KÂLÙ BELÂ’DA VERİLEN SÖZ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

KÂLÙ BELÂ’DA VERİLEN SÖZ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

KÂLÙ BELÂ’DA VERİLEN SÖZ

SELİM GÜRBÜZER


Düşünsenize beşeri münasebetlerde sözleşme olurda Yüce Yaradan ile mahlûkat arasında sözleşme olmaz mı? Elbette olur, bikere her mahlûk boşa yaratılmadığına göre Yüce Allah’la arasında ilahi sözleşmenin olmasından gayet tabii ne olabilir ki. Hele bu mahlûk insansa bu sözleşmenin apayrı bir anlam kazanacağı muhakkak. Zira Yüce Allah ilahi emaneti dağa, taşa, toprağa yüklemeyi teklif etmiş ama gel gör ki tüm cemadat bu sorumluluğu üstlenmekten imtina etmiştir. Neden imtina ettiklerini şu ayet-i kerimenin mana ve ruhundan anlayabiliyoruz da: “Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, onu Allah korkusundan titremiş ve parçalanmış görürdün”(Haşr suresi, 21).

Tabii söz konusu insan olunca İlahi emaneti hiç tereddütsüz üstleniverecektir. İşte insanın diğer yaratıklardan en farklı bu yönü sayesinde cümle eşrefi mahlûkat olarak ilan edilir de. Tabii bitmedi dahası var, Yüce Yaradanın ruhlar âleminde insanla yaptığı ilahi sözleşmede diğer mahlûkata göre daha bir önem kazanıp bezm-i eleste (kâlù belâ’da) yankı bulurda. Üstelik bu sözleşme kâlù belâ’dan başlayıp kıyamete dek sürecek bir süreci kapsar bile. Yani bu demektir ki, daha insanoğlu dünyaya gelmeden Yüce Allah’ın kâlù belâ’da ruhlarla yaptığı ahit ezelden ebede akan bir sürecin ötesinde bir ahitleşmedir. Zaten dünyaya gelişimizin asıl sebebi bezm-i eleste verilen sözün ne derecede yerine getirilip getirilmemesine yönelik imtihan olmak içindir. Ta ki bu dünyada ebed müddetimiz son bulur işte o zaman maksat hâsıl olur da. Nasıl mı? Ruz-i mahşerde mizan kurulduğunda sözümüzü yerine getirip getirmediğimizin izhar olmasıyla birlikte elbet. Madem öyle, bu işi mizana bırakmadan bir mümine yaraşan dünyada iken kâlù belâ’da verilen sözün gereğini yerine getirmek yaraşır. Aksi takdirde o gün geldiğinde ilahi emaneti yüklenmekten imtina eden dağa taşa toprağa gıpta ederekten kendimizi değersiz kılıp ‘keşke bizde dağ taş toprak olsaydık’ demek durumuna düşeriz.

