HAYÂ GÖNLÜN TİTREMESİDİR

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

HAYÂ GÖNLÜN TİTREMESİDİR

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

HAYÂ BİR GÖNLÜN TİTREMESİDİR
SELİM GÜRBÜZER
Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu “Hayâ imandandır” hadis-i şerifi tüm benliğimizi kuşatan bir gönül titremesinin ta kendisi bir kelamdır. Hele mümin biri gayri ihtiyarı azcık hata yapmaya görsün o an tüm bedeni adeta akkor kesilip ar damarı yüz çehresine kızarık olarak yansır da. İşte böylesi bir ar ve hayâ sahibi o kişi yaptığı hatanın telafi edilirliğine ya da edilmezliğine bakmaksızın büyük bir pişmanlıkla kendini sorgulama ihtiyacı hissedip hiçbir şekilde herhangi bir bahanenin ardına sığınmaya tevessül etmeyecektir, bilakis kötülüğü kendinden hayrında başkalarından bilecektir. Derken böylesi halet-i ruhiye içerisinde kendine tutunacak tek dayanağın Allah’ın rahmet ipine sarılmak olduğunun idrakine varıp öyle hareket edecektir.
Gerçekten de öyle değil midir, sonuçta biz aciz kuluz etimiz ne budumuz ne, çokta kendimizi dev aynasında görmeye ne gerek var ki, hem şu fani dünyada şah olsak ne padişah olsak ne, her halükarda birbirimizin yardımına muhtaç durumdayız. Baksanıza karanlık bile ışığa muhtaç durumda, madem öyle ışıksız yola koyulmamak gerekir. Ne yapıp edip karanlık dünyamıza ışık olacak yar ve yardımcı dostlarla yola koyulmak gerektir. Onlarla yola koyulalım ki hayâ yoksunu haramilere yakayı kaptırmış olmayalım. Bakınız bu meyanda Hazret Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s) ne buyuruyor; “Hayatta hırsızlık yapmayı aklının kenarından bile geçirmeyen tüccar, şayet birkaç günlük bile olsa hırsız kimselerle dolaşırsa, mutlaka ki onlardan bir şeyler kapar. O da günün birinde hırsızlık yapmaktan artık hayâ etmez.”
İşte bu güzel düşündürücü sözden anlaşıldığı üzere hayâ sahibi iyi dostlarla oturup kalkmamız icab eder. Aksi halde başımıza gelecek olanlardan son pişmanlık fayda etmeyeceği gibi Allah muhafaza yaratılış mayamızda var olan hayâ melekesinden eser kalmayabilir de.
Hele bir insanın ar damarı çatlamaya görsün, böylesi bir durum karşısında tüm cemadat tüm nebatat tüm hayvanat ve yer gök incindiği gibi insan taifesinden kabrinde nur içinde yatan nice evliya-i kiramı yerinden fırlatır da. Nasıl mı? İşte Şeyh Ahmed Er Rufai Hz.lerinin talebelerinden Siirtli Molla Halil’in şahit olduğu bir hatırasını evliya-i kiramın yerinden nasıl fırlar olduğunu Hocasının dilinden şu şekilde nakleder:
“Bir gün Hocam Ahmed Er Rufai ile ders görüyordum ki o anda pencereden bize bakan bir adam telaşlı bir halde:
-Ya Ahmet, derhal yetiş diye seslenir.
Tabii Hocam bu çığlık karşısında dersi yarıda kesip dışarı çıkıverir. Aradan tam 10–15 dakika geçmişti ki döndüğünde bana şöyle sual tevdi eder:
- O pencereden seslenen adam kimdi biliyor musun?
Cevaben dedim ki;
- Efendim ben bilmem, sen bilirsin.
Bunun üzerine Hocam başından geçen tüm olayları şöyle dile getirir:
-O gelen Şeyh Abdülkadir Geylani Hz.leriydi. Ve bana Arab şehrinden bir zengin ağanın maiyetindeki adamlarıyla birlikte vergi toplamak için köy köy, kapı kapı dolaşırken en son Seyyide bir kadının kapısına dayandıklarında kadıncağız o adamlara fakirim deyip tam kapıyı kapatacağı sırada ardından ağanın asasıyla eteğini kaldırıverdiğinden söz etti. Öyle ki, ağanın bu arsız tavrından kadın utancından küplere binip neye uğradığının şaşkınlığıyla o an yüzünü Bağdat’a doğru çevirip Abdülkadir Geylani’nin merkadına doğru (türbesine) tükürdüğünü ve can havliyle zamanın Gavs-ı Geylani’nin ervahına şöyle seslendiğini:
- Ya Abdülkadir Geylani! Şayet sende azcık ar, hayâ ve namus gayreti varsa onu kabul etmezsin.
İşte bu söz evliyanın türbesinde can evinden vurduğu şundan belli ki bu noktadan sonra Gavs-ı Geylani’nin manevi âlemden müdahale yetkisi olmadığı için zahiren bu işi bize havale eyledi. Tabii, bizde ağa ibriğini alıp abdest bozmaya gittiğinde gereğini yapıp o ağanın zahirde haddini bildirmiş olduk.
Tabii Hocam meseleyi bu şekilde anlattı anlatmasına ama doğrusu zihnimi yine de kurcalayan bir şeyler vardı. Merak bu ya, kafamı kurcalayan bir takım soru işaretlerini zihnimden arındırmak üzere söz konusu yere yolculuk yaptım da. Oraya vardığımda gerçekten de yöre halkının bana anlattıklarıyla hocamın anlattıklarının kelimesi kelimesine aynısı olduğunu gördüm. Derken yöre halkı en nihayetinde hadisenin en nihai şeklini şöyle neticelendiğini dile getirdiler:
-Ağamız abdest bozmaya gittiğinde bekledik ama bir türlü gelmedi, merak edip gidip baktığımızda ağayı ölmüş bulduk.
Böylece hocamın anlattıklarıyla yöre halkının anlattıklarının birebir örtüşmesinin muvacehesinde kafamı kurcalayan tüm soru işaretleri de kendiliğinden ortadan kalkmış oldu. Bundan daha da ötesi zihnim ak pak ve durulmuş bir vaziyette Hocama olan teslimiyetim ve bağlılığım bin kat daha da artmış oldu.”
Hani “her kıssada hisse vardır, alana” denir ya hep, aynen öylede yukarıda anlatılan kıssada mutlaka bizimde hissemize düşen kıssa payı vardır. Sakın ola ki kendi kendimize manevi âlemde böyle şeyler olur mu itirazında bulunup da hiç yoktan tereddüt girdabında ufkumuzu karartmış olmayalım. Muhakkak ki, Allah’ın dostluğunu kazanmış Başbuğ veliler sıradan insanlar değildir elbet, onlar bu dünyadan göç etmiş olsalar da Allah Teâlâ dostum olarak övdüğü Ahmed Er Rufai Hz.leri gibi pek çok başbuğ veliler üzerinden nice darda kalanlara, nice bin bir müşkülü olanlara yardım elini uzatmakta. Zaten şöyle kütüphanelerimizin raflarında dizili olan tüm evliya-i kiram menkıbelerini bir tarayın Başbuğ veliler üzerinden Ümmet-i Muhammedin müşküllerinin çözüldüğüne dair pek çok örnekler görmek mümkün. Her ne kadar menkıbeler hakkında uydurma diyenler olsa da kazın ayağı hiçte öyle değil, her bir menakıbımız yaşanılan dönemler itibariyle o günün insanlarınca bizatihi şahit olup da dilden dile aktarılıp bugünlere gelmiş sözlü kültür birikiminin bir neticesidir. Elbette ki içlerinde istisna kabilden birkaç uydurma menakıplar olabilir, ama bu demek değildir ki tüm menakibler uydurmadır. Her neyse bir takım aklı evveller menkıbelere uydurma kıssalar baka dursunlar, önemli olan bizim her hal ve şartta Allah’ın inayetiyle Gönül Sultanlarının darda kalanların imdadına Hızır misali yetiştiklerine inancımızın tam olması çok mühimdir.
Darda kalanlara bir başka gösterilecek örnek mi istersiniz? İşte Seyda Hz.lerinin vefatının ardından halifesi Arvas Seyyidlerinden Gavs-ı Hizani Hz.lerinin akrabası Seyyid Yusuf Arvas Hz.lerinin Feyz dergisinde verdiği bir röportajda bakın ne diyor:
“İki tane kardeş varmış, ailelerinin ikisi de hamileymiş, iki kardeş doğacak çocuklardan biri kız, diğeri erkek çocuk olursa bu ikisini evlendireceğiz diye söz veriyorlar. Çocukları doğuyor, birinin kızı diğerinin de oğlu oluyor. Kızın babası zengin, oğlanın babası fakir. Oğlanın babası vefat ediyor, tek kalıyor. Fakir olduğu için elinden bir şey gelmiyor. Oğlana diyorlar ki, gel amcanın kızı senindir, al diyorlar. Amcasına gidip kızı istiyor. O da sana kız vermem, öyle de bir sözüm yok diyor. Bunun üzerine oğlan diyor ki artık ben buralarda kalamam, kalmak taraftarı değilim diyor. Çünkü yıllardır bana kız verecekler diye söz verdiler, bir de nikâhladılar, başka birisiyle evlenirse dayanamam diyor. Oğlan kıza haber salıyor, bak baban seni bana vermiyor, peki sen ne diyorsun diyor. Kız ile oğlan anlaşıyorlar. Kaçacaklar, yer belirliyorlar, şu saatte falan yere gel kaçalım diyorlar. Oğlan gelir, kızı bulamaz, defalarca bekler gelmez. Kız beni kandırdı, gelmedi diyerek çekip gidiyor. Biraz sonra da kız geliyor, bakıyor ki oğlan yok, o da hayıflanıyor, beni kandırdı gelmedi diyor. Ben şimdi ne yapayım, baba evine dönersem oğlan kandırdı derler, der. Oğlan büyük bir şehre gider, büyük şehirde düşüncelere dalar, düşündükçe de aklına bir şeyh ve mürşid gelir, en iyisi bin onun yanına gideyim der. Kendi kendine bana bu dünya haramdır, ölene kadar mübareğin yanında durayım der. Kız da bir başka düşünür, o da şu şekilde düşüncelere dalar; ben kızım tek başına yalnız başımayım, kendimi nasıl koruyacağım der. Kız bir umumhaneye gitmeye karar verir. Kendime de çok büyük bir bedel isteyeceğim, kimse de beni tercih etmez, ben de iffetimi korurum diye düşünür. Onun yanına da kimse gelmez. Oğlan şeyhin yanında sofiliğe başlar. Şeyhi bir gün, oğlum sen umumhaneye git, orada bir kız var, bana al getir der. İşte burada tarikatın bir şartı giriyor; şeyhin ne derse sözünden çıkmayacaksın, söylediği şeriata muhalif gibi olsa da öyle değildir. Görünürde bu hadise şeriata aykırı bir haldir. Oğlan umumhaneye gidiyor, kıza sana şu kadar ücret vereceğim, benimle geleceksin diyor. Kız da gitse şeriata muhalif, gitmese öldürürler döverler, daha kötü olurum diyerek çıkıyor yola. Oğlan önde kız arkada gidiyorlar. Şeyhin yanına varıyorlar. Şeyhe diyor ki, efendim getirdim. Şeyh, o zaman şurada oturun, diyor. Birbirlerine bakışıyorlar. Kız, sen bana hiç yabancı gelmiyorsun diyor. Sen kimsin, necisin, nereden geldin diyor. Oğlan da başına gelenleri anlatıyor. Kız da kendi başından geçenleri anlatıyor. İşte bu şeyhin sayesinde, tarikat olmasaydı, sen de ben de çok kötü olacaktık. İşte mübareğin himmetiyle böyle oldu, diyor. Şeyh de nikâhlarını kıyıyor.” (Bkz. Feyz Dergisi, Yıl: 5 sayı: 52, Ekim 1995)
Ne diyelim, İşte Evliyaullah budur, onlar yeryüzünün Halilleridirler, darda kalanlara Hızır gibi yetişirler de. Anlaşılan her şey göründüğü gibi değil. Hiç kuşkusuz bir görünen âlem var, bir de görünmeyen. Her ne kadar görünmeyen âlemde bir takım şeylere aklımız elvermese de, hatta bize mantıksız gibi gelse de İslam akaidinin gereği ve fizik ötesi âlemden bize yansıyan bir takım tecelli dairelerine inanmamızı gerektiriyor. Nitekim bize yansıyan o tecelli dairelerden yukarıda örneğini dile getirdiğimiz Ahmed er Rufai Hz.leri ve talebesi arasında bahse konu olan mekânın çok çok fersah uzağında o bölge halkının anlatmaları sayesinde inancımız daha da bir kavileşmiş oldu dersek yeridir. Böylece yaşanılan olayın bir rüya, bir hayal mahsulü ve sıradan bir hadise olmadığı, bilakis şahitlerin beyanlarıyla da hakikatin tâ kendisi bir kıssa olduğu teyit edilmiştir. Ve bu kıssa dilden dile günümüze gelen sözlü kültür olarak anlam kazanır da. Dolayısıyla bir yerde evliyaullahın ismi geçtiğinde kulak ardı edip es geçmeyelim, onlara son derece hürmetkâr olmakta bizim için çok fayda vardır elbet. Hatta dünyada onca yaşanan ve yaşatılan zulme rağmen, onca yaşanan hayâsızlıklara rağmen yer üstünde var olan ve yerin altında yatan ilmiyle amil olmuş Peygamberimizin varisi hükmünde evliyaullahın yüzü suyu hürmetine ayakta duruyoruz dersek yeridir. Hani kuldan utanmayan Allah’tan utanmaz derler ya, aynen öyle de evliyaya hürmeti olmayanın Allah’a da hürmeti olmaz. Kaldı ki, onların gönül bam teline dokunan kolay kolay iflah olmaz da. Nasıl iflah olunsun ki, bikere onlar sıradan insan değil ki, farkı fark ettiren Allah’ın veli kulları olarak gönülleri fethediyor olmalarıdır.
Allah’ın Başbuğ veli kulları bir bambaşkadır. Zira “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” sözü yukarıda anlatılan hadisede teyit edilir de. O halde şiarımız Yunus misali “Yaradan’ı sev Yaradan’dan ötürü” olmalı ki necat bulalım. Bakınız bu hususta bazı hadislerden rivayetlerden hareketle, halk arasında meşhur halde söylenen bir hadiste Yüce Allah (c.c) mealen “Benim huzuruma ne ile gelirseniz gelin affederim, ancak kul hakkıyla gelmeyin, onu ben değil kulum affeder” diye buyurmakta. İşte bu ferman karşısında biz aciz kullara ferman başım gözüm üstüne deyip kul hakkı yememek düşer. Ki, fermanın özünde bizim nice bilmediğimiz hikmet sırlar gizlidir.
Evet, hayâsızlık çok çirkin bir huy... Zaten çirkef bir huy olmasaydı âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber (s.a.v) “İman yetmiş küsur şubedir. Hayâ da imandan bir şubedir” (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbni Mace) beyan buyurur muydu? Besbelli ki hayatını imanla taçlandıranlar hem hayâsı güzel olmakta hem de ahlakı. Nitekim Yüce Peygamberimiz (s.a.v) bu hususlarda;
-“Eğer hayân yoksa dilediğini yap!” (Buhari, İbni Mace, Ahmed b. Hanbel, Taberani; İbn-i Hibban),
-“Çıplaklıktan sakının! Zira sizin yanınızda sadece helâya girdiğiniz zaman ve erkek hanımına sokulunca ayrılan melekler vardır. Onlardan hayâ edin, onlara karşı saygılı olun” (Tirmizi) beyan buyurmakla hayânın önemine dikkat çekmişlerdir. Öyle ya, Peygamberimiz (s.a.v)’inde dikkat çektiği üzere, şayet kuldan hayâ edilmiyorsa (utanılmıyorsa) bari hiç olmazsa Allah’tan ve Meleklerden hicap duymalı. Aksi halde hayâ duyusundan mahrumiyet her türlü kötülüklere kapı aralayacaktır. Hayâdan yoksun insanlar ne edep endişesi taşır ne de hayvani içgüdülerini zapturapt altına alma ihtiyacı hisseder. Hatta yaptıklarına kılıf bulma ihtiyacı da hissetmezler, pişkin pişkin cinsel özgürlük veya flört deyip meseleyi geçiştiriverirler. Oysa adını koydukları özgürlük değil, bu düpedüz hayâsızlığın dışa pişkinlik olarak yansıması aymazlığıdır. Hem bu nasıl bir özgürlükse ahlaksızlıkta hiçbir şekilde ölçü tanımayıp hayâsızlıkta adeta şeytanla yarış haldelerdir. Zaten şeytanla yarıştıkları içindir toplumun en hassas olduğu namus iffet gibi kavramların bile içini boşaltmayı ihmal etmezler. Öyle ki modernlik kisvesi altında edepsizliği edep olarak takdim etmekteler. Varsa yoksa tüm marifetleri nefsi arzularını tatmin etmektir. Bu tipler asla vahye ve sünnete kulak asmazlar. Dahası onlar hayâ perdeleri kalkmış başıboş azmış sürüler misali bir oradan bir oraya koştuklarında es kaza Kur’an tilaveti duyduklarında canları sıkılır da. Nitekim bu hususlarda Allah Teâlâ şöyle buyurur:
- “Yalnız Allah anıldığı zaman ahrete inanmayanların içlerine sıkıntı basar, ama Allah’tan başkası anıldığı zaman hemen yüzleri güler” (Zümer, 45). “Onlar ki gözleri, beni hatırlatan bir örtü içindeydi.. (Kuran’ı) dinlemeye de tahammül edemiyorlardı.” (Kehf,101)
-“Hayâsız güruh her türlü melaneti işlemeye müsait halleri olup yaptıklarından pişmanlık duymadıkları gibi övünürler de, ya da mazeret üretirler. Şüphesiz bu şeytanlar doğru yoldan alıkoyarlar da, onlar kendilerinin doğru yolda oldukların sanırlar.” (Zuhruf, 37)
Hele bir kısım pişkin insanlar var ki, yüzümüze baka baka ‘güzele bakmak sevaptır’ diyebiliyorlar. İyi hoş da hangi güzellik? Bizim bildiğimiz bir güzellik vardır ki, o da hiç kuşkusuz “Allah güzeldir güzeli sever” hadis-i şerifinin mana ve ruhuna uygun Allah’ı hatırlatan güzelliktir, bunun dışında harama dalmak, her türlü hayâsız davranışlar manasına gelen bir güzellik asla bizim kabulümüz olamaz. Maalesef bir takım ruh hastası tipler güzellik kavramına hayâsızlık yüklemek amacı gütmüşlerdir. Onlar hangi amaç gaye güderlerse gütsünler, şunu iyi bilsinler ki Allah’ın kullarına güzellik olarak beyan ettiği her ne değer varsa bu güzel değerleri kendi sapkın çirkin emellerine alet etmekle kendi kuyularını kazımaktalar, bir gün güzellik maskeleri düştüğünde er geç çirkin yüzleri ortaya çıkacaktır. Onlar çirkinliklerini güzellik makyajıyla maskeleye dursunlar, biz biliyoruz ki bu hususta kesin ilahi ferman vardır. Malumunuz bu ferman Peygamber dilinde dillendirilen: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim” güzelliğidir. İşte bizim bu noktada O’nun ümmeti olarak bizimde güzellik maskemiz hiç şüphe yoktur ki güzel ahlaktan başkası değildir.
El insaf, onlarda azıcık vicdan olsa çirkinlikleri güzellik maskesiyle maskelemeye kalkışmazlar. Besbelli ki, cahiliye döneminden ders almamış gözüküyorlar, dün olduğu gibi bu günde cahiliye adetlerini güzel göstermeye çalışanlar var. Oysa Müberra dinimizde hiç kimseye böyle bir güzellik yetkilendirilmesi verilmediği gibi, cehaletin hortlatılıp yeniden sergilenmesine de müsaade yoktur. Amma velâkin Müberra dinimizin onca uyarılarına rağmen hala makyajlanmak, cilalanmak gırla gidiyor, sadeliğin verdiği zarafet ayaklar altına alınıyor. Maalesef insan fıtratına kodlanmış şubelerden belki de en önemlisi diyebileceğimiz hayâ şubesi çiğnenip iffet, namus haysiyet ve şeref gibi hasletler yerle yeksan edilmekte. Düşünsenize hayvan, hayvanlığıyla edep yerini kuyruğuyla örterken, asıl insan olarak bizim edeplenmemiz ve hayâlanmamız icab eder. Kaldı ki her makamda “Edep ya hu” olmak bunu gerektirir.
Gel gör ki, günümüzde edepsizlik öyle zirve yapmış durumda ki, çıplaklar kampının ağza alınmasından bile hayâ edilmiyor artık. Dahası bu öyle bir maraz durumdur ki, arsızlığı hayâsızlığı giderecek deterjan türü bir temizleyici maddede yok zaten. Arsızlığı hayâsızlığı giderecek tek reçete dini vecibeleri yerine getirmekten geçmektedir. Nasıl mı? En azından bizim açımızdan halisane alacağımız abdestlerle ve halisane kılacağımız namazlarla da kirlenmiş ruhumuzu temizleyip ar damarımızı pirüpak hale getirebiliriz pekâlâ. Ama abdestten, gusülden, namazdan bihaber insanlar için çıplaklık arzusunu ve hayâsızlığı giderici bir çözüm yolu bulmak hiçte kolay gözükmüyor. Zira günümüzde hemen her şey şirazesinden çıkmış durumda, üstelik hayâsızlık meşrulaştırılıyor da. Etrafınıza şöyle bir bakın ne adap- erkân-usul kaldı, ne ölçü kaldı, ne ilke kaldı, ne izzet şeref kaldı ne de haysiyet. Hele düştüğümüz şu hale bakar mısınız, güya modernlikten söz ediyorlar ama kazın ayağı hiç te öyle değil, bu nasıl modernlikse kadının adı var kendisi yok gibi, artık modern dünya dedikleri dünyada kadına cinsel bir meta, cinsel bir obje ve tüketim çılgınlığının yegâne tek temsilcisi bir reklam aracı gözüyle bakılmakta. Değim yerindeyse kadın cahiliye dönemlerini aratmayacak şekilde modern köle olarak evinden koparılmış bir halde bir oraya bir buraya sürüklenerekten yolunu kaybetmiş savruk bir halde perişanlara oynamakta. Hani tarih derslerinde insanlığın tarih öncesi devirlerde geçirdiği evreleri eski taş devri, yontma taş devri, cilalı taş devri, bakır devri, tunç devri, demir devri şeklinde tasnifleyerek anlatılır ya, şimdide aynı devirleri yaşar gibi yeniden tarih öncesi ilkel çağlara dönüş yapmış gibiyiz. Dahası gelinen noktada şu anki halimiz cilalı taş devrinden pekte farkı yoktur dersek yeridir. Sadece tek fark adı değişmiş, taşın yerini cilalı imaj devri almıştır. Şimdi gel de perişanlara oynadığımız şu hal vaziyet içerisinden çık çıkabilirsen. Neyse ki, yaratılış kodlarımızın derinliklerinde hayâ imanından azcıkta olsa benliğimize sirayet etmiş eser miktarda kırıntılar varda, bu sayede kendimizi bir nebze olsun hayâsız ortamlardan koruyabiliyoruz, yoksa hepten haysiyet ve şerefimiz beş paralık bir halde manen iflas edip sefillere oynayacaktık. Bundan daha da kötüsü ne helal bilirdik ne de haram. Malum helal haram bilmeyenin ve tanımayanın akıbetinin varacağı nokta mundar olmaktır. Allah’a çok şükürler olsun ki, pek çok eksikliklerimize rağmen Müslüman aile ortamında yetişmenin avantajıyla ve fıtratımıza kodlanmış ar damarı sayesinde emanete hıyanet etmemek, ana babaya hürmet gibi bizi biz yapan değerlerle birlikte imandan bir cüz olan hayâ perdemizi koruyabiliyoruz. Ne diyelim, İnşallah bir an evvel eksikliklerimizi giderip bu dünyadan göç ettiğimizde ruz-i mahşerde huzura çıkarken edeple varış lütufla dönmek bir hayal değil, hakikat olur.
Velhasıl-ı kelam; Hayâ bir gönlün titremesi hadisesidir.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/hay-bir-gonlu ... ,4797.html
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön