ÇAY KAHVE BAHANE, GÖNÜL İLLA SOHBET İSTER

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

ÇAY KAHVE BAHANE, GÖNÜL İLLA SOHBET İSTER

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

ÇAY KAHVE BAHANE, GÖNÜL İLLA SOHBET İSTER

SELİM GÜRBÜZER

Malumunuz sohbet insan ruhuna tesir ederse ancak o zaman bir anlam ifade etmekte, aksi halde o sohbet havada asılı kalaraktan hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bir kere her şeyden önce sohbet edenin özü sözü bir, iman, ahlak ve şahsiyet sahibi olması gerekir ki sözünün eri olabilsin. Nasıl mı? Sadatlar bunun en belirgin örneği zaten. Düşünsenize Sadatların sohbeti katılaşmış kalplerde bile yumuşatıcı yumuşatacı tesir gösterebiliyor. Nitekim Suriye’deki Hıristiyan ahalisinin önde gelen bir kısım insanlar, Sadatlardan Şah-ı Hazne (k.s)’ın sohbetine denk geldiklerinde ‘O bir peygamber olsa gerektir’ demekten kendilerini alamazlardı. Tabii Şah-ı Hazne (k.s) bu tür maksadı aşan ifadeler karşısında derhal tepkisini ortaya koyup şöyle der: “O da ne söz, bu tür sözleri asla ağzınıza almayın, şunu iyi biliniz ki, Allah Resulünün dar-ı bekaya irtihaliyle birlikte peygamberlik kapısı kapanmıştır.”

İşte Sadat olmanın getirdiği nübüvveti duruş ve tavır budur. Öyle ki tabiat boşluk kabul etmez misali sohbet etmekse sohbet, had hudut bildirmekse o da aynı şekilde gerekli zamanlamayla yerine getirilirde. Çünkü en ufak bir taviz ilerisinde telafisi mümkün olmayan vahim sonuçlara kapı aralayabiliyor. Hele bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiyye yolunda sohbete verilen kıymet kadar şeriata aykırılık durumlara karşı tavır koymakta çok mühim vazife addedilmektedir. Nitekim bu yolu sistemleştirme vazifesini üstlenen Şah-ı Nakşibend (k.s) “Bizim yolumuz sohbet yoludur, Halvette şöhret, şöhrette ise afet vardır. Hayır ve bereket, birlik ve beraberliktedir. Birlikte olmak sohbetle mümkündür. Ancak bu halin gerçekleşmesi, sohbetin faydalı olması şartına bağlıdır. Sohbet olanların yekdiğerinde fani olmaları şarttır. Hazreti Huzeyfe (r.a)’ın; “Gelin bir saat iman edelim” sözü gösteriyor ki, taliplilerin kendi aralarında sohbet etmelerinde çok hayır ve bereket vardır. Ümit ederiz ki, buna devamda son derece ihtimam gösterirlerse imanı elde etmiş olurlar” diye beyan buyurmakla sohbete verilen ehemmiyeti ortaya koyarken, Seyda Hz.leri de izini iz sürdüğü sohbet yolunun başına her hangi bir halel gelmemesi için sofilerine “Ne tarikata, ne de şeriata bid’atı sokmayın” tembihatıyla nasıl uyanık ve nasıl titiz davranılması gerektiğini ortaya koymuştur. Tabii, Seyda Hz.lerinin bu titizliği laf ola beri gele türünden bir titizlik değil, bilakis İslam’ı yaşamaya o kadar dikkat ederdi ki, halifelerinden Molla Muhammed’i bir gün yanına çağırdığında ona: ''Hem şeriatta, hem tarikatta, benim üzerime casus olacaksın. Yani ben bir yanlış hareket yaparsam, beni o konuda uyaracaksın'' tembihatını ihmal etmeyecek türden titizliktir bu. Dile kolay, hem bir yandan Şah-ı Nakşibend (k.s)’ın sistemleştirdiği bu kutsi yolun izini iz süreceksin, hem de içerden ve dışarıdan gelebilecek her türlü fitne, fücur ve bidatlere karşı koruma kalkanı olmaya çalışacaksın. Gerçektende buna ne kuvvet dayanır ne de can. Ama Sadat olunca iş değişiyor, onlar için ne kadar çile o kadar ecir demektir. Şöyle etrafımıza baktığımızda ümmetin birliğini ve dirliğini baltalamaya yönelik İslam, ahlak ve itikadını sarsacak o kadar bozuk fikri cereyanlar ve bid’atler kol gezmekte ki, değil bir bin kat daha titiz davranmayı gerektirir durumdayız.



Evet, Sadatların işi hem zor hem kolay. Zorluğu her türlü fitne fücur ve bidatlere karşı her an uyanık üzere olma mecburiyetleridir, kolay olansa sevdikleri iş olmasıdır. Mesela sahabeden Hazreti Huzeyfe (r.a)’ın; “Gelin bir saat iman edelim” niyeti üzere kurdukları sohbet halkaları onların en çok sevdikleri, aynı zamanda üzerlerindeki yorgunluğu atacak türden işlerdir. Dedik ya, asıl onları zorlayacak olan iş bir önceki Sadattan devr aldıkları emanete sahip çıkıp koruma yükümlülüğüdür. Malum, bilenler bilir, emaneti koruyabilmek için bir yandan oluşturdukları sohbet halkalarına her türlü zehir saçan bozuk fikri cereyan ve bidatleri sokmadıkları gibi, diğer yandan da önlem olarak sünnetleri ihya etmeye yönelik Sekiz şart adabını, Evrad ü ezkârı, Hatme-i Hacegân gibi panzehirleri de iri ve diri tutmanın mücadelesini vermekteler. Hele ki bu zamanda bu ağır sorumluluğu yürütüyor olmak her babayiğidin harcı olmasa gerektir. İşte bu nedenledir ki, günümüz Sadatın geçmiş Sadatların omuzlarına binen yükten çok daha ağır bir yükün altına girdiklerini çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s), bu hususta şöyle der: “Zamanımızın Saadatı geçmiş zaman Saadatından daha büyüktürler, şayet edep dışı olmasaydı onlar hakkında sahabenin mertebesindeler derdim. Gerçi hiç kimse sahabelerin hakikatine ulaşamaz.”

Peki, meseleyi birde gelmiş geçmiş sofiler açısından durum nasıldır dediğimizde ise bu hususta ki meramımızı Şeyh Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s): “Her kim Şeyh Abdulkâdir Geylânî’nin amelini yaparsa o da şey Abdulkâdir Geylânî gibi olur” beyanıyla açıklık getirir.



Görünen o ki, gerek Sadatlar gerekse sofiler açısından durum değerlendirilmesi yapıldığında hemen her devirde bu ikili birlikteliğin insanlar üzerinde etkisi fiziki görünümlerinden kaynaklanan bir etki gücü olmadığı, tam aksine insanların gönül dünyasına dokunur türden oluşturdukları sohbet halkalarının manevi atmosfer dalgasından kaynaklanan etki gücü olduğudur. Derken Sadatlarla sofilerin el ele gönül gönüle verip birlikte oluşturdukları bu manevi tasarruf dalgası Allah’a yakınlık ölçüsünce köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir, ülke ülke insanların gönüllerine nakş olunmuş olur. Hele bir de insanların bir şekilde Allah dostlarının ve sofilerinin muhabbet kaynayan sohbet meclislerine yolu düşmeye görsün, bir anda sevgi deryası içerisinde kendini sofi olmuş halde bulur. Böylece bu sevgi deryası sayesinde üzerine gökten sâf sâf inen rahmet melekleri indirdiği sekînetten kendi payına düşen rahmetten istifade etmiş olur. Ki, içine düştüğü sevgi deryası her daim Allah sohbetinin, Peygamber sohbetinin, Sahabe ve Sadat sohbetlerinin hiç eksik olmadığı derya-i umman meclistir. Derken bu derya-i umman zikir ve sohbet halkalarına inen sekinetle birlikte:

“Gönül ne kahve ister, ne kahvehane,

Gönül sohbet ister, kahve bahane,

Gönül ne çay ister, ne çayhane,

Gönül sohbet ister, çay bahane” dizeleri tüm çarpan gönüllerde ilahi nağme olarak anlam kazanır da. Nasıl anlam kazanmasın ki, bikere kalplerin tek yürek halde olduğu böylesi sohbet ve zikir meclislerin:

-Gök kubbesini melekler oluşturmakta,

-Işık kandilini başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere O’nun âli Ashabı ve Sadatlar oluşturmakta,

-Otağ hırkasını da sohbet halkasında tek yürek tek kalp olmuş yufka yürekli sofiler oluşturmakta,

Madem öyle, şimdi tamda sormak zamanıdır, ‘gök kubbe-ışık kandili-otağ’ üçlü sacayakları üzerine bina edilen bu sohbet meclislerinde aşkla muhabbetle yudumlanan çaylar eşliğinde söylenen ilahi nağmeler gönüllerde anlamca yankı bulmayacakta, peki ne anlam yankı bulur ki? Elbette ki böylesi aşk ve muhabbet sevgi seliyle kaynayan zikir ve sohbet halkalarında kalplerin tek yürek halde vahyin ve nübüvvet kandilin ışığıyla soluklanıp ilahi nağmelerin yankı bulup anlam kazanması son derece gayet tabiidir.



Evet, öyle anlaşılıyor ki, melekler bu sevgi deryası zikir ve sohbet meclislerin gök kubbede bâki kalan hoş bir sadâ çatısı olurken, bu sevgi deryanın yeryüzünde ki tacı tahtı da başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere O’nun izini iz süren Sadatlar oluşturmakta. Hiç kuşku yoktur ki, bu sevgi deryası meclisin hırkasını da Sofiler giyinmekte. Delil mi? Delile ne hacet, bikere ismiyle müsemma, lügate bakın ‘Sûf’ Arapça kökenli bir kelime olmanın ötesinde yün manasına gelen tasavvuftan türemiş bir kavram olduğu çok açık. Zaten sofi de yün hırka giyen manasına derviş gazi demektir. Nitekim sofilerin kendine örnek aldığı Hasan-ı Basrì Hz.leri de bizatihi sûf giyinen Tabiûn ulularından olup bu hususta bakın ne diyor: “Bedir Gazilerinden yetmiş sahabeyle görüştüm, hepsinin elbisesi yün çuhaydı.”

İşte tüm bu örnekleri üst üste koyduğumuzda hiç boşu boşuna delil aramaya gerek kalmaksızın dünyada beşeri sınıflar içerisinde zikir ve sohbet meclislerin hırkası olmaya tek layık topluluk sofiler olduğu besbelli. Kaldı ki, sofileri beşeri sınıf içerisinde farkını ortaya koyan sadece hırka ismiyle müsemma oluş alametleri değil, buna ilaveten Şehâbeddin es Sühreverdi Hz.lerinin de belirttiği üzere sofilerin sürekli olarak siretlerini Mescidi Nebevinin sofasında ilim ve zikir hal üzere olmakla meşhur Suffe ashabına benzemeye çalışmaları da en belirgin alâmet-i farikadır. Nitekim sofilerin Ashab-ı Suffe boyasıyla boyanma çabaları meyve verdiğinde saf yün hale gelişlerini, Cüneyd-i Bağdadi (k.s) şöyle dile getirir de: “Sûfi yer gibidir, iyi de kötü de üzerine basarak yürür. Bulut gibidir, iyiyi de kötüyü de gölgelendirir. Yağmur gibidir, ayırım yapmadan her yeri sular”; “Zahirine özen gösteren bir sûfi gördünüz mü bilin ki içi haraptır.” (Bkz Kuşeyri, II,553).

Anlaşılan, bu kutsi yolda nefsini başkasının nefsinden aşağı görmedikçe köprü olunamıyor. Yani, öyle köprü olmak gerekiyor ki, herkes üzerinde geçtiğinde nefis kabarmamış olsun. Malum, şeytanın helakine sebep olan kendini üstün görme illetidir. Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde sofilerin tevazu yün hırka halini anladık anlamasına da hemen her gün zikir halkasının ardından büyük bir aşk ve muhabbetle çayı yudumlayışına ne demeli. Hiç kuşkusuz çay için denilecek çok şey var. Ama ne dersek diyelim sofilere çaydan başka aşkını ve muhabbetin katacak başka bir içeceği içirmek pek mümkün gözükmüyor. Çay bikere her şeyden önce Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin nefesiyle okunup üflenmiş bir içecek, elbette ki bu durumda çaya aşkını ve muhabbetini katması gayet tabiidir. Rivayet edilir ki, Hace Ahmet Yesevi (k.s) sıcak bir havada yorucu yolculuğun ardından Hitay sınırında bir Türkmen evine misafir olduğunda kendisine ikram edilen çayı içtiğinde o an terleyip yorgunluğu gidivermiştir. Akabinde “Ya Rabbi! Bu ne güzel şifalı içecekmiş, bu içeceğe kıyamete kadar revaç ver. Bizi sevenler içsin, faydalansınlar” diye dua etmiş bile. Öyle ya, Hacegan Piri dua eder de sofi çay içmeden durur mu? Hele birde:

“Doldur sofi çay doldur

Aşk elinde çay doldur

Böyle meclis bulunmaz

Allah! deyip çay doldur” dizeleri eşliğinde çaylar tazelendikçe gönüllerde aşkın mihrabında yeniden tazelenmiş olur. Hatta bu arada demlikte çayların biri dolup biri boşalırken her seferinde sofinin Allah diyerek içtiği bardağın önünde tazimle eğilmekten kendini alamaz da. Belli ki bu eğiliş sıradan bir eğiliş değil, bilakis sofinin haliyle özdeşleşen tevazu eğilişidir bu. Peki ya, bardak için ne demeli? Malum bardağın boş kısım boş adamlar içindir. Asıl sofiler için bardağın dolu kısmı çok önem arz etmekte. Dolayısıyla bizimde tıpkı sofiler gibi bardağın dolu tarafına bakmamız icab eder. Çünkü bardağın dolu tarafına baktığımızda sohbet dostla, dostta sohbetle hemhal olduklarını görürüz. Derken Ariflerin sürekli olarak sohbetlerde dile getirdikleri “Önce refik, sonra tarik” denen hadisenin tüm gerçekliğiyle yaşandığı bir manevi iklimle yüzleşiriz.

Ne diyelim, şimdi gel de tüm bu anlatılanlardan sonra önce refik, sonra tarik hadisesinin gerçekleştiği böylesi sohbet ve zikir meclislerine kayıtsız kal, ne mümkün. Ki, böylesi sohbet halkaları ne feylesof halkasına, ne hangi bilmem profesörün panel halkasına, ne şunun ne de bunun telekonferans sistemiyle oluşturulan halkalara benzer. Kelimenin tam anlamıyla zikir ve sohbet halkaları doğrudan ilhamını Allah ve Resulünden alan ışık kandili halkalardır. Dolayısıyla diğer suni halkalara benzememesi son derece normal, son derece gayet tabii bir durumdur. Malumunuz materyalist akımların öncüleri insanın dış kalıbına hitap ederken, arifler doğrudan insanın gönlüne hitap etmekte, elbette ki birbirlerine benzemeyeceklerdir. Nitekim sırf işin zahirine ve kalıbına takılanlar materyalizmin soluğunda kendilerini Darwin laboratuarlarında buldular, sırf işin hem zahirine hem de özüne takılanlarsa vahyin ve sünnetin soluğunda kendilerini arifler meclisinde buldular. Bu demektir ki, insanoğlu iki yol ayrımındadır, ya Kur’an ve sünnete sıkı sıkıya sarılıp eşrefi mahlûkat olarak insanlığını yeniden keşfedecek, ya da materyalist akımlara kendini kaptırıp Darwinleşerekten maymunlaşacaktır. İşte bu noktada Darwin, insanlıktan hızla uzaklaşan materyalistlerin piridir maalesef. Baksanıza bir kısım insanlar materyalist öğretilere öyle kendilerini kaptırmış durumdalar ki ilahi olan her ne varsa reddedip kimi zaman komünist, kimi zaman faşist, kimi zaman kapitalist, kimi zaman ateist olabiliyorlar. Dahası dünya sathında ne kadar fitne fücur türden akım varsa ilkel olana tav olmaktalar. Tav oldukları akımların panellerine, seminerlerine, konferanslarına katıldığınızda şöyle insanın gönlüne dokunacak sohbet havası izine rastlamak ne mümkün. Ortada varsa yoksa kuru gürültü babından demagojik tartışmalar vardır. Zaten demagojinin ve laf ebeliğinin biri bin yaptığı mekânlarda sohbet olmaz ki. Bu yüzden sohbet nedir bilmezler de. Demagogların tek bildikleri şey, deney ve gözlemden uzak kuru mantık oyunlarıyla halkı kandırmaktan ibarettir.



Peki, akıl yürütüp halkı kandırmaya çalışıyorlar da ne oluyor, eninde sonunda bir bakmışsın Abdurrahim Karakoç’un ifadesiyle akıl karaya oturmuş halde kendisiyle kala kalıyor. Her neyse onlar aklı karaya oturta dursun biz kendi gönlümüze hoş gelebilecek İmam-ı Gazalinin “Akıl, bir yere kadar arkadaş, ama aklında giremeyeceği sahalar var” dediği seyr u âleme nasıl yol alırız onun derdiyle hemhal olmaya bakalım. Her ne kadar işe koyulacağımız bu kutsi yolda nihai hedefe ulaşamasak da sonuçta karınca misali o yolda da ölemez miyiz? Yeter ki niyetlerimiz hayır üzerine olsun, elbet akıbetimiz de hayırlara tebdil olup şerlerin etrafımızdan çekilip defolacağı muhakkak, buna inancımız tam da.

İyi ki de materyalistlerin tam aksine Kur’an’ın ‘İkra’ emri istikametinde kendimize bir yol edindikte bu sayede gerçek manada sohbet nedir idrak etmiş olduk. Siz bakmayın öyle bir kısım demagogların sabahtan akşama, akşamdan sabaha şu televizyon bu televizyon hemen her gün ekranlardan habire ahkâm kesmelerine. Aslında onların her biri rozetleri kendilerinden büyük içi boş laf bezirgânlarıdırlar. Dikkat edin ekranlarda hep bardağın boş kısmıyla oyalanmaktalar, dahası buradan acaba kendime ne gibi çıkar ve kariyer edinirim hep onun peşindedirler. Oysa biz biliyoruz ki, asıl insana çıkar sağlayacak tek manevi sermaye Allah’ın rızasını kazanmaktan geçmekte. O halde bize düşen bardağın boş kısmıyla oyalanan ekranlara bakmak değil, bardağın dolu tarafıyla meşgul olan sohbet meclislerin izini iz sürmek olmalıdır. Ki, bu hususta Efendimiz (s.a.v) ümmetine şöyle öğüt verir de: “Kuşakların en hayırlısı benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onları izleyenler gelir..” (Buhari, Müslim, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel..)

Şu da var ki geldiğimiz noktada gönle dokunan sohbet meclisleri eskisi kadar faal olmadıkları da bir vaka. Evet, her ne kadar Allah Resulünün çok öncesinden ümmetini haberdar ettiği; “Ümmetim hiçbir yıla girmeyecek ki, bir sonraki yıl ondan daha beter olmasın” (Mirkatu’l-Mefatih, 1/507) dediği dönemler yaşansa da, bu demek değildir ki, gönle dokunan sohbet meclislerinde uzak kalınsın. Unutmayalım ki, her zevalin mutlaka birde dirilişi söz konusudur. Er ya da geç sohbet meclislerinin yeniden yeşerip dirilişe geçeceği günler pek yakındır, mümin olmanın gereği gelecekten umudumuzu kesmeyiz de. Nasıl ümit var olmayalım ki, nasıl ki Peygamber meclisinde ashab-ı kiram birbirlerinin yoldaşı olup Dini Mübin kemale erdiyse, aynen Peygamber varisi Rabbani âlimlerin meclislerinde de Hak âşıklarının birbirlerinin yoldaşı olduklarında Yüce Allah’ın Kur’an’da beyan buyurduğu “Nurumu tamamlayacağım” vaadinin tecellisiyle birlikte ümmetin dirilişi tam olacaktır.

Evet, Sohbet vardır ki; yılanı deliğinden çıkarır, sohbette vardır ki insana hayatı dar eder. Tabii bizim birincisine talib olmamız gerekir. Hakeza öyle ışık kandili insanlar vardır ki Kur’an’ın hükmünce görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatan kimseler olup gönüller feth olur, öyle de güya kendini entelektüel aydın sanan insanlarda vardır ki, görüldüklerinde gönüllere karalar basıp yol kesen harami olurlar. O halde neydik edip gönlümüze karalar basmaması için güneşin doğduğu yere yönelmek gerekir. İcabında bu da yetmez, Allah yolunda gayret etmekte gerekir ki; yol kesen haramiler iç dünyamızı altüst etmeye güç yetiremesin. Çünkü gayretli olandan şeytan kaçar da. Yol kesen haramiler şunu iyi bilsinler ki Ümmet-i Muhamed’in içerisinde sırat-ı müstakim üzere yaşayan Ariflerimiz var olduğu müddetçe bizi yolumuzda alıkoyamayacaklardır. Yeter ki o nurani ışığa talip olalım, kurtuluş fermanımız galip gelir de.

Malumunuz, Hulefa-i Raşidin döneminde sohbetler doğrudan kalbe yönelikti. Şimdilerde gönül sohbetleri para etmez deniliyor. Yetmedi ölümde tesir etmiyor artık. Oysa biz biliyoruz ki, Halife Hz. Ömer (r. anh)’ın devlet işlerinde kullandığı parmağındaki “Ey Ömer! Vaiz olarak ölüm sana yeter” yazılı yüzük her daim gönül nasihatini kalbinde diri tutacak paradan da üstün değerde bir mühürdür.

Velhasıl-ı kelam; sohbet meclisi deyip geçmeyin, Gönül Sultanlarının ellerinde tuttukları ışık saçan kandilleri “Şu fani dünyada bir saniyesine bile hâkim olamadığımız, hükmedemediğimiz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur” Muhsin’ce diyebileceğimiz manevi hayata tutunmamızı sağlayan tek meşalemizdir.

Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3 ... hbet-ister
En son dedekorkut1 tarafından 07 May 2020, 09:13 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Re: ÇAY KAHVE BAHANE, GÖNÜL İLLA SOHBET İSTER

Mesaj gönderen der-ya »

Cümle yaren meclisi dostlarına SELAM olsun





Resim



Ayetullah Destgayb’ın “Gizemli Öyküler” kitabından alıntıdır.
Öykü:26 Sayfa:58

Kötürümken İyileşmek


Bir hac yolculuğunda büyük âlim Hacı Seyit Ferecullah Behbehanî’yle görüşme fırsatı buldum. Evindeki taziye meclisinde İmam Hüseyin (a.s) tarafından bir mucize gerçekleşmişti. Ben de ondan bu mucizeyi bana yazmasını rica ettim. Olayı kendi kalemiyle detaylı bir şekilde yazarak bana yolladı. Yazılı metni burada olduğu gibi naklediyorum:

<<<<<<<<<<<Ramhormoz’a bağlı Câbirnan doğumlu Behbehan sakini Abdullah, 28 Muharrem 1883 yılında ayağından müzmin bir hastalığa yakalandı. Koltuk değneğiyle güçlükle yürüyordu. Geçimi için hayırsever müminler ona yardımda bulunurlardı. Doktor Gulamî’ye müracaat ettiğinde pek de ümit verici bir haber almadı. Sonra yanıma gelerek Ahvaz’a gitmek için yardım istedi. Allah’a şükür, yolculuk için vesileler tedarik edildi. Ona bir mektup vererek Ayetullah Behbehanî’ye yolladım. O da Abdullah’a yardım konusunu kabul ederek onu Condi Şahpur hastanesi başhekimi Doktor Ferhat Tabipzade’nin yanına yolladı.

Doktor, ilk etapta ayaklarının filmini çekti. Diz kapaklarının altında kansere neden olan bir urun oluştuğunu belirterek, bu ayağın iyileşmesinin artık imkânsız olduğunu söyledi. Daha sonra tüm masraflarını kendisi karşılayarak onu Abadan Petrol Hastanesi’ne sevk etti. Orada da ayağından dört film çekildi. Ne var ki sonuç aynıydı. Bu cevabı da aldıktan sonra ümitsiz bir şekilde Behbehan’a geri döndü.


Abdullah şöyle anlatır:

Bu zaman zarfında gördüğüm bazı ümit verici rüyalar beni biraz da olsa rahatlatıyordu. Bir akşam rüyamda sizin evin bahçesine girdiğimi görmüştüm. Siz orada yoktunuz, ama dış bahçedeki elma ağacının altında iki nurlu seyit vardı. O sırada siz de selam vererek içeri girdiniz. Seyitler, sizi görünce kendilerini tanıttılar. Biri İmam Hüseyin (a.s) diğeri de oğlu Hz. Ali Ekber (a.s) idi. İmam Hüseyin (a.s) size iki elma verdi. “Biri senin, diğeri de oğlun içindir. Bu elmalar iki yıl sonra netice verecek!” dedi. Sonra da Hz. Mehdi’yle (a.f) birkaç kelime sohbet etti.

O sırada ben de size dönerek “İmam’dan bana şifa vermesini dileyin!” dedim. O iki büyük zattan biri şöyle buyurdu: 1384 yılında, Cemadiyüssani ayında, bir Pazartesi günü, falan şahsın (bana işaret ederek) evinde taziye meclisi olacak. Oraya git; inşallah ayakların iyileşecektir!”

Sevinçle uykudan uyandım. Bu ümitle vaat edilen günün gelip çatmasını bekliyordum.
Abdullah bu rüyayı bana da anlattı. O gün gelip çattığında Abdullah’ın koltuğunda iki sopayla içeri girerek minberin yanında bir yere oturduğunu gördüm.

Kendisi şöyle diyor: Mecliste oturalı bir saat olmuştu. Yavaş yavaş ayağımın eski hâline kavuştuğunu hissedebiliyordum. Sanki kan yeniden damarlarımda dolaşmaya başlamıştı. Ayağımı uzatıp tekrar topladım. Bunu yapabildiğimi görünce iyileştiğimi anladım. Henüz mersiye okuyan şahıs sözlerini tamamlamamıştı. Değnekler elimde olmadan ayağa kalkıp oturdum. Sevinçle olayı etrafımdakilere de anlattım.
Abdullah daha sonra yanıma gelerek benimle tokalaştı. Meclis bir anda salavât sesleriyle dolmuştu. Abdullah artık o müzmin hastalıktan tamamen kurtulmuştu.
Bunun üzerine şehirde kutlama merasimleri tertiplendi. İmam Hüseyin’in mucizesi münasebetiyle aynı yıl, mehir ayında, saat sekizden on bire kadar bizim evde de kutlama merasimleri düzenlendi. Eşine az rastlanır bir kutlama oldu ve fotoğraflar çekildi.>>>>>>>>>>>>

Vesselamu aleykum ve rahm. ve berekatuh
Seyit Ferecullah el- Musevî
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Cevapla

“İlim” sayfasına dön