O gün geldiğinde ‘Ne de olsa dağ taş görünürde cansız varlıklar canı acıyacak değil ya’ diye düşünüyor olmak zorunda kalsak da, sonuçta kıyametin dehşetinden canımız sıkıştığında kendimizi muhtaç hissedip cansız addettiğimiz dağa taşa toprağa bile gıpta edeceğimiz gerçeğini değiştiremeyecektir. Öyle ya, gerçekten de şöyle düşündüğümüzde özü itibariyle dağ, taş, toprak statik, durağan ve hareketsiz görünüm verdiği için akla cemadat âlemi akla gelmekte iken, bitkilerinde de dağa taşa göre daha bir büyüme istidadı gösterdiği içindir akla nebatat âlemi akla gelmekte. Hayvanlar söz konusu olduğunda ise zaten artık canlılığın hemen hemen tüm emarelerinin üzerinde görüldüğü içindir akla hayvanat âlemi düşmesi gayet tabiidir. Şimdi burdan nereye varacağımızı az çok tahmin etmişsinizdir elbet, işin özü şu ki, her ne kadar cemadat görünürde bize cansız gibi görünse de aslında görünmeyen yüzü iyi analiz edildiğinde gayet dinamik yapıda oldukları görülecektir. Nitekim maddenin en küçük temel taşı atomun yapısına baktığımızda çekirdeğin içerisinde proton, nötron çekim gücü oluştururken etrafında dizilmiş elektronların ise harekât halinde deveran olduklarını müşahede ederiz. O halde şimdi tamda kendi kendimizi sorgulamak zamanıdır, hani cansız sandığımız cemadat durağandı, hareketsizdi, demek öyle değilmiş. Neyse ki, Kur’anı Mucizül Beyan tâ asırlar öncesinden “Sen dağları görür de onları camid (hareketsiz, cansız) sanırsın. Oysa onlar bulut gibi yürümektedirler. Bu her şeyi sapa sağlam yapan Allah’ın sanatıdır. O yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır” (Neml suresi ayet 88) diye bildirdi de hareketsiz sanılan cemadatın hareketli olduğunu idrak etmiş olduk. Tabii dahası var. Bakın Rabbü’l Âlemin “Arzı yayıp düzenledik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada her şeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik” (Hicr suresi ayet19) diye beyan buyurmakla maddenin en küçük biriminden tutunda buna en büyük birimde dâhil tüm mahlûkatın durağan olmadığını bilakis kendine özgü bir yapı içerisinde ölçülü ve ahenkli bir şekilde hareket ettiğini idrak etmiş olduk. Şimdi gel de bu müthiş kâinat nizamının dinamizmi karşısında Yüce Allah’ın azametini ruhunda hissetme, ne mümkün. İyi ki de Kur’an’ı Muciz’ül Beyan varda bu sayede bu müthiş nizamın işleyişinden haberdar olabildik. Bu müthiş hatırlatma olmasa kim bilir kaç yüz yıl daha dağı taşı, toprağı hep böyle hareketsiz camid varlıklar olarak niteleyip yerinde çakılı zannedecektik. Kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, meğer hareket halinde deveran oldukları gibi kolon-sütun görevi yapıp dünyanın dengesini de sağlamaktalar. Kim bilir dünya dengemiz olmasaydı halimiz nice olurdu. Allah bilir ya, dünya her her an, her saniye, her salise depremlerden, sel felaketlerinden, fırtınalardan, geçilmeyecekti. Besbelli ki bir ilahi güç tüm mevcudata ‘denge içerisinde olun’ diye talimat vermiş olsa gerek ki, milim sapmadan ilahi talimatın gereğini yerine getirmek için deveran oluyorlar. Örnek mi? İşte dünyamız 23,5 derecelik bir eğimle bir yandan kendi ekseninde deveran olurken diğer yandan da güneş etrafından seyr-i âlem eylemekte. Böylece bu sayede dünyamız kendi ekseni etrafında yirmi dört saatlik yaptığı bir turluk deveranla hem günlüğümüz hem de namaz vakitlerimiz belirlenirken, güneş etrafında 365 gün dönmesiyle de hem yıllığımız hem de bir yıllık yaşımız belirlenmekte. Ne diyelim işte görüyorsunuz ilahi sözleşme nedir diye sorulduğunda bunun cevabı tüm kâinat okumalarında gizlidir elbet. Yeter ki kâinatta olan biteni doğru okumaya çalışalım bak o zaman ezelden ebede yapılan tüm ilahi sözleşmelerin idrakine ve bilincine ermiş oluruz da. Öyle ya, madem tüm mevcudat Rabbi ile olan sözleşmenin gereği eşrefi mahlûkat insana hizmet için deveran olmuşken, bu arada bize de bu müthiş kâinat nizamını doğru okuyup nimetlerinden faydalanmak düşer.

Evet, tüm dengeler eşrefi mahlûkat insan için ayarlanmış. Allah korsun şayet dünyanın eğimi 25 derece olsaydı kutuplardaki buzullar birkaç yüzyıla kalmadan erimeye yüz tutup denizleri buzla kuşatacaktı. Ya da dünyanın eğimi 22 derece olduğun varsayalım, bu kez ekvatora yakın bölgeler hariç Avrupa kıtasının tamamına yakını buzul kütleleri istila edecekti. Haydi, eğimden vazgeçtik, varsayalım ki dünyamız kendi ekseni etrafında 24 saatte değil de 30 saatte turunu tamamlamış olsa bak o zaman gümbürtüyü, fırtınalar ve kasırgalardan başımızı alamayacaktık. Peki, 20 saatte tamamlamış olsa ne olur? Allah korusun bu kez dünyamız kuraklık baş gösterip açlık sefalet diz boyu olacaktı. İşte tüm bu ihtimali örnekler bize gösteriyor ki; kâinat dengesi bir ilahi sözleşmeyle bir kurala ve bir nizama bağlanmıştır. Dolayısıyla Yüce Rabbimize bize bahşettiği tüm nimetlerinden dolayı ne kadar şükretsek azdır.

Öyle anlaşılıyor ki kâinat dengemiz iş olsun diye dengelenmemiş, belli bir gayeye yönelik dizayn edilmiştir. Hatta başlangıçta insanın dünyaya teşrif edeceği güne ön hazırlık niteliğinde bir dizayn olduğu içindir galaksilerin yaratılışı dünyanın yaratılışına nisbeten pek uzun sürmez de. Çünkü ortada daha henüz insan yoktur. Öyle ya, İnsan varsa bir şey anlam kazanabiliyor, yoksa hiçbir kıymeti harbiyesi olmayabiliyor. Dolayısıyla dünyanın oluşumu daha bir zaman alacaktır. Nitekim bilimsel çalışmalar ışığında bu demektir ki dünyamızı oluşturan kıtalar bile milyonlarca yılda tamamlanırken, bir bakıyorsun galaksiler altı saniye gibi kısa bir zaman diliminde tamamlanmış olduğu gözüküyor. Dahası Fizik bilginleri bu gerçeği büyük patlama anlamına gelen ‘bing-bang’ hadisesiyle izah etmeye çalışırlar. Hatta ‘zaman’ denen olguda bing-bang kapsamında değerlendirilir. İşte bing-bang teorisinin özüne baktığımızda dünya kabuğunun başlangıçta yekpare yapışık bir yapıda (bitişik) olduğu, zaman içerisinde konveksiyon akımlarının etkisiyle arz kabuğunda kırılma ve çatlakların oluşmasıyla birlikte kıtaların oluştuğunu görürüz. Böylece dünya haritamız son şeklini almış olur. Gerçektende dünya haritası iyi incelendiğinde çatlakların izlerini görmek mümkün. Kaldı ki mümkünü olmasa da Yüce Allah kullarına “O çatlayışlı arza kasem olsun ki, o keskin bir hükümdür” (Tarık suresi ayet:12) ayetiyle o haritanın oluşumuna çoktan işaret etmiş zaten. Başta da dedik ya, her şey Kün (ol) emriyle var olmakta. Aynen öyle de Yüce Allah (c.c) şöyle beyan buyurur da: “O’nun işi bir şeyi istedi mi ona sadece ol demektir, hemen oluverir” (Yasin suresi ayet,82). Hiç kuşkusuz kıyamet gününde de dirilişimiz ‘Kün’ emriyle vuku bulacaktır. Nasıl ki Bing-bang hadisesiyle galaksiler, zaman, mekân her ne varsa bir anda var olduysalar, aynen öyle de bu dünyadan göç edip kıyamet koptuğunda yine ilahi program ve ilahi sözleşme gereği büyük patlamayla (kıyametin kopmasıyla) dirilişe geçeceğimiz muhakkak. Buna inancımız tam da. Hem nasıl inancımız tam olmasın ki, baksanıza kâinatta öyle müthiş plan ve program işliyor ki; bir bakıyorsun yılın hemen hemen bütününde değişik türde cephe sistemlerinin oluşturduğu tüm rüzgâr esintilerinden istifade edebiliyoruz. Sadece istifade eden insan mı, elbette ki diğer mahlûkatta istifade emektedir. Nitekim bitkilerin tozlaşarak döllenmesi için aracılık yapmak suretiyle polenlerin taşınmasında en büyük etken unsur rüzgârdır. Ki; Kur’an’da bu mucize şöyle vurgulanır da: “Rüzgârı (değişik yönlerden) estirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok ayetler (sırlar) vardır” (Casiye suresi ayet–5). Anlaşılan o ki, evrende insan aklının alamayacağı ölçüde müthiş bir matematiksel nizam söz konusudur. Ve bu mükemmel nizam, ilahi sözleşmenin mana ve ruhuna uygun olarak ezelden ebede bir su misali akıp giderken hiç aksamadan belli bir program dâhilinde işliyor da. Tabii ki anlayana. Yok, eğer tüm bu kâinat okumalarına ya da dünyamızın hem kendi ekseninde hem de diğer gezegenlerle birlikte güneş etrafında ne için döndüğüne bir anlam veremiyorsak vay halimize. Hem de ne vah, hiç kimse kusura kalmasın bu saatten sonra bakacağımız her ne nesne varsa biliniz ki öküzün trene baktığı gibi bakmak olacaktır. Oysa bizim diğer canlılardan en bariz farkımız tefekkür melekesiyle donatılmış olmamızdır. Zira düşünen varlığız. Dolayısıyla farkımızı fark ettirmezsek bakar kör olmamıza şaşmamak gerekir. O halde Yüce Rabbimizin “Melekler, canlarını hoşluk ve rahatlık içinde alırlar. Selam size, yaptıklarınıza karşılık girin cennete derler” (Nahl,32) müjdesine bugün kulak vermeyeceksek peki ya ne zaman? Hiç kuşkusuz bunun için zaman ve mekân kollanılmaz, bir an evvel Hak Teâlâ’nın müjdesine mazhar olmak için ezelde verdiğimiz sözün gereğini yerine getirmemiz icab eder.

Evet, bu öyle bir müjdedir ki, müminlerin dünyada iken ayağına pranga olan tüm ağırlıklar giderilip zaman ve yer çekim kuvvetinin olmadığı adeta kuş tüyü hafifliğinde cennet yurdunun dört bir yanında dolaşıp nimetlerinden faydalanılabileceğimiz bir müjdedir bu. Zira cennet yurdu öyle narin, öyle hafif bir yurttur ki, orada enerjiye ihtiyaç duyulmayacaktır. Malum dünya hayatında yer çekim kuvvetinin varlığı enerji sarf etmemizi gerektiriyor. Nitekim ne kadar enerji sarf edersek o nisbette bedenimizde birtakım yıpranmalar ve arızalar çıkıp ağırlaşabiliyoruz. Derken ecel kapıya dayandığında da bize bahşedilen enerjiyi nerelerde tükettiğimizin hesabını vermek üzere ahirete doğru yol alırız da. Şayet enerjimizi tasarruflu kullanıp sıratı müstakim yolunda harcadıysak üzerimizdeki tüm ağırlıklardan kurtulacağımızın müjdesi ayeti celilede; “Sidretü’l Münteha’da ki barınılacak cennet, onun yanındadır” (Necm suresi ayet 4–15) diye belirtilen cennet yurdunun eşiğine geliriz de. Öyle anlaşılıyor ki ayette zikredilen sidretü’l münteha sıradan bir had hudut değil, zaman ve mekânın bittiği sınır hattıdır dersek yeridir. Nitekim Cibril Emin Peygamberimiz (s.a.v) ile birlikte Mirac’a doğru yükselirken Sidretü’l Münteha’nın kapısına geldiğinde duraklayıp “Ya Resulullah! Ben ancak buraya kadar yoldaş olabilirim. Bundan ötesini ancak sen geçebilirsin” demekten kendini alamazda. Derken Peygamberimiz (s.a.v), Allah’ın izniyle zaman ve mekânın ötesine geçip cenneti cehennemi gördüğü gibi daha nice sırlara da vakıf olmuştur. Tabii İslam uleması bu sırlar âleminden ancak sekiz adet cennetten bir nebze olsun söz edebilmiştir. Mesela bunlardan Cennetü’l Meva, ulemamız tarafından maddi sınırın bittiği ilk basamak olarak tanımlanır. Yani bu demektir ki Cennetül Meva, dünyadaki tüm ağırlıkların geride bırakılacağı ilk basamağın adı yurttur. Zira Yüce Allah (c.c) cennet yurdundan bahsederken “Altından ırmaklar akan cennet” diye beyan buyurmakta, dikkat edin “içinden ırmaklar akan cennet” denmiyor, altından ırmaklar akan denmekle bir fiziki gerçek ortaya konuluyor. Yani Kur’an’da ağırlık ve çekim etkisinin giderildiği bir yumuşaklıktan bahsediliyor. İşte bu nedenle “altından ırmaklar akan cennet” ifadesi kullanılmıştır. Öyle ya, “içinden ırmaklar akan cennet” ifadesi kullanılsa ağırlık ve çekim olurdu ki, bu durum dünyadaki fiziki olayı hatıra getirirdi. Ama işin içinde cennet söz konusu olunca fizik ötesi hadiseyi hatırlatacak ‘altından ırmaklar akan cennet’ ifadesi son derece isabetli bir ifadededir. Derken Rabbul âlemin bu ifadenin mana ve ruhuna uygun olarak narin mi narin hafif mi hafif diyebileceğimiz cennet yurdunu hak eden müminlere hediye olarak sunarda. Hiç kuşkusuz bu hediye sıradan bir hediye değil, bilakis on sekiz bin âlemin içerisinden en seçkin bir yurttur. Öyle ki bu yurd ölümsüzlük ve ebediyet iksirini de bağrında taşır. Nasıl mı? Yine bilim adamlarının ortaya koydukları verilerden mesela ölümlü dünya ile ölümsüz ebedi cennetin farkını gravidasyon (çekim) kanunundan bunu çıkarabiliyoruz. Zaten bundan ötesini de çokta fazla kurcalamaya gerek yoktur. Çünkü cennet yurdu bilgimizin dışında bir âlem, bizi aşar da. Bizi daha çok kâinatta cereyan eden hadiselerin arka planından yatan gerçekler alakadar etmeli. Alakadar olduğumuzda her şahika eser bezm-i eleste yaptığımız ilahi sözleşmenin aynası olacaktır. Nitekim her bir aynaya baktığımızda ehlisünnet âlimlerin bildirdiklerinden hareketle ilahi sözleşmemizin ipuçlarını şu üç kategoride yakalayabiliriz.

Malumunuz birinci sözleşme Allah’ın bezm-i elest’te ruhlarla yapılan sözleşmesidir ki;
-Ben sizin Rabbiniz değil miyim? İlahi hitab karşısında ruhların;
-Evet, Sen bizim Rabbimizsin denmesiyle gerçekleşmiştir. Yani bu durum ruhlar aleminde vuku buldu. Daha henüz topraktan gömlek giymediğimiz bir dünyadır bu. Tâ ki hamurumuz toprakla yoğrulur akabinde ruhta ten kafesimize girdiğinde ben-i âdem oluruz da. Şimdi belki şunu kendi kendimize nasıl olurda cansız toprak hayat bulur diye söylenebiliriz. Oysa yine günümüzün ilerlemiş teknolojik bilimsel çalışmalara şöyle göz attığımızda; toprağın bağrında eksi (-) değer içeren karbon ve azot moleküllerinin var olması bunun basbayağı olabileceğini gösteriyor. Hakeza DNA içinde bu geçerlidir, çünkü DNA’nın yapısında eksi (-) azot ve karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden kurulu bir düzen vardır. Dolayısıyla bu demektir ki doğurgan toprak incelendiğinde içerisinde var olan oksijen, fosfor ve hidrojenin, eksi (-) değerde ki karbon ve azotla birleşip insan bedeninin oluşturacak hamur olabiliyor pekâlâ. Yeter ki bu bileşenlere haiz DNA kodlarına ‘ol’ emri verilsin biliniz ki Yüce Allah (c.c)’ın tıpkı Hz. İsa (a.s) ve Hz. Adem (a.s)’ın yaratılışında olduğu gibi “Allah nezdinde İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona ol dedi ve o da oluverdi” (Müminun23-12) ve yine “..Biz kendilerini yapışkan cıvık bir çamurdan yarattık” (Saffat suresi 37 ayet11) diye beyan buyurduğu ayetin sırrınca şifreler hayat bulacak demektir.

Evet, ayet-i celilerden de anlaşılacağı üzere Rabbul Âlemin Hz. Âdem’in yaratılışında eksi değerli azot ve karbonu taşıyan toprakla DNA arasında ki bağı adeta gözler önüne sermekte ve böylece ateistlerin iddia ettikleri ‘canlı canlıdan çıkar’ tezi çürütülmüş olur da. Dahası cansız gibi görünen şifreler bir anda ‘Kün-ol' emri doğrultusunda canlılık kazanabiliyor. Kaldı ki ateistler Havva annemizin Âdem’in eğe (us) kemiğinden yaratıldığına da bir anlam vermekten acizdirler. Oysa bunda anlamamakta ne var, moleküler biyolojinin ortaya koyduğu bilimsel çalışmalara bir baksalar genetik kemik iliği hücresinin şifreleri adeta barkod okumasından geçirilircesine yazgıya çevrildiğini görür olacaklardı. Nitekim günümüz teknolojisinde laboratuar şartlarında alınan kemik iliği hücrelerinin bir başka uygun laboratuar şartlarında tekrardan üretilebildiklerini görebiliyoruz. Elbette ki Allah’ın hikmetinden sual olunmaz, ama şayet yaradılış şifrelerini açmak mümkün olsaydı insanın kader yazgısı neymiş belki de daha bu dünyadan göç etmeden idrak etmiş olacaktık.

Bilindiği üzere eğe kemiği insan kaburga kemiklerinin özü mesabesinde bir kemiktir. Nasıl ki karbon ve azot artı (+) değerli iken ölü (cansız) halde olup eksi (-) değere geçtiğinde ise toprak canlılık kazanıyorsa, aynen öyle de kıyamet gününde de bu öz sayesinde ‘Ol’ emri doğrultusunda toprak olmuş tüm cansız bedenlerin yeniden hayat bulacağına inancımız tamdır. Öyle ya, madem toz toprak olmuş bedenimiz canlılık kazanabiliyor, hem madem Allah her şeye kadir’dir, o halde bunda şaşılacak ne var Havva anamız niye Hz. Adem (a.s)’ın kaburga kemiğinden hayat bulmasın ki. Besbelli ki Havva anamızın yaratılış sırrı bu derin moleküler biyolojinin şifrelerinde gizlidir. Her ne kadar şifreleri çözemezsek de şifrelerin varlığına inanıyoruz ya, bu yetmez mi? Elbette şeksiz şüphesiz iman getirmek insana artı değer kazandırıyor da. Hatta kulun Rabbi ile ezelde yaptığı şifre niteliğinde ilahi sözleşmeye inanması da artı değer katacaktır. Dolayısıyla sırf inanmak bile bize kazanç olarak yeter artar da.

Bir çocuk düşünün ki, yarı anneden yarı babadan gelen kromozomlarla embriyolojik evrelerini tamamladıktan sonra dünyaya gelebiliyor. Ancak şu da var ki genetik alanda hızlı gelişmeler bize üreme hadisesinin hiçte basit olmadığını gösteriyor. Bikere her şeyden önce bir yumurta hücresinin döllenebilmesi için kendi genetik kartlarında eksik kalan genetik şifresini ya da kilidini açacak yaklaşık 250 milyon adet sperm hücresi içerisinden sadece bir tanesinin genetik koduna ihtiyaç vardır. Bu özel genetik kodu bulması gerekiyor da. Şimdi bu durumu normal mantık kuralları çerçevesinde düşündüğümüzde aslında döllenmenin gerçekleşmesi imkânsız gibi bir şey gözüküyor. Oysa bir bakıyorsun imkânsız gibi görünse de bir şekilde dişi hücresinin kendisiyle uyumlu, aynı zamanda kendisiyle bütünleşecek bir sperm hücresiyle ilkahı (döllenmesi) vuku bulabiliyor. Elbette ki erkeğin yaklaşık 250 milyon sperm hücresi içerisinden sadece bir tanesine denk gelebilecek genetik koda Yüce Allah'ın ‘ol’ emri sayesinde imkânsız görülen şey imkân hale gelmektedir. Derken “Kùn Feye kùn- ol der ve olur” emriyle birlikte dişide ki ovaryumun eksik kalan kartına karşılık gelen kodu tamamlanıp böylece nur topu bir bebeğin oluşumu vuku bulur. Bakınız bu hususta Yüce Yaradınımız şöyle beyan buyurur da: “Kıyametin zamanını bilmek sadece Allah’a havale edilir. Keza O’nun bilgisi olmadan ne meyveler kabuklarını çatlatıp çıkar ne de bir dişi gebe kalıp doğurur” (Fussilet suresi ayet 47). Gerçektende Yüce Allah’ın iradesi dışında hiçbir dişi gebe kalamaz ve doğuramaz da. Zira konuyu matematiksel olarak açıklık getirmeye çalıştığımızda ovaryum hücresi insanda bulunması gereken 60.000 civarında genetik karakterin yarısına karşılık gelmekte. Yani bu demektir ki 46 kromozomluk yapı içerisinde sadece 23 kromozomluk ünit olarak yerini alacaktır. Nasıl mı? Elbette ki Allah’ın lütfu mayoz bölünme sistemi sayesinde yerini alır. Aynı şekilde babanın sperm hücreleri de 46 kromozomluk yapı içerisinde 30.000 kompleks şifrelerden oluşan kartlara tekabül eder. Dolayısıyla babadan gelen 250.000.000 sperm hücresi, anneden gelen tek bir ovaryum hücresinin (yumurta hücresinin) etrafında adeta etten duvar örüp üşüştüğünde birbirlerini tamamlamak için can atacaklardır. Tabii bu noktada akıllara durgunluk veren bir başka olayda akla gelmez değil, yani dişi yumurta hücresinin nasıl akıl erdirip de onca sperm hücresi adayı arasından sadece bir tanesine kendi kilidini açacak kabiliyette ki sperm adayını bulabildiği doğrusu merak konusudur. Hiç şüphe yoktur ki, bu kilidin şifresi Allah Teâlâ’nın külli iradesi doğrultusunda belirlediği adayca açılacaktır. Nitekim Yüce Allah bunun gibi pek çok şifrelerin esrarını şöyle ortaya koyar da: “Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi O’na aittir O’nun bilgisi dışında hiçbir şey kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz, onlara: Bana koştuğunuz ortaklar nere de? Diye seslendiği gün: sana buna dair bizden hiçbir şahit olmadığını arz ederiz derler” Fussilet ayet 47) İşte bu ayetin ışığında ehlisünnet âlimleri kıyamet günü dirilişimiz Arş-ı Ala altında bulunan insan menisine benzeyen suyun kırk gün müddetle yağmur misali bereket kaynağı olmasıyla vuku bulacağını bildirmekteler. Böylece bu bereket kaynağı insan DNA’sının kodlandığını varsaydığımız us kemiğine hayat verip vücut buluruz da. Sözün özü İsrafil (a.s)’ın içerisinde tüm mahlûkatın bulunduğu sur’a üfürdüğünde her ruh kendi DNA kodundaki bedene taşınıp hayat bulacak dersek daha doğru olur.

Evet, Yüce Allah insanı bir damla sudan halk etti, kıyamet koptuğunda da buna benzer bir şekilde Arş-ı Ala altında bulunan insan menisine benzeyen suyun bereketiyle ilahi sözleşmenin gereği dirileceğimiz şüphe götürmez derecededir.

Şimdi buraya kadar birinci sözleşme ya da ahitleşme her neyse karınca kaderince dilimizin döndüğünce anlatmaya çalıştık, peki ya ikinci ahitleşmemiz nasıl oldu derseniz, malum o da ana rahminde tüm embriyonik aşamaların nihayetinde vücut bulduğumuzda gerçekleşir. Öyle ki Mevla’mız, ana rahminde embriyonik safhalarla kulunu tam tekmil donattığında, adeta ‘Bak kulum tüm azalarını Yaradanını tanıyasın ve unutmayasın diye sana lütfettim’ dercesine ikinci ahitleşmemiz gerçekleşir. Sakın ola ki, ceninle ahitleşme nasıl olur diye şaşmayın, bakın Yüce Allah (c.c): “O sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini de var etmiştir, hayvanlardan da sizin için sekiz eş lutfetti. Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır, İşte bu Rabbiniz olan Allah’tır…” (Zümer suresi ayet: 6) beyan buyurmak suretiyle bir yandan vücut donanımızın oluşum evrelerine dikkatimizi çekerken öte yandan da ‘Rabbiniz Allah’tır’ kelamıyla ikinci ahitleşmemizin gerçekleştiğini hatırlatmakta. Bu arada hatırlatma derken bizde kendi çapımızda bir hatırlatmayı yapmakta fayda var diye düşünüyorum. Maalesef bir kısım insanlar İtalyan heykeltıraşçı Mikelanj’ın üç yıllık bir çalışmanın neticesinde ortaya koyduğu Musa heykeline büyük bir gıptayla bakarken, söz konusu yaratılışımızın mutlak mimari Yüce Allah olunca maalesef teğet geçmekteler. Doğrusu ortada bizi yoktan var eden Yüce Allah’ın zerreden hücreye, hücreden dokuya, dokulardan organa, organlardan vücut saray haline gelişimiz gibi devasa bir eser dururken teğet geçilmesi şaşmamak elde değil. Öyle ya, hücrelerin birleşmesinden dokular, dokuların birleşmesinden organlar, organların birleşmesinden vücut şahikası bir eser ortaya çıkıyor, ama gel sen bunu görmezden gelip elin adamının yaptığı eserlere övgüler dizeceksin. Olacak iş mi? Oysa insanın anne karnında 9 aylık geçirdiği embriyonik değişim evreleriyle birlikte oluşan vücut şahikası eser, az buz iş mi? Ki, bu şahika eser Kur’an’da üç karanlık dönüşümün yaratılış öyküsü olarak insanlık iyice düşünüp ibret alsın diye zikredilir de. Malum bu üç karanlık oda günümüz bilim adamlarının çalışmalarıyla birinci odanın hücre aşaması, ikinci odanın doku aşaması, üçüncü odanın organlar aşaması olarak açıklık kazanmıştır. Tüm bu aşamaların bütününe ise embriyoljik safhalar denilmiştir. Aslında embriyolojik aşmalar başlamadan bu süreç başlangıçta sperm ve yumurta hücresinin birleşiminin sonucu, yani zigotun oluşumuyla start alacaktır. Derken ikinci evrede zigotun bölünüp blastula, morula ve gastrula aşamalarını tamamlamasıyla birlikte en son embriyo safhası adını alacaktır. O halde embriyo için zigotun bölünüp değişikliğe uğraması neticesi ortaya çıkan safhanın adı dersek yeridir. Anlaşılan o ki; embriyolojik safhalar belli bir plan ve program dâhilinde anne karnında 9 aylık süreç içerisinde Allah’ı hatırlatmaya yönelik ikinci bir sözleşmemiz olur. Nasıl anne karnı sözleşmemiz olmasın ki, bakın ehlisünnet kaynaklarında da belirtildiği üzere anne karnında 120 günlük cenine ruh üfleyen Yüce Rabbimizdir. Dahası ruhun üflenmesiyle birlikte akabinde kalp, akıl, fikir, hafıza, şuur, sevgi gibi melekelerde beraberinde gelip böylece yaratılışımız kemal bulacaktır. Madem kemal bulduk, bize düşen hem bezm-i eleste, hem de anne karnında yaptığımız sözleşmelerin mana ve ruhuna sadık kalıp her daim andımızı hatırlamak düşer. Her şeyden öte asıl bizden insani özelliklerimizin de hatırlanması istenmektedir. Nedir istenen o özellikler derseniz, bizden ilk etapta Allah’a hakiki manada kul olmamız istenmektedir elbet. Zaten buluğa erdiğimizde kul olmanın gerekliliklerini yerine getirme noktasında yükümlülük altına gireriz de. Bu nedenledir ki akıl baliğ olmayan ölüden mahşer günü hesap sorulmaz da. Hatta İslam davetiyle karşılaşmayanlar, ya da İslam’ı duymayanlarda öyledir. Ama yine de ihtiyatlı olup bu hususu araştırmakta fayda vardır. Her neyse sonuçta her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğuyor ya, bu bizim için önemli ipucu bilgi olsa gerektir. Dolayısıyla tüm mesele bu fıtratın iyi işlenip işlenmemesinde gizlidir dersek yeridir. Zira Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle beyan buyurmakta; “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Ne var ki anne babası onu ya Yahudileştirir, ya Hıristiyan yapar ve Mecusiliği aşılar, aynen hayvanlarda olduğu gibi. Hani bir hayvan bütün azaları derli toplu bir halde doğar fakat insanlar onun ya burnunu keser, ya kulağını deler, ya da kısırlaştırır. Böylece hayvan başka bir şekle girer” (Buhari). Keza bir başka kutsi hadiste ise; “Ben bütün kullarımı bana kulluk etsin diye yarattım, fakat onlara şeytanlar geldi, kendilerini dinlerinden uzaklaştırdılar” (Müslim) diye beyan buyurur.

O halde hazır fıtrattan söz açılmışken şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, insanın Allah ile üçüncü sözleşme niteliğindeki ilahi mukavelesi; hiç kuşkusuz Peygamber çağrılarıdır. Öyle ki Peygamber çağrıları hem insanın fıtratı gereği yaptığı tüm ilahi sözleşmeleri hatırlatmakta hem de Peygamber kavlince yapılan biatle Allah’a kul olmanın sorumluluğunu da hatırlatmaktadır. Dolayısıyla kıyamet gününde böyle bir davet ya da çağrı duymadım deyip hiçbir sorumluluktan kaçma şansımız yoktur. Öyle ya, madem ezelden ebede bir dizi akit süreçlerinden geçiriliyoruz, o halde Yüce Allah tarafından her kavme geldiği bildirilen Peygamber kavlince yapılan sözleşmelerin ömür boyu hatırlanması icab eder. Zira kulun Allah’la yaptığı her ilahi sözleşme hiçbir itiraza mahal bırakmayacak derecede levh-i mahfuzda kayıt altında saklı tutuluyor da. Öyle ilahi sözleşmelerimiz vardır ki hatırlayamıyor olmamız gayet tabiidir. Ama hatırlamıyoruz diye bu demek değildir ki böyle sözleşmelerin varlığı inkâr edilsin. Bilakis Allah’la olan sözleşmelere inanıyor olmamız çok önem arz edecektir. Elbette ki zaman ve mekânı unutmak beşer olmamız hasebiyle biz kullar içindir. Ancak unutmak kula inkâr etme lüksü vermiyor. O halde ilahi andımızı unutmuş olsak bile iman getirmekle mükellef olduğumuzun bilincinde olmak bize yeter artar da. Bakınız, Allah-ü Teâlâ Habib’ine bu hususta ne diyor;
“Ey Resulüm! Onlara o vakti hatırlat, hani Rabbin Âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendi nefislerine şahit tutarak: ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlarda: Evet sen bizim Rabbimizsin dediler Şahitlik ettik ki, kıyamet günü: Biz bundan gafildik, haberimiz yoktu demeyesiniz. Yahut bizden önce babalarımız Allah’a ortak koştu, bizde onlardan sonra gelen bir nesildik, onların izinden gittik. Batıl’a dalanların yüzünden bizi helak mi edeceksiniz? Şeklinde küfrünüze mazeret ileri sürmeyesiniz diye böyle yaptık (A’raf 172–173).

Zira Hz. Ömer (r.anh) bu ayeti kerimeyi Allah Resulünün dilinden:
“Allah Âdem’i yarattı, sonra Âdem’in belinden zürriyetini çıkardı ve bunları cennet için yarattım, onlar cennetlik amelleri işlerler. Sonra tekrar Âdem’in belinden bir grup zürriyetini çıkardı ve bunları cehennem için yarattım, onlar cehennemliklerin amellerini işlerler” diye aktardığında orada bulunanlardan biri:
-Ya Rasulullah! Madem öyle biz ne için amel ediyoruz ki?
Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) cevaben:
-Allah bir kulu cennet için yaratınca kendisini cennetliklerin ameli ile meşgul edip ölünce cennete girer. Allah bir kulu cehennem için yaratınca cehennem ameli ile baş başa bırakıp kul ölünceye kadar bu hal üzere gider ve ölünce cehenneme girer” diye buyurmak suretiyle zihinlerdeki şüpheleri gidermiş olur.

Hem şüphede ne oluyor, imanda zafiyet doğurduğu gayet açık. Dolayısıyla imanda sorgusuz sualsiz teslim olmak esastır. Bize akaidimiz gereği gerek kâlù belâ da, gerek anne karnında, gerek Peygamberler vasıtasıyla yaptığımız tüm ilahi sözleşmelere inanmak ve teslim olmak düşer. Yok, ben tüm bunları şüpheyle karşılıyorum denilecekse, biliniz ki iman şüphe kaldırmaz, bilakis iman teslimiyet ve sebat gerektirir. Sebat edelim ki kurtuluşa erenlerden olabilelim.

Evet, şeksiz şüphesiz iman etmek bu derece önemli husustur. Öyle ya, amel noktasında yapılan hataların telafisi olabiliyor, ama işin içinde iman söz konusu olunca bunun şakası olamaz, telafisi zor bir husustur. Bir adamda amel olmaya bilir, ama o adam şeksiz şüphesiz iman ediyorsa onun için bir kurtuluş ümidi vardır elbet.

Nitekim Rasulüllah (s.a.v) bu manada ashabına şöyle bir kıssa anlatır da:
Sizden evvelki ümmetler içinde bir adam vardı ki, yüreğinde taşıdığı imandan başka hiç bir ameli yoktu. Bu adam bir gün aile efradını başına toplayıp şöyle vasiyette bulunur:
-Öldüğüm zaman beni mutlaka yakınız, hatta kemiklerimi havanda döverek toz ediniz. Sonra rüzgârlı bir günde bu tozun yarısını karaya, yarısını da denize atınız.
Derken vasiyet yerine getirilirde.
Ancak Yüce Allah (c.c) rüzgâra:
-Derhal dağıttığın tozları topla diye emir buyurur.

Tabii emir yerine getirilip tozlar ilahi huzura getirildiğinde, Hak Teâlâ adama:
-Neden böyle vasiyette bulundunuz ki?
Adam cevaben şöyle der:
-Ya Rabbi! Senden hayâ ettiğim için elbet.
Bu durumda Yüce Allah (c.c) adama:
-O halde Bende fazlımla seni mağfiret ettim deyip adamı affedecektir.(Buhari).
Hakeza bir başka ilgi çeken örnek ise Ashabtan Hakim b. Hizam ile Allah Resulü arasında yaşanan soru cevap ilişkisinde yaşanacaktır. Öyle ki Hakim b. Hizam:
-Ya Rasulüllah! Acaba ben cahiliye devrinde yaptığım iyiliklerin karşılığını görecek miyim diye sorar.
Tabii Efendimiz (s.a.v) sorulan suale kayıtsız kalmayıp çok manidar bir cevap verir de:
-O iyiliklerin karşılığı olarak Müslüman oldun ya.
Böylece bu cevap karşısında maksat hâsıl olur da.

Velhasıl; ilahi sözleşme ezelden ebede vardır ve haktır. Bu böyle biline.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/33 ... n-soz.html

Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön