HEY GİDİ ÜNİVERSİTE YILLARIM

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

HEY GİDİ ÜNİVERSİTE YILLARIM

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

HEY GİDİ ÜNİVERSİTE YILLARIM
ALPEREN GÜRBÜZER


Üniversite yılları kendimi bulduğum yıllardır. Çünkü üniversite öncesi çileli bir hayat söz konusuydu. Kâh tuğla ocaklarında, kâh tarla tumpta, kâh inşaatlarda çalışmakla üniversiteyi kazanamama riski doğuracağı endişesi tüm benliğimi içten içe saran bir duyguydu. Geçimini çiftçilik ve at arabacılık yapmakla geçindiren bir ailenin çocuğuydum. Ailenin en büyüğü ağabeyim kendini Fransa'ya atmakla geleceğini kurtarmıştı. Benimde bir şekilde kendimi kurtarmam gerekiyordu, yoksa baba himayesi altında kendi kendime kurguladığım hedeflere erişmek mümkün olmayacaktı. Hayalimde kurguladığım tutku öyle çok büyüktü ki, her defasında tarlada tırmık çekip deste yaparken Bayburt Trabzon kara yolu hattı üzerinde Ankara ve İstanbul’a doğru otobüsler seyir halinde geçtiklerinde içimden uzak diyarlara gitme arzusu bürürdü hep. Liseyi bitirmiştim ama ilk sene kazanamamıştım, bu böyle devam edemezdi elbet. Mutlaka harçlık biriktirip gelecek sezon için yeniden üniversite sınavlarına hazırlanıp kazanmam gerekiyordu. Üstelik bu hazırlık hem dershanesiz, hem de sınavı kazandığımda üniversite için harçlık biriktirmeye yönelik alın teri bir bedeni hazırlık olmalıydı. Değim yerindeyse bir taşta iki kuş vurmaya yönelik hedefti bu. Fakat bu hedefin gerçekleşmesi Bayburt’ta pek mümkün gözükmüyordu. Çünkü doğup büyüdüğüm memleketimde kışın inşaat çalışmasına elverişli iklim şartlarına sahip değildi. Malum, karasal iklimde kışın ne tarla ekilir, ne de inşaat çalışması olurdu. Neyse ki, Bayburt’ta yaz sezonu inşaatlarda zaman zaman beraberce çalıştığım bir arkadaşın bir gün bana Giresun organize sanayi inşaatında Bayburtlu hemşehrilerimizin çalıştığından söz etmesi zihnimde bir umut ışığı doğmasına yetmişti. Öyle ya sonuçta çalışılan yer sahil memleketi, kışta olsa iklim yumuşaklığı inşaat sezonunun açık olmasına yetiyordu, derken o arkadaşla söz birliği yapıp apar topar Giresun’a gitmeye karar verdik. Bu arada anacığıma sıkı sıkıya tembih etmeyi de ihmal etmedim, dedim ki;
-Ana ne olur, sakın ola ki, babam Giresun’a çalışmaya gideceğimi duymasın, şimdilik bana sadece sarıp sarmalayacağım bir sünger yatak ver bu bana yeter, başka bir şey istemem.
Tabii bu ana yüreği beni kırar mı, derhal sünger yatağı sarıp sarmalayıp alelacele söz birliği yaptığım o arkadaşla birlikte yola koyulduk. Ve gece karanlığında Keşap çıkışı yapımı devam eden Giresun Organize Sanayisine indiğimizde hemşerilerimizin yanına varıp dış cephe penceresi beyaz naylonla kaplı, iç kısmı sıvasız ve inşaat tahta parçalarından yapılmış sedyelerin bulunduğu bir odada konaklayıverdik. Ertesi gün sabahın ilk ışıklarında uyanıp etrafı şöyle bir göz attığımda daha önce hiç görmediğim doğa harikası yemyeşil bir cennet manzarayla karşılaştım. Tabii böylesine bir manzarayla ilk defa karşılaşıyor olmam, kendi kendime iyi ki de baba ocağından buralara gelmişim dememe yetmişti. Derken kış sezonunu yemyeşil ve deniz manzaralı Giresun organize sanayi inşaatında sıvacılık yaparak geçirmiş oldum. Bu arada dört aylık bir süre içerisinde epey bir harçlık biriktirmiş oldum da. Artık yaz sezonu gelip çatmıştı ki, tekrar beni sınav heyecan sarmıştı. Ve üniversite sınavlara girmek üzere Giresun'dan tekrar baba ocağı Bayburt'a döndüm, ama yine boş durmamam gerekiyordu, sınav aşamasında bile Bayburt Postası Gazetesinin sahibi Hacı Osman Okutmuş ve oğulları Yakup Okutmuş, Sakıp Okutmuş, Ragıp Okutmuş, Zafer Okutmuş ustalarımın yanında çalışarak günlerimi geçirdim. Üniversiteye giriş sınavları iki aşamalıydı, birinci sınava Ankara Cebeci Siyasal Bilgiler Fakültesinde girmiştim, hele şükür birinci aşamayı geçmiştim, bu sevincim matbaada bayram havası estirdi diyebilirim, ama her şey bitmiş sayılmazdı, bunun birde ikinci aşaması vardı. Zaten ikinci aşama sınavını şu an adını hatırlayamadığım İstanbul Koca Mustafa Paşa semtinde bir okulda girip Atatürk Üniversitesi Biyoloji bölümünü kazandığımda benim için asıl bayram o gün olmuştu. Malum, o yıllarda öyle herkesin üniversiteye kapak atması kolay değildi. Bu yüzden o dönemde üniversiteyi kazanmak bayram sevincine eş değer bir duygu seliydi diyebilirim. Hele şükür o duyguyu tatmak nasip oldu da.
İşte böylesi bir bayram müjdesini aldığımda birkaç dost bildiğim arkadaş ve çalıştığım Hoca Ali Efendi Matbaasındaki ustalarımdan başka tebrik edecek yakınım yoktu. Dikkat ettiyseniz yakınım dedim, Allah hepsine rahmet etsin baba ve oğullar her daim beni aileden biri olarak görmüşlerdi. Hakeza Hacı Osman Okutmuş'un hanımı, kızı, torunları ve gelinleri de öyle görmüşlerdi. Zaten matbaanın üst katında oturuyorlardı, zaman zaman üst kattan aşağıya taşınan sıcacık çorbalarını da içmiştim, o yüzden hasretle yâd ederim o günleri. Bilhassa matbaa ustalarım arasında Sakıp Okutmuşla aynı takımı tutuyor olmam hasebiyle beni Trabzon-Fenerbahçe maçına götürmüşlüğü hiç unutmayacağım bir başka anıydı. Nasıl unutulur ki, o yıllarda defansta Şenol Güneş, Turgay ve Necati üçlüsünün, ileride Ali Kemal, Necdet, İskender Gönen, Tuncay ve Necmi Perekli gibi oyuncuların oynadığı, üst üste şampiyonluklar kazanmış, yetmemiş Liverpol’u devirmiş bir takımı seyretmiş olduk. Bu arada Sakıp Abi’nin Trabzon’da kayın pederini görme fırsatı da bulmuştum.
Peki ya üniversiteyi kazandığımda kendi aile efradım nasıl karşıladı derseniz, doğrusu bizim ailede geçim telaşından böyle bir tebrik etme kültürü olamazdı, bu yüzden garipsemedim. Zaten benim için tebrik edilmekten ziyade ileriye yönelik yapmam gereken hazırlıklar çok önem arz ediyordu, dahası bu benim yumuşak karnımdı. Zira kış sezonu bitip yaz sezonuna girmiştik ki, at arabasıyla tarladan eve dönüşte babam bana şöyle demişti:
-Duydum ki üniversiteyi kazanmışsın, şimdi git Fransa'da ağabeyin seni okutsun.
Tabii bende dayanamadım şöyle karşılık verdim;
-Merak etmeyin bugünden itibaren ne sana, ne de ağabeyime muhtaç olmadan bu üniversiteyi bitireceğime ahdediyorum. Yeter ki, beni tarla tapan ve harmanda oyalamayın, evvel Allah'ın izniyle inşaatlarda sıvacılık yaparak üstesinden gelecek yüreğim var.
Doğrusu babam böyle bir çıkış beklemiyordu benden, ama elinden gelen başka bir seçenekte yoktu, sessiz karşıladı ve ertesi gün inşaatlarda hemen çalışmaya koyuldum bile, akşamları da fırsat bulduğumda Hoca Ali Efendi Matbaasına uğrayarak zamanımı değerlendirirdim. Derken kayıt zamanı Erzurum'a ayak basıp üniversite kampusunda kaydımı yaptığımda kendi kendime 'oh be hayat varmış' deyip tıpkı havada uçuşan kelebekler misali kendimi özgür hissettim. Nasıl kendimi özgür hissetmeyim ki, artık bende üniversiteli olmuştum, şimdi sırada konaklayacağım yeri belirlemek vardı.
Kredi Yurtlar Kurumuna başvurmuştum ama bana yurt çıkmamıştı, ister istemez aynı mahalleden ve aynı zamanda lise arkadaşım Selami Yıldız vasıtasıyla Erzurum’da Mehmet Kırkıncı Hoca'nın dizinin dibinde yetişen nur talebelerinin kaldığı öğrenci evlerinde kalmaya karar verdim. İlginçtir kalacağım mekân bir evden çok medreseyi andırıyordu, evin adı Selimiye idi, hemen yanı başımızda da Süleymaniye vardı, her neyse tevafuk diyelim ismi ismime uygun bir ev denk gelmişti. Doğrusu orada kalanların dini bütün arkadaşlardı, dolayısıyla ilk başlangıçta adaptasyon sıkıntısı çekeceğimi hiç düşünmedim. Öyle ki, bu tip evlerde belirli talimler doğrultusunda birlikte namaz kılmanın yanı sıra belirli vakitlerde Risaleyi Nur’dan bir bölüm okuma ve haftalık sohbetler hiç eksik olmazdı. Mizaçları mizacıma uygundu. Sonuçta ehlisünnet çizgisi üzere olan her ne akım olursa olsun sıcak karşılar ön yargıyla yaklaşmazdım, daha çok istifade etmeyi yeğlerdim. Fakat benim herkese aynı gözle bakmamdan mı, yoksa şakirtlik yolunda piştiğime kanaat getirmiş olduklarını düşündüklerinden mi bilinmez ama bir gün bir sohbet ortamında şakirtlerden bir arkadaş;
-İşte biz ülkücüleri böyle nurcu yaparız sözüne muhatap kalmıştım. Tabii bu sözü içime yedirememiş ve çok ağrıma gitmişti. Bir kere Risaleyi Nur hakikatleri belli bir grubun tekelinde olmamalıydı, pekâlâ bir ülkücünün de okuyacağı kitaplardı. Bu durumda kendi kendime karar verdim devletin yurduna tekrar başvurup evden ayrılmaya. Nihayet başvurum gerçekleşir ve böylece dört aylık Selimiye hayatından sonra bir daha dönmemek üzere yurda yerleşmiş oldum. İyi ki de böyle oldu, hiç olmazsa yurtta kalacağım arkadaşlar tek tip insanlar değildi, büyük çoğunluğu muhafazakâr olmakla birlikte benim için daha çok farklı meşreplerden arkadaşlar olması çok cazip geliyordu. Yurt demişken, bir gün yurtta ansızın arama alarmı verildiğinde doğrusu ürpermiştim, çünkü Kenan Evren dönemiydi, elbise dolabımın raflarında başımı ağrıtacağını düşündüğüm kitaplar arasında Namık Kemal Zeybek'in 'Ülkü Yolu' kitabını hemen yatağımın altına sakladım, ama yine de zihnimde ya görürseler düşüncesi beni içten içe endişelendiriyordu. Neyse ki arama ekibi odaya girdiğinde yatağın altına bakmayınca o an rahatlayıp derin nefes almıştım. Dedim ya, yurt arkadaşlarımız arasında ki fikir ayrılıklarımız mesele teşkil etmezken o günün kolluk kuvvetlerince sicilimize sakıncalı kişi olarak kayıtlara geçme riski her an söz konusu olabiliyordu. Bu tutumum sadece yurt arkadaşlarımla sınırlı değildi elbet, hiç kuşkusuz fakülte arkadaşlarımla olan ilişkilerimde ön yargısızdı, asla fikir ayrılıklarını aramızda mesele yapmazdık, bilakis birbirimizi pırıl pırıl arkadaşlar olarak görürdük. Hele Bayram Tekin ve Yasemin Tekin çiftiyle aynı bölümden mezun olmak, ben ve fakülte arkadaşlarım için bir ömür boyu onur kaynağı hatıra olacaktır hep. Kimin aklına gelirdi ki, dört yıl boyunca aynı sıralarda dirsek çürüttüğümüz bu iki can arkadaşımız yuva kurup öğretmen olarak atandığı Bitlis’in Yol alan beldesi Düz Köyünde 25 Ekim 1993’te hamile karnında bebeği ve aynı zamanda üç yaşındaki çocuğu Betül’ün ekmek yiyor halde PKK kurşunlarına hedef olup şehit olacaklarını. Yasemin kızıyla birlikte Betül’le doğup büyüdüğü baba ocağı Osmaniye'de toprağa verilirken, Bayram'da memleketi Kırşehir'e defnedilir. Acaba o an gök kubbe aşağıya çökse, yer yarılsa bu acıya kim dayanabilirdi ki. Düşünsenize PKK itirafçısı yaşanan bu yürekleri dağlayıcı olayı itiraf ettiğinde sekiz aylık hamile Yasemin'e kahpece sıktıkları kurşun deliklerinden karnında taşıdığı çocuğun başı dışarıya fırladığını söylemekten imtina etmez de. Şimdi onlardan bize geriye kalan sadece derin yürek acısı, birde dört yıl boyunca fakülte hayatında geçirdiğimiz o unutulmaz güzel anılar kaldı. Hiç kuşkusuz bu acıya hiçbir yürek dayanamazdı. Yürekleri dindirecek tek tesellimiz hayatlarının baharında şahadet mertebesine ermeleridir. Madem öyle, bu iki güzel insanın adını anıp tarihe not düşmek gerekir. Zaten Allah devletimize zeval vermesin, her iki şehidimizin defnedildiği memleketlerinde ki okullara adını verip, gelecek kuşaklarca isimlerinin anılmasına önayak olmuştur. Ne mutlu bizlere ki; böylesi can yürek arkadaşların bulunduğu ve bağrından şehit çıkarmış adını Milli mücadele kahramanı Kazım Karabekir olarak adını duyurmuş fakültede okumuşum. Bu arada Emine Güldelibaş’ın adını da anmaktan geçemeyeceğim, o üniversitede koşu sportif faaliyetiyle dikkat çeken derece almış atlet arkadaşımızdı, mezun olduktan sonra Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesinde mikrobiyoloji alanında biyolog olarak görev yaptı, meslek hayatının son dönemlerinde kansere yenik düşüp, o da Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur.
Gerçekten o yıllar bir bambaşka yıllardı, anılar sadece üniversite kampusuyla sınırlı değildi, branşımız gereği bir seferinde bitki ve böcek toplamak için hocalarımızdan Prof. Dr. Adem Tatlı, Prof. Dr. Adem Tatlı ve dekanımız Prof. Dr. Mustafa Kuru koordinatörlüğünde Erzurum ili dışında bir çok doğu illerde 2-3 günlük bir arazi gezimiz olmuştu. Gezi boyunca botanik ve zooloji laboratuar uygulamasına yönelik bitki ve böcek topladığımız gibi, doğuda birçok şehir, kasaba, köy görmüş oldukta. Bu arada gezi boyunca nerede bir akarsu görsem hemen içine dalıp çıktıkça çocukluk yıllarımda sıkça yüzdüğüm Çoruh nehrinin o serin suları sanki bedenimde akar hissettim. Yetmedi gezi boyunca otobüsümüz nerede konaklasa kendimce bir anlam çıkarabiliyordum. Nitekim öğrenci kafilesi otobüsümüz Rus sınırıyla bitişik sayılan Iğdır Tuzluca Halıkışla köyüne konakladığında oracıkta ilkokul öğrencilerinin 23 Nisan şenliklerine iştirak etmiştik. Köyle Rus sınır arasında Aras nehri akıyordu ki, o ara Aras nehrinin öbür yakasında soydaşlarımızın ağaç dalları arasında bizim tarafı gizlice tutku gözlerle izledikleri o an dikkatimi çekmişti. Doğrusu böyle bir hasretle izleyiş beni can evimden vurmuştu. Tabii kolay değildi yetmiş yıldır Sovyet-Rus esareti altında yaşamak. Bilhassa bizim kuşak o yılları çok iyi bilir, hele bir ülke komünizmle idare edilmeye dursun o ülkede özgürlükten söz etmek ne mümkün, illa bir özgürlükten söz edilecekse de tıpkı o ağaç dalları arasında soydaşlarımızın gizlice baktığı kadar bir özgürlükten söz edilebilir. Neyse ki, 23 Nisan şenliklerinde çocukların yüzündeki o sevinç çığlıkları bir nebze olsun soydaşlarımızın yaşadığı o acı dramı dindirmeye yetmişti. Hiç kuşkusuz bu acı drama sadece Halıkışla köyünde şahit olmadık, Ağrı Dağı ovasının en doğu sınır bölgesinde bir askeri kışlaya konuk olduğumuzda da aynı duygu selini yaşadık. Öyle ki, askeri kışlanın tepe noktasında askeri dürbünle sınır ötesine baktığımızda Erivan hakkında kısmen de olsa fikir sahibi olabildik. Evet, o yıllarda esir Türkler gibi Erivan’da ki Ermenilerde özgür değillerdi, Sovyet güdümünde esir bir şehirdi. Zaten ilk bakışta özgürlüğün olmadığı hemen anlaşılıyor. Nasıl anlaşılmasın ki, adamlar adeta sınırdan kuş uçurmayacak derecede askeri gözetleme kuleleri birbiri ardına sıraladıkları yetmemiş gibi birde bunun üstüne sınır hattı boyunca sıkı tel örgü ağıyla örmüşler de. Hiç kuşkusuz o yıllarda dünyanın ikinci süper ülkesi diye lanse edilen Rusya'dan başka bir şey beklenemezdi. Ama yine de bir insan bu hazin manzara karşısında “Herhangi bir Demirperde ülkesinde yaşamaktansa en uç mezra köyünde esaretsiz yaşamayı tercih ederim” demekten kendini alamazda. İşte bu duygular eşliğinde oradan Doğubeyazıt'a doğru yol aldığımızda bu kez yüreğimizi hafifletecek şaheser bir tarihi sarayla karşılaşabildik. İşte yüreğimizi hafifleten bu şaheser Orta Asya, Selçuklu, İran ve Osmanlı mimari özelliklerini bünyesinde toplayan o muhteşem İshak Paşa Sarayından başkası değildi elbet. Hatta bu muhteşem şaheserle yüzleştiğimizde atalarımızın kartal kanat hürriyet iklimini hatırladık bile. Çünkü burası bir Kremlin sarayı değildir, hürriyet abidesi bir saraydır. Üzerinden asırlar geçmesine rağmen sanki ihtişamından hiçbir kaybetmemişçesine burayı ziyaret eden her kim olursa selamlayıp bağrına basan bir atmosferi var. Üniversite öğrencileri olarak bizde burayı ziyaret ettiğimizde her haliyle buram buram tarih ve medeniyet kokuyordu, kokladıkça da selamını alıp o an gözümde canlanan Bayburt Kalesinden Bayburt’u, Şehit Osman’ı ve Aslan dağını selamlarcasına Doğubeyazıtı ve Ağrı dağını selamlar olduk. İyi ki selamlamışız, sarayın burçlarına çıkıp tepeden şehri selamladıkça o şehir hakkında fikir sahibi oldukta. Kaldı ki fikir sahibi olmadığımızı varsaysak bile tarihle hemhal olduk ya, bu yetmez mi?
Gezi otobüsümüz tarihi şehir Doğubeyazıt'tan Gürbulak sınır kapısına dayandığında ise o yıllarda İran şahını devirip yönetime el koyan Humeyni posterleriyle göz göze geldik. Doğrusu Humeyni posterleri bizi pek ilgilendirmiyordu, bizi daha çok sınır kapısı ne, ne değildir, o ilgilendiriyordu. Çünkü o güne kadar gümrük kapısı hiç görmemişiz, merak etmemiz gayet tabiidir. İlk kez görmüş olmamızdan olsa gerek o anda hepimizde karşı tarafa geçme isteği bürür, ama bu iş pasaportsuz olmazdı. Olsun yine de sınır kapısının demir parmaklıklar arasından da olsa İranlı vatandaşları görebildik ya, buna da şükür dedik. Çünkü o yıllarda yabancı bir yüz gördüğümüzde sanki kendimizi yurtdışına gitmiş gibi bir hisse kapılırdık. Dolayısıyla yurtdışına gidemesek te sınır kapısının bir adım ötesini görmekle kendimizi çoktan yurdışına gitmiş saydık bile. Tabii ki ilklerimiz bunlarla sınırlı değildi, dahası vardı. Düşünsenize dünyada Alaska'daki Göktaşı çukurundan sonra ikinci büyük çukur diyebileceğimiz Gürbulak sınır kapısı ile Sarı Çavuş (Günveren) köyü arasında genişliği 35 metre, derinliği 60 metre meteor (göktaşı) çukurunu görmüş olmakta bir başka ilki yaşamış olduk. Her neyse bu ve buna benzer ilk deneyimleri yaşamanın heyacanıyla oradan ayrılıp otobüzümüz Sarıkamış’a doğru yol aldığında ise bu kez zihnimizde 'Allahuekber dağları'nın o dondurucu soğuğunda buz kesilipte şehit düşen askerlerimizin aziz hatıraları canlanıverdi. Bizler şehitleri yâd ederiz de, Sarıkamış ormanları yâd etmez mi, hiç kuşkusuz karla kaplı orman arazisi üzerinde saf olmuş her bir sarıçam ağacı da kollarını gök kubbeye doğru açmış vaziyette şehitlerimize dua ederek yâd ederler. Böylece sarıçam ormanlarının o pırıl pırıl temiz havası ciğerlerimizi pak kılmanın ötesinde Sarıkamış şehitlerimizin aziz ervahlarını ruhumuzda solumuş olduk ta.
Peki ya Iğdır? Sarıkamış’ın tam zıddı bir iklim manzarayla karşılaşıverdik. İlginçtir, daha ilkbahara girmeden Akdeniz iklimini soluduk. İşte Iğdır böyle bir yer, rakım düşüklüğünün vermiş olduğu avantajla Akdeniz ürünü pamuğun bile yetiştiği bir şehrimizdir.
Evet, Erzurum Hasankale, Ağrı, Kars, Digor, Iğdır, Sarıkamış, Doğubeyazıt derken öğrenci kafilemiz gezisini tamamlayıp Erzurum'a dönüş yaptığında sene boyunca yorgun düşmüş zihnimizin arınmış halde yeniden dersbaşı yapmanın heyecanını yaşadık.
Evet, o güzel hatıralar unutulacak cinsten hatıralar değildi. Tabi üniversite hayatımda yaşadığım o hatıralar sadece fakülte arkadaşlarıyla sınırlı değildi, üniversite kampusu içi ve dışı arkadaş gruplarla da bir sürü unutulmaz hatıralarım vardı. Şöyle ki; Kredi Yurtlar Kurumunun yurdunda kalıyordum ama ara sıra lise yıllarında Ülkü Ocaklarından tanıdığım bir arkadaşımın şelale apartmanında kaldıkları eve gidip gelmelerde yeni arkadaşlıklar da kurmuştum. Hatta günlerden bir gün yine şelale apartmanına uğradığımda ev içerisinde bir hazırlık telaşı dikkatimi çekmişti, merak edip sordum;
- Hayırdır bir yerlere yolculuk mu var?
Cevaben dediler ki;
-Evet, bu akşam biz Menzile gidiyoruz.
Ve içimden bir ses 'sen de git' yönündeydi, işte o an içimdeki sese kulak verip;
- Bende gelmek istiyorum dedim.
Sağ olsunlar onlar da;
- Başımızın gözümüzün üstünde yerin var dediler.
İşte gidiş o gidiş, nasipte Seyda'yı görmekte varmış. Hiç unutmam oraya vardığımda, ilk iş Gavs-ı Azam Seyyid Abdülhakim El Hüseyni Bilvanisi (k.s)'ın merkadını ziyaret etmek oldu. Ancak ziyaret sonrasında hemen kafama takılan bir meseleyi şelale arkadaşlarından Kütahyalı Tahir’e;
- Türkeş'te buraya gelmiş midir diye sordum.
Ancak sordum sormasına ama meğer sorduğum arkadaş milli görüş çizgisinden gelen bir arkadaşmış, adam ne desin, geldi dese bir türlü, gelmedi dese bir türlü, en iyisi mi kafam karışmasın, buradaki manevi atmosferden mahrum kalmayım diye 'Türkeş'te gelmiştir' deyivermiş.
Her neyse, şu bir gerçek, Seyda Hz.lerini ziyaret etmek bir bambaşka duyguydu, o kadar etkileyici nur yüzü vardı ki, beni benden almaya yetmişti. Aslında buraya gelmenin çok öncesinde medyaya düşen bir konu olması hasebiyle lise yıllarında çalıştığım matbaada bir ara Seyda konusu geçtiğinde ismini duymuşluğum vardı. İşte o duymuşluk kafamda iz bırakmaya yetmişti. Şöyle ki; bir gün matbaa ustam Zafer Okutmuş 'Erkekçe dergisi’ni karıştırır halde gördüğümde;
-Abi bu dergide ne var ki böyle pür dikkat kesilmiş haldesin diye sordum ve cevaben;
- Seyda Hz.lerinin çok yakışıklı olduğunu, hatta yurdun dört bir yanından giden birçok insanın o aydınlık yüzünden etkilenip içkiyi bıraktıklarını yazıyor demişti.
Gerçekten de günlerden bir gün Bayburt saat kulesinin az ilerisinde Yakutiye (Yeni) camisine namaz kılmak için gittiğimde benzin istasyonu sahiplerinden İrfan Türkoğlu ve arkadaşlarını camiide gördüğümde doğrusu şaşırmıştım. Meğer onlarda Menzil’e gitmişler. Tabii oraya gidenlerden bir kısmı eski alışkanlarına dönmüş olsalar da neden böyle oldu diye sorup araştırdığımda edindiğim ilk bilgiler ışığında oraya sadece onu görmek için gittiklerini, fakat elinden tutup ders almadıklarını söylemişlerdi. İşte o an, bu işte bir tuhaflık var diye kendi kendime düşündüm; Seyda Hz.lerini bir görmekle bir ay, bilemedin iki ay namaz kılacak hale geliniyorsa kim bilir bir de ders almış olsalar nasıl olurlardı. Zaten Allah var, orayı ziyaret edipte tekrar eski alışkınlıklarına dönenler hatayı hep kendilerinden bildiler, değil o kapıya hürmetsizlikte bulunmayı, kapıya laf atanları azarladıklarına şahit oldum da. Anlaşılan o ki, bir insan hangi maksatla olursa olsun Menzil’e yolu bir düşmeyi versin, aradan yıllar geçse de oranın manevi iklimini bir daha öyle kolay kolay unutamaz da.
Peki, Menzil'in benim ruh dünyamda ne gibi etkisi oldu derseniz, bir kere Erzurum’a dönüşte üzerimde ki tüm ağırlıkların kalkıp sanki sil baştan kendimi yeniden dünyaya gelmiş gibi hissettim. O an hayata sıfır kilometre başlamak gerektiğini düşündüm ve bu yolun esaslarını öğrenmek ve uygulama hevesi üzerime siner de. İşte bu duygular eşliğinde ilk iş olarak Menzil çorbasına kaşık çalmış, suyundan içmiş ve ekmeğinden yemiş arkadaşlarla beraber olmam gerektiğini idrak ettim. Öyle ki, o arkadaşlarla beraber 12 Eylül sonrası Kenan Evren’in o yasaklı dönemlerine hiç kimsenin kınayışına aldırış etmeksizin üniversite camisinde günlük Hatme-i Hacegan yapar olduk ta. Derken Fakülte arkadaşlarımın haricinde bir de bu tür gönül arkadaşlığı çevrem oldu. Mesela tanıştığım o gönül arkadaşları arasından İskender Çalış adında bir gönüldaşım vardı ki, onunla gönül arkadaşlığının yanısıra birlikte üniversite amblem ve rozet satmışlığımızda oldu, böylece hem dünyevi beraberlik, hem uhrevi birlikteliğimiz mezun olduktan sonra kopmaz da. Tabii Hatme-i Hacegan'a sadece üniversite kampüsünde değil, kampus dışında Erzurum’un bir çok yerinde de katıldığım olurdu. Katıldıklarım arasında en bilineni Şelale apartmanıydı, ama eskiden olduğu gibi ziyaret maksatlı değil, bu kez bana vesile oldukları bu yolun manevi havasını öğrenmek için gidiyordum. Hatta bu apartmanda o yıllarda öğrenci olup da, şimdilerde bakan, milletvekili, bürokrat, öğretmen, serbest girişimci, hemen hemen her meslekten arkadaşlarla gönül bağımız oldu da. İşte Recep Akdağ, Necdet Ünüvar, Nihat Tosun, Turan Buzgan, Enginer Birdal, Muzaffer Sungur, Mehmet Emin Fidan, Uşaklı Osman ve daha nice isimler o yıllarda gönül bağı kurduğum arkadaşlardı. Şu da var ki, şelale sadece gönül bağı kuran dostların uğradığı bir yer değildi, daha başka arkadaşlarında uğradığı bir mekândı. Evet, görünürde öğrenci evi görünsede aynı zamanda düşenin elinde tutup yardımcı olmaya çalışan arkadaşlardı. Nasıl mı? Düşünsenize birlikte aynı yurt odasında kaldığım Cengiz Özcan adında solcu bir arkadaş Kastamonu Taşköprü’den anne ve babasını ziyaret dönüşü bindiği otobüsün kaza yapması sonucu beyin travması geçirip artık geçmişe ait hiç bir şey hatırlamaz hale gelmişti. Meğer kaza mağduru Cengiz aynı zamanda şelalede ki arkadaşımla da aynı fakülteden arkadaşmış. İşte Cengiz’in anne ve babası o elim kazanın acı haberini duyar duymaz Erzurum’a geldiklerinde şelale sakinleri bağırlarına basıp hemen evlerine misafir etmişlerdi. Dahası neyin nesi, neyin fesi demeden kapılarını açık tutacak kadar can yürek oldular. Böylece Cengiz’in anne ve babası kendileriyle hayat tarzı bakımdan taban tabana zıt bu insanlarla pekâlâ bir arada kalınabileceğinin bir örneğini yakından görmüş oldular da.
Bu arada Cengiz’den söz etmişken diğer yurt oda arkadaşlarımdan söz etmemek doğru olmaz. O halde bir kaç kelam da onlardan söz edeyim. Pakistan uyruklu arkadaştan tutunda, gitar çalan arkadaş mı ararsın, şen şaklak arkadaş mı ararsın, uysal arkadaş mı ararsın, âşık arkadaş mı ararsın, hemen her meşrepten oda arkadaşlarımız oldu. Farklı karakterde tiplerin varlığı hiçbir zaman bende rahatsızlık oluşturmadı. Hele Menzil'e gidip te Seyda Hz.lerini ziyaret etmek nasip olduktan sonra her gördüğüm insana aynı gözle bakma anlayışı benim ruh dünyamda daha da bir tavan yaptı diyebilirim. Öyle ki, her gün altı kişilik altlı üstlü yattığım ranzalı odadan sabah akşam kantine çay içmeye indiğimde tanıdık tanımadık kim olursa olsun Menzil'in manevi atmosferini anlatmaktan kendimi alamıyordum. O yıllarda iç dünyamızda izah edemeyeceğimiz bir muhabbet seli yaşıyorduk. Hatta bu nasıl bir muhabbet seliyse, kime ne anlatıyorsak hemen etkisini gösterip etrafımız da yeni arkadaşlar edindiğimizi fark ettik.
Yine üniversite kampusu içerisinde bir başka arkadaş grubu çevrem vardı ki, bunlarda hemşerilerimden oluşan arkadaş topluluğuydu. Yani hemşehrilerimle de zaman zaman yurt kantininde bir araya gelip çay sohbetlerimiz ve yurt kampusu içerisinde birlikte futbol karşılaşmalarımız olurdu. Hatta Öğrenci hemşerilerimiz arasında bir dönem milletvekilliği yapmış Fetani Battal ve şu an Bayburt Belediye Başkanımız Mete Memiş'le de top oynamışlığımız oldu. Bir gün hiç unutmam top oynarken Mete Memiş maç esnasında benim sürekli top kaptırmamdan olsa gerek sinirlenip karşı rakip tarafa geçmemi istemişti, tabii bu durum bende hırs etkisi yapmıştı, ama karşı tarafa geçip üst üste golleri attığımda Mete Memiş arkadaşımın pişman olduğunu gözlerinden okumam pekte zor olmadı. Ayrıca sportif faaliyet olarak hemşerilerimin dışında üniversite bünyesinde zaman zaman tekvando çalışmalarına da katıldığım oldu, ancak bu sporu daha sonraları devam ettiremedim, sadece sarı kuşak sertifikayla yetindim.
İşte buraya kadar anlatmaya çalıştığım bu güzel hatıralar eşliğinde nihayet başlangıçta kırk kişiyle başladığım fakülteyi sekiz kişiyle bitirmenin heyecanıyla üniversite hayatım sona ermiş oldu. Zaten benim üniversiteyi dört yıl içerisinde bitirmem gerekti, aksi takdirde bir yıl uzatmam demek yaz döneminde yeniden inşaatta çalışıp zarzor bir yıllık harçlık edinme çabası demekti. Bu yüzden benim üniversiteyi uzatmak gibi bir lüksüm olamazdı, Allah'a şükür kırk kişiyle başladığımız sekiz kişiyle bitirdiğimiz fakülteden ilk üçe girerek mezun olmayı başardım da.
Velhasıl, üniversite yılları gerçekten yazımın başında da belirttiğim gibi benim için kendimi bulduğum yıllardır. Öyle ki, o yılların heyecanını ruhumda bir kez daha hissedeyim diye elli yaşımdan sonra ikinci üniversite okumaya karar verdim de, şuan 'Medya İletişim' okumanın mutluluğunu yaşıyorum, derken 'ilim pazara kadar değil, mezara kadar' olduğunu idrak ettim de.
Vesselam.


http://www.bayburtpostasi.com.tr/hey-gi ... ,7186.html
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön