12. ve le abdun : ve elbette bir köle
13. mu'minun : mü'min (erkek)
14. hayrun : hayırlı, daha hayırlı
15. min muşrikin : müşrik erkekten
16. ve lev a'cebe-kum : ve size hoş gelse bile
17. ulâike yed'ûne : işte onlar davet ederler
18. ilâ en nâri : ateşe
19. ve allâhu : ve Allah
20. yed'û : davet ediyor
21. ilâ el cenneti : cennete
22. ve el magfireti : ve mağfiret
23. bi izni-hi : onun izni ile
24. ve yubeyyinu : ve açıklıyor
25. âyâti-hî : kendi âyetlerini
26. li en nâsi : insanlar için, insanlara
27. lealle-hum : umulur ki böylece onlar
28. yetezekkerûne : tezekkür ederler



222*
وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْمَحِيضِ قُلْ هُوَ أَذًى فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ فِي الْمَحِيضِ وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتَّى يَطْهُرْنَ فَإِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ أَمَرَكُمُ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ
Resim--- Ve yes'eluneke anil mehîd, kul huve ezen fa'tezilun nisae fil mehidi ve la takrabuhunne hatta yathurn, fe iza tetahherne fe'tuhunne min haysu emerakumullah, innellahe yuhibbut tevvabine ve yuhibbul mutetahhirîn: Sana hayızdan da soruyorlar, deki o bir ezadır, onun için hayız zamanı kadınlardan çekilin ve temizlenene kadar onlara yanaşmayın, iyi temizlendiler mi o vakit Allahın emrettiği yerden onlara varın, her halde Allah çok tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever

1. ve yes'elûne-ke : ve sana soruyorlar, sorarlar
2. anil mahîdi (an el mahîdi) : (kadınların) hayz (ay) hallerinden
3. kul : de, söyle
4. huve : o
5. ezen : eza, ıstırap
6. fa'tezilû (fe ı'tezilû) : o taktirde, bu yüzden uzak durun
7. en nisâe : kadın(lar)
8. fî el mahîdi : hayz (ay) hallerinde, hayz zamanında
9. ve lâ takrabûhunne : ve onlara yaklaşmayın
10. hattâ yathurne : temizleninceye kadar
11. fe : öyle olunca, (öyle) ise, artık, o zaman
12. izâ tetahherne : temizlendikleri zaman
13. fe : öyle olunca, (öyle) ise, artık, o zaman,
14. e'tûhunne : onlara gelin, yanına gidin (biraraya gelin)
15. min haysu : yerden
16. emere-kum(u) allâhu : Allah size emretti
17. inne allâhe : muhakkak ki Allah
18. yuhibbu : sever
19. et tevvâbîne : tövbe edenler
20. ve yuhibbu : ve sever
21. el mutetahhirîne : temizlenenler, temizlenmiş olanlar



223*
نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ فَأْتُوا حَرْثَكُمْ أَنَّى شِئْتُمْ وَقَدِّمُوا لِأَنْفُسِكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ مُلَاقُوهُ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ
Resim--- Nisaukum harsul lekum, fe'tu harsekum enna şi'tum, ve kaddimu li enfusikum, vettekullahe va'lemu ennekum mulakuh, ve beşşiril mu'minîn: kadınlarınız sizin için bir harsdir, o halde harsinize nasıl isterseniz varın ve kendileriniz için ileriye hazırlık yapın ve Allahdan korkun ve her halde onun huzuruna varacağınızı bilin, müjdele mü'minlere

1. nisâu-kum : sizin kadınlarınız
2. harsun : tarla
3. lekum : sizin için, sizin
4. fe : o zaman, artık, o halde
5. e'tû : gelin, yaklaşın
6. harse-kum : sizin tarlanız
7. ennâ : nasıl
8. şi'tum : dilediniz
9. ve kaddimû : ve takdim edin
10. li enfusi-kum : nefsleriniz için, kendiniz için
11. vettekû (ve ittekû) : ve takva sahibi olun
12. allâhe : Allah
13. va'lemû (ve ı'lemû) : ve bilin
14. enne-kum : sizin ..... olduğunu
15. mulâkû-hu : ona mülâki olma, ruhunu ona ölmeden önce ulaştırma
16. ve beşşir(i) : ve müjdele
17. el mu'minîne : mü'minler



224*
وَلَا تَجْعَلُوا اللَّهَ عُرْضَةً لِأَيْمَانِكُمْ أَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Resim--- Ve la tec'alullahe urdatel li eymanikum en teberru ve tetteku ve tuslihu beynen nas, vallahu semiun alîm: Bir de sözünüzde durmanız ve mütteki olmanız ve nasın arasını düzeltmeniz için Allahı yeminlerinize hedef veya siper edip durmayın

1. ve lâ tec'alû : ve kılmayın, yapmayın
2. allâhe : Allah
3. urdaten : siper, mani, engel
4. li eymâni-kum : yeminlerinize, yeminleriniz için
5. en teberrû : ebrar kimseler olmanız
6. ve tettekû : ve takva sahibi olun
7. ve tuslihû : ve ıslâh edin, düzeltin
8. beyne : arası
9. en nâsi : insanlar
10. ve allâhu : ve Allah
11. semîun : en iyi işiten
12. alîmun : en iyi bilen



225*
لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ
Resim--- La yuahizukumullahu bil lağvi fi eymanikum ve lakiy yuahizukum bi ma kesebet kulubukum, vallahu ğafurun halîm: Allah sizi yeminlerinizde bilmiyerek ettiğiniz -lağıv- le mü'ahaze etmez ve lâkin kalblerinizin irtikâb ettiği yeminlerle mü'ahaze eder ve Allah gafurdur, halîmdir

1. lâ yuâhızu-kum : sizi muaheze etmez, sorgulamaz
2. allâhu : Allah
3. bi el lagvi : boş, lüzûmsuz sözler
4. fî eymâni-kum : yeminleriniz konusunda, hakkında
5. ve lâkin : ve lâkin, fakat
6. yuâhızu-kum : sizi muaheze eder, sorgular
7. bi mâ kesebet : kazandığı şeyler ile
8. kulûbu-kum : kalpleriniz
9. vallâhu : ve Allah
10. gafûrun : gafûr olan, mağfiret eden
11. halîmun : halîm olan, yumuşak muamele eden



226*
لِلَّذِينَ يُؤْلُونَ مِنْ نِسَائِهِمْ تَرَبُّصُ أَرْبَعَةِ أَشْهُرٍ فَإِنْ فَاءُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
Resim--- Lillezine yu'lune min nisaihim terabbusu erbeati eşhur, fe in fau fe innellahe ğafurur rahîm: Kadınlarından perhiz yemini (îlâ) edenler için dört ay beklemek vardır, şayed rücu' ederlerse şüphesiz Allah gafur, rahîmdir

1. lillezîne (li ellezîne) : o kimseler için, onlar için, onlara
2. yu'lûne : (yaklaşmamaya) yemin ederler
3. min nisâi-him : kadınlarından (uzak olma)
4. terabbusu : beklerler
5. erbaati : dört
6. eşhurin : aylar
7. fe : fakat, o zaman, o taktirde
8. in fâû : eğer dönerlerse
9. fe : fakat, o zaman, o taktirde
10. inne allâhe : muhakkak ki Allah
11. gafûrun : gafûr, mağfiret eden
12. rahîmun : rahmet nuru gönderen,



227*
وَإِنْ عَزَمُوا الطَّلَاقَ فَإِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Resim--- Ve in azemut talaka fe innellahe semiun alîm: Yok eğer talâka azmetmişlerse şüphesiz Allah söylediklerini işidir, kurduklarını bilir

1. ve in azemû : ve eğer azmederlerse
2. et talâka : boşama
3. fe : o zaman, artık
4. inne allâhe : muhakkak ki Allah
5. semîun : en iyi işiten
6. alîmun : en iyi bilen



228*
وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِأَنفُسِهِنَّ ثَلاَثَةَ قُرُوَءٍ وَلاَ يَحِلُّ لَهُنَّ أَن يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّهُ فِي أَرْحَامِهِنَّ إِن كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَبُعُولَتُهُنَّ أَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ فِي ذَلِكَ إِنْ أَرَادُواْ إِصْلاَحًا وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكُيمٌ
Resim--- Vel mutallekatu yeterabbasne bi enfusihinne selasete kuru', ve la yehillu lehunne ey yektumne ma halekallahu fi erhamihinne in kunne yu'minne billahi vel yevmil ahir, ve buuletuhunne ehakku bi raddihinne fi zalike in eradu islaha, ve lehunne mislullezi aleyhinne bil ma'rufi ve lir ricali aleyhinne deraceh, vallahu azizun hakîm: Ve tatlık edilen kadınlar kendi kendilerine üç âdet beklerler ve Allahın rahimlerinde yarattığını ketmetmeleri kendilerine halâl olmaz, Allaha ve Ahıret gününe imanları varsa ketmetmezler, kocaları da barışmak istedikleri takdirde o müddet zarfında onları geri almağa ehaktırlar, onların lehlerinde de aleyhlerindeki meşru' hakka mümasil bir hak vardır, yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece var, ve Allahın izzetvar hikmeti var

1. ve el mutallakâtu : ve boşanmış kadınlar
2. yeterabbasne : dururlar, beklerler
3. bi enfusi-hinne : kendi kendilerine
4. selâsete : üç
5. kurûin : dönem (hayz zamanı)
6. ve lâ yahıllu : ve helâl olmaz
7. lehunne : onlara (o kadınlara)
8. en yektumne : gizlemek
9. mâ halaka : yarattığı şey
10. allâhu : Allah
11. fî erhâmi-hinne : onların rahimlerinde
12. in kunne : eğer onlar (kadınlar) iseler
13. yu'minne : îmân ederler
14. bi allâhi : Allah'a
15. ve el yevmi el âhıri : ve son güne, sonraki güne, ahirete
16. ve buûletu-hunne : ve onların eşleri, kocaları
17. ehakku : daha çok hak sahibi
18. bi reddi-hinne : onlara geri dönmeye
19. fî zâlike : bunda
20. in erâdû : eğer isterlerse
21. ıslâhan : ıslâh etmek, düzeltmek
22. ve lehunne : ve onların (kadınların) vardır
23. mislu ellezî : onun misli, onun gibi
24. aleyhinne : onların üzerinde
25. bi el ma'rûfi : iyilik ile, örfe ve adete uygun olarak
26. ve li er ricâli : ve erkekler için, erkeklerin vardır
27. aleyhinne : onların üzerinde
28. derecetun : bir derece
29. ve allâhu : ve Allah
30. azîzun : azîzdir, üstündür
31. hakîmun : hakîmdir, hüküm sahibidir



229*
الطَّلاَقُ مَرَّتَانِ فَإِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْسَانٍ وَلاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَأْخُذُواْ مِمَّا آتَيْتُمُوهُنَّ شَيْئًا إِلاَّ أَن يَخَافَا أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا فِيمَا افْتَدَتْ بِهِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَعْتَدُوهَا وَمَن يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّهِ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Resim--- Ettalaku merratani fe imsakum bi ma'rufin ev tesrihum bi ihsân, ve la yehillu lekum en te'huzu mimma ateytumuhunne şey'en illa ey yehafa ella yukîma hududellah, fe in hiftum ella yukîma hududellahi fe la cunaha aleyhime fimeftedet bih, tilke hududullahi fe la ta'teduha, ve mey yeteadde hududellahi fe ulaike humuz zalimûn: O talâk iki def'adır, ondan sonrası ya eyilikle tutmak ya güzellikle salmaktır, onlara verdiklerinizden bir şey almanız da sizlere halâl olmaz, meğer ki erkekle kadın Allahın çizdiği hudutta duramıyacaklarından korksunlar, eğer siz de bunların hududı ilâhiyeyi dürüst tutamıyacaklarından korkarsanız kadının ayrılmak için hakkından vaz geçmesinde artık ikisine de günah yoktur, bunlar işte Allahın tayin ettiği hududdur, sakın bunları aşmayın, her kim Allahın hududunu aşarsa işte onlar hep zalimlerdir

1. et talâku : boşamak
2. merratâni : iki kere
3. fe : artık, bundan sonra
4. imsâkun : tutmak
5. bi ma'rûfin : iyilik ile, örf ve adete uygun olarak
6. ev : veya
7. tesrîhun : bırakmak, serbest bırakmak
8. bi ihsânin : ihsan ile
9. ve lâ yahıllu : ve helâl olmaz
10. lekum : sizin için, size
11. en te'huzû : almanız
12. mimmâ (min mâ) : şeyden
13. âteytumû-hunne : onlara verdiniz
14. şey'en : bir şey
15. illâ : ancak, hariç
16. en yehâfâ : korkmaları
17. ellâ yukîmâ : ikame edememek, ayakta tutamamak, yerine getirememek
18. hudûda allâhi : Allah'ın hudutları, sınırları
19. fe : o zaman, bu durumda, o taktirde
20. in hıftum : eğer korkarsanız
21. ellâ yukîmâ : ikame edememek, ayakta tutamamak, yerine getirememek
22. hudûda allâhi : Allah'ın hudutları, sınırları
23. fe : o zaman, bu durumda
24. lâ cunâha : günah yoktur
25. aleyhimâ : onların ikisi üzerine, ikisine
26. fî : hakkında
27. mâ : şey
28. iftedet : fidye (mehr) verdi
29. bi-hi : ona
30. tilke : işte o, bu (bunlar)
31. hudûda allâhi : Allah'ın hudutları, sınırları
32. fe : o zaman, artık
33. lâ ta'tedû-hâ : onu aşmayın
34. ve men : ve kim
35. yeteadde : aşıyor, aşar
36. hudûda allâhi : Allah'ın hudutları, sınırları
37. fe : o zaman, işte
38. ulâike : işte onlar
39. hum(u) ez zâlimûne : onlar zalimler, haksızlık edenler



230*
فَإِنْ طَلَّقَهَا فَلَا تَحِلُّ لَهُ مِنْ بَعْدُ حَتَّى تَنْكِحَ زَوْجًا غَيْرَهُ فَإِنْ طَلَّقَهَا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا أَنْ يَتَرَاجَعَا إِنْ ظَنَّا أَنْ يُقِيمَا حُدُودَ اللَّهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Resim--- Fe in tallekaha fe la tehillu lehu mim ba'du hatta tenkiha zevcen ğayrah, fe in tallekaha fe la cunaha aleyhima ey yeteracea in zanna ey yukîma hududellah, ve tilke hududullahi yubeyyinuha li kavmiy ya'lemûn: Derken kadını bir daha boşarsa bundan sonra artık ona halâl olmaz ta başka bir kocaya varıncaya kadar; bu da onu boşarsa Allahın hududunu sağlam tutacaklarına ümid var oldukları takdirde evvelkilerin birbirlerine dönmeleri kendilerine günah değildir. Bunlar işte Allahın tayin ettiği hudud, ilim ehli olanlar için bunları beyan buyuruyor

1. fe : o zaman, o taktirde, bundan sonra
2. in tallaka-hâ : eğer onu boşarsa
3. fe : artık
4. lâ tahıllu : helâl olmaz
5. lehu : ona
6. min ba'du : sonradan
7. hattâ : olmadıkça, oluncaya kadar
8. tenkiha : nikâhlanır
9. zevcen : eş, zevce
10. gayra-hu : ondan başka
11. fe : o zaman, o taktirde
12. in tallaka-hâ : eğer onu boşarsa
13. fe : o zaman, o taktirde
14. lâ cunâha : günah yoktur
15. aley-himâ : onların ikisi üzerine, ikisine
16. en yeterâceâ : dönmeleri
17. in zannâ : eğer zannettiler ise, inanırlarsa
18. en yukîmâ : ikame etmek, ayakta tutmak, yerine getirmek
19. hudûda allâhi : Allah'ın hudutları, sınırları
20. ve tilke : ve işte o, bu (bunlar)
21. hudûdu allâhi : Allah'ın hudutları, sınırları
22. yubeyyinu-hâ : onu açıklıyor
23. li kavmin : bir kavim (toplum) için
24. ya'lemûne : biliyorlar, bilirler



231*
وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النَّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَلاَ تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَارًا لَّتَعْتَدُواْ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ وَلاَ تَتَّخِذُوَاْ آيَاتِ اللّهِ هُزُوًا وَاذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَمَا أَنزَلَ عَلَيْكُمْ مِّنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُم بِهِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim--- Ve iza tallaktumun nisae fe belağne ecelehunne fe emsikuhunne bi ma'rufin ev serrihuhunne bi ma'rufiv ve la tumsikuhunne diraran li ta'tedu, ve mey yef'al zalike fe kad zaleme nefseh, ve la tettehizu ayatillahi huzuve vezkuru ni'metellahi aleykum ve ma enzele aleykum minel kitabi vel hikmeti yeizukum bih, vettekullahe va'lemu ennellahe bi kulli şey'in alîm: Hem kadınları boşadınız da ıddetlerini bitirdiler mi, artık kendilerini ya iyilikle tutun veya iyilikle salın, yoksa haklarına tecavüz için zararlarına olarak tutmayın, bunu kim yaparsa nefsine zulmetmiş olur, Sakın Allahın âyetlerini şaka yerine tutmayın, Allahın üzerinizdeki ni'metini ve size va'zlar vererek indirdiği kitab ve hikmeti unutmayın düşünün, hem Allahdan korkun ve bilin ki Allah her şeyi bilir

1. ve izâ : ve olduğu zaman, olduğunda
2. tallaktum(u) : boşadınız
3. en nisâe : kadınlar
4. fe : o zaman, sonra, artık
5. belagne : erişti, ulaştı, tamamladı
6. ecele-hunne : onların (bekleme) süreleri
7. fe emsikû-hunne : artık onları tutun, alıkoyun
8. bi ma'rûfin : marufla, iyilikle, örf ve adete uygun
9. ev : veya
10. serrihû-hunne : onları serbest bırakın
11. bi ma'rûfin : marufla, iyilikle, örf ve adete uygun
12. ve lâ tumsikû-hunne : ve onları tutmayın
13. dırâran : zararla, zarar vererek
14. li ta'tedû : hakka tecavüz için
15. ve men : ve kim
16. yef'al : yapar
17. zâlike : bunu
18. fe : o zaman, sonra, artık, o taktirde
19. kad : olmuştu
20. zaleme : zulmetti, haksızlık yaptı
21. nefse-hu : kendi nefsine
22. ve lâ tettehızû : ve edinmeyin
23. âyâti allâhi : Allah'ın âyetleri
24. huzuven : alay konusu, eğlence
25. ve uzkurû : ve zikredin, hatırlayın
26. ni'mete allâhi : Allah'ın ni'meti
27. aleykum : sizin üzerinize, size
28. ve mâ enzele : ve indirdiği şey
29. aleykum : sizin üzerinize, size
30. min el kitâbi : kitaptan
31. ve el hikmeti : ve hikmet
32. yeızu-kum : size vazeder, öğüt verir, nasihat eder
33. bi-hi : onunla
34. vettekû (ve ittekû) : ve takva sahibi olun
35. allâhe : Allah'a
36. va'lemû : ve bilin, biliniz
37. enne : olduğunu
38. allâhe : Allah
39. bi kulli şey'in : herşeyi
40. alîmun : alîm, en iyi bilen



232*
وَإِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاء فَبَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ أَن يَنكِحْنَ أَزْوَاجَهُنَّ إِذَا تَرَاضَوْاْ بَيْنَهُم بِالْمَعْرُوفِ ذَلِكَ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ مِنكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكُمْ أَزْكَى لَكُمْ وَأَطْهَرُ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Resim--- Ve iza tallaktumun nisae fe belağne ecelehunne fe la ta'duluhunne ey yenkihne ezvacehunne iza teradav beynehum bil ma'ruf, zalike yuazu bihi men kane minkum yu'minu billahi vel yevmil ahir, zalikum ezka lekum ve athar, vallahu ya'lemu ve entum la ta'lemûn: Kadınları boşadınız da ıddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru surette rızalaştıkları takdirde kendilerini kocalarına nikâh edecekler diye tazyık da etmeyin, bu işte içinizden Allaha ve Ahıret gününe iman etmiş olanlara verilir bir öğüttür, bu sizin hakkınızda daha hayırlı ve daha nezihtir, siz bilmezken Allah bilir

1. ve izâ : ve olduğu zaman, olduğunda
2. tallaktum(u) : boşadınız
3. en nisâe : kadınlar
4. fe : o zaman, sonra, artık
5. belagne : erişti, ulaştı, tamamladı
6. ecele-hunne : onların (bekleme) süreleri
7. fe : o zaman, sonra, artık
8. lâ ta'dulû-hunne : onlara engel olmayın
9. en yenkıhne : nikâhlamak
10. ezvâce-hunne : onların eşleri, kocaları
11. izâ terâdav : razı oldukları taktirde
12. beyne-hum : onlar aralarında, kendi aralarında
13. bi el ma'rûfi : marufla, iyilikle, örf ve adete uygun
14. zâlike : işte bu, işte böyle
15. yûazu : vazediliyor, öğüt veriliyor
16. bi-hi : ona, onunla
17. men : kim, kimse
18. kâne : oldu, idi
19. min-kum : sizden
20. yu'minu : îmân eder
21. bi allâhi : Allah'a
22. ve el yevmi el âhıri : ve ahir güne, son güne, sonraki güne
23. zâlikum : işte bu, işte böyle
24. ezkâ : daha iyi tezkiye olma, arınma
25. lekum : sizin için
26. ve atheru : ve daha temiz olma
27. ve allâhu : ve Allah
28. ya'lemu : bilir
29. ve entum : ve siz
30. lâ ta'lemûne : bilmezsiniz



233*
وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ أَرَادَ أَن يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ وَعلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ لاَ تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلاَّ وُسْعَهَا لاَ تُضَآرَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلاَ مَوْلُودٌ لَّهُ بِوَلَدِهِ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذَلِكَ فَإِنْ أَرَادَا فِصَالاً عَن تَرَاضٍ مِّنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا وَإِنْ أَرَدتُّمْ أَن تَسْتَرْضِعُواْ أَوْلاَدَكُمْ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِذَا سَلَّمْتُم مَّا آتَيْتُم بِالْمَعْرُوفِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Resim--- Vel validatu yurdi'ne evladehunne havleyni kamileyni li men erade ey yutimmer radaah, ve alel mevludi lehu rizkuhunne ve kisvetuhunne bil ma'ruf, la tukellefu nefsun illa vus'aha, la tudarra validetum bi velediha ve la mevludul lehu bi veledihi ve alel varisi mislu zalik, fe in erada fisalen an teradim minhuma ve teşavurin fe la cunaha aleyhima, ve in eradtum en testerdiu evladekum fe la cunaha aleykum iza sellemtum ma ateytum bil ma'ruf, vettekullahe va'lemu ennellahe bi ma ta'melune basîr: Valideler evlâdlarını emziğin tamamlanmasını istiyenler için iki bütün yıl emzirirler, evlâd kendisinin olana da emzirenlerin yiyecekleri, giyecekleri lâyıkiyle borc, maamafih herkes ancak vüsuna göre mükellef olur, ne yavrısiyle bir ana, ne de yavrısiyle bir baba ızrar edilmesin, varise düşen de aynı borc, eğer baba ve ana biribirlerinin müşavere ve rizalariyle memeden kesmek isterlerse kendilerine günah yok, ve şayed çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz vereceğinizi güzel güzel verdikten sonra yine size günah yok, bununla beraber Allahdan korkun ve bilin ki Allah her ne yaparsanız görür, basîrdır

1. ve el vâlidâtu : ve anneler
2. yurdı'ne : süt emzirirler
3. evlâde-hunne : kendi evlâtlarını
4. havleyni : iki sene
5. kâmileyni : tamamen, tam olarak iki
6. li men : kimse için
7. erâde : istedi
8. en yutimme : tamamlamak
9. er radâate : süt emzirme
10. ve alâ : ve üzerine
11. el mevlûdi lehu : onun için doğurulmuş olan (baba)
12. rızku-hunne : onların rızıkları
13. ve kisvetu-hunne : ve onların giyimleri
14. bi el ma'rûfi : marufla, iyilikle, örf ve adete uygun
15. lâ tukellefu : yükümlü tutulmasın (tutmayın)
16. nefsun : nefs, kişi, kimse
17. illâ vus'a-hâ : (onun) kendi gücünün yettiğinden
18. lâ tudârra : zarara uğratılmasın (uğratmayın)
19. vâlidetun : anne
20. bi veledi-hâ : (onun) kendi çocuğu ile
21. ve lâ : ve olmaz, olmasın
22. mevlûdun lehu : onun için doğurulmuş olan (baba)
23. bi veledi-hi : (onun) kendi çocuğu ile
24. ve alâ el vârisi : ve mirasçının üzerinde (ki sorumluluk)
25. mislu : gibi, aynı
26. zâlike : bu
27. fe : fakat, o taktirde, artık
28. in erâdâ : eğer ikisi isterlerse
29. fısâlen an : sütten kesme
30. terâdın : rıza alınarak, razı olarak
31. min humâ : (onların) ikisinden
32. ve teşâvurin : ve müşavere ederek, görüşerek
33. fe : fakat, o taktirde, artık
34. lâ cunâha : günah
35. lâ cunâha : günah yoktur
36. aleyhimâ : onların ikisi üzerine, ikisine
37. ve in eradtum : ve eğer isterseniz
38. en testerdıû : (süt anne tutup) emzirtmek
39. evlâde-kum : çocuklarınız
40. fe : fakat, o taktirde, artık
41. lâ cunâhe : günah yoktur
42. aleykum : sizin üzerinize,size
43. izâ sellemtum : teslim ettiğiniz zaman
44. mâ âteytum : (karar )verdiğiniz şey
45. bi el ma'rûfi : marufla, örf ve adete uygun olarak
46. ve ittekû allâhe : ve Allah'a karşı takva sahibi olun
47. va'lemû : ve bilin
48. enne allâhe : Allah'ın ..... olduğunu
49. bi mâ ta'melûne : yaptığınız şeyleri, yaptıklarınızı
50. basîrun : en iyi (çok iyi) gören



234*
وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا يَتَرَبَّصْنَ بِأَنْفُسِهِنَّ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَعَشْرًا فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا فَعَلْنَ فِي أَنْفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِير
Resim--- Vellezine yuteveffevne minkum ve yezerune ezvacey yeterabbasne bi enfusihinne erbeate eşhuriv ve aşra, fe iza belağne ecelehunne fe la cunaha aleykum fima fealne fi enfusihinne bil ma'ruf, vallahu bi ma ta'melune habîr: İçinizden vefat edib de arkalarına kadın bırakanların zevceleri nefsilerini dört ay on gün bekletecekler, ıddetlerini bitirdilermi artık kendi haklarında meşru' olarak ıhtiyar edecekleri haraketten size mes'uliyet yok, Allah her ne yaparsanız habîrdir

1. ve ellezîne : ve o kimseler, onlar
2. yuteveffevne : vefat ettirilirler, ölürler
3. min-kum : sizden
4. ve yezerûne : ve geriye bırakırlar
5. ezvâcen : eşler
6. yeterabbasne : dururlar, beklerler
7. bi enfusi-hinne : kendi kendileri ile, kendi kendilerine
8. erbeate : dört
9. eşhurin : aylar
10. ve aşran : ve on (gün)
11. fe : böylece, artık
12. izâ belagne : eriştiği zaman, tamamladığı zaman
13. ecele-hunne : onların eceli, bekleme süresi
14. fe : o zaman, böylece, artık
15. lâ cunâhe : günah yoktur
16. aleykum : sizin üzerinize, size
17. fî mâ : şey(ler)de
18. fealne : yaptılar
19. fî enfusi-hinne : onların kendileri hakkında
20. bi el ma'rûfi : marufla, örf ve adete uygun olarak
21. ve allâhu : ve Allah
22. bi mâ : şeyleri
23. ta'melûne : yapıyorsunuz
24. habîrun : (çok iyi) haberdar olan



235*
وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا عَرَّضْتُم بِهِ مِنْ خِطْبَةِ النِّسَاء أَوْ أَكْنَنتُمْ فِي أَنفُسِكُمْ عَلِمَ اللّهُ أَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلَـكِن لاَّ تُوَاعِدُوهُنَّ سِرًّا إِلاَّ أَن تَقُولُواْ قَوْلاً مَّعْرُوفًا وَلاَ تَعْزِمُواْ عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتَّىَ يَبْلُغَ الْكِتَابُ أَجَلَهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا فِي أَنفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ
Resim--- Ve la cunaha aleykum fima arradtum bihi min hitbetin nisai ev eknentum fi enfusikum, alimellahu ennekum se tezkurunehunne ve lakil la tuvaiduhunne sirran illa en tekulu kavlem ma'rufa, ve la ta'zimu ukdeten nikahi hatta yebluğal kitabu eceleh, va'lemu ennellahe ya'lemu ma fi enfusikum fahzeruh, va'lemu ennellahe ğafurun halîm: Kadınlara namzedliği çıtlatmanızda veya gönlünüzde tutmanızda da size bir beis yoktur, Allah biliyor ki siz onları mutlaka anacaksınız, ancak kendileriyle bir gizliye va'dleşmeyin yalnız meşru' bir söz söylemeniz başka, Farzolan ıddet sonunu bulamadıkça da nikâhın akdine azmetmeyin, muhakkak Allah gönlünüzde ne varsa bilir, bunu bilin de ondan hazer edin, Hem de bilin ki Allah gafur, halîmdir

1. ve lâ cunâhe : ve günah yoktur
2. aleykum : sizin üzerinize, size
3. fîmâ : hakkında
4. arradtum : ima ettiniz
5. bi-hi : onu
6. min : den
7. hitbeti : evlenme teklif etmek
8. en nisâi : kadın(lar)
9. ev : veya
10. eknentum : örttünüz, gizlediniz
11. fî : içinde, ... de
12. enfusi-kum : sizin nefsleriniz, kendiniz
13. alime : bildi
14. allâhu : Allah
15. enne-kum : sizin ..... olduğunuzu
16. se tezkurûne-hunne : onları zikredeceğinizi, hatırlayacağınızı
17. ve lâkin : ve lâkin, fakat
18. lâ tuvâıdû-hunne : onlarla vaadleşmeyin, sözleşmeyin
19. sirran : sır olarak, gizlice
20. illâ : ancak, den başka, hariç
21. en tekûlû : söylemeniz
22. kavlen : bir söz
23. ma'rûfen : marufla, örf ve adete uygun olarak
24. ve lâ ta'zimû : ve azmetmeyin
25. ukdeten : akid, anlaşma
26. en nikâhı : nikâh
27. hattâ : oluncaya kadar
28. yebluga : ulaşır, tamamlanır
29. el kitâbu : kitap (kitapta yazılı olan)
30. ecele-hu : onun eceli, onun süresi
31. va'lemû : ve biliniz
32. enne allâhe : Allah'ın ..... olduğunu
33. ya'lemu : bilir
34. mâ : şeyi
35. fî : içinde, ... de
36. enfusi-kum : sizin nefsleriniz, kendiniz
37. fe : artık
38. ahzerû-hu : ondan sakının
39. va'lemû : ve biliniz
40. enne allâhe : Allah'ın ..... olduğunu
41. gafûrun : gafûr, mağfiret eden
42. halîmun : halim, yumuşak, sakin, ceza vermekte acele etmeyen



236*
لَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِنْ طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ مَا لَمْ تَمَسُّوهُنَّ أَوْ تَفْرِضُوا لَهُنَّ فَرِيضَةً وَمَتِّعُوهُنَّ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدَرُهُ مَتَاعًا بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُحْسِنِينَ
Resim--- La cunaha aleykum in tallaktumun nisae ma lem temessuhunne ev tefridu lehunne feridatev ve mettiuhunn, alel musii kaderuhu ve alel muktiri kaderuh, metaam bil ma'rufi hakkan alel muhsinîn: Eğer kadınları kendilerine el sürmeden veyahud bir mehir kesmeden boşadınızsa olmaz değil şu kadar ki onları müstefid edin, eli geniş olan kaderince, eli dar olan da kaderince ve güzellikle bir müt'a verin, bu, muhsinler üzerine borc bir haktır

1. lâ cunâhe : günah yoktur
2. aleykum : sizin üzerinize, size
3. in tallaktumu : eğer boşarsanız
4. en nisâe : kadın(lar)
5. mâ lem temessû-hunne : henüz kendilerine dokunmadınız
6. ev : veya
7. tefridû : takdirettiniz, tayin ettiniz(farz kıldınız)
8. lehunne : onlar için, onlara
9. farîdâten : takdir edilen (farz kılınan) miktar, mehir
10. ve mettiû-hunne : ve onları metelandırın, faydalandırın
11. alâ el mûsiı : eli geniş olan üzerine (zengin olana)
12. kaderu-hu : muktedir olduğu (kendi kudreti) kadar
13. ve alâ el muktiri : ve dar geçimli olan üzerine (fakir olana)
14. kaderu-hu : muktedir olduğu (kendi kudreti) kadar
15. metâan : meta, mal, fayda
16. bi el ma'rûfi : marufla, örf ve adete uygun olarak
17. hakkan : bir hakk olarak
18. alâ el muhsinîne : muhsinlerin üzerine, muhsinlere



237*
وَإِن طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِن قَبْلِ أَن تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَرِيضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ إَلاَّ أَن يَعْفُونَ أَوْ يَعْفُوَ الَّذِي بِيَدِهِ عُقْدَةُ النِّكَاحِ وَأَن تَعْفُواْ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَلاَ تَنسَوُاْ الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Resim--- Ve in tallaktumuhunne min kabli en temessuhunne ve kad feradtum lehunne feridaten fe nisfu ma feradtum illa ey ya'fune ev ya 'fuvellezi bi yedihi ukdetun nikah, ve en ta'fu akrabu lit takva, ve la tensevul fadle beynekum, innellahe bi ma ta'melune basîr: Ve eğer onları kendilerine el sürmeden boşar da mehir kesmiş bulunursanız o vakit borc o kesdiğiniz mıkdarın yarısıdır meğerki kadınlar afvetsinler veya nikâhın düğümü elinde bulunan erkek afvetsin, erkekler! sizin afvetmeniz takvaya daha yakındır, aranızdaki fazlı unutmayın şüphesiz ki Allah her ne yaparsanız görür.

1. ve in tallaktumû-hunne : ve eğer onları boşarsanız
2. min kabli : önceden, daha önce
3. en temessû-hunne : onlara dokunmanız
4. ve kad : ve olmuştur
5. farad-tum : size farz kılındı
6. lehunne : onlar için, onların
7. farîdaten : takdir edilen (farz kılınan) miktar, mehir
8. fe : o zaman, o taktirde
9. nısfu : yarısı
10. mâ faradtum : sizin farz kıldığınız miktar, mehir
11. illâ : ancak, hariç
12. en ya'fûne : affetmeleri
13. ev : veya
14. ya'fuve : affeder
15. ellezî : ki o, kimse
16. bi yedi-hî : onun elinde
17. ukdetun : ahid, söz, bağ
18. en nikâhı : nikâh
19. ve en ta'fû : ve sizin affetmeniz
20. akrabu : daha yakın
21. li et takvâ : takvaya, takva sahibi olmanıza
22. ve lâ tensevu : ve unutmayın
23. el fadla : fazl, fazilet
24. beyne-kum : sizin aranızda
25. inne allâhe : muhakkak ki Allah
26. bi mâ ta'melûne : yaptığınız şey(ler)i
27. basîrun : en iyi gören



238*
حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَى وَقُومُوا لِلَّهِ قَانِتِينَ
Resim--- Hafizu ales salevati ves salatil vusta ve kumu lillahi kanitîn: Namazlara dıkkat edin hele orta namaza, ve kalkın Allah için divan durun.

1. hâfizû : koruyucu, gözetici olun
2. alâ : üzerine
3. es salavâti : mürşide ulaştıktan sonra, müridin nefsinin kalbine girmeye başlayan Allah'tan gelen 3. nur (ilk ikisi rahmet ve fazldır)
4. ve es salâti el vustâ : ve en efdal, faziletli, en üstün, tavassut
5. ve kûmû : ve kalkın kıyam durun
6. li allâhi : Allah'a, Allah için
7. kânitîne : Allah'ın huzurunda huşû içinde ve



239*
فَإِنْ خِفْتُمْ فَرِجَالًا أَوْ رُكْبَانًا فَإِذَا أَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللَّهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
Resim--- Fe in hiftum fe ricalen ev rukbana, fe iza emintum fezkurullahe ke ma allemekum ma lem tekunu ta'lemûn: Eğer bir korku halinde iseniz yaya veya süvari giderken kılın, emniyeti bulduğunuz vakit de böyle bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi hemen Allahı zikredin

1. fe : fakat
2. in hıftum : eğer korktunuz ise
3. fe : artık, o zaman
4. ricâlen : yürürken
5. ev : veya
6. rukbânen : binekte iken
7. fe izâ emintum : artık, nihayet emniyette olduğunuz
8. fe : artık
9. uzkurû : zikredin
10. allâhe : Allah'ı
11. kemâ : gibi, o şekilde
12. alleme-kum : size öğretti
13. mâ : şeyler
14. lem tekûnû : olmadınız
15. ta'lemûne : biliyorsunuz



240*
وَالَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ أَزْوَاجًا وَصِيَّةً لِأَزْوَاجِهِمْ مَتَاعًا إِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ إِخْرَاجٍ فَإِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِي مَا فَعَلْنَ فِي أَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Resim--- Vellezine yuteveffevne minkum ve yezerune ezvaca, vesiyyetel li ezvacihim metaan ilel havli ğayra ihrac, fe in haracne fe la cunaha aleykum fi ma fealne fi enfusihinne mim ma'ruf, vallahu azizun hakîm: Ve içinizden zevcelerini geri bırakarak vefat edecek olanlar, zevceleri için senesine kadar çıkarılmaksızın bir intifaı vasıyyet etmek var, bunun üzerine kendileri çıkarlarsa kendi haklarında yapdıkları meşru' bir hareketten dolayı size bir mes'uliyet yoktur, maamafih Allah azîzdir, hakîmdir

1. ve ellezîne : ve o kimseler, onlar
2. yuteveffevne : vefat ettirilir
3. min-kum : sizden
4. ve yezerûne : ve geriye bırakılır
5. ezvâcen : eşler
6. vasıyyeten : vasiyet olarak
7. li ezvâci-him : onların eşlerine
8. metâan : metalandırma (geçimini sağlama)
9. ilâ el havli : bir seneye kadar
10. gayre ıhrâcın : çıkarılmaksızın
11. fe : artık, buna rağmen
12. in harecne : eğer çıkarsa
13. fe : artık, o zaman
14. lâ cunâha : günah yoktur
15. aleykum : sizin üzerinize, size
16. fî mâ fealne : yaptıkları şeylerde
17. fî enfusi-hinne : kendi nefslerinde, kendi kendine,
18. ve allâhu : ve Allah
19. azîzun : azîz, üstün
20. hakîmun : hakîm, hüküm sahibi, hikmet sahibi



241*
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ
Resim--- Ve lil mutallekati metaum bil ma'ruf, hakkan alel muttekîn: Mutallakaların (boşananların) da ma'ruf veçhile bir istifade haklarıdır ki ihkakı Allahdan korkanlara bir vazıfedir

1. ve li el mutallakâti : ve boşanmış kadınlar
2. metâun : meta, faydalanılan eşya, mal vs.
3. bi el ma'rûfi : marufla, iyilikle, örf ve adete uygun
4. hakkan : hak
5. alâ : üzerine
6. el muttekîne : takva sahipleri



242*
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ ءَايَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
Resim--- Kezalike yubeyyinullahu lekum ayatihi leallekum ta'kilûn: İşte akıllarınız irsin diye Allah size âyetlerini böyle beyan buyuruyor

1. kezâlike : işte böyle
2. yubeyyinu : beyan ediyor, açıklıyor
3. allâhu : Allah
4. lekum : sizin için, size
5. âyâti-hi : kendi âyetleri
6. lealle-kum : umulur ki böylece siz
7. ta'kılûne : akıl edersiniz



243*
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ أُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِ فَقَالَ لَهُمُ اللَّهُ مُوتُوا ثُمَّ أَحْيَاهُمْ إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
Resim--- E lem tera ilellezine haracu min diyarihim ve hum ulufun hazeral mevti fe kale lehumullahu mutu summe ahyahum, innellahe le zu fadlin alen nasi ve lakinne ekseran nasi la yeşkurûn: Bakmaz mısın, o kimseler ki? binlerce kişi iken ölüm korkusiyle diyarlarından çıkdılar, Allah da kendilerine «ölün» dedi, Sonra da onlara bir hayat verdi, her halde Allah insanlara karşı, bir adil sahibi ve lâkin insanların pek çokları şükretmiyorlar

1. e lem tera : görmedin mi
2. ilâ ellezîne : o kimseleri, onları
3. haracû : çıktılar
4. min diyâri-him : kendi diyarlarından, yurtlarından
5. ve hum : ve onlar
6. ulûfun : binlerce
7. hazara : korku
8. el mevti : ölüm
9. fe : o zaman, halbuki, oysa
10. kâle : dedi
11. lehum : onlara
12. allâhu : Allah
13. mûtû : ölün
14. summe : sonra
15. ahyâ-hum : onları diriltti
16. inne : muhakkak ki
17. allâhe : Allah
18. le : mutlaka, elbette
19. zû : sahip
20. fadlin : fazl, fazl nuru
21. alâ en nâsi : insanlar üzerine
22. ve lâkinne : ve lâkin, fakat
23. eksere : daha çok, çoğu
24. en nâsi : insanlar
25. lâ yeşkurûne : şükretmiyorlar



244*
وَقَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Resim--- Ve katilu fi sebilillah va'lemu ennellahe semiun alîm: O halde Allah yolunda çarpışın ve Allahın semi' alîm olduğunu bilin

1. ve kâtilû : ve savaşın
2. fî sebîlillâhi (sebîli allâhi) : Allah'ın yolunda
3. ve a'lemû : ve bilin
4. enne allâhe : Allah'ın ..... olduğunu
5. semîun : en iyiişiten
6. alîmun : en iyi bilen



245*
مَنْ ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ أَضْعَافًا كَثِيرَةً وَاللَّهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Resim--- Menzellezi yukridullahe kardan hasenen fe yudaifehu lehu ad'afen kesirah, vallahu yakbidu ve yebsutu ve ileyhi turceûn: Hani kim var Allaha bir karzı hasen arz edecek ki Allah ona bir çok katlarını katlayıversin, Allah hem sıkar hem açar, hep de döndürülüb ona götürüleceksiniz.

1. men : kim
2. zellezî (zâ ellezî) : o kimse ki sahip, o ki sahip, yapan
3. yukridu : borç verir
4. allâhe : Allah
5. kardan : kredi, borç
6. hasenen : güzel
7. fe : artık, o taktirde
8. yudâife-hu : o artırılır, o ödenir, verilir
9. lehu : ona
10. ed'âfen : kat kat
11. kesîraten : çok olarak, çoğaltılarak
12. ve allâhu : ve Allah
13. yakbidu : daraltır
14. ve yebsutu : ve genişletir
15. ve ileyhi : ve ona
16. turceûne : döndürüleceksiniz



246*
أَلَمْ تَرَ إِلَى الْمَلإِ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ مِن بَعْدِ مُوسَى إِذْ قَالُواْ لِنَبِيٍّ لَّهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا نُّقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ إِن كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ أَلاَّ تُقَاتِلُواْ قَالُواْ وَمَا لَنَا أَلاَّ نُقَاتِلَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِن دِيَارِنَا وَأَبْنَآئِنَا فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْاْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
Resim--- E lem tera ilel melei mim beni israile mim ba'di musa, iz kalu li nebiyyil lehumub'as lena meliken nukatil fi sebilillah, kale hel aseytum in kutibe aleykumul kitalu ella tukatilu, kalu ve ma lena ella nukatile fi sebilillahi ve kad uhricna min diyarina ve ebnaina, fe lemma kutibe aleyhimul kitalu tevellev illa kalilem minhum, vallahu alimum biz zalimîn: Baksan â Beni İsrailin Musadan sonra yüze gelenlerine hani bir Peygamberlerine «bize bir melik gönder Allah yolunda muharebe edelim» dediler, nasıl dedi, üzerinize farz kılınırsa muharebe etmeyi verir misiniz? biz, dediler, neye muharebe etmiyelim? yurdlarımızdan çıkarıldık evlâdlarımızdan cüda edildik, vektaki bunun üzerine muharebe kendilerine farz kılındı fakat pek azından maadası dönüverdiler, Allah o zalimleri bilir

1. e lem tera ilâ : görmedin mi
2. el melei : ileri gelenleri, eşrafı
3. min benî isrâîle : İsrailoğulları'ndan
4. min ba'di mûsâ : Musa'dan sonra
5. iz kâlû : demişlerdi
6. li nebiyyin : peygambere
7. lehum(u) : onların
8. ib'as : beas et, görevli kıl
9. lenâ : bizim için, bize
10. meliken : melik, hükümdar
11. nukâtil : savaşalım
12. fî sebîlillâhi (sebîli allâhi) : Allah'ın yolunda
13. kâle : dedi
14. hel aseytum : sizden umulur mu, sizin
15. in kutibe : yazılırsa, farz kılınırsa
16. aleykum : sizin üzerinize, size
17. el kıtâlu : savaş
18. ellâ tukâtilû : savaşmazsınız
19. kâlû : dediler
20. ve mâ : ve yoktur, olmaz
21. lenâ : bizim için
22. ellâ nukâtile : savaşmamamız
23. fî sebîlillâhi (sebîli allâhi) : Allah'ın yolunda
24. ve kad : ve olmuştu
25. uhric-nâ : biz çıkarıldık
26. min diyâri-nâ : diyarımızdan, yurdumuzdan
27. ve ebnâi-nâ : ve oğullarımız
28. fe lemmâ : artık, fakat ..... olduğu zaman
29. kutibe : yazıldı, farz kılındı
30. aleyhim : onların üzerine, onlara
31. el kıtâlu : savaş
32. tevellev : yüz çevirdiler
33. illâ : hariç
34. kalîlen : az, pek az
35. min-hum : onlardan
36. ve allâhu : ve Allah
37. alîmun : en iyi bilen
38. bi ez zâlimîne : zalimleri, haksızlık edenleri



247*
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ اللّهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكًا قَالُوَاْ أَنَّى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ أَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِّنَ الْمَالِ قَالَ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَاهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِ وَاللّهُ يُؤْتِي مُلْكَهُ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim--- Ve kale lehum nebiyyuhum innellahe kad bease lekum talute melika, kalu enna yekunu lehul mulku aleyna ve nahnu ehakku bil mulki minhu ve lem yu'te seatem minel mal, kale innellahestafahu aleykum ve zadehu bestaten fil ilmi vel cism, vallahu yu'ti mulkehu mey yeşa', vallahu vasiun alîm: Peygamberleri onlara işte, demişti: Allah size melik olmak üzere Talutu gönderdi, A! dediler, ona bizim üzerimize melik olmak nereden? melikliğe biz ondan daha lâyık iken; malce bir genişliğe de nail edilmiş değil, onu, dedi: sizin üzerinize Allah intihab etmiş ve ilimde, cisimde ona ziyade bir vüs'at vermiş, hem Allah mülkünü dilediğine verir, Allah vasi'dir alîmdir

1. ve kâle : ve dedi
2. lehum : onlara
3. nebiyyu-hum : onların peygamberi
4. inne : muhakkak ki
5. allâhe : Allah
6. kad : olmuştu
7. bease : görevli kıldı
8. lekum : sizin için, size
9. tâlûte : Talut
10. meliken : melik olarak
11. kâlû : dediler
12. ennâ : nasıl (olur)
13. yekûnu : olur
14. lehu : onun
15. el mulku : melik, hükümdar
16. aleynâ : bizim üzerimize, bize
17. ve nahnu : ve biz
18. ehakku : daha çok hak sahibi
19. bi : ... e
20. el mulki : melik, hükümdar
21. min-hu : ondan
22. ve lem yu'te : ve verilmedi
23. seaten : genişlik, bolluk
24. min el mâli : maldan, varlıktan
25. kâle : dedi
26. inne : muhakkak ki
27. allâhe : Allah
28. estafâ-hu : onu seçti
29. aleykum : sizin üzerinize
30. ve zâde-hu : ve ona artırdı
31. bestaten : genişlik, kuvvet, üstünlük
32. fî el ilmi : ilimde, bilgide
33. ve el cismi : ve cisim (vücut)
34. ve allâhu : ve Allah
35. yu'tî : verir
36. mulke-hu : mülkünü
37. men yeşâu : dilediği kimse
38. ve allâhu : ve Allah
39. vâsiun : vasi olan, ihatası geniş olan (rahmeti ve
40. alîmun : en iyi bilen



248*
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ ءَايَةَ مُلْكِهِ أَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ ءَالُ مُوسَى وَءَالُ هَارُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلَائِكَةُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ
Resim--- Ve kale lehum nebiyyuhum inne ayete mulkihi ey ye'tiyekumut tabutu fihi sekinetum mir rabbikum ve bekiyyetum mimma terake alu musa ve alu harune tahmiluhul melaikeh, inne fi zalike le ayetel lekum in kuntum mu'minîn: Peygamberleri onlara şunu da söylemişdi: Haberiniz olsun onun melikliğinin alâmeti size o Tabutun gelmesi olacaktır, ki onda rabbınızdan bir sekîne ve ali Musa ile ali Harunun metrükâtından bir bakiyye vardır, onu Melaike getirecektir, elbette bunda size kat'î bir alâmet vardır, eğer mü'minlerseniz

1. ve kâle : ve dedi
2. lehum : onlara
3. nebiyyu-hum : onların peygamberi
4. inne : muhakkak ki, şüphesiz
5. âyete : âyet, mucize, belge, delil
6. mulki-hî : onun melikliği
7. en ye'tiye-kum : size gelmesi
8. et tâbûtu : tabut, sandık
9. fî-hi : onun içinde vardır
10. sekînetun : sekînet, huzur, ferahlık
11. min rabbi-kum : Rabbinizden
12. ve bakiyyetun : ve bakiye, kalanlar
13. mimmâ (min mâ) : şeylerden
14. terake : terketti, bıraktı
15. âlu mûsâ : Musa ailesi
16. ve âlu hârûne : ve Harun ailesi
17. tahmilu-hu : onu taşıyacaklar
18. el melâiketu : melekler
19. inne : muhakkak ki, şüphesiz
20. fî : içinde, de vardır
21. zâlike : bu
22. le : mutlaka
23. âyeten : âyet, delil, kanıt
24. lekum : sizin için
25. in kuntum : eğer siz iseniz
26. mu'minîne : mü'minler



249*
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ إِنَّ اللّهَ مُبْتَلِيكُم بِنَهَرٍ فَمَن شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَن لَّمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلاَّ مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ فَشَرِبُواْ مِنْهُ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ قَالُواْ لاَ طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنودِهِ قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو اللّهِ كَم مِّن فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللّهِ وَاللّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ
Resim--- Fe lemma fesale talutu bil cunudi kale innellahe mubtelikum bi nehar, fe men şeribe minhu fe leyse minni, vemel lem yetamhu fe innehu minni illa meniğterafe gurfetem bi yedih, fe şeribu minhu illa kalilem minhum, fe lemma cavezehu huve vellezine amenu meahu kalu la takate lenel yevme bi calute ve cunudih, kalellezine yezunnune ennehum mulakullahi kem min fietin kaliletin ğalebet fieten kesiratem bi iznillah, vallahu meas sabirîn: Vaktaki Talut ordu ile hareket etti, muhakkak, dedi: Allah sizi bir nehrile imtihan edecek, kim ondan içerse benden değil, kim onu tatmazsa işte o benden, ancak eliyle bir avuc alan müstesna, derken varır varmaz ondan içtiler, ancak içlerinden pek azı müstesna kaldılar, derken Talut ve maiyetinde iman edenler nehri geçtiler, o vakıt de «bizim bu gün Calut ile ordusuna takatımız yok» dediler, Allaha mülâki olacaklarına kani' olanlar ise şu cevabı verdiler «nice az bir cemiyet, çok bir cemiyete Allahın izniyle galebe çalmışlar, Allah sabırlılarla beraberdir»

1. fe lemmâ : böylece olduğu zaman
2. fesale : ayrıldı
3. tâlûtu : Talut
4. bi : ile
5. el cunûdi : askerler, ordu
6. kâle : dedi
7. inne : muhakkak
8. allâhe : Allah
9. mubtelî-kum : sizi imtihan edecek
10. bi en neherin : bir nehir ile
11. fe : artık, bundan sonra , o taktirde
12. men : kim
13. şeribe : içti
14. min-hu : ondan
15. fe : artık, bundan sonra, o taktirde
16. leyse : değil
17. min-nî : benden
18. ve men : ve kim
19. lem yat'am-hu : ona doymaz
20. fe : artık, bundan sonra, o taktirde
21. inne-hu : muhakkak ki o
22. min-nî : benden
23. illâ : ancak, sadece, hariç
24. men igterafe : avuçlayan kimse
25. gurfeten : bir avuç
26. bi yedi-hi : kendi eliyle
27. fe : artık, bundan sonra, o taktirde, fakat
28. şeribû : içtiler
29. min-hu : ondan
30. illâ : ancak, sadece, hariç
31. kalîlen : az, pek az
32. min-hum : onlardan
33. fe : bundan sonra, fakat, nitekim
34. lemmâ : olunca
35. câveze-hu : onu(karşıdan karşıya) geçtiler
36. huve : o
37. ve ellezîne : ve onlar
38. âmenû : âmenû oldular, îmân ettiler (Allah'a ulaşmayı dilediler)
39. mea-hu : onunla beraber
40. kâlû : dediler
41. lâ tâkate : takat, güç yok
42. lenâ : bizim
43. el yevme : bugün
44. bi câlûte : Calut ile, Calut'a karşı
45. ve cunûdi-hi : ve onun askerleri (ordusu ile)
46. kâle : dedi
47. ellezîne : onlar
48. yezunnûne : yakîn hasıl edenler, kesin olarak bilenler
49. enne-hum : onların ..... olduğunu
50. mulâkû : mülâki olanlar, kavuşanlar
51. allâhi : Allah
52. kem : kaç tane, nice
53. min fietin : topluluk(lar)dan
54. kalîletin : az, pek az
55. galebet : gâlip oldu, üstün geldi
56. fieten : topluluk, grup
57. kesiraten : çok
58. bi izni : izni ile
59. allâhi : Allah
60. ve allâhu : ve Allah
61. mea : beraber
62. es sâbirîne : sabredenler



250*
وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالُوا رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Resim--- Ve lemma berazu li calute ve cunudihi kalu rabbena efriğ aleyna sabrav ve sebbit akdamena vensurna alel kavmil kâfirîn: Ve vaktaki Calut ve ordusuna karşı meydana çıktılar şöyle dediler «Ey bizleri yetişdiren rabbımız üzerlerimize sabır dök ve ayaklarımıza sebat ver ve bizi kâfirler kavmine karşı muzaffer buyur.»

1. ve lemmâ berazû : ve karşısına çıktıkları zaman
2. li câlûte : Calut'a (Calut'un karşısına)
3. ve cunûdi-hi : ve onun askerleri
4. kâlû : dediler
5. rabbe-nâ : Rabbimiz
6. efrig : boşalt, yağdır, indir (ver)
7. aleynâ : üzerimize, bize
8. sabren : sabır
9. ve sebbit : ve sabit kıl
10. ekdâme-nâ : ayaklarımızı
11. ve unsur-nâ : ve bize yardım et
12. alâ el kavmi : kavmine karşı
13. el kâfirîne : kâfirler



251*
فَهَزَمُوهُمْ بِإِذْنِ اللَّهِ وَقَتَلَ دَاوُدُ جَالُوتَ وَءَاتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْأَرْضُ وَلَكِنَّ اللَّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ
Resim--- Fe hezemuhum bi iznillahi ve katele davudu calute ve atahullahul mulke vel hikmete ve allemehu mimma yeşa', ve lev la def'ullahin nase ba'dahum bi ba'dil le fesedetil ardu ve lakinnellahe zu fadlin alel âlemîn: Derken Allahın izniyle onları temamen bozdular, Davud Calutu öldürdü ve Allah kendisine mülk ve hikmet verdi ve daha dilediğinden ona ta'lim de buyurdu, Allahın insanları birbiriyle defetmesi olmasa idi Arz, mutlak fesad bulmuş gitmişti ve lâkin Allahın zevil'ukul âlemlerine bir fazlı var

1. fe : böylece, sonra, nihayet
2. hezemû-hum : onları hezimete, yenilgiye uğrattılar
3. bi izni allâhi : Allah'ın izniyle
4. ve katele : ve öldürdü
5. dâvûdu : Davut
6. câlûte : Calut
7. ve âtâ-hu allâhu : ve Allah ona verdi
8. el mulke : mülk, meliklik, hükümdarlık
9. ve el hikmete : ve hikmet
10. ve alleme-hu : ve ona öğretti
11. mimmâ (min mâ) : şeylerden
12. yeşâu : diledi
13. ve lev lâ : ve eğer olmasaydı
14. def'u allâhi : Allah'ın defetmesi, yok etmesi
15. en nâse : insanlar
16. bâ'da-hum : onların bir kısmı
17. bi ba'din : bir kısmı ile, diğerleri ile
18. le : mutlaka, elbette
19. fesedeti : fesat çıktı
20. el ardu : arz, yeryüzü
21. ve lâkinne allâhe : ve lâkin, fakat Allah
22. zû : sahip
23. fadlin : fazl
24. alâ el âlemîne : âlemlerin üzerine



252*
تِلْكَ ءَايَاتُ اللَّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ
Resim--- Tilke ayatullahi netluha aleyke bil hakk, ve inneke le minel murselîn: İşte bunlar Allahın âyetleri, onları sana bihakkın tilâvet ediyoruz, muhakkak ki sen o gönderilen Resullerdensin

1. tilke : o (bu, bunlar)
2. âyâtu allâhi : Allah'ın âyetleri
3. netlû-hâ : onu tilâvet ediyoruz, okuyup açıklıyoruz
4. aleyke : sana
5. bi el hakk : hak ile
6. ve inne-ke : ve muhakkak ki sen
7. le : elbette, mutlaka, gerçekten
8. min el murselîne : gönderilen resûllerden



253*
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذِينَ مِن بَعْدِهِم مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلَـكِنِ اخْتَلَفُواْ فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ وَمِنْهُم مَّن كَفَرَ وَلَوْ شَاء اللّهُ مَا اقْتَتَلُواْ وَلَـكِنَّ اللّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ
Resim--- Tilker rusulu faddalna ba'dahum ala ba'd, minhum men kellemellahu ve rafea ba'dahum deracat, ve ateyna isebne meryemel beyyinati ve eyyednahu bi ruhil kudus, ve lev şaellahu maktetelellezine mim ba'dihim mim ba'di ma caethumul beyyinatu ve lakiniltelefu fe minhum men amene ve minhum men kefar, ve lev şaellahu maktetelu ve lakinnellahe yef'alu ma yurîd: O işaret olunan Resuller, biz onların bazısını bazısından efdal kıldık, içlerinden kimi var Allah kelâmına Kelim etti, bazısını da derecelerle daha yükseklere çıkardı, Meryemin oğlu İsaya da o beyyineleri verdik ve kendisini Ruhul'kudüs ile te'yid eyledik, eğer Allah dilese idi bunların arkasındaki ümmetler, kendilerine o beyyineler geldikten sonra birbirlerinin kanına girmezlerdi, ve lâkin ıhtilâfa düştüler kimi iman etti kimi küfür, yine Allah dilese idi birbirlerinin kanına girmezlerdi ve lakin Allah ne isterse yapar

1. tilke : o
2. er rusulu : resûller
3. faddalnâ : biz faziletli kıldık, üstün kıldık
4. ba'da-hum : onların bir kısmı
5. alâ ba'din : diğerlerinin üzerine, diğerlerine
6. min-hum : onlardan
7. men : kim, kimi
8. kelleme allâhu : Allah konuştu
9. ve rafea : ve yükseltti
10. ba'da-hum : onların bir kısmı
11. derecâtin : dereceler
12. ve âteynâ : ve biz verdik
13. îsâ ibne meryeme : Meryem(in) oğlu İsa
14. el beyyinâti : beyyineler, açıklamalar, ispat vasıtaları
15. ve eyyednâ-hu : ve onu destekledik
16. bi rûhi el kudusi : (takdis edilmiş) kutsal ruh ile (Cebrail A.S ile)
17. ve lev şâe allâhu : ve eğer Allah dileseydi
18. mâ iktetele : öldürmezler (karşılıklı, birbirlerini)
19. ellezîne min ba'di-him : onlardan sonrakiler
20. min ba'di : sonradan
21. mâ câet-hum : onlara gelen şey
22. el beyyinâtu : beyyineler, deliller, ispat vasıtaları
23. ve lâkini : ve lâkin, fakat
24. ihtelefû : ayrılığa, ihtilâfa düştüler
25. fe min-hum : artık onlardan, o zaman onlardan
26. men âmene : kimi îmân etti, Allah'a ulaşmayı diledi
27. ve min-hum : ve onlardan
28. men kefere : kimi inkâr etti
29. ve lev şâe allâhu : ve eğer Allah dileseydi
30. mâ iktetelû : öldürmezler (karşılıklı, birbirlerini)
31. ve lâkinne allâhe : ve lâkin Allah
32. yef'alu : yapar
33. mâ yurîdu : dilediği şeyi




254*
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا أَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ فِيهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenu enfiku mimma rezaknakum min kabli ey ye'tiye yevmul la bey'un fihi ve la hulletuv ve la şefaah, vel kâfirune humuz zalimûn: Ey o bütün iman edenler size merzuk kıldığımız şeylerden infak edin: gelmeden evvel bir gün ki onda alım satım yok, dostluk da yok şefaat de yok kâfirler ise hep o zalimlerdir

1. yâ eyyuhâ : ey
2. ellezîne : onlar
3. âmenû : âmenû oldular, Allah'a ulaşmayı dilediler
4. enfikû : infâk edin, Allah için harcayın
5. mimmâ (min mâ) : şey(ler)den
6. razaknâ-kum : sizi rızıklandırdık
7. min kabli : önceden
8. en ye'tiye : gelmesi
9. yevmun : gün
10. lâ bey'un : alışveriş yoktur
11. fî-hi : onda, içinde
12. ve lâ hulletun : ve dostluk yoktur
13. ve lâ şefâatun : ve şefaat yoktur
14. ve el kâfirûne : ve kâfirler
15. hum ez zâlimûne : onlar zalimlerdir



255*
اللّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
Resim--- Allahu la ilahe illa huvel hayyul kayyum, la te'huzuhu sinetuv vela nevm, lehu ma fis semavati ve ma fil ard, men zellezi yeşfeu indehu illa bi iznih, ya'lemu ma beyne eydihim ve ma halfehum, ve la yuhitune bi şey'im min ilmihi illa bi ma şa', vesia kursiyyuhus semavati vel ard, ve la yeuduhu hifzuhuma, ve huvel aliyyul azîm: Allah, başka tanrı yok ancak o, daima yaşıyan, daima duran tutan hayy-ü kayyum o, ne gaflet basar onu ne uyku, göklerdeki ve yerdeki hep onun, kimin haddine ki onun izni olmaksızın huzurunda şafaat edecek? Onların önlerinde ne var arkalarında ne var hepsini bilir, onlar ise onun dilediği kadarından başka ilm-i ilahîsinden hiç bir şey kavrıyamazlar, onun kürsîsi bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Her ikisini görüb gözetmek ona bir ağırlık da vermez. O öyle ulu, öyle büyük azametlidir

1. allâhu : Allah
2. lâ ilâhe : ilâh yoktur
3. illâ : ancak, sadece, den başka
4. huve : o
5. el hayyu : hayy olan, diri olan, canlı olan
6. el kayyûmu : kayyum olan, zatı ile daimî, bâki olan, herşeyi (kâinatı) idare eden
7. lâ te'huzu-hu : onu almaz (ona olmaz)
8. sinetun : uyuklama hali
9. ve lâ nevmun : ve uyku yoktur, olmaz
10. lehu : onun
11. mâ fî es semâvâti : göklerde olan şeyler
12. ve mâ fi el ardı : ve yeryüzünde olan şeyler
13. men zâ : kim sahiptir (yetkiye sahiptir)
14. ellezî : o kimse ki, o ki
15. yeşfeu : şefaat eder
16. inde-hu : onun katında, yanında
17. illâ : ancak, sadece, den başka
18. bi izni-hi : onun izni ile
19. ya'lemu : bilir
20. mâ beyne eydî-him : onların elleri arasında olan şeyler, onların önlerindeki
21. ve mâ halfe-hum : ve onların arkalarında olan şeyler
22. ve lâ yuhîtûne : ve ihata edemez, kavrayamaz,
23. bi şey : bir şey
24. min ilmi-hi : onun ilminden
25. illâ : ancak, hariç, den başka
26. bi mâ şâe : dilediği şey, dilediği
27. vesia : (geniştir) kapladı, kuşattı, kapsadı
28. kursiyyu-hu : onun kürsüsü
29. es semâvâti : semalar, gökler
30. ve el arda : ve arz, yeryüzü
31. ve lâ yeûdu-hu : ve ona ağır, zor gelmez
32. hıfzu-humâ : onları (o ikisini) koruma, muhafaza etme 33 - ve huve
33. el aliyyu : âlâ, çok ulu, çok yüce
34. el azîmu : azîm, büyük



256*
لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Resim--- La ikrahe fid dini kad tebeyyener ruşdu minel ğayy, fe mey yekfur bid tağuti ve yu'mim billahi fe kadistemseke bil urvetil vuska lenfisame leha, vallahu semiun alîm: Dinde ikrah yok, rüşd, dalâlden cidden ayrıldı, artık her kim Taguta küfredib Allaha iman eylerse o işte en sağlam tutamağa yapışmıştır, öyle ki onun için kopmak yok, Allah işidir, bilir

1. lâ ikrâhe : icbar, zorlama yoktur
2. fî ed dîni : dînde
3. kad : olmuştu
4. tebeyyene : beyan oldu, açığa çıktı, açıklandı
5. er ruşdu : rüşd, irşad olma yolu, hidayet yolu, Allah'a ulaştıran yol
6. min el gayyi : gayy yolundan, dalâlet yolundan,
7. fe : o zaman, böylece, artık
8. men : kim
9. yekfur : inkâr eder
10. bi et tâgûti : tagutu, insan ve cin şeytanları
11. ve yu'min : ve îmân eder
12. bi allâhi : Allah'a
13. fe : o zaman, böylece, artık
14. kad istemseke : tutunmuştur
15. bi el urveti : bir kulpa
16. el vuskâ : sağlam
17. lâ infisâme : kopma yoktur, olmaz (kopmaz)
18. lehâ : onda, onun
19. ve allâhu : ve Allah
20. semîun : en iyi işiten
21. alîmun : en iyi bilen



257*
اللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ ءَامَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim--- Allahu veliyyullezine amenu yuhricuhum minez zulumati ilen nur, vellezine keferu evliyauhumut tağutu yuhricunehum minen nuri ilez zulumat, ulaike ashabun nar, hum fiha halidûn: Allah iman edenlerin velisidir onları zulümattan nura çıkarır, küfredenlerin ise velileri Taguttur onları nurdan zulümata çıkarırlar, onlar işte eshabı nar, hep orada kalacaklardır

1. allâhu : Allah
2. velîyyu : dost
3. ellezîne : onlar
4. âmenû : âmenû oldular (Allah'a ulaşmayı dilediler), îmân ettiler
5. yuhricu-hum : onları çıkarır
6. min ez zulumâti : zulmetten, karanlıklardan
7. ilâ en nûri : nura, aydınlığa
8. ve ellezîne : ve onlar
9. keferû : inkâr ettiler
10. evliyâu-hum : onların dostları
11. et tagûtu : tagut, şeytan ve avanesi, insan ve cin şeytanlar
12. yuhricûne-hum : onları çıkarırlar
13. min en nûri : nurdan, aydınlıktan
14. ilâ ez zulumâti : zulmete, karanlıklara
15. ulâike : işte onlar
16. ashâbu : halk, ehli
17. en nâri : ateş
18. hum : onlar
19. fî-hâ : orada
20. hâlidûne : ebedî kalacak olanlar



258*
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِي حَآجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رِبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّيَ الَّذِي يُحْيِـي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِـي وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
Resim--- E lem tera ilellezi hacce ibrahime fi rabbihi en atahullahul mulk, iz kale ibrahimu rabbiyellezi yuhyi ve yumitu kale ene uhyi ve umit, kale ibrahimu fe innellahe ye'ti biş şemsi minel meşriki fe'ti biha minel mağribi fe buhitellezi kefer, vallahu la yehdil kavmez zalimîn: Baksana ona: O, kendine Allah meliklik verdi diye İbrahime rabbı hakkında huccet yarışına kalkana, İbrahim ona «benim rabbım o kadirı kayyumdur ki hem diriltir hem öldürür» dediği vakit «ben diriltirim ve öldürürüm» demişti, İbrahim: «Allah güneşi Meşrıktan getiriyor, haydi sen onu Mağribden getir» deyiverince o küfreden herif dona kaldı, öyle ya: Allah zalimler güruhunu muvaffak etmez

1. e lem tera ilâ : ... a bakmadın mı, görmedin mi
2. ellezî : o kimse, o
3. hâcce : tartıştı
4. ibrâhîme : İbrâhîm
5. fî rabbi-hi : onun Rabbi hakkında
6. en âtâ-hu : ona vermesi
7. allâhu : Allah
8. el mulke : mülk, meliklik, hükümdarlık
9. iz kâle : demişti
10. ibrâhîmu : İbrâhîm
11. rabbiye : benim Rabbim
12. ellezî : ki o, o ki
13. yuhyî : diriltir
14. ve yumîtu : ve öldürür
15. kâle : dedi
16. ene : ben
17. uhyî : diriltirim
18. ve umîtu : ve öldürürüm
19. kâle : dedi
20. ibrâhîmu : İbrâhîm
21. fe : öyleyse, işte
22. inne allâhe : muhakkak ki Allah
23. ye'tî : getirir
24. bi eş şemsi : güneşi
25. min el maşrıkı : şarktan, doğudan
26. fe'ti bi-hâ : o zaman, öyleyse, haydi onu getir
27. min el magribi : garbtan, batıdan
28. fe : o zaman
29. buhite : şaşırdı kaldı, afalladı
30. ellezî : o kimse, o
31. kefere : inkâr etti
32. vallâhu : ve Allah
33. lâ yehdi : hidayete erdirmez
34. el kavme : kavim, topluluk
35. ez zâlimîne : zalimler



259*
أَوْ كَالَّذِي مَرَّ عَلَى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا قَالَ أَنَّىَ يُحْيِـي هَـَذِهِ اللّهُ بَعْدَ مَوْتِهَا فَأَمَاتَهُ اللّهُ مِئَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُ قَالَ كَمْ لَبِثْتَ قَالَ لَبِثْتُ يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالَ بَل لَّبِثْتَ مِئَةَ عَامٍ فَانظُرْ إِلَى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْ وَانظُرْ إِلَى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ آيَةً لِّلنَّاسِ وَانظُرْ إِلَى العِظَامِ كَيْفَ نُنشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْمًا فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ قَالَ أَعْلَمُ أَنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim--- Ev kellezi merra ala karyetiv ve hiye haviyetun ala uruşiha, kale enna yuhyi hazihillahu ba'de mevtiha, fe ematehullahu miete amin summe beaseh, kale kem lebist, kale lebistu yevmen ev ba'da yevm, kale bel lebiste miete amin fenzur ila taamike ve şerabike lem yetesenneh, venzur ila himarike ve li nec'aleke ayetel lin nasi venzur ilel izami keyfe nunşizuha sümme neksuha lahma, fe lemma tebeyyene lehu kale a'lemu ennellahe ala kulli şey'in kadîr: Yahud o kimse gibi ki bir şehre uğramıştı, altı üstüne gelmiş ıpıssız yatıyor, «Bunu bu ölümünden sonra Allah nerden diriltecek?» dedi, bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü sonra diriltti, ne kadar kaldın? diye sordu «bir gün yahud bir günden eksik kaldım» dedi, Allah buyurdu ki: Hayır, yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine, içeceğine henüz bozulmamış, hele merkebine bak, hem bunlar, seni insanlara karşı kudretimizin canlı bir âyeti kılayım diyedir, hele o kemiklere bak onları nasıl birbirinin üzerine kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et geydiriyoruz? Bu suretle vaktaki ona hak tebeyyün etti, şimdi biliyorum, dedi: Hakikaten Allah her şey'e kadir

1. ev : veya
2. ke ellezî : o kimse gibi
3. merra : uğradı
4. alâ karyetin : bir karyeye, beldeye, kasaba
5. ve hiye : ve o
6. hâviyetun : yıkık, çökmüş, harabe halinde
7. alâ urûşi-hâ : çatıları üzerine
8. kâle : dedi
9. ennâ : nasıl
10. yuhyî : diriltecek, diriltir
11. hâzihi : bu
12. allâhu : Allah
13. ba'de : sonra
14. mevti-hâ : onun ölümü
15. fe emâte-hu allâhu : bunun üzerine Allah onu öldürdü
16. miete âmin : yüz yıl, yüz sene
17. summe : sonra
18. bease-hu : onu diriltti
19. kâle : dedi
20. kem : kaç, nice, ne kadar
21. lebiste : kaldın
22. kâle : dedi
23. lebistu : kaldım
24. yevmen : bir gün
25. ev : veya
26. ba'da yevmin : günün bir kısmı
27. kâle bel : hayır dedi
28. lebiste : kaldın
29. miete âmin : yüz yıl, yüz sene
30. fenzur (fe unzur) : o zaman, hemen, haydi bak
31. ilâ taâmi-ke : yemeğine
32. ve şerâbi-ke : ve içeceğin
33. lem yetesenneh : bozulmadı, kokuşmadı
34. venzur (ve unzur) : ve bak
35. ilâ hımâri-ke : merkebine
36. ve li nec'ale-ke : ve seni kılmamız için
37. âyeten : bir âyet, bir mucize, ibret, belge
38. li en nâsi : insanlara
39. ve unzur : ve bak
40. ilâ el izâmi : kemiklere
41. keyfe : nasıl
42. nunşizu-hâ : onu inşa ediyoruz, birleştiriyoruz
43. summe neksû-hâ : sonra onu giydiriyoruz
44. lahmen : et
45. fe lemmâ : artık, böylece, olunca
46. tebeyyene lehu : ona
47. kâle : dedi
48. a'lemu : ben biliyorum
49. enne allâhe : Allah'ın ..... olduğu
50. alâ kulli şey'in : herşeye
51. kadîrun : kaadir, kudret sahibi



260*
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَـكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Resim--- Ve iz kale ibrahimu rabbi erini keyfe tuhyil mevta, kale e ve lem tu'min, kale bela ve lakil li yatmeinne kalbi, kale fe huz erbeatem minet tayri fe surhunne ileyke sümmec'al ala kulli cebelim minhunne cuz'en sümmed'uhunne ye'tineke sa'ya, va'lem ennellahe azizun hakîm: Bir vakıt da İbrahim: «yarabbi göster bana ölüleri nasıl diriltirsin?» demişti, «inanmadın mı ki? buyurdu, «inandım velâkin kalbim iyice yatışmak için» dedi, öyle ise, buyurdu: Kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra her dağ başına onlardan birer parça dağıt sonra da çağır onları sana koşa koşa gelsinler; ve bil ki Allah hakikaten azîzdir, hakîmdir

1. ve iz kâle : ve demişti
2. ibrâhîmu : İbrâhîm
3. rabbî : Rabbim
4. eri-nî : bana göster
5. keyfe : nasıl
6. tuhyi : diriltiyorsun, hayy yapıyorsun,
7. el mevtâ : ölüler
8. kâle : dedi
9. e ve lem tu'min : ve inanmıyor musun
10. kâle : dedi
11. belâ : hayır, bilâkis, tam aksi (evet)
12. ve lâkin : ve lâkin, fakat
13. li yatmainne : tatmin olması için
14. kalbî : benim kalbim
15. kâle : dedi
16. fe : o zaman, öyleyse
17. huz : al, tut
18. erbeaten : dört
19. min et tayri : kuşlardan
20. fe : böylece, sonra
21. surhunne ileyke : (sana) yanına al, parçala
22. summe : sonra
23. ic'al : kıl, yap, koy
24. alâ : üzerine, ... e
25. kulli : hepsi, her
26. cebelin : dağ
27. min-hunne : onlardan
28. cuz'en : bir parça
29. summe : sonra
30. id'u-hunne : onları çağır
31. ye'tîne-ke : sana gelirler, gelecekler
32. sa'yen : koşarak
33. va'lem : ve bil
34. enne allâhe : Allah'ın ..... olduğunu
35. azîzun : azîz, üstün
36. hakîmun : hakim, hüküm sahibi



261*
مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍ وَاللَّهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim--- Meselullezine yunfikune emvalehum fi sebilillahi ke meseli habbetin embetet seb'a senabile fi kulli sumbuletim mietu habbeh, vallahu yudaifu li mey yeşa', vallahu vasiun alîm: Mallarını Allah yolunda infak edenlerin meseli bir tâne meseli gibidir ki yedi başak bitirmiş her başakta yüz tâne, Allah dilediğine daha da katlar, Allah vasi'dir alîmdir

1. meselu : durum, hal
2. ellezîne : onlar 3 - yunfikûne
3. emvâle-hum : kendi mallarını
4. fî sebîlillâhi (sebîlii allâhi) : Allah'ın yolunda
5. ke : gibi
6. meseli : durum, hal
7. habbetin : tane, tohum
8. enbetet : yetiştirdi (verdi)
9. seb'a : yedi
10. senâbile : sünbüller, başaklar
11. fî : içinde, ... de
12. kulli : hepsi, herbiri
13. sunbuletin : sünbül, başak
14. mietu : yüz
15. habbetin : tane, tohum
16. ve allâhu : ve Allah
17. yudâifu : kat kat arttırıp, verir
18. li men : kişi için, o kimseye
19. yeşâu : diler
20. ve allâhu : ve Allah
21. vâsiun : vasi olan, herşeyi kapsayan, lûtfu geniş (bol) olan
22. alîmun : en iyi bilen



262*
الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ثُمَّ لَا يُتْبِعُونَ مَا أَنْفَقُوا مَنًّا وَلَا أَذًى لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim--- Ellezine yunfikune emvalehum fi sebilillahi sümme la yutbiune ma enfeku mennev ve la ezel lehum ecruhum inde rabbihim, ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenûn: Fisebilillâh mallarını infak eden, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayı gönül incitmeyi reva görmeyen kimseler, rabları indinde onların ecirleri vardır, onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun olmıyacaklardır

1. ellezîne : onlar
2. yunfikûne : infâk ederler, verirler
3. emvâle-hum : kendi mallarını
4. fî sebîlillâhi (sebîli allâhi) : Allah'ın yolunda
5. summe : sonra
6. lâ yutbiûne : tâbî kılmazlar, arkasından (minnet, başa
7. mâ enfekû : infâk ettikleri şey, verdikleri şey
8. mennen : minnet etirerek
9. ve lâ ezen : ve eza etmeyerek
10. lehum : onlara
11. ecru-hum : onların mükâfatları
12. inde : yanında, katında
13. rabbi-him : onların Rab'leri
14. ve lâ havfun : ve korku yoktur
15. aleyhim : onlara
16. ve lâ hum yahzenûne : ve onlar mahzun olmazlar



263*
قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَا أَذًى وَاللَّهُ غَنِيٌّ حَلِيمٌ
Resim--- Kavlum ma'rufuv ve mağfiratun hayrum min sadekatiy yetbeuha eza, vallahu ğaniyyun halîm: Bir tatlı dil, bir mağfiret arkasına eza takılacak sadakadan daha iyidir, Allah ganîdir halîmdir

1. kavlun : bir söz
2. ma'rûfun : güzel, iyi, örfe uygun
3. ve magfiretun : ve mağfret, bağışlayıp iyi davranma
4. hayrun : hayırlıdır
5. min : dan
6. sadakatin : sadaka
7. yetbeu-hâ : onu takip eder, arkasından gelir onu başa kakar
8. ezen : eza ederek, eziyet vererek
9. ve allâhu : ve Allah
10. ganiyyun : gani, zengin, muhtaç olmayan
11. halîmun : halîm, sakin, yumuşak olan



264*
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تُبْطِلُواْ صَدَقَاتِكُم بِالْمَنِّ وَالأذَى كَالَّذِي يُنفِقُ مَالَهُ رِئَاء النَّاسِ وَلاَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَأَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْدًا لاَّ يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِّمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenu la tubtilu sadekatikum bil menni vel eza kellezi yunfiku malehu riaen nasi ve la yu'minu billahi vel yevmil ahir, fe meseluhu ke meseli safvanin aleyhi turabun fe esabehu vabilun fe terakehu salda, la yakdirune ala şey'im mimma kesebu, vallahu la yehdil kavmel kâfirîn: Ey o bütün iman edenler! sadakalarınızı başa kakmak, gönül kırmakla boşa gidermeyin: O herif gibi ki nasa gösteriş için malını dağıtır da ne Allaha inanır ne Ahıret gününe, artık onun meseli bir kaya meseline benzer ki üzerinde bir az toprak varmış, derken şiddetli bir sağanak inmişde onu yap yalçın etmiş bırakıvermiş: Öyleler kesiblerinden hiç bir şey istifade edemezler, Allah kâfirler güruhunu doğru yola çıkarmaz

1. yâ eyyuhâ : ey
2. ellezîne : onlar
3. âmenû : âmenû oldular (Allah'a ulaşmayı dilediler), îmân ettiler
4. lâ tubtılû : bâtıl (iptal) etmeyin, boşa çıkarmayın
5. sadakâti-kum : sadakalarınızı
6. bi el menni : minnet ile (başa kakarak)
7. ve el ezâ : ve eza (eziyet)
8. kellezî (ke ellezî) : onlar gibi
9. yunfiku : infâk eder, verir
10. mâle-hu : malını
11. riâe : riya, gösteriş
12. en nâsi : insanlar
13. ve lâ yu'minu : ve inanmaz
14. billâhi (bi allâhi) : Allah'a
15. ve el yevmi el âhıri : ve ahiret günü, son gün, sonraki gün
16. fe meselu-hu : o zaman, işte onun durumu 17 - ke meseli
17. safvânin : sert kaya
18. aleyhi : onun üzerinde
19. turâbun : toprak
20. fe : sonra, öyle ki
21. esâbe-hu : ona isabet etti
22. vâbilun : sağanak yağmur, şiddetli, kuvvetli yağmur
23. fe : o zaman, böylece
24. terake-hu : onu terketti, onu bıraktı
25. salden : sert, çorak, verimsiz kaya halinde
26. lâ yakdirûne : muktedir olamazlar, elde edemezler
27. alâ şey'in : bir şeye
28. mimmâ (min mâ) : şey(ler)den
29. kesebû : kazandılar
30. ve allâhu : ve Allah
31. lâ yehdi : hidayete erdirmez
32. el kavme : kavim, topluluk
33. el kâfirîne : kâfirler



265*
وَمَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاةِ اللَّهِ وَتَثْبِيتًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ كَمَثَلِ جَنَّةٍ بِرَبْوَةٍ أَصَابَهَا وَابِلٌ فَآتَتْ أُكُلَهَا ضِعْفَيْنِ فَإِنْ لَمْ يُصِبْهَا وَابِلٌ فَطَلٌّ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Resim--- Ve meselullezine yunfikune emvalehumub tiğae merdatillahi ve tesbitem min enfusihim ke meseli cennetim bi rabvetin esabeha vabilun fe atet ukuleha di'feyn, fe il lem yusibha vabilun fe tall, vallahu bima ta'melune basîr: Allahın rızasını aramak ve kendilerini veya kendilerinden bir kısmını Allah yolunda paydar kılmak için mallarını infak edenlerin meseli ise bir tepedeki güzel bir bağçenin haline benzer ki kuvvetli bir sağanak düşmüş de ona yemişlerini iki kat vermiştir, bir sağanak düşmezse ona mutlak bir çisenti vardır, Allah amellerinizi gözetiyor

1. ve meselu : ve durum, mesele, hal
2. ellezîne : onlar
3. yunfikûne : infâk ederler, verirler
4. emvâle-hum : kendi malları
5. ibtigâe : istediler, talep ettiler
6. mardâti allâhi : Allah'ın rızası
7. ve tesbîten : ve tespit ederek, sabit kılarak
8. min enfusi-him : kendi nefslerinden, nefslerini
9. ke : gibi, benzer
10. meseli : mesele, durum, hal
11. cennetin : cennet, bahçe
12. bi rabvetin : münbit yüksek tepede
13. esâbe-hâ : ona isabet etti
14. vâbilun : sağanak, şiddetli, kuvvetli yağmur
15. fe âtet : o zaman verdi
16. ukule-hâ : ürününü, meyvesini
17. dı'feyni : iki kat
18. fe : o zaman, fakat, hatta
19. in lem yusıb-hâ : eğer ona isabet etmezse
20. vâbilun : sağanak, şiddetli, kuvvetli yağmur
21. fe tallun : hatta çiselese bile
22. ve allâhu : ve Allah
23. bi-mâ : şeyi
24. ta'melûne : yapıyorsunuz
25. basîrun : en iyi gören



266*
أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ أَن تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِّن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ لَهُ فِيهَا مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاء فَأَصَابَهَا إِعْصَارٌ فِيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
Resim--- E yeveddu ehadukum en tekune lehu cennetum min nehiliv ve a'nabin tecri min tahtihel enharu lehu fiha min kullis semerati ve esabehul kiberu ve lehu zurriyyetun duafau fe esabeha i'sarun fihi narun fahterakat, kezalike yubeyyinullahu lekumul ayati leallekum tetefekkerûn: Arzu eder mi hiç biriniz ki kendisinin hurmalık ve üzümlüklerden bir bağçesi, olsun, altından çaylar akıyor, içinde her türlü mahsulâtı bulunuyor, üstüne de ıhtiyarlık çökmüş ve elleri irmez, gücleri yetmez bir takım zürriyyeti var, derken ona ateşli bir bora isabet ediversin de o bağçe yanıversin? İşte Allah âyetlerini böyle anlatıyor gerek ki düşünesiniz

1. e yeveddu : ister mi, temenni eder mi
2. ehadu-kum : sizden biriniz
3. en tekûne : olmasını
4. lehu : onun
5. cennetun : bir bahçe
6. min nahîlin : hurmalıktan
7. ve a'nâbin : ve üzümler, bağlar
8. tecrî : akar
9. min tahti-hâ : onun altından
10. el enhâru : nehirler
11. lehu fî-hâ : orada onun vardır (bulunur)
12. min kulli : hepsinden, her türlü
13. es-semarâti : ürünler, meyveler
14. ve esâbe-hu : ve ona isabet etti
15. el kiberu : yaşlılık, ihtiyarlık
16. ve lehu : ve onun vardır
17. zurriyyetun : zürriyet, çocuklar
18. duâfâu : zayıf, güçsüz
19. fe esâbe-hâ : sonra da ona isabet etti
20. ı'sârun : kasırga
21. fî-hi nârun : onun içinde ateş vardır (bulunur)
22. fe ıhterakat : böylece yaktı
23. kezâlike : işte böyle
24. yubeyyinu : beyan ediyor, açıklıyor
25. allâhu : Allah
26. lekum el âyâti : size âyetleri
27. lealle-kum : umulur ki böylece siz
28. tetefekkerûne : düşünürsünüz, tefekkür edersiniz



267*
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَنفِقُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا كَسَبْتُمْ وَمِمَّا أَخْرَجْنَا لَكُم مِّنَ الأَرْضِ وَلاَ تَيَمَّمُواْ الْخَبِيثَ مِنْهُ تُنفِقُونَ وَلَسْتُم بِآخِذِيهِ إِلاَّ أَن تُغْمِضُواْ فِيهِ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenu enfiku min tayyibati ma kesebtum ve mimma ahracna lekum minel ard, ve la teyemmemul habise minhu tunfikune ve lestum bi ahizihi illa en tuğmidu fih, va'lemu ennellahe ğaniyyun hamîd: Ey o bütün iman edenler! İnfakı gerek kazandıklarınızın ve gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden yapın, kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız fenasını vermiye yeltenmeyin ve Allah'ın gani, hamîd olduğunu bilin

1. yâ eyyuhâ : ey
2. ellezine : o kimseler, onlar
3. âmenû : âmenû oldular (Allah'a ulaşmayı dilediler), îmân ettiler
4. enfikû : infâk edin, verin
5. min tayyibâti : temiz olanlardan, iyilerinden
6. mâ kesebtum : kazandığınız şeyler
7. ve mimmâ (min mâ) : ve şeylerden
8. ahracnâ : biz çıkardık
9. lekum : sizin için
10. min el ardı : arzdan, yerden
11. ve lâ teyemmemû : ve yönelmeyin, kalkışmayın
12. el habîse : kötü, fena, kalitesiz
13. min-hu : ondan
14. tunfikûne : infâk ediyorsunuz, veriyorsunuz
15. ve lestum : ve siz değilsiniz
16. bi âhızî-hi : onu alacak olan
17. illâ en tugmidû : ancak göz yummadan, güzü kapalı
18. ve a'lemû : ve bilin
19. enne allâhe : Allah'ın ..... olduğunu
20. ganiyyun : gani, zengin, hiçbir şeye muhtaç olma-
21. hamîdun : hamdedilen



268*
الشَّيْطَانُ يَعِدُكُمُ الْفَقْرَ وَيَأْمُرُكُمْ بِالْفَحْشَاءِ وَاللَّهُ يَعِدُكُمْ مَغْفِرَةً مِنْهُ وَفَضْلًا وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim--- Eşşeytanu yeidukumul fakra ve ye'murukum bil fahşa', vallahu yeidukum mağfiratem minhu ve fadla, vallahu vasiun alîm: Şeytan sizi fakırlikle korkutub çirkin çirkin şeylere teşvık ediyor, Allah ise lûtfundan bir mağfiret ve fazla bir kâr va'd buyuruyor, Allahın kudreti geniş, ilmi çok

1. eş şeytânu : şeytan
2. yeidu-kum : size vaadediyor
3. el fakra : fakirlik
4. ve ye'muru-kum : ve size emrediyor
5. bi el fahşâi : kötülüğü, çirkin şeyleri, fuhşu
6. ve allâhu : ve Allah
7. yeidu-kum : size vaadediyor
8. magfireten : mağfiret, günahların sevaba çevrilmesi, bağışlanma
9. min-hu : ondan, kendisinden
10. ve fadlan : ve fazl
11. ve allâhu : ve Allah
12. vâsiun : vasi olan, herşeyi kaplayan,
13. alîmun : en iyi bilen



269*
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ
Resim--- Yu'til hikmete mey yeşa', ve mey yu'tel hikmete fe kad utiye hayran kesira, ve ma yezzekkeru illa ulul elbâb: Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise çok bir hayır verilmiş demektir ve bunu ancak temiz akıllılar anlar

1. yu'ti : verir
2. el hikmete : hikmet
3. men : kişi, kimse
4. yeşâu : diler
5. ve men yu'te : ve kime verilir(se)
6. el hikmete : hikmet
7. fe : o zaman, o taktirde, böylece
8. kad : olmuştu, olmuştur
9. ûtiye : verildi
10. hayran : bir hayır
11. kesîren : çok
12. ve mâ yezzekkeru : ve tezekkür edemez, düşünemez
13. illâ : ancak, sadece, hariç, den başka
14. ulû el elbâbi : ulûl'elbab, sırların sahipleri



270*
وَمَا أَنْفَقْتُمْ مِنْ نَفَقَةٍ أَوْ نَذَرْتُمْ مِنْ نَذْرٍ فَإِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنْصَارٍ
Resim--- Ve ma enfaktum min nefekatin ev nezertum min nezrin fe innellahe ya'lemuh, ve ma liz zalimine min ensâr: Her ne nefaka verdiniz veya ne adak adadınızsa her halde Allah onu bilir fakat zalimlerin yardımcıları yoktur

1. ve mâ enfaktum : ve infâk ettiniz, infâk ettiğiniz şey
2. min nafakatin : nafakadan, nafaka olarak, bir nafaka
3. ev : veya
4. nezertum : nezrettiniz, adadınız
5. min nezrin : nezirden, nezir olarak, bir nezir, bir adak
6. fe : o zaman, o taktirde
7. inne : muhakkak, mutlaka
8. allâhe : Allah
9. ya'lemu-hu : onu bilir
10. ve mâ : ve yoktur
11. li ez zâlimîne : zalimler için
12. min ensârın : (yardımcılardan) bir yardımcı



271*
إِنْ تُبْدُوا الصَّدَقَاتِ فَنِعِمَّا هِيَ وَإِنْ تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاءَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَيُكَفِّرُ عَنْكُمْ مِنْ سَيِّئَاتِكُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ
Resim--- İn tubdus sadekati fe niimma hiy, ve in tuhfuha ve tu'tuhel fukarae fe huve hayrul lekum, ve yukeffiru ankum min seyyiatikum, vallahu bima ta'melune habîr: Sadakaları açık veriseniz o, ne iyi ve eğer onları gizler de fukaraya öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına keffaret olur, hem Allah her ne yaparsanız haberdardır

1. in : eğer
2. tubdû : açıkça ortaya çıkarırsanız
3. es sadakâti : sadakalar
4. fe : o zaman, o taktirde, işte
5. niimmâ (niim mâ) : ne güzel
6. hiye : o
7. ve in tuhfû-hâ : ve onu gizlerseniz
8. ve tu'tû-ha : ve onu verirsiniz
9. el fukarâe : fakirler
10. fe : artık
11. huve : o
12. hayrun : hayırlıdır, daha hayırlıdır
13. lekum : sizin için
14. ve yukeffiru : ve örter
15. an-kum : sizden
16. min seyyiâti-kum : günahlarınızdan
17. ve allâhu : ve Allah
18. bi mâ : şeyleri
19. ta'melûne : yapıyorsunuz
20. habîrun : haberdar olan



272*
لَيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَلِأَنْفُسِكُمْ وَمَا تُنْفِقُونَ إِلَّا ابْتِغَاءَ وَجْهِ اللَّهِ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ
Resim--- Leyse aleyke hudahum ve lakinnellahe yehdi mey yeşa', ve ma tunfiku min hayrin fe li enfusikum, ve ma tunfikune illebtiğae vechillah, ve ma tunfiku min hayriy yuveffe ileykum ve entum la tuzlemûn: Onların yola gelmesi senin üzerine değil velâkin Allahdır ki dilediğini yola getirir, ve hayır namına her ne infak ederseniz hep kendi lehinizedir, ancak sırf Allah yüzünü gözeterek verirsiniz, bu vechile hayra dair her ne verirseniz karşılığı size tamamen ödenir ve hiç hakkınız yenmez

1. leyse : değil
2. aleyke : senin üzerine
3. hudâ-hum : onların hidayete ermesi
4. ve lâkinne : ve lâkin, fakat
5. allâhe : Allah
6. yehdî : hidayete erdirir
7. men : kimse
8. yeşâu : diledi
9. ve mâ tunfikû : ve infâk ettiğiniz şey, ne infâk
10. min hayrin : hayırdan
11. fe : o zaman, işte o
12. li enfusi-kum : kendi nefsiniz, kendiniz için
13. ve mâ tunfikû : ve infâk ettiğiniz şey, ne infâk
14. illebtigâe (illâ ibtigâe) : sadece istedi, diledi
15. vechi allâhi : Allah'ın
16. ve mâ tunfikû : ve infâk ettiğiniz şey, ne infâk
17. min hayrin : hayırdan
18. yuveffe : vefa edilir, ödenir, karşılığı tam verilir
19. ileykum : size
20. ve entum : ve siz
21. lâ tuzlemûne : zulmedilmezsiniz, size haksızlık yapılmaz



273*
لِلْفُقَرَاء الَّذِينَ أُحصِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الأَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاء مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُم بِسِيمَاهُمْ لاَ يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
Resim--- Lil fukaraillezine uhsiru fi sebilillahi la yesteti'une darben fil erdi yahsebuhumul cahilu ağniyae minet teaffuf, ta'rifuhum bi simahum, la yes'elunen nase ilhafa, ve ma tunfiku min hayrin fe innellahe bihi alîm: Verin o fakırlere ki Allah yolunda kapanmışlardır, şuraya buraya dolaşamazlar, istemekten çekindikleri için bilmiyen onları zengin zanneder, onları simalarından tanırsın: Hakkı bizar etmezler, hem işe yarar her ne verirseniz hiç şüphesiz Allah onu bilir

1. li el fukarâi : fakirler için, fakirlere ait, fakirlerin
2. ellezîne : onlar
3. uhsirû : hasrettiler, adadılar
4. fî sebîlillâhi (sebîli allâhi) : Allah'ın yolunda
5. lâ yestatîûne : istidatları olmaz, güçleri yetmez
6. darben : dolaşarak
7. fî el ardı : yeryüzünde
8. yahsebu-hum(u) : onları sanır, onları zanneder 9 - el câhilu
9. agniyâe : zengin
10. min et teaffufi : iffetlerinden
11. ta'rifu-hum : onlar tanırsın
12. bi sîmâ-hum : onların yüzleri ile, yüzlerinden
13. lâ yes'elûne : istemezler
14. en nâse : insanlar
15. ilhâfen : rahatsız ederek, zorla, ısrarla
16. ve mâ tunfikû : ve ne infâk ederseniz, ne verirseniz
17. min hayrin : hayırdan, hayır olarak
18. fe : o taktirde
19. inne allâhe : muhakkak ki Allah
20. bi-hi alîmun : onu en iyi bilen



274*
الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرًّا وَعَلَانِيَةً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim--- Ellezine yunfikune emvalehum bil leyli ven nehari sirrav ve alaniyeten fe lehum ecruhum inde rabbihim, ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenûn: Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâr hayra sarfeden kimseler, işte onların rablarının yanında ecirleri sırf kendilerinindir ve onlara bir korku yoktur ve mahzun olacak değildir onlar

1. ellezîne : onlar
2. yunfikûne : infâk ederler, verirler
3. emvâle-hum : kendi mallarını
4. bi el leyli : geceleyin, gece
5. ve en nehâri : ve gündüz
6. sirran : sır olarak, gizli olarak
7. ve alâniyeten : ve alenî olarak, açıkça
8. fe : o zaman, o taktirde, işte
9. lehum : onlar için vardır
10. ecru-hum : onların ecirleri, mükâfatları
11. inde : yanında, katında
12. rabbi-him : onların Rab'leri
13. ve lâ havfun : ve korku yoktur
14. aleyhim : onlara
15. ve lâ hum yahzenûne : ve onlar mahzun olmazlar



275*
الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لَا يَقُومُونَ إِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَن جَاءهُ مَوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّهِ فَانتَهَىَ فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللّهِ وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَـئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim--- Ellezine ye'kuluner riba la yekumune illa kema yekumullezi yetehabbetuhuş şeytanu minel mess, zalike bi ennehum kalu innemel bey'u mislur riba, ve ehalellahul bey'a ve harramer riba, fe men caehu mevizatum mir rabbihi fenteha fe lehu ma selef, ve emruhu ilellah, ve men ade fe ulaike ashabun nar, hum fiha halidûn: Riba yiyen kimseler şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar, bu işte onların «beyi' tıpkı riba gibidir» demeleri yüzünden, halbuki Allah bey'i halâl kıldı ribayı haram, bundan böyle her kim Rabbı tarafından kendine bir öğüt gelir de ribadan vaz geçerse artık geçmişi ona ve hakkında hüküm Allaha aiddir, her kim de döner yeniden alırsa işte onlar eshabı nardırlar, hep orada kalacaklardır

1. ellezîne : onlar
2. ye'kulûne : yerler
3. er ribâ : riba, faiz
4. lâ yekûmûne : kalkmazlar
5. illâ : ancak, sadece, den başka
6. kemâ : gibi
7. yekûmu : kalkarlar
8. ellezî : ki o, o
9. yetehabbetu-hu : ona çarpar, onu hırpalar
10. eş şeytânu : şeytan
11. min el messi : dokunmasından, çarpmasından (çarpılması)
12. zâlike : işte bu
13. bi enne-hum : onların ..... olması sebebi ile
14. kâlû : dediler
15. innemâ : ama, fakat, ancak
16. el bey'u : alışveriş
17. mislu : gibi, benzer
18. er ribâ : riba, faiz
19. ve ehalle : ve helâl kıldı
20. allâhu : Allah
21. el bey'a : alışveriş
22. ve harrame : ve haram kıldı
23. er ribâ : riba, faiz
24. fe : o zaman, artık, bundan sonra
25. men : kim
26. câe-hu : ona, kendisine geldi
27. mev'izatun : bir öğüt
28. min rabbi-hi : kendi Rabbinden
29. fe : o zaman, böylece, artık
30. entehâ : vazgeçti, bıraktı
31. fe : o taktirde
32. lehu : onun
33. mâ selefe : geçen şey, geçmişte olan
34. ve emru-hu : ve onun emri, onun işi, onun hakkındaki hüküm
35. ilâ allâhi : Allah'a, Allah'a ait
36. ve men : ve kim
37. âde : döndü
38. fe ulâike : işte onlar
39. ashâbu en nâri : ateş ehli, ateş halkı
40. hum : onlar
41. fî-hâ : orada
42. hâlidûne : ebedî kalacak olanlar



276*
يَمْحَقُ اللَّهُ الرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ
Resim--- Yemhakullahur riba ve yurbis sadekat, vallahu la yuhibbu kulle keffarin esîm: Allah ribayı mahveder de sadakaları nemalandırır, Hem Allah vebal yüklenici musırr kafirlerin hiç birini sevmez

1. yemhaku : azaltır, eksiltir
2. allâhu : Allah
3. er ribâ : riba, faiz
4. ve : ve
5. yurbi : arttırır
6. es sadakâti : sadakalar
7. ve allâhu : ve Allah
8. lâ yuhıbbu : sevmez
9. kulle keffârin : kâfirlerin hepsini (hiçbirini)
10. esîmin : günahkâr



277*
إِنَّ الَّذِينَ ءَامَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَءَاتَوُا الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim--- İnnellezine amenu ve amilus salihati ve ekamus salate ve atevuz zekate lehum ecruhum inde rabbihim, ve la havfun aleyhim ve la hum yahzenûn: İman edib eyi işler yapan ve namaz kılıb zekât veren kimselerin Rabları ındinde ecirleri şüphesiz kendilerinindir ve onlara bir korku yoktur ve mahzun olacak değildir onlar

1. inne ellezîne : muhakkak ki onlar,
2. âmenû : îmân ettiler, âmenû oldular
3. ve amilû es sâlihâti : ve ıslâh edici amel yaptılar, nefs tez-
4. ve : ve
5. ekâmû : ikame ettiler, hakkıyla yerine getirdiler
6. es salâte : namazı
7. ve âtevû : ve verdiler
8. ez zekâte : zekât
9. lehum : onlar için, onların vardır
10. ecru-hum : onların ecirleri, mükâfatları
11. inde : yanında, katında
12. rabbi-him : (onların) kendi Rab'leri
13. ve lâ havfun : ve korku yoktur
14. aleyhim : onlara
15. ve lâ hum yahzenûne : ve onlar mahzun olmazlar



278*
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenuttekullahe vezeru ma bekiye miner riba in kuntum mu'minîn: Ey o bütün iman edenler! Allahdan korkun ve riba hisabından kalan bakayayı bırakın eğer gerçekten müminlerseniz

1. yâ eyyuhâ : ey
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. âmenû : îmân ettiler, âmenû oldular
4. ittekû : takva sahibi olun
5. allâhe : Allah'a karşı
6. ve : ve
7. zerû : bırakın, terkedin
8. mâ : şey
9. bakiye : bakiye, arta kalan, sona kalan, geriye kalan
10. min er ribâ : ribadan, faizden
11. in : eğer, ise
12. kuntum : siz
13. mu'minîne : mü'minler



279*
فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَإِنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُءُوسُ أَمْوَالِكُمْ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ
Resim--- Fe il lem tef'alu fe'zenu bi harbim minallahi ve rasulih, ve in tubtum fe lekum ruusu emvalikum, la tazlimune ve la tuzlemûn: Yok eğer yapmazsanız o halde Allah ve Resulünden mutlak bir harb olunacağını bilin ve eğer tevbe ederseniz re'sülmallarınız sizindir, ne zalim olursunuz ne mazlûm

1. fe : o zaman, o taktirde, bundan sonra
2. in lem tef'alû : eğer yapmazsanız
3. fe'zenû (fe izenû) : o taktirde bilin
4. bi harbin : harbi, savaşı
5. min allâhi : Allah'tan
6. ve resûli-hi : ve onun resûlü
7. ve in : ve eğer
8. tubtum : tövbe ettiniz
9. fe : o zaman, artık, o taktirde
10. lekum : sizin
11. ruûsu : ana mallar, ana para
12. emvâli-kum : sizin mallarınız
13. lâ tazlimûne : zulmetmezsiniz, haksızlık etmezsiniz
14. ve lâ tuzlemûne : ve zulmedilmezsiniz, haksızlığa uğramazsınız




280*
وَإِنْ كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَى مَيْسَرَةٍ وَأَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Resim--- Ve in kane zu usretin fe neziratun ila meyserah, ve en tesaddeku hayrul lekum in kuntum ta'lemûn: Ve şayed borçlu sıkıntıda ise o halde bir kolaylığa intizar, bununla beraber tasadduk etmeniz hakkınızda daha hayırlıdır eğer bilirseniz

1. ve : ve
2. in : eğer
3. kâne : oldu
4. zû : sahip
5. usratin : darlık, zorluk
6. fe : o taktirde, o halde
7. naziratun : (bekleyerek) beklemek
8. ilâ : ... e kadar
9. meyseretin : kolaylık, bolluk
10. ve : ve
11. en tesaddekû : sadaka etmeniz
12. hayrun : (daha) hayırlı
13. lekum : sizin için
14. in kuntum : eğer siz, iseniz
15. ta'lemûne : biliyorsunuz



281*
وَاتَّقُوا يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللَّهِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Resim--- Vetteku yevmen turceune fihi ilellahi sümme tuveffa kullu nefsim ma kesebet vehum la yuzlemûn: Hem korunun öyle bir güne hazırlanın ki döndürülüb o gün Allaha götürüleceksiniz, sonra herkese kazandığı tamamile ödenecek ve hiç bir zulme maruz olmıyacaklar

1. ve ittekû : ve sakının
2. yevmen : bir gün
3. turceûne : döndürüleceksiniz
4. fî-hi : onun içinde, onda
5. ilâ allâhi : Allah'a
6. summe : sonra
7. tuveffâ : vefa edilir, tam olarak (tamamen) ödenir
8. kullu : hepsi
9. nefsin : nefs, kişi
10. mâ : şeyler
11. kesebet : kazandı
12. ve hum : ve onlar
13. lâ yuzlemûne : zulmedilmezler, haksızlığa uğramazlar



282*
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإن كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُواْ شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُواْ وَلاَ تَسْأَمُوْاْ أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيرًا أَو كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُواْ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْاْ إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُواْ فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Resim--- Ya eyyuhellezine amenu iza tedayentum bi deynin ila ecelim musemmen fektubuh, vel yektub beynekum katibum bil adli ve la ye'be katibun ey yektube kema allemehullahu fel yektub, vel yumlilillezi aleyhil hakku vel yettekillahe rabbehu ve la yebhas minhu şey'a, fe in kanellezi aleyhil hakku sefihen ev daifen ev la yesteti'u ey yumille huve felyumlil veliyyuhu bil adl, vesteşhidu şehideyni mir ricalikum, fe il lem yekuna raculeyni fe raculuv vemraetani mimmen terdavne mineş şuhedai en tedille ihdahuma fe tuzekkira ihdahumel uhra, ve la ye'beş şuhedau iza ma duu, ve la tes'emu en tektubuhu sağiran ev kebiran ila ecelih, zalikum aksetu indellahi ve akvemu liş şehadeti ve edna ella tertabu illa en tekune ticaraten hadiraten tudiruneha beynekum fe leyse aleykum cunahun ella tektubuha, ve eşhidu iza tebaya'tum, ve la yudarra katibuv ve la şehid, ve in tef'alu fe innehu fusukum bikum, vettekullah, ve yuallimukumullah, vallahu bi kulli şey'in alîm: Ey o bütün iman edenler! Muayyen bir va'de ile borclaştığınız vakıt onu yazın, hem aranızda doğrulukla tanınmış bir yazı bilen yazsın, bir yazı bilen de kendisine Allahın öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da yazsın; bir de hak kendi üzerinde olan adama söyleyib yazdırsın ve her biri Rabbı Allahı zülcelâlden korkun da haktan bir şey eksiltmesin; Şayed borclu bir sefih veya küçük veya kendisi söyleyip yazdıramıyacak ise velisi dosdoğru söyleyip yazdırsın, erkeklerinizden iki hazırı şahid de yapın, şayed ikisi de erkek olamıyorsa o zaman doğruluğuna emin olduğunuz şahidlerden bir erkekle iki kadın ki biri unutunca diğeri hatırlatsın, şahidler de çağırıldıklarında kaçınmasınlar, siz yazanlar da az olmuş çok olmuş onu va'desine kadar yazmaktan usanmayın, bu, Allah yanında adalete daha muvafık olduğu gibi hem şahadet için daha sağlam, hem şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir, meğer ki aranızda hemen devredeceğiniz bir ticaret olsun, o zaman bunu yazmamanızda size bir beis yoktur, alım satım yaptığınız vakit de şahid tutun, bir de ne yazan ne şehadet eden zararlandırılmasın, eğer ederseniz o mutlak kendinize dokunacak bir fısk olur, hem Allahtan korkun Allah size ilim öğretiyor, ve Allah her şeyi bilir

1. yâ eyyuhe : ey
2. ellezîne : onlar
3. âmenû : âmenû oldular (Allah'a ulaşmayı dilediler) îmân ettiler
4. izâ : olduğu zaman, olunca
5. tedâyentum : birbirinize borçlandınız
6. bi deynin : bir borç ile
7. ilâ ecelin : bir süreye kadar
8. musemmen : isimlendirilmiş, belirlenmiş
9. fektubûhu (fe uktubû-hu) : o zaman, olunca onu yazın
10. vel yektub (ve li yektub) : ve yazsın
11. beyne-kum : sizin aranızda
12. kâtibun : kâtip, yazıcı
13. bi el adli : adalet ile
14. ve lâ ye'be : ve çekinmesin
15. kâtibun : kâtip, yazıcı
16. en yektube : yazmanız
17. kemâ : gibi
18. alleme-hu : ona öğretti
19. allâhu : Allah
20. felyektub (fe li yektub) : böylece, aynı şekilde yazsın
21. velyumlilillezî : ve imlâ ettirsin, yazdırsın ki o
22. aleyhi : onun üzerinde, üzerine
23. el hakku : hak
24. velyettekıllâhe : ve Allah'a karşı takva sahibi olsun, (ve li yetteki allahe) (ve Allah'tan çekinsin)
25. rabbe-hu : (onun) Rabbi
26. ve lâ yebhas : ve eksiltmesin
27. min-hu şey'en : ondan birşey
28. fe : artık, fakat
29. in kâne : eğer, olursa
30. ellezî : ki o, o
31. aleyhi : onun üzerinde
32. el hakku : hak
33. sefîhan : sefil, akılsız, akıl edemeyen
34. ev : veya
35. daîfen : küçük, güçsüz
36. ev : veya
37. lâ yestatîu : muktedir değil
38. en yumille : yazdırmaya
39. huve : o
40. felyumlil (fe li yumlil) : o zaman, o taktirde yazdırsın
41. veliyyu-hu : onun velisi
42. bi el adli : adalet ile
43. ve isteşhidû : ve şahitler tutun
44. şehîdeyni : iki şahit
45. min ricâli-kum : erkeklerinizden
46. fe in lem yekûnâ : fakat bulunmuyorsa, bulunamıyorsa
47. raculeyni : iki erkek
48. fe : o zaman, o taktirde
49. raculun : bir erkek
50. ve imraetâni : ve iki kadın
51. mimmen (min men) : o kimselerden, onlardan
52. terdavne : razı olacağınız
53. min eş şuhedâi : şahitlerden
54. en tedılle : dalâlette olması, unutması
55. ıhdâ-humâ : ikisinden birisi, onlardan birisi
56. fe : o taktirde, o zaman
57. tuzekkire : hatırlatır
58. ıhdâ-huma : ikisinden birisi, onlardan birisi
59. el uhrâ : diğeri
60. ve lâ ye'be : ve kaçınmasın
61. eş şuhedâu : şahitler
62. izâ : olduğu zaman, olunca
63. mâ duû : davet edildikleri şey (şahitlik)
64. ve lâ tes'emû : ve usanmayın, üşenmeyin
65. en tektubû-hu : onu yazmanız
66. sagîran : küçük
67. ev : veya
68. kebîran : büyük
69. ilâ eceli-hi : (onun) onu vadesine kadar
70. zâlikum : işte bu
71. aksatu : en adaletli
72. inde allâhi : Allah'ın katında
73. ve akvemu : ve en sağlam
74. li eş şehâdeti : şahitlik için, şahitliğe
75. ve ednâ : ve daha yakın
76. ellâ tertâbû : şüphe etmemeniz
77. illâ : ancak, hariç
78. en tekûne : olmanız
79. ticâreten : ticaret
80. hâdıraten : hazır olan
81. tudîrûne-hâ : onu tedvir ediyorsunuz, onu devre-
82. beyne-kum : kendi aranızda
83. fe : o taktirde, o zaman
84. leyse : değil, yoktur
85. aleykum : sizin üzerinize
86. cunâhun : bir günah
87. ellâ tektubû-hâ : onu yazmamanız
88. ve eşhidû : ve şahit tutun
89. izâ tebâya'tum : alışveriş, anlaşma yaptığınız zaman
90. ve lâ yudârra : ve zarar verilmesin
91. kâtibun : kâtip, yazıcı
92. ve lâ şehîdun : ve şahitler olmasın
93. ve in tef'alû : ve eğer yaparsanız
94. fe : o zaman, o taktirde, bundan sonra
95. inne-hu : muhakkak ki o, mutlaka o
96. fusûkun : fısktır
97. bi-kum : size, kendinize
98. ve ittekû : ve takva sahibi olun
99. allâhe : Allah
100. ve yuallimu-kum : ve size öğretiyor
101. allâhu : Allah
102. ve allâhu : ve Allah
103. bi kulli şey'in : herşeyi



283*
وَإِن كُنتُمْ عَلَى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُواْ كَاتِبًا فَرِهَانٌ مَّقْبُوضَةٌ فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُم بَعْضًا فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ أَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ تَكْتُمُواْ الشَّهَادَةَ وَمَن يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ
Resim--- Ve in kuntum ala seferiv ve lem tecidu katiben ferihanum makbudah, fe in emine ba'dukum ba'dan felyueddillezi'tumine emanetehu vel yettekillahe rabbeh, ve la tektumuş şehadeh, ve mey yektumha fe innehu asimun kalbuh, vallahu bi ma ta'melune alîm: Ve eğer seferber iseniz bir yazıcı da bulamadınızsa o vakıt kabzedilmiş rehinler, yok birbirinize emin olmuşsanız kendisine inanılan adam Rabbı olan Allahtan korsun da üzerindeki emaneti te'diye etsin, bir de şehadeti ketmetmeyin, onu kim ketmederse mutlak onun kalbi vebal içindedir ve Allah her ne yaparsanız bilir

1. ve in kuntum : ve eğer siz, iseniz, olduysanız
2. alâ seferin : seferde, yolculukta
3. ve lem tecidû : ve bulamadınız
4. kâtiben : bir kâtip, bir yazıcı
5. fe rihânun : o zaman, o taktirde rehinler
6. makbûdatun : kabzedilmiş, tutulmuş, alınmış olan
7. fe in emine : emin olduğunuz taktirde
8. ba'du-kum : sizin bir kısmınız
9. ba'dan : bir kısmına
10. felyueddi (fe li yueddi) : böylece, o halde ödesin
11. ellezî : ki o
12. u'tumine : itimat edildi, güven duyuldu
13. emânete-hu : onun emanetini
14. ve li yettekı allâhe : ve Allah'a karşı takva sahibi olsun ve Allah'tan sakınsın
15. rabbe-hu : onun Rabbi
16. ve lâ tektumû : ve gizlemeyin
17. eş şehâdete : şahitlik
18. ve men : ve kim
19. yektum-hâ : onu ketmeder, saklar, gizler
20. fe : o zaman, o taktirde
21. innehû : muhakkak ki o
22. âsimun : günahkâr
23. kalbu-hu : onun kalbi
24. ve allâhu : ve Allah
25. bi mâ : şeyleri
26. ta'melûne : yapıyorsunuz
27. alîmun : en iyi bilen



284*
لِلَّهِ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِي أَنْفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللَّهُ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Resim--- Lillahi ma fis semavati ve ma fil ard, ve in tubdu ma fi enfusikum ev tuhfuhu yuhasibkum bihillah, fe yağfiru limey yeşau ve yuazzibu mey yeşa', vallahu ala kulli şeyin kadîr: Allahındır hep göklerdeki ve yerdeki, siz nefislerinizdekini açsanız da gizlesiniz de Allah onunla sizi hisaba çeker sonra dilediğine mağfiret eyler dilediğine de azab, ve Allah her şey'e kâdirdir

1. lillâhi (li allâhi) : Allah'ın, Allah'a ait
2. mâ fî es semâvâti : göklerde bulunan şeyler
3. ve mâ fî el ardı : ve yeryüzünde bulunan şeyler
4. ve in tubdû : ve eğer siz açıklarsanız, açıklasanız
5. mâ fî enfusi-kum : nefslerinizde, içinizde olan
6. ev : veya
7. tuhfû-hu : onu gizlersiniz
8. yuhâsib-kum : sizi hesaba çeker
9. bi-hi : onunla
10. allâhu : Allah
11. fe : o zaman, o taktirde, artık
12. yagfiru : mağfiret eder, bağışlar, günahları
13. li-men : kimseyi
14. yeşâu : diler
15. ve yuazzibu : ve azap eder
16. men : kim, kimse
17. yeşâu : diler
18. ve allâhu : ve Allah
19. alâ kulli şey'in : herşeye
20. kadîrun : kaadir, kudret sahibi, gücü yeten



285*
ءَامَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ ءَامَنَ بِاللَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
Resim--- Amener rasulu bi ma unzile ileyhi mir rabbihi vel mu'minun, kullun amene billahi ve melaiketihi ve kutubihi ve rusulih, la nuferriku beyne ehadim mir rusulih, ve kalu semi'na ve eta'na ğufraneke rabbena ve ileykel masîr: Peygamber, Rabbından ne indirildi ise ona îman getirdi, mü'minler de, her biri «Allaha ve melâikesine ve kitablarına ve peygamberlerine: Peygamberlerinden hiç birinin arasını ayırmayız diye» iman getirdiler ve şöyle dediler: semi'na ve eta'na, gufranını dileriz ya rabbena! sanadır gidiş

1. âmene : îmân etti, inandı
2. er resûlu : resûl
3. bi-mâ : şeye
4. unzile : indirildi
5. ileyhi : ona
6. min : den
7. rabbi-hi : onun Rabbi
8. ve el mu'minûne : ve mü'minler
9. kullun : hepsi
10. âmene : îmân etti, inandı
11. bi allâhi : Allah'a
12. ve melâiketi-hi : ve onun meleklerine
13. ve kutubi-hi : ve onun kitaplarına
14. ve rusuli-hi : ve onun resûllerine
15. lâ nuferriku : fark gözetmeyiz, ayırmayız
16. beyne : arasında
17. ehadin : biri
18. min rusuli-hi : onun resûllerinden
19. ve kâlû : ve dediler
20. semi'nâ : biz işittik
21. ve ata'nâ : ve biz itaat ettik
22. gufrâne-ke : senin mağfiret etmen
23. rabbe-nâ : Rabbimiz
24. ve ileyke : ve sana
25. el masîru : masîr, varış, ulaşma, seyr-i sülûk



286*
لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْساً إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Resim--- La yukellifullahu nefsen illa vus'aha, leha ma kesebet ve aleyha mektesebet, rabbena la tuahizna in nesina ev ahta'na, rabbena ve la tahmil aleyna isran kema hameltehu alellezine min kablina, rabbena ve la tuhammilna ma la takate lena bih, va'fu anna, vağfir lena, verhamna ente mevlana fensurna alel kavmil kâfirîn: Allah kimseye vüs'unden öte teklif yapmaz, herkesin kazandığı lehine yüklendiği aleyhinedir, ya rabbena! eğer unuttuk veya kasdımız bize bizden evvelkilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme, ya rabbena! hem de bize takatımız olmayanı yükletme, ve bizden günahlarımız afiv buyur ve bizlere mağfiretini reva, rahmetini atâ kıl, sensin mevlâmız, bizi mansur buyur artık seni tanımıyanlara karşı, kahrolsun kâfirler

1. lâ yukellifu : mükellef kılmaz, sorumlu tutmaz
2. allâhu : Allah
3. nefsen : nefs, kişi, kimse
4. illâ : ancak, sadece, den başka
5. vus'a-hâ : onun gücü, kapasitesi
6. lehâ : onun
7. mâ kesebet : kazandığı şeyler
8. ve aleyhâ : ve (sorumluluğu) onun üzerinde
9. mektesebet (mâ iktesebet) : kazandığı neğatif şeyler
10. rabbe-nâ : Rabbimiz
11. lâ tuâhız-nâ : bizi aheze etme, sorgulama
12. in nesînâ : eğer, şâyet unuttuysak
13. ev : veya
14. ahta'nâ : hata yaptık
15. rabbe-nâ : Rabbimiz
16. ve lâ tahmil : ve yükleme
17. aleynâ : bizim üzerimize, bize
18. ısran : zorluk, güçlük
19. kemâ : gibi
20. hamelte-hu : onu yükledin
21. alâ ellezîne : o kimselere, onlara
22. min kabli-nâ : bizden önce
23. rabbe-nâ : Rabbimiz
24. ve lâ tuhammil-nâ : ve bize yükleme
25. mâ lâ tâkate lenâ : bizim takat, güç yetiremeyeceğimiz şeyi
26. bi-hi : ona
27. ve a'fu an-nâ : ve (bizden günahlarımızı) affet
28. ve igfir : ve mağfiret et, günahlarımızı sevaba
29. lenâ : bizi, bize, bizim için
30. ve irham-nâ : ve bize rahmet et, Rahîm esması ile
31. ente : sen
32. mevlâ-nâ : bizim mevlâmızsın
33. fe : artık
34. ensur-nâ : bize yardım et
35. alâ el kavmi el kâfirîne : kâfirler kavmine karşı


Sadakallahülazim
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm.

Resim---Ebu Ümâme (radıyallahu anh) buyurdu ki: “ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’i işitim, diyordu ki: “Kur’anı-ı Kerîm’i okuyun. Zira Kur’ân, kendini okuyanlara kıyamet günü şefaatçi olarak gelecektir.Zehrâveyn’i yani Bakara ve Âl-i İmrân surelerini okuyun! Çünkü onlar kıyamet günü, iki bulut veya iki gölge veya saf tutmuş iki grup kuş gibi gelecek, okuyucularını müdâfaa edecektir. Bakara suresini okuyun! Zira onu okumak berekettir. Terki ise pişmanlıktır. Onu tahsil etmeye sihirbazlar muktedir olamazlar.”
(Müslim, Müsâfirin,252, (804)).


Zehrâveyn: İki parlak şey. Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim.

Resim---Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalabalık bir askerin katıldığı orduyu sefere çıkardı. Askerlere Kur’an okumalarını tenbihledi. Ayrıca teker teker görerek her birine Kur’an’dan bildikleri yerleri okumalarını tenbihliyordu. Derken sıra yaşça en genç birisine gelmişti. Ona: “Kur’an’dan sen ne biliyorsun diye sordu. Genç: “ Ben, dedi, falan falan sureleri ve bir de bakara suresini biliyorum.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): Yani sen Bakara’yı biliyor musun?” diye sordu. “Evet!” cevabı üzerine: “ Haydi yürü, seni askerlere komutan tayin ettim” dedi. Askerlerin ileri gelenlerinden biri atılıp: “Yemin olsun, Bakara’yı ezberlememe mâni olan şey, hükümleriyle amel edememek korkusundan başka bir şey değildir” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu tenbihte bulundu: “Kur’ân’ı öğrenin ve onu okuyun. Kur’ân-ı Kerîm’in onu öğrenip okuyan ve onunla amel eden kimse için durumunu, içi ağzına kadar misk dolu bir kutuya benzetebiliriz. Bu her tarafa koku neşreder. Kur’ân’ı öğrendiği halde, ezberinde olmasına rağmen okumayıp yatan kimse de ağzı sıkıca bağlanmış, hiç koku neşretmeyen misk kabı gibidir.”
(Tirmizî, Sevab’ul-Kur’ân 2, 2879. H.)


Resim---Nevvâs İbnu Sem’an anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ‘ın şöyle söylediğini işittim: “Kıyâmet günü Kur’ân-ı Kerîm ve ona dünyada iken sahip çıkıp onunla amel edenler getirilirler. Bu gelişte, Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri Kur’ân-ı Kerîm’in önünde yer alırlar.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir iki sure için üç teşbihte bulundu ki, bir daha onları unutmadım. Şöyle demişti: “Onlar sanki iki bulut veya aralarında nur ve aydınlık olan iki siyah gölgelik veya sahiplerini müdafaa vaziyeti almış saflar halinde iki kuş sürüsü gibidirler. “
(Müslim, Müsafirin 253, (305); Tirmizî, Sevab’ul-Kur’ân 5, (2886)


Resim---Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “Evlerinizi kabirlere çevirmeyin, içerisinde Bakara sûresi okunan evden şeytan kaçar.
(Müslim, Müsâfirin,212,(780); Tirmizî, Sevab’ul-Kur’ân 2, (2780))


Resim--- Müslimin bir rivayetinde yukarıdaki hadise şu ziyade yapılmıştır: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “ Sizden biri mescide namazı bitirdi mi, namazından evinede bir pay ayırsın. Zira Cenab-ı Hakk, namazlarından evine de hayır yaratacaktır.”
(Müslim, Misafirin 210)


Resim--- İbnu Mes’ud (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “ Bakara Sûresi’nin sonundaki iki âyeti geceleyin kim okursa o iki âyet ona kâfi gelir.”
(Buhârî, Megâzî 12, Fedâilu’l-Kur’ân 10,17,37; Müslim, Müsâfirin 255,256, (807-808); Ebû Dâvud, Salât 326, (1397); İbnu Mâce183, (1369), Tirmizî, Sevab’ul-Kur’ân 4, (2884)


Resim---Nu’man İbnu Beşîr (radıyallahu anhüma)anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah, arz ve semâvatı yaratmazdan iki bin yıl önce bir kitap yazdı. O kitaptan iki âyet indirip onlarla Bakara Sûresini sona erdirdi. Bu iki âyet bir evde üç gece okundu mu artık şeytan ona yaklaşamaz.”
(Tirmizî, Sevab’ul-Kur’ân 4, 2885.)


Resim--- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:“Benî İsrail’e: “ Kapıdan secde ederek girin ve (dileğimiz günahlarımızın) dökülmesidir deyin, ta ki hatalarınız bağışlansın”(Bakara 58) denildi. Ama onlar (emri değiştirdiler de kapıdan kıçları üzerine sürünerek girdiler ve “ kılın içinde bir tâne” dediler”
(Müslim, Tefsir 1, (3015); Buhârî, enbiya 28, Tefsir, Sûre 2,5,4,7; Tirmizî, tefsir Bakara (2959))


Resim---Âmir İbnu Rebî’a (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Biz karanlık bir gecede Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte bir seferde idik. Kıble istikametini bilemedik. Herkes kendi istikametine yönelerek namazını kıldı. Sabah olunca durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a açtık. Bunun üzerine şu âyet indi. “…Nereye yönelirseniz Allah’ın yönü orasıdır (Bakara, 115).”
(Tirmizî, Tefsir, Bakara (2960), Salat 354, (345))


Resim--- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Ömer İbnu’l Hattâb (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’a hitab ederek: “ Ey Allah’ın Resûlu (tavaftan sonra kılınan iki rek’atı) Makam’ın gerisinde kılsak (daha iyi olmaz mı?)” diye bir temennide bulunmuştu, hemen şu âyet nâzil oldu: “ İbrahim’in makamını namazgâh yapın…” (Bakara, 125).
(Buharî, Tefsir, Bakara 9. Ahzâb 8; Müslim, Fezâilu’s-Sahabe 2, (2399);Tirmizî, Tefsir, Bakara (2963))



Resim---el-Berâ İBnu’l-Âzib (radıyallahu anh) buyurdular ki: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine’ye gelince, önce Ensar’dan olan ecdadının-veya dayılarının- yanına indi: O zaman namazlarını on altı veya on yedi ay boyunca Beytu’l –Makdîs’e doğru kıldı. Ancak kıblenin Kâbe’ye doğru olmasını arzuluyordu. (Kâbe’ye doğru) kıldığı ilk namazda ikindi namazı idi. Bu namazı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la birlikte ashabtan bir grup kılmıştı. Bu namazı kılanlardan biri, oradan ayrılınca bir mescide rastladı. Cemaati namaz kılıyordu. Ve tam rükû halinde idiler. Adam onlara: “Şehâdet ederim ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ‘le Kâbe’ye doğru namaz kıldık” dedi. Cemaat oldukları yerde Kâbe’ye yöneldiler.

Müslümanların Beytu’l –Makdîs’e doğru namaz kılmaları Yahudiler’i memnun ediyordu. Yüzler Kâbe’ye doğru yönelince Yahudiler bundan hiç memnun kalmadılar. Arkadan hemen şu mealdeki âyet nâzil oldu: “Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz…”
(Bakara,144). Beyinsiz Yahudiler dedikoduya başladılar: “Uyageldikleri kıbleyi niye değiştirdiler? De ki: “Doğuda batı da Allah’ındır. Allah dilediğini doğru yola hidâyet eder” (Bakara,144).
( Buhârî, İman 30, Tefsir, Bakara 12,18, Salât 31; Müslim, Mesâcid 11, (525); Tirmizî, Bakara (2966), Salat 252,339; Nesâî, Kıble 1( 2,60) Salât 22, (1,242))



Resim---Müslim ve Ebu Dâvud’un Enes (radıyallahu anh)’ten rivâyet ettikleri bir diğer hadis şöyledir: “ Onlar Beytu’l –Makdîs’e doğru yönelmiş halde, sabah namazının rükûunda iken, Benî Seleme’den bir adam kendilerine uğradı ve: “ Kıble istikameti Kâbe’ye çevrildi” dedi. Bu sözünü iki kere tekrar etti. Cemaat rükûda iken Kâbe’ye yöneldiler.”
(Müslim, Mesâcid 15, (527); Ebû Davud, Salât 206, (1045)).


Resim---İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Âyet-i Kerime’nin emriyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kıbleyi Kâbe’ye yöneltince Müslümanlar sordular: “Ey Allah’ın Resulü, Beytu’l –Makdîs’e yönelerek namaz kılmış ve şimdi ölmüş olan kardeşlerimizin namazları ne olacak?” Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu âyeti indirdi: “Senin yöneldiğin istikameti, peygambere uyanları, cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık. Doğrusu Allah’ın yola koyduğu kimselerden başkasına bu ağır bir şeydir. Allah imanlarınızı (ibâdetlerinizi) boşa çıkaracak değildir” (Bakara,143).
(Ebu Dâvud, Salât 16 (4680); Tirmizî, Tefsir, Bakara (2968))


Resim--- Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “(Kıyamet günü) Hz.Nuh (aleyhisselam) ve ümmeti gelir. Cenab-ı Hakk ona:
-Tebliğ ettin, dinimi duyurdun mu? diye sorar : Nuh (aleyhisselam) :

-“Evet, ey Rabbim” diye cevap verir. Rabb Teâla bu sefer ümmetine sorar:

-“Nuh (aleyhisselam) size tebliğ etmiş miydi?”

-“Hayır!” bize peygamber gelmedi” derler. Rabb Teâla Hz. Nuh (aleyhisselam)’a yönelerek:

-“ Söylediğin şey hususunda sana kim şahidlik edecek?” diye sorar. Nuh (aleyhisselam) :

-“Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) ve ümmeti!” der ve Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)’in ümmeti:

-“Nuh tebligatta bulundu” diye şehadette bulunur. Bu duruma şu âyet işaret eder: “ Biz böylece sizleri vasat bir ümmet kıldık, tâ ki insanlara karşı şahidler olasınız”
(Bakara,143).
(Buharî, Tefsir, Bakara 13, Enbiya 3, İ’tisam 19; Tirmizî, Tefsir Bakara (2965). İbnu Mâce, Zühd 34, (4284)).


Tirmizî’nin rivayetinde şu ziyâde vardır: “(…Nuh kavmi):” Bize ne bir korkutucu, ne de başka biri, hiç kimse gelmedi” derler. “
(Tefsir 2965)


Resim--- Urve İbnu’z- zübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor:” Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’ye şu (mealdeki) ayet hakkında sordum: “ Şüphesiz ki Safâ ile Merve Allah’ın şeâirlerindendir. Kim Kâbe’yi hacceder ve ya umre yaparsa, bu ikisini de tavaf etmesinde bir beis yoktur.”(Bakara,158). Dedim ki: “Kasem olsun (âyetten) Safa ve Merve’yi tavaf etmeyenlere de bir günah yoktur (manası çıkmaktadır.)” Bana dedi ki: Ey kızkardeşim oğlu söylediğin ne kadar çirkin! Âyetin, senin te’vil ettiğin mânâda olması için, “ onları tavaf etmeyene herhangi bir günah terettüp etmez” şeklinde olmalıydı. Halbuki âyet Ensar hakkında inmiştir. Bunlar Müslüman olmazdan önce , Müşellel’deki azgın Menât’a tapınıyorlar, ona telbiye getiriyorlardı. Menât’a telbiye getirenler, Safâ ile Merve arasında tavaf etmekten çekiniyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk: “Safâ ve Merve Allah’ın şeâirindendir…” âyetini indirdi.

Aişe (radıyallahu anhâ) şunu da söyledi: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Safa ile Merve arasında tavafta bulunmayı sünnet kıldı. Bunu terk etmek kimseye câiz olmaz.”

Zühri der ki: Ebu Bekr İbnu Abdi’r-Rahmân’a bu hadisi haber verdim. Bana şunu söyledi.: “ Ben bu bilgiyi (hadisi) duymamıştım. Ben âlimlerden bazılarını dinledim şöyle diyorlardı: “ Hz. Aişe’nin Menat için telbiye getirenlerden haber verdikleri dışında kalan halkın tamamı Safa ve Merve’yi tavaf ediyorlardı.Ne zaman ki Cenâb-ı Hakk Kur’ân- Kerim’de tavafından bahsedip Safa ve Merve’den söz etmeyince : “Ey Allah’ın Resûlü! Biz Safa ve Merve’yi tavaf ediyorduk. Halbu ki Cenâb-ı Hakk Kâbe’nin tavafını emrediyor, Safa ve Merve’den bahsetmiyor, Saf ve Merve’yi tavaf etmemizde bize bir mahzur var mı?” dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk: “ Safâ ile Merve Allah’ın şeâirlerindendir. Öyle ise kim Beytullah’a hac yapar veya umre ziyâretinde bulunursa, Safâ ve Merveyi de de tavaf etmesinde bir günah yoktur” âyetini indirdi.

Ebu Bekr İbnu Abdirrahmân der ki: “Ben bu âyetin, (yukarıda zikredilen) her iki grup hakkında da inmiş olduğunu görüyorum. Yani, hem câhiliye devrinde Safa ve Merve’yi tavaftan çekinenler hakkında inmiştir, hem de öncekileri tavaf ettikleri halde, İslâm’dan sonra- Allah’ın Kâbe’yi tavaf etmeyi emretmiş olmasına rağmen Safa ve Merve’yi zikretmemiş olması sebebiyle-bunları tavaftan çekinenler hakkında inmiştir. Safa ve Merve’nin de (Kur’ân’da) zikri Kâbe’yi tavaf emrinden sonra gelmiştir.

( Buhârî, Hacc 79, Umre 10, Tefsir, Bakara 21; Müslim, Hac, 260-263 (1277) ;Ebu Dâvud, Menâsik 56, (3901) Tirmizî, Tefsir, Bakara (2969); Nesâî, Menâsik 168, (5,238-239); Muvatta, Hacc 129, (1,373)).


Resim---Buhârî ve Müslim’den gelen bir rivâyette şöyle denir: “Ancak, Müslüman olmazdan önce Ensâr ve bunlarla birlikte Gassân, Menat için telbiyede bulunurlar, Safa ile Merve arasında tavaftan çekinirlerdi. Bu davranış onlara ecdad yâdigarı bir âdet idi. Menat için ihrama giren Safa ile Merve arasında tavaf yapmazdı. Müslüman olunca bu hususta Hz. Paygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e sordular. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk “ Safâ ve Merve Allah’ın şeâirindendir…”âyetini indirdi.


Resim---Mücâhid, İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma)’tan rivâyet ettiğine göre şunu anlatmıştır: “Benî İsrail’de kısas vardı, fakat diyet yoktu. Cenâb-ı Hakk Muhammed ümmetine şöyle buyurdu: “Öldürülenler hususunda size kısas farz kılınmıştır. Hür hür ile, köle köle ile, kadın kadın ile kısas edilir. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından affedilmişse, kendisine örfe uymak ve affedene güzellikle (diyet) ödemek gerekir” (Bakara, 178). Buradaki “ afv” dan maksad, âmden öldürmelerde kişinin diyet almayı kabûl etmesidir. “ Örfe uymak ve affedene güzellikle ödemek”e gelince, bundan maksad (mağdur tarafın) örfe uygun miktarda bir diyet istemesi, öbürünün de bunu güzellikle ödemesidir. Âyetin devamındaki: “ Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir” ibâresi de, “ sizden öncekilere farz kılınanlarda olmayan bir hafifletme” demektir, (çünkü onlara diyet imkânı tanınmamıştı). Âyetin son kısmı olan “ Bundan sonra tecavüzde bulunana elim azab vardır” ibaresinden diyet almayı kâbul etmesine rağmen (kan dâvası güderek) katili öldüren kimse kastedilmektedir.”
(Buhârî, Tefsir, Bakara 2,23; Diyât 8; Nesâi, Kasâme 27, (8,36,37))


Resim---Atâ’nın anlattığına göre , İbnu Abbâs(radıyallahu anh) şu âyeti okurken dinlemiştir: “ Oruca dayanamayanlar , bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir” (Bakara,184). İbnu Abbâs (radıyallahu anh) âyeti okuduktan sonra ilave etti: “ Bu âyet, oruç tutmaya tahammül edemeyen yaşlı erkek ve yaşlı kadın hakkında mensûh değildir. Onlar da her bir günün orucu yerine bir fakir doryururlar.”
(Buhârî, Tefsir, Bakara, 25; Nesâî, Siyâm 63 ( 4, 190-191); Ebu Dâvud, Savm 3, (2318), Sıyam 2, (2316))


Resim---Ebu Dâvud merhumun bir rivâyetinde şu ziyâde var: “İbnu Abbas dedi ki: “Oruca dayanamayanlar, bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir.” (Bakara, 184) âyeti şu demektir.
“ Onlardan kim orucuna mukabil bir fakiri doyuracak kadar fidye vermek isterse fidye verir ve böylece orucunu tutmuş sayılır.” Cenâb-ı Hak buyurmuştur: “ Kim (vacib miktardan) daha fazla fidye verirse bu kendisi için daha hayırlı olur. Orucu (yiyip de fidye vermek yerine) bizzat tutmanız daha hayırlıdır” (Bakara 184). Sonra Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: “ Sizden kim Ramazan ayına ulaşırsa orucu tutsun. Kim de hasta olur ve ya yolcu bulunursa yediği miktarda başka günlerde oruç tutar.”

( Ebu Dâvud, Savm 2 (2316)).


Resim---Yine Ebû Dâvud’un bir başka rivayetinde şöyle denmektedir: “(Ramazan’da orucu yiyip, fidye ödemeye ruhsat veren âyet) hâmile ve emzikli kadınlar için sabittir, mensuh değildir.”

Nesâî’ de rivayet şöyledir: “ Orucu tutmaya dayanamayanlar orucu kendilerine (tahammül edilmez) bir meşakkat addedenler için bir yoksula yetecek kadar fidye gerekir. Âyetin “ Kim de hayır düşünerek (bir fakire yetecek miktardan fazlasını) verirse” hükmü mensuh değildir, bu onun için daha hayırlıdır. ( Fidye vermektense ) oruç tutmanız daha hayırlıdır. Âyetteki ruhsat, oruca takat getiremeyen veya şifasız hastalığa yakalananlar içindir.”

(Nesâî, Sıyam 63, (4,190-91))


Resim---Selemetu’bnu’l’-Ekva (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Oruca takat getiremeyenler, bir fakire yetecek kadar fidye vermesi gerekir” âyeti indiği zaman orucu yiyiyp fidye verenler vardı. Bu hâl müteâkip âyetin inmesine kadar devam ettim. Bu âyet öncekini neshetti. Yani asıl hüküm şudur: “Kim Ramazan ayında hazır bulunursa orucunu tutsun.”
( Buhârî, Tefsir, Bakara 2,26; Müslim, Sıyam 149(1145); Ebu Dâvud, Savm 2(2315); Tirmizî, Savm 75, (798); Nesâî, Sıyam 63, (4,190)).


Resim---İbnu Ömer (radıyallahu anhüma)’den rivayete göre oruca gücü yetmeyenin fidye vermesi gereğini beyan eden âyeti “fidyetün taâmu mesâkîne” şeklinde (yani fakirlerin yiyeceği kadar fidye) okudu ve bu âyetin mensûh olduğunu söyledi.”
(Buhârî,Tefsir,Bakara,2,26)


Resim---Nu’mân İbnu Beşir (radıyallahu anh): anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Dua, ibadettir”, sonra şu âyeti okudu: “Rabbiniz: Bana dua edin ki size icâbet edeyim. Bana ibâdet etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler varya, alçalmış ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir” buyurmuşlardır” (Mü’min, 69).


Resim---Rezîn şu ilave rivayeti kaydetti: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ‘ın Ashâbı (radıyallahu anhüm ecmain) sordular: Rabbimiz yakın mıdır, biz ona hafif sesle hitab edelim, uzaksa yüksek sesle taleblerimizi söyleyelim?”Bunun üzerine şu âyet indi: ”Kullarım sana benden sorarlarsa, (söyle ki) ben yakınım. Dua edenin duasına, bana dua ettiği takdirde icâbet ederim” (Bakara, 186).
( Cami’u’l-Usûl’de bu rivayet öncekinin devamıdır.)



Resim---Berâ İbnu Âzib (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Ramazan orucu farz kılındığı vakit, Müslümanlar ay boyu kadınlara temas etmezlerdi. Bazı kimseler bu meselede nefislerine itimad edemiyorlardı.Bunun üzerine şu meâldeki âyet nazil oldu:”…Allah nefsinize güvenmeyeceğinizi biliyordu. Bu sebeple tevbenizi kabul edip sizi affetti.” (Bakara 187).
(Buhârî, Tefsir, Bakara,2,27)



Resim--- Buhârî, Ebu Dâvud ve Tirmizî’nin bir rivayetinde de şöyle gelmiştir:”Ashab-ı Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)’in (başlangıçta) durumu şöyleydi: Bir kimse oruçlu iken, iftar vakti gelince, iftarını açmadan uyuyacak olsa, artık o gece yemediği gibi ertesi günü de yiyemez, o günün akşamına kadar beklerdi. Kays İbnu Sırma el-Ensâri (radıyallhu anh) oruçlu olduğu bir günde iftar vakti girince hanımına gelerek yiyecek bir şey olup olmadığını sordu. Kadın: “Hayır,yok!” ancak bekle, sana arıyayım” dedi. Kays, gün boyu çalışan birisydi. Beklerken uyuyakaldı. Hanımı gelince baktı ki uyuyor: “Eyvah mahrum kaldın, yiyemeyeceksin” diye eseflendi.

Ertesi gün, öğleye doğru Kays( radıyallhu anh) açlıktan baygın düştü. Durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a anlattılar.Bunun üzerine şu âyet nazil oldu. “ Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size halel kılındı..”
(Bakara,187). Buna Müslümanlar fevkâlede sevindiler. Arkadan, “Tanyerinde beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırd edilinceye kadar yiyin için..” âyeti nâzil oldu.

Âyetin nüzûlüne sebep olan zâtın ismi Ebu Dâvud’da Sırma İbnu Kays (radıyallahu anh)’dır. Nesâî’de ise rivayet şöyledir: “Ashab’tan biri akşam yemeğinden önce uyursa , artık o gece ve ertesi gün güneş batıncaya kadar bir şey yiyip içmesi ona helal olmazdı. Bu durum şu âyet nâzil oluncaya kadar devam etti: “ Tan yerinde beyaz iplik siyah iplikten, sizce ayırd edilinceye kadar yiyin, için.” Râvi der ki: “ Bu âyet,Kays İbnu amr hakkında nâzil olmuştur.”

(Buhârî, savm 15; Tirmizî, Tefsir, 2, (2972); Ebu Dâvud, Savm 1, (2314) ; Nesâî, Sıyâm 29, (4,147-148)).


Resim---Sehl İbnu Sa’d (radıyallhu anh) anlatıyor: “ Beyaz iplik siyah iplikten, zice ayrılıncaya kadar yiyin için” âyetin indiği zaman “ tan yerinde” kelimeleri henüz nâzil olmamıştı. Bir kısım insanlar, oruç tutacakları zaman ayaklarına siyah ve beyaz (iplik) bağlar, bunlar görülünceye kadar yiyip içmeye devam ederlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk: “Tan yerinde” kelimelerini inzar buyurdu. O zaman herkes anladı ki burada beyaz ve siyah ipliklerden maksad gündüz ve gece imiş.”
(Buhârî, Savm 16, Tefsir, Bakara 2,28; Müslim, Sıyâm 35, (1091)).


Resim--- Beş kitapta da gelen bir başka rivayet şöyle: “Adiy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) biri siyah, biri beyaz iki köstek bağı aldı. Bir gece bunlara baktı fakat biri diğerinden ayrılmıyordu. Sabah olunca durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a şöyle bildirdi: “ Yastığımın altına biri siyah biri beyaz iki iplik koydum.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona takıldı: “ Beyaz iplikle siyah iplik senin yastığının altında iseler yastığın çok geniş olmalı”.
(Buhârî, Tefsir, bakara 2,2,8,Savm 16; Müslim , Sıyâm 33, (1090); Ebu Dâvud, Savm 17, (2349); Tirmizî, Tefsir, 2 (2974-2975); Nesâî, Sıyâm 29, (4,148)).


Resim---Adiy’in bir başka rivayeti şöyledir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a: “Ey Allah'ın Resûlü! Âyette geçen “ beyaz ipliğin siyah iplikten ayrılması” nedir, bunlar iki iplik değil mi?” diye sordum da bana: “ İki ipliğe baktı isen sen gerçekten kalın enselisin” dedi ve şu açıklamayı yaptı: “Hayır iki iplik değil, onun biri gecenin karanlığı, diğeride gündüzün beyazlığıdır.”
( Buhârî, Tefsir, Bakara 2, 28)


Resim---Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Ensar hac yapıp da döndükleri zaman evlerine kapılarından girmezlerdi. Onlardan biri hac dönüşü kapıdan evine girdi. Fakat hemşehrileri onu bu davranışı sebebiyle kınadılar. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “ İyilik, evlere arkasından girmeniz değildir. Kötülükten sakınan kimse (nin ameli) iyidir. Evlere kapılarından girin”
(Bakara, 189). (Buhârî, Tefsir, Bakara 2, 29, Umre 18; Müslim, Tefsir, Nisâ, (3026))


Resim---Huzeyfe (radıyallahu anh), “Allah yolunda infak edin, kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.İhsanda bulunun. Allah ihsan edenleri sever” (Bakara 195) meâlindeki âyetle ilgili olarak demiştir ki: “Bu âyet infak ile ilgili olarak nâzil oldu.”
(Buhârî, Tefsir, Bakara, 2, 31)


Resim---Eslem İbnu İmrân anlatıyor: Medine’den gazve için yola çıktık. Niyetimiz İstanbul’du. Cemaatin başında Abdurrahmân İbnu Hâlid İbni’l-Velid vardı. Rum askerleri sırtlarını şehrin surlarına yaslamış müdafaada idiler. Bizden biri tek başına düşmana saldırıya geçti. Halk: “Dur, dur! Lâ ilahe illallah, eliyle kendini tehlikeye atıyor!” diye bağrıştılar. Ebu Eyyub el-Ensâri hazretleri (radıyallahu anh) atılarak: “Ey Ensâr topluluğu, bu âyet bizim hakkımızda indi. Cenâb-ı Hakk, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a yardım edip, İslâm galebe çalınca biz: “Artık işlerimizin başında kalıp, onları yoluna koyalım” dedik. Bunun üzerine Allahu Teâla bu âyeti indirdi. Yani “ Ellerimizle kendimizi tehlikeye atmak” demek malın-mülkün başında kalıp onları düzene koymak için cihadı terk etmektir.
(Tirmizî, Tefsir, Bakara 2, (2976); Ebu Dâvud,Cihad 23, (2512).


Resim---Abdullah İbnu Ma’kıl (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ka’b İbnu Ucre (radıyallahu anh)’ye “ Oruç’tan yahut sadakadan yahut kurbandan bir fidye lazımdır” (Bakara, 196) mealindeki âyetten sordum. Dedi ki: “ Başımda bitler kaynaştığı halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a götürüldüm. Beni görünce: “Meşekkatin, bu gördüğüm dereceye ulaşacağını zannetmezdim. Bir koyun bulabilecek misin?” dedi. “ Hayır” cevabını verdi.(Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: “…İçinizde hasta olan veya başından rahatsız varsa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir…”(Bakara, 196) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Üç gün oruç tut veya her fakire yarım sa’ yiyecek vermek suretiyle altı fakiri doyur, başını traş et” dedi. Bu âyet hassaten benim hakkımda nazil oldu, ancak umumen hepimize şâmildir.”
(Buhârî, Tefsir, Bakara, 2, 32, Meğâzi 35, Tıbb 16; Müslim, Hacc 80, 85 (1201); Tirmizî, Tefsir, Bakara 2, (2977; Ebu Dâvud,Menâsik, 43,(1856); İbnu Mâce, Menâsik 8,6,(3079); Muvatta, Hacc, 239 (1-117); Nesâî, Menâsik 96, (5, 194-195).


Resim---Ebu Ümame et-Temimi anlatıyor: “Ben hac sırasında, ücret mukabili hizmet veren birisi idim. Bana: “ Senin haccın hac sayılmaz” dediler. Bilahere İbnu Ömer (radıyallahu anh)'e rastladım. O’na: “Ben hacc sırasında, ücretle hizmet veren birisiyim, halk bana: “ Senin haccın hacc sayılmaz diyorlar” dedim. İbnu Ömer (radıyallahu anhüma): “İhrama girmiyor, telbiye okumuyor, tavafta bulunmuyor musun?” dedi: “ Hepsini yapıyorum” diye cevap verdim. Cevabım üzerine şu açıklamayı yaptı: “ Senin haccın hacc sayılır. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sükût buyurdu ve adama cevap vermedi. Derken şu âyet nazil oldu: “ Hacc mevsiminde, ticaret yaparak) Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur…” (Bakara 198) Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) o adamı çağırtarak âyeti okudu ve : “Haccın hacc sayılır” buyurdu.”
(Ebu Dâvud, Menâsik 7, (1733)).


Resim--- İbnu Abbas (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “ Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz cahiliye devrinin panayırları idi. İslâm geldği zaman halk, hac mevsiminde ticaret yapmayı günah addeder oldular. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: “ Hac mevsiminde Rabbinizden rızık taleb etmenizde sizin için bir günah yoktur.” Âyeti İbnu Abbas şu şekilde okudu.”
(Buhârî, Tefsir, Bakara 2,34,Hacc 150, Büyû 1; Ebu Dâvud, Menasik 5, (1732), 7, (1734))


Resim---Yine İbnu Abbas anlatıyor: “ Yemen ahalisi, hacca geliyorlar fakat beraberlerinde azık almıyorlardı. “ Biz mütevekkil kimseleriz” diyorlardı. Mekke’ye gelince bu davranışalrını halka sordular. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti inzal buyurdu: “ Azıklanın, ancak bilin ki, en hayırlı azık takvâdır” ( Bakara, 197).
(Buhârî, Hacc 6; Ebu Dâvud, Menâsik 4, (1730))



Resim---İbnu Abbas (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “ Kişi ihramsız olarak (yani Mekke’de ikamet edenler veya umre için gelip, umreden sonra ihramı çıkaranlar) Beytullah’ı ziyaret eder. Bu imkan, hacc niyetiyle ihram giymeye kadar devam eder. Arafat’a çıkınca, kime deve, sığır veya davardan kurban müyesser olmuşsa, dilediğini kurban eder. Bunlardan biri olmazsa, ona hactaki, üç günün orucu terettüp eder. Bu günler, arefe gününden evvele ait olmalıdır. Bu üç günün sonuncu günü arefe gününe tesadüf ederse, bunda bir günah yoktur. Sonra Arafat’da vakfe’ye gider ikindi namazından akşam karanlığının gelmesine kadar vakfede kalır.

“Sonra Arafat’tan insanlar sökün edince orayı terk etsinler. Topluca geceyi geçirecekleri yere (Müzdelife’ye) gelsinler. Orada Allah’ı çokca zikretsinler, sabah vakti girmezden önce bilhassa tekbir ve tehlili çok yapsınlar sonra buradan da topluca hareket etsinler. Çünkü (eskiden beri) herkes buradan hareket ederdi. Cenâb-ı Hakk: “ İnsanların toplu olarak sökün ettiği yerden siz de sökün edin, (eski yaptıklarınızdan) Allah’a af dileyin. Allah bağışlar ve merhamet eder”
(Bakara, 199). Şeytan taşlayıncaya kadar akmaya ( ve çok zikretmeye) devam edin” buyurmuştur.
(Buhârî, Tefsir, Bakara 2,35)


Resim---İbnu Müseyyeb anlatıyor: “ Süheyb(radıyallahu anh) muhacir olarak Mekke’den yola çıktı. Kureyş’ten bazıları onu takibe başladılar. Bunun üzerine o da devesinden inerek sadağında ne kadar ok varsa hepsini çıkardı. Takipçilere: “ Allah’a kasem olsun oklarımın hepsini atıncaya kadar bana yetişemezsiniz. Sonra elimde durdukça kılıcımı kullanacağım. Eğer dilerseniz, size Mekke’de toprağa gömdüğüm malın yerini söyleyeyim, mukabilinde siz de beni serbest bırakın, yoluma devam edeyim” dedi. Takipçiler teklifini kabul ettiler. ( O da sağ salim yoluna devam etti.) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın yanına varınca şu âyet nazil oldu: “ İnsanlardan öyle kimse de vardır ki; Allah’ın rızasını isteyerek nefsini satın alır…”(Bakara, 207). Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “ Ebu Yahya’nın alış-verişi kârlı oldu” der ve âyeti tilâvet buyurur”.
(Rezin’in ilavesidir. Begâvi ve İbnu Kesîr tefsirlerinde senedsiz olarak kaydederler).


Resim---İbnu Abbas (radıyallhu anhüma) anlatıyor: “ Cenâb-ı Hakk’ın şu sözleri nazil olduğu zaman: “ Yetim rüşdüne erinceye kadar, onun o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın”; keza “ Yetimlerin mallarını haksız ( ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe girecekelerdir” (Nisa 10) yanında yetim bulunanlar hemen gidip yetimlerin yiyeceğini ve içeceğini kendilerinin yiyip içeceklerinden ayırdılar. Yetime ait yiyecek ve içeceklerden bir şey artsa ona dokunulmuyor, yiyinceye veya kokuşup bozulup kokuşuncaya kadar saklanıyordu. Bu hal, bir kısım müşkilatlara sebep oldu. Durum Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a arzedildi. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:” Sana yetimleri sorarlar. De ki: Onları faydalı ve iyi bir hâle getirmek hayırlıdır. Şâyet kendileriyle bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir.”(Bakara,220). Bu âyet üzerine yetimlerin yiyeceklerini ve içeceklerini kendi yiyecek ve içeceklerine karıştırdılar.”
( Ebu Dâvud, Vesâya 7, (2871); Nesâî, Vesâya 11, (6,256-257).


Resim--- Nâfi anlatıyor: İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) Kur’ân okuduğu zaman, okuma işinden çıkıncaya kadar hiç konuşmazdı.Bir gün ben (Mushaf’ı, yüzünden takip ediverdim, o da ezberden) Bakara sûresini okudu. Bir âyete gelince bana: “ Bu âyet ne hakkında indi biliyor musun?” diye sordu. Ben “ Hayır!” deyince:” Şu, şu mesele için” diye açıkladı, sonra (okumaya) devam etti.
(Buhârî, Tefsir, Bakara 2,39)


Resim---Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Yahudiler:” Kadına arka istikametinden temas edilirse çocuk şaşı doğar” derlerdi. Bunun üzerine: “ Kadınlarınız sizin (evlad yetiştiren) tarlanızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi gelin” âyeti inzal oldu” (Bakara 223).
(Buhârî, Tefsir, Bakara2,39; Müslim, NikâH 117 (1435); Ebu Dâvud, Nikah 46, (2163); Tirmizî, Tefsie, Bakara 2, (2982))



Resim---İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “ Hz. Ömer (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü mahvoldum” buyurdu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Niye mahvoldun ne var?” diye sorunca açıkladı:” Bu gece bineğimi ters çevirdim (arka canibinden yanaştım).” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hiçbir cevap vermedi. Cenab-ı Hakk peygamberine şu âyeti vahyetti: “ Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır. Tarlanıza istediğiniz gibi gelin.” Dübüründen ve hayız halinde temastan kaçınmak şartıyla önden,arkadan,nasıl sitersen öyle gel.
(Tirmizî,Tefsir, Bakara 2,(2984))


Resim---Yine İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Allah, İbnu Ömer (radıyallahu anh)’i mağfiret buyursun, bir hususta yanılmıştı. Şu Ensarîler putperestti ve ehl-i kitaptan Yahudilerle birlikte idiler. Ensar (İslâm’dan önce) ilim yönüyle Yahudilerin kendilerinden üstün olduklarına inanırlardı. Bu sebeple onların birçok davranışlarını aynen taklid ediyorlardı. Ehl-i kitaba has âdetlerden biri de kadınlarına tek istikametten (yani ön cihetten) yanaşırlardı. Bu , kadın için de en uygun tarzdı. Ensar topluluğu, bu adeti de Yahudilerden aynen almıştı. Kureyşliler ise , kadınları hoş olmayan şekilde açarlar, onlara arka cihetlerinden, ön cihetlerinden, sırt üstü yatmış vaziyette yanaşırlardı. Medine’ye muhacir olarak Mekkeliler gelince onlardan bir erkek Medineli bir kızla evlendi. Erkek, kadına Kureyş usulunce temas etmek istedi. Kadın buna müsaade etmedi: “ Bizde kadına tek istikametten temas edilir, sen de öyle yap, aksi halde bana dokunma” dedi.

Onların bu ihtilafı büyüdü ve herkes duydu. Öyle ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a da intikal etti. Buun üzerine Cenâb-ı Hakk şu Âyeti inzal buyurdu:”Kadınlarınız (çocuk yetiştirdiğiniz) tarlanızdır. Tarlaya dilediğiniz gibi gelin”
(Bakara 223). “Dilediği gibi” den maksad (isitkamet olarak) önlerinden, arkalarından,sırt üstü yatmış olarak. Ancak bu geliş çocuk mahalline olacak.”
(Ebu Dâvud, Nikah 46, (2164).


Resim---Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) alatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) : “ Kadınlarınız (çocuk yetiştirdiğiniz) tarlanızdır. Tarlaya dilediğiniz gibi gelin” âyetiyle ilgili olarak şöyle buyurdu: “ Tek yoldan (ki o da çocuk yoludur) olmak kaydıyla dilediğiniz şekilde temas kurun”
(Tirmizî, Tefsir,Bakara, (2983))


Resim--- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “ Kur’ân’daki:”Allah sizi (dil alışkanlığı olarak maksadsız yapılan) lağv yeminleriniz için müâheze etmez” âyeti kişinin sözünde sıkça kullandığı, “vallahi evet”, “ billahi hayır” gibi yeminleri için nazil oldu. “
(Buhârî, Eyman 14, Tefsir, Maide 8, Ebu Dâvud, Eyman 7, (3254), Muvatta, Eyman 9, (2,477))


Yukarıdaki metin Buhârî’den alınmadır. Hadisi, Ebu Dâvud hem Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in sözü olarak hem de Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin sözü olarak iki şekilde rivayet etmiştir.(Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte,İbrahim Canan)

İmam Malik Muvatta’da bu hadisle ilgili olarak şunu söyler: “Bu mevzuda işittiğimin en güzeli şudur: “Âyette geçen”Lağv”, bir kimsenin öyle bildiği için bir şey hakkında yaptığı yemindir, ancak sonradan, o şeyin, bildiği gibi olmadığını anlar. Bu durumda yaptığı yemin için kefaret gerekmez. Ancak bir kimse de çıkıp, günahkar ve yalancı olduğunu bile bile, birilerini memnun etmek veya bir malı elde etmek için yemin ederse bu öylesine büyük bir günahtır ki, bunun kefareti yoktur.”


Resim---İbnu Abbas (radıyallahu anhüma), “Kur’ân-ı Kerim’deki: “ Kocaları, bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse onları geri almaya (herkesten) çok lâyıktırlar…”(Bakara 228) âyeti hakkında şunu söyledi: “ Erkek hanımını üç talaka da boşasa hanımını geri almaya herkesten daha çok hak sahibi idi. Ancak bu hüküm, Cenâb-ı Hakkı’ın şu sözü ile neshedildi:” Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutma ya da iyilik yaparak bırakmadır…”(Bakara, 229).
(Ebu Dâvud, Talâk 10, (2195); Nesâî, Talâk 74, (6,212))



Resim---Urvetu’bnu’z-Zübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Cahiliye devrinde kişi hanımını boşar, iddeti sona ermeden geri almak isterse, alma hakkına sahipti. Bu şekilde bin kere boşayıp geri dönebilirdi. (Bu hal bir adamın şu hadisesine kadar devam etti.)Bir gün adam hanımını boşadı ve iddeti dolmak üzere iken hanımını geri aldı, sonra tekrar boşadı ve hanımına: “ Allah’a kasem olsun seni evime almıyorum ve ebediyen başkasına da helal olmayacaksın.” Dedi. Kadın: “Bu nasıl olur?” deyince, adam: “Seni boşuyorum, iddetin dolmadan tekrar geri alacağım ve bu böylece devam edip gidecek” dedi. Kadın Hz. Aişe (radıyallhu anhâ)’ ye gitti, durumu anlattı. Hz. Aişe cevap vermedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı bekledi. Gelince vak’ayı anlattı. . Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da cevap vermedi (vahiy bekledi). Cenâb-ı Hakk şu âyeti inzal buyurdu: “ Boşama iki defadır ya iyilikle tutma ya da iyilik yaparak bırakmadır” ( Bakara,229). O günden itibaren insanlar bu yeni talaka yöneldiler, boşayan da boşamayan da."
(Tirmizî, Talâk 16, (1192); Muvatta, Talak 80, (2,588)). (Parantez içindeki açıklayıcı kısımlar Tirmizî’deki ziyadeden alınmıştır(Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte,İbrahim Canan)


Resim---Ma’kıl İbnu Yesâr (radıyallahu anh) anlatıyor: Benim bir kızkardeşim vardı. Evlenmek için buna müracat edenler oldu. Fakat kimseye müspet cevap vermiyordum. Derken amcamın oğlu istedi. Kız kardeşimi ona nikahladım. Allah’ın dilediği kadar bir müddet beraber yaşadılar. Sonra amcam oğlu onu talak-ı ric’î ile boşadı. Ancak tekrar almadan terk etti. İddeti tamamladı. Kız kardeşimle evlenmek isteyenler bana müracat edince amcam oğlu da, müracat ederek tekrar almak istedi. Kendisine: “ Daha önce de çok isteyenler oldu, kimseye vermedim, seni hepsine tercih ederek sana verdim, seninle evlendirdim. Sen onu talak-ı ric’î ile boşadın. ( Geri alma hakkın olduğu halde terk ettin ve iddeti doldu. Başkaları istemeye gelince, sen de tâlib oldun, taleble almak istiyorsun. Allah’a kasem olsun onu asla sana vermeyeceğim” dedim. Ma’kıl der ki: Bunun üzerine benim hakkımda şu âyet nazil oldu: “ Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru bir surette anlaştıkları taktirde, artık kendilerini kocalarına nikah etmelerine engel olmayın” (Bakara 232) . Yine Ma’kıl ilave ediyor:”Âyet üzerine, yeminim için kefarette bulundum ve kız kardeşimi, eski kocasına nikahladım”
(Buhârî,Tefsir, Bakara, 2,40, Talâk 44; Ebu Dâvud, nikah 21, 82087); Tirmizî, Tefsir, Bakara 2, (298))


Resim---İbnu Abbas (radıyallhu anhüma) Kur’ân’ın: “( Vefat iddeti bekleyen) kadınları nikahla isteyeceğinizi çıtlatmanızda…üzerinize bir vebal yoktur”(Bakara 235) âyetinden maksadı, “ Evlenmeyi arzu eden kişinin: “Ben nikahlanmak istiyorum, kadına ihtiyacım var, sâliha bir kadına kavuşmak istiyorum” demesidir” diye açıklamıştır.
(Buhârî, Nikah, 34).


Resim---Hz.Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hendek Savaşı sırasında “Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun, bizim orta namazımıza mâni oldular, güneş batıncaya kadar kılamadık” buyurdu.

Bir rivayette:” Bizi salat-ı vusta ikindi namazından alıkoydular” denir. Bir diğer rivayette: “ Sonra ikindiyi akşamla yatsı arasında kıldık” denir.

( Buhârî, Tefsir, Bakara 2,42, Cihad 98, Meğazi 29, Daavat 58; Müslim, Mesâcid 202-206, (627); ebu Dâvud 5, (409); Tirmizî, Tefsir, Bakara 2, (2987); Nesâî, Salât 14 (1,236); İbnu Mâce, Salat 6, (684)).


Resim---Hz. Aişe’nin azadlısı Ebu yunus anlatıyor: “ Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), kendisine bir Mushaf yazmamı emretti ve dedi ki: “Şu âyete gelince bana haber ver: “Namazlara ve bilhassa orta namazına devam edin” (Bakara, 238). Yazarken bu âyete gelince ona haber verdim. Bana şunu imla ettirdi: “ Namazlara ve orta namazına ve ikindi namazına devam edin ve Allah için yalvaranlar olarak eda edin” (Bakara 238). Hz. Aişe( radıyallahu anhâ): “Ben bunu Resûlullah’dan işittim” dedi.
(Müslim, Mesâcid 207. (629); Ebu Dâvud, Salât 5, (410); Tirmizî, Tefsir, Bakara 2, (2986); Nesâî, Salat 6, (1,236); Muvatta, Salat 25, (1, 138-139))


Resim--- Amr İbnu Râfi (radıyallahu anh)’nin anlattığına göre, “Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ)’ya bir Mushaf yazıyormuş. Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ) kendisinden , önceki hadiste- (Ebu Yunus’tan) Hz. Aişe’nin- taleb ettiği hususu aynen taleb ettiğini anlatmıştır.
(Muvatta, Cemâ’a 25, (1,139))


Resim---Şakik İbnu Utbe, Berâ İbnu’l Âzib (radıyallahu anhüma)ten naklettiğine göre, demiştir ki: “Önce şu âyet nazil oldu:” Namazlara ve bilhassa ikindi namazına devam edin.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu bize Allah’ın dilediği müddetçe okudu. Sonra Allah bunu nashetti ve şu âyeti indirdi.”Namazlara ve bilhassa orta namazına devam edin.” Şakîk’in yanında oturmakta olan bir zât kendisine: “Öyle ise bu ikindi namazıdır.” Berâ dedi ki: “ Ben bu âyetin nasıl nazil olduğunu, Allah’ın nasıl neshettiğini sana haber verdim.
(Müslim,Mesâcid 208, (630))


Resim--- İmâm Mâlik (rahimehumullah)’e ulaştığına göre, Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallahu anh)’e İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma), Kur’ân’da zikri geçen “orta namaz”a (salâtu’l-vusta) sabah namazı demişlerdir.
(Muvatta, Cemâ’a 28, (1,137).) Tirmizî bu hadisi İbnu Abbas ve İbnu Ömer’den muallak (senetsiz) olarak zikretmiştir. (Tirmizî, Salât 133, (182))


Resim---Zeyd İbnu Sâbit ve Hz. Aişe (radıyallahu anhüma) “Orta namazı, öğlen namazıdır” derlerdi.
(Muvatta, Cemâ’a 27, (1,139); Tirmizî, Salât 133, (182); Ebu Dâvud, Salât 5, (411))


Resim--- Ebu Dâvud’un Zeyd (radıyallahu anh)’den kaydettiğine göre, Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğle namazını zevalden sonra sıcağın en şiddetli olduğu saatte kılardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın kıldığı namazlar içinde ashabına en zor geleni bu namaz idi. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:”Namazlara ve orta namazına devam edin.” Zeyd devamla dedi ki:” (Orta namazı, öğlen namazıdır, zira)bundan önce iki namaz var (birisi geceden-yatsı-, diğeri gündüzden –sabah-, ondan sonra da iki namaz var ( biri gündüzden –ikindi-, geceden-akşam-)”.
(Ebu Dâvud, Salât 5, (411))


Resim---Abdullah İbnu’z-Zübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Hz. Osman (radıyallahu anh)’a , Bakara sûresinde geçen:”Sizden zevceler(ini) geride bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi evlerinden) çıkarılmayarak yılına kadar faidelenmesini (bakılmasını) vaziyet etsinler” (Bakara 240), âyeti diğer bir âyetle (Bakara,234) neshedildiği halde niçin bu mensuh âyeti de Kur’ân-ı Kerim’e yazıyorsunuz diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Ey kardeşim oğlu, bu âyeti terk mi edelim, (bunu mu söylüyorsun)? Hayır, ben hiçbir şeyi yerinden oynatmam.”
(Buhârî,Tefsir ,Bakara 2, 45).


Resim---Ebu hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:” Her şeyin bir şerefesi var. Kur’ân-ı Kerîm’in şerefesi de Bakara sûresidir. Bu surede bir âyet vardır ki, Kur’ân âyetlerinin efendisidir: “Âyetü’l- Kürsî”.
(Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’ân 2, (2881))


Resim---Übey İbnu Ka’b (radıyallhu anh) anlatıyor: “ Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: “Ey Ebu’l Münzir, Allah’ın Kitabından ezberinde bulunan hangi âyetin daha büyük olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Ben: “O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur,O,Hayy’dır, Kayyûm’dur ( yani diridir her şeye kıyam sağlayandır” (Bakara, 225)-ki buna Âyet’ü’l-Kürsî denir- dedim. Göğsüme vurdu ve : “ İlim sana mübârek olsun ey Ebu’l-Münzir!” dedi.
(Müslim, Müsâfirîn 258, (810); Ebû Dâvud, Vitr, 17, (Salât 325, (1460)).


Resim---Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni Ramazan zekatını muhafazaya tayin etmişti. Derken kara bir adam gelerek zâhireden avuç avuç almaya başladı. Ben derhal kendisini yakaladım ve : “ Seni Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a çıkaracağım” dedim. Bana: “Ben fakir ve muhtaç bir kimseyim, üstelik üzerimde bakmak zorunda olduğum çoluk-çocuk var, ihtiyaçlarım cidden çoktur, şiddetlidir” dedi. Ben de onu salıverdim. Sabah olunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) :

- Ey Ebu Hüreyre! Dün akşamki esirini ne yaptın? diye sordu.

Ben:

-Ey Allah’ın Resûlü: Bana şiddetli ihtiyacından ve çoluk-çocuğundan dert yandı. Bunun üzerine ona acıyarak salıverdim, dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

-Ama o sana muhakkak yalan söyledi. Haberin olsun, o tekrar gelecek! Buyurdu. Bu sözünden anladım ki herif tekrar gelecek. Binâenaleyh onu beklemeye başladım. Derken yine geldi ve zahirden avuçlamaya başladı. Ben de derhal yakaladım ve : “ Seni mutlaka Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a çıkaracağım” dedim. Yine yalvararak: “ Beni bırak, gerçekten çok muhtacım, üzerimde çoluk-çocuk var, bir daha yapmam” dedi. Ben yine acıdım ve salıverdim.

Ertesi gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) :

- Ey Ebu Hüreyre! Dün geceki esirini ne yaptın? diye sordu.

Ben:

-Ey Allah’ın Resûlü: Bana ihtiyacından çoluk-çocuğundan dert yandı. Ben de acıdım ve salıverdim, dedim. “Ama” dedi, Resûlullah: “O yalan söyledi fakat yine gelecek.”

Üçüncü sefer yine gözetledim. Yine geldi ve zahirden avuç avuç almaya başladı. Onu yine yakalayıp:

Seni mutlaka Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e götüreceğim. Bu üçüncü gelişin, üstelik sıkılmadan başka gelmeyeceğim deyip yine de geliyorsun, dedim. Yine bana rica ederek şöyle söyledi: “ Bırak beni, sana birkaç kelime öğreteyim de Allah onlarla sana fayda ulaştırsın”. Ben:
-Nedir bu kelimeler söyle! Dedim. Bana dedi ki:

-Yatağa girdin mi Âyetü’l-Kürsî’yi sonuna kadar oku. Bunu yaparsan Allah senin üzerine muhafız bir melek diker, sabah oluncaya kadar sana şeytan yaklaşmaz dedi. Ben yine acıdım ve serbest bıraktım.

Sabah oldu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) : “ Dün akşamki esirini ne yaptın?” diye sordu. Ben:

-Ey Allah’ın Resûlü, bana birkaç kelime öğreteceğini, bunlarla Allah’ın bana faide ihsan buyuracağını söyledi, ben de kendisini yine serbest bıraktım, dedim. Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) :

-Neymiş onlar? dedi. Ben:

-Efendim, döşeğine uzandığın vakit Âyetü’l-Kürsî’yi başından sonuna kadar oku. (Bunu okursan) Allah’ın koyacağı bir muhafız üzerinden eksik olmaz ve ta sabaha kadar şeytan sana yaklaşmaz! dedi, cevabını verdim.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu üzerine: “ (Bak hele!) o koyu bir yalancı olduğu halde, bu sefer doğru söylemiş. Ey Ebû Hüreyre! Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?” dedi.
Ben:

-Hayır! cevabını verdim.

-O bir şeytandı buyurdular.

(Buhârî, Vekâle 10)


Resim---Ebu Eyyûb (radıyallahu anh) anlatmıştır ki: “ Kendisinin bir hücresi vardı ve içinde hurma bulunuyordu. Buraya bir gulyabani (cin) dadanmış gelip hurmadan alıyordu. Bu durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a açtı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine: “Git, tekrar görecek olursan “Allah’ın adıyla, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ a icabet et” dersin” buyurdu.

Ebu Eyyûb der ki: (Bekledim, tekrar gelince ) yakaladım. Ancak, bir daha gelmeyeceğine dair yemin etti, ben de salıverdim. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) : “Esirin ne oldu” diye sordu. Ben: “Bir daha gelmeyeceğine dair yemin etti (ben de bıraktım)” dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “O yalan söylemiş, o yalana alışkındır” buyurdu.

Ebu Eyyûb, bir başka sefer yine geldiğini, yakalayınca da gelmeyeceğine dair yine yemin ettiğini, yemini üzerine salıverdiğini anlatır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tekrar: “Esirin ne oldu” diye sorar. “ Gelmeyeceğine dair yemin edince bıraktım” der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) : “Yalan söylemiş, o zaten yalana alışkındır” buyurur.

Ebu Eyyûb(radıyallahu anh) üçüncü sefer tekrar yakalar ve:” Bu sefer seni bırakmayacağım, mutlaka Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a kadar götüreceğim” der. Bunun üzerine cin: “ (Dinle beni) sana mühim bir şey hatırlatacağım: Âyet’ü’l-Kürsî varya onu evinde oku. O taktirde sana hiç ne şeytan ne başkası yaklaşamaz” der. (Ebû Eyyub yine salar) ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’a gelir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Esirin ne oldu?” diye sorar. Olup biteni haber verince: “(Hayret), yalancı olduğu ahlde bu sefer doğruyu söylemiş” buyurur.”

(Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’ân 3, (2883)).


Resim---İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “ Dinde zorlama yoktur”(Bakara 256) âyeti Ensâr hakkında inmiştir. Şöyle ki: Medine’de çocuğu yaşamayıp ölen kadınlar, “çocuğum yaşarsa Yahudi dini üzerine yetiştireceğim” diye adakta bulunurdu. Benu Nadîr Yahudileri Medine’den sürüldükleri vakit, bunlar arasında Yahudileştirilmiş çok sayıda Ensâr çocuğu vardı . Ensarîler: “ Çocuklarımızı onlara terk etmeyiz” dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk: “ Dinde zorlama yoktur, artık iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır…” (Bakara) âyetini inzal buyurdu.”
(Ebû Dâvud, Cihâd 126, (2682))


Resim---Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “ Hz. İbrahim ( aleyhisselâm)’in şu sözleriyle ifade ettiği şüpheyi yaşamaya biz ondan daha layıkız: “ Ey Rabbim ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster” demiş, ( Allah : “Buna) inanmadın mı? Yoksa” demiş, o da : “ İnandım, fakat kalbimin, (gözümle görerek) yatışması için (istedim, diye) söylemişti.” (Bakara, 260).

Allah, Lût ( aleyhisselâm)’a rahmetini bol kılsın, aslında o çok muhkem bir kaleye sığınmıştı.

Eğer, Hz. Yusuf ( aleyhisselâm)’un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım, davete icabet ederdim.”

(Buhârî, Enbiyâ 11,15,29,Tefsir, Yusuf 5, Ta’bir 9; Müslim, İman (238), (151), Fedâil 152, (151); Tirmizî, Tefsir, Yusuf 12, (3115))


Resim---Ubeyd İbnu Umayr anlatıyor: “ Ömer İbnu’l-Hattab (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın ashabına sordu: “Şu âyet kimin hakkında nazil olmuştur? “ Sizden herhangi biri arzu eder mi ki, hurmalardan, üzümlerden kendisinin bir bahçesi olsun, altında ırmaklar aksın, orada kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun. Fakat ona ihtiyarlık çöksün, âciz ve küçük çocukları da olsun, derken o bahçeye içinde bir ateş bulunan bir bora isabet etsin de o, yanıversin?” (Bakara, 266)
Cemaat:” Allah ve Resulü daha iyi bilir” cevabını verdi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu cevaba kızdı ve: “ Biliyoruz veya bilmiyoruz” deyin dedi.
Bunun üzerine İbnu Abbâs (radıyallahu anhüma) : “Bu hususta içimden bir şeyler geçiyor ey müminlerin emiri” dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) ona: “Ey kardeşimin oğlu söyle onu, kendini küçük görme” dedi. İbnu Abbâs: “bu, bir iş için misal olarak verilmiştir.” Deyince Hz. Ömer: “ Hangi işi için” diye tekrar etti. İbnu Abbâs da: “ Zengin bir kimsenin işi için, öyle ki bu zengin Allah’a da kulluk ve itaatini yerine getiriyordu. Sonra Allah ona şeytanı gönderdi. ( Zengin onun iğvasına kapılarak günahlar işledi ve sonunda bütün (Salih) amellerini batırdı. “

(Buhârî, Tefsir, Bakara 47.)


Resim---Berâ (radıyallahu anh) : “İğrenmeden alamayacağınız pis şeyleri vermeye kalkmayın..” (Bakara, 267)mealindeki âyet biz ensarlar hakkında indi” dedi ve anlattı: “ Biz hurma yetiştiren kimselerdik. Herkes, hurmasından az veya çok oluşuna göre tasadduk ederdi. Bu cümleden olarak, kişi bir iki hurma salkımı getirir onu mescide asardı. Mescide kalan Ehl-i suffa’nın yiyeceği yoktu. Bunlardan biri acıktığı zaman, salkıma gelir, sopasıyla vurur, ondan bir miktar hurma düşürür ve yerdi. Hayrı düşünmeyenlerden bazıları, içerisinde kalitesiz hurmaların çokça bulunduğu salkımlardan, bazıları kırık adi salkımlardan getirip asıyordu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti indirdi: “Ey iman edenler: Kazandıklarınızın temizlerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan sarfedin; iğrenmeden alamayacağınız pis şeyleri vermeye kalkmayın. Allah’ın müstağni ve övülmeye layık olduğunu bilin.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) âyeti şöyle açıkladılar: “ Sizden biri, sadaka olarak verdiği şeyin benzeri, kendisine verildiği taktirde onu istemeye istemeye, utanarak alacağı şeyden almamasına dikkat etsin.” İbnu Abbâs der ki: “Bundan sonra hepimiz, sahip olduğumuz şeylerin iyilerinden verir olduk ”Hadisi, Tirmizî rivayet eder ve sahih olduğunu belirtir
(Tefsir, (2990). Hadis İbnu Mâce, Zekat’ıb 19, (1822) babında kaydeder. (Hadis Ansiklopedisi,Kütüb-i Sitte, Prof.Dr. İbrahim Canan.)


Resim---İbnu Mes’ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “ Şeytan da, melek de insanoğluna sokularak onun kalbine bir şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayıra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allahu Teala’ya hamdetsin. Kim de içinde şerr ve inkara çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sözlerine şu meâldeki âyeti ekledi: “ Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size cimriliği emreder..” (Bakara 268).
(Tirmizî, Tefsir, (2991))



Resim---Mervân el-Esfar’ın anlattığına göre, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) : “..İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder, Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara 284) âyetinin müteakip âyet tarafından neshedildiğini söylemiştir. “
(Buhârî, Tefsir,Bakara 54,55.)


Resim---Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Cenâb-ı Hakk’ın şu mealdeki sözü nazil olunca: “İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesâba çeker ve dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder…” (Bakara, 284) bu ihbar Sahabe (radıyallahu anhüma)’ ye çok ağır geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ a geldiler, diz çöküp oturdular ve dediler ki: “ Ey Allah’ın elçisi, bize yapabileceğimiz işler emredildi: Namaz, oruç, cihad ve sadaka, bunları yapıyoruz. Ama Cenâb-ı Hakk sana şu âyeti inzal buyurdu. Onu yerine getirmemiz mümkün değil. “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara: “ Yani sizler de sizden önceki Yahudi ve Hıristiyan gibi” dinledik ama itaat etmiyoruz” mu demek istiyorsunuz? Hayır öyle değil şöyle deyin: “İşittik itaat ettik. Ey Rabbimiz affını dileriz dönüş Sana’dır.” Cemaat bunu okuyup, dilleri ona alışınca, bir müddet sonra Cenâb-ı Hakk şu vahyi inzal buyurdu: “Peygamber ve inanlar O’na Rabbi’nden indirilene inandı. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine innadı. “ Peygamberleri arasında hiçbirini ayırtetmeyiz, işittik, itaat ettik, Rabbimiz! Affını dileriz, dönüş sanadır” dediler” (Bakara 285).

Ashab bunu yapınca Allah, önceki âyeti neshetti ve şu ayeti inzal buyurdu: “Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülükte aleyhinedir. Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. (Resûlullah bu duayı yapınca Allahu Teâla hazretleri: Pekiyi buyurmuştur). Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma (Rabb Teâla hazretleri: Pekiyi dedi).Bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardım et (Rabb Teâla buna da Pekiyi demiştir.)
(Müslim, İman 199, (125))


Resim---Ebû Hüreyre (radıyallahu anh): “Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vessellem) buyurdular ki : “Allahu Teâla, ümmetim, içinden geçen fena şeylerle amel etmedikçe veya onu konuşmadıkça o şey yüzünden ümmetimi hesaba çekmeyecektir.”
(Buhârî, Eyman Ve’n-Nüzûr 15, Itk 6, Talak 11; Müslim, İmân 201, (127); Ebû Dâvud, Talak 15, (2209); Nesâî ,Talâk 22 (6,156); Tirmizî, Talak 8, (1183); İbnu Mâce, Talâk 14, (2540))

Hadisi Şeriflerin aktarıldığı kaynak: Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, İbrahim Canan)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm.

Resim

Bi-İKRA-sı BAKARA-sı
İKRa-ÂN, KURÂN ARA-sı
SATIR dEĞİL SADR İŞİ-dir
DiLLİ DüDüK MaSKaRa-sı…
HaM AKIL, NAKL-in DARA-sı..



ZEVK 4159

ELİF-ten Ezel-Ebedî, MuHaMMeDî LüTuF LâM-ı
Rububiyyet Kudretinde BİLE-lik “BAKAR” KeLâM-ı
“Zâlike’l- KiTaB” ı KURÂN! MURADULLAH-tır OKU-n-ÂN!
DUY-up UY-ul-ÂN EMRULLAH!. YURD Eden “Dârü’s- SeLâM"-ı…


Kul İhvânî
11.07.10 00:19
Hyyd..

الم
Resim----Elif, lâm, mim : Elif - Lâm - Mîm.” (Bakara 2/1)

ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ
Resim----Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh(fîhi), huden lil muttekîn(muttekîne) : O kitap (Kur'an);onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.” (Bakara 2/2)

لَهُمْ دَارُ السَّلاَمِ عِندَ رَبِّهِمْ وَهُوَ وَلِيُّهُمْ بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Resim----Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne) : Onlara Rableri katında Dârü's-Selâm (Selâmet Yurdu) vardır; yapageldikleri (iyi amelleri)ne karşılık onların dost ve yârı (Allah)dır.” (En'âm 6/127)


Resim

ZEVK 811

İman etmiş akıldır aşk, ilâhi taçtır İnsan’a
Ayni değil-ayrı değil, cümle cem’de Can- Cânân’a
Kalb Kulağın ver İhvâni, Dost Muhammed Aşk Sesine

“Semiğnâ ve atağnâ!” RABB’ım! Duyduk ve uyduk Kur’ân’a…

Kul İhvânî
19.03.1991 04:08 shr.


“Semiğnâ ve atağnâ!” RABB’ım :

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
Resim----“Amener rasulü bi ma ünzile ileyhi mir rabbihi vel mü'minun, küllün amene billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusülih, la nüferriku beyne ehadim mir rusülih, ve kalu semi'na ve eta'na ğufraneke rabbena ve ileykel masiyr : Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. «Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır» dediler.” (Bakara 2/285)


Resim

ZEVK 904

Kul idim Sultan eyledin! Ben; bendeyim, bende “Hür” üm
Subhân’ ım sırda söyledin, özüm zevkinde özgürüm

“Semiğnâ ve atâğnâ!” da yaşarım Dost Muhammed’i
Zikrim-Fikrim-Şükrüm oldu, gece-gündüz düşünürüm!..


Kul İhvânî
02.09.1991 10:50
Antly-yltn..


Resim

ZEVK 1103

Dört gözle oku Kur'ân'ı, akaidden dışa çıkma!
Hevân ilâhın olmasın, ilim diye dinin yıkma!
Şey'in vechi, Hakikatı… gözün yum özüne yürü
her şey dahi senin gibi
, HAKK'tan gayrisine bakma!

Kul İhvânî
22.11.1994 10:29 dr..

Şey'in vechi, Hakikatı :
Kıble.: vech..


Muhitte-Kesrette kıble merkezi (Mekke) şatre'l-Mescidil Haram, tüm kesrettekilerin vechi Vahdet Merkezi Noktasınadır. Çenber üzerindeki her nokta Merkez Kıblesine dönmek zorundadır.
Eyniyyet hissi yöndür. Aklî maddi, yöndür


Muhit âyetimiz:

وَللّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَانَ اللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُّحِيطًا
Resim----Ve lillahi ma fis semavati ve ma fil ard ve kanellahü bi külli şey'im mühiyta : Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır. (Hiçbir şey O'nun ilim ve kudretinin dışında kalamaz). (Nisa 4/126)

Merkezde-Vahdette kıble yutucu kara delik gibidir... Her zerrenin özünde hiç dönmeyen ve etrafında dönülen sabit noktanın da özünde ve ötesinde...
Vechiyyet naklî yön olup Mânâdır..


Merkez âyetimiz:

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
Resim----Ve le kad halaknel insane ve na'lemu ma tuvesvisu bihi nefsuh ve nahnu akrabu ileyhi min hablil verid : andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız. (kaf 50/16)


وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Resim----Ve lillahil meşriku vel mağribü fe eynema tüvellu fe semme vechüllah, innallahe vasiun alim : Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir. (Bakara 2/115)


Resim

BİLİRLER...

Tevhiddir Erenler Hak Âşık tacı
İnkârı İkrârda vuslat mi'racı
Diri Kâbe' sinde Olanlar Hacı
Erenleri Ehl-i Beyt ERi bilirler...


*

Sevdân ne seherde bîçâre bülbül
Bir demet sûret mi öttüğün al gül
Hayy İsmin hâlinde Kâbedir gönül
El seni et … kemik - deri bilirler...


*

Nedir sâb⠖ Belkis? Nedir karınca?
Gönül gözün açar Aşk uyarınca
Dostun kapısına garib varınca
Süleyman Ordusun çeri bilirler...


*

Her zaman-her hâlde-her yerde tevhid
İlahî Devâdır her derde tevhid
Hâl Ehlin her şeyi seherde tevhid
Âşıklar gözünün feri bilirler...


*

Âşıklar MERKEZe mekan tutmuşlar
Benlik MUHİTinde Aklı uyutmuşlar
Çözemez esrârın AŞKı unutmuşlar
İLERİ BİLirler GERİ BİLirler...


*

Cehâlette Celâl zuhru Cehennem
Kemâlât Cemâlde tecellî hemdem
Özümü gizleyen her şeydir perdem
Hâl Ehli , hicabdan beri bilirler...


*

BİR Anda bin mevsim Dost gördüğümü
Yağmaya vermişim İhvanî ömrümü
Ehl-i Hâle sorsan garib gönlümü
Aşk-ı Muhammedin yeri bilirler


Kul İhvânî
16.01.96 08:12


Resim---Ne tarafa dönerseniz orada HAKK'ın vechi-Hakikatı zâhirdir.
(Bakar 2/115)

Özün heyulası Resim Şe'enullaha uysun.

Derd – Devâ : Sana engel olmasın. HAKK'a müteveccih idim, arızalandım deme! Derde müteveccih ol derhâl! Yine HAKK'ın Vechi var.

Ârif tenbihlidir ki hep böyle yaşaya, HAKK'a müteveccih iken, HAKK'la Hazır iken ruhu kabz ola! Huzurdan Huzura yürüye! İnşâllah..


Resim

ZEVK 1377

GEL!..

Belâ 'larla "Kâbe" mizi "Biye" ye ÇEVİRdi RABBim!
Çile çarmıhın Ücretin, SONsuz YÖNden VERdi RABBim!
Gel!..
"fe eynemâ tûvellû fe seme Vechullah!" de!..
TEVHİD Tepesin'nde SIRRIm! SEYR-ANıma SERdi RABBim!


Kul İhvânî
27.03.97 11:58 dr..


وَلِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
--- Ve lillahil meşriku vel mağribu fe eynema tuvellu fe semme vechullah, innallahe vasiun alîm: : Doğu ve batı, her yer Cenâb’ı Allah’ındır. (Namaz kılmak için kıbleyi araştırdıktan sonra) hangi tarafa yönelirseniz, orası Allah’a ibadet yönüdür. Şüphesiz ki Allah’ın mağfireti geniştir, O her şeyi bilicidir. (Bakara 2/115)


Resim

Zât zâdesi
Sıfat vâdesi
Esmâ bâdesi
Eşya sâdesi…


Resim

ZEVK 4202

Her Yıl Kabuk ATar YıLaN, ZeHR-i Câhil zAHMET-idir
Yedi Dağın A Ş K A R I sı, B A L-ı Kâmil rAHMET-idir
Bezm-i E L E S T BâDe-SîNde, KâR ü BeLâ ZIDlar ZeVKi
Elif-Lâm-MîM, El ÂliMü’l- ALîM… Â L E M -lerin AHMET-idir…


30.09.10 21:41
bzmd..
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

EliF-LâM-MîM İŞ in ASL ı
Şe
'EN de "ŞıN" ASLın FASLı
AŞK a MEŞKe MaSALL mış mış
!
ÂŞIK KeReM iLe ASLI

Resim

ZEVK 3744

ÂDeM BaBa Gırtlağında, HaVVa Ana "ŞıN" aLMa-
ÂDeM DuDağında Dua
, BaŞın "Belâ" ya SaLL-ması
Şey
-tAN KiMdir? ŞeHVeT "N" dir?. ŞeHaDeT in Hakikatı
BeL den BeL e AK
-tarılAN, KUL un KıYaM da KAL-ması..

Kul İhvâni


27.01.10 20:14
i s t n b l…
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR (KS) TEFSİRİ

Resim

2-BAKARA SÛRESİ:

Resim Bulunduğu altı sûrenin hepsinde birer âyettir.
Resim da bir âyettir. Fakat
Resim bir âyet sayılmıyor.
Resimda bulunduğu beş sûrenin hiç birinde âyet değildir.
Resimiki sûrede de birer âyettir.
Resimâyet değildir. Fakat
Resimbirer âyet,
Resimde hepsinde birer âyet,
Resim iki âyet,
Resimbir âyettir.
Resim birer âyet değildirler.

Ve bu saydıklarımız Kûfeli âlimlerin rivayetidir. Basralı âlimler yirmi dokuz sûrede bulunan bu mukattaattan (Kur'ân-ı Kerim'de sûre başlarında bulunup isimleri ile okunan harfler) hiç birini bir âyet olarak saymamışlardır. Âyet meselesi kıyasî (genel kaideye tabi olan) değil, tevkifî (vahye tabi) bir ilim olduğundan, bu görüş ayrılığı kırâet şekilleri gibidir. Ve bu şekilde el-Bakara sûresinin ihtilaf edilen âyetlerinden
birincisi "
الم"dir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

Yazılışta bir kelime gibi yazıldığı halde okunuşta birer birer söyleme şekli ile elif lâm mîm diye üç kelime olarak okunuyor. Bu üç kelime mânâlı birer isimdirler. Delalet ettikleri mânâları da müsemmaları (adlanmış) olan basit harflerdir. Bu harfler, kelimelerin maddesi olan ve hurûf-i mucem (noktalı harfler), hurûf-i mebâmî (sözün esasını teşkil eden harfler) ve hecâ harfleri diye adlandırılan tek seslerdir ki Resim gibi nakışlar bunların hat (yazı) denilen alâmetleridir. O isimler, aslında bu seslerin olduğu halde, bu nakışlara da denilir. Her isim, başındaki ilk sesin veya nakşın adı, her nakış da bizzat o seslerin bir çeşit resmidir. Arapça'da gerçek mahrec (harfin çıkış yerin)e dayalı esas olarak yirmi sekiz harf ve bunların yirmi sekiz de ismi ve basit nakşı vardır. Bunlardan başka bir de mukadder mahrece dayalı olup bizzat okunamayan tebaî (diğer harflere uyan) bir harf daha vardır ki buna da Lâm elif denilir. Ve çoğunlukla elif ismi buna verildiğinden diğerine hemze denilir. Lâm elif uymakla okunan bir med (uzatma) harfidir. Kendinden önceki harfin üç harekesine uymasından dolayı üç durumu bulunduğundan med harfleri "vav, ya, elif" müstear (eğreti) isimleri ile üç olarak gösterilir. Bundan dolayı esas ve tabi olmakla harflerin adlandırılanları, gerçekten yirmi dokuz ve hükmen otuz bir olarak itibar edilir. Yirmi dokuzuncusu ancak terkipte okunabildiğinden "lâm elif" ile gösterilir ki otuz bir sayısını da gösterir.

Harflerin bu tek başına olma ve basitlik durumları, elif, bâ tâ... diye bir bir sayılarak anlatılır ve Resim diye kesik kesik olarak yazılır. Bunun ismi elifba'dır. Aksine kelimelerde olduğu gibi terkip durumları anlatılacağı zaman da Resim şeklinde yazılır ve kendi basit sesleri ile okunur.

Halbuki "الم" ebced gibi yazıldığı halde elifba gibi okunur.Demek ki ikisinin de değerini birleştirerek hece harflerinin daha mükemmel bir adı gibidir. Okunuşuna göre mânâsı apaçıktır. Fakat yazılışına göre "ebced" gibi mânâsız ve anlamsız bir kelime görünür. Gerçi yazılış, elifba gibi okunmayıp, ebced gibi okunsa idi Resimv.s.. muhtemel şekilleri ile anlamlı bir kelime meydana getirecekti. Fakat böyle yazıldığı halde elifba gibi okunması, bundan bir anlam çıkarmayı zorlaştırmaktadır. Bu iki değerin böyle birleşmesinden bir bakışta anlaşılır ki, burada biri görünen, biri gizli iki anlam düşünülmüştür. Acaba asıl istenen hangisidir? İşte büyük tefsirciler bu iki görüş açısından hareket ederek bir kısmı sûrelerin başında bulunan ve kesik kesik okunan harflerin kasdedilen mânâsının belli olabileceğini, bir kısmı da olamayacağını söylemişlerdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

Mânâsının belli olduğu veya belli olmasının mümkün olduğu görüşünde olanlar başlıca iki grup teşkil ediyorlar.

1. Bu isimlerin mânâları bellidir. Bunları konuşmanın başında birer birer söylemekten maksat, bütün elifba harflerini elifba veya ebced itibarlarıyla seçmek ve bunlardan oluşan kelimelere ve söze dikkat çekmektir ki bu seçme ve uyarmadan sonra işte kitap demek dilin esas maddesini göstererek bir meydan okumayı ilan etmek ve Kur'ân'ın i'cazına işaret etmek olduğunu açıklamışlardır. Ve bu gruptaki âlimlerin çoğu, bu üç harfin toplamı bu sûreye veya Kur'ân'a bir isim olmasını da tercih etmişlerdir.

2. Kasdedilen mânâsının üç kelimede değil, müsemmalarında yani terkip itibarında ve başka bir ifade ile yazı itibarında aranmak lazım geleceğini ve bunların işaret ettikleri bir mânâ bulunduğunu ve Arap dilinde bunun benzerleri bulunabildiğini söyleyenler vardır. Bu da başlıca iki esasta özetlenir:

Birincisi: Kısa kesmek ve kısaltma yoludur ki şairin "O kadına dur dedim. O dedi ki kaaf" mısraında olduğu gibi (vekaftü = durdum) kelimesinden kaaf harfiyle yetinmesi; yazıdaki örneği de mesela "Ahmed" yerinde bir " ا "(elif) yazılması bu türdendir. Ve bu şekilde elifba harflerinin her biri başından, sonundan ve ortasından bir veya birkaç isme sembol olabilir. Gerçekten biraraya getirildiği zaman "er-Rahmân" isminin meydana geldiği görülüyor. Diğerlerinde halledilememekle beraber böyle Allah'ın isimlerine veya diğer şeylere tahlilî (çözümsel) veya terkibî (bileşimli) semboller mümkün bulunuyor.

İkincisi: Ebcedin hesap yolu ve şifre usulüdür.

3. Dış ve iki kıymetin ikisini de düşünmek lazımdır. Ve kasdedilen mânâyı aramak için bu yolların, bu mânâların hepsini birleştirmek; akıl yolu ve doğal ihtimalleri ile daha ileri gitmek gerekir. Bunda ise, müteşabih (birbirine benzeyen) mânâlar olur. Maksadı belirlemek mümkün olamaz.

"الم" sanki el-ma'lûmü'l-mechûl (bilinmeyen bilinen) terkibi gibi bir anlam ifade eder. Ve bu mânâ, hakikat ve Allah'ın isimlerine kadar gider. Ve bu tefsirin özeti "Allah daha iyi bilendir." mânâsı ile biter ki, bu da bize insan ilminin başında daima mahiyetine erilmez bir başlangıcın varlığını öğretir.

Gerçekten hem dirayet açısından ve hem rivayet açısından bu görüş açılarının hiç birini feda etmeye imkan yoktur. Çünkü sûrelerin başındaki mukattaa harflerin okunuşu ve genel durumlarındaki ilişkiler, ilk görüş açısı hakkında pek büyük bir karine teşkil etmektedir. Elifba gibi okunan, sûrelerin başındaki mukattaa harfleri, ilk önce elifba harflerinin yirmi dokuz sayısına eşit olarak yirmi dokuz sûrede bulunur. İkinci olarak yirmi sekiz ismin tam yarısı bulunan on dört harf ismi
Resim
seçilmiş ve o şekilde seçilmiş ki, bu yarım, bütün harflerin sıfat itibariyle çeşitli taksimlerindeki kısım ve çeşitlerinden her birinin yarısını ve en önemlilerinden bazılarını ihtiva ettiğinden; zikredilmeyen diğer yarısı, tam ve eksiksiz olarak temsil edilerek harflerin hepsini esas lehçesi ile, tecvidi ile göstermiş bulunuyor ki, Kâdî Beydâvî tefsirinde de açıklanmış olan bu kullanımların etraflıca anlatılmasından vazgeçiyoruz.


Üçüncü olarak; alınan bu harfler, tek ve birleşik olarak sûrelere öyle dağıtılmış ki, bunda dilin Sarf ve Nahiv itibarı ile esas bölünüşlerine büyük bir ilgisi vardır.

Kelimenin üç kısmı, birliden beşliye kadar kelimelerin esas yapıları, mücerred
(yalın) ve mezide (artırılmış) bölünmesi, artırılmış kipinin yedi harfi geçemiyeceği, dörtlü ve beşlide asıl ve mülhak (katma)a bölünmesi ve daha bazı tâli çeşitleri bunlardan okunabilir. Arapların şiir ve belağatı pek yüksek bir derecede bulunmasına rağmen dilin tecvid, iştikak (türeme), sarf (sentaks), nahiv ve diğerleri gibi ilimleri henüz meydana gelmemiş ve okuyup yazanlarda bile dil ile ilgili kuralların nazariyatıyla ilgili bilgiler yerleşmemiş bulunduğu bir zamanda okumayazma bilmeyen bir peygamberin tebliği ile ilmî inceliklere ait sunulan ve daha sonra dil kurallarının tesbiti esnasında büyük bir rehber olduğu da kaydedilmeğe değer bulunan ve çeşitli şekilleri ile i'câzın sırrını içine alan bu kadar güzel tasarrufların delalet ve iradeden uzak sanılması nasıl kabul edilebilir? Aynı zamanda şu da inkâr edilemez ki, bu kadar yüksek bir delalet ve iradenin dış görünüşünden başka hedefi yoktur demek de aynı karinelerle uzlaştırılamadığı gibi, bunlardaki delalet yönlerinden bir çoğunu ihmal etmek demektir. Bundan dolayı esas kasdedilen mânâ, açık ve gizli elifba ve ebced görüş açılarının toplamındadır. Lafzî delaletinden, aklî delalete ve oradan tabiî ve zevkî delalete geçerek varlık zamanlarının hepsini gözden geçirerek ve hiç birinde durmayıp varlığın esasının yaratma sırrına, ilk başlangıç noktasına kadar gitmek ve bu şekilde metafiziği (fizikötesini), gayb alemini bir anda tetkik edip ilim içinde cahillik ve acizliği itiraf ettikten sonra tam iman ile ilâhî irşadı beklemek; işte müteşabihler denilen sûrelerin başındaki mukattaat harfleriyle hitabın faydası, din bilgisi çok geniş olan âlimlerin imtihanı olan bu sonsuz mânâda meydana çıkıp görünüyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

İnsanlığın gerçeği, idrak ve anladığını tebliğ etmektedir ki biz buna mantık ve dil diyoruz. İdrak bizzat mânâlarla, anladığını bildirmek de kelimeler ile, kelimeler ise sesler ile meydana gelir. Demek ki sesler, kelimeler ve mânâlar dilin esaslarıdır. Yazmak ise dilin dili demektir. Ve bu sebeple dil ve yazı insanlıkta ilmî ve pratik ilerlemelerin esas dayanağıdır. Ve herkes bilir ki elifba harfleri denilen tek ve basit seslere bütün dillerin maddesi, bunların hat şekilleri de yazının hakiki, sağlam temelidir. Bunun için bir dilin elifbası ne kadar sağlam ve düzenli, telaffuzu ve lehçesi ne kadar açık ve ince, çekim ve birleşme kuralları ne kadar sağlam ve ilmî, delalet yönleri ve anlatımı ne kadar geniş, derin ve tabiî, imlâsı da ne kadar sabit ve düzgün ise, o dil o ölçüde yüksek ve o ölçüde olgundur. Bundan dolayı ta başlangıcında okuma ve yazmaya teşvik emri ile inmeye başlayan yüce Kur'ân'ın, Fâtiha ile duyguları uyandırdıktan sonra dilin maddesi olan elifba harflerinden başlaması ve başlarken İslâm dinine gelinceye kadar İslâm'dan önceki dinlerin sonuncusu olan Hıristiyanlığın üçlü ilah sapıklığını parçalarcasına gerçek bir Allah'tan ve itibarî bir olan ikiyi, başka bir deyişle Allah'ın varlığından ruh ve cisim ikiliğini bir bakışta fark ettiren "الم" yazılış şekli ile Allah ve kâinat ilgisini açıktan ilham etmesi ve bundan başka Yahudiliğin ismi söylenmez diye tanıdığı en büyük mabudun ism-i a'zamına da işaret etmiş olması ve daha söylerken kalbin en derin kısmından dudağın ucuna kadar bütün harflerin tüm mahreçlerine uygun üç mahreçten özel tertib ile çıkarak insana kendini tarttırıp tanıtacak olan "elif, lâm, mim" harflerini düşündüre düşündüre okutması ve bu arada Ruvâkiye felsefecilerinin elifba delili olarak ifade edilen Allah'ı isbatlama deliline de işaret etmiş bulunması ve bu delalât (kılavuzluklar) ve imalardan sonra da insanın akıl ve fikrini; dil sırrı içinde seslerden kelimelere, kelimelerden mânâlara, mânâlardan eşyaya, eşyadan yaratma sırrına ve varlığın başlangıcına ve Allah'ın ilmine kadar götürmesi, bu yüce kitabın başlangıçtan sonuca kadar insanlığa yol göstermeyi üzerine aldığını büyük bir belağatle ifade etmektedir.

Ey düşünür! "الم" sembolüne bak ve harflerin çıkış yerlerine riayet ederek elif lâm mim diye oku, okurken kendini bir tart, ruhundan bedenine, inden dışına, göğsünden dudaklarına doğru yokken var olarak çıkıp gelen o sesleri de iyice bir dinle, bu sırada bir elifba, ebced okurcasına bütün elifba harflerini şekilleriyle hayalinden geçir ve düşün. Aslında hiçbir mânâsı olmayan bu tek ve basit seslerden, sayılmayacak kadar mânâyı taşıyan kelimelerin ve bu kelimelerden sözlerin ve bu sözlerden kâinatı anlatan yüce kitapların meydana gelme şekillerinde nasıl bir kudret ve nasıl bir yaratılış sırrı gizli olduğunu düşün. O zaman anlarsın ki kâinatta her mânâ, her feyiz (nimet), her ilerleme, her olgunluk, her ümit bir sosyal düzene, hem de layık olduğu konumu ile bir sosyal düzene borçludur. Kendi kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti, hiçbir belirtisi olmayan basit maddelerin tek tek parçaları, layık oldukları bir sosyal düzeni buldukları zaman onlardan kimyalar, hikmetler, şekiller, hayatlar fışkırarak şu gözümüzün önündeki görülen kâinat meydana geliyor.

Aynı şekilde kendi kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti görünmeyen insan fertleri de, yerli yerinde mükemmel bir sosyal düzeni elde ettikleri zaman, onlardan dünyaları büyüleyen sosyal kurullar, milletler ve devletler meydana gelir. Taş ve ağaç kovuğundan çıkamayan o kişiler yer küresinin bir ucundan diğer ucuna gidip gelmekle kalmayıp göklerde bile fetihler yaparak ve kâinata hak ve adalet saçarak mutluluğa gark olurlar. İşte elifbanın o basit ve mânâsız harflerine, o sonsuz mânâları feyizlendiren düzen ve sosyal konum, sana kâinatın yaratılış sırrını baştan mütalaa ettirecek bir hidayet anahtarıdır. Düşün ve düşün bu basit şeyler nereden geldi ve bunlara o sosyal düzeni kim ve nasıl verdi? Sen seslerden kelimeyi, kelimelerden mânâları, mânâlardan eşyayı okuyup görebiliyorsan böyle yokluğun var, anlamsızın anlamlı olabilmesi, ayrı ve dağınık şeylerin birleşip bir bütün meydana getirebilmeleri, bütün bunlar üzerinde ezelden ebede kadar hakim ve her şeyi kuşatan bir kudret-i vahdaniyenin delili ve tanığı olduğunda tereddüd edebilir misin? Hayır edemezsin ve etmek için kendinde hiçbir hak göremezsin. O halde sen başka şeye bakmamalısın. O cömertlik kaynağından kendin için de sağlam ve doğru bir sosyal düzen aramalısın. İçin ve dışınla ona teslim olmalısın ki, istediğin hidayet ve mutluluğu bulasın. Düşün yalnız o düzeni ve o düzenin olaylarının hareketini düşün ve bütün bunları, herşeyi kuşatan o tek Allah'ın cömertlik kaynağına ermek için düşün. Fakat sakın onun hakikatına (mahiyetine) ereceğim, onu ve onun ilim ve kudretini kuşatacağım diye uğraşma. O noktaya geldiğin zaman acizlik ve bilgisizliğini itiraf et. İtiraf et de "الم" oku, "Allah daha iyi bilir." de. "Seni, sana yakışır bir şekilde tanıyamadık." diye ona yalvar. O zaman sende ne şüphe kalır, ne sıkıntı ne buhran (ruhî bunalım) kalır, ne kuşku.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

Bu açıklamalardan sonra anlaşılır ki bu konuda Abdullah b. Abbas Hazretlerinden rivayet edilen haberler içinde "Elif lâm mîm. Ben Allah'ım, bilirim." demektir şeklindeki te'vil (yorum) veya tefsir, yalnız sembolik mânâ olarak değil, aynı zamanda hitabın faydasının özeti olmak itibariyle de ne güzeldir. Şu kadar ki bu mânâ başlangıcında değil, düşüncenin sonunda verilmelidir. "Her kitapta Allah'ın bir sırrı vardır. Kur'ân'daki sırrı da sûrelerin başıdır." meâlinde Hazreti Ebu Bekir'den rivayet edilen ve "Her kitabın bir özeti vardır. Bu kitabın özeti de hecâ harfleridir." diye Hazreti Ali'den rivayet edilen ünlü açıklaması da meâl bakımından öbüründen başka değildir. Hatta Hazreti Ali'den rivayet edilen "ResimAllah'ın isimlerindendir." sözü de bu cümlelerden ayrı bir mânâ değildir. Ve hepsini kapsadığı için sûrelerin başındaki mukattaa harfleri müteşâbihattandır.

Müteşabihat denildiği zaman mânâsız tam bir kapalılık iddia edildiğini zannetmek büyük bir yanlış meydana getirir.
Müteşâbihler mânâsız ve boş söz değil, mânâlarının çokluğundan dolayı belirli bir maksat tayini mümkün görünmeyen ve daha doğrusu ifade ettiği kapsamlı hakikatleri insan zihninin yüklenemeyeceğinden dolayı kapalı görünen bir anlatıştır. Bu öyle bir beyandır ki, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, temsil, tahkik, zahir, hafî gibi beyanın bütün şekillerini içine alır. Bunun için yukarda buna "el-ma'lûmü'l-mechûl = bilinmeyen bilinen" tabirini arzetmiştik. Zaten sözde kapalılık, yerine göre en büyük belağat şekillerinden birini meydana getirir. Her şahıs her mânâya muhatap olamıyacağı gibi, Allah'ın bütün ilminin anlatma ve bildirmesine umumiyetle insanlığın kudreti de dayanamaz. Peygamberlerin ilimleri bile Allah'ın ilmine eşit olamaz. "Rabbim, ilmimi artır de." (Tâhâ, 20/114). Bu gerçek de fasl-ı hitap (güzel konuşma) olarak ancak "الم" gibi bir ifade ile anlatılabilir. En bilgili insanların bilmedikleri ve bilemeyecekleri neler vardır? Bilginler derler ki ilmin başı hayrettir. Bu itibarla da Kur'ân'ın başında irşad ve hidayetin başlangıcında böyle hayret veren bir tebliğin yeterli bir büyüleyici gücü vardır.

Kur'ân âyetleri başlangıçta indikçe Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bunları insanlara okur, tebliğ ederdi. Fakat buna karşı koymaktan aciz kalan kâfirler "Sakın bu Kur'ân'ı dinlemeyiniz, okundukça onun hakkında gürültü ediniz. Belki böylece ona galip gelirsiniz." (Fussilet , 41/26) derlerdi ki hala etkili ve ciddi sözler karşısında böyle yapmak kâfirlerin huyudur. Razî ve diğer tefsircilerin tefsirlerinde İbnü Revme ve Kutrub'dan rivayet olunduğuna göre sûrelerin başında bulunan mukattaa harfleri indikten sonra okunduğu zaman dikkat ve şaşkınlıklarını celbettiğinden o kâfirler de dinlemeye meyletmekten kurtulamamışlar ve gürültüden vazgeçerek Kur'ân'dan faydalanmışlardır ki, bu kıssanın, bunların özellikle bir nüzul sebebi olarak kaydedilmesi gerekir.

Başta hayreti celbetmek önemli fayda sağlayacağı için Fâtiha'nın başında bulunması gerekmez miydi? diye bir soru akla gelir. Fakat şunu bilmek gerekir ki, ilk anlayış, hayretten önce gelir. Ve Kur'ân'ın gayesi de ilk önce ve bizzat ilim ve hidayete yöneliktir. Fâtiha "الم" ile başlasaydı bu iki önemli gaye elden kaçırılırdı. Ve hatta Fâtiha'daki açıklığı ile tevhid başlangıcı üzerinde anlaşma ve sözleşme yapılmadan önce bu şekil, faydalı olmaktan çok zararlı olurdu.

Bu nakledilenlerle beraber sûre başlarındaki bu mukattaa harflerinin bulundukları sûreye de bir isim gibi delalet etmelerine hiçbir engelin düşünülmemesi gerekir. Nitekim "الْحَمْدُ للّهِ "ın muhkem mânâsı sûrenin de ismi olmasına engel olmamıştır.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

İ'RAB: "Elif lâm mîm" isimleri, önce dış görünüşleri ile harfleri birer birer söyleme yerinde bulunduklarından i'râbları yoktur. Çünkü birer birer sayılan kelimeler, başlangıç cümlesi gibi i'râbsızdır. Bununla beraber aralarında mübteda haber olmaları düşünüldüğü gibi, tamamı bir isim veya isim yerinde düşünülerek, "bu elif lâm mîmdir" meâlinde, hazfedilmiş bir mübtedanın haberi veya oku, dinle, belle, yahut yemin ederim gibi hazfedilen bir fiilin sarih veya gayr-i sarih mef'ûli bih olmak ve nihayet tamamı mübteda ve " ذَلِكَ الْكِتَابُ " cümlesi haber yapılması da düşünülebilir. Bu arada nasb i'râbı bu harflere dikkati çekmek açısından daha beliğdir. Ve bunda yemin mânâsını göz önünde bulundurmak daha kuvvetlidir. Şu kadar ki bunu hepsinde genelleştirme taraftarı değiliz. Bu açıklamadan sonra özellikle şu hususa dikkat çekmek isteriz:

"Elif lâm mîm" isimlerinin müsemmaları olan hecâ harflerinin seslerine delalet ettiğinden, lügat açısından şüphe edilecek bir taraf yoktur. Fakat bu sesler, mutlak sesler midir? Yoksa bir ahdi ve bir özelliği içeren belirli sesler midir? Bunu düşünmek gerekir. Bu nazmın güzelliği, başlangıçta bir gariplikle tecelli ederken, bu seslerde bir yemin, bir özellik hissetmemek de mümkün olmuyor. İlk önce elif lâm, harf-i tarif mânâsını anlatmaktan hâlî kalmaz.

İkinci olarak mim de Arap dilinin bazı lehçesinde lâm yerine belirtme edatıdır. "Yolculukta oruç tutmak sevap mıdır?" sorusuna karşı "Yolculukta oruç tutmak sevap değildir." hadisinin"Resim" demek olduğu bellidir. Bundan dolayı bu seslerin genel olarak hecâ harfleri sesleri değil, güzel bir gariplik içinde, özel bir şekilde bilinen ve belli olan birtakım sesler olması hemen akla gelir. Ve bunları belirlemenin karinesi de vardır. " ذَلِكَ "den tâ " يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ "nidasına kadar bu sûrenin başındaki hitabın ilk önce ve bizzat Resulullah'a yönelik olması ve bir de vahyin inme şekli ile ilgili hadisler göz önünde bulundurulunca diyebileceğiz ki, bu sesler Kur'ân inerken Hazreti Muhammed'in kulağında bir özellik ile çınlayan, şekillerini ve mânâlarını Hazreti Muhammed'in kalbinde yerleştiren ve tesbit eden vahiy sesleridir. Harfler ve kelimelerin alışılmış olan ortaya çıkma şekillerinden büsbütün başka bir olağanüstü özellik ile tecelli eden o ilâhî sesler, yalnız Resulullah'ın duyması ve hissetmesi olduğundan, hissedilenin durumları ve ayrıntıları da ancak onun tarafından bilinir. "الم" Kur'ân nazmını Hazreti Muhammed'in kalbine indiren o olağanüstü seslerin, yalnız Peygamber tarafından belli olan ayırıcı vasıflarını bildiren cins isimleri demek olur. Ve bundan dolayı Kur'ân'ın veya sûrenin bir ismi olması rivayeti, bu görüş açısından çok faydalı ve uygundur. O halde mânâyı dinleyelim:
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

2-" الم " Allah daha iyi bilir ey Muhammed! "Elif lâm mîm" denilince senin derhal anlıyacağın o olağanüstü sesler, zaman zaman çan sesi gibi o "lâm" "mîm" ğunneleri ile kulaklarında çınlayan vahiy sesleri, belirmeleri insanlar arasında ancak sende görünmeye başlayan ve fakat diğer insanlarca da elifba ve ebced gibi cinsleri ile düşünülebilen o harfler ve kelimeler ve onların mânâları, özetle o isim veya isimler yok mu? " ذَلِكَ " işte o sesler ve o seslere verilen güzel düzen ile sana ve senin kalbine Allah tarafından indirilmekte olan o " الم " o mucizeli nazım ve mânâ yani o Kur'ân'dır ancak " الْكِتَابُ " tam kitap, yegâne kitap denilmesine layık olan o hak ve hükümlerin kesin delili, yahut "Doğrusu Biz sana, sorumluluğu ağır bir söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil, 73/5) âyeti ile vaad edilen o ağır ve büyük Allah kelâmı ki, ondan sonra "el-Kitâb" denilince Allah'ın yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine kitap denilmesi caiz olmayacaktır. Bunun içindir ki müslümanlar arasında kitap denilince ancak Kur'ân anlaşılır. Hatta Peygamberin hadislerine bile kitap denilmez de sünnet denilir. Şu halde burada kitabın tanıtılması şu olur: Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimize indirilmiş olup her bir sûresi i'câz ifade eden ve ondan bize tevatür yoluyla nakledilmiş ve o şekilde mushaflarda yazılı bulunan beliğ (düzgün ve sanatlı) nazım ki hem tamamına, hem bir kısmına denilir. Yani bütünü ve hepsi arasında ortaktır. Şeriata göre bu şekilde tarif edilmiş olan kitap, asıl lügatte ve (ketb ve kitâbet) gibi bir ekleme ve toplama mânâsını kapsamış olarak, harfleri birbirine eklemek yani yazmak mânâsına masdar iken örfte mektup (yazılmış) mânâsına isim olmuştur. Kitabet (yazmak) ve kitap aslında yazıya ait nazımdadır. Bununla beraber ibare dediğimiz lafza ait nazma da denilir. Birincisinde kitap, bir yere yazılmış olan yazının tamamı; ikincide ise yazılan yazı ile anlatılan ibare (metin) demektir. "Falan kitap benim kütüphanemde var." dediğimiz zaman birincisini, "Falan kitap ezberimdedir." dediğimiz zaman da ikinciyi söylemiş oluruz. Şüphe yok ki bunların hepsinin altında mânâya delalet önemlidir. Ve her kitaptan kasd edilen o mânânın anlaşılmasıdır. Fakat sadece mânâya -kelâm (söz) denilebilirse de- kitap denilmesi herkesçe bilinmiyor.

Kitabın mahiyeti, o mânâya delalet eden nazım ve nihayet nazım ve mânânın toplamıdır. Bundan dolayı bu indirilmiş kelâma kırâet açısından Kur'ân, tasarıda veya gerçekte yazılması açısından kitap denildiği zaman, nazm ve mânâ beraber kasdedilmek ve daha doğrusu mânâya delalet eden sözlü veya hatla ilgili nazmı tasarlamak zorunlu bulunduğundan, yalnız mânâya Kur'ân veya kitap denilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır. Çünkü mânâ ne okunur, ne yazılır. Okunan sözlü nazm, yazılan da hatla ilgili nazmdır. Sırf mefhum olan mânâ ile zihinde kasdolunan lafızların şekillerini, kelam-ı nefsîyi (içte bulunan sözü) birbirinden ayıramayanlar, kitabı sadece mânâdan ibaret imiş gibi sanabilirler. Fakat mesele ilim ve fen ve özellikle psikoloji gözüyle etraflıca incelendiği zaman mükemmel, güzel, sağlam denilebilen fikir ve mânâların, lafız şekilleri ile öyle derin bir kenetlenmesi ve bağlanması görülür ki, dil dediğimiz o lafzî şekilleri alıverecek olursanız fikirde, mânâda hiçbir sağlamlık ve mükemmellik bulamazsınız. O yüksek mânâ ve fikirlerden bir iz göremezsiniz. Yani nazm, yalnız başkasına değil, düşünürün kendi kendisine bile mânâyı anlatma ve birbirinden ayırmada önemli bir vasıtadır. Zaten böyle olmasa idi dil ve yazının düşünce ile ilgili manevi ilerlemelerde büyük bir önemi kalmazdı. Bunun için lafza ve hatta (yazıya) ait nazm, ikisi birden kaldırılmak suretiyle yalnız mânâdan ibaret bir kitap, bir Kur'ân tasarlamak mümkün değildir. Yine bunun içindir ki yüce Allah, meleklere karşı dem'e verdiği ayrıcalığı, sade mânâları öğretmek ile değil, belki isimleri öğretmek ile vermiştir. Peygamberimize indirilmiş olan da Kur'ân'ın yalnız mânâsı değil, hem nazmı (lafzı) ve hem mânâsıdır.

Bunda şüphe etmemeli ve asla kötü zanna düşmemelidir. Çünkü bu " لاَ رَيْبَ فِيهِ "dir. Aslında her türlü şüpheden uzak ve her töhmetten uzak kılınmıştır. Kitaplar içinde hak "kendisinde şüphe olmayan" Allah'ın kitabı olduğu bunun kadar kesinlik ve şüphesizlik ile bilinen ve doğru yolu bunun kadar gösteren hiçbir kitap yoktur. Bunun ne vahyinin niteliği ve inmesinde bir şüphe, ne de tebliğinde bir töhmet vardır. Ey yüce Peygamber! Hira mağarasından beri Rûh-i emîn Cebrailin getirmekte olduğu o vahiy seslerini sen tam müşahede ile dinleyip biliyorsun, senin doğruluğun ve güvenilirliğin de denenmiş ve herkesçe bilinir. Sonra bu kitabın i'câzına da söz yoktur. Zaten kesin ilmin kaynağı da önce tam müşahede (gözlem) ve yeterli tecrübe; ikinci olarak bizzat bu görme ve tecrübeye imkan bulunmayan yerlerde doğru haber ve tarihin şahitliği; üçüncü olarak aklın güzel bir delile dayanarak netice çıkarması değil midir? Bundan dolayı Hakk'ın indirdiği, hakkın şiarı, doğru haber veren, maksadı yalnız iyilik ve insanlığın mutluluğu olan bu kitapta şüpheye izin verecek ne bir cehalet ve gaflet, ne de bir kötü niyet ve bozuk maksadın tasavvuruna imkan yoktur.

Gözlem ve tecrübeye eremeyenler için de sonsuza kadar delalet, i'câz ile hüsn-i istidlâl (bir delile dayanarak güzel netice çıkarma) yolu açıktır. Allah Teâlâ bu kitap ile bunu da üzerine almıştır. Bunun kemalinde, doğruluğunda ahlâkî oluşunda, Allah'a ait olmasında şüpheye düşecek olanlar iki sınıftan biri olurlar. Bunlar ya bilmemekle beraber bilmediğini de bilmemeğe boyanmış, özel gayelerinden başka hiçbir şeye değer verme duygusu kalmamış olan kalpleri mühürlenmiş inatçı kâfirlerdir. Veya tam cahilliğe inanmış, her hususta şek ve şüphe ruhlarını kaplamış, hakkı anlamaya, ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlâka erdirecek basiret nurları sönmüş, münafıklığı, kötü zannı şiar edinmiş şüphecilerdir. Artık bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen anlamsız, hükümsüz ve haksızdır. Bu kâfirlerin, münafıkların durumlarını da yakında görürsünüz.

Rayb (şüphe), aslında nefse bir ızdırap, bir kuşku vermek mânâsına masdar iken, lügat örfünde bu ızdıraba başlıca bir sebep olan şek ve şüphe mânâsında kullanılması üstün gelmiştir. Yani rayb, şüpheye yakın ve fazla olarak kötü zan gibi bir töhmet mânâsını da kapsar. Fakat asıl mânâsı şüphe ve kuşku, yani kuşkulu şüphedir. Yalnız "şüphe" kelimesini de bu mânâda kullanırız. Burada rayb bütün cinsi ile olumsuz kılındığından ilmî şüphe ve ahlâkî şüphe diye birbirinden ayrılabilecek olan şüphe ve suçlama durumlarının ikisi de kaldırılmış ve iki yönden kesin olarak isbatlamakla kitabın mükemmelliği açıklanmıştır. " لاَ رَيْبَ فِيهِ " "zâlike"nin ikinci haberi olabilirse de başlı başına bir cümle olması daha seçkin ve mukadder (sözün gelişinden anlaşılan) bir soruyu düşünmekle bir başlangıç cümlesi olması ise daha beliğdir. Tek bir kişinin bütün insanlık âlemi ile ve özellikle bozuk niyetlerle dolu, çok zalim ve cahil olan bir insanlık âlemi ile mücadelesi demek olan peygamberlik vazifesi açısından yüce Peygamber: "Ey Rabbim! Şüphe ve şirk içinde yüzen şu insan yığını benim karşıma çıkıp da: 'Bu kitabın Allah'ın gerçek sözü olduğu ve sana Allah tarafından vahiy yoluyla indirildiği ne malum? Bu senin sözün, şairler, yazarlar, müellifler gibi sen de bunu kendin tasarlıyorsun ve fazladan olarak bir de Allah'a isnad ve iftira ediyorsun' diye iftira yapmaya kalkışacak olurlarsa ben ne yaparım?" diyebilirdi. İşte yüce Allah böyle bir soruya meydan bırakmamak için: "Bu konuda hiçbir şekilde şüphelenmeye yer yoktur." diye açık olarak mutlak güvence bağışlamıştır ki bunda Resulullah'ın ruhunun, vahyi gerek kabul etmede ve gerek tebliğ etmede sözünde duran emin bir kişi olduğunu kaydetmek ve ilan etmek vardır. Ve bu şekilde kitabın kendisinde hiçbir şüphe olmadığını kaydetmek, kitabı tebliğ eden Muhammed el-Emin'in kendisinde de hiçbir şüphe bulunmadığının tescilidir.

Yakında "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphe ediyorsanız." (Bakara, 2/23) âyeti ve daha ileride "Allah'a yalan uyduran veya kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde; 'Bana vahyolundu.' diyen ve 'Allah'ın indirdiği gibi bir kitap da ben indireceğim.' diye iddia edenden daha zâlim kim olabilir?" (En'âm, 6/93) gibi âyetler ile Kur'ân bu noktaları tafsilatıyle savunacak ve isbat edecektir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

Bu başlangıca Kelâm ve Felsefe ilmi açısından baktığımız zaman her şeyden önce şüphe ve yakîn meselesine yani ilim ve marifet (bilgi) teorisinin mahiyetine işaret edilmiş ve bu konudaki bütün felsefî tartışmaları apaçık bir vahiy ile ortadan kaldırmış bulunduğunu görürüz ki, akaid (inançla ilgili) kitaplarımızın en başında "Eşyanın hakikatları sabit ve bunları bilmek gerçekleşmiştir." ilk inancının konulması ve sofestâiye denilen şüpheci ve inatçıların reddedilmesi ve ilim sebeplerinin gerçekleşmesi ile söze başlanması da bundan doğmuştur. Ve yeni felsefelerde her şeyden önce bu noktaya önem verildiği ehlince bilinmektedir. Böyle olmakla beraber ilimlerin ve fenlerin ilerlemesine rağmen, kâinatta gerek teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu da inkâr olunamaz. Bundan dolayı, insanlığın en büyük kalb ve ahlâk hastalığı, şüphe ve şek meselesinde olduğunu ve insanlığın mutluluğu için bunun her şeyden önce ortadan kaldırılmasının gerekli bulunduğunu yüce Kur'ân bu şekilde işaret ettikten sonra insanları, iman, ilim ve kesin bilgi ile yaşatacak olan hak ve doğru yolu yavaş yavaş açıklayıp anlatacak ve anlatırken gayb (gizli olan) ve şehadet (görünen) yani akla uygun olan fizikötesi ile duyumsanan tabiat arasında kesin olan gerçeklere ve hepsinden önce Tevhid-i Hakk'a dikkatleri çekecek ve bütün bunlarda ahlâkî değer ve amelî gücü temel fikir olarak takip ettirecektir. Bu bilimsel noktalar ile Bakara sûresinin başı, Fâtiha'dan sonra bütün Kur'ân'ın bir genel önsözü demek olduğundan, sûrelerin tertibi (düzeni) ne kadar tabiî ve ne kadar ilmî ve derin sebepleri kapsadığı ortaya çıkacağı gibi, Hazreti Peygamber'in beşerî çevresi ile bu ilmî gerçekler incelendiği ve mukayese edildiği zaman da Kur'ân'ın yalnız Allah'ın vahyi olduğunda zerre kadar şüpheye yer olmadığı ister istemez kabul edilir.

Kendisinde şüphe olmayan bu Kitap Müttakîlere hidayetin ta kendisidir. Sapıklıktan çıkıp hakkın korumasına girmek yeteneğine sahip olanlara hakkın hükümlerini bildirecek bir delil, doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir. Diğer bir ifade ile bu kitapta pek büyük bir hidayet-i rabbaniye vardır.

Fakat müttakî (günahlardan sakınan)ler için. Çünkü bundan faydalanarak istenen gayeye erecek olanlar; şek ve şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini koruma, akibetlerini kazanma kabiliyetine sahip bulunan müttakilerdir. Gerçi bu kitap esas itibariyle "İnsanlar için hidayettir." Genellikle insanları irşad ve doğru yolu göstermek için inmiştir. İyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek demek olan bu hidayetin, bu çağrı ve rehberliğin esas itibariyle şuna buna tahsis edilmesi yoktur. Fakat hidayetten istenen şey ihtida yani maksada kavuşma gayesi, şimdiki halde veya gelecekte, sakınma sıfatına sahip olanlara nasip olacak, fıtrî kabiliyetlerini kaybetmiş olanlar bundan faydalanmayacak ve belki zarara uğramış olacaklardır. "Biz Kur'ân'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'ân, zâlimlerin ise ancak zararını artırır." (İsrâ, 17/82). Hüda, hem lâzim (geçişsiz), hem de müteaddî (geçişli) olur. Fâtiha'da açıklandığı üzere hidayet, yol göstermek ve istenen şeye ulaştırmak gibi iki mânâda ortaktır veya kullanılmaktadır ki, birine "gayeye ulaştırmayan hidayet", diğerine "ulaştıran hidayet" denilir. Yüce Allah'a göre biri ulaştıran yolu göstermek ve irşad etmek, diğeri hidayeti yaratmak ve insanları başarılı kılmak demektir. Kur'ân'da ikisi de geçmiştir. Bundan dolayı sonuç olarak "müttakî (günahlardan sakınan)ler için"de doğru yola ulaştıran hidayet yani tevfik (başarı), "İnsanlar için hidayettir"da yalnız doğru yolu göstermek ve irşad mânâları açıkça görünür ise de, araştırma yapıldığında Kur'ân'a nisbet edilen hidayetin irşadla ilgili hidayet olacağı meydana çıkar. Çünkü başarı ve insanları doğru yola iletmeyi yaratmak, kelam sıfatı ile değil, fiil sıfatı ile ilgilidir. Ve burada "لِّلْمُتَّقِينَ " denilmesinin önemli bir nüktesi vardır. Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile gerçekleşen Allah'ın irşadının etkili olması ve başarıya yaklaştırması için muhatap olan insanların ihtiyarî fiilleri adeta şart kılınmıştır. Kur'ân, herkese genel bir şekilde doğru yolu göstermek için inmiş olmakla beraber, herkes bunu kabul etmede ve istiyerek seçmede eşit olmayacak, bir takımları buna iradesini harcamıyacaktır. Çünkü insanlığın fıtratının (yaratılışının) aslında genel olan hitap kabiliyeti birtakım insanlarda kötü alışkanlıklarla tamamen ortadan kalkmış bulunacağından, Kur'ân'ın irşadları tam belağatı ve kapsamlı gerçekleri ile beraber, o gibilerin kalblerinde tabii olarak sevinç arzusunu uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır. Bunun için hitabın esas faydası, hüsn-i ihtiyar(doğru tercih) yeteneğine sahip olan kabiliyet sahiplerine ait olacaktır ki, bunlar da takvası veya en azından sakınma yeteneği bulunan müttakiler (takva sahipleri)dir. Bundan dolayı Kur'ân'ın inmesinin hikmeti, başlangıçta insan iradesinin katılması şartı ile bütün insanlara hidayet etmektir.

Fakat şartın gerçekleşmesine göre bu hikmet, bu gaye, müttakilerin hidayeti olarak gerçekleşecektir. Bununla beraber müttaki (takva sahibi olma) niteliği, kazanma ile elde edilen bir nitelik olduğundan dolayı, geleceğe göre bütün insanları içine alması mümkün olan bir niteliktir. Bu itibarla hidayetin, geçmişi bir yana bırakarak yine umumun hidayeti olmasına engel olan bir tahsis değildir. "Arab için hidayettir." veya "Acem (Arap olmayan)e hidayettir." denilmiyor. Şu halde "Bu kitap bütün insanlık nevine hidayet için inmiştir. Fakat bu hidayetten faydalanmanın ilk şartı Allah'tan gereği gibi korkmayı seçmek, yani korunmayı istemektir. Bundan dolayı her şeyden önce korunmaya istekli olunuz ki, kurtuluş bulasınız." meâlinde bir takva tavsiyesini kapsamaktadır.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

İttikâ, vikâye (korunma)yi kabul etmek, başka bir ifade ile vikâyeye girmektir. Vikâye ise aşırı korumacılık, yani acı ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir. O halde lügat açısından ittikâ veya onun ismi olan takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, özetle kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Bunun gereği olarak korkmak, kaçınmak, sakınmak ve çekinmek mânâlarına da kullanılır. Tevakkî (çekinme) deyiminde yorgunluğa katlanma, ittikâda sadelik vardır. En kapsamlı ve en kuvvetli koruma ise ancak Allah'ın korumasıdır. Çünkü insanın koruması, şimdiye ve geleceğe tamamen hakim olamadığı gibi, şimdiki halde görünen acı zararların bile hepsine hakim olamaz. Bundan dolayı iyi korunmak demek olan gerçek korunma, ancak Allah'ın korumasına girmekle gerçekleşebilir. Gerçi rahmaniyete ve yaratılışın aslına göre herkesin Allah'ın korumasından zorunlu ve tabiî ihsan edilmiş bir payı vardır. Ve o oranda herkes korunmasız zorunlu bir korumaya sahip olur. Fakat rahimiyete ve ihtiyarî fiillere göre insanın bu korumaya isteyerek ve idrak ederek girmesi, yani kendisinin korunması da şart olmuştur. Demek ki Allah'ın korumasının her yönüyle tamamen tecellisi (ortaya çıkması), insanın şimdiki zamandan daha çok, akibeti hedef edinen Allah'tan gereğince korkma hissine bağlıdır. İşte bunun için şeriatta mutlak sakınma veya takva, insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak ahirette zarar ve acı verecek şeylerden iyice koruması, diğer bir ifade ile günahlardan sakınması ve iyiliklere sarılması diye tarif olunur ki, gerçek korku ve sevgi ile ilgili olarak biri var olana, diğeri olmayana ait iki itibara sahiptir: "Tahliye ve süsleme". Eûzü besmeleden, tevhid kelimesinden itibaren bu iki itibarı görürüz. Bundan dolayı şer'î takvanın, yalnız olumsuz ve mücerred (soyut) perhizkârlıktan ibaret olduğunu zannetmek yanlıştır. Bununla beraber ittikâ (sakınma) bunların yalnız birinde kullanıldığı çoktur. Mesela Kur'ân'da korku, iman, tevbe, itaat, günah işlemeyi terketmek, ihlâs (samimiyet) mânâlarından her birinde kullanıldığı yerler vardır.

Ve inceleme yapıldığında Kur'ân'da ittikâ (sakınma) ve takva üç derece üzerine zikrolunmuştur ki, birincisi; ebedî azabdan sakınmak için Allah'a şirk koşmaktan kaçınmakla iman "Ve onları takva kelimesine bağladı." (Fetih, 48/26) gibi. İkincisi; büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekden sakınmak ile farzları eda etmektir ki, şer'an (İslâm'da) bilinen takva budur. "O ülkelerin halkı inanıp Allah'ın azabından korunsalardı." (A'râf, 7/96) gibi. Üçüncüsü; kalbinin sırrını Allah'tan meşgul edecek her şeyden kaçınmak ve bütün varlığı ile Allah Teâlâ'ya yönelmek ve çekilmedir ki, bu da "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır biçimde korkun." (Âl-i İmrân, 3/102) emrindeki gerçek takvadır. Bu mertebe, o kadar geniş ve o kadar derindir ki, bu mertebedeki insanların derecelerine göre farklı tabakalara ayrılır. Ve peygamberlerin yüce himmetlerinin ulaştığı derecelere kadar çıkar. Bu şekilde yüce Peygamberler hem peygamberlik ve hem velilik başkanlıklarını birleştirmişler, onların cisimler âlemiyle ilişkileri, ruhlar âlemine yükselmelerine engel olmamış ve halkın yararları ile uğraşmaları da hakkın işlerine dalmalarına zerre kadar sed çekmemiştir. Bu da aslında kazançlarının meyvesi değil, Allah Teâlâ'nın özel rahmetinin eseri olmuştur.

"İnanıp iyi işler yapanlara bundan böyle (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur." (Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın bu üç derecesini toplamıştır. "Allah adaleti, ihsanı.. emreder." (Nahl, 16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir. Bundan dolayı Kur'ân'ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar. "هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ"in, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma mânâsıyle tefsir edilmesi gerekir. Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur'ân hidayetinin, ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittikâ da, Kur'ân hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına göre meselede bir devir (Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva yeteneğidir. Ve müttâkîler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı kesin ve kat'î olarak bilmeye aday olabilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu "takva derecesine yükselenler" diye tefsir ederler. İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını da kapsadığından takva, takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden daha geneldir ki, buna umumî mecaz adı verilir.

Üçüncü olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur'ân hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan dolayı Kur'ân hidayeti, ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlıyarak, takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa kadar varacağından, mertebeleri tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir işareti asla düşünülemez.

Özetle Kurn, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir. Bunun için insan, ne kadar yükselirse yükselsin,Kur'ân hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız sayamıyacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar. Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek, diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi gereken ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şartlarını anlatacaktır. O yalnız ilkel insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir. Gerçekten insanlık toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan bir hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah'ın korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.

"الم" Kur'ân'ın ezeli itibarını, " ذَلِكَ الْكِتَابُ " görünen gerçeklerini, " لاَ رَيْبَ فِيهِ " ilmî ve ahlâkî özelliğini, " هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ" inme hikmetini ve pratik gayesini dile getirmiş ve sonra inen her âyet, kendinden önceki âyeti anlatmış ve açıklamış ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri (bağlaçlar) gibi sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört cümleden oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fâtiha'daki "bize hidayet et" duasının cevabı olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf vardır ki, önce hat (yazı) açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred (tekil) isme yükseliyor. İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç veciz (özlü) cümle yayılıyor. Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas mânâsı olduğu gibi sabit olmak üzere çeşitli irâb şekillerini ihtiva ederek her birinde bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor. Sonra bunları aynı şekilde üç âyet ve üç kıssa takip edecek ve daha sonra da "Ey insanlar ibadet ediniz." (Bakara, 2/21) genel hitabı ile sûrelerin maksatları yavaş yavaş inkişaf etmeye devam edecektir. Bu açıklamanın gelişme şekli Kur'ân'daki uyuma bir misal vermek için ne kadar dikkate değerdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ


Resim---Ellezîne yu’minûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn(yunfikûne) :Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine merzuk kıldığımız şeylerden infak ederler.(Bakara 2/3)

3- O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar. Yahut gıyâben (görmeden) de iman ederler. Diğer bir tabirle onlar, gözle değil, kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk içinde gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçip giden ve hissedilen hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler.

Hakikatte varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle "meşhût" ve "gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye ayrılır. Ve birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemiyenResim kısmında kabul ederler ve buna "mânâ âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi", "ruh âlemi" veya "gayb âlemi" derler ve Felsefe'nin konusu olarak da bunu tanırlar. Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta müşahede edilen şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz, bizzat bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri. Bilimler ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir. Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir.

Çünkü dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir. Görünmeyen, madde atomlarının veya esirin titreşimleridir. Parıltı, ışık o titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür. Bu meseleyi İmam Gazali "İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin ışığı, halkın zannettiği gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir nesne değildir. Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat ilâhiî kudret ile yaratılan bir hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür. Ses de aynen böyle. Biz biliyoruz ki ses, hâriçte havanın özel bir dalgalanmasından ibârettir. Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza dokunduğu anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı ve soğuk dediğimiz şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir. Bunun içindir ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür. Aralarında bir mertebe (derece) farkı vardır. Bunu elektrikten anlıyoruz. Kısacası koku ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza dokunmasında koku ve tad olarak ortaya çıkarlar. Demek görme ve dış görünüşte vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi hareketin bize özel birer görünümüdür. Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellisi değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir. Bunların hedef ve gayesi olan gerçek ise görülmez. Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler... gibi tarihî olayların illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları, iradeleri... gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir ve görülmesi mümkün değildir. Görülebilen ise onun tecellîleri, hayali, gölgesi ve yansımalarıdır...

Bu ifade bize âlemi pek güzel açıklıyor. Bu açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır. Tabiat, görülen âlem bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin bir hayalidir. Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış görünüşü ile değil. Bu noktada yürüyen ve Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen âlimler ve İslâm feylesofları da vardır. Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih telakki ettiği ve imanımıza göre ilahî hakikat "mutlak gayb" değildir; O, gözle görülmeyen ve görülenin (kaynağı) merciidir, her şeyi (kapsayan) ihata edendir. Bunun için O'na özel ismiyle "gayb" denmez, Allah'ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde de bu isim (görülmemiş) vârid olmamıştır. O, ahirette, cihetlerden, mekandan münezzeh olarak görülebilir. Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için tamamen görülmüş de olamaz, ona doyulmaz. Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme duygusu olduğunu söylüyoruz. Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da inanırız. Bunun için O'na, özel isim vermemek kaydıyle "gayb" da denilir. Allah'ın melekleri de bize gaybdır, yani görünmezler, ahireti de öyle, fakat onların da görülmesi mümkündür. Mesela genellikle "kuvvet görünemez" deriz. Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir. Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür. Hâsılı bizce "gayb", görülemiyen demek değil, görülmeyen demektir. Bugünün akla uygun olanı, yarının hissedileni olabilir. Biz delilsiz olan gaybe değil, delili olan makûl (akla uygun) gaybe iman ediyoruz. Her delil ise, delalet ettiği şeyin bir yanına haiz olduğu (içerdiği) için delildir. Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve Allah'ın kitabı. Şu halde gaybin hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini inkar etmeyiz. Kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar, kısa bir bakış halinin zahiri görünümüdür. Bunun arkasında karanlıklara karışmış bir geçmiş silsilesi, önünde de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin ötesinde bir kalp ve hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır. Ve "dünya" adını alan şimdiki durum, görünenden gayb (görünmeyen)e intikal etmiş bulunan o geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek zincirleri arasında yegâne göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki sonsuz iki deniz arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalbi de onun ağırlık merkezine tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer denize atılmış olan tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden kır kır geçip akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor. Bütün ağırlığı, kıstağın karanlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası görüyor. Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor. Görme duygusu ne denizlere erişiyor ve ne diplerindeki zincire. O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu görüyor ve görürken zincirin bütün ağırlığını çeken kıstağın gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor. O hareketten ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek, başlangıç ve sonuç denilen birer gayb âlemi var. Dünya âlemi, hissedilen tabiat, imkan deliliyle varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu olarak var. Bundan başka o görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir batını, bir iç yüzü, diğer tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir fizikötesi veya tabiat üstü de vardır. İş o zincirde değil, onu salıp hareket ettirenle, o kıstağı kuran, o gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan gözetici ile gözetileni birleştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen âlemin hepsini ihata eden (kapsayan), mutlak kefili olan yüksek kudrettedir. Şu halde kendini korumak isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken, daha önce onların arkasındaki gaybe ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine (kaynağına) mutlak kefiline, âlemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene, ahiret gününün sahibine "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/4) diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç esası içine alır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen âlemi bilmektir. Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman ve bilgi "O, evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır." (Hadid, 57/4) birliğini bulur.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

Gayb (kelimesi), "gaybet" ve "gıyâb" (göz önünde bulunmama) anlamında masdar veya gâib (göz önünde olmayan) mânâsında isim ve sıfat olur ki, bu da "adl" kelimesi gibi masdar diye isimlendirilmişdir veya "meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib" kelimesinin hafifletilmişidir. Buna göre dilimizdeki "kaybettim", "kayboldu" tabirleri gerçektirler. Bazılarının zannettiği gibi "bunu kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum yoktur. "Gayb" ve "gâib" ise başlangıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle ilk nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla idrak olunabilir. Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için anlaşılmış, hazır ve şahittir. Bundan anlarsınız ki, kapıyı çalan vardır. O henüz sizin için ortada yoktur. Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak tasdik edersiniz. Bu, bir iman veya şuurlu bir bilme olur. Sonra henüz kapınızı çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler. "Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır. "Gâib" (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. "Gayb" ise görülmez, fakat görür olandır.

Şu halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb" (gaybları bilen) Allah bilir. "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez" (En'am, 6/59) âyetindeki gaybden maksat bunlardır, deniliyor ki; sırası gelince açıklanacaktır. Diğer kısmı da delili bulunan gâiblerdir ki "onlar gaybe inanırlar." (Bakara, 2/3) âyetindeki gaybden kastedilen de bu kısımdır." الْغَيْبِ "kelimesinin elif lâmı ahd içindir. Yani Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları, tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Hak Teâlâ ve sıfatı, ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme... gibi imânâ ait temel unsurlardır. Ve bu iman, bazılarında tahminî ve keşfî bir geçişle, bazılarında da fikrî ve delilli bir intikal ile oluşur. Sonra "gaybe iman" ile "gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış farkı vardır. Zira birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış, ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur). Bunun için bazı tefsir bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve:"Sizin gerek arkanızdan ve gerekse huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir. Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır. Şu halde gayba iman ile, gıyaben iman arasında mânâ bakımından fark yoktur. Ve her iki değerlendirme ile imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından dikkati çekmektedir. Çünkü korunmak ona bağlıdır. Peygamber'i görüp iman eden sahabîlerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik edişlerindedir. Ve burada Peygamber'i görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne işaret vardır. Nitekim İbnü Mes'ud hazretleri "Kendisinden başka ilah olmayan (Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli bir şeye inanmamıştır." buyurmuş ve bu ayeti okumuştur. Diğer bir açıklama ile de burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve kalbin sırrının kaynağının "görmek" olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin delillerini gözden daha çok kalp ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden kurtaran bir imânâ ermek mânâsını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna işaret vardır. Yani kalbi bilen, Allah'ı bilir. "iman", asıl lügatta "emn" ve "emân" kökünden türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayrûret (olmak, hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır. Geçişli olduğuna göre "güven vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan "Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayrûret (olmak) mânâsına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur. Ve "sağlam" ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder ki, dilimizde inanmak denilir. Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan emin olmuş olur. İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli olur. Bununla beraber Resim gibi "bâ" veya "lâm" harfleri ile de geçişli olur. "Bâ" harfi ile geçişli olduğu zaman "itiraf" mânâsını, "lâm" harfi ile geçişli olduğunda da iz'an ve kabul anlamını içine alır. Bunun için" الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ " gaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut "Tasdik ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve itiraf ederler." demek olur.

Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır. Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir sınırsız imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır. Allah'a iman, bu şekilde, görünenden görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider.

Genel olarak lügatta "tasdik", ya sözlü veya fiilî olur. Sözlü tasdik de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere iki türlüdür. Buna göre lügat geleneği bakımından tasdikin üç derecesi vardır: Birincisi, kalbe ait tasdiktir. Bir kimse herhangi bir hükmün veya bir sözün veya söyleyeninin doğruluğunu yalnız gönlünde itiraf, teslim ve bunu kendi kendine ifade ettiği ve onun doğruluğuna kalben emin olduğu zaman, o hükmü veya sözü veya söyleyeni tasdik etmiş olur. İkincisi dil ile tasdiktir. Bu da, kendisinden başka birine dahi bildirecek ve duyurabilecek bir tarzda; "bu böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki, ya gerçek veya görünürde olur. Birisinde bu dil ile tasdik, kalbî tasdik ile birleşir, söyleyen kendisince de doğru olur. Diğerinde dil başka, kalp başka olur. Yani dili ile diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar. Üçüncüsü fiil ile tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine getirmekle olur. Bu da kalp ile veya dil ile tasdikten birine veya her ikisine yakın olup olmadığına göre birkaç dereceye ayrılır. Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur.

Acaba din lisanında iman bunların hangisidir? Yani İslam dininde bunların hangisini yapan mü'min sayılır? Lügattaki iman ile dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu Kur'ân'dan ağır ağır öğreneceğiz ve bu âyetten itibaren başlıyoruz.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

Dindeki imanın, lügattaki imandan iki yönden özelliği bahis konusudur. Birincisi, iman edilecek olan ilgili (yani kendisine inanılacak şey) bakımından şer'î iman özeldir. Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.v.)'in Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen şeylere kısaca ve gerektiğinde genişçe inanmaktır. Bunun en özetli olanı Allah'a ve ondan gelene inanmak, diğer deyişle (Allah'tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür.) kelime-i tevhidine inanmaktır. Bir derece tafsîl (açıklama) ile, Allah'a, Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine, ahirete inanmaktır. İkinci bir tafsîl (açıklama) ile Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya inanmaktır. Üçüncü bir tafsîl de Kitap (Kur'ân) ve Sünnet ile Muhammed (s.a.v.)'in bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan haberlerin ve hükümlerin tümüne ve her birine Allah'ın ve Allah'ın peygamberinin istediği şekilde inanmaktır ki, burada "Onlar gayba inanırlar; ve onlar sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana inanırlar; ve onlar ahirete kesin olarak inanırlar." ifadesi bütün bunları iki derecede açıklamıştır. Diğer açıklamalar da ilerde gelecektir. Ve bu derecelerden her biri, güç yetme derecesi ile birlikte bulunur. Bütün dini bilmek demek olan tafsîl, havass (saygın kişiler)ın özelliği olabileceğinden, halk ve çoğunluk için birinci farz, özet olarak inanmak ve en son da tafsîlin ikinci derecesine imandır. Ve işte Bakara Sûresi'nin başı bu iki değeri göstermiştir. Halbuki lügat anlamındaki imanın ilgi sahası bundan daha geniştir. O, gerçeği ve yanlışı, doğruyu ve eğriyi içine aldığı gibi, gereksiz sayılacak ayrıntıları da içine alır. Lügat bakımından iman denebilecek birçok tasdikler vardır ki, onlar din açısından tam küfürdürler. Mesela şirke inanmak; şeytanın sözüne, doğruluğuna inanmak; küfrün, zulmün hayır olduğuna inanmak; zinanın, fuhşun, hırsızlığın, haksız yere adam öldürmenin, Allah'ın kullarına saldırmanın doğruluğuna inanmak... lügat itibariyle birer iman, fakat İslâm dininde birer küfürdürler. Lügat anlamında imanın diğer bazı kısımları daha vardır ki, dinî açıdan küfür olmamakla beraber birer inanma görevi teşkil etmezler. Bir kısmı mübah, bir kısmı mendub, bir kısmı da kötülük ve günah olabilir ve bunların açıklaması fıkıh ilmine aittir.

Özetle lügat anlamında imanın bir kısmı hak ve hayır, bir kısmı şer ve batıl, bir kısmı da zevk, saçma ve lüzumsuz şeyler olabilir. Hak ve hayır olanlar şer'î imanın aynı veya onun kapsamı içinde ayrıntısıdırlar. Çünkü asıl şer'î iman, şimdiki halin arkasında veya bâtın (kapalılığın)da kaybolan hak ve hayrın anahtar ve ölçüsünü veren ve bir tek yol takip eden prensiplerin tümüdür. Gerçekte bütün iş, hak ve hayırdan önce, bunların prensip ve ölçülerindedir. Ve İslâm dininin esas apaçık gerçekliği olan imânâ dair prensipleri de bu anahtarı ve ölçüyü verir. Hidayet (doğruluk)de onu takip edenleredir. Geleceğin kayıp anahtarı, şimdiki görmede; şimdiki görmenin anahtarı, onun gizli gaybı ile geçmişteki gaybında ve hepsinin anahtarı ise Allah katındadır. "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez." (En'âm, 6/59).

Şu halde insan; anahtarı, doğruyu ve hayrı kendi istek ve arzusunda aramamalı, doğrudan doğruya veya bir aracı ile Allah Teâlâ'dan almalıdır. Aracıları inkâr etmemeli, fakat kulluğu ancak Allah'a yapmalıdır. Çünkü "O'nun izni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255) âyeti onun izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirmektedir.

İkincisi, imanın ilgilendiği şeyi bırakarak, kendi mahiyeti bakımından da şer'î imanın özelliği bahis konusu olmuştur. İmanın şer'î mânâsı, yalnız bir kalbin fiili midir? Yalnız bir dilin fiili midir? İkisi birden midir? Yoksa bunlarla beraber uzuvların fiili midir? Bu noktada bazı mezhep farklarına rastlıyoruz. Şöyle ki:

1. Hâricîler ve Mu'tezile mezhebine mensub olanlara göre şer'î iman, hem kalbin fiili, hem dilin fiili ve hem de uzuvların fiilidir. Yani Allah Resulü'nün tebliğlerini kalp ile tasdik, dil ile ikrar, amel ile de tatbik etmektir. Bunların üçü birden imanın esasıdır. Bunlardan, birisi bile eksik olan kimseye mümin denmez. Hâricîler'e göre kâfir; Mu'tezile'ye göre ise mümin ile kâfir arası fasık denilir. Bunlar şer'î imanda, lügat mânâsındaki imanın üç derecesini toplamış oluyorlar. Selef ve hadiscilerden bazıları da imanı dil ile ikrar, kalp ile tasdik, dinin esaslarıyle amel etmektir diye tarif etmişlerdir ki, imam Şafiî de bu gruba dahildir. Fakat bunlar, ameli terkeden fasıkın imandan çıkmış veya küfre girmiş olduğunu söylemezler. Şu halde bunların görüşleri Hâricî ve Mu'tezile mezheplerinden büsbütün başkadır. Bunlar gerçekte imanın aslını değil, imanın kemalini tarif etmiş oluyorlar.

2. Kerrâmiye mezhebine göre şer'î iman, yalnız dil ile ikrardır. Bunlara göre kalp ile tasdik bulunsun, bulunmasın, dil ile ikrar eden, diline sahip olan mümindir. Kalb ile tasdik de varsa, içi, dışı mümindir. Yok münafık ise, dışı mümin, içi kâfirdir. Bunlar, lügat anlamındaki imanın en aşağı derecesi olan yalnız "söz ile tasdik" mânâsıyle yetinmişler ve şer'î imanın ölçüsünü de, müslümanlar arasında cereyan edecek olan muameleler ve hükümlerin prensibinde açık ve görünür sebebi gözetmişlerdir. Bunlara göre iman, bir kelime meselesi demek oluyor, "İkrar esas, kalp ile tasdik şarttır." diyenler de olmuştur.

3. İmanın esası, kalp ile tasdiktir. Dilsizlik, zorlama gibi bir zorlayıcı engel bulunmadıkça dil ile ikrar da şarttır. Fakat tahakkukunun (gerçekleşmesinin) şartı mı, yoksa tamamının şartı mı, bunun hakkında da sözler söylenmiştir. Eş'arîler bu görüş üzerindedirler.

4. İman, kalbin fiili ile dilin fiilinin toplamıdır. Bunların ikisi de imanın esasıdır. Bununla beraber ikisi de aynı seviyede temel esas değildir. Kalbe ait sorumluluk, hiçbir özürle düşmeyi kabul etmez. Bu, temel esastır. Allah korusun bu yok olduğu anda küfür ortaya çıkar. Dilin fiili olan ikrara gelince: Bu da esastır. Fakat ölüme zorlayan bir zaruret ve özür karşısında bunun zorunluluğu düşer. Ve o zaman yalnız kalbe ait iman yeterlidir. Fakat zorlama mazereti bulunmayan, gücü yettiği halde ikrarı terkeden Allah katında da kâfir olur. Şu kadar ki cemaatle namaz kılmak gibi dinin esaslarından olan bazı ameller de ikrar yerini tutar. Gerçekte şer'î iman daima "bâ" veya "lâm" harfleriyle kullanıldığından, "ikrar ve boyun eğme ile tasdik" mânâlarını içine alır. Ve İslâm dininin hedefi insanlığın yalnız iç yüzü değil, için ve dışın toplamıdır. Hiçbir engel yokken imanını yalnız kalbinde saklayan ve onu açıklamayan kimsenin Allah katında imanının kıymeti olamıyacağı Kitap ve Sünnet'in birçok delilleriyle sabittir. Ameli tatbikat, imanın istenilen meyvesi olduğunda şüphe yoksa da, bizzat amel, imanın kendisinin aynı veya parçası değildir; onun bir dalı ve istenilen neticesidir. Din, bir meyve ağacına benzer, kalp ile tasdik onun toprak altındaki kökü, dil ile ikrar gövdesi, diğer ameller dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri gibidir. Ağaçtan beklenen meyvesi olduğu gibi, imandan beklenen de güzel ameldir ve Allah'a yaklaşmak da onunladır. Fakat dalları kesilmek, yaprakları dökülmek, çiçek açmamak, meyve vermemekle ağaç kurumuş olmayacağı gibi, iman ağacı da böyledir. Fakat gövdesinden yerle beraber kesilmiş olan ağaçların çoğunlukla kurudukları ve zamanını bulduğu halde gövdesi sürgün vermeyen ağacın tutmamış olması gibi, özürsüz olarak ikrarsız iman da böyledir. Ancak kışta kalmış olduğu için henüz topraktan filiz vermeyen tohumun veya kökün kuruduğuna hüküm verilemiyeceği gibi, mazeret zamanında kalp ile tasdik de böyledir. İşte imanın böyle bir temel esası, bir ikinci derecede esası, sonra da tertip edilmiş dereceleri üzere dalları, fazlalıkları ve meyveleri vardır. Ve imanın olgunluğu bunlarladır. . "İman yetmiş küsûr şubedir. Bunların en aşağısı yoldan eziyeti kaldırmadır." hadis-i şerifi gibi birtakım rivayetlerde bu dallara ve şubelere bile iman ismi verilmiş gibi görünürse de, bu imanın kemali yönündendir. Ve hatta "imanın şubesi" denilmesi, imanın aslı olmadığını gösterir. Şu halde bu şubeler ve dallar, küfrün zıddı olan imanın aslı değil, günah işlemenin zıddı olan imanın olgunluğudur ve bunun için bu ayette de "yü'minûn = iman ederler" kısmı, "namaz kılmak" ve "fakirlere vermek" imandan ayrıca zikrolunmuştur. Yukarda anlatılan bazı selef ve hadiscilerin görüşlerini de böyle anlamak gerekir. İmanın aslının, böyle kalbin fiili ve dilin fiili iki esastan ibaret ve geçerli bir özür zamanında ikrarın düşebileceği bir esas olması, lügat mânâsının tam ortası olduğu gibi, İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretlerinin ve bütün fıkıh bilginlerinin de tefsir ve anlayışlarıdır. Ebu Hanife, arkadaşlarına Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat mezhebinin esasını anlattığı ve açıkladığı en son vasiyetlerinde der ki: İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Yalnız ikrar, iman olmaz. Zira olsaydı münafıkların hepsinin mü'min olmaları gerekirdi. Aynı şekilde yalnız bilmek de iman olmaz. Çünkü olsaydı, "Kitap ehli" olanların hepsinin de mümin olmaları gerekirdi. Allah Teâlâ münafıklar hakkında "Allah şahitlik eder ki, münafıklar kesin olarak yalancıdırlar." (Münafıkûn, 63/1) buyurmuş; Kitap ehli hakkında da "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/146) buyurmuştur. Sonra amel, imandan ayrıca bir iştir. Mesela "Fakirin zekatı yoktur." denilir de, "imanı yoktur" denilmez. Aynı şekilde "Fakirin zekata imanı yoktur." da denilmez. Yine Ebu Hanife "el-Âlimü ve'l-müteallim" ismindeki kitabında der ki: "İman tasdik, bilgi, ikrar ve İslâm'dır. Ve tasdik hususunda insanlar üç derecedir. Bir kısmı, Allah'ı ve Allah'tan geleni hem kalbiyle ve hem diliyle tasdik eder. Bazısı da diliyle tasdik eder, kalbiyle yalanlar. Diğer bir kısmı da kalbiyle tasdik eder, diliyle yalanlar. Birincisi Allah ve insanlar yanında mümindir. İkincisi Allah katında kâfir, insanlar yanında mü'mindir. Çünkü insanlar, onun kalbini bilmezler ve açıkta gördükleri ikrar ve görünüşe göre ona mümin demeleri gerekir. Kalbini bileceğiz diye kendilerini zorlamaları da caiz değildir. Üçüncüsü imanını gizlemek zorunda bulunduğu, kendini saklama halinde ise onu tanımayanlar nazarında kâfir sayılır, Allah katında ise mü'mindir". Yine buyurur ki: "İman hakkında böyle kat'î tasdik, bilgi, ikrar, İslâm dedim, bunu açıklamalıyım. Bunlar, çeşitli isimlerdir ve hepsinin anlamı yalnız imandır. Şu şekilde ki, "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye ikrar eden, "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye tasdik eder. "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye tam olarak bilir. "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye bilir, tanır ve "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye kalbiyle ve diliyle teslim olur ve hepsinin mânâsı birdir." Daha sonra İmam-ı Âzam, imanda bir fazla sevgi değeri bulunduğunu da şu şekilde anlatıyor: "Mümin Allah Teâlâ'yı, onun dışındaki her şeyden çok sever. O derecede sever ki, ateşte yakılmakla Allah'a kalbinden iftira etmek arasında serbest bırakılsa yanmayı, iftiraya tercih eder. Fıkhu'l-Ekber'de de buyurmuştur ki: "İman, ikrar ve tasdiktir. Müminler iman ve Allah'ı birlemede eşit, amellerde farklıdırlar. İslâm da o ilahî emirlere teslim olmak ve boyun eğmektir. Lügat itibariyle iman ile İslâm arasında fark vardır. Fakat dinde, İslâm'sız iman, imansız da İslâm olmaz. Bunlar bir şeyin dışı ve içi gibidir. Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün şeriatın ismidir."

İman, esasen masdar ve buna göre bir fiil olmakla beraber örfte ve dinde isim olarak da kullanılır ve o zaman iman bizzat bu fiil ile başlayan bir sabit durumu ifade eder. Bütün bunlardan da anlarız ki:

1. İslâm dini, yalnız bir iman meselesi değildir. İman ve amellerin toplamıdır. Amellerle ilgili tatbikatı atıp da dinin bütün feyzini beklemek tehlikelidir.

2. Böyle olmakla beraber iman, amel demek değildir. Amelin farz oluşuna iman ile, o ameli yapmak birbirinden farklıdır. Müslüman amel ettiği için mü'min olacak değil, iman ettiği için amel edecektir. Şu halde amelini sırf aldırış etmeme ve küçümsemeden dolayı terketmiş değilse kâfir olmaz.

3. İslam dininin imanında esasen kalp ve vicdan işi olan bir esas bulunduğu şüphesiz olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'ın isteği olan iman meselesi yalnız bir vicdan işi olmaktan ibaret değildir. O, tam bir insan gibi kalbin içinden başlayıp, bütün dışa yayılacak ve sonra kâinata güzel ameller saçacaktır. Müslümanın imanı, âleme zarar vermeye sarf edilmiş olan baştan çıkarıcı düşünceler veya şeytanın dürtüleri değildir ki kalp ve vicdanda hapsedilmeye mahkum olsun. Müslüman ancak bir zorlayıcı zaruret karşısında imanını sadece bir vicdan işi olarak saklayıp hapsetmeye izinli olabilir. O da düşmanın kesin zorlayışına uğradığı zamandır. O zaman da nefsini feda ederek imanını hapisten kurtarması, imanını hapsederek kendini kurtarmasından daha faziletlidir. Ve bununla beraber ikisi arasında serbestiye sahiptir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

İşte bu âyette Cenab-ı Allah, kendisinden hakkıyla korkanları açıklamada "onlar gayba inanırlar" ile dinin iman kısmını özetledikten sonra amel kısmını özetleyerek buyuruyor ki: "Ve namazı kılarlar." Yani belli olan namazı dosdoğru kılarlar ve devam ettirirler. Kur'ân'da namaz hakkında "yüsallûne", veya "sallû" fiillerinden çok buyurulması dikkate değer bir husustur. Elbette, "namazı ikame ederler" demekte, "namazı kılarlar" demekten fazla bir anlam vardır ki bu, en az "doğru dürüst" yani "namazın şartlarına uymak, Allah'a boyun eğmek ve tevazu göstermek suretiyle güzelce kılmak ve hatta kıldırmak mânâlarını ifade eder. Ve bunun için namazda ta'dil-i erkan (namazı erkanına uyarak kılmak) vacip olduğu gibi, özellikle namaz için iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, namazın gereklerini tamamlamak için gayret sarfetmek de dinin lüzumlu gördüğü hususlardandır. Ana-babanın çocuklarına namaz terbiyesi; din kardeşlerin birbirlerine tavsiye ve hatırlatması; amirlerin engelleri ortadan kaldırma ve imkanları tamamlama suretiyle beğendirmesi ve teşvik etmesi; Cum'a namazına ve cemaatle namaz kılmaya dikkat ve devam etmesi de bu cümledendir.

(İkame), "kıyam" veya "kıvam"dan "if'âl" ölçüsünde olarak lügatta kaldırıp dikmek veya düzeltip doğrultmak veya kıymetlendirmek ve devam ettirmek veya dikkat ederek yapma anlamlarına geldiğinden, namazla ilgisinde bu mânâların birinden veya ortak noktalarından belîğ bir istiare yapılmış ve bunun için bir kelimelik "namaz kılarlar" yerine, iki kelimelik "namazı ikame ederler" seçilmiştir. İlk önce "dikmek" veya "doğrultmak" mânâlarını düşünelim: Bu bize "Namaz dinin direğidir." hadis-i şerifini hatırlatır. Bu hadiste din, yüksek bir binaya benzetiliyor ve namaz aynı o binanın direği gösteriliyor ki, iman da o binanın temelidir. Buna "istiare-i mekniye" ve "istiare bi'l-kinaye" (kinaye ile istiare) denilir. Bu âyette de namaz cemaat ile kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetiliyor ve onun güzelce dikilmesi veya doğrultulması suretiyle o yüksek binayı dinin inşa, koruma ve devam ettirilmesinin gereği anlatılıyor. Bir de bu binanın ilerde açıklanacak esasları, diğer kısımları, süsleme ve güzelliklerinin bulunduğuna işaret buyruluyor. Bundan dolayı "namaz kılarlar" demekle, "namazı ikame ederler" demek arasında ne büyük fark vardır. Hakikatte din gayet büyük ve kudsi bir binadır. Ve bu binanın kerestesi, malzemeleri, şekli ve planı (yani şeriat) bizzat Allah'ın yaptığı ve koyduğu bütündür. Ona uygun olarak inşası, kurulup meydana gelmesi ve içinde saadetle yaşanması da insanlara aittir. Temsilen (benzetme yoluyla) diyebiliriz ki, bu binanın mimarı Allah, baş kalfası Peygamber, amelesi ümmettir. Bu binanın temeli kalplerin derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği tek başına namazlarla hazırlanacak, düzlenecek ve cemaat ile görünme meydanına dikilecek, sonra üzerine diğer kısımları inşa edilecektir. Fakat şurası unutulmayacaktır ki, bu bina cansız değil canlıdır. Bu, geçmişler tarafından bir kerre yapılmış olmakla sonradan gelenler, yalnız bunun içinde oturup kalacak değillerdir. O, bir canlı bünye gibi her gün yapılıp işletilecek, her gün büyüme ve inkişafına hizmet edilecektir. Bu bina ve direk benzetmesi bize İslâm'ın sosyal durumunu ve bu konumda namazın kıymet ve yerinin önemini anlatıyor. Hakikaten cemaatle namaz İslâm toplumunun direğidir ve bütün İslâmî teşkilatın binasıdır. Ve cemaatle namaz kılmak ve kıldırmak, o direği dikmektir. Tek başına kılınan namazlar da bu direğin hazırlanması ve düzlenmesidir. Dosdoğru, içi-dışı temiz ve muntazam olarak namaz kılmak, imanın büyüyerek bütün vücuttan fışkırması ve hayatın gidişatına muntazam ve doğru bir akış vermesidir. Bununla iç ve dış, mümkün olduğu kadar, temizlenir; kalp ve beden mümarese (alışma) ile kuvvetlendirilir. Herhangi bir kimsenin namazsız bulunduğu haliyle namazına devam ettiği halini karşılaştırırsanız, namazlı bulunduğu zamandaki ahlâkını, herhalde yükselmiş bulursunuz. "Muhakkak ki namaz kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir." (Ankebût, 29/45) âyeti, bu gerçeği anlatır. Bu karşılaştırmadaki yanlışlıklar, ayrı ayrı şahısları mukayese etmekten doğar. Bazı hususta ahlâklı farz edilen namazsız, namazına devam ettiği zaman hiç şüphesiz ahlâk ve maneviyatça daha yükselir. Namazını kılan kimsenin hayatta en az dört kazancı vardır: Birincisi temizlik; ikincisi kalp kuvveti; üçüncüsü vakitlerin intizamı; dördüncüsü toplumsal düzelme. Bu faydalar, devam şartıyla, en resmî bir namazda bile vardır. Namazın büyük faydalarını hesap etmek mümkün değildir. Fakat en ufak ahlâkî faydası bilfiil büyüklenmeyi kırmak, kardeşliğe hazırlanmak, Allah rızası için iş yapmaya alışmaktır. Bunun için namazda giyinebileceği en güzel ve en temiz elbisesini giymek ve kendine gurur vermesi düşünülen bu hal içinde örtülecek nice ayıpların bulunduğunu düşünüp, yüzünü yani alnını ve burnunu yerlere koyarak, kalbinde iman ettiği Allah huzurunda o kibir ve gururu kırarak defalarca secdeye kapanmak en mühim bir esastır. "Her cami(ye gidişiniz) de güzel elbisenizi alın." (A'râf, 7/31). Namazda özellikle secdenin kibre olan bu mühim tesiri dolayısıyledir ki, kibirliler en çok namazın secdesine itiraz ederler. O süslü elbiseler içinde alınlarını Allah rızası için yere koyma zorunluluğu onların kibir damarlarına, sinirlerine pek fena dokunur. "Şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir." (Bakara, 2/45). Düşünmezler ki o süsler, o alınlar hep Allah'ın vergisidirler. Ve zamanı gelince o yağlı alınlar toza, toprağa karışacaktır. Hem o topraklar, o yerler o kadar hakaret edilmeye, devamlı olarak çiğnenmeye layık değildir. Zaman olur ki onlar için kanlar dökülür. Beşer hayatı oradan fışkırır ve onu fışkırtan Allahu Teâlâ'dır. O süslere, o bedenlere emek vermiş birtakım Allah'ın kullarının da hakları geçmiştir. Şu halde o topraklara, o yerlere, toprak ve yer oldukları için değil, yaratıcısı olan Allahu Teâlâ'nın büyüklük ve ululuğu adına hakkıyla secdeye kapanıp, kibirden ve bencillikten sıyrılmak ve insanlar ile kardeşçe geçinmek için onların topluluklarına karışmanın pek kudsî bir görev olduğunu unutmamak gerekir. Namaz o kibir ve gururu kırarken, aynı zamanda insanın ruhî hürriyetine öyle bir yükselme verir ki bu yükselme en görkemli kralların huzurundaki saygı duruşundan çok yüksektir. Bunun için namaz mü'minin bir mi'racıdır. Yani onu beşerî olmanın sertliğinden, tek olan Allah'a ait arşa çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir beşer hayatının şekli ve dereceleri dürülmüştür. Allah'ın huzurunda bulunmak, hazırlanmak, düşünmek, istemek, defalarca kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak nihayet selam ve selametle işini bitirmek, insanı, bütün hayatın kademelerinden geçirterek, varlığın sırlarını, dünya ve ahireti düşündürerek Cenab-ı Allah'a kavuşturur ve büyük bir iman ve sevap ile yine âleme döndürür. Yine bir hadiste açıklandığı üzere "Namaz, İslâm ile küfrün ayırıcısıdır".

Biz burada namazın dünyaya ve ahirete ait, maddî ve manevi, bütün faziletlerini ve faydalarını sayacak değiliz. Çünkü o sonsuzdur, sayılması mümkün değildir. Bunun bütün toplamı din dilinde "büyük sevap" adıyle anılır. Fakat burada namazın, imandan sonra nasıl bir ahlâkî ve sosyal prensip olduğunu ve onun üzerine ne kadar büyük bir sosyal bina kurulacağını kısaca ifade etmek istedik. O büyük binanın direği işte öncelikle ferdî namazlarla hazırlanır, düzene sokulur ve cemaatle dikilir. Ondan sonra da geri kalanı yapılır. İşte "namazı ikame etme" tabiri bu mühim mânâyı çok açık bir şekilde ifade ediyor ve hidayete aday müttakileri "namazı kılarlar" diye değil, "namazı ikame ederler" diye tarif, vasf ve medh ediyor. Bunlardan anlaşılır ki, bunun meâlinde "namaz kılarlar" tabiriyle yetinmek doğru değildir. Burada Resim kelimesinin "elif-lâm"ı ahd içindir ki durumu ve sınırı bilinen "İslâm namazı" demektir. Ve bu durum yani namazın nasıl kılınacağı, şartları ve rükünleri (namazın içindeki farzları), sünnet ve edepleri, mekruhları ve namazı bozan şeyler ile sıfat ve durumu "Namaz kılarken beni gördüğünüz gibi namaz kılınız." hadis-i şerifi gereğince, Peygamber'den görülen fiilî, sözlü ve takrîrî olarak alınan sıfat ve niteliktir ki, bu nitelik ve durum ta başlangıçtan beri müslümanlar arasında amel ile kesin bir şekilde bilinir ve din kitaplarında yazılmıştır. Ve "yüsallûne" buyurulmayıp da "ahid lâmı" ile "yükîmüne's-salâte" buyurulmasında bu mânâ da açıktır. Yani "yükîmüne's-salâte", "dosdoğru namaz kılarlar" demek değil; "namazı, dosdoğru kılarlar" demek olduğundan gaflet edilmemelidir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

"Salât" kelimesinin Arap dilinde iki kaynağı vardır. Birisi genel olarak dua mânâsıdır ki, "Peygamber'e salât ve selâm" dediğimiz zaman özellikle bunu anlarız. Diğeri (salv) maddesinden gelen "sallâ" fiilinin masdarıdır ki, iki uyluğu hareket ettirmek demektir. Araplar bu mânâca "sallâ" dedikleri zaman "iki uyluğunu hareket ettirdi" mânâsını anlarlar. Aynı şekilde "at (veya kısrak) kuyruğuyla iki uyluğunu sağa sola çarptı" denilir. Salveyn uylukların başındaki iki tümsek kemiktir. "Sallâ"nın bu hareket ettirme mânâsı "keffera'l-yahûdiyyü" tabirine benzer. Yahudiler birbirine selam ve saygı sırasında başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerlermiş ve bu şekildeki selama Arapça'da "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına "tekfîr" denirmiş.Buna göre "keffera'l-yahûdiyyü", "Yahudi uyluklarını oynatıp bükerek reverans yaptı." demek olur. "Kâfire" kıçdaki kaba ve tıknaz iki etin ismidir ve "kâfire-teyn" tesniye (ikileme)dir. Bu şekilde "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına "sallâ" da rükû (namazda eğilme) ve secdelerde yapıldığı gibi, bizim "belini eğmek" dediğimiz "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına kullanılırmış. Demek ki Araplar, hem yahudilerin yaptığı reveranslı baş kıç selamlarını tanırlarmış, hem de yerlere eğilerek "kandilli temennâ" usûllerini. İşte lügat bakımından (biri kalp ve dil işi olan dua, diğeri de bir bedenî hareket işi olan belli fiil) iki anlama gelen "salat" kelimesi, dinde Peygamberimizden görülegeldiği üzere kalbe, dile ve bedene ait fiiller ve özel esaslardan oluşmuş gayet intizamlı, kâmil (eksiksiz) bir ibadetin ismi olmuştur ki, necâset (pislikler)ten temizlenme, hades (manevi pislikler)den temmizlenme, setr-i avret (avret yerlerinin örtülmesi), vakit, niyyet, kıbleye dönmek adıyle altısı dışından başlayan şart; iftitah (başlangıç) tekbiri, kıyam (ayakta durmak), kıraet (Kur'ân okumak), rükû (eğilmek), sücûd (secdeler), teşehhüd miktarı (şehadet kelimesi getirecek kadar bir zaman) kâde-i ahîre (son oturuş) adıyle içinde yapılan altı esas olmak üzere en az on iki farzı; Fâtiha, zamm-ı sûre (Fâtiha'ya eklenen sûre), tâdil-i erkân (namazın esaslarına hakkıyle uyma), kâde-i ûlâ (ilk oturuş) ve diğerleri gibi bir takım vacipleri; bunlardan başka birçok sünnetleri, müstehapları, edepleri, mekruhları ve müfsidâtı (namazı bozan şeyler) vardır. Sonra beş vakit ve Cuma gibi farz, vitir ve bayram gibi vacip ve diğer müekket sünnet ve gayr-i müekket sünnet, nafileler olmak üzere çeşitleri ve kısımları vardır ki, açıklaması fıkıh kitaplarına aittir. Cemaatle kılmak da Cuma'da farz, diğerlerinde vacip veya müekked sünnettir. Ve burada "salât"dan asıl maksat, farz olanlardır. "Salât" kelimesinin "lâm" harfi ince de okunur, kalın da. Kalın okunmak itibariyle "vav"la yazılır, Verş kırâetinde de kalın okunur.

O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler sadece iman ile ve yalnız namazı dosdoğru kılmak gibi bedene ait ibadetlerle de kalmaz, mâlî (malla ilgili) ibadetlerde de bulunurlar. Kendilerine nasip ve kısmet ettiğimiz rızıktan, maddî ve hatta manevî şeylerden az çok harç ve infak eder, Allah yolunda harcamada da bulunurlar.Resim idğâm ileResim dır, "mâ"kelimesinin Türkçemizde en güzel karşılığı "nesne"dir. Fakat biz bu kelimeyi kaybetmek üzere bulunduğumuzdan "şey" diyoruz. Gerçi "mâ" genelde veya çoğunlukla "şey" mânâsına da kullanılabilirse de, asıl mânâsı "akılsız olan şey" veya şeylerdir. Yani nesnelerdir. Akıllıya "men" denilir. Ve bunun için eskiden "mâ" nesne, "men" kimesne (kimse) diye ayırt edilirdi.

"Rızık", aslında Arapça'da "haz" ve "nasip" anlamında isim olup, nasip etmek, rızıklandırmak mânâsında masdar dahi olur ki Resim onun fiilidir. Ve bu
karine ile "mâ" isim olan rızıktan ibaret olur. Ehl-i Sünnet'e göre şer'î mânâsı da lügat mânâsının aynıdır ki, "Cenab-ı Allah'ın canlıya zevk ve faydalanma nasip ettiği şey" diye tarif edilir. Şu halde mülk olsun olmasın, yenilen, içilen ve diğer şekillerde kullanılmasından faydalanılan mallara uygun olduğu gibi evladı, eşi, gayret ve işi, ilim ve bilgileri dahi içine alır. Fakat hepsinde istifade edilmiş olmak şarttır. Bu faydalanma, dünyaya ve ahirete ait faydalanmadan daha geneldir.

Buna göre dinî ve dünyevî bilfiil faydalanılamayan mal, mülk, evlat ve aile, ilim ve bilgi rızık değildirler. Bu şekilde birşey, çeşitli faydalanma şekillerine göre farklı kimselerin rızkı olabilir. Fakat malından, gücünden, ilminden faydalanmayanlar rızıklanmış değildirler.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

"İnfak", malın elden çıkarılması, harç ve sarfedilmesi demektir. Dinî bakımdan farz, vacip, mendub kısımları vardır. Bu "infak" karinesiyle ya "rızık" mala tahsis edilmek veya "infak" mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirmek gerekecektir. Açık olan birincisidir, fakat ikincisi de muhtemeldir. Şu halde âyetin bu kısmı, ilk bakışta zekat ve diğer sadakalar bağışlar, yardımlar ve vakıf gibi, fakirlere, diğer çeşitli hayırlara, aileye yardım gibi bütün mal ile yapılan ibadetleri içine alır ki, ilerde "Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'Verdiğiniz hayır, ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız hayrı, muhakkak, Allah bilir." (Bakara, 2/215) gibi âyetlerle açıklanacaktır. İkincisi ilim öğretme ve diğerleri gibi manevî şeyleri de içermektedir. Bununla beraber bunların hepsinin başında, İslâm'ın binasından biri olan zekat vardır. Ve bunun için birçok tefsirciler burada ilk önce ve bizzat kastedilen şeyin zekat olduğunu açıklamışlardır. Fakat kurtuluşun kendisine tahsis edilmesi bakımından, namazda olduğu gibi burada da farz olan infak kastedilmek gerekirse de, infakın farz oluşu yalnız zekata tahsis edilmediğinden muhakkıkîn-i müfessirîn (araştırmacı tefsirciler) bunu genelleştirme taraflısıdırlar. Ancak bu ortamda zekatın birinci mevkii işgal ettiği de unutulmamalıdır. Çünkü İslâm binasının ikincisi de zekattır. Bir hadis-i şerifte de görüldüğü üzere "Zekat İslâm'ın köprüsüdür.". İslâm'ın bir köprüsü, bir geçididir. Dinin, iman ile temeli atılıp, namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır ki, zekat işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere kurulacaktır. Çünkü dünya ve ahirette korunmak için yapılacak olan görkemli İslâm binasının, dünyadaki" dâru'l-İslâm" (İslâm yurdu), ahiretteki "dâru's-selam" (esenlik yurdu)ın yapımı için birtakım malî masrafları vardır ki, bunlar malî ibadetler ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de zekat teşkil eder. Zira "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha, 1/5) diye bir tevhid üslubu içinde sadece Allah'a kulluk etmek ve kardeş topluluk ile namaz kılabilmek için safları doğrultmak ve o saflarda bir eşitlik duygusu ile devamlı bir şekilde bulunmak gereklidir. Bu ise, o toplum içinde günlük azıkla yetinme durumunda olan kimselerin kalmaması ile mümkün olur. Bir aç ile bir tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla birbirine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin hakiki bir ibadet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için ilk önce zekat ve fıtır sadakaları ile, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir sevgi bağının kurulması, hem de hepsinin mevlası (efendisi) Allahu Teâlâ olduğunu bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir. Bu görevin, bu niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşerî bayağılıktan silkinecek, Allahu Teâlâ'nın bir halifesi (yani bir vekili) olmak rütbesini kazanacak ve elindeki malın Allah'ın malı olduğunu ve kendisinin onu, muhtaç olan Allah'ın kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: "Al kardeşim, bu benim değil, senin hakkındır, bende bir emanettir, ben sana Allahu Teâlâ'nın gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirilmiş bir dağıtıcıyım." diyerek, aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını kapatacaktır. İşte Kitap ve Sünnet'in araştırılmasına göre fıkıh usûlü ve fıkha ait kitaplarımızın zekat görüşü özet olarak budur. Bu şekilde zekat, müslümanı, beşerî düşüklüklerden ilahî vekilliğe geçiren bir köprüdür. Namaz, hayat kademelerinden ilahî huzura çıkaran bir mi'rac olduğu gibi, zekat da o mi'racda alınan bir ilahî görevin köprüsüdür. Ve her müslüman, bu köprüyü yapıp geçmeye, yani zekat vermek için helâl mal kazanıp zekat verecek dereceye çıkmaya çalışacak ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine iman ile dolu olacaktır. Yani müslümanın gözü, zekat almaya değil, vermeye dönük bulunacak ve ancak çaresiz kaldığı zaman zekat ve sadaka alabilecek ve tersi durumda aldığının haram olduğunu unutmayacaktır. Bu şekilde kurulan İslâm toplumunun namazında ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların o görkemli İslâm binasını tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle çalışmaya atılacakları düşünülürse, İslâm dininin esasındaki yükseklik ve bu âyetlerle o müttakîlere verilen öğme değerinin önemi derhal anlaşılır ki, ilerde açıklanacak olan orucun da bu noktayı her kalbe hissettirmek için mühim bir terbiye özelliği bulunduğu açıktır. Görülüyor ki bu âyette İslâm binasından, imandan sonra iki amel zikredilmiştir ve dinde bunlar diğerlerinden önce farz kılınmıştır: Namaz, zekat. Çünkü bunlar, bütün ibadetlerin aslıdırlar ve burada bilhassa anılmaları özelliklerinden dolayı değil, diğerlerinin çeşitliliğine işareti de içine alıcı olduklarından dolayıdır. Zira bütün ibadetler iki çeşide ayrılmıştır.

Biri bedene ait ibadetler, diğeri de mala ait ibadetlerdir. Hac gibi hem bedenî ve hem de malî olan üçüncü bir kısım dahi bu iki değerin birleşmesidir. Şu halde namaz, bütün bedenî ibadetlerin asıl temsilcisi; zekat da bütün malî ibadetlerin asıl temsilcisidir. Ve bunlar imanın ilk müeyyidesi (yaptırımı) ve amel ile ilk gelişmesidirler. Buna göre bu âyet-i kerimede bütün iman prensipleri gaybde; bütün amellerin esasları da namaz ve infak (Allah yolunda harcama)da özetlenerek, İslam dininin ilmî, amelî, esasları ve dalları kısaca anlatılmıştır ki, bunlar Fâtiha sûresinde "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla doğru yol ve en son "hamd" başlığında toplanmış idi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gul »

Bundan sonra gaybda özetlenen imana ait esaslar vahiy ve nübüvvet (peygamberlik) meselesi olması bakımından bir derece daha açıklanarak buyuruluyor ki;

4-
والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
Resim---Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik(kablike) ve bil âhireti hum yûkınûn(yûkınûne) :Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler hem senden evvel indirilene, ahırete yakini de bunlar edinirler.

ve o muttakîler ki, hem sana vahiy ve inzal edilen ve edilmekte olan Kitap ve şeriata, hem de senden önce vahiy ve inzal edilmiş bulunan (yani Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf gibi) kitaplara iman ederler ki, bu iman da Muhammed (s.a.v.)'nin peygamberliğine ve bütün geçmiş peygamberlerin peygamberliklerine iman ile mümkündür. Çünkü habere iman, haber verene imânâ bağlı bulunduğu gibi, onlara tüm indirilenlerden birisi de peygamberlikleri davasıdır. Önceki âyet, bütün müslüman müminler; bu âyet de önce Ehl-i kitaptan olup da müslüman olan müminler hakkında indi deniliyor. Bununla beraber böyle olması iki âyetin birbirini tamamlayıcı ve açıklayıcı olmasına engel değildir. Ve geçmişe iman, geçmişi hikayeden ibaret zannedilmemelidir. Şu halde bütün inzal edilmiş kitaplara ve geçmiş peygamberlere, esas itibariyle iman da, İslâm iman ve inancından bir parçadır ki "Allah'a inandık deyiniz..." (Bakara, 2/136) gibi âyetlerde bu durum açıklanacaktır. Bunun için Müslümanlık bütün semavî dinlerin şahididir. Zira imana ait meselelerde nesih (iptal etme) yoktur, tamamlama vardır. Nesih, amele ait hükümler itibariyle cereyan eder. Bu ve benzeri Kur'ân âyetleri ve Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki, Müslümanlık dini geneldir. Bütün insanları içeren ve vahye dayanan dinlerin hepsine hürmetkâr bir dindir. Diğer dinler ise tâbi bulundukları bayrak altında, din işleri bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, vicdanlarının sınırı dar ve kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımamayı dinin gereği bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile tanırlar. Yakın zamanlara kadar hristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan kavimlere hakim olamamıştı. Son zamanlarda bu vicdan darlığındaki politik hastalığı gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Protestanlık kavgalarından doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla Fransız inkılâbından sonra liberallik, laiklik ve insanlık kelimeleri altında Hıristiyanlık kelimesinden sapmaya doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer milletler üzerinde hükümet kurmaya yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler olumlu ve merhametli, genel bir hak vicdanı kurulmasını değil, dinsizliğe ve bencilliğe doğru olumsuz bir gidişi hedef aldığından, ilme ve sanayiye ait gelişmelerini gerçeğe bağlayacak yerde, insanlığı haktan uzaklaşmaya, vicdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş ve sonucu da İslâmiyet'in gösterdiği gerçek ve olumlu hürriyet hakları ile insanlığa temin ettiği ve yaydığı gerçek evrensel hayattan uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını artırmaktan ibaret olmuştur.

Bu bakış açısıyla denilebilir ki, şimdiki insanlar, Peygamberimizin gönderildiği zamanda olduğu gibi, İslâm'ın nurunun genel bir gelişmesini ve herkesin selameti için, gerçeğin bütün insanlık üzerinde kuvvetli bir egemenliğini görmek derdiyle kıvranıp çabalamaktadırlar. İnsanlığın şimdiki sapıklığı, beşeriyetin doğru üzerinde egemen olması fikrinde toplanıyor. Bu ise, insanlar arasında en kuvvetli görünenlerin "tapılan bir yaratıcı" gibi kabul edilmesine sebep oluyor. Bu, tutkuların kuvvetlenmesiyle hukukun (hakların) çiğnenmesini, herkesin selamet ve emniyetinin bozulmasını doğuruyor. Halbuki insanın saadeti gerçekte insanlığın hakka egemen olması davasında değil, hakkın insanlığa egemenliği esasındadır. Ve İslâm'ın eşit yaşamak için "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla öğrettiği "yaratılış kanunu" da budur. Şu halde insanlık, ya hakka (doğruya) üstün gelmek davasıyle ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek veya Hak Teâlâ'ya iman ile onun mutlak egemenliğine uymak için İslâm dinine ve Muhammed (s.a.v.)'in bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında gören dar vicdanların kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir olumlu kutup olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanlar, Hakk'ı bir bilir ve haktan gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre kıymet verir.

İşte İslam'ın kalbi, bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O, herkese bu imaniyle göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını bu genişlik ve anlayışlılıkla hakka yaklaştırmaya çalışır. Bunu kavrayamayan, bu yüksekliğe eremeyenleri de hakkın birlik ve kapsamına saldırmamak ve hakka az çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi dinî sahalarında hür tutarak göğsünde yaşatır ve onların yaşama haklarına hürmeti de yalnız görünüşe has bir siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir.

Gerçekten "Ahirete ait kuvvetli bilgi sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır, bu genişçe imana sahip olanlardır." Mesela "Hazreti Musa peygamberdi ama, İsa değildi; Tevrat, Allah'ın kitabıdır, İncil değildir; yahut Musa ve İsa (a.s.) peygamber idiler, ama -hâşâ- Muhammed (s.a.v.) değildir; olsa bile bizim değil, Araplar'ın peygamberidir; Tevrat ve İncil Allah'ın kitabıdırlar, fakat Kur'ân değildir." gibi sözlerle Allah'ın peygamberlerini farklı gören, kimine inanıp kimine inanmayarak Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini ve ona inen Kitap ve dini tanımayanların ahiret hakkında birtakım zanları, bazı kanaatları bulunsa bile yakînleri (kuvvetli bilgileri) yoktur. Gerçi her felsefede, her dinde bir ahiret fikri vardır. Fakat bunların çoğu delilsiz birtakım emellerden, ideallerden ibaret kalır. Çünkü meseleler ve ahiret yolunun varlığının imkanı akıl ve kalp ile her zaman sabit olursa da, gerçekleşmesinde aklî delil, varsayımlar ve kalbî temenniler yeterli değildir. O ancak Allah tarafından gelen saygıdeğer peygamberlerin sadık haberleri ile bilinebilecek gaybe dair haberlerdendir. Bunu sona erdiren ve tamamlayan ise peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. Şu halde peygamberlere iman etmiyenlerin, ahirete doğru imanları olamayacağı gibi, geçmiş peygamberlere iman edenler bile son peygambere ve ona indirilen Kitap ve şeriata iman etmedikçe, ahiret hakkındaki iman ve kanaatleri yakîn (kesinlik) derecesini bulamaz; hak vakıa (olgu)ya uygun olamaz. Mesela Yahudiler: "Cennete ancak yahudi olanlar girecektir." (Bakara, 2/111) ve "Bize cehennem ateşi olsa olsa sayılı birkaç gün dokunacaktır." (Bakara, 2/80) derler. Hıristiyanlar da aynı sözü kendileri hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına dünya ve ahirette hayat ve saadet hakkı tanımazlar. Ve sonra cennetin nimetleri, dünya nimetleri cinsinden midir? Devamlı mıdır, değil midir? O, bir ruhun ebedî olması meselesi, midir, değil midir? diye ihtilaf ederler. Halbuki Allah'ı bir bilip, bütün peygamberleri tasdik ve ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve ona indirilen Kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman şahsî ve kişisel olan o gibi bozuk kanaatları, gerçeğe uymayan inanışları Muhammed (s.a.v.)'e ait tebliğlere imanla gider de, ahiret hakkında gerçeğe uygun kuvvetli bilgi elde ederler. Dünya hak, ahiret de hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak, öldükten sonra dirilmek de var. O da hak, haşir (kıyamet günü toplanmak) hak, sual hak, hesab (hesaba çekilmek) hak, mîzan (tartı) hak, sırat hak, sevap hak, ıkâb (ceza) hak, cennet hak, cehennem hak. Ve hepsinin üstünde rıdvan-ı ekber (en büyük Allah rızası) ve Allah'ın cemalini görmek de hak, Allah'ın izniyle müminlere şefaat da hak; cennet ebedî, cehennem de ebedî. Bununla beraber o ebedî cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete gidecek olanlar da var. Ahiret nimetlerinde, dünya nimetlerine benziyenler de var, dünyada görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu fark ile ki, ahiret nimetleri sonsuz ve elemsiz. Dünyanın ilmî kanunları, ahiretin bütün incelikleriyle ayrıntılarını anlamaya elverişli de değil. Onu hakikatiyle bilmek, hakkın (gerçeğin) temelini bilmeye bağlıdır. İlmin kanunları, bize onun akla uymayan bir imkansızlık olmadığını ve nihayet mutlak bir gayb âleminin bulunduğunu ve bugünün her halde bir yarını olduğunu ve ona hazırlanmamızın gereğini isbat eder ve anlatır. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir ve gaybtan haberi olan şerefli peygamberler haber verebilir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen Gariban »

42*
وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Resim--- Ve la telbisul hakka bil batili ve tektumul hakka ve entum ta'lemûn: hakkı batılla bulayıp da bile bile hakkı gizlemeyin

1. ve lâ telbisû : ve karıştırmayın, gizleyip örtmeyin
2. el hakka : hakk, gerçek
3. bi el bâtılı : bâtıl ile -
ve tektumû: ve örtmeyin
4. ve entum : ve siz
5. ta'lemûne : biliyorsunuz


Hakka "el batıl" ile iblislik edipte elbise giydirmeyin, ve siz t-alemun iken yani ilm kendinize gelmiş iken. El-batıl burada harfi tarifli kullanılmakta ki bu önemli, bunu B-atıl gibi düşünsek o zaman bileliğimizi atıl hale getiren her şeyi ifade eder bu sözcük. Atıl nedir? Atıl lügatta boş, kullanılmayan, bozulmuş manasına gelir. Endüstri de makinelerin bir atıl kapasitesi vardırki o potansiyel bir kapasitedir ve siz makineyi çalıştırdığınızda bunun belli kısmını kullanırsınız ve kayıblar olur. Kişinin bilelik lütfunu kendi ayan-i sabitesine Hakk için değilde kendi benliği adına hareket etmesi ile ilimleri ile yaptıkları işler alimlik olmazda zalimlik olur , iblis gibi elbise giydirir ve bileliğini örter, bileliğini örtünce de el-Hakk'a elbise giydirip onu tektim etmiş olur, iktam etmiş, ketm etmiş yani gizlemiş olur. Bir şeyin atıl hale gelmesi demek sizin onu olduğu halde görmemeniz ve yahut potansiyel olani hiç kullanmamanız demektir, halbu ki siz böyle yaparak El-Hakk sıfatının tecellisinden kendinizi ancak mahrum edersiniz, siz bunu bile bile yaparsınız. Kendi akıllarınızı izole edersiniz. Akıllarınızlada bile bile iblislik edersiniz. Hakk var iken yokmuş gibi hareket edersiniz. Basiretiniz kitlenir.

Allah en doğrusunu bilir.
Es Selam ve Sevgiyle
garibAN
Resim
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: BAKARA SÛRESİ

Mesaj gönderen simurg »

Bu çok açıkça yolu tarif eden bir Ayet-i Kerimemiz.
Bakara Suresini baştan sona bütün Ayetleri ile öğrenmek
ve onlar ile iyice Bile olmak için ciddi çalışma içerisinde olduğum şu zamanlarda
beni çok düşündürdü.
Evvelce de öğrenmiş olduğum bazı bilgileri pekiştirmekte fayda sağladı elhamdülillah.

İnsan, Aklı rüşde erinceye kadar mesul değil,
ve Ayet-i Kerimeleri anlayıp yaşaması için bir zorunluluğu da yok elbette.
Aklı rüşde erdiği anda birşey değişmiş oluyor.
Artık bu kullanılması gerken cevher halindeki Rüşde ermiş akıl ile
anlamak adına gayret etmek ve anlamak yolunda bize yolu tarif eden işaret tabelaları gibi Ayet-i Kerimelerimizin üzerinde düşünerek, onları yaşar hale geçmemiz en öncelikli sorumluluğumuz oluyor.

Ne Nuh Aleyhisselam'ın oğulları gibi Hakk'ı örtmeye çalışarak,
(ki Hakk'kı örtmek mümkün olamayacağı için ancak kendi başlarını örtmeye güçleri yetmekteydi malum)
ne parmaklarımızla kulaklarımızı tıkayarak,
nede göz göre göre kaçmaya çalışmakla hiç bir şey elde edilemeyecektir.

Bize elbette yeteri kadar akıl verildi ki,
anlamamız gerçekleşecektir inşaallah.
Aklımızın eremeyeceği tarafı zaten sorumluluğumuz dahilinde değil.

Batıla neden yönelir insan ve
Hakk'ı neden örtmeye çalışır?
Sadece "benlik ile hareket etmekte" dersek, bunu yeterince izah etmiş oluyor muyuz?

Hüsn'ü niyet ile düşünürsek Hakk'tan ve Batıl'dan habersiz diyebiliriz belki.
ve ne yaptığının farkında değil diyebiliriz.
bu geçerli bir mazeret ve bahane olamasa bile yine de anlaşılabilir bir şeydir.

Ancak kasıt ile Hakk'a taraf olamamak,
Batıl için ısrar etmek bu anlaşılması zor olan kısım işte.

İnsan nasıl bir kendisine yönelme ve
kendisinden başka hiç birşeyi önemseyememe, düşünememe,
objektif bakamama hastalığı ve körlüğüne sahip olabiliyor ki,
bu şekilde Ayet-i Kerimelere muhalif hale bürünebiliyor.

Acaba Hakk'ı bilmek azmini gösterebilecek bir kuvve onların akıllarında neden eksik olmakta?
Bu bir özellik ve bu özelliğe sahip olan akıllar Rüşde erdikten sonra bu özelliğini kullanabilme yetisine kavuşacaktır elbette.

Veya, herkeste Hakk'ı Batıl'ı anlayabilme,
farkedebilme ve buna göre seçimlerde bulunabilme
ve taraf olabilme özelliği muhakkak çalışıyor,
insan tarafından kullanılıyor,
ancak hangisi kendisine sevimli geliyorsa insan onu mu seçiyor?

Bazı sorular kaçınılmaz şekilde akıla geliyor.
her soruya soru soranda kendince cevap verebilecektir elbette.
Elimizde cevap adına az da olsa bazı veriler yoksa asla soru soramayacak olduğumuz bir gerçek.

Bu konuda söylenecek çok şeyler olmakla birlikte,
benim kanaatim, herkesin içinde bulunduğu hava-su-toprak-iklim vs unsurlar ile
yetişmesi,rüşde erişmesi safhalarında bazı aksaklıklar ile birlikte bu süreci yaşamış olduğudur.
Yine de ümit hep var.
en olumsuz şartlar dahi hayatın içerisindeki akışta öyle bir kırılma ile yerinden oynayabilmekte,
ve yıkılmalar olabilmekte ki,
yerine yenileri koyulurken muhteşem sonuçlarda ortaya çıkabilmekte.
Bunlar da ümidim tarafından söylendi, hamdetmek şart oldu. Elhamdülillah.

İnsanlara o kırılma noktaları olabilmek adına burada bir Ayet-i Kerimemizi sunup,
üzerinde düşündürmek ne güzel bir iş için kullanılmaktır.
Allah razı olsun garibAN kardeşim.

Bizler çukur doğarmışız.
bildiğimiz basbayağı çukur bir akıl ve hal ile ergen oluncaya kadar varlığımızın zahiri gelişmesi adına yol alırmışız.
Bu süre zarfında, batıni çukurluklarımızda öylece beklermiş.
Sonra akıllarımız rüşd yaşına geldiğinde emredilmiş olan İbadat-ı taat ve Farz olan sorumluluklarımızı yerine getirmeye başlarmışız.
Bu aşamada bütün çabamız, o çukurlukların doldurulup,
gelişme ve daha sonrasında irtifa kazanma adına bir zeminimiz oluşsun diye imiş.

İnsan beden-nefs-kalb-ruh ile tüm halinde yükselmek ve Hakikat bilgisine ulaşabilmek için
bu düz ve engebesiz sağlam zemine muhtaç imiş.

Ancak o zemin elde edildikten sonra ince bir sızış ve işleyiş ile mana maddeye nüfuz etmeye başlamakta imiş.
Kar, buz, sularının azar azar eriyip,toprağa sızması,
toprağa can vermesi gibi aynı.
Ve her an sabır ile sürecek olan bu aşamalarda Hakk yavaş yavaş aşikar olabilecek,
ve Batıl zayi olup gidecek inşaallah.

Çok sabretmek gerekmekte.
Israrla Hakk'kı örtmeye çalışan uykudaki ve gafletteki Batıl'ı Hakk sanan akılların islahı için Rabbimiz bize yardım etsin inşaallah.

Kişi Batıl'ı batıl bilse zaten ona yönelmeyecek.
Batıl'ı Hakk zan etmek en büyük dert aslında.
saf ve duru bir görüş ile doğru tercih yapabilmek ve
Hakk'a taraf olabilmek ise Hidayet-i Rabbani işte. Elhamdülillah.

Bunun yolu ise Üsve-i Hasene olan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin gönül bağını asli ikametgah edinmek ile mümkün olacak inşaallah.

Hakk gelince Batıl zail olur çünkü.
El-Hakk Celle Celaluhu bizi daim ve kaim halde Hakk üzere yaşatsın inşaallah. Amin.
Resim
Cevapla

“Kur'an-ı Kerim” sayfasına dön