Münir DERMAN ( k.s. )

Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.2.6. Rızâ

Rızâ; "sözlükte hoşnutluk, memnûniyet, kâil olma, muvâfakat, adem-i muhalefet, istek, irâde, ihtiyar, tevekkül" gibi anlamlara gelir.(152)

"Ku‘an ve hadislerde rızâ kavramı üzerinde önemle durulmuş, müminler Allah‘ın rızâsını kazanmaya teşvik edilmiş, rızâ mertebesine ermenin en büyük mutluluk olduğu ifâde edilmiştir. "Allah onlardan râzı oldu, onlar Allah‘tan râzı oldu" mealindeki âyetler (el-Maide 5/119;el-Mücadile 58/22; el-Fecr 89/28; el-Beyyine 98/8) Allah ile kul arasındaki rızâ hâlinin karşılıklı olduğunu gösterir." (153)

Rızâ ,"Hükm–i ilâhî karşısında kulun îtirazsız boyun eğmesidir. Rızâ ile sevgi arasında bir ilişki vardır. Çünkü seven, sevdiğinin yaptıklarından râzı olur. Rızâ her konuda kaderin akışına teslim olmak, her hâli güzel ve hoş karşılayıp Allah‘ın kazâsını başkasına şikâyetten vazgeçmektir." (154) Kulun, tıpkı gassalın elindeki meyyit gibi, Allah‘ın hükümlerine kendini teslim etmesidir. Neden, niçin sorularını sormadan hayâtın akışına râzı olması, şikayetten kendini geri çekmesidir.

"Tasavvufta bu makam en son mertebedir. Her ne tecellî ve zuhur ederse, içinden ona boyun kesmektir. "Her Ģeyin bir sebebi vardır" (Kehf 84) mealindeki âyet–i kerîmeyi düşünerek, Müsebbibü‘l–esbâb‘ın hikmetlerini anlamaya çalışmak, dileklerine uygun tecelliyâta ifratla meserreti izhâr etmemek, üzücü vak‘alarda elemini duyduğu gibi açıklamamak sabır ile rızânın birleştiği noktalardır." (155) Görüldüğü üzere sabır kulluğun her aşamasında olduğu gibi rızâ konusunda da gereklidir. İnsanın kendini mutlu ve üzüntülü hissettiği durumlarda bu mutluluğu veya üzüntüyü aşırı şekilde ortaya koymaması, başa gelen durumun hikmetleri üzerinde düşünmesi rızâdandır.

Tasavvuf, her insanın kendi içinde yaşadığı, kendi iç tecrübesiyle elde edilen hâller olduğundan aynı konuda söylenen sözler birbirinden farklı olabilmektedir. Herkes kendi hâli ve meşrebine göre bir ta‘rif yapmaktadır. Ve herkes kendi açısından doğruyu söylemektedir.

İşte Münir Derman Hoca‘nın rızâ konusuna yaklaşımı da biraz farklıdır. Aslında Allah‘ın koyduğu kânunlara uygun hareket eden insanların başına hep iyilik ve güzellik gibi rızânın da içinde bulunduğu hâller gelir. Veya şöyle de diyebiliriz, her hâdisenin iyilik ve güzellik tarafını görür ve râzı olur. O bu konuda şöyle der: "Cenab–ı Allah Celâl sıfatının tecellisini arzu etmez. Cemiyet içindeki ahlâk, adâlet ve doğruluk hasletlerinden ayrılan kulların cezâlarını tayin ederek yine kulları vasıtasıyla ve bir cemiyet nizâmı hâlinde suçlulara tatbik ettirir. Bu kânunları harfiyen tatbik eden kullar, her türlü belâdan mâsun olarak imrar–ı hayât ederler. O zaman cemâl sıfatının mazharı olarak, iyi insan kâmil kul mertebesinde güzel, helal rızıklarla merzuk olurlar. İşte, celâl sıfatını harekete geçirmeden, cemâl sıfatına şükürle bağlanıp sabır kanatlarıyla Resûl‘ün ravzasını süsleyen temiz semâlarda salât ü selam cıvıltılarıyla illiyyine doğru uçup gitmek, işte rızâ, işte huzur buna derler."(156) Rızânın, sabır ve şükürle olan birlikteliği burada da görülmektedir. Münir Derman hocanın bu güzel kelimelerle yaptığı rızâ ta‘rifi insanı çok hoş duygularla sarıyor. Ta‘rifi okuyunca bile insan sanki huzûra eriyor. Ancak bu kânunlara uygun olarak yaşamak ta‘rifi gibi kolay olmayan bir hâldir. "Sûfîyye yolu çok meşakkatlidir, demir leblebi çiğnemeye benzer; yenmesi zor bir lokma olduğu için, bu yola rızâ lokması denmiştir."(157)

İnsan başına gelen işlerin kısa vadede kötü görünmesine karşın, uzun vadede güzel ve iyi olacağını görebilirse illa ki hâlinden râzı olacaktır. Ancak bunu görebilmek için baş gözü değil kalp gözü, bâsiret gözü gereklidir. Bu göz etrafı daha geniş açıyla gördüğünden kişinin göğsü de genişler ve her durumda ferah olur. Sevenin sevgilisinin fiillerinden râzı olduğu gibi o da her hâlin Allah‘tan geldiğini bilir ve râzı olur. Kâşânî'nin de dediği gibi, "Nefs, kaderin getirdiği elemi idrâk etmek yerine kaderin sahibini görmekle lezzetlenmektedir." (158)

2.2.7. Fakr

Sözlük bakımından "fakr; fakir olmak, malı gitmek, muhtâç olmak, yoksulluk çekmek, ihtiyâç duymak, felâket, düşünce, hırs" gibi anlamlara gelmektedir.(159)

"Kuran‘da yer alan fakirlikle ilgili kelimeler maddî veya manevî ihtiyaç anlamında kullanılmıştır. Manevî anlamda bütün insanlar fakir ve Allah‘a muhtâç olup zengin olan yalnız Allah‘tır. Söz konusu âyetlerin çoğunda ise maddî anlamdaki fakirlik üzerinde durulmuştur. Buna göre fakirlik Allah‘ın insanları imtihân ettiği yollardan biri olup, sabredenler bu imtihânı kazanmış olurlar."(160)

"Fakrın hakîkati, kulun Allah‘tan başka hiçbir şeye ihtiyâç duymamasıdır."(161)

"Ya da sâlikin hiçbir şeye mâlik ve sahip olmadığının farkında olması, şuurunda olması yani her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu idrâk etmesidir."(162)Tasavvufta fakr denilince asıl kastedilen manevî fakrdır. Bu zihinde ve kalpte oluşan bir durumdur. İnsanın maddî zenginliğe sahip olması manevî açıdan fakr hâlini yaşamasına engel değildir. Yeter ki tüm varlığın gerçek sâhibinin Allah olduğunu her an ve her durumda hissedebilsin. Bu mânâ şu şekilde de ifâde edilmiştir."Fakr, sûret ve mânâ fakirliği diye ikiye ayrılır. Sûret fakirliği, mal, mülk, servet sâhibi olmamaktır. Tasavvufta asıl olan mânâ fakirliğidir. Mânen fakir olan beşerî sıfatlardan sıyrılıp, kendini bir şeye mâlik görmeyen kimsedir. Esas tavsiye edilen fakirlik sahip olunan şeye kalpte yer vermemektir. Büyük zâtlar bir şeylere sâhip olmuşlar fakat gönül hânelerinde onlara yer vermemişlerdir. Bâzıları sahip olduklarının farkında bile olmamışlardır. Bâzılarına göre fakir, hatırına Hakk‘ tan başka bir şey gelmeyendir."(163) İnsanın kendi kendine hiçbir şeye mâlik olmadığının bilincine varabilmesi şunları idrâk etmesiyle mümkündür: "Kendisinde yeterli vâroluş nedenine sahip olmayan vârlık mümkin varlık diye tanımlanabilir. Buna göre böyle bir varlık kendi kendisiyle hiçbir şey değildir; kendisinin hiçbir şeyi de, kendi malı olarak kendine âit değildir. Birey olarak insan tekinin durumu da böyledir. Manevî fakr diye belirtilen husus işte bu bağımlılığın bilincine varmadan ibârettir. Bütün varlıkların bir hiç olduğunu, Mutlak Hakikât‘e göre kesinlikle onların hiçbir önemi olmadığını bilir."(164) İnsanın yaşamı boyunca kendisini son derece âciz ve zayıf hissettiği, aslında hiçbir şeye mâlik olmadığını, gücü yetmediğini hissetiği durumlar olur. İşte bu hâlin süreklilik arz etmesi fakrın yaşanması demektir.

"Fakr yolu mânevî yolcunun varmak istediği en önemli hedeflerden biridir. Hakk‘a ulaşmanın yolu iftikârdır."(165) Allah‘a ulaşmak için yola çıkan birinin yolu mutlakâ fakr menziline uğrayacaktır. Benliğini yücelten biri zâten gözünün önünü bile göremez ki doğru yolu bulsun.

"İnsanın ne bu dünyada ne de öbür dünyada kendisi için bir dileği yoksa, o zaman ona gerçek fakir denilebilir. Çünkü bir şeye sâhip olmak, o şey tarafından sâhip olunmak demektir."(166) Ancak burada sadece manevî fakirlik değil maddî fakirlik de önemsenmektedir. İnsan kendisini sâhibi olarak gördüğü tüm malların aslında esîridir. Ama bunu fark etmemektedir. Bu yüzden aslolan hiçbir şeye mâlik olmamak ve mâlik olmayı da istememektir. Bunu başaran kişiye fakir denir.

Münir Derman Hoca‘nın eserlerinde fakr konusuna fazla değinilmemiştir. Onun eserlerinde konular sırasıyla açıklanmış olmadığından fakr konusu bir başlık altında işlememiş ancak o bir yerde fakrı Peygamber sevgisinin ilk şartı saymıştır. O‘na göre "Peygambere sevginin şartı fakr hâlidir.(167) Peygamberi sevdiğini iddiâ eden kişi O‘nun yaşayış tarzını da örnek alacaktır.(168) Nitekim O fakr hâlinin zirvesinde yaşamıştır. O böyle söylemekle şunu da kastetmiş olabilir. Peygamber sevgisi en büyük ideâli olan birini Allah fakr-u zarûrete uğratabilir. Kişi bunu bilip şikayet etmemelidir.

Buna göre Peygamber Efendimiz‘in sevgisi fakrı celbetmektedir. Para ve malın cebe girip de kalbe girmemesi biraz zordur. Kolay olsaydı, Peygamberimiz de bu tarz bir yaşayışla bize örnek olabilirdi. Ama O dünyalığı sadece kalbinden değil, hayâtının tümünden çıkarmıştır. Münir Derman Hoca‘nın da çok para kazandıran bir mesleği olmasına rağmen fakir bir hayât şeklini tercih etmiş olması O‘nun Peygamber sevgisine hamledilebilir.
152 Sami, Şemsettin, Kamus-ı Türkî, s.665.
153 Komisyon, T.D.V.İslam Ans.,Cilt XXXV,s.56.
154 Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İst. 2009, ss. 197–199.
155 İz, Mahir, Tasavvuf, Med Yay., İst. 1981, s. 142.
156 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 122.
157 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 517.
158 Kaşanî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 269.
159 İbn Manzur, Lisan, Cilt V,ss.60-65.
160 Komisyon, T.D.V.İslam Ans., Cilt XII, İst.1995,s.132.
161 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 204.
162 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Ma’rifet Yay., İst. 1995, s. 184.
163 Kılıç, Mahmud Erol, Tasavvufa Giriş, Sûfî Kitap, İstanbul 2012, s. 40.
164 Gue’non, Rene’, İslâm Mânevîyâtı ve Taoculuğa Toplu Bakış, (Çev. Mahmut Kanık), İnsan Yay., İst. 1989, s. 49.
165 Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatlar, İFAV, İst. 2008, s. 182.
166 Schimmel, Annemarie, İslâm’ın Mistik Boyutları, (Çev. Ergun Kocabıyık), Kabalcı Yay., İst. 2001, s. 128.
167 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki,s.49.
168 Derman, a.y.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.2.8. Züht

"Tasavvuf ve sûfî kelimelerinin Kur‘an‘da zikredilmemiş olması, tasavvufu tartışma ortamına çekmiştir. Daha sonraları "tasavvuf ve tarikat" adını alacak olan İslâm‘ın rûh hayâtının önceleri zühd olarak yaşandığı bilinmektedir. Hatta denilebilir ki tasavvuf asr-ı saadette züht olarak yaşanmıştır."(169)

"Züht lügatte; bir şeyi terk etmek ve ondan yüz çevirmek, aza rağbet etmek, kânaat etmek gibi anlamlara gelir."(170)

"Kur‘an–ı Kerîm‘de sadece Yusuf Sûresi‘ nin 20. âyetinde geçer: "Yusuf‘un satışı konusunda rağbetsiz idiler." Tasavvufta dünyaya dalmamak esastır".(171) Zirâ Kur‘an–ı Kerîm‘de bunu destekler tarzda çok sayıda âyet–i kerîme vardır: "Dünya hayâtı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir..".(172) "Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayâtıyla yetinmeye râzı mı oldunuz? Hâlbuki dünya hayâtının sağladığı fayda âhiretinkine göre pek azdır."(173) Oyuna dalıp gerçek hayâttan kopmak mümkün olamayacağı gibi dünyaya dalıp da âhiret unutulmamalıdır. Ancak zühd ile dünyaya dalmak şöyle dursun, dünyanın varlığının unutulması kastedilmektedir. Nitekim "Kaşanî zühdü dünyaya dâir isteklerin bütünüyle düşmesi olarak tanımlar. Dünyaya karşı zâhitlik seçkinlerin gözünde günah sayılmıştır. Çünkü Hakk‘ın dışındaki şeyler nedir ki yüz çevirmeye veya talep etmeye konu olsun?"(174) Dünyaya karşı zâhidlik iddiasında bulunan bir kişi, bir bakıma dünyanın adını anmakta, onun varlığını farketmektedir. Ama kastedilen Allah‘tan başka hiç birşeyle hemhâl olmamak, O‘nun dışında bir şey düşünüp yaşamamaktır.

Aynı düşünce başka bir yerde de şöyle ifâde edilmektedir. "Zühd, terkten ibârettir. Kim dünyayı cömertlik göstermek veya halk tarafından kabul
görmek için terk ederse ona zâhit demezler. Zâhit âhiret sevâbı veya Allah için dünyayı terk eden kimsedir. Ama âhiret sevabı için dünyayı terk etmek ma‘rifet ehline göre zayıf bir zâhitliktir. Çünkü dünya ve âhiret ariflerce hakir ve basittir."(175) Zâtında değersiz olan bir şeye değer vermediğini söyleyene gülerler. Hele bu davranışın karşılığında bir şey beklemek âriflere göre çok hâkir ve basit bir hâldir.

"Kelâbâzi‘ye göre ise insan kuldur. Kölenin malı ve mal edinme arzusu olmaz. Züht dünyayı terk etmek değil, onun sevgisini kalbe yerleştirmemektir."(176) Nasıl ki kölenin kendine ait bir malı olmaz, hatta onda mal edinme arzusu dahi bulunmaz ise insan da Allah‘ın kölesi olduğunu unutmamalıdır.

"Ebu Talip El–Mekki‘ye göre züht bütün ibâdetleri içinde toplayan tek ameldir. Sahâbeden bir zât şöyle demiştir: "Bütün amelleri tâkip ettik, âhiret bakımından dünyada züht sahibi olmaktan daha etkilisini görmedik."(177) Bayezıd–ı Bestamî (r.a.) şöyle demiştir: Zâhit bir şeye malik olmayan değil, hiçbir şeyin kendisine mâlik olmadığı kimsedir."(178) Zühd ile fakr burada anlam olarak birleşiyor. İnsan ancak zühdü yakalayabildiği takdirde amelleri bir mânâ ifâde eder. Aksi halde ibâdetleri mânâdan yoksun sade bir şekildir.

Münir Derman Hoca ise zühdü nefsin, gönlün ve canın zühdü olmak üzere üçe ayırmakta ve bu üçünün ayrı ayrı zühde ihtiyacının olduğunu, hepsinin bir arada olmasıyla zühdün gerçekleşeceğini belirtmektedir. O, aralarındaki farkı şu şekilde açıklar: "İnsanın nefsi dünya hayâtını, gönlü ise âhiret hayâtını arzular. Bu bakımdan dünyada muayyen bir müddet kalacağını hakkıyla bilip, verilen rızka kanaât edip yaşamak, nefsin; âhireti terk ederek, cehennem korkusu veya cennet mükâfatını düşünmeyerek, Allah‘a ve peygambere bağlı yaşamak gönlün; kendini terk edip ve hiç olduğunu bilerek, Allah‘tan başka hiçbir şeye rağbet etmemek canın zühdüdür".(179) O, sanıyoruz burada zühdü nefsin, gönlün ve canın zühdü olarak üçe ayırmakla daha yaşanılır kılmaktadır. Nefsin insan üzerinde hakkı bulunduğundan hareketle Allah‘ın verdiği rızkı kanaâtle kabul etmeyi de zühd kavramının içine yerleştirmiştir. Ancak yaptığı işleri başka hiçbir menfaât beklentisi olmadan sadece Allah rızâsı için yapmayı gönlün zühdü olarak nitelemiş ve insanın esasında bir hiç olduğunun farkına varmasına ve buna göre hayâtını tanzim etmesine ise canın zühdü demiştir. İnsan bunlardan birinde zâhid olabilir. Ama ona göre gerçek zühd üçünün bir arada bulunmasıdır.


169 Yılmaz, H. Kamil, Tasavvuf Mes’eleleri, Erkam Yay., İst. 1997, s. 23.
170 İbn Manzur, Lisan, Cilt III,s.196-197.
171 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 734.
172 En’am,6/ 32.
173 Tevbe,9/38.
174 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 282.
175 Nesefi, Azizüddin, Tasavvufta İnsan Meselesi, (Türkçesi: Mehmet Konar), Dergah Yay., İst. 1990, s. 147.
176 Göktaş, Hicri IV.Asır Buhara’da Tasavvuf Kelâbâti Örneği, s. 226.
177 Ebu Talip el–Mekkî, Kut’ul Kulub, Cilt II, s. 357.
178 Ebu Talip el–Mekkî, a.g.e. , Cilt III, s. 12.
179 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 78.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.2.9. Hayâ

"Hayâ sözlükte utanmak, çekinmek, kaçınmak, tevâzu sahibi olmak, edepli olmak gibi anlamlara gelmektedir."(180)

"Kur‘an-ı Kerîm‘de üç âyette hâyâ kelimesinin türevleri geçmektedir. Kasas suresinde, Hz. Şuâyib‘ in kızlarından birinin Hz. Mûsa ile utanarak konuştuğu (28/25) Ahzap suresinde, bâzı müslümanların Rasûl-ü Ekrem‘i uygunsuz zamanlarda rahatsız ettikleri fakat O‘nun hâyâsından dolayı bu rahatsızlığını ifâde edemediğini, ancak Allah‘ın gerçeği bildirmekten hâyâ etmeyeceği (33/53) belirtilmekte; Başka bir âyette ise müşriklerin Kur‘an‘da arı, karınca, sinek gibi küçük yaratıkların örnek olarak gösterilmesinin fesâhetle bağdaşmadığı yolundaki iddialarına karşı, "Şüphesiz Allah gerçeği açıklamak için sivrisineği ve onunda ötesindeki bir varlığı misal getirmekten hâyâ duymaz"(2/26) şeklinde cevap verilmektedir.(181)

"Nefsin bir şeyden çekinmesi ve o konuda yerilmekten korkarak; onu terk etmesidir. Hayânın îmânla bağlantısı vardır. Îmânı olanın hayâsı, îmânı
olmayanın ise hayâsızlığı söz konusudur."(182) Zirâ Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Hayâ îmândandır."(183)

Hayâ, bir de şöyle tanımlanmıştır: "Allah‘ın huzûrunda dâvâyı ve iddiâyı terk etmektir."(184)

"Kalpte hayâ huyunun kuvveti kalbin canlılığına göredir. Kalp ne kadar canlı olursa, hayâ da o nispetle tam olur. Hayâ, tazim ile sevginin karışımından hâsıl olan bir hâldir. Birleştiklerinde hayâ meydana gelir. Cüneyt: "Hayâ, nimetleri müşâhededen ve ihmâli görmekten doğar"(185) der. Allah‘ı seven ve O‘nun büyüklüğü karşısında iki büklüm olan kişinin hissettiği duygudur hayâ. İnsan kendisine sürekli izzeti ikramda bulunan ama bunun karşılığını veremediği birinin huzûrunda başka ne hissedebilir ki?

"Kâşânî hayâyı Hakk‘a hürmete verilen isim olarak tanımlar. Manevî yolculuğunu yapan sâlikler bu vadiden geçerler. Avâmın hayâsında ise kul, Allah‘ın kendisini gördüğünü bildiğinde ondan utanır."(186) Normalde insanlar bir işle meşgûlken Allah‘ın kendisini gördüğünü hatırladıklarında O‘ndan utanırlar. Ancak Allah‘ın bizi görüp gözetmediği bir an yoktur. Manevî yolculuğa çıkmış bulunan kişiler işte bu noktadan mutlaka geçerler.
Kelâbâzi hayâyı insanda doğuştan bulunan bir korku olarak nitelendirir. "O‘na göre hayânın pek çok mânâları vardır. Kötü şeyleri terk etmek, iyi ve yararlı şeyleri yapmakta hayâdır. Allah‘tan hayâ etmek, şirkten uzak durmak, uzuvları haramdan korumak, Allah‘tan başkasını zikretmemek, Allah‘tan başka birine medh-u senada bulunmamak, her durumda yalnız Allah‘a şükretmektir. Allah‘tan hayâ eden kişi hep iyi işler yapar ve buna rağmen elinden geleni yapamadığı için sıkılır, utanır."(187) Kelâbâzi‘ye göre birinin sevap olan davranışları yapması veya günah olan davranışlardan kaçınması onda bulunan hayâ duygusunun eseridir. Hayâ, kötü bir şey yapıp ardından utanmak değil, her zaman iyi işler yapmasına rağmen daha iyisini yapmadığı için utanmaktır. Aynı hususu Ebu Süleyman ed-Darani şöyle açıklamıştır: "Bütün ibâdet ehli dört derece üzerinde amel etmektedirler. Bunlar; havf, recâ, ta‘zim ve hayâdır. Onların mevki bakımından en şereflisi hayâ üzerine amel eden kimsedir. Çünkü O, Allah Teâlâ‘nın kendisini her halde gördüğünü yakînen bildiğinden dolayı; isyan edenlerin kötülüklerinden utanmalarından daha fazla, iyiliklerindeki kusurlarından utanmaktadır."(188)

Bu tanımların her biri hayâ kelimesinin içerdiği mânâlardan birini anlatmaktadır. Günümüzde bâzı kelimelerin anlam daralmasına uğradığı bilinen bir gerçektir. Aynı zamanda bir kelimenin sözlük mânâsıyla terim mânâsı hatta tasavvufî anlamı birbirinden çok farklı olabilmektedir. Bu gerçek hayâ konusunda kendisini daha çok göstermiştir.

Münir Derman Hoca‘nın hayâ tanımı ise şöyledir; "Hayâ, hukuk–ı ilâhîyeyi ve Rabbanî emirleri yerine getirmedikçe Allah‘tan bir şey istememektir. Bu sıfat kulun kalbi ile Allah arasındaki perdenin azalmasından sonra husûle gelir. Bunları vehleten anlamak güçtür. Evvelâ sünnetûllah nedir, âyetullah nedir, tefrik etmeye çalış."(189)

Bu tanım Kelâbâzî‘nin tanımını içermekte ancak Allah‘a duâ edebilmenin ön şartı olarak görülmektedir. "Münir Derman‘a göre gözü açılana(gerçekleri görebilene) hayâ gelir. Hayâ makamında fetih başlar."(190) "Mümin her yerde, her hâlini gören ve bilen Allah‘ından utanır; dünya ve âhirette kendini mahcup düşürecek bir iş işlemez. İşte bu hâl, hayâdır. Hayâ îmândandır buyurulması, sahibini günahlardan men ettiği içindir."(191) Hayâ; Allah‘ın biz kullara çizdiği sınırlara uymak; emirlerini yerine getirmektir. Sınırların ihlâli ve emirlerin yerine getirilmemesi kulun Allah karşısında en başta mahcûp olmasıdır. İnsanın Allah‘tan bir şeyi isteyebilmesi için yüzü olması gerekir. Allah katında bir değerinin olması gerekir. Bu yüzden insan önce Allah katındaki kıymetini artırmalıdır. Emirlerine riâyet etmeli neyi isteyip neyi isteyemeyeceğini bilmelidir.

Sünnetullah ve âyetullah kavramı içine giren konularda istekte bulunmaktan hayâ etmelidir. Onun anlaşılması güç sözlerinden biri de şudur: "Aklın, kuvvetin, düşüncenin hududuna hayâ duygusuyla varılır."(192) Kendilerini akıllı ve güçlü zanneden ve bu zanlarıyla diğer insanlara zulmeden kişiler burada anılan hayâ duygusundan yoksun olanlardır. Akıl ve kuvvet ancak hayâ duygusuyla bir değer ifâde eder. Gerçekleri olduğu gibi görmek, Allah‘ın her yerde ve her an bizimle olduğunu bilmek, insanı hayâ sahibi yapar.


180 İbn Manzur, Lisan, Cilt I,ss.773-778.
181 Komisyon, T.D.V.İslam Ans., Cilt XVI,İst.1997,s.554.
182 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 257.
183 Nevevi; Riyazü’s-Salihin, D.İ.B. Yay., Ankara , 1995, Cilt II,s.95.
184 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 229.
185 İbn Kayyim el Cevziyye, Medaricü’s Sâlikîn, İnsan Yay., 2. Cilt, ss. 220–223.
186 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 225.
187 Göktaş, Hicri IV.Asır Buhara’da Tasavvuf Kelâbâti Örneği, ss. 297–298.
188 Sühreverdi, Avârifü’l–Meârif, Gerçek Tasavvuf, s. 666.
189 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 34.
190 Derman, Münir, Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin Müslümanlara Nasihatları,ty.,s.10.
191 Derman, a.g.e. , s. 29.
192 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 18.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.3. Seyr u Sülûk Kavramları

2.3.1. Seyr u Sülûk

"Sülûk, Arapça bir yola girme, bir sınıf-ı mahsûsa dahil olma anlamındadır." (193) Arapça "gitmek ve girmek demektir. Bir şeyhin nezâretinde, Allah‘a vuslat için çıkılan manevî yolculuk olarak tanımlanabilir."(194) Kâşânî‘ye göre ise "davranış ve hâl olarak Rabbe yakınlık mertebelerine yükselmektir."(195)

"Tasavvuf ıstılahında seyr, cehâletten ilme, kötü ve çirkin huylardan güzel ahlâka, kendi vücudundan Hakk‘ın vücuduna doğru hareket demektir. Sülûk de tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk‘a vuslata hazırlayan ahlâkî eğitimdir. Bir başka ifâdeyle seyr u sülûk bir kimsenin manevî makamlarını tamamlayıncaya kadar geçirdiği safahata verilen isimdir."(196)

"Manevî yolculuk yer değil mâhiyet i‘tibârriyle ilimdeki hareketten ibârettir. Sâlik, Allah Teâlâ hakkında düşük seviyeli bilgiden yüksek bilgiye
doğru gider. O bilgiden de daha yüksek bilgiye ulaşır. Sonunda yaratılmışlara ait tüm ilimleri aşarak ve o ilimlerin hepsi zâil olarak ilâhî ilme kavuşur."(197)

"Seyr u sülûkun gâyesi sâlikin kâmil insan mertebesine yükselmesidir. Kâinâtı bir insana benzetirsek, insan–ı kâmil bu insanın kalbi gibidir. İnsan kalpsiz yaşayamayacağına göre kâinâtında insan–ı kâmilden hâli kalmasına imkân yoktur. O halde insan–ı kâmil dâimâ vardır. İnsan–ı kâmilden maksat hakîkat–i Muhammediyedir. Ancak bütün peygamberler hakîkat i‘tibâriyle birdirler. Ve hepsi de birer insan–ı kâmildir."(198) İnsan rûhu gerçek bilgiye sahip ve Allah‘a yakın olarak yaratılmış ama bir bedene girdirilerek dünyaya gönderilmiştir. İnsanın dünyadaki gâyesi, rûhun gayretiyle yine o yüce bilgi seviyesine ve Allah‘a ulaşmaktır. Zâten rûh bunun için çabalar. İnsanda bu rûhun çabasına destek olursa o ilâhî bilgiye ulaşır. Bu çabaların adı seyr u sülûk, maksada ulaşanın adı ise insan-ı kâmildir.

Münir Derman Hoca‘nın seyr u sülûk konusundaki düşüncelerini ise şöyle özetleyebiliriz. "İnsanın kendi aslına doğru gerçekleştirdiği seyahatinde kendine lâzım olacak kâide, usûl, terbiye ve âdâb–ı muâşereti öğrenip, ikmal etmesidir. Ona göre seyr u sülûk öğretilmez, sadece kişiye ipucu verilir, bu ipucu insanın kendi bâtınından çıkarılıp eline verilen bir ipucudur. Bir kimseye, ipliği iğneye geçirmesi için yardım ederek dikmek için eline vermek gibidir. Ancak mürşidin gözü görüyorsa ipliği iğneye geçirebilir ve müridin eline verir. Bundan sonra Râsûl‘e yanaşmak ve kendi içinde meknuz olan Allah‘ın huzûruna çıkmak başlar. Ancak burada önemli olan husus şudur: Mürşidin sana iğneyi uzatırken sivri tarafından uzatmayacağına inanmalısın o zaman bu iyiliğe karşı bağlılık hissi doğar. Buradaki itimat Hakk rızâsı için olduğundandır. Îtimatta hürmet vardır."(199) Münir Ferman Hoca‘da seyr u sülûk‘u insanın kendine doğru olan yolculuğu olarak tanımlıyor. Yolculuğa eli boş çıkılmadığı gibi bu yolculukta da bize lâzım olacak bâzı şeyler vardır. Melek Hocaya göre bunlar herkes için genel geçer kurallar değildir. Kişiye özeldir. Aynı menzile varan birçok yollar olabilir. Ama senin için en dogru yol hangisi onu arayıp bulmalısın der. Doğru mürşidi bulmanın önemine inanan Münir Derman Hoca bu konuda kılavuzluk edecek bir öneride bulunur. Şöyle ki: "Âyette, "anana, babana hürmet et, onları sev,..."(200) buyrulur. Burada niçin ilk defa ana söyleniyor? Niçin… Düşün… Bunu mürşidine sor. Sana tek bir kelime söylemesi lazım, tabii biliyorsa. İşte o zaman hemen doyarsın. Verilen cevabı anlamazsan şüphe et yahut kabahati kendinde ara. O zaman hem senin hem de mürşidinin münkir olduğunu düşün. Ve yolunu değiştir".(201)

Münir Derman Hoca‘nın burada da belirttiği gibi her mürşit her insan için doğru kişi değildir. İnsan kendine en uygun olan şeyhi arayıp bulmalıdır. Özellikle günümüzde sahte şeyhler çoğalmıştır. Bu konu fazlasıyla su-i isti‘mal edilmektedir. Bu nedenle ehliyetli insanların aranıp bulunması gerekmektedir. Herkes insan olarak yaratılıp gönderildiği bu dünyada "gerçek insan" olmaya çalışmalıdır. Hepimiz hakîkî insan olmak için geldik bu dünyaya. Hayât yolculuğunda ulaşmak istediğimiz bu hedefe belli bâzı kâide ve usûlleri tatbik ederek ulaşabiliriz. Ancak bu kendi başına mücadele ederek olmaz. İllâki bir kılavuz gerekir. Münir Derman Hoca‘nın dediği gibi, o kılavuzun verdiği ipucu ile insan bu yolda ilerler.
Şems‘in de seyr u sûlukla ilgili üzerinde durduğu öncelikli konulardan biri, kâmil pîre duyulan ihtiyaçtır. Şems‘e göre kişi, sülûkta tekâmüle erişmek için kendi başına ne kadar mücadele edip çalışsa da ledün ilmine erişmiş bir Allah dostunun kılavuzluğunda çalışmadan bu maksadını gerçekleştiremez.(202)


193 Sami, Şemsettin, Kamus-ı Türkî, s.723.
194 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 565.
195 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 304.
196 Yılmaz, Tasavvuf Mes’eleleri, s. 205.
197 İmam Rabbanî, Ma’rif–i Ledünniyye, (Trc. Necdet Tosun), Sûfî Kitap, 2010, s. 84.
198 Düzen, İbrahim, Aziz Nesefi’ye Göre Allah, Kâinât ve İnsan, Ş.İ.F.G.V. Yay., Ank. 1991, s. 213.
199 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 206.
200 Ahkaf, 46/15.
201 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 206.
202 Küçük, “Şems–i Tebrizi’nin Tasavvufî Meşrebi ve Mevlana’nın Düşüncelerine Tesiri”, s. 174.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.3.2. Mürşit – Şeyh

"Mürşit Arapça, doğru yolu gösteren, kılavuz, rehber, gafletten uyandıran, ikâz eden anlamındadır."(203)

"Gerçek mürşit Hz. Muhammed (s.a.v.) dir. Diğer mürşitler, onun manevî mirasını elde etmeye muvaffak olmuş kişilerdir. Her mürşit, kâmil olmayabilir. Mürşidin en makbulü, hem kâmil (kendi olgun), hem de mükemmil (başkasını olgunlaştıran) olanıdır."(204)

Kâşânî ise şeyhi şöyle tanımlar: "Şeriat, tarîkat ve hakîkat ilimlerinde yüksek dereceye ulaşmış kimse. Ona göre şeyh, rûh doktorudur. Sâliklerin kalplerine ilişen ve onları Hakk‘a yakınlık nimetinden alıkoyan hastalıkları görebilme makamına ulaşmış kimse olduğu gibi ayrıca bu hastalıkları ve sıkıntıları iyi edecek gerekli riyâzet ve mücâhede yöntemlerini de bilen kimsedir."(205) Buradan anladığımıza göre insan bedeninde bir rahatsızlık hissettiğinde hemen bir doktor arar, onun verdiği ilaçları içip, onun önerilerine nasıl uyarsa ruhumuzun da böyle bir doktora ihtiyacı vardır. Allah‘a yakınlık mertebesine ulaşamayan insan kendini hasta kabul etmeli ve hemen bir doktor ve ilaç arayışına girmelidir. İşte bu anlamdaki rûh doktoruna mürşit denir.

"Mürşit, merdiven gibidir. Başkaları ona basa basa yükselir; mum gibidir, kendisi yanar ama çevresindekileri aydınlatır."(206) Gerçek insan - insan-ı kâmil başkalarının sıkıntılarını hafifletmek için kendisini sıkıntıya sokan kişidir.

"Mürşid–i kâmil, ilâhî cezbeye erişerek şeriat kânunu üzere mürşid–i kâmil huzûrunda sülûk etmiş olan ve gayb âlemini başından sonuna kadar gören kimsedir. O hakikî bekâ hil‘atini giyerek Hakla bâkî olmuş sonra kemâl mertebelerini tamamlamak ve talipleri Hak yoluna irşâd etmek için başladığı yere geri dönmüştür."(207) Mürşit kendi yolculuğunu tamamlamış, Hakk‘a ulaşmış kişidir. Ama o vardığı yerde durmamış ve geri dönmüştür. Amacı isteyen herkesi o bildiği yoldan Hakk‘a ulaştırmak, onlara rehberlik etmektir. Bir bakıma başkalarının iyiliği için aynı meşakkatlere yeniden katlanmaktadır.

Münir Derman Hoca‘ya göre ise şeyh, insanda meknuz olan ilâhî esmâ akislerini ortaya çıkarmak için sâlikini lâfzî âletlerle hazırlamaya ve onu zâhirî ilimlerle donatmaya çalışan insandır. Bir mânâda hazırlık kıtası hocasıdır. Şeyh aynı zamanda mürşit ise, sâlikin cesedi hazırlığını da çile ile hazırlar. Onu halvete sokar. Ceseden hazır olan sâlik bu sefer mürşidin bâtınî ilimlerini öğrenmeye çalışır. Bundan sonra şahıs mürşid–i kâmil ise kâmil tarafını gösterir ve sâliki halvete sokar. Göstermediği tarafından himmet eder. Şeyh cesediyle görünüp, içini göstermeyen bir kâmildir. Münir Derman Hoca konu ile ilgili şöyle söyler:"Hakiki mürşit sana senden içeri olan o beni öğretendir."(208) Burada Münir Derman hoca mürşidi hazırlık kıtası hocasına benzetmiştir. O her insanda gizli olarak bulunan Allah‘ın isimlerinin yansımasını ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. O, bizi bizden iyi görebilmekte, içimizdeki esmâların görünür olması için çile, halvet, himmet gibi vasıtaları kullanmaktadır.

Melek Hoca‘nın anlayışına göre insan, tarîkatla değil ancak hakikî bir mürşit ile hakîkatin bilgisine ulaşabilir. "Kör görenin koluna girerse daha çabuk yol alır."(209) Mürşit ;"Kaza ve kaderin demir ve mermeri bile erittiğini, su hâline getirdiğini gösterir. Gözünün önünden gayb perdesini kaldırır, seni hayra ve şerre sevk edenlerin yüzlerini gösterir" (210) diyerek de mürişidin mürîtte meydana getirdiği değişiklikleri izah etmektedir. Mürşid gözümün önünde duran ve bizim gerçekleri görmemize engel olan perdeyi kaldırmakta ve bizim hayrı hayr, şerri de şer olarak görmemizi sağlamaktadır. Böylece insanın kazâ ve kadere olan inancı sağlamlaşmış olur demektedir.

O, mürşidin müride öğrettiği ya da öğretmesi gereken konuları ise teker teker açıklamaktadır: "Mürşit iki dünyanın da alâkâ menfaatlerinin dışında, müridinin rûhî formasyonunu yapan, yaparken de almadan veren bir gözcü, işaretçi, tasfiyecidir. Mesela duânın bir çekişmek olduğunu öğretir. Mürşidin yardımıyla müridin makamı yükseldikçe mürîd halk gözünde küçülür. Tıpkı yıldızlar gibi. Mürşit, müride yanaşmak için evvela kalp hazinesinden aşılar yapar. Sonrada mürîd tahammül hududuna geldiği zaman gayb hazinesinden verir. Gayb hazinesini müride açmadan evvel Allah‘ın verdiği dert ve belânın bedava olmadığını söyler; gösterir ve sabır tavsiye eder. Ayrıca mürşit, ibâdetin ecir ve sevap için yapılmadığını ancak yanaşmak için olduğunu tereddüt ve şüpheden tamamıyla ârî olarak öğreten kimsedir. Dünya malının değil, dünya malına muhabbetin Allah muhabbetine engel olduğunu anlatır."(211) İnsan aslen Kur‘an ve sünnette yazılı olan bu bilgileri içselleştirmek hususunda mürşidin yardımına ihtiyaç duymaktadır. Yoksa bu bilgileri zâten bilmektedir. Ama bilmek başka yaşamak başka...

O: "Şeyh öyle bir kişidir ki seni yanında olmasan bile görür, işitir. Fakat ne söyler ne de tenkit eder. Senin teslîmiyetine ehemmiyet verir. Ondan sonra ne söylerse, ne yap derse düşünmeden yap, korkma"(212) diyerek hakîkî mürşidi bizlere tanıtmaktadır.

Münir Derman‘ın eserlerinde adından sık sık övgüyle bahsettiği, gerçek mürşitlerden olduğunu söylediği Hacı Bayram–ı Velî de şöyle demektedir. "Mürîd şeyhine karşı son derece saygılı olmalı yanında boş söz konuşmamalıdır. Ve şeyhine tam anlamıyla teslim olmalıdır."(213)

Kısaca Münir Derman‘a göre insan bu zorlu yolda kılavuzunu iyi araştırmalı, seçmeli. Onu bir kere bulduktan sonra ise artık ona tam teslim olmalıdır. Aksi halde bu yolda ilerlemesi mümkün değildir. Çünkü bu yol zerre kadar şüpheyi bile kaldırmaz. Bu teslîmiyeti yakalayan ve şeyhinin söylediklerini yapan insanla şeyhin ilişkisini Melek Hoca şöyle anlatır: "Sonra şeyh seni halvete alır. Bu yaptıklarının neye yaradığını, ne mertebeye çıktığını sana orada televizyon gibi gösterir. Bâtınında daima seninle beraberdir. Beraber seyahat edersin, seni birçok manevî zâtlarla tanıştırır. Kırkları görürsün, yedilerle konuşursun, üçlerle sohbet edersin. Uzaklar görülür, işitilir. Her şeyin aslını anlarsın. Ondan sonra şeyh seni ikinci kez halvete sokar ve başka bir kapıdan çıkarır. Ondan sonra her şey başka renk, başka şekil, başka kokudadır".(214) Mürşide teslim olan sâlik netîcede bunun meyvesini er geç almaktadır.

Ancak mürşit mürîd ilişkisi her zaman bu şekilde cereyan etmeyebilir. Sebebi ise ya şeyhin hakikî olmaması ya da müridin tam teslim olmamasıdır. O bu konuyu şu şekilde bağlamaktadır: "Bu anlatılanlar senelerin sonunda tecelli eder veya etmez. Amma şeyhin kuvvetli yani hakiki ise o bir nazar ile seni yılların güç eriştireceği hâle bir anda getiriverir."(215)

Günümüzde ise dünya yalancı ve sahtekârlarla doludur. Bundan dolayı tarîkatlara giren insanların yaşadığı bunalımı şöyle Derman Hoca izah eder: "İnsan merak eder, araştırır, kitap karıştırır, şeyh, mürşit sandığı kişilere başvurur. Onlarda birçok tasavvufi lakırdılar ederler, şunu yapacaksın, bunu bileceksin, nefsi aşacaksın derler. Amma nefis nedir onu gösteremezler. Kişi şaşırır kalır, netîcede bir fayda göremez. Söylenen laflar doğrudur. Ancak bunu bilerek söyleyen yoktur".(216) Yani söylenen sözlerin güzel ve şaşaalı olmasından daha gerekli olan söylenen kişide bir karşılığının bulunmasıdır. Yeteri kadar anlaşılıp uygulanmayan bir sözün insana bir faydası yoktur. Mürşid sanılan kişiler söylediklerini önce kendileri anlamamışlardır ki kişiye özel hitapta bulunabilsin... Onun rûh dünyasını tenvîr edebilsin.

Peki, kadından şeyh, mürşit olur mu; diye sorulacak olursa, Derman Hoca‘ya göre olmaz. "O‘na göre kadın kendi kendinin şeyhi, kendi kendinin mürididir. Onlar kimseden himmet almazlar. Onlara Hakk tarafından verilir. Bu yüzden böyle bir iddiada bulunan kişi, yalancıdır."(217)

Netîce i‘tibâriyle Münir Derman kendi zamanında yaşamış olan ve mürşit olduğu iddia edilen şahsiyetlere tenkitler getirmektedir. Bu şekilde mürşitte olması gereken vasıfları söylemekte, arayış içinde olan insanlara yardımcı olmaktadır.


203 Sami, Şemsettin Kamus-ı Türkî, s.1324.
204 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 495.
205 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 319.
206 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 388.
207 Hafızalioğlu, Tahir, Gayb Bahçesinden Seslenişler, İnsan Yay., İst. 2003, s. 41.
208 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki Yazılacak Sırların Sonu, Cilt IV, s. 55.
209 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 14.
210 Derman, a.g.e. , Cilt V, s. 65.
211 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, Cilt V, s.64-65
212 Derman, a.g.e. , Cilt V, s. 66.
213 Cebecioğlu, Ethem, Hacı Bayram Velî, Kültür Bakanlığı Yay., s. 158.
214 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s.66.
215 Derman, a.y.
216 Derman, a.g.e. , Cilt III, s. 25.
217 Derman, Münir , Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 64.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.3.3. Derviş

"Derviş ve dervişi kelimeleri erken bir dönemden i‘tibâren zâhidi ve zühdü, sufîyi ve tasavvufu ifâde etmek üzere arapçadaki fakir ve fakr kelimelerinin yerine kullanılmış, zamanla daha farklı ve daha geniş bir muhtevâ kazanmıştır."(218)

Derviş, "farsça fakir, dilenci, dünyadan yüz çeviren, kendini Allah‘a veren kişi demektir. Tarîkat mensuplarının çoğu fakir olduğu için bu isimle anıldığı ileri sürülür. Ancak hakîkî derviş, kimseden bir şey istemez ve istememesi tarîkat kuralıdır. Derviş kelimesi kapı eşiği mânâsına da gelir. Dervişin kapı eşiği gibi başkalarından gelen ezâlara tahammüllü olması gerekir. Bu espriden dolayıdır ki dervişler, herkesin ayak basıp ezdiği kapı eşiğine basmazlar. Tasavvuftaki mânâsıyla, bir şeyhin bey‘ati ve terbiyesi altında bulunan kişi demektir."(219)

"Derviş ayrıca bir şeyhe bağlı olan mürîd, sufîlerin hayât tarzına uygun bir hayât süren kişi demektir. Dervişlik bir riyâzât ve mücâhede faaliyetiyle başlar. Böylece manevî olgunluğa ve rûhî yüksekliğe ulaşılmaya çalışılır."(220)

Derviş kelimesi aslında bir şeyhe bağlanan mürîd anlamına gelmemekte ancak kelimenin çağrıştırdığı mânâlar bu anlamı içine almaktadır.

"Derviş, mürîd, sâlik aynı anlamlara gelen kelimelerdir. Bâzı tarîkatlara göre bunlar başka isimler de alabilir. Fakir, ihvan, ashâb gibi. Tarîkata girecek olan mürîd şeyhin huzûrunda tevbe eder, bundan sonra günah işlemeyeceğine, tarîkatın esaslarına bağlı kalacağına ve bunun için mücâhede ve riyâzette bulancağına söz verir."(221)

Münir Derman Hoca‘nın derviş ta‘rifi de, dervişin sözlük mânâsıyla benzerdir. O da eşik mânası üzerinde durur. Ancak bu eşiğin hangi eşik olduğunu bizim bulmamızı ister. "Şimdi bilmiyorsun amma onları anlayacağın gün muhakkak gelir der."(222)

Dervişi en geniş şekilde şöyle ta‘rif eder: "Derviş, yapacağını ya da yapmayacağını bilen, Hakk‘ın emirlerine uyan, yasaklarından kaçınan, cesedi ve rûhuyla şükür ve hamdde olan, tevâzuun en büyük mertebe olduğunu bilen kimsedir."(223) Allah‘u Teâlâ‘nın çizdiği ve Rasûl‘ünün (s.a.v) önderlik ettiği yolda yürümeye çalışan kimsedir derviş.

Ayrıca Münir Derman Hoca derviş hakkında şu ayrıntı bilgiyi de sunmaktadır: "Derviş rüyana girerse doğrudur. Zirâ derviş kılığına şeytan giremez."(224) Şeytanın temessül edemeyeceği sayılı birkaç şeyden biri de derviştir, der. Bir kimse rüyasında bir derviş görmüşse o gerçekten de derviştir.

"Hülasa dervişlik incinmemektir hem de hiçbir şeyden."(225) diyerek bu konuda ki söylediklerini özetler. İnsanın gayret ve çaba sarfederek başkalarını incitmeden yaşaması, başkalarından incinmemesinden daha kolaydır. İncinmemek daha üstün bir çaba gerektirdiği için bunu ancak yüce rûhlu insanlar başarabilir. Dervişlik yoluna giren birinden de bunu başarması beklenir. Ancak Münir Derman Hoca‘yı dinleyen veya okuyan kişilerin işi burada bitmez. O karşısındakini aktif olarak düşünmeye davet eder. Yorucu ancak doyurucu bir faaliyete çağırır. Çünkü O bu laflarımızı halletmeye "çalış" değil, halletmeye "savaş" diyerek bunun zorluğunu ortaya koymaktadır.


218 Komisyon, T.D.V. İslam Ansiklopesidi, İst.1994, Cilt IX, s.188.
219 Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.249.
220 Komisyon, Dini Kavramlar Sözlüğü, D.İ.B. Yay., Ank. 2007, s. 120.
221 Türer, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, Ataç Yay. , İst.2011, ss. 101-103
222 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt IV, s. 48.
223 Derman, a.y.
224 Derman, a.y.
225 Derman, a.g.e. , Cilt IV, s. 50.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.3.4. Halvet

Sözlükte "yalnız kalıp tenhâ bir köşeye çekilmek" (226) demektir. Tasavvufta ise, "zihinsel konsantrasyonu ve bâzı özel zikirlerle riyâzetleri gerçekleştirmek üzere; şeyhin mürîdini, karanlık, dış dünyadan soyutlanmış bir yere, belirli bir süre için koyması. Hedef, zihnin Allah dışındaki her şeyden sıyrılması, zihnî saflığın elde edilmesidir. Her yerde Allah ile olma bilinci tasavvufta bu şekilde oluşturulmaya çalışılır."(227)

İnsan aslında her yerde ve her an Allah‘la birliktedir. Fakat bunun bilincinde değildir. Bu bilinç hâlini oluşturabilmek için önce insanın alıştırma yapması gerekir. Sûreten hayâtından Allah‘ın dışındaki her şeyi çıkarırsa ve buna alışmak için aynı durumu bir süre devam ettirirse hakîkaten de kiminle ve nerede bulunursa bulunsun her an Allah ile birlikte bulunabilir.

"Mutasavvıflar halvetin dini hayât açısından önemini göstermek için Hz. Peygamber‘in halvetten ve yalnızlıktan hoşlandığını, zaman zaman Mekke yakınlarındaki Hira mağarasına çekilip burada inzivâ hayâtı yaşadığını ve îtikâfa girdiğini ifâde ederler."(228)

"Kaşânî halvet kelimesinin "Hakk ile gizlice konuşmak" mânâsına geldiğini söyler. Öyle ki bu konuşmada ne bir melek ne de insan vardır. Meşhur halvet bu mânâya ulaşmayı sağlayan bir sûrettir." (229) Meleklerin içimizden geçenleri anlayamayacağı bilgisinden hareketle halvette gerçek sessizlik sağlanmalıdır. Öyle ki melekler bile bizi duymasın.

"Kuşeyrî de mânevî terbiyeye giren bir kimseye başlangıçta halvet gereklidir, bu durumda kişi insanları kendi zararından koruduğuna inanmalıdır, der. Ona göre halvete girmeden önce itikat ve fıkıh ilmi iyice öğrenilmelidir. Hakîkatte halvet, insanlardan uzaklaşma değil, insanın kendindeki kötü sıfatlardan uzaklaşmasıdır."(230) Halvet bir boşluk, bir yalnızlık yeridir. Ancak bu yalnızlık insanlardan uzaklaşmayla değil, insanın kendi nefsindeki kötülüklerden uzaklaşmasıyla sağlanabilir.

"Halvet, kalbî, fikri, aklı, bedeni bitmez tükenmez dünya kaygılarından, kederlerinden kurtarır. Bu hâl üzere sebât netîcesinde kişi îmânın tadını tadar. Nefsinde kemal-i it‘minân hâsıl olur, hem dünyası hem âhireti ma‘mur olur."(231)

Teknik açıdan halveti öyle ta‘rif edebiliriz: "İnsanda kötü huy ve mezmum sıfatların kaynağı sayılan nefsin terbiye ve tezkiye edilmesi hususunda başvurulan mücâhede yollarından biri de "çile" ve "erbain" denilen halvet usûlüdür. Halvet, sâlikin şeyhinin gözetiminde tenhâ, karanlık bir yere çekilerek az yemek, az uyumak sûretiyle devamlı ibâdet ile meşgûl olmasıdır. Halvetin süresi farklı olmakla birlikte en yaygın süre kırk gündür."(232)

"Şihabeddin Sühreverdî bu kırk günü Peygamber Efendimiz (s.a.v.)‘in şu hadisine dayandırır: "Kim kırk gün Allah için ihlâsla amel ederse, kalbinden diline doğru hikmet pınarları fışkırır."(233) Ancak halvete giren her kişi aynı netîceyi elde edemez. Sühreverdî bunu da o kişinin halvetin şartlarını ihlâl ettiğine veya ihlâslı olmadığına bağlar."(234)

Münir Derman Hoca‘ya göre halvet; "boş olarak girilen boşluktur, orada insan dolar. Halvet kelimesi bu boşluğun hissedilip, anlaşıldığı bir mekân mânâsınadır. Bu mekân bir yerdir, bir oda, bir çile hücresidir. Ama aslında manevî, görünmez bir mekândır. Mekânda mekânsız boşluktur. Halvete dünya adamı olmaktan çıkıp başka âlem adamı olmaya niyetle girilir. İnsan mekândadır fakat aslı lâ mekândadır. Halvette lâ mekânın ne olduğu ve insanın aslı öğretilir. Âdem ile ceset halvette ayrılmadan ayrılır, ayna misali."(235) Yani insan halvete her türlü ön yargı ve yararsız bilgilerden sıyrılarak girmelidir ki bir fayda elde edebilsin. İnsan o boşluğa girip hayâtındaki asıl boşluğu fark etmeli. Kendisinin bir hiç olduğunu hissetmeli. Kendisine ağırlık yapan tüm dünyayı oraya bırakmalı. Huzûra ermiş olarak oradan ayrılmalı.

Melek Hoca halvetin kökünü Peygamber Efendimiz‘in (s.a.v.) Hira mağarasında kaldığı zamana dayandırır: "Resulü Ekrem gençliğinde yalnızlığı sever, dağlarda gezer, dünyaya, göklere, yıldızlara bakar, tefekkür ederdi. Nihayet Hira dağında mağaraya çekilir, az yer, uyumaz günlerce kalırdı mağarada. Kırk gün kaldığı vâki idi. Erbaîn buradan ismini almıştır. Cesedi nefisten ayırmak, rûhla beraber kılmak için."(236)

"Ancak halvet insana birdenbire çok ağır gelir. Nasıl ki soğuk demiri dövüp, kendinde gizli kıymeti görünür kıymet hâline getirmek için birçok malzeme lâzımdır, aynen onun gibi insan da menfî tarafının tecellisi yüzünden rûhundaki gizli hazineyi gösteremez. Âdeta insan kendi içinde bulunan bir hapishanede gibidir. İşte bu hapishaneden çıkmak için halvete girmek lazımdır. Soğuk demiri dövebilmek için önceden hazırlanan malzemeler gibi insanda bâzı hususları önceden hazırlamışsa "riyâzet gibi" işi daha da kolaylaşır. Halvete sokacak mürşit herkesin istidatına göre farklı işler ta‘lim eder."(237) Münir Derman Hoca‘nın bu paragrafta söylediği hususlar çok önemlidir. Burada yine asıl iş mürşide düşmekte, mürîtlerin farklı özelliklerine uygun tarzda farklı halvet uygulaması yapması gerekmektedir. Aksi halde soğuk demiri dövmekten bir netîce alınamayacağı gibi girilen bâzı halvetlerden de bir netîce alınamaz.

İnsan halvetin netîcesinde birçok yeni şeyler öğrenir. Hayâta bakışı, onu anlamlandırması, her şey farklılaşır. Diğer insanların göremediklerini görür, duyamadıklarını duyar, anlayamadıklarını anlar olur. Halvet dolayısıyla öğrenilen şeyler saymakla bitmez. Münir Derman Hoca‘da kitaplarının muhtelif yerlerinde, yeri geldikçe, konu açıldıkça bunlardan örnekler vermiştir. Şimdi bizde biraz onlardan bahsedelim:

"Halvette gözyaşı ve ter; tat ve koku değiştirir. Tuzlu, ekşi, tatlı, nihayet tatsız olur. Bunu insan kendisi hissedebilir. Alak suresinin ilk beş âyeti indikten sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Hira‘ya hiç çıkmadı. Sonra hicrette sevr mecburi ikinci halveti oldu. Niçin? Bunlar işte halvette öğrenilir."(238)

"Rab nedir, lâ ilâhe illallah kelimesinin hakiki mânâsı nedir? Bunları öğrenmekte halvet işidir vesselam."(239) Yani hakiki halvete girmeyen kişi, bu kelimelerin mânâsını ancak bildiğini zanneder mi demek istiyor acaba?

"Halvette söylenen sırlardan biri de gayr–ı müekkede sünnetlerin terk edilmemesidir."(240)

"Nefis ve rûhun esası halvette anlaşılır. Namaz ve orucun esası halvette fiili olarak ta‘lim edilir."(241) Zâten en önemli ve gerekli olan insanın nefsini tanıyabilmesi değil midir? Her şeyin aslını anlamak, öğrenmek insanın ihtiyâç duyduğu en öncelikli şeylerdendir.

"Halvette öğretilen şeylerden biri de şeytanın niçin secde etmediğidir. Burada müstakil bir irâde, emre itaatsizlik, isyan var gibi görünür. Fakat mesele tamamıyla öyle değildir."(242) Peki, mesele nedir; işte bu da bir sırdır ve Münir Derman‘a göre sadece hakiki halvete girenler bunu öğrenebilir.

"Şükür secdesi, tilavet secdesi, sehiv secdesi yanında bir de hiçlik secdesi vardır. O işte halvette öğrenilen halvet secdesidir."(243) İnsan aslında bir hiçtir. Halvette bu gerçeği kavrar.

Bu konuda Münir Derman Hoca‘dan alacağımız son örnek ise görünüşte diğerlerinden biraz farklıdır. Fakat hepsi yine insana hitap etmektedir: "Yumurtada bir kısım vardır. O kısmı yemezseniz iyi olur. Mümkünse tavuk besleyin ve tek tavuğun yumurtasını yiyin. Kaz, ördek, hindi yumurtası yemeyin. Ama nereden bileceksiniz. Bu lakırdılar uzun müddet halvet etrafında dolaşanların kulaklarına girecek nasihatlerdir. Hakiki halvete girenler, bunları da öğreneceklerdir. Ama nasıl öğreneceğim diye düşünme. Sen o hâle gel bunların hepsi bir saatte öğrenilir."(244) İnsanlar sürekli nasihat dinleseler bile bunların çoğunu uygulamazlar. Çünkü tam olarak kavranamayan şey, tam olarak uygulanamaz. Ancak halvet netîcesinde insanda meydana gelen değişim sayesinde insan bâzı gerçekleri tam olarak kavrar ve uygular.

Sonuç olarak halvet insanın gerçekleri olduğu gibi idrâk edebilmesinin yoludur. Ancak yolda yürümenin de bir âdâbı vardır. Doğru yollar kılavuz ister. Bu yüzden halvetin şartlarını düzenleyecek gerçek bir mürşide ihtiyaç vardır. Gerçek bir mürşidin önderliğinde girilen halvetten gerçek insan olarak çıkmak mümkündür.


226 İbn Manzur, Lisan, Cilt XIV, ss.237-242.
227 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 249.
228 Komisyon, T.D.V.İslam Ansiklopedisi, İst.1997, Cilt XV, s.386.
229 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 234.
230 Kuşeyrî, Risâle, s. 257.
231 Kotku, M. Zahid, Tasavvufî Ahlâk 5, Seha Neşriyat, s. 60.
232 Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 220.
233 Sühreverdi, Avârifü’l–Meârif, Gerçek Tasavvuf, s. 263.
234 Sühreverdi, Avârifü’l–Meârif, Gerçek Tasavvuf, s. 266.
235 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt I, s. 78.
236 Derman, a.g.e. , Cilt II s. 60.
237 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt I s. 80.
238 Derman, a.g.e. , Cilt II, s. 60.
239 Derman, a.g.e. , Cilt II, s. 66.
240 Derman, a.g.e. , Cilt II, s. 98.
241 Derman, a.g.e. , Cilt II, s. 128.
242 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 81.
243 Derman, a.g.e. , Cilt III s. 133.
244 Derman, a.g.e. , Cilt III., s. 303.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.3.5. Celvet

Arapça "ortaya çıkmak, açık ve vazıh olmak mânâları vardır. Esasen celi kelimesi hafi kelimesinin zıddıdır. Mürîd halvetten çıktığı zaman, artık ilâhî ahlâkla muttasıf hâle gelmiştir. Bu ilâhî sıfatların tümü Allah tarafındandır. Bu durumda mürîd, vücut organlarının kendi arzu ve isteğine göre hareket etmesinden sıyrılmış, Allah‘a bağlı olarak hareket eder hâle gelmiştir."(245)

"Celvet şöyle de ta‘rif edilebilir: Kulun ilâhî sıfatlarla ve güzel huylarla bezenerek halvetten çıkıp halkın arasına karışması demektir. Halvet ve celvet tasavvufî bir makam, bir meşrep olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)‘in hayâtından alınmıştır. Nitekim O‘nun Hira Mağarası‘ndaki peygamberlik öncesi hayâtı halvet, nübüvvetle başlayan ve halkın içinde geçen ondan sonraki hayâtı celvettir."(246) İnsan sürekli halvet hâlinde kalamaz, halvetin ardından celvet gelmelidir ki halvet ekilen tohumun meyveleri toplanabilsin.

"Halk ile iyi münâsebet kurmaya ihtiyâç duyan bir sûfî mutlaka Hakk ile sağlam bir halvete sâhip olmalıdır. Ancak bu sâyede celveti halvetinin himâyesinde olabilir. O, zâhirde halk bâtında ise Hakk iledir. Celvet hâlindeki kulda benlikten eser kalmadığı için fiileri Hakka nisbet edilir. Bunun mümkün olduğunu "Attığında sen atmadın, ancak Allah attı." (el-Enfal 8/17) meâlindeki âyet delil gösterilir."(247)

Münir Derman Hoca‘nın anlayışına göre; "celvet, bütün ilâhî sıfatlarla bezenmiş olarak halvetten çıkıp, Allah‘ın varlığında fâni olmaya denir. İnsanda gizli olan ilâhî sıfatları ve Hakk‘ın kudretlerini idrâk edip kendinin olmadığını tamamıyla anlamaktır. Tıpkı bir damlanın deryâya düştüğü zaman artık kendisinin olmadığı gibi"(248) bu açıklama şu kudsî hadisi hatırlatmaktadır: "Kul, "ben onu sevinceye kadar" nâfilelerle bana yaklaşmaya devam ederse, onu sevdiğim takdirde, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve konuşan dili olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle tutar ve benimle konuşur."(249) Celvet, halvet netîcesinde elde edilen Allah‘ta fâni olma durumudur. Allah‘ın insanın içine gizlediği ilâhî sıfatları fark etme ve bunların kendine âit olmadığını anlama hâlidir. Damlanın, deryânın gücüne erişmesidir.

"Münir Derman Hoca‘ya göre halvetin celvet şeklinde beş esmânın hakîkâtine ulaşılır. Bunlar: Vehhâb, Fettah, Vâhid, Ehad, Hamd‘ dır. Bundan sonra yedi esmâ daha vardır. Ama onlar Derman Hoca‘ya göre söylenmez, sadece halvette kulağa fısıldanır."(250)

Melek Hoca‘da celveti, halvetin netîcesinde elde edilip yaşanan bir durum olarak görmektedir. Halvet geçilmesi gereken bir aşama celvet ise ondan sonra yaşanan sürekli hâldir. Kişi Allah ile sürekli birliktelik hâline ulaşınca insanlara karışmalı, toplumsal rolü neyi gerektiriyorsa onunla meşgûl olmalıdır. Nitekim kendisi de bu şekilde davranmıştır. Gerek üniversitede verdiği dersler, gerek hastanelerde yaptığı doktorluk hizmetleri gerekse cami vaazlarıyla sürekli insanlara faydalı olmaya çalışmıştır.


245 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 121.
246 Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 223.
247 Komisyon, T.D.V.İslam Ans. İst.1997,Cilt VII, s.273.
248 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s 22.
249 Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 199.Ayrıca hadis için bkz. Riyazü’s-Salihin,cilt1,s.147.
250 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III s. 22.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.3.6. Velî – Velâyet

"Velî, Arapça sahip demektir, çocuk veya kadının gerek ebeveyninden veya yakın akrabasından gerekse vârisi olsun işlerine karışan ve her hâlinden mesul olan insan, Hakk Tealâ‘ya vâsıl ve kurbiyyeti ilâhîyyeye nâil olan zât olan anlamlarına gelir." (251)

"Kur‘an–ı Kerîm‘de velî kelimesinin mastarı olan velâyet kelimesi iki yerde geçer. Velî kelimesi ise tekil ve çoğul halde seksen küsur âyette kullanılmıştır. Velî‘nin esas kökü, Râgıp‘ın da ifâde ettiği gibi velâ kelimesidir. Velâ ve velâyet mekân, zaman, din, inanç ve nispette yakınlık anlamındadır. Etimolojik gelişimi içinde bu kelime yardım işini üstlenme, destek verme anlamlarını kazanmıştır."(252)

"Kâşânî‘ ye göre velî dost demektir. Hakkı dost edinen Hakk‘ın da dost edindiği kimse demektir. Araya bir günah girmeksizin itaatleri peş peşe işleyen kimsedir. Velâyet ise dostluktur."(253) Kuşeyri de aynı tanımı vermekte bir de şunu eklemektedir: "Allah‘ın sürekli olarak kendisini himâye ve korumasına aldığı, onu taatlerde muvaffak edecek özel yardımını hiç kesmediği kimse demektir."(254)

Münir Derman Hoca ise velî kelimesi ve velâyet kavramı hakkında şunları söylemektedir: "Velî, insan–ı kâmil… Bu dünyadayken âdemiyet hamûlesiyle görünmek hünerine mazhar olan kişi… Yüzüne baktığın zaman sana Allah‘ı hatırlatan kimse… Böyle birini bulduğun zaman şüphe etme, onu taklit etmeye çalış, sual sorarak onu örseleme."(255) Normalde insana baktığında cesedi görülür ama velî dediğimiz insan-ı kâmilde görünen aslıdır, Âdem‘i âdem yapan tarafıdır. O‘na göre "velî dost demektir. Kendisi mi dost yoksa dost mu seçilmiştir? Bunu bilmek çok güç ama mümkündür."(256) Velîde ikisi bir aradadır. Önce kişi Allah‘ı dost seçecek, o zaman Allah da kişiyi dost seçer.

"Velîler Allah‘a doğru seyrederler. Nebîler ise Allah‘tan kula doğru seyrederler. Allah‘a doğru seyirde bilgi lâzımdır. Allah‘tan kula doğru seyirde ise bilgiye ihtiyâç yoktur. Bundan dolayı nebîler ümmidirler."(257) Velîler, rûhunun geldiği yere doğru ilerlerler. Bu yolculukta zâhirî ve bâtınî ilimlerin birlikteliğine ihtiyaç vardır. İnsanlığını kaybetmeden yaşamaya çalışan bir insana Allah gerekli bilgileri çeşitli vâsıtalarla ulaştıracaktır.

"İbn Arabî‘ye göre velâyet, nübüvvet ve risâleti içine almaktadır. Zîra her nebi aynı zamanda velîdir. Ve velînin şahsındaki velâyet sıfatı nübüvvet sıfatından üstündür. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.)‘in irtihâliyle birlikte risâlet ve nübüvvet sona erer yani risâlet ve nübüvvet bir sonu olan sıfatlarken velâyet ne dünya ne âhirette hükümsüz kalacaktır."(258) Bu durumda velâyet kaplam, nübüvvet içlemdir.

Bu konuda Münir Derman Hoca şunları söylemektedir: "Rasûlullah (s.a.v.) âhirete intikâl eder etmez, nübüvvet Allah‘ın izniyle velâyete tebeddül olundu. Nübüvvetin hükmü tamam oldu. Velâyet devri ortaya çıktı. Rasûlullah (s.a.v.) efendimizin rûhî kudreti evliyâda zâhir oldu. Dünya halkı tasarrufun kimin elinde olduğunu bilmediğinden evliyâ zamanında bilinmez. Bugün velâyet devri olduğu için kudret makâmı evliyânındır."(259) Melek Hoca günümüz velîleri ile geçmiş dönemlerde yaşamış olan velîleri karşılaştırmakta günümüzdeki velîlerin yükünün daha fazla olduğunu düşünmektedir. Bunun izâhını ise şöyle yapmaktadır: "Âhirete, kıyâmete yakın Allah‘ın sevmediği işler o kadar çoğalacak ki Cenab–ı Allah azap vermesin diye, Rasûlullah‘ın rûhâniyeti müteessir olmasın diye bütün yükü velîler omuzlarına almışlardır. Bundan üç yüz yıl önceki bir velînin yükü üç bin kilo ise bugünkünün yükü otuz bin kilodur. Allah bu devirde es Sabûr esmâsıyla tecelli etmektedir."(260)

Zaman ilerledikçe kıyamet yaklaşmakta ve kıyâmet âlâmetleri olarak sayılan işler çoğalmaktadır. Kıyâmet yaklaştıkça Allah‘ın sevmediği işleri yapan insanlar çoğalmakta ve Allah‘a karşı yapılan hayâsızlık artmaktadır. "Ahir zaman"a gelinmesiyle birlikte dünyanın ve içindeki insanların düzeni bu kadar bozulunca azabın ansızın gelmemesi için Allah es-Sabur ismiyle tecellî etmektedir.

Velînin ta‘rifi bir olmasına, her velî insana Allah‘ı hatırlatmasına rağmen aralarında fark vardır. Bu farkı Melek Hoca şöyle açıklamaktadır: "Her velînin kelâmı başkadır. Her biri kendi makâmına göre konuşur. Her velî yeni bir anlayış getirir. Kendinden önce gelene nasip olmayan bir mânâ ve irfan yolu açar. Ben bunları rahmetullahi aleyh hocamdan öğrendim. Herkes velîyi anlayamaz. Eğer halkın hepsi onun büyüklüğünü kabul etseydi yalan isnat edenlere karşı hayr hâlinden alacağı ecri bulunmayacaktı. Şayet hepsi yalancılık isnat etseydi o zaman da tasdik edenlerin tasdiki için Hakk‘a şükredemeyecekti."(261) Buna göre nasıl ki; Allah‘a giden yollar mahlukâtın nefesi adedince ise her velînin farklı meşrebi olabilmektedir. Allah onları içinde bulundukları şartların gereğince konuşturmaktadır. Buna rağmen herkes onları anlayamamaktadır. Anlamaları da beklenemez. Bu durumda velî de imtihândadır, muhatapları da imtihânda. Ve herkes kendi imtihânından sorumludur.

Aynı şekilde Eşrefoğlu Rûmî‘de evliyâullahı dört kısma ayırır:

1. Evliyâ olduklarını hem kendileri bilir hem halk bilir.
2. Bunların evliyâ olup olmadıklarını ne kendileri bilir ne de halk bilir. Onlara has denir.
3. Bunlar kendilerinin evliyâ olduklarını bilir, fakat halk bilmez, onlar âlimler, abdallar, evtâdlardır.
4. Bunların velî olduklarını halk bilir, kendileri bilmez.

İşte bu sebeplerden dolayı Münir Derman şöyle der: "Hakk Teâlâ‘nın kullarını alaya almak ve onlara hor bakmak doğru değildir. Kimde ne olduğunu kim bilebilir."(262)

Münir Derman Hoca bâzı velîlerin şathiyat tâbir edilen sözlerine bu açıdan bakmaktadır. Eserlerinde sıkça ve övgüyle bahsettiği Hallâc–ı Mansur‘u da böyle değerlendirmektedir. Yani o dönemde karar verip uygulama mevkiinde olanlar onu anlayamamışlardır.

Aslında "şeriat âlimleri Allah‘ın isim ve sıfatlarının kapıcılarıdır, velîler ise zâtının kapıcılarıdır."(263) Bu açıdan aralarında anlayış farklarının bulunması doğaldır. Herkes kendi makamına göre anlamakta ve konuşmaktadır. Doğruyu bilen, hüküm sahibi olan sadece Allah‘tır.

Son olarak Münir Derman Hoca‘nın velî–velâyet hakkındaki görüşlerini biraz da güncel sayılabilecek şu yorumlarıyla bitirebiliriz: "Velîyullah olarak tek bir şahıs vardır. Âyet–i kerîmeyle bildirilmiştir. Rasûlü Ekrem (s.a.v.)‘in ceseden dünyadan ayrılması ve nübüvvetin Hz. Fatıma (r.aha)‘nın irtihâlinden sonra velâyet makâmına tebdîl edilmesiyle velâyet Hz. Ali (r.a.) Efendimiz‘e intikal etmiştir. Bayezıt Bestamî, Bedevî, Dissûkî, Geylanî, Rıfaî, Matlûbî, Muhiddin–i Arabî, Bektaş–ı Velî, Bayram–ı Velî, Şaban–ı Velî bunlar velîdirler. Üftade, Aziz Mahmud Hüdai, Merkez Efendi, Sümbül Efendi, İbrahim Cerrahî bunlar da ermişlerdir. Kendilerinde kerâmet görülür. Celâleddin–i Rûmî, büyük düşünür, şairdir. Taptuk Emre büyük mürşit, yoğurucu. Yunus Emre, ne olduğu meçhul, yoğrulmuş. Bunlar velî değildirler. Hepsinin rûhânîyeti devam etmektedir. Fakat yalnız velâyet Hacı Şaban–ı Velî ile devam etmektedir."(264) "Şaban–ı Velî‘den sonra ise velâyet makâmı kimdedir belli değildir. Şaban–ı Velî‘ye son demlerinde o zamanın velîleri ve mürîdân sormuşlar; postu kime bırakıyorsunuz? Post sâhibini bulur buyurmuşlardır."(265) Hayâttayken velâyet sahibi olanda tasarruf mevcuttur. Mekân âleminden çekildiği zaman tasarrufu ancak ona kalben râbıta kuranlara tesir edebilir.(266) Burada Münir Derman Hoca herkesin evliyâ gözüyle baktığı kimselerden bâzılarının gerçekten velî, bâzılarının ise düşünür, şair, mürşid vb. olduğunu söyleyerek aralarına fark koymuştur. Velâyet sahibi olan bir kimsenin hayâttayken etrafında bulunan insanlar üzerinde tasarruf kudretinin bulunduğunu fakat vefâtlarından sonra sadece kendileriyle râbıta kuranlara etki edebildiklerini söylemiştir.

Ayrıca Münir Derman Hoca velî, velîyullah ve ehlullah kelimeleri arasında fark olduğunu belirtir ve bu farkı şöyle izah eder. "Velî, Hakk‘a yanaşmaya, insanda meknuz olan ulûhiyete kavuşmaya uğraşandır. Velîyullah, hakiki Allah‘ın dostudur. Ehlullah ise o mecliste bulunanlardır."(267) Buradan anlaşıldığına göre velîyullah kelime mânâsının ihtivâ ettiği gibi Allah dostudur; velî bu uğurda çalışıp çabalayan, gayret gösteren kişidir. Ehlullah tâbiri ise kalben onlara sevgi duyup, yanlarında bulunanlardır.
251 Sami, Şemsettin, Kamus-ı Türkî, s.1469.
252 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 160.
253 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 590.
254 Kuşeyrî, Risâle, s. 647.
255 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 187.
256 Derman, a.g.e. , Cilt IV, s. 19.
257 Derman, a.g.e. , Cilt V, s. 11.
258 Addas, Claude, İbn Arabî – Kibrit–i Ahmer’in Peşinde, Çev. Atilla Ataman, Gelenek Yay., 2003, s. 94.
259 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 69.
260 Derman, a.y.
261 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt I, s. 116.
262 Eşrefoğlu, Rumî, Müzekki’n–nüfûs, haz. Ahmet Kasım Fidan, Semerkand Yay., İst. 2010, s. 330.
263 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt I, s. 185.
264 Derman, a.g.e. , Cilt III, ss. 158–160.
265 Derman, a.g.e. , Cilt III, s. 144.
266 Derman, a.g.e. , Cilt III, s. 145.
267 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 156–157.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.3.7. Ricâlü’l-Gayb

Tasavvufî düşüncede, âlemi idâre ettikleri kabul edilen velîler topluluğuna bu ad verilir. Gayb adamları, gayb erenleri, ricâlullah, merdân-ı Hudâ, merdân-ı gayb, hükümet-i mânevîye gibi tâbirler bu zümre için kullanılır."(268) "Ricâlü‘l-Gayb telakkîsine göre; Allah, dünyanın cismanî düzenini sağlamaları için bâzı insanların çeşitli görevler üstlenmesini takdîr ettiği gibi âlemdeki mânevî ve rûhânî düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesinde sevdiği bâzı kullarını görevlendirmiştir. Herkes tarafından kolayca tanınmadıkları veya gizli olan hakîkatlere, sırlara vâkıf olduklarından ricâlül-gayb adı verilen bu seçkin kişilerin arasında bir düzen ve hiyerarşi vardır."(269) "Bu mânevî hükümetin yapısı ve fertleri hakkında cüz‘i bâzı görüş farkları olmakla beraber, esasta aynıdır. Şöyle ki; bu hükümetin başında "kutup" vardır. Kutubun sağ ve solunda iki imam vardır. Bunlardan sağdaki melekût âlemini, soldaki de mülk âlemini yönetir. Kutup vefât edince bunlardan soldaki onun yerine geçer. Daha sonra "evtâd" denilen dört velî yer alır. Bunlardan her biri bir yönü idâre eder. Daha sonra "abdal" veya "ahyar" denilen yedi velî gelir. Bunlarda yedi iklimi idâre ederler. "Nücebâ" denilen kırk velî halka yardım eder. "Nukabâ" denilen üçyüz velî ise insanları denetler ve gözetler."(270)
Kutub Arapça; "Dönen bir şeyin veya tekerleğin merkezinden geçen şiş veya kazık ki, üzerine devir olunur... Küre-i arzın hattı istivâdan en uzak olan iki ucundan bu kürenin döndüğü noktalar.... Bir cemaatin maddî veya manevî reis veya muktezası ve her devirde bir tek olarak bulunduğu îtikat edilen velîyullahtır."(271)

"Büyük değirmen taşı milin (kutbun) etrafında döndüğü gibi, kâinât denen bu kozmos da idâre bakımından kutbun etrafında döner. Bu yönüyle kutub, manevî derecesi büyük, velî bir kuldur ve âlemin rûhu olarak değerlendirilir. Gavs ise Arapça, yardım etme, imdada yetişme demektir. Bunun yerine kutub da kullanılır. En yüksek manevî makamdır. İlahî isimleri kendine toplayan, Hz. Muhammed (s.a.v.)‘in hakîkatine vâsıl olan kişidir. Kutub ile gavsın aynı mı farklı mı kişi oldukları konusu tartışmalıdır."(272)

"Cürcâni‘nin ifâdesine göre Kutub, kendisine ilticâ edildiğinde, kendisinden yardım istendiğinde Gavs adıyla anılır. Abdü‘l–Kerim Cilî‘ye göre ise bütün varlığın çevresinde döndüğü kâmil insan ile kutup aynı kişidir. Kutup, Hz. Muhammed‘in (s.a.v.) kendisidir. Bu anlayış sufî düşüncede Muhammed‘in hakîkati veya Muhammed‘in nûru olarak ifâde edilir."(273)

Kâşanî, kutub ile gavsı aynı kişi olarak görür. "Bu şahsın gavs olması hâlinin yardım istemeye imkân vermesine bağlıdır. Yoksa gavs değil kutub olur."(274) der. "Kutb-ul-aktab‘lık hizmet-i celilesi, her asırda bir zâtın uhdesine verilir ve o zât, Allahu Subhenehu ve Teâlâ‘nın lütfu ile halifetullah olup, iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsân buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder. Gavs-ül-a‘zam tâbir olunan zât ise, kutb-ul-aktab‘a mülâzımdır. Onun da tasarrufu, kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutb-u-ula tâbir olunan zât-ı şerif de, diğer kutupların evveli demektir. Bunlar halk arasında üçler olarak tanınır. Bunlardan başka, yediler ve kırklar tâbir olunan zâtlarda, her biri birer kutup olmakla beraber, Allah Teâlâ‘nın ihsânı ile, kutb-ul-aktab‘a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunların her birisi hâllerine göre birer yere memurdurlar. Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul‘da bulunur, memuriyeti Hindistan‘da olur."(275)

"Tasarrufu külliyesiyle ekmelen gavsta tecellî eden Allah, o asrın şartları içinde gavsı yarattığı bilcümle mahlukâtın üzerine gözcü ve hâkim kılmıştır. Zira gavs yeryüzünde Hak Teâlâ‘nın azâmet-i saltanatı ile donattığı ve her türlü tasarruf etme imkânını bahşettiği kutsî halifesidir. Allah‘ın nice evliyâsı Hakk‘ın adresi olan gavstan ve bulunduğu makamdan malûmattar dahi değildir."(276) Görüldüğü üzere kutup ile gavsın tanımları benzer olmakla birlikte bâzılarına göre bunlar ayrı ayrı kişiler bâzılarına göre aynı kişilerdir. Aynı kişi yaptığı işe göre farklı isimler almaktadır. Bizim tezimizin konusu olan Münir Derman Hoca‘ya göre ise kutup ile gavs farklı kişilerdir.

Münir Derman Hoca kutbu şöyle ta‘rif eder: "Kutbun lügat mânâsı değirmenin alt sabit taşında bulunan uzun mihver demiri demektir. Üst taşın deliği ona geçerek taş devir yapar. Rasûlü Ekrem (s.a.v.)‘in yeryüzünde halifesi olan zât–ı âli, kavmin ulusu, kutub daima ceseden mevcuttur yani sağdır dünya yüzünde, yerini ancak yediler bilir. Kutub eşyada mutasarrıftır. Hâdimleri kırklardır. Bütün rûhanî emirler kutub makamından çıkar, kutbiyyet Hakk tarafından verilir. Gavs ise nöbet bekleyen vekil mânâsınadır. Kutub makamına bağlıdır. Gavsiyet Resûl–ü Ekrem (s.a.v.) tarafından izinle verilir. Bazen gavsiyyet makamı boş olabilir. O zaman kutub tarafından idare edilir. Gavslar yedilerden seçilir. Gavsdan kutub olmaz. Her büyük velî gavsın kim olduğunu ve yerini bilir."(277)

Görüldüğü gibi Münir Derman Hoca‘ya göre kutub ve gavs farklı makamlardır. Kutub Hakk tarafından verilir, gavs ise Peygamber (s.a.v.) Efendimiz‘in izniyle. Kutbun hâdimleri kırklar iken gavsın hâdimleri yedilerdir. Kutub eşyada mutasarrıf iken, gavs kalplerde mutasarrıftır.

Münir Derman Hoca Gavs hakkındaki açıklamalarına aynı yerde biraz daha ayrıntıya girerek şöyle devam etmektedir: "Gavsın sağında Abdürrab makamı vardır. Âlem–i melekûta nazırdır. Solunda Abdülmelik makâmı vardır. Âlem–i mülke nazırdır. Abdürrab makâmından daha efdaldir. Bu iki makâmı intihab eden zâtlar kutub tarafından seçilir. Bir de Abdullah makâmı vardır. Kutbun manevî emrindedir. Buradaki zât bazen hilâfet-i mânevîye bazen hilâfet–i vücûdîye hâlindedir. Yani bu makam bazen manevîdir, bazen de bir zât, bir sultan veya kimsenin gözüne çarpmayan basit gibi görünen mübarek bir zâttır. Gavs ile temas bu zât vasıtasıyladır. Tekdir, yeri gizlidir. Bir de Abdülmülk makamında bulunan dünya mülkünde evtâd vardır. Bunlar dört müstesna zâttır. Rûhen Kâbe‘de daima müçtemidirler. Bazen de muayyen zaman ve gecelerde buluşurlar. Evtâd‘ın yerleri şimalde Abdülmerid, cenupta Abdülkadir, şarkta Abdülhay, garbde Abdülalîm makamlarıdır. Üçler, dörtler (evtad), yediler, kırklar (nüceba), üç yüzler (nükeba), üç binler vardır. Ancak kırklar bugün yedi kiĢi, yediler ise iki kişi kalmıştır."(278)

Münir Derman Hoca‘nın kitaplarının genelinden edindiğimiz kanaate göre bunun sebebi de kıyametin yaklaşmış olmasıdır. Nasıl ki Hacerü‘l Esvet zamanla yok olacaksa bu kişilerde zamanla kalmayacaktır.

Ric‘âl‘ül Gayb konusuyla alakalı olarak Münir Derman Hoca yaşadıklarından bâzı şeyleri talebeleriyle paylaşmıştır. Böylece bize bu olayların hayâtın akışı içinde nasıl gerçekleştiğini göstermektedir. Bizde onu daha yakından tanıma imkânı bulmaktayız. O‘nun yaşadıklarından biri şöyledir: "Bir gün hocamı ziyârete gitmiştim. On yedi yaşındaydım. Odası tavanında yalnız penceresi olan geniş, yüksek tavanlı idi. Odası çıplak, bir post, birde yerde yatak, testi, leğen, işte o kadar. Çok güzel koku vardı havasında. Kendisi oturmuş, uzun saçları yele gibi omuzlarına sarkıyordu. Gel bakalım dedi. Elini öptüm. Ben artık gidiyorum, mektep bitti dedim. Dua etti, nasihat şeklinde emirler verdi. Ara sıra kendi kendine bir odada kal… Buna âdet edindim, ara sıra bunu yaparım. Tahsil için Fransa‘ya gittim.

Aradan beş, altı sene geçti… Bir gün bu nasihat ve emri yapmak için odama girdim. Odamda iki zât gördüm. Birden bire şaşırdım. Nereden girdiler bunlar. Beni görür görmez yürüdüler, duvarın içinde kayboldular. Şaşırdım kaldım, bir kâğıt bıraktılar yere, küçük. Hâlâ saklarım o kâğıdı. Ve hayretim hâlâ devam ediyor. Otuz küsur sene oldu. Son nefesime kadar bu hayret devam edecek. Bu hâdiseden bir sene sonra yurda tatile döndüm. Doğru hocama gittim. Yaşlanmış. Elini öptüm. Bana hâlimi sordu. Ağabeyimi sordu. Gelsin dedi. Ağabeyim o sıralarda Sivas‘ta defterdardı. Telgraf çektim, bir hafta sonra geldi. Yanında oturduk. Hocam hastalanmıştı. Yanındaydık. Bize nasihat etti, duâ etti, bizi okşadı. Bir aralık o kâğıt sende mi dedi. Birden bire anlayamadım. Ha, derken parmağını ağzıma uzattı. Sus dedi. Öyle yap… Ağabeyime döndü, Kâzım sen de biliyorsun ya…Bir gün sonra hocamdan ayrıldık, ağladık. Ağabeyime sordum, o kâğıttan sende var mı? Sus kardeşim dedi, eşek kardeşim dedi. Hocam hâlâ bizi bırakmamıştır. Bunalırsak yetişir. Yalnız on beş sene evvel ağabeyim kırk yedi yaşında hocamın yanına gitti. Nûr içinde yatsın. O kâğıttaki yazı şu, size de söyleyim böyle hareket edin. "Vesveseyi bırak… Ne kadar işin ve arzun, dileğin varsa hepsini kazâ ve kadere teslim et. Kendi nasıl dilerse öyle iş gören Allah‘a bırak… Ve bekle… Telaşı terk et. Izdırabı, üzüntüyü kaldır. Murat yolu kendi kendine görünür, o yola düşersin. Aç kal, kimseye söyleme. Dertlerini yoksulluklarını, ızdıraplarını söz hâline getirme. Melekler bile duymasın. Derdin olursa Hakk ile konuş, her şeye yeter. Sefâlete düşersen vakur ol. Sabret. Hakk‘a bile istek için ellerini kaldırma. Yalnız hamd için kaldır. Allah seni senden iyi bilir, Hakk‘da erimek dünyada budur…"(279)

Burada Münir Derman Hoca‘nın liseyi bitirdikten sonra üniversite tahsîli için yurtdışına giderken Hoca‘sı Ömer İnan Efendi‘yi ziyâretleri anlatılmaktadır. Hocası O‘ndan itikafa girmek gibi bir nevî halvet uygulamasını ara ara yapmasını istemiş O da hocasının sözünü tutmuş ve netîcede bâzı bilgiler elde etmiştir.
Yine Münir Derman‘ın kendi dilinden başka bir hatırası…

"Ben küçüktüm hatırlıyorum. Birinci dünya savaşı başlamak üzereydi. Bir gün hava birden kararmıştı. Doğuda gök kıpkırmızı oldu. Büyük bir kuyruklu yıldız görünmüştü. Bunu herkes dünyaya büyük bir felaket gelecek diye yorumlamıştı. Bu yazı o zamanın çocuk zihninde kalmış bir hakîkati kısa olarak anlatır. Ninem vardı benim. Halı döşeli, sedirli, raflı, duvarında yeşil kadife kılıfı içinde Kur‘an asılı odasında seccadesinde otururdu. Yeşil gözlü, beyaz pembe ciltli, başında kar gibi beyaz gül kokan yaşmağı vardı. Daima güzel gözleri yaşlı dua ederdi. Dudakları ötelere bir şey fısıldardı. Rûhunun güzelliği yüzünde şekillenmişti. Kanaât, sabır, merhamet, hoş görme, güler yüz timsali Pembe ninem. Anasının ismi Gül Hatun. Evliyâ kadın derlerdi ona. Eski Gümüşhane‘nin Hedre köyünde türbesi vardır. Hedre o zamanlar kırk haneliydi. Bir kış o köyde kalmıştık. Sonra oradan muhacir çıktık. Rus geliyordu. O günden bu güne uzun yıllar geçti. Köyü ceseden ziyâret mümkün ve nasip olmadı. Muhâcir çıktık, kâfile hâlinde yürüyerek Hedre‘ den. Nerelerden geçtik, hatırlamıyorum… Ankara‘ya kadar geldik. Bentderesi denilen semtte küçük bir evde oturduk. Pembe Ninem Ankara‘da Hakk‘a göçtü. Hacı Bayram–ı Velî türbesi yanındaki mezarlığa defnedildi. Sonraları o mezarlık kaldırıldı. Rahmetli dayım annesi ninemin kabrini toprak ve kemikleriyle aldı. Hedre köyüne götürerek büyük ninesi Evliyâ Kadın‘ın yanına defnettirmişti. Dayım o zaman Gümüşhane mebûsuydu."(280)

Derman Hoca, kitabının başka bir yerinde başından geçen bir olayı şöyle anlatır. Anlatılan bu olayla onu daha yakından tanıma fırsatı buluruz.

"Günlerden bir yaz günü idi. Kazadan ayrılmış tek başıma kırlarda dolaşıyordum. O mıntıkada çok bulunduğum için beni herkes tanır, hürmet eder ve çok severdi. Ben de onları severdim. Çoban köpekleri bile tanır, kuyruklarını beni gördükleri zaman sallar, yanıma gelirlerdi. Birden bire karşıma o mıntıkanın yabancısı olduğu her hareketinden belli yaşlı, beyaz sakallı, başında yeşil bir sarık bir adam çıktı. Bana doğru eğildi. Doktor bey diyerek selam verdi. Sağ omzumu öptü. Ta‘rif edilmez güzel bir koku içinde yıkanmış gibi kokuyor. Gözleri siyah zeytin gibi parlak, insanın görmediği yerleri gören bir bakışı ve insana huzûr veren bir tavrı vardı. Oğlum doktor bey, yolumu şaşırdım. Bana (D. D.) köyü yolunu gösterir misin; dedi. Bu köy bulunduğumuz yerden azami bir buçuk kilometre yokuştaydı. Ben sizi oraya kadar götürürüm dedim, yürümeye başladık. Havanın güzelliğinden, tarlaların bereketinden, göğün maviliğinden bahsediyordu. On dakika ancak yürümüştük. Etrafıma baktım, bulunduğumuz mıntıka değişmişti. Belli etmeden hayret içinde kaldım. Karış karış bildiğim bu yerler, tanımadığım bambaşka bir mıntıkaydı. Gök aynı, güneş aynı, ihtiyar aynı, ben aynıydım. Fakat mekân ve yer o yer değildi. İçimden annemden öğrendiğim yardım ve istimdat âyetlerini okumaya başladım. Korkmuştum fakat bunu belli etmiyordum. Birden bire; Oğlum doktor bey, merak etme, hayret etme, korkma… Ben zâten senin bu hâllerini senden gidermek, korkunu kaldırmak için vazifeliyim dedi. İsmini söyledi. Söylememe izin vermedi. Mekânı bildirdi, ta‘rif ve isimlendirmeme müsâde etmedi. Nereye götüreceğini anlattı, kimseye bildirmeme emân vermedi. Tepeyi aştık, tatlı bir meyille yeşil bir vadiye doğru iniyorduk. Bir göl kenarına geldik. Göl uzun, bir kilometre kadar, dar ve suyu tatlıydı. Gölü nasıl oldu bilmiyorum, yürüyerek su üzerinde geçtik. Hayret içindeydim, ayaklarım suya batmıyordu. Su üstünde iz bırakmıyordu. Tatlı bir huzûr içindeydim. Karşı sahile çıktık, biraz gittik, kesif yemyeşil ağaçlık bir yere dâhil olduk. Orada yüzlerce kişi oturmuş, beni götüren zâtın aynısı gibi zâtlar. Bana ikram ettiler. Oradakileri anlatmama izin verilmedi. Gördüklerimi söylememek için yemin ettirdiler. Bana ben sormadan birçok şeyler öğrettiler. Öğrettiklerini değil de anlattıklarını bende bu yazılarımla anlatacağım. Bunda hilaf yoktur, hepsi hakîkattir. Suyu tatlı gölün öte tarafındaki meclisten ve yerden ayrıldıktan sonra gölü bana aynı zât geçirtti. Yokuşu çıktık. Tanımadığım o mekânda, geldiğimiz yerleri aynen görerek yürüdük. İhtiyar durdu, oğlum artık ayrılacağız dedi. Sen uzun senelerden beri mideni boş bıraktın. Buna da sebep midendeki hastalığındır. Bir de çocukluğundan beri aldığın terbiye ve teneffüs ettiğin temiz havanın şükrüne bağlı olman ve bunu hiç unutmamandır. Mideyi boş bırakmak, hikmet ve manevî âlem hazînelerinin kilididir. Bâtın gönül pınarları açlık ve oruç bereketiyle fışkırır. Bununla herkesin aynada gördüklerinin daha fazlasını bir tuğla parçasında görebilirsin. Biraz evvel meclislerine götürdüğüm yerlerde gördüklerin "birisi müstesnâ" yük çeken develer gibidirler. Ağır yükleri çekmiş, çok sıkıntılı yollar çiğnemişlerdir. Sayısız konaklar ve merhaleler aşmışlardır. Ağır yükün altında adım atmış, az yemiş zayıflamışlardır. Bugün Ramazandır. Sen oruç tutuyorsun. Gördüğün yerde sana ikrâm ettiler, yemedin, yanına aldın. Akşam onunla iftar edersin. Gözlerimi öptü, göğsümü mesh etti. Tekrar sağ omzumdan öptü. Arkana bakmadan yürü oğlum, diyerek benden ayrıldı. Ben yürümeye başladım, küçük bir yokuş çıkıyordum, tepeye vardım… Ortalık kararıyordu, saatime baktım akşama kırk beş dakika vardı. Semti meçhule doğru yürüyordum… Tekrar saatime baktım, iftara on beş dakika vardı. Yorulmuştum da. Yolun sağ tarafına oturdum. Biraz dinleneyim ve ne yapacağımı da şaşırmıştım… Yoluma devam ettim, iftar olmuştu. Allah‘ı anarak ikram ettikleri gıdalarla iftar ettim. İçime bir ferahlık, vücuduma bir şey yayılır gibi oldu. Ta‘rif edemiyorum. Biraz sonra tanımadığım mekân değişmeye ve tanınmaya başladı. Kasabaya yaklaşmıştım. Eve geldim, ailem ve annem neredeydin dediler. Merak etmişler, biraz kırlarda dolaşıyordum dedim. Sedire uzandım, bana dokunmadılar. Annem alnımı okşuyor, ailem ayakucumdaydı. Sahur oldu, dediler. Bu hakiki macerayı anneme ve aileme anlattım, ailem hayret etti, annem güldü. Şimdi o hâdiseyi ve orada bana anlatılanları anlatacağım. Bu anlatmada sizi adeta sisli bir hava içinde gezdireceğim. Çünkü buna mecburum ve böyle kapalı anlatmaya da söz vermiştim."(281)

Burada Münir Derman Hoca‘nın ricâlü‘l-gayb ile tanışmasının ve orada yaşadıklarının ayrıntısını görmekteyiz. Melek Hoca sohbet ve konuşmalarında hep onlardan öğrendiklerinden bahsetmektedir. Ama onlara verdiği sözden dolayı araya hep sır perdesini koymaktadır. Böylece neden hep kapalı ifâdeler kullandığını anlatmaktadır. Bu bilgileri öğrenmek istiyorsan sen de çalış, kafa yor, insan olmaya gayret et demektedir.

Sonra Münir Hoca, bir diğer kitabında, başından geçen bu olayla alakalı başka şeylerden de bahsederek bize kendisini biraz daha açıyor.

"O hâdiseden sonra yaş her türlü meyve yiyemedim. Yemek arzuluyordum fakat boğazımda kalıyor, bin müşkülâtla yutsam, kusma hissi geliyor, çıkarıyorum. Meyve suları da aynı hâli yapıyor… O hâdisede bana bir takım meyveler ikram ettiler. Onları yedikten sonra bu hâl tecelli etti. Her gün yıkanmam emir olundu. Az yemem, çok su içmem emir olundu. Az uyumam emir olundu. Bu emirler hiç güçlük çekmeden, ben arzu etmeden husûl buldular. Ayda iki gece bilmediğim meçhul diyarlara dâvet ile götürüldüm. Orada rağbet ve i‘tibâr ederler bana. Bütün müşküller halloldu bana… Celâl köşesinden daima Settâr sıfatının altından bağırmak emir olundu bana… Mürşitlik rütbesi verildi. Mürîd gönderirler bana…Eteğime yapışanlara Celâl köşesinden hırpalamak emrolundu bana. Talibin tahammülünü ölçmek emrolundu bana… Gayb ricâlin gördüm, selâm ettiler bana. Edep içinde divan durdular. Kulağıma fethiye selâtin okudular. Kırklar sonra söylediler bana. Üçler, yediler, sonra dörtler buz gibi su ikram ettiler bana. Üçün, yedinin, dördün yadigârıdır çok su içmek bana. Su içmekle kanım içre hücrem zikrini guslederim. Bu gusül farz oldu bana…Deryâ içre düşüverdim, damla idim umman oldum, derdim gidip DERMAN oldum. Kırklar sofrasında bulundum. Bunlardan üç kişi ile hâlen haftada bir gece buluşurum. Kırklardan mısın diye bana sorma. Ben o üç ile dört yaparım. Hiç ile kırk oluruz. Hem kırk‘ız, hem dört‘üz, hem hiçiz biz. Elini tuttuğumuzu içimize alırız hemen kırk oluruz ve iki görünürüz. Ondan sonra ister görünür, ister görünmeyiz biz. Gündüz cismanî gece rûhanî işlerimizle meşgûlüz biz. Bizi görürler, bulamazlar, zira gaflet ve şüphe bulutlarıyla örtülüyüz biz. Vazifemiz çok ağırdır… Âfatları bahane ile biz önleriz. Bizi bazen velî, bazen meczup, bazen zındık görürler. Bu hâl bizim sükûn ve huzûrumuzu bozmamak için Allah‘ın bir vergisidir. On üç senedir kırklardanım. Kırkların yedinci en genciyim. Türkiye‘de üç kişi vardır kırklardan… Üç Suriye, Üç Mısır, Dört Irak, Yedi Medine, Altı Mekke, Bir Güney Afrika, Bir Güney Amerika, dört tanesinin de yeri söylenemez. Bunların yerleri icabında derhal değişir. Hâli hazıra göre söylüyoruz."(282) Ki söylediği tarih 1955... Münir Derman Hoca‘nın kitabının bu bölümünden anlaşıldığına göre insan kendi gayreti ile bâzı aşamaları geçtikten sonra, aynı hâli muhafaza etmek şartıyla bâzı aşamaları da sırf Allah‘ın lütfu ile kat etmektedir. Tohumu zamanında ekip bakımını da iyi yapan mahsulü ummadığı bollukta alabilmektedir. Aynı zamanda burada Melek Hoca‘nın celâlli yapısının ona verilen görev gereği olduğunu okumaktayız. Melek Hoca kendini tanıtırken "...Ağzında bal taşıyan arının iğnesi de vardır.." der. (283) Kendisini bal yapan arıya benzetmekte, unutmayın arının iğnesi de vardır demektedir. Bal yemek isteyen arının sokmasına aldırmamalıdır.
268 Türer, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, s. 145-146.
269 Komisyon, T.D.V.İslam Ans.İst.2008, Cilt XXXV,s.81.
270 Türer, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, s. 145-146.
271 Sami, Şemsettin, Kamus-ı Türkî, s.1075.
272 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 225 ve s. 385.
273 Şahin, Hasan–Sevim, Seyfullah, Tasavvuf, İlâhiyat, Ank. 2002, s. 180.
274 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 419.
275 El-Hac, Mehmet Nuri Şemsuddin el-Nakşibendi, Tam Miftah’ul-Gulub, Salah Bilici Kitabevi Yay. , s. 47-48.
276 Erbil, Mehmed Faik, Mir’ât’ül Hakaik, İst. 2003, İrfan Yay., s. 351.
277 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 163.
278 Derman, a.g.e. , Cilt III, s. 165.
279 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 5–6.
280 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu , Cilt I , s. 220.
281 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 11.
282 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 9.
283 Derman, a.g.e. , Cilt I, s. 19.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.4. Kalbî ve Vicdanî Kavramlar

2.4.1. Havf

"Arapçada bir şeyden korkmak, kaygılanmak, endişe etmek, uyanık halde bulunmak, ihtiyatlı olmak, bilmek, gürültü, savaş, kıtal gibi mânâlarına gelir."(284)

"Tasavvuf terminolojisinde korkuyu ifâde etmek için çeşitli terimler kullanılmaktadır. Korkunun değişik hâllerini yansıtan bu terimler, havf, kabz, heybet, haşyet, rehbet, iclâl, işfak, vera ve takvâ olarak sıralanabilir. Bu terimlerin Kur‘an ve hadislerde havf ile aynı mânâda kullanıldıkları gibi ona yakın fakat farklı psikolojik hâlleri de yansıtan anlamda kullanıldıkları görülmektedir. Havf korkunun en düşük hâlini ifâde eder."(285) Burada açıklandığı üzere korkunun sebep ve sonuçları i‘tibâriyle değişik durumları söz konusudur. Genel olarak birbirine yakın anlamda olmasına rağmen aralında ufak farklar vardır.

"Bir kısım sofiler havfı; biri heybet, biri haşyet olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklanmasına rağmen, bunlardan heybet daha ziyâde "firar" haşyet ise "ilticâ" mahreklidir. Haşyet sahibi her lahzâ ayrı bir mülahazâ O‘na ilticâ etme vesileleri araştırır."(286)

"Kur‘an‘da Allah korkusu üzerinde önemle durulmuştur. Kolluk kuvvetlerinin ve toplum kontrolünün bulunmadığı yerlerde insanı kötülük ve haksızlık yapmaktan alıkoyan bu korkudur. Zira Allah her şeyi bilir, işitir, görür ve âhirette de bunun hesabını sorar. "İhsan nedir" sorusuna Hz. Peygamber, "Allah‘tan O‘nu görüyormuş gibi korkmandır, sen O‘nu görmesende O seni görmektedir." Diye cevap vermiştir.(Müslim, İman, 7)"(287)

"Ebu Talib el–Mekkî havfı ilim makamlarından bir hâldir diye ta‘rif eder. Allah Teâlâ korku ehli için müminlere dağıtarak verdiklerini birleştirmiştir. O‘nun dağıtarak verdiği nîmetler hidâyet, rahmet, ilim ve rızâdır. Korku günahların çokluğundan dolayı değil ancak kalp duruluğu ve Allah Teâlâ‘yı aşırı ta‘zimin sonucudur. Sehl (r.a.) şöyle demiştir: Korku cehâlete girdiği zaman onu ilme çağırır, ilme girdiğinde onu zühde çağırır, amellere girdiğinde ise onları ihlâsa çağırır."(288) Bütün iyilikler korkuyla kıvam bulmaktadır. Allah korkusu neye karışırsa onu güzelleştirmektedir. Havf sahibine Allah nimetlerini topluca vermektedir.

"Korkan ağlayıp gözlerini silen değil, belki ceza çekeceğini bilip kötülüğü terk edendir. Korkunun en az derecesi kişiyi mahzurlu şeylerden men etmektir."(289) Bâzı günahları küçük görüp onları işlemekten çekinmeyen birinde Allah korkusu yok demektir. Zerre miktar bulunan Allah korkusu kişiyi mahzurlu şeylerden uzak tutar.

"Sufîlerin dikkat çektiği bir nokta da havfın ifrat ve tefritinden sakınmaktır. Kemal derecesine ulaşan ve vuslatı gerçekleştiren Allah dostları gelecekle ilgili endişeleri kalmadığı için havf ve recâ ile meşgûl olmazlar. Zirâ gerçek hedef Allah‘ın sevgisi ve rızâsını kazanmaktır; korku bu yolda kullanılan bir âlettir."(290)

"Korku, kalpte bir hâkimdir. Onu aydınlatır ve bilmediği şeyleri açıklar, tefsir eder. Hakk‘tan korkanın korkusu arttıkça kalbi ona korkuyu unutmayı öğretir, onu Hakk‘a yakınlaştırır."(291) Havf konusunda bu farklı ta‘riflerin sebebi, havfın insan psikolojisinde meydana getirdiği farklı hâllerdir. Ateşe karşı olan korkumuz, ateşle ilk karşılaştığımızda ani bir refleksle geri çekilmemize sebep oluyorsa, Allah korkusu da günahtan bizi aynı hızla geri çekebilmelidir.

Münir Derman Hoca da havfı bu açıdan izah etmektedir. "Korku, bütün canlılarda hâdise, ses ve düşüncenin rûhta husûle getirdiği bir reflekstir. İlk defa idrâk edilince vücutta kimyasal, fiziki değişikliklere sebep olur. Korkunun nüvesinde ölüm endişesi gizlidir. Havf ise herhangi bir mesûliyetin vereceği, manevî endişenin doğurduğu korkudur. Manevî bir sevginin endişesinden menşeini alır. Mesulîyet hissinden doğar."(292) Kanaatimizce Münir Derman Hoca sorumluluklarının bilincinde olan insan, sevdiğinin sevgisini kaybetmek istemeyen kişi havf hâlini yaşar, demektedir. Ya da o kişinin hissettiği duygunun adıdır havf. Sevenin sevdiğinin gözünün içine baktığı gibi tüm varlığı ile Allah‘ın emrine âmâde olmasıdır.


284 İbn Manzur, Lisan Cilt IX, ss.99-100.
285 Bardakçı, Mehmet Necmettin, Sosyo Kültürel Hayâtta Tasavvuf, Fakülte Kitapevi, Isparta 2000, s. 88–89.
286 Gülen, Fethullah, Kalbin Zümrüt Tepeleri,Nil Yay., İzmir 2009, Cilt I, s.61.
287Komisyon,Temel Esaslar,D.İ.B. Yay.,Ankara,2008,s.367.
288 Ebu Talip el–Mekkî, Kut’ul-Kulub, Cilt II, ss. 305–336.
289 Gazalî, Mihâcü’l–Âbidin, Cennete Doğru, ss. 268–270.
290 Komisyon, T.D.V. İslam Ans., İst.1997, Cilt XVI, s.531.
291 Velioğlu, Tarık, Kalbin Nuru, Hayy Kitap, İstanbul 2009, s. 41.
292 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 43.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.4.2. Haşyet

"Haşyet, korkmak mânâsında Arapça bir kelimedir."(293) Peki İslam' da korkmak neden önemlidir veya gereklidir. Allah Teâlâ birçok ayette kendisinden korkmamızı ihtar etmektedir."Sakın onlardan korkmayın yalnız Ben‘den korkun"(Bakara 2/150), "Eğer îmân etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Ben‘den korkun."(Âl-i Ġmran,3 /175), "Kullar içinde ancak Âlimler Allah‘tan korkar."(Fâtır, 35/28) Böylece bizi istikâmet üzere tutmayı istemektedir. Ancak Allah korkusu insanı asla korkak ve pısırık yapmaz. Bu korkunun en önemli özelliği kişiyi kötülük yapmaktan caydırması, hayırlı işler yapmaya özendirmesidir. Aynı zamanda cesaretin de kaynağıdır."(294)

İstikbalde hoşa gitmeyecek bir şeyin beklentisinden kaynaklanan kalb üzüntüsü. Bu bazen kuldan ortaya çıkan günahlar sebebiyle olabilir. Bazen de Allah‘ı bilmekten ve O‘nun heybetinden olabilir."(295) Haşyet duygusu bâzı kişilerde günah işledikten sonra oluşan hâli ifâde etmektedir. Bu da gerekli bir durum olmakla birlikte, arzulanan bunun daha ötesidir. Bu durum şu cümlelerde ifâdesini bulmaktadır:

"Avâmın haşyeti günahlardan, peygamberlerin ve âlimlerin haşyeti Allah‘ın azametinden kaynaklanır. Haşyet havfden daha özel olup, ma‘rifetle birlikte bulunan, Allah‘ı bilenlere mahsus bir korkudur."(296) Havf ve haşyetin arasındaki fark "bilmek" üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bilgi insanı daha donanımlı hâle getirmekte, neden ve nasıl korkulması ya da korkulmaması gerektiğini öğretmektedir. Bu bilginin ne olduğu ise şöyle açıklanmıştır:

"Haşyet, özel bir korkudur ki sadece amellerin netîcelerini ve Hakk‘ın kendisine varlık verdiğini bilen kimsede meydana gelebilir. Haşyetin huşu sahibindeki netîcesi, sahibinin, semeresi ortaya çıkıp kendisine ulaştığında memnun ve râzı olmayacağı bütün fiillerden sarf-ı nazar etmesidir. Havf te ise bütün fiilleri ve netîcelerini bilmek şartı yoktur."(297)

"Cenab-ı Hakk kendisinden korkup, emirlerine itaat eden kullarına hiç ummadıkları yerlerden rızıklar nasip eder. Sıkmaz. Her korkularından emin kılar. Dünya ve âhirette rahat ederler. Allah Teâlâ‘dan korkmak için O‘nu bilmek lazımdır. O‘nu bilmek ise gönderdiği kitabı okuyup öğrenmekle olur."(298) Allah‘ın emirlerini bilip ona göre yaşayan insan sıkılıp, bunalmaz, darda kalmaz denmektedir. "Aslında islamî hayât bir bütündür, tektir. Biz bunları aklımıza yakınlaştırmak için çeşitli ta‘riflerle bölüp çoğaltıyoruz."Böyle biri zâten her hâline ya sabreder, ya şükreder ve yoluna devam eder. O halde kalıp kafasını boş şeylere yormaz.

Münir Derman Hoca da havf ile haşyet arasında çok büyük fark olduğunu söyler. Ancak bu farkı net bir şekilde bize açıklamaz. Ona göre, "ta‘zim ile karışık korkuya haşyet ismi verilir. Bu korku Allah‘ın rızâsına muhalif bir şey yapmaktan, ahenk kânununun dışına çıkmaktan duyulan korkudur. Ona göre bu ahenge uymak ise rızâdır."(299)

O‘nun bu sözlerinden anladığımıza göre Allah Teâlâ bu kâinâta bir düzen koymuştur. Sünnetullah dediğimiz bu kânunlara bütün yaratılmışlar uymaktadır. İnsan da bu kâinâtın bir parçası olarak kendi payına düşen işleri yapmak zorundadır. Bu ahenge uymadığı takdirde başına gelebileceklerden korkması gerekir. İşte haşyet bu düzenin dışına çıkmaktan korkanların hissettiği duygudur. Bu ahenge uygun yaşayanlar ise rızâya ulaşırlar.


293 Sami,Şemsettin, Kamus-ı Türkî, s.970.
294 Komisyon, İslama Giriş, Temel Esaslar, DİB Yay., Ankara 2008, s.368.
295 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 255.
296 Bardakçı, Mehmet Necmettin, Sosyo Kültürel Hayâtta Tasavvuf, ss. 88–89.
297 Konevi, Sadrettin, İlahi Nefhalar, İz Yayıncılık, Terc. Ekrem Demirli, İstanbul 2002, s. 224.
298 Kotku, Mehmet Zahit, Cennet Yolları, s. 78.
299 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 115.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.4.3. Kabz–Bast

“Kabz lügatte elle tutma, kavrama, daralma, kapanma, darlık çekme, sıkıntılı olmak, tutulmak, rûhun dertli olması, üzüntülü olmak, elemli ve endişeli bir halde olmak ve ölüm gibi mânâlara gelir. Bast ise neşe, sevinç, keyif, niyaz, yalvarmak, gönlü şen olmak, zihni açık olmak, rahat ve huzûr hâlinde olmak demektir."(300)

"Daraltan da genişleten de Allah‘tır ve O‘na döndürüleceksiniz"(301) Âyeti sufîler tarafından kabz ve bast‘ la ilgili olarak ele alınmaktadır.

"Ârifin kabzı müptedînin havfi durumunda, ârifin bastı müptedînin recâsı durumundadır. Havf ve recâ sâhibini geleceğe bağlamış iken kabz ve bast sahibi vaktini gözetler. O anda geleni alır, vaktinin oğludur. Kabzın sahibi için en uygun olan şey, o vakit geçinceye kadar teslimdir."(302) Tasavvufta vaktin oğlu olmak önemli olduğu için geleceği düşünerek kendini yormak değil, o an neyi gerektiriyorsa o şekilde hareket etmek gereklidir. Kabz hâli ise insanı sıkan, daraltan bir durum olduğundan yapılması gereken en doğru şey teslim olmaktır. Çünkü o hâl kalıcı değildir. Bu durum şöyle de ifâde edilmiştir: "Kabz ve bast hâlleri diğer manevî hâller gibi geçicidir. Sufîler bu tür hâlleri kaynağı, sebebi, ortaya çıkış şartları bakımından çeşitli sınıflara ayırmışlardır. Havf ve recâ, heybet ve üns hâlleri de kabz ve "bast"a benzer. Havf ve recâ hâlinde bulunan sâlikin gönlünde gelecek zaman, kabz ve bast hâlinde bulunan sâlikin gönlünde ise şimdiki zaman vardır. Sâlik bu anlamda ibnü‘l-vakt‘tir. Bir uyarı veya kınamaya işaret eden vârit kalpte mutlaka bir kabz hâli, ilâhî yakınlığa ve lütfa yönelmeye işaret eden vârit ise bast hâli doğurur."(303)

"İnsan karakteri ile kabz-u bast arasında bir alaka olabilir. Bâzı rûhlar kabza daha yakındırlar. Bâzı hassas insanlar mazhar olduğu bast karşısında bile "Ben ne yaptım ki böyle bir mükâfat verildi?" derler; bast bile onlar için sıkıntı kaynağı olur. Böyleleri, değişik hâdiseler karşısında da derin bir duyarlılığa sahiptir. Dışta cereyan eden hâdiseler onda fırtınalara sebep olur. Hatta onun fizikî yapısına tesir eder. Bacağı ağrır, boynu ağrır, dişi ağrır…"(304) Buradan anladığımıza göre insanoğlu yaratılış icâbı dış çevreden etkilenmekte aynı zamanda kendisi de çevresini etkilemektedir. Bâzı insanları ise etrafındaki olaylar aşırı etkilemekte, rûh dünyaları da bundan payını almaktadır. Dünyanın herhangi bir yerindeki insanların başına gelen musîbetlerden dolayı onun bedeninde çeşitli rahatsızlıklar görülebilmektedir. Bu da bir nev‘i kabz hâlidir. İnsan psikolojisindeki farklılıklar yaşanılan durumu isimlendirme konusunda da farklılıklara sebep olmaktadır. Uzaktan bakana bast yaşanması muhtemel hâller onda kabz durumuna yol açmaktadır. Kabz gelip geçici bir hâl olmakla birlikte yine de insan hayâtı boyunca yaşanılan bir durumdur. Ne zamana kadar süreceği sorusu ise şöyle cevaplanmıştır: "Kabz insanın cennete ilk adımını atacağı âna kadar kendine eşlik eden makamlardan biridir. Burada kabz ortadan kalkar ve bir daha asla kendisiyle nitelenmez.(305) Dünya hayâtı sıkıntıdan hâlî değildir. Cennette ise bu durum düşünülemez. O halde kabz hâli sadece dünya hayâtı için geçerlidir.

Münir Derman‘a göre "bütün manevî hâller saklanmalıdır. Hatta Allah dostu bunları saklamaya mecburdur. O saklanması lâzım gelen bu tür şeylere kabz der. Kaderle hareket edilince de bast der. Bast serbest hâldir. Kerâmet saklanmak zorundadır, kader de ise saklanacak bir şey yoktur. Olacak iş kendiliğinden olur diyerek bu konudaki düşüncesini belirtmiştir."(306) Yani Allah dilerse Dost‘unun hâllerini zâhir eder. Ancak bir Allah dostunun yaşadığı manevî hâlleri izhar etmesi uygun değildir. Melek Hoca‘ya göre velîlerin kendilerinden sudûr eden keramet gibi diğer bütün manevî hâlleri kabzalarında tutmaları gerekir. İşlerin sonunu ancak Allah bilir. İyi görünenin sonu iyi olmayabilir.

300 İbn Manzur, Lisan, Cilt VII, ss.213-216.
301 Bakara,2/245.
302 Ateş, Süleyman, İslâm Tasavvufu, Elif Matbaacılık, Ankara 1972, s. 58.
303 Komisyon, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Cilt 24, İstanbul 2001, s. 45.
304 Gülen, Fethullah, Kırık Testi, Zaman Kitap, İst. 2002. , s. 71-72.
305 İbn Arabî, Fütûhat–ı Mekkiyye, (Çev. Ekrem Demirli), Litera Yay., İst. 2008, Cilt 9, s. 279.
306 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki -Yazılacak Sırların Sonu, Cilt IV, s. 250.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.4.4. Huzûr

"Arapça hazır olma, mevcut bulunma, rahat, asayiş anlamında bir kelimedir." (307) "Tasavvufî eserlerde gaybet ve huzûr genellikle bir arada kullanılmıştır. "Hazır bulunmak, rahat olmak; yüce makâm" anlamlarındaki huzûr genel olarak gaybet hâlinin sona ermesiyle birlikte başlayan uyanıklık durumunu ifâde eder."(308)

Huzûrun zıddı gâip olmaktır. Halktan gâip olan Hakk ile Hakk‘dan gâip olan da halk ile huzûra erer.(309)

"Istılahta huzûr kişinin Hakk ile hazır olmasını ifâde eder. yani halktan uzaklaşmak, Hakk‘ı anmak ve kalbin bu anma ile dolmasıdır. Kişi halktan uzaklaştığı nispette Hakk‘ın huzûrunda bulunur."(310)

Huzûr, Allah‘ın huzûrudur. Vecd ve istiğrak kemâl hâline geldi mi; derviş huzûr denizine yükseliyor; varlığı mutlak huzûr kaplıyor. Vecd içinde başlayan fırtınanın feryatları, huzûrda tam sükûna kavuşur. Huzûrda fırtına durur, aşk devam eder. Ancak damarlara siner. Engel olan çokluk ortadan kalkar. Murat olan vuslat hâsıl olur. Huzûr, göze muhtaç olmadan görmedir; uzuvlardan müstağni bir yaşayıştır."(311) Buradan anladığımıza göre huzûrdan önceki vecd hâline dalgalarla boğuşmaya, ardından gelen huzûru ise dalgalara teslim olmaya benzetmiş. Denizden ayrı var olmaya çalışmak yerine denizle bir olmayı kabullenmektir huzûr. Buradaki irâdeyi ortadan kaldırıp teslim olma durumu şöyle de ifâde edilmiştir.

"Huzûr, perdelerin aralanmasını ve böylece kulun keşfe ulaşmasını sağlar. Gaybetin netîcesi ve faydası huzûrdur. Huzûrsuz gaybet cinnettir. Eşyaya karşı irâdesi ve arzusu olana huzûrdaki şahıs denilemez."(312)

Melek Hoca‘nın huzûr tanımı da böyledir. O‘na göre de "huzûr, cemâlde erimektir. Yoksa rahatlık demek değildir. Bu yanlış anlayıştır. Huzûr bir büyüğün önü de değildir. Huzûrun rûhanî mânâsı erimek, o şeye karışıp ortadan kaybolmaktır. Şekerin sütte erimesi huzûrdur. Eriyen huzûra kavuşmuştur aslında. İnsan huzûra ermek için, çabuk erimek için Rahîm ve Şefîk isimli şeker olmalıdır."(313)

Huzûrun ona göre çok tatlı ve rahatlık veren bir anlamı vardır. Bu biraz da anlayış ve anlatış farkıdır. Dünyada ancak çok merhametli ve müşfik olan kişiler huzûra erebilirler. Dünyaya karşı arzu ve istek içinde olanlar huzur meltemini hissedemezler. Bu arzu ve istekte ömürleri boyunca ısrar içinde olanlar ise gerçeklerden uzaklaşır ve cinnet kaçınılmaz olur.

Münir Derman‘a göre "Her perde Rahîm ve Şefîk esmâlarıyla açılır. Her makama bu hasletle çıkılır. Rahîm ve Şefîk esmâlarını hastalanacak derecede kendine mal etmek lazımdır. O zaman doktor ayağına gelecektir. Hakiki Rahîm ve Şefîk olan insan için mertebe, makam yoktur. O kendisi bir makamdır. Suyun içinde eriyenin makamı olur mu? O hep sudur. Su azîzdir, eriyeni de azîz eder."(314) Anladığımıza göre huzûr Allah‘ın Cemâl isminde erimektir. Ancak eriyecek nesne olmak önemlidir. Huzûr denizinde eriyen yegâne şey Rahîm ve Şefîk esmâlarıdır. Yani bu esmâları tam temsil etme, her durumda canını acıtsa bile Rahîm ve Şefîk olmaya gayret etmektir. İşte o zaman huzûra erer insan...


307 Sami, Şemsettin, Kamus-ı Türkî, s.551.
308 Komisyon, T.D.V. İslam Ans., İst.1996, Cilt XIII,s.409.
309 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 287.
310 Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, s. 158.
311 Topçu, Nurettin, İslam ve İnsan, Mevlana ve Tasavvuf, Dergah Yay. , İst. 1998, s. 137-138.
312 Gökcan, M. Mansur, Temel Ahlâkî Prensipleriyle Tasavvuf, Nobel Kitabevi, s. 207.
313 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 124.
314 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 124-125.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.5. Ma’rifet Ve Bilgi Kavramları

2.5.1. Ma’rifet

"Ma‘rifet sözlükte sezgi, iç tecrübe, hissetme ve yaşama yoluyla peş peşe oluşarak idrâk etme, anlama, kavrama, bilme, hakîkate vâkıf olma, görüp yaşayıp tadarak elde edilen bilgi olarak ta‘rif edilir."(315)

"İlk dönemlerden i‘tibâren sûfîler, sûfî olmayan âlimlerin ulaştıkları bilgilerden farklı ve kendilerine has bir bilgiye sahip olduklarına inanmışlar, bu bilgiyi ma‘rifet, irfan, yakîn gibi yine kendilerine has terimlerle ifâde etmişlerdir. Ma‘rifet Allah-insan ve âlemle ilgili kapsamlı bir bilgi olmakla beraber tasavvufta esas olan "ma‘rifetullah" denen özel bilgidir. Âlem ve nefs hakkındaki ma‘rifet ise Allah‘ı tanımanın aracı olması bakımından değerlidir."(316)

"Şeriat, meyve veren bir ağaç; tarîkat, o ağacın kendisi ve boyu; ma‘rifet ise onun meyvesi ve özüdür."(317) Buradan Allah‘ın insanlara gönderdiği şeriatle ulaştırmak istediği asıl şeyin ma‘rifet olduğu anlaşılıyor. Asıl gâye ma‘rifeti elde etmektir. Kâşânî şöyle ifâde etmiştir:

"Ma‘rifet; kulun kendi hakîkatini ihâta etmesi, leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir; Hz. Peygamber (s.a.v.)‘in "Kendini bilen Rabbini bilir" hadisiyle işaret ettiği şey ma‘rifettir. Bu ise önce İslâm, ardından îmân, sonra da ihsân makâmına hakkını vermekle gerçekleşir" der."(318)

Kuşeyrî‘inin ma‘rifet tanımı da önce Allah‘ın tam olarak tanınmasını sonra da O‘nun bizi her an gördüğü bilinciyle hareket edilmesini gerektirir.

Kuşeyrî ma‘rifet sıfatına sahip olan kişiyi şöyle tanımlamıştır: "O, Allah‘ı isim ve sıfatlarıyla tanır. Bütün işlerinde Allah‘a karşı samîmi ve sâdıktır. Kötü ahlâklardan temizlenmiş ve âfetlerden uzak kalmıştır. Hakk‘ın kapısında uzun süre durur ve kalbi sürekli O‘na bağlıdır. Bütün bunların sonucu olarak Allah Teâlâ ona rahmetiyle yönelip güzel ihsânlarda bulunur."(319)

Şihabüddin Sühreverdî de "Şüphesiz ihsânların en güzeli ehlullaha ihsân edilen ma‘rifet ilmidir"(320) diyerek bunu belirtmiştir.

"Kelâbâzî ise ma‘rifeti eşyanın ve rûhunun bilinmesi olarak tanımlar. O ma‘rifet kavramını mücâhede kavramıyla birlikte değerlendirir. Mücâhede olmadan ma‘rifet olmaz. Kişi amel ve mücâhede ile zâhiren hareket edecek ki, Allah hidâyet, müşâhede ve ma‘rifetle kula lütuf ve ihsânlarda bulunsun. Ona göre ma‘rifet, ilim ve akıl birbirinden ayrılmayan üç kavramdır. Ma‘rifet ilmi gerektirir, ilim ise aklı gerektirir. Yani akıl, ilimle bilmek; ilim, ma‘rifetle bilmek; ma‘rifet Hakk‘la bilmektir."(321)

Kelâbâzî burada mücâhede etmeden, gayret göstermeden ma‘rifete ulaşılamayacağını ifâde etmektedir. Bu yolda çaba harcayana Allah ma‘rifeti ile mukâbelede bulunacaktır.

"İnsan, Allah‘ı bilmez fakat Allah kendini insana bildirir. Bilginin bu kısmı yani Allah‘tan geleni ma‘rifettir. Geliş tarzı belli olmadığı için onu başkalarına anlaşılabilir bir tarzda ifâde etmesine de imkân yoktur. Bu bilgi ilim tahsiliyle kazanılamaz."(322)

Ma‘rifet bir bilgidir ancak kitapla, yazıyla tahsil edilemez. Aynı usûlle başkalarına da öğretilemez. Allah‘ın kendini kuluna tanıtmasıdır. Bu açıdan sübjektiftir. Herkes için genel geçer bilgiler içermez.

Hz. Ali ma‘rifetle ilgili bir soruya şöyle cevap vermiştir: "Ma‘rifet, Allah konusunda kalbinde ne tasavvur edersen et Hakk‘ın onun zıddı olduğunu bilmektir."(323)

Hz.Ali burada ma‘rifeti Allah (cc) hakkında oluşan bilgi olarak tanımlamakta ve O‘nun zâtının asla bilinemeyeceğini ifâde etmektedir.

Münir Derman Hoca‘ya göre ise; "ma‘rifet tetebbür ile her şeyin aslını bilerek insanda meknuz ilâhî isimlerle ünsiyet peydâ etmektir. Her insan kendinde gizli olan Allah‘ın isimlerini keşfetmeli, bu sûretle her şeyin hakîkatine girmek demek olan hakikî tevhîde girmelidir. Bu tevhîde girmek için ise birçok harekî, cesedî, lâfzî aletler vardır. Hedef Allah‘tır. Ancak bu iş kuru lafla olmaz. Kâinâtta her şey tesbîhat hâlindedir. İnsanın da bu tesbîhata girmesi lazımdır. Ma‘rifet ancak böyle elde edilebilir."(324) Buna göre insan önce kendini, nefsini tanıyacak sonra Rabbini sonra da tüm eşyanın hakîkatını kavrayacak. Bu sayede Allah‘ın bizi yoğururken hamurumuza kattığı esmâları keşfedecek ve bu esmâlarla kâinâtta câri olan tesbîhata kendisi de katılacak; bunun sonunda da ma‘rifeti elde edecektir.

Münir Derman Hoca‘ya göre: "Ma‘rifet bir ilimdir. İnsanın Rabbiyle arasındaki perdeyi kaldırmaya yarayan bir ilimdir. Ancak ma‘rifet ile velâyet arasında bir bağ yoktur. Ma‘rifet sahibi velâyet sahibi demek değildir."(325) Böylelikle aradaki perde kalkınca insan her an Allah‘ı görüyormuş gibi davranabilir. Ancak bu durum velâyet sahibi olmayı gerektirmez.

Ma‘rifetle aynı anlamda kullanılan irfan, ilham, sezgi ve ilm–i ledün gibi kelimelerde vardır. Bunların ortak noktası herhangi bir vasıta olmadan kalbe gelen bilgiler içermeleridir. Ancak tasavvuf dışında bunlar bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmezler.


315 İbn Manzur, Lisan , Cilt IX, ss.236-242.
316 Komisyon, T.D.V. İslam Ans., Ankara 2003, Cilt XXVIII, ss. 54-55.
317 Dağıstanı; Ömer Ziyâuddin, Tasavvuf ve Tarîkatlarla İlgili Fetvâlar, Çev. İrfan Gündüz, Yakup Çiçek, Seha Neşriyat, s. 81.
318 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 526.
319 Kuşeyrî, Risâle, s. 577.
320 Sühreverdî, Avârifü’l–Meârif, Gerçek Tasavvuf, s. 3.
321 Göktaş, Hicri IV.Asır Buhara’da Tasavvuf Kelâbâti Örneği, s. 349.
322 Güngör, Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Yay., İst. 1996, s. 105.
323 Uludağ, Süleyman, Doğuş Devrinde Tasavvuf Taarruf, Dergah Yay., 1992, s. 193.
324 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Cilt III, s. 28.
325 Derman, a.g.e., Cilt V, s. 68.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.5.2. İlm–i Ledün

“Mutasavvıflar dînî ilimleri biri zâhir diğeri bâtın olmak üzere ikiye ayırırlar; hadis, fıkıh ve kelam gibi ilimlere zâhir ilimleri, tasavvufa da bâtın ilmi adını verirler. Mutasavvıflara göre nasslardaki gizli mânâları, ibâdetlerin mânevî ve ahlâkî özünü varlık ve olayların arkasındaki sırları açıklığa kavuşturan bir ilimdir."(326)

"Kâşânî, ilm–i ledünnü kulun çaba ve gayreti olmaksızın meydana gelen ilim olarak tanımlar."(327) Ancak vehbî olması, her şart ve durumdaki kişiye Allah‘ın bu ilmi vereceği anlamında değildir. Kişide bunun karşılığının bulunması gerekir. Bu açıdan; "İlm-i ledün esasen vehbî olmakla birlikte, zâhiren ve gâliben kulun ceht ve gayretine bağlanmıştır. "Bizim yolumuzda mücahede edenleri mutlaka yollarımıza ulaştırırız. Şüphesiz Allah muhsinlerle beraberdir"(328) âyeti geniş mânâda bunu ifâde ve ihâta etmektedir."(329)

"Kur‘an, Hızır (a.s)‘ın özel bir bilgiyle donatıldığını söyler ve bu bilginin ona Allah katından öğretildiğine dikkat çeker…"Ve O‘na nezdimizden bir ilim öğretmiştik." (330) Âyette geçen "min ledünna ilmen" ifâdesi daha sonraları "ilm–i ledün" olarak terimleşmiş ve genel olarak Allah bilgisi ve sırları, hakîkat ilmi, bâtın ilmi, gayb ilmi anlamında kullanılmıştır. Arapça bir zarf olan "min ledün", katından veya tarafından demektir. Bu da bize bu ilmin kesbî yani çalışarak kazanılan bir ilim değil, sırf Allah vergisi yani vehbî bir ilim olduğunu gösterir."(331)

"Zâhirî ilimler konuşarak, kitap, kalem, defterle tahsil edilmesine rağmen, ilm–i ledün, susarak ve yaşamakla öğrenilir."(332) Buradaki yaşamak işte çalışmayı, gayret etmeyi, bu konuda aktif olmayı içermektedir. İlmin sözle bilinmesinden ziyâde fiilen yaşanması gerekmektedir.

"Allah Rasûlü (s.a.v.)‘in: "Siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, çok ağlar az gülerdiniz"(333) buyurması Hz. Peygamber‘in her aldığı bilgiyi aktarmakla yükümlü olmadığını göstermektedir. Ayrıca bâzı hadisler, Efendimiz‘in bâzı sahâbelere mahrem şekilde öğrettiği öne sürülen bir bilginin var olduğuna delil sayılmaktadır: Hz. Ebu Hureyre der ki: "Ben Allah Resûlünden iki kap ilim aldım. Bunlardan birini halka anlattım. Diğerini anlatacak olsaydım şu boynum giderdi." Mutasavvıflara göre bu hadiste geçen ve anlatılmayan ilim, ledün ilmidir."(334) Buradan anladığımıza göre Allah (cc)‘ dan Peygamberimiz (s.a.v)‘e gelen bilgiler sadece Kur‘an‘dan ibâret değildir. O, herkese anlatılması zorunlu olmayan, zâten herkesin de anlaması mümkün olmayan başka bâzı bilgiler de almış ve bunları sadece kendi seçtiği arkadaşlarına anlatmıştır. Bu bir nevî kapasite meselesidir. Herkes, her yükü kaldıramaz. İnsanlar ağır yükleri kaldırmaya ancak hafif yüklerle çalışarak alışabilirler. Münir Derman Hoca eserlerinde ilm-i ledün ile ilgili olarak şu açıklamaları yapmaktadır; O‘na göre ilm-i ledün: "Rasûlü Ekrem‘in iç âleminde feverân eden ötelerin ötesinin insana kadar uzanan ilmidir. Rasûl bunu kimseye bildirmemiştir. Yalnız Ebu Hureyre‘ ye bâzı şeyler fısıldamıştır. Ebu Hureyre ise soranlara şöyle demiştir: "Eğer bu az bildirilen sırlardan size söylersem kâfir oldu diye başımı vurursunuz." İlm–i ledün insan aklının son idrak hududunda Allah‘ın ilmine ait bir sır perdesi… İnsan mantığının sınırlarını aşan bir mantık ile anlatılan perde arkası…Ancak bununda fizik, kimya kânunları gibi değişmez, sabit kânunları vardır. Bu ilme akılla ulaşılmaz. İnsanda meknuz, kudret âleminin bâzı farkında olunamayan kuvvetleriyle bilinir. Bu da rûhun o âleme mensup oluşundandır. İlm–i ledün hakkında birçok sızma bilgiler ve mırıltılar birçok ulemâ tarafından bildirilmiş hatta kitaplara bile geçmiştir."(335)

Münir Derman Hoca‘nın bu konudan bahsederken sızma bilgiler ve mırıltılar şeklinde tasvir etmesi bu ilmin sözle anlatılamayacağını vurgulamak içindir. Yine O, insan mantığının sınırlarını aşan bir mantık diye ta‘rif ederek aslında alışılmış mantık kurallarının dışında olmasına rağmen bu ilminde fizik, kimya gibi değişmez kânunlara tâbi olduğunu söylemektedir. Bu ilmin akıl ve mantıkla değil rûha ait bâzı hassalarla anlaşılıp idrak edilebileceğini söyler. Münir Derman Hoca herkesin bu sırları anlayamayacağına örnek olmak üzere açıklamalarına şöyle devam eder: "Hz. Musa‘ya Hızır (a.s.) ledün ilminden bâzı sırlar söylemiş, Musa Peygamber bile buna tahammül edememiştir. Hızır (a.s.) Resulü Ekrem‘e edeben mülâki olmamıştır. Çünkü ledünnün hakikî sultanı Rasûlü Ekrem‘dir."(336) Münir Derman Hoca burada Hızır (a.s)‘ın Peygamberimizle karşılaşmamış olduğu bilgisini vermektedir. O‘na göre karşılaşmaları edeben uygun olmazdı. Çünkü Peygamberimizin O‘ndan öğreneceği birşey yoktur, demektedir.

"Kur‘an–ı Kerîm‘de kullara birçok âyetlerle bilgiler, Hakk‘a yanaşmak usûlleri bildirilmiştir. Bir de Kur‘an‘da bildirilmeyen, sünnetullah ile kâinâtta cârî, her türlü hâdisatın aslı vardır. Huruf–u mukattaa da kaînâtta cârî, bilinmeyen âyetlerin anahtarı mesâbesindedir."(337) Kur‘an‘da bildirilen bilgilerin dışında, kâinâtta câri olan bâzı hususlar vardır. Her hâdisenin görünen yüzünün dışında bir de aslı bulunmaktadır. İşte bunlar ledün ilmine girer. Huruf-u mukattaa diye tanımladığımız âyetlerde bu sırdandır. Aslında onlar birer anahtar gibidir. O anahtarlarla farklı idrâk seviyelerinin kapıları açılmaktadır.

"Münir Derman‘a göre Septe boğazındaki Akdeniz suyu ile Atlas Okyanusu‘nun suyunun karışmaması bir ledünnî sırdır. O sırrı herkes bilemez, bilse de tahammül edemez."(338) Yani bu ilim herkesin kavrayıp, kaldırabileceği tarzda bir ilim değildir. Burada Melek Hoca kendisiyle ilgili bir bilgi vererek şöyle devam etmektedir. "Sen biliyor musun; diye sual sorma bana. Bilmesem mırıldanmam. Ben onu öğrendiğim zamanlarda kendimi kaybettim. Günlerce bayırlarda dolaştım."(339)

Münir Derman Hoca‘ya göre ledün ilmini öğrenmek için öncelikle şu âyetleri anlamak gerekir.

1. Errasihune fil ilm (340) (İlimde ilerlemiş olanlar)
2. Fezkürûnî ezkürküm (341) (Yalnız beni anın ki ben de sizi anayım)
3. Ve legad kerramna benî âdeme (342) (And olsun,biz insan oğlunu şerefli kıldık)
4. Ennelllahe rabbe rabbeküm (343) (Şüphesiz Allah, benim de rabbim, sizin de rabbinizdir)
5. Ve lillahil hamdi rabbis semavati ve rabbil ardı, rabbil âlemin ve lehûl kibriyau fissemavati vel erdı ve hüvel azizül hâkim. (344) (Hamd, göklerin Rabbi ve yerin Rabbi, âlemlerin Rabbi olan Allah‘a mahsustur. Göklerde ve yerde ululuk ona aittir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir)
6. Bilmez misin ki göklerle yerin yegâne sahibi Allah‘tır. Ve sizin Allah‘tan başka bir yardımcınız yoktur. (345)

Melek Hoca ledün ilminin nasıl bir ilim olduğunu daha iyi anlayabilmemiz için kimsenin îtiraz edemeyeceği şöyle bir örnek vermektedir: "En basit, kaba bir misal rüyadır. Rüyada insan uçabilir, her şeyi görebilir ve işitebilir. Tayyi mekân, tayyi ses, tayyi renk, tayyi eşyayı yaşar. İşte bunlar öğretilmez, öğrenilmez, ancak varılır." Yine aynı yerde Derman Hoca, hocası Ömer İnan Efendi‘nin şöyle söylediğini bildirmektedir: "İnsan ilâhî azâmeti rûhunda hissettiği gibi konuşmak yetkisiyle yaratılmamıştır. Hisseder o kadar. Anlayamaz. Ancak kendi kendini bilen ve kıymetini yükselterek benliğini kaybeden kimse bu ilme yanaşabilir.(346)

Sonuç olarak ilm-i ledün hayâtımızda her an var olan, gözümüzün önünde cereyan eden ancak sadece kendilerini görebilen gözler sayesinde fark edilip ifâde edilen bir ilimdir. Aslında maddi sahadaki tüm ilimler de kendilerini görebilen gözler, idrâk edebilen akıllar sayesinde ortaya çıkmamış mıdır?


326 Komisyon T.D.V. İslam Ans.,İstanbul 1992,Cilt V, s.188.
327 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 399.
328 Ankebut, 29/69.
329 Selvi, Dilaver, Kur’an ve Tasavvuf, Hoşgörü Yay. , İst. 2012, s. 414.
330 Kehf,18/65
331 Şahinler, Necmettin, Hz. Musa ile Yürümek, İnsan Yay., s. 73.
332 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 307.
333 Nevevi, Riyazü’s-Salihin, D.İB. yay. Ank.1995, 1.cilt, s.436
334 Yılmaz, H. Kâmil, Tasavvuf Meseleleri, s. 155.
335 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt, II, s.14.
336 Derman, a.g.e. , Cilt II ,s.14
337 Derman, a.g.e., Cilt II, s.15.
338Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki Yazılacak Sırların Sonu, Cilt, II, s.15.
339 Derman, a.g.e., Cilt II, s. 17.
340 Nisa ,4 /162.
341 Bakara,2/152.
342 İsra,17/70.
343 Al-i İmran, 3/51.
344 Casiye,45/36.
345 Derman, a.g.e. , Cilt II, s. 20. Ayrıca âyet için Bkz.Bakara,2/107.
346 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 23.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.5.3. Yakîn

"Lugatta bir şeyi gerçek olarak bilmek, bir işin gerçekleşmesi, kesin olarak bilmek, apaçık bilmek, şüphesiz bilmek, tereddüte mahal olmadan bilmek, şek ve şüpheyi izâle etmek, doğru ve gerçek bilgi anlamlarına gelmektedir."(347)

Kuşeyrî üç türlü yakînden bahseder:

I. İlme’l–Yakîn: Bir şey hakkında habere dayanan bilgi.
II. Ayne’l–Yakîn: Bir şey hakkında görmek sûretiyle elde edilen bilgi.
III. Hakka’l–Yakîn: Bir şeyi bizzat yaşamak sûretiyle elde edilen bilgi.

"Yakîn‘de şüpheye yer yoktur; zira kalp, bir şeyin hakîkati konusunda tatmin durumundadır. Yine yakîn delil ile değil inanç kuvvetiyle apaçık görmeyi ifâde eder. Tehânevî, kişinin yakîn ile su ve ateş üzerinde yürüyebileceğini, belânın nîmete, nîmetinde belâya dönüşebileceğini kaydeder."(348) Burada yakîn kalbin bir şeye şüphesiz, delile ihtiyâç hissetmeksizin inanması olarak ta‘rif edilmiştir. İnancın yani düşüncenin gücü ile neler başarılabileceği örneklenmiştir. Bir şeyin nasıl olmasını istiyorsak yani yakînen neyi arzuluyorsak onun gerçekleşeceği söylenmektedir. Yakîn kavramı aynı zamanda yakın kavramı ile de açıklanmaktadır.

"Adından da anlaşılacağı üzere, Hak Teâlâ hazretleri ile arasını düzelten, O‘na kendisini sevdirmek sûretiyle yakınlık kazanmış olan bir mü‘min, velâyet makamlarından bir dereceye adım atmıştır. Yakîn erinin kalbinde Allah Teâlâ Hazretlerinin dışında kalan varlıklara nefsinden kaynaklanan herhangi bir meyil ve alaka kalmaz. Kalbinde değişmeyen ve bozulmayan bir ilme sahip olmuştur. İnsanlarla ilişkilerini asgarî düzeye indirir. Kalbi nur ve huzûrla dolu olduğundan, geçmişten hüzün, gelecekten korku ve endişeleri yoktur. Gayb sırlarını elde ederler ama bu sırları asla ifşa etmezler."(349) Allah (cc) insana zâten yakındır. Ama insan da Allah Teâlâya yakın olmayı başarırsa kalbinde sâbit bir ilim bulur. Geçmiş ve gelecek hatırından çıkar; huzûra kavuşur. Aynı durum bir de şöyle ifâde edilmiştir:

"Tüm bilme, anlama, farkına varma melekelerinde olduğu gibi yakîninde merkezi kalptir. Yakîne engel olan perdeler kalbe vurulan mühür, onu kirleten ve örten günahlardır."(350)

"İnsanın yaratılış amacı emr olunduğu ibâdetleri yerine getirmektir. İbâdetleri yerine getirmenin amacı ise îmânın hakîkati olan yakînî elde etmektir. Fenâ ve bekâ devletlerinin elde edilmesinden ibâret olan velâyetten amaç, yalnızca bu yakîne erişmektir."(351) Burada yakîne ulaşmanın, insanın yaratılışındaki gâye olduğu söylenmektedir. Yakîne ulaşmayan îmân sâhibine fayda vermemektedir. Kişinin velâyet yoluna girmesindeki amaç ta yakîne erişebilmektir.

Münir Derman Hoca ise yakîn konusunda şunları söyler: Yakînin oluşması için önce hayâ gereklidir. Hayâ kendini, sınırlarını ve Rabbini iyi tanımaktır. "Hakiki kulluk, ibâdet mücâdele ehlinin işidir. İlme‘l–yakîn ile başlar. Ubûdiyyet yakınlık ehlinin işidir ki ayne‘l–yakîn ile başlar. Ubûdet müşahede ehlinin işidir, hakka‘l–yakîn ile başlar. Ancak bu mertebe başlamadan evvel insanda hayâ sıfatının belirmesi lâzımdır.(352) Münir Derman Hoca yakîn ile hayâ arasında sıkı bir bağ kurmakta, yakînin hayânın ardından geleceğini söylemektedir. O‘da Kuşeyrî gibi yakîni üçe ayırmakta, kulluk derinleştikçe bu basamakların aşılacağını belirtmektedir. Hayâyı "Kendini ve Rabbini iyi tanımaktır." şeklinde ta‘rif eden Münir Derman Hoca hayâ ile yakîn arasında bir bağ kurmaktadır. Yakîn, bir şeyi kesin olarak bilmek olunca tanımadan bilmek mümkün değildir. Önce hayâ sahibi olunacak, yakîn zâten arkadan gelecektir. Yakîn konusu ile ilgili olarak bu, ibâdet, ubûdiyyet ve ubûdet ayrımı bir de şöyle ta‘rif edilmiştir. "İbâdet, avamın kulluk hizmeti, ubûdiyyet, şuur ve basîret insanlarının îfâ ettiği vazife ubûdet ise saflar safların sorumluluklarını yerine getirmeleridir. Birincisi mücâhede insanın işi, ikincisi aşılmaz zorlukları göğüsleyen civanmertlerin tavrı, üçüncüsü de kalb ve rûhlarının enginlikleri ile Hakk‘a müteveccih olanların hâli olarak yorumlanabilir."(353)

O da Kuşeyrî gibi yakîni üçe ayırmakta, kulluk derinleştikçe bu basamakların aşılacağını belirtmektedir. Hayâyı "kendini ve Rabbini iyi tanımaktır" şeklinde ta‘rif eden Münir Derman Hoca hayâ ile yakîn arasında bir bağ kurmaktadır. Çünkü O daha önce de "aklın, düşüncenin ve kuvvetin hududuna hayâ duygusuyla varılır" demişti. Yakîn, bir şeyi kesin olarak bilmek olunca tanımadan bilmek mümkün değildir.
347 İbn Manzur, Lisan, Cilt XIII, s.457.
348 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 708.
349 Özdağ, Musa, Mehmed Feyzi Efendi’den Feyizler, Hamle Yay. , ss. 214-216.
350 Ünal, Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yay. , İst. 1990. , s. 470.
351 İmam Rabbanî, Mektûbât, Yeni Şafak, 2006, s. 219.
352 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 33.
353 Gülen, Fethullah, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s.86-87.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.5.4. Feth

"Feth, Arapça; açma, keşad, başlama, zabt, bir şehri düşman elinden alma, gâlibiyet, zafer, nusret mânalârına gelir."(354)

Fetih kelimesi etimolojisi i‘tibâriyle açılış anlamına gelmekte, tasavvuf ıstılahındaysa seyr u sülûkta daha yüksek bir makâma ulaşılmasıyla birlikte gelen manevî bir açılışı, bir aydınlanmayı ifâde etmektedir. Ve böyle bir fetih genelde uzun bir riyazet döneminin ardından ortaya çıkar."(355) Buradan anladığımıza göre mânevî açılıştan kasıt, gerçeklerin üstünü örten örtünün açılması, aydınlanma ise gerçekleri ayan beyan görmemizi sağlayan bir aydınlanmadır. Nasıl ki insan yüksek bir yere çıktığında aşağıda cereyan eden olayları daha iyi görmekte, aralarındaki bağlantıyı bizzat müşâhede edip daha iyi anlamakta ise seyr u sülûkta da yüksek mertebelere çıkan biri için aynı aydınlanma hâli gerçekleşmektedir.

"Sufîler iç dünyalarından kaynaklanan bilgilere fetih adını da verirler. Seyr u sülûk hayâtının üçüncü merhalesi olan seyr alellah safhasında vukû bulan fetihe feth–i evvel adı verilir. İsmail Hakkı Bursevi (ö. 1137/1725) feth–i evvel için şöyle diyor: İlk fetih ve kalbin açılışı mürşid–i kâmilin eli altında on–on beş günlük sürekli halvet ve zikirle başlar. Bu noktada mürşid çok önemlidir. Son fetih ise on seneden daha çok sürebilir. Çünkü tevhîd, tecrit, tefrit, âfâk ve enfüste sıra takip etmek gerekir. Bu makamlar bir anda aşılamaz."(356) Tasavvuf yolunda ilerlemek rehbersiz mümkün olmadığından fethin gerçekleşmesinde de bir mürşid-i kâmile ihtiyaç vardır. Onun önderliğinde yapılacak halvet ve zikr burada da çok önemlidir. Ancak feth her zaman gerçekleşmeyebilir. Nitekim şu düşünceler bunu ifâde eder.

Allah‘ın nice sevgili kulları vardır ki Cenab–ı Hakk ona acıdığı için keşfini açmaz. Çünkü zâtı temizlenmeden keşfi açılır ise o zaman maazallah olmadık zararlar görür, basit dünyaya bile kapanır. Yine Allah‘ın nice sevgili kulları vardır ki Allah onun fethini ölürken açar. Nice kulları da vardır ki keşfi açılmadan ölür."(357)

Münir Derman Hoca da fethe aynı anlamları yükler. Ona göre de feth manevî bir açılış, bir aydınlanmadır. Bu konuda bir örnek vererek bâzı sorular sorar. Bu soruların cevabını bulman fethin ortaya çıkışıdır der ve şöyle devam eder: "Göz bir âlettir. Dışarıdaki bir cisimden gelen ziyâ dalgaları o cismin şeklini dimağa kadar götürür. Ve biz o cismi görürüz. Fakat cismi dışarıda görürüz. Kulak bir âlettir. Dışarıdan gelen ses dalgaları kulaktan dimağa kadar girer, duyarız. Fakat sesi dâima çıktığı yerde duyarız, kulağımızda değil. Burun bir âlettir. Bir yerden koku dalgaları burnumuza kadar gelir. Kokuyu burnumuzda duyarız, dışarıda değil. İşte bu küçük misâli halletmeye bak. Bunun hallinde feth vardır. Fetih kuvvetin bilinen sırrıdır."(358)

"Feth kalb gözünün tevfik-i rabbanî ile açılmasıdır. Hayâ makamına ulaşılınca feth başlar. Bu göz açıldı mı ahlâk, fazîlet, doğruluk o kimse için asla değişmeyen, değiştirilemeyen bir haslet olur."(359) Ayrıca O başka bir yerde şöyle söyler: "Sevgiden korkuya, korkudan karanlığa, oradan edebe ve fethe gidilir."(360)
Zâten hayâ makâmına sevgi ve korkunun karışımı ile ulaşılır. Allah sevgisi ve Allah korkusu kişi için o kadar önemlidir ki onlar olmaksızın gerçek bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Ve netîcede sırat-ı müstakîme. Yine O‘na göre "Akıl, kalb, nefs ve rûh nurlandı mı, gerçek aydınlığa erdi mi feth başlamıştır."(361)

Münir Derman görenin ve duyanın "Ben kulumla görür, işitirim" kudsi hadisine atıfla Allah olduğunu kokuyu alanın ise insan olduğunu ifâde eder. Melek Hoca‘ya göre koku bu dünyaya ait bir olgudur. Bunun kanıtı da rüyâda koku duyulmamasıdır. Sanıyorum bu bilgiyle yukarıdaki bilgilerin harmanlanarak yeni bilgiler ortaya çıkarılması gerekmektedir. Ancak bu, fethin ta‘rifinde de belirtildiği gibi kolay değildir. Bir mürşid–i kâmilin eli altında halvet, zikir ve mücahede ile gerçekleşebilir.
Yine onun deyişiyle "Allah bir insana fetih verirse bununla o kişi Kur‘an‘ın içyüzünü anlar."(362)


354 Sami, Şemsettin, Kamus-ı Türkî, s.981.
355 Addas, İbn Arabi-Kibrit-i Ahmer’in Peşinde., s. 55.
356 Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, Dergah Yay. 2010, s. 104.
357 Debbağ, Abdülaziz, Kitab–ül İbrîz, Derleyen: Ahmed İbni Mübarek, Bahar Yay., İst. 1976, s. 431.
358 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 52.
359 Derman, Münir, Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin Müslümanlara Nasihatları,s.10.
360 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 250.
361 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s.26.
362 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 7.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.6. Vahdet–i Vücûd

"Tasavvufi tefekkür ve yorumların insan-kâinât-Allah üçlüsünü izah eden sistemine vahdet-i vücûd adı verilmiştir."(363)

"Vahdet–i vücûd, vücûdun (varlığın) birliği demektir. Sûfîlere göre bizâtihî kendiliğinden kâim (var) olan vücûd birdir, o da Hakk Teâlâ‘nın vücududur. Bu vücût (varlık) vacip, kadim ve ezelîdir. Taaddüd (çoğalma), tecezzî (parçalanma), tebeddül (değişme) ve taksim (bölünme) kabul etmez. Onun şekli, sûreti, haddi yoktur. Buna vücûd–i mutlak denir. Hakk‘ın varlığı kâinâta nispetle bir ayna mesâbesinde olup akledilen ve hissedilen bütün eşya onda zâhir olur. Nitekim güneşin nuru bir olduğu halde muhtelif renklerle boyanmış olan camlara aksettiği zaman değişik renklerde görülmektedir. Âlem Hakk‘ın zâhirî, Hakk âlemin bâtınıdır. Eşyanın hakîkatleri nefislerinde, kendilerinde sabit değil, Hakk‘ın vücuduyla sabittir. Onların aslı yokluktur. Kâinât vücûda gelmeden önce zât–ı ilâhî ile beraber başka bir şey mevcut olmadığı gibi şimdi de onunla beraber herhangi bir mevcut şey yoktur."(364)

"Sûfilere göre âlem her an ilâhî tecellîye mazhâriyetle ayakta durur. Cenâb-ı Hakk, bir an vücûd bahşetmemiş olsa, âlemden eser kalmaz. Zîra âlem zâtına göre yok, Hakk‘a göre mevcuttur."(365)

Yukarıda anlatıldığı şekliyle vahdet–i vücûd konusu tasavvufta üzerinde en çok tartışılan konulardan biri olmuştur. Bu düşünceyi benimseyen veya tam tersine reddeden birçok âlim, sûfî bulunmaktadır. Bizim tezimizin konusu olan Münir Derman Hoca da vahdet–i vücûd fikrini benimseyenler tarafındadır.

Selçuk Eraydın‘ın söylediği şu cümlelerden yola çıkarsak, aslında vahdet–i vücûdun herkes tarafından kabul edilmesi gereken bir düşünce olmadığı sonucuna varırız: "Vahdet–i vücûdun aslında ilm–i ezvâk olduğunu hatırlatmak yerinde olur. Herkes aşk ile aşkın hâllerinden bahsedebilir; fakat aşkın lezzetini ancak âşık olanlar bilir."(366)

Hallac–ı Mansur‘un idamından önce yaptığı duâ vahdet–i vücûdun hâlen ve zevkân yaşandığına en açık delildir:

"…Senin kulların, sana olan yakınlıklarından ve dinlerine duydukları aşırı bağlılıktan dolayı beni öldürmek için toplandılar. Onları affet! Çünkü Sen, bana gösterdiğin bu esrarı, onlara da göstermiş olsaydın, hakkımda bu tarz düşünmeyeceklerdi. Şayet onlardan gizlemiş olduğun sırları, benden de gizlemiş olsaydın, bu duruma düşmezdim."(367)

"Nitekim Hasan Kâmil Yılmaz da tasavvufta, varlık konusunda temel ilke varlığın birliğidir demektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)‘in: "Kaygılarını Tek‘ e indirenin diğer kaygılarına Allah Teâlâ‘nın kefîl olduğuna" dair hadisi cem veya birlik düşüncesinin temelini oluşturmuştur. Çünkü kaygı ve düşünceleri Bir‘e indirmek, daima Bir‘i görmek, Bir‘i mülâhaza etmek, Bir ile cem olmak şeklinde gelişerek tevhîd ve varlığın birliği ilkesi şeklinde ifâde edilir olmuştur. Ancak bu birlik bir nazariye veya aklî istidlâlle elde edilen sonuç olmayıp riyâzet ve manevî yükselişle, rûhî tecrübeyle elde edilir."(368)

Burada da görüldüğü üzere vahdet–i vücûd fikri tasavvufun genelinde olduğu gibi tamamen kişiye özel, yaşanarak elde edilen bir düşünce tarzıdır. Çünkü kaygı ve düşüncelerinin Bir‘e indirebilmek aklî delillerle değil ancak mânevî yükselişle sağlanabilir. Bedeninin değil rûhunun derce-i hayâtında yaşayabilenler nereye baksa, ne duysa aslında hep O‘nu görüp O‘nu duyduğunu anlayacaktır.

"Aslında insan kendi zâtıyla ne görebilir, ne anlayabilir ne de tutabilir. Allah Teâlâ insanı kendi sûreti üzere hayy, âlîm, kadîr, mürîd, semi‘, basîr, mütekellim olarak yarattı. Çünkü Hakk Teâlâ insanı isimleriyle isimlendirmiştir. Allah Teâlâ‘ya izâfe edilen bir şey bir nispetle insana da izâfe edilmiştir. Bu nispetler hakîkat yönünden Hakk‘ın aynı, mazhâriyet yönünden gayrıdır."(369) Allah Teâlâ kendi isimlerinin tecellîleri ile insanı donattığından her insan değerli ayrıca her insan Allah(cc)‘ın yansıdığı bir ayna hükmündedir. Aynı zamanda her varlık da böyle olduğundan varlığın birliği fikrini anlamak zor olmasa gerektir.

Bu konu hakkında "başta da söylendiği üzere, çok tartışılan konulardan biri olması hasebiyle" birçok şeyler söylenmektedir. Onu anlatmaya yönelik söylenen her cümle bir bakıma yarımdır. Çünkü o anlatılmaz ancak yaşanır. Münir Derman Hoca‘da eserlerinin muhtelif yerlerinde bu konuya değinmiştir. Onları şu şekilde toparlayabiliriz:

O‘na göre "Allah‘ın haricinde kâinât yoktur. Mevcudâtın ve faaliyetin hepsi Allah‘ın görünüşüdür."(370) Gördüğümüz her şey Allah‘ın başka türlü bir yansıması, görünüşü olduğuna göre sadece Allah var demektir.

O ayrıca konuyla ilgili şunları söyler: "Kendi işini kendin yaparsan, Allah‘ın verdiği malzemeyle yapmış olursun. O halde onunla birlikte yapıyorsun demektir. İşte bu cümleyi anlayan bütün kâinât sırrını anlar. Kendine güvenmenin Allah‘a güvenmek olduğunu bil. Miskin olup başkasından yardım isteme, Allah‘ı unutup şirke girme. Kendini bırak O‘na. O ne yaparsa yapsın güzel yapar. Böylelikle asıl dostun ile dost olursun."(371) Melek Hoca burada başkasından bir bardak su istemek bile dâhil, kimseden bir şey istenmemesini öğütlemektedir. Kendi işini kendi yapan aslında Allah ile birlikte yapıyor demektir. Başkasından yardım isteyen ise Allah‘a yeterince güvenmiyordur. Tembelliği bırak gerçek Dost‘un ile dost ol demekle de Allah‘a güvenip, çalışan bir insan Allah Teâlâyı her an yanında, yardımcısı olarak görebilir, demektedir. Zâten O‘ndan başka güç-kuvvet sâhibi var mıdır?

Melek Hoca‘ya göre de "Mutlak hakîkat Allah‘tır. Her şey O‘ndan fakat hiçbir şey O değildir. tevhîd ise bunu bilmektir. Aman dikkat et, anlamayanlar Mansur gibi senin de başını vururlar. Mansurluğunu ilân etme, Allah ile aranda sır kalsın. Mecnûn gibi Leylâ‘ya bağlan. O zaman çölü de görmezsin, kumu da, sıcağı da. O aşkla Allah‘dan başka bir şey göremezsin. Hiç ol ki onunla beraber olduğunu anlarsın o zaman."(372)

Münir Derman‘ın bu konunun anlaşılabilmesine yardım edecek bir açıklaması da şu şekildedir: "Her şey topraktandır. Fakat her şey toprak değildir. İnsan da topraktan yaratıldı. Topraktan yaratılan cesedi rûhun emrine alırsan rûh onu her gün toprağa secde yaptırır. Toprağa niçin secde ettiğinin anlamı da budur işte."(373) İnsan topraktan yaratıldığı için toprağa karşı bir özlemi vardır. Toprağa secde etmek rûhun ihtiyacıdır. Rûh cesedin emrinde değil, cesed rûhun emrinde olursa bu özlem giderilebilir. Yoksa insan içinde hiç bitmeyen ve çâresini bulamadığı, ne yapsa yerini dolduramadığı bir eksiklik hisseder.

"Allah‘tan hâli, boş bir yer ve O‘ nsuz mevcut olmadığından bâtıl dâhi yok demektir. Her insan, her şey kâinâtta Hakk‘ın bir başka sûrette bize eli uzanan sâdık bir dosttur. Onun için her şeyde Hakk‘ı görenler başka insanlardır."(374)

Allah‘ı göremememizin sebebi de aslında O‘nun dışında olmadığımızdandır. Bu eskilerin söylediği "Şiddeti zuhûrundan gizlenmiş" sözüyle aynı anlamdadır.

Bu düşünceye göre, tek gerçek varlık Allah‘tır. Âlem ise onun isim ve sıfatlarının tecellisinden meydana gelen gölge varlıktır. Bunu sezip anlayan, her şeyde yaratıcıyı hissedip gören kişiler, hayâtta hep huzûr içindedirler. Her şey ve herkes onlara göre dosttur. Bundan dolayı hiç üzüntü duymazlar. Leylâyı bulan Mecnûn başka ne ister ki. Şimdi buradan Münir Derman Hoca‘nın insan–kâinât–Allah arasındaki ilişkiye dâir olan düşüncelerine geçebiliriz.


363 Komisyon, Evrensel Mesajlar, D.İ.B.Yay. , Ank.2008,s.169.
364 Ertuğrul, İsmail Fennî, Vahdet–i Vücûd ve İbn Arabî, İnsan Yay., İstanbul 2008, ss. 11–13.
365 Kam, Ferit, Vahdeti-i Vucud, Sadeleştiren: Ethem Cebecioğlu, D.İ.B. Yay. Ank. 1994, s.126.
366 Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 209.
367 Eraydın ,a.g.e. , s. 211.
368 Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, ss. 316–318.
369 Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, ss. 221–222.
370 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 127.
371 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt IV, s. 23.
372 Derman, a.g.e. , Cilt IV, s. 24.
373 Derman, a.g.e. ,Cilt IV, s. 34.
374 Derman, Münir, Su, Cilt III, s. 42.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.7. İnsan – Kâinât – Allah

"İnsanoğlu var olduğu günden beri insan, varlık ve Allah ilişkisine ilgi duymaktadır. Bütün dinler, felsefî sistemler genellikle bu ilişkiyi çözmeye ve anlatmaya çalışırlar. Tasavvufî düşüncede de varlık konusu önemli bir yer işgâl eder."(375)

"Kur‘an‘ın ifâdesiyle insan evrende tanıdığımız, bildiğimiz bütün varlıklardan ayrı ve daha üstün bir varlıktır. Böyle bir varlığın büyük sorumlulukları vardır: Öncelikle insan kendini tanımalı, görevlerini bilmeli ve yaratılış amacını öğrenmeli, kendi gayretiyle yokluk içinden çıkışını gerçekleştirmeli çevresini saran doğa ile birlikte ve ahenk içinde yaşamalıdır."(376) Her nimetin bir külfeti vardır gerçeğinden hareketle, insanın da insan olmaktan dolayı sorumluluğu vardır. Öncelikle kendini ve Rabbini tanıyacaktır. Sonra da tüm kâinâtı bir orkestra gibi düşünürsek insan da bunun hem bir parçası hem de şefidir. İnsan orkestraya uyumlu bir ritim çıkarmak zorunda ayrıca orkestrayı da yönetmek durumundadır. Yaratılmış varlıklar içinde insanın bu ayrıcalıklı konumu şu cümlelerde de ifâdesini bulmaktadır:

"Allah Teâlâ‘nın birçok ismi vardır. Allah, bu âlemi isimleriyle kuşatmıştır. Âlemdeki bütün oluşlar ve eylemler, O‘nun isimlerinin devrânı ile gerçekleşir. Sûfîlere göre insan, kendisinde Allah‘ın isimlerinin açığa çıktığı bir mahlûktur. İsim, zuhûra ereceği mekânı arar. İşte o mekân, insandır. Rab, insanı çok sever. Çünkü bütün sırları, insanda açığa çıkar."(377) Evrendeki varlıklar arasında insanın yeri çok özeldir. Ancak hepimiz insan olma potansiyelinde yaratılmış olmamıza rağmen, insan olabilmemiz çok özel çaba ve gayretler gerektirmektedir.

"İnsan, balçıktan ve Allah‘ın rûhundan meydana getirildiği için iki boyutlu, düalist bir varlıktır. O, bir boyutuyla balçığa ve kötülüğe meyillidir. Tabiatında ve mayasında durmaya, bir yerde çöküp kalmaya, durgunluğa karşı bir temâyül vardır. Diğer taraftan öbür boyutu yani Kur‘an‘ın tâbiri ile Allah‘ın rûhu ise yüceliğe meyillidir. Birinci boyutun aksine, yükselmeye, düşünülebilen en yüce zirvelere tırmanmaya meyillidir. İnsanın büyüklüğü ve önemi iki boyutlu bir varlık olmasından ileri gelmektedir. Balçık ve çökelti kutbu ya da yücelik ve Allah‘ın rûhuna gitmeyi istemesi, kendi irâdesinde olan bir şeydir. Bu çaba ve savaş insanın içinde sürmektedir."(378) Burada anlatılanı şöyle de ifâde edebiliriz. Rûh, sürekli âit olduğu yere yükselmek istemekte beden ise âdetâ onu eteğinden tutup kendisi gibi madde olan bu dünyaya doğru çekmektedir. İnsan işte bu iki farklı duygunun savaşını vermektedir. Savaşı kazanan rûh olduğunda, insan da insan olmaktadır.

"Kur‘an–ı Kerîm‘e göre Allah yalnız üstün varlık değil, aynı zamanda var denmeye lâyık, tek gerçek varlıktır. Varlık dünyasının merkezinde Allah vardır. Buna rağmen Kur‘an‘da bütün yaratıklar arasında en büyük önem insana verilmiştir. Kur‘an Allah kadar insana da dikkati çeker. Kur‘an düşüncesi esas olarak insanın kurtuluşu meselesiyle ilgilenir. Şayet bu mesele olmasaydı Kur‘an gönderilmezdi. Allah ile insan arasında dört çeşit münâsebet cereyan etmektedir:

1. Ontolojik : İnsan ile Allah arasındaki yaratan–yaratılan münâsebeti.

2. Haberleşme: Haberleşmenin iki yolu vardır. Bunlar birbirinden ayırt edilmelidir.
I-Sözlü Haberleşme.
II- Sözsüz Haberleşme. Sözlü haberleşme yukarıdan aşağıya doğru olursa dar ve teknik anlamıyla vahydir. Aşağıdan yukarıya doğru olursa duâdır.

3. Rab–Kul : Bu münâsebet Allah tarafında kendisinin Rab olması dolayısıyla izzet, celâl, kudret v.s. sahibi olmasını gerektirir; insan tarafında da onun kul olması dolayısıyla mütevâzî, itaatkâr, kuldan istenen diğer özelliklere sahip olmasını gerektirir.

4. Ahlâki: Bu münasebet Allah‘ın birbirinden çok farklı iki cephesine dayanır. Allah bir yandan iyilik, merhamet, şefkât ve ihsân sahibi, diğer yandan da gazap, şiddet, adâlet sahibidir. Aynı şekilde insanda da böyle zıt sıfatlar vardır."(379) Izutsu burada insan–Allah arasındaki ilişkiyi en kısa ve anlaşılır şekilde açıklamıştır.

Münir Derman Hoca‘nın insan-kâinât ve Allah konusuna nasıl değindiği sorusuna gelince O‘nun eserlerinde bu başlıklar ayrı ayrı yerlerde işlenmiştir.

Münir Derman Hoca bu konuyla alakalı olarak; önce Allah Teâlâ tarafından insanın nasıl yaratıldığına ve bunun sonuçlarına değinmiştir: "Kur‘an–ı Kerîm‘de insanın yaratılışı hakkında birçok haberler olduğu gibi, terkip ve yaratılış malzemesi olarak da malûmat mevcuttur. Bu âyet–i kerîmelerde üç esasın tecellisi gizlidir: Allah‘ın murat ve arzusu...Bildirdikleri...Allah‘ın kudreti ve gücü..."(380)

"Yaratılışta mekânda bulunan malzeme olarak bildirenler şunlardır: Tıyn, salsal, hame, turap. Ayrıca şunlardan da bahsedilmektedir: Nutfe, alaka, su, tek bir nefs, zevceyn (müsbet, menfî; erkek, dişi)" Derman Hoca sonra bu malzemelerden insanın nasıl yaratıldığına dâir açıklama yapar ve şöyle devam eder. Hakk Cebrail‘e bildirir: Arz üzerinde falan noktadan bir avuç toprak al; arşımdan iki avuç su al; Cebrail‘in elinde ilâhî harç yoğruluyor. Cebrail‘e emir çıkar, at. Hakk‘ın esmâları, kudreti, gücü tecellî eder her bir parçada. Bunlara toplan emri çıkar, insan mankeni teşekkül eder. Kemikler, etler, sinirler, kan, ne varsa her şey. Birden rûh nefhedilir. İnsan âdem olur o anda. Nefh, işgal etmek, şûlelendirmek demektir."(381)

O insanı şu şekilde de tanımlar: "İlahi esmâların su ve toprakla karışmasından husûle gelen şekil insandır. Bu cesette oturmak bütün hassa ve ilâhî hünerleri göstermek, Allah‘ın emrinde olan rûha verilmiştir. Bu misafire hürmet için temiz olmak, haram sokmamak, haset, dedikodu etmemek lâzımdır."(382) Burada Derman Hoca bedeni bir ev, rûhu da evde bir süreliğine oturan kişi (misâfir) olarak tanımlamakta. Nasıl ki misâfire hürmet edilirse, rûha da öyle hürmet etmek gerektiğini söylemekte. Misâfir için yapılacak ilk iş temizliktir. Ama buradaki temizlik sadece maddî değil hem maddî hem de manevî bir temizliktir. Haram yemek, haset ve dedikodu etmek gibi günahlar manevî pislik anlamına geldiğinden, rûh bu bedende bulunduğu müddetçe bunlardan uzak durmalıyız. Yoksa öbür dünyada yüzümüz kızarır, utanırız.

Münir Derman Hoca‘ya göre Allah, Rabb ve Hakk kelimeleri birbirinden farklı anlamlar ihtivâ eder ve biri diğeri yerine kullanılamaz.

"Mutlak hakîkat Allah‘ dır. Kudretini gösterdi Rabb oldu, göründü Hakk oldu. Güneşten ziyâ nasıl neşrolursa Allah‘ın kudret ve güçleri de kendisinden nebean(fışkırmak) eder. Esmâlar işte böyledir. Nasıl ki güneşin ziyâ huzmeleri güneş değildir. Rabb, Allah demek değildir. Kudret ve güçleriyle görünmesi Rabb‘ dır. Resûl‘e nâzil olan ilk âyet "Yaratan Rabbinin ismiyle oku"(383) dur. Allah‘ın ismiyle oku değildir. Hülâsası budur. Gerisini sen çözmeye çalış, anla. Daha uzun söylemek doğru değildir."(384)

"Bu insan–kâinât–Allah üçgeninde Peygamber Efendimiz (s.a.v.)‘in yeri ise bambaşkadır. Allah Teâlâ‘nın katında Peygamberimiz (s.a.v.)‘in ne kadar değerli olduğunu şuradan anlayabiliriz: "Seni halkeden, Ekrem olan Allah‘ın ismiyle oku ki, O Allah insanı bir alaka‘ dan yarattı."(385) Seni alakadan yarattık buyrulmuyor. Rasûl‘e verilen Allah‘ın en büyük taltifi ve mertebe nişanı budur."(386) Münir Derman Hoca kâinâtın özü sayılan Nûr-u Muhammedî konusunda da şöyle söyler: "Arş Allah‘ın zâtının aydınlığıdır. Yaratılmamıştır. Bu ışıktan bir nebze ayrıldı ve Allah onu varlığa döndürdü. İşte o Nûr-u Muhammedî‘dir."(387)

Hatta Peygamberimiz‘in varlığı o kadar önemlidir ki: "Kâinât O‘nun cesed–i mübarekinin orada bulunmasıyla kâimdir. Cesed–i mutahhar–ı Rasûl arzdan kaldırıldığı an dehşetengiz gün gelecektir. Allah‘ın bu lütfunu anlamalı, gece gündüz oraya teveccüh etmelidir."(388)

Münir Derman Hoca, bu konuyla alakalı olarak şöyle devam etmektedir. "O‘nun ismini Rabb‘ül–Âlemin koymuştur. Anlamı hamd edici demektir. Yani hamd edene bu kadar önem veriliyor. Gözünü dört aç. Sîret–i Rasûl‘ü taklit edene, ondan sonra korku kat‘iyyen yoktur. Bu şaka değil, fenâ fi‘r-Resûl olursun. Rasûl‘de erimek demek mağfiret–i sübhanîye deryasında zevk içinde yüzmek demektir. O zaman cennet de senin, nîmet de senin, huzur da senin. Sana şah damarından yakın olan Cenab–ı Rabbil âlemin ile hembezm olursun. Bundan öte daha ne var ki… O‘nun için Ravza‘ya ya rûhen ya ceseden yüz sürmeye gayret et. Ceseden sürmek kolay, rûhen sürmek güçtür. Rûhun cesedini oraya getirecek, cesedin rûhunu değil."(389)

Derman Hoca‘nın Rasûlullah (s.a.v.) sevgisi eserlerinin her yerinde göze çarpmaktadır. "Derman Hoca‘nın Rasûlullah‘a olan bağlılık, sadakat ve muhabbeti oldukça fazlaydı. Bu muhabbet karşısında uzun yıllar kaldığı Suudi Arabistan‘da Rasûl‘u Ekrem‘in kabri şerifini edebinden ziyâret edememiştir. Çok ısrar ettikleri için yalnız bir defa girebilmiştir. Girdiği zamanda çoraplarını, eşyalarını dışarıda çıkararak, son derece edep ve tevazu içinde karşısına çıkmıştır. "Hac ziyâretine gidildiğinde Rasûlullah‘ın kabrine fazla yanaşmaya çalışmayın. Dışarıda kalıp oradan ziyâret etmek edeben daha uygundur" demiştir."(390)

Münir Derman Hoca‘ya göre Peygamberimiz (s.a.v.) diğer peygamberler arasında da ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bunu şöyle ifâde etmektedir: "İmkân âleminin kudret âlemindeki sözcüsü yalnız Rasûl–ü Ekrem‘dir. İmkân âleminin yaradılışındaki ilk nüve kudret âleminde Nûr–u Muhammedî‘dir. Diğer peygamberler ise kudret âleminin imkân âlemindeki sözcüsü olarak kalmışlardır."(391)

İnsan-kâinât-Allah arasında var olan alâka, tüm insanların merakını celbetmiş, hâlâ da ilgisini çekmeye devam etmektedir. Aslında bu merak duygusu insanın yaratılışında onun içine yerleştirilenlerdendir. Zâten peygamberlerde bu alâkayı açıklamak, insanoğlunun zihnindeki soruların karşılığını vermek için gelmişlerdir. İnsanın kâinât içinde çok ayrıcalıklı bir yeri vardır. Münir Derman Hoca‘ya göre insan, bunu fark etmeli ve kendi değerine uygun bir tarzda, tüm kâinâtla uyumlu bir şekilde hayâtını sürdürmeli, Rabbini iyi tanımalıdır. Allah Teâlâ Peygamberimize verdiği özel önemi görmeli, buradan kendine dersler çıkarmalıdır. İşte o zaman cennet de, nîmet de, huzûr da insanın olur. O‘nun dediği gibi bundan öte daha ne var ki?

Münir Derman Hoca‘nın eserlerinde görebildiğimiz, bahsedilen tasavvufî kavramlar bunlardan ibârettir. O‘nun bu kavramlara yüklediği anlamlar görüldüğü üzere çoğunlukla diğer ulemâ ile uyumludur. Ancak bâzı konularda çok farklı şeyler de söylemektedir. Eserleri baştan sona okununca bu farklılık belirgin bir şekilde görülmektedir. Sanırız bunda dünyanın sonunun her zamankinden daha fazla yaklaşmış olmasının ve bunları kendisinden sonra başka kimsenin "söyleyemeyeceğine" olan inancının etkisi vardır.
375 Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, s. 190.
376 Atik, M. Kemal, Kur’an Işığında Allah–İnsan İlişkisi, Öncü Kitap, 2010, s. 54.
377 Kılıç, Mahmud Erol, Tasavvufa Giriş, s.49.
378 Şeriatî, Ali, İnsan, Fecr yay., Ank. 2008, s. 17–18.
379 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 69.
380 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt I, s. 8.
381 Derman, a.g.e. , Cilt I, s. 8.
382 Derman, a.g.e. , Cilt V, s. 67.
383 Alak, 96/1.
384 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 14.
385 Alak, 96/2-3
386 Derman, Münir, Su, Cilt III, s. 15.
387 Derman, Münir; Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 38.
388 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt IV, s. 79.
389 Derman, a.g.e., Cilt IV, s. 76–77.
390 Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, Basılmamış Lisans Tezi, Ankara 2000, s. 40.
391 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 75.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

III. BÖLÜM

3. PRATİK UYGULAMALAR

3.1. Namaz

"İsm-i Fârisi, beş vakitte edâsı ehl-i İslam için farz olan erkândır."(392) Dilimize Farsçadan giren "eğilmek" mânâsındaki "namaz" ; Kuran‘da "salât" adıyla yüzden fazla yerde tekrarlanır. Salât, Arapçada genellikle duâ mânâsına kullanılır."salât"ın salâ kökünden "patlama" , "parlama / tutuşma" anlamına geldiği de bilinir." (393)

"Kur‘an-ı Kerîmde mutlak biçimde namaz emrine defalarca yer verildiği gibi bâzı âyetlerde çeşitli üsluplarla namazın önemine işaret edilerek namaz kılanlardan övgü ile söz edilmiştir. (el-En‘âm 6/92; el-Mü‘minûn 23/9; el-Meâriç 70/22-35) , namazı ciddiye almayıp özünden uzaklaşanlar ise yerilmiştir. (el-Mâun 107/ 5)"(394)

"Namaz İbn Arabî‘nin de işâret ettiği gibi yatay, dikey ve kırık üç hareket şeklini birleştiren esrarlı bir ibâdet biçimidir. Salât, filolojik mânâsında da görüldüğü üzere, o Allah‘tan kula bir rahmet, kuldan Allah‘a bir duâ, meleklerden kul için bir istiğfar, ümmetten Hz. Peygamber (s.a.v.)‘e bir ilticâ ve nihayet Peygamberimizden ümmete bir şefaat olarak fonksiyon icrâ etmektedir. Namaz sayesinde sonsuzdan nasiplenme, namazdaki niyet ve konsantrasyonun kalitesi ve çapıyla orantılıdır. Bu Kur‘an‘da huşû adıyla anılmaktadır."(395)

Kur‘an‘da Allah Teâla şöyle buyurmuştur:

"Kitaptan sana vahyedilenleri oku; namazı özenle kıl. Kuşkusuz namaz hayâsızlık ve kötülükten men eder. Allah‘ı anmak her şeyden önemlidir. Allah yaptıklarınızı bilir."(396) Namaz, inanan bir insan için ibâdetlerin en önemlisidir. Çünkü namaz Allah‘ı anmak, hatırlamak, zikretmektir. Mü‘minin Allah‘ı hatırlamadığı bir ânının olması düşünülemez. Namazın bu anlamı içerdiği idrak edilirse işte o namaz insanı tüm kötülüklerden uzak tutar. Kişi neyi, niçin yaptığını her an hatırda tutmalıdır.

Kelâbâzi: Namazın ne derece ehemmiyetli bir ibâdet olduğunu şöyle anlatmaktadır: "O "Kula dünyada kendisine izin verilip de kıldığı iki rekat namazdan daha hayırlısı verilmemiştir" hadisinden yola çıkarak namazın ve dolayısıyla namazdaki secdenin, âhirette müminlere "Allah‘ı nazar" nimetinin dünyada kısmen tattırılması olduğunu belirtir. Kelâbâzî‘ye göre namaz, Allah‘ı tâzim sadedinde ibâdetlerin en toparlayıcı hüviyetli olanıdır. Namazın başlangıcı gönlü dünya alâkalarından temizlemektir, o da niyetle olur. Namaz vakitleri gündüz ve gecenin en fazîletli zamanlarıdır. Namazdaki huşû, kuldaki fenâ hâliyle alâkalıdır."(397)

"Avarifü‘l–Meârif yazarı ise namaz kalplerin mi‘râcıdır demektedir. Teşehhüt semâvâtın katlarının tedrîcen aşılarak, birçok mesafeleri geçtikten sonra, Vuslat mahalline ulaşmakdır. Tahiyyat ise mahlûkat‘ın Rabbine verilen bir selâmdır. Öyleyse, bu selâmı veren, kime ne söylediğini iyi düşünmeli, selâm verdiği Zât–ı Bâri‘ye karşı edebini korumalı ve bu selâmı nasıl söylediğinin farkında olmalıdır."(398)

Melek Hoca‘ya göre, "Namaz Allah‘a yaklaşmanın merdivenidir. O, bu merdiveni bırakma, boşlukta kalırsın der. Öyle ki o merdiven çıkıldıkça nurlaşır, temizlenir. Kullarının kendi katına teâlîsini isteyen Cenab–ı Allah bu yüzden namazı kat‘î bir emir ile farz kılmıştır."(399) "Zâten farz demek Allah‘ın sevdiği ve korumak istediği mahlûka bir iltifatıdır. Hakk‘ın arzuladığı hâle gelmek ve Hakk‘a yanaşmak için mecburiyettir."(400) Bildiğimiz üzere bütün ibâdetler aynı zamanda insana faydası olduğu için de emredilmiştir. Allah insanı seviyor ve onun kendi katına yükselmesini arzu ediyor ve bunun için gerekli yolları gösteriyor. Namaz Allah katına yükselebilmemizi sağlayacak, Derman Hoca‘nın dediği gibi bir merdivendir. Allah bu merdiveni bize uzatmış ki O‘nunla mülâkî olalım. Merdiven çıkmanın güçlüğüne dayanamazsak aslında kendimize zarar vermiş oluruz.

"Namaz bir miraçtır. Ancak Rasûl–ü Ekrem‘den başkasına rûhen miraçtır. Hiçbir Peygamber‘de ceseden mirâç yapmamıştır. Mekke‘den Kudüs‘e kadar ceseden, kul olarak yani hem ceset, hem rûh birlikte gitmiştir. Bu hâl iki durumu ilân eder. Birincisi ta‘dil–i erkânın farziyyetini, ikincisi tayyi mekânın mümkün olduğunu. Aslında namaz kılan rûhtur, ceset değildir. Ta‘dil–i erkân, cesedin rûhla birlikte hareket etmemesi için emrolunmuştur. Yani cesedi bir nevî disiplin altında tutmaktır. Böyle olmasa namaza başlayan derhal ortadan kaybolurdu. Namaz insanın vücudunu unutup rûhunun hâkim olduğu bir vaziyettir."(401) Burada namazdaki ta‘dil-i erkânın neden gerekli olduğunu öğreniyoruz ve namazda insanın (rûhunun) tayy-i mekân ettiğini, etmesi gerektiğini de. O‘na göre "Nefsin arzularıdır, rûhu cesede yapıştıran. Namazda rûh ile cesedi ayırmak için önce abdeste sonra ta‘dîl-i erkâna riâyet lazımdır."(402)

Münir Derman Hoca‘ya göre "Namaz vakitleri Allah indinde büyük bir sırrı ehâdiyyet taşır. Bundan dolayı o vakitlerdeki tesbihâta kulun da girmesini Allah arzulamıştır. O‘na göre namaz kılmayan kişiler zavallılardır. Allah‘ın namaza ihtiyacı yoktur. Kim ne söylerse söylesin namaz kılmayan, namaz uykudan hayırlıdır ne demektir bunu bilmeyen kişi zavallıdır."(403) Kelâbâzî‘nin namaz vakitleri gündüz ve gecenin en fazîletli zamanlarıdır dediği gibi Münir Derman Hoca da burada vaktin önemine dikkat çekiyor. İnsan o vakitlere hürmeten namaz kılmaktadır. Özellikle sabah ve akşam namazlarının vakti çok kıymetlidir. Yani vaktin kıymetinden ötürü o vakitlerde namaz emrolunmuştur. Bu konuyu biraz daha açarak o şöyle söylemektedir. "Sabah her şey başkadır. Güneş doğmadan evvel gökyüzü, yıldızlar, rüzgarlar, nebatlar, hayvanlar, toprak, sular, göller, denizler… Akşama yakın bütün bunlara dikkat eden görür, değişmeler vardır. Güneş battıktan sonra namaz vaktinde çok olaylar olur. Görmek lazımdır, duymak lazımdır, anlamak lazımdır. Bunlar hem maddî tabiat kânunlarında, hem hayvanlarda, nebâtlarda, her şeyde rûhânîyetde değişiklikler olur. Sabah namazı Allah‘a yanaşmanın merdivenidir. Sabah namazını daima vaktinde kılanların alınlarında ancak sabah namazında elde edilen bir iz vardır. Herkes o izi göremez. Bu iz, halıya, hasıra veya kilime sürtünmeden husûle gelen iz değildir ha… Sabah namazında leş gibi uyuyup kalmayın. Zâten onu vaktinde kılmayanın diğer namazları da şöyle böyledir."(404)

Namazda huzûr bulamıyorum, namazda aklıma olmayacak şeyler geliyor diyenlere ise Melek Hoca şu cevabı vermektedir: "Namazda huzûr bulamıyorum diyorsunuz… İlk iş cesetten rûhu ayırmak gerek. Cebrâil‘in yaptığı işi taklit etmek gerek. Peki, rûh cesetten nasıl ayrılacak? Nefsin arzuları rûhu cesede yapıştırır. Bunları kaldırmak, yok etmek gerek, cesede haram lokma sokmamak gerek. Sonra abdeste sonra da namazın fizikî erkânına dikkat etmek gerek. İşte insanın hatırına olmayacak şeylerin gelmesi de nefsin, cesede yapışıp rûhu bırakmadığındandır. Bunlar rûh ceset çarpışmasından meydana gelen düşüncelerdir. Bilmeyenler buna şeytan hatırıma getirdi der. Oysaki abdestli bir insana şeytan yanaşmaz; yanaşamaz değil. Lafa çok dikkat edin. Çünkü ona öyle emrolunmuştur. Şeytan Allah‘a âsî değildir. O gizli emirle bir murâdın tecellisi için vazîfe görmektedir. Bu yüzden şeytana küfretmek yasaktır."(405)

Sonuç olarak, Münir Derman Hoca namazın ne kadar önemli olduğunu ve onu düzgün bir şekilde edâ etmenin gerekliliğini anlatmakla kalmamış burada konuyu biraz daha açarak bunun nasıl başarılabileceğini de ta‘rif etmiştir. Müslüman olmak sadece namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibâdetlerle tamam olmaz. Hayâtın her anını bu bilinçle yaşamalıdır. Namazda ise bu bilinç hâli zirve noktada olmalıdır.
392 Sami, Şemsettin, Kamus-ı Türkî, s.147.
393 Komisyon, Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar,D.İ.B. Yay., İst. . 2007,s.271
394 Komisyon, T.D.V.İslam Ans., İst.,2006.Cilt XXXII.s.351.
395 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, ss. 455–459.
396 Ankebut, 29/45.
397 Göktaş, Hicri IV.Asır Buhara’da Tasavvuf Kelâbâti Örneği, ss. 355–357.
398 Sühreverdi, Avarifu’l-Maarif, s. 405.
399 Derman, Münir; Allah Dostu Der Ki, s. 28.
400 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, II. Cilt, s. 180.
401 Derman, a.g.e. , Cilt IV, s. 53.
402 Derman, a.g.e. , Cilt III, s. 101.
403 Derman, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt IV, s. 60.
404 Derman, a.g.e. , Cilt IV, s. 61.
405 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu,, Cilt III, s. 101.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

3.2. Zekât

"Zekât kelimesi, Arapçada temiz olmak, artmak, zenginleşmek gibi anlamlara gelen bir kökten gelen isimdir. Sözlükte, isim olarak zekâtın, temizlik, artış ve zenginlik gibi anlamları öne çıkmaktadır"(406) "Zekât Arapça, mal ve nakdin şer‘an paklığı ve helalliği temin olunmak için senede kırkta birinin infâk edilmesi anlamındadır." (407)

Münir Derman Hoca‘nın zekâta diğer ibâdetlerden daha fazla önem verdiği görülmektedir. Zekât hakkında söylenecek çok şey olduğunu, ancak bunları söyleme izninin kendisine verilmediğini söyler. "Söylersem çırılçıplak kalırsın"(408) der. Bu sözleri Şems–i Tebrizî‘nin sözlerine benzemektedir. "Şems–i Tebrizî de Hakk‘ın kendisine tevdî ettiği sırlara sahip çıkan sûfîlerdendir. Sırrı saklar ve az konuşur. Ona göre sırrı taşıyamayacak olana söyleyip, onu divane etmenin bir anlamı yoktur."(409)

"Kur‘an–ı Kerîm‘de otuz iki yerde geçen zekât, infakın en çarpıcı görünümlü ve müeyyideli bir uygulanışıdır. Zekât, ekonomik bir fedakârlık olarak Kur‘an‘ın sadaka kavramının bir görünümüdür. Sadakanın yaptırıma bağlanmış resmî kısmıdır. Tevbe sûresi 103. âyet (410) mallardan resmen alınan sadakanın tezkiye fonksiyonundan bahseder."(411) Allah Teâlâ zekâtı yaptırıma bağlamış, sadakadan farklı olarak onu farz kılmış ve bunları yine kulunun iyiliği için yapmıştır. Allah katına kirli bir şekilde varmak mümkün değildir.

Temizlenelim ki oraya layık hâllere kavuşalım. Bütün ibâdetler kişinin temizlenip Hakk‘a varmasanı kolaylaştırmak içindir. Her ne yapıyorsak kendimiz için yapıyoruz.

"Allah Benim size ihsânım ve bağışım olan mallarınızın kırkta birini fakirlere ve kimsesizlere veriniz de buna mukâbil size büyük sevap ve iyi mükâfat vereyim deyince, bu küçücük parçayı vermekte duraksamak ve cimrilik etmek insafsızlık, isyan ve zulmün son haddi olur. Dinî emirleri yerine getirmek hususunda bu gibi duraksamaların menşei, kalbin çürüklüğü ve inancın zaafıdır."(412)

"Melek Hoca‘ya göre zekât, mal ve rızkın Allah tarafından verildiğine şüphesiz inanan kulun fiilî bir ibâdetidir. İnsanların yardımlaşması ibâdet şeklinde emir olunmuştur. Ancak ona göre haram mal veya paranın zekâtını kimse veremez. Çünkü Hakk tarafından verdirilmez. Bundan dolayı o şöyle der: Haram mal ve paranın zekâtını vermeye kalkma, emr–i ilâhîye hâşâ hakaret etmiş olursun."(413) Kişiyi zekat vermeye iten âmil, malın asıl sahibinin Allah olduğuna tam bir îmândır. Aksi durum, zekât vermedeki gönülsüzlük ve bir şeylerin eksildiğini hissetmesi îmânın zayıflığındandır.

"Ona göre zekât da saklı sırlardan dolayı, zekât hakkında konuşmak da tehlikelidir. Namaz, oruç, hacc kulun kendini bilerek yaratanı bilmesi için yollardır. Ötede bunlardan sorgu sual yoktur. Fakat zekât öyle değildir. Sorgusu, suali, hesabı vardır. Zekât vermemede insanın bildiği fakat şuurlandıramadığı bir inkâr vardır.
Zekâtı verilmeyen mal, servet, paranın verilmeyen kısmı da helâl değildir. Peki, haram mıdır? İşte burada yine sır vardır, Melek Hoca söyleyemem der."(414)

O‘na göre "Zekât farz olan bir mü‘minin zekâtını tam vermesi ibâdetlerin kabûlüne en birinci vesîle ve şarttır. Bunu yapmayanların ibâdetleri beyhûdedir. Böyle birinin sakal bırakması da kat‘iyyen doğru değildir."(415)

Namaz, oruç ve hac gibi ibâdetler genel mânâda kulun kendisi ile ilgili olan ibâdetlerdir. Faydası da zararı da bir bakıma kula aittir. Ama zekâtın da illâ ki bireye faydası vardır ama daha toplumsal mâhiyettedir, bir çok insanın hukûkunu ilgilendirir.


406 Komisyon, Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar, s.310.
407 Sami, Şemsettin, Kamus-ı Türkî, s.686.
408 Derman , a.g.e. , Cilt III, s. 92.
409 Küçük, Hülya; “Sırrı Şems Veyahud Şems–i Sır”, Uluslararası Şems Sempozyumu, Nefes Yay., İst. 2010, ss. 470–480.
410 “Onları arındırmak ve temize çıkarmak üzere mallarından sadaka al; bir de onlar için dua et…”,Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, D.İ.B. Yay, Ankara 2007
411 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 650.
412 Karaman, Hayreddin, İmam Rabbanî ve İslâm Tasavvufu, İklim Yay., İst. 1987, s. 90.
413 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt IV, s. 93.
414 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 43.
415 Derman, a.g.e. , Cilt III, s. 234.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

3.3.Oruç

"Oruç kelimesi sözlükte "Bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak." anlamına gelen Arapça savm‘ın Farsça karşılığı olan rûze kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir."(416)

"Oruç anlamındaki savm ve sıyâm, Kur‘an–ı Kerîm‘de türevleri ile birlikte on dört yerde geçer. Filolojik anlamlarıyla yeme, konuşma ve yürüme gibi fiillerden el çekmektir. Yürümeyen ata, durgun suya ve rüzgâra sâim denir."(417)

"Oruç, beşeriyet iktizâsı şeyleri kullanmamaktan ibârettir. Ta ki samediyet sıfatlarına göre beşerî işlerden imtina ettiği yani oruç tuttuğu sürece kişi de Hakk‘ın eserleri zuhûr etmeye başlar. Orucun tam bir ay oluşu; dünya hayâtının tümünde bu amele ihtiyâç olduğuna işarettir."(418)

Kelâbâzî oruç hakkında şunları söyler: "Bir kutsî hadiste Allah "Oruç benim içindir, onun mükâfatını ben vereceğim" buyurmuştur. Kelâbâzî bu hadisi "Orucun mükâfatı, Benim", şeklinde izâh eder. Yani oruçlunun mükâfatı Allah‘ın ma‘rifetidir."(419)

Kûtü‘l–Kulûb‘un yazarı ise orucu şu altı organın muhafazası ile gerçekleşen bir ibâdet olarak görür. Bunlar: "Gözü kısarak bakışta derinleşmemek...Kulağı bir haramı dinlemekten korumak...Dili kendisini ilgilendirmeyen hususlara müdâhil olmaktan korumak...Kalbi yapmaktan men edildiği fikir ve düşüncelerden sakındırmak...Eli harama uzanmaktan men etmek...Ayağı da emredilmediği bir gâye uğrunda yürütmemek..."(420)

Yani oruç sadece mide ve cinsel organını emri altında tutmak değil, tüm vücudu emri altında tutmakla ancak yerine getirilebilir.

"Oruç tutan kimse vakti iyice gelmeden yemekle ilgili hazırlık ve düşüncelere dalmamalıdır. Denir ki oruç tutan biri akşam yemeğini vaktinden önce düşünürse ona bir günah yazılır. Çünkü orucun faziletlerinden biri de yiyecek ve içeceği olabildiğince azaltmak, iftar yemeğinde acele edip, sahuru te‘hir etmektir."(421)

Bu, iftarda acele etmenin ne demek olduğunu Avârifü‘l–Meârif yazarı şöyle açıklamaktadır: "Sünnete uyarak iftarda acele etmelidir. Eğer yemeğini yatsıdan sonra yemek ve akşam ile yatsı arasını ibâdetle ihya etmek isterse hemen su ile veya bir miktar kuru üzüm yahut hurma ile iftar eder. Şayet nefsi bununla yetinmeyip kendisiyle çekişmeye girecekse, akşam ile yatsı arasındaki vakti huzûrlu bir şekilde geçirebilmek için birkaç lokma atıştırır. Çünkü bu vakti ihyâ etmenin büyük fazîleti vardır. Böyle bir çekişme söz konusu değilse, o zaman su ile yetinir ve yemeğini sonra yer."(422)

Münir Derman Hoca ise orucun dış şekil ve şartlarından ziyâde mânâsı, anlamı üzerinde durmuştur. O‘na göre "İnsan ile Allah arasında perde, nefistir. Bu perde ancak oruç ile incelir. Orucun faydalarından bahsetmek, hakikî müslüman olan birine ayıptır. Herkes kendine göre onu az çok bilir. Oruç bir amel–i zâhir değil, sırr–ı bâtındır. Onun için oruç yemenin günahı tövbe ile sâkıt olmaz. Keffâret ortaya çıkar. Keffârette bir nevî kendi kendine ceza vermek gizlidir. Orucun diğer ibâdetlerden bir farkı da şudur. Diğer ibâdetlerde kul Hakk‘a yanaşmaya doğru seyreder. Oruçta ise Hakk insana doğru seyreder. Oruçlu bir insan hazret–i insandır. Orucun hususî ufkunda erenlerin diyârı gizlidir. Ancak bunu anlamayanlar da vardır. İftar sofrasında iyi hazırlanmamış diye tabağı kıran, yarım saat kala yanına girmeyin çok sinirli olur denilen ve bu şekilde oruç tutanlara söylüyorum. Bunlara kim oruç tut dedi? Bu gibilere zâten oruç farz değildir. Farz Allah‘ın sevdiği ve korumak istediği kişileredir, onlara bir iltifatıdır."(423)

"Melek Hoca‘ya göre oruç bir temizliktir. İnsanın rûh ve maddesinin ilâhî bir banyosudur."(424) "Aynı zamanda oruç insanın tek oluşunu ve Hakk‘ dan bir parça olduğunu fiilen ikrardır. Bu ince mânâ altında gıybet, yalan, haram orucu bozar."(425) "Evet O‘na göre orucu bozan şeyler hep rûha âittir, bedene değil"(426)

Münir Derman Hoca‘ya göre orucu bozan şeyler bizim ilmihâl kitaplarından okuduklarımızla sınırlı değildir. Ancak bunlar kendinden önceki âlimlerin söylediklerinden de farklı değildir. Tüm organlara oruç tutturmanın gerekliliği üzerinde düşünülürse bu sonuçlara varılacaktır. Kur‘an‘ın temel amacı yani Allah‘ın bizden istediklerinin temeli ahlâklı bir toplum oluşturmaktır. Dinin diğer tüm emirleri gibi orucun da bu amaca hizmet ettiği açıktır. Oruç, namaz ve zekâttan daha zor yerine getirilebilecek bir ibâdettir. Zâten bu yüzden Allah Teâlâ onu namaz ve zekâttan sonra farz kılmıştır.

Ayrıca Münir Derman Hoca bir ayrıntıyı daha dikkatlerimize sunmuştur. O‘na göre "...Orucu geceye göre tamamlayınız"(el-Bakara 2/187) âyetine göre önce akşam namazının farzı kılınmalı sonra oruç açılmalı sonra sünneti kılınmalıdır."(427)


416 Komisyon, T.D.V. İslam Ans., İstanbul, 2007, cilt XXXIII,s.414.
417 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 481.
418 Cilî, Abdülkerim, İnsan–ı Kâmil, (Çev. Abdülkadir Akçiçek), Üçdal Neşriyat, İst. 1974, s. 749.
419 Göktaş, Hicri IV.Asır Buhara’da Tasavvuf Kelâbâti Örneği, s.358.
420 Ebu Talip el–Mekkî, Kut’ul-Kulub, Cilt III, s. 367.
421 Ebu Talip el–Mekkî, a.g.e. , Cilt III, s. 368.
422 Sühreverdî, Avarifu’l- Mearif, s. 432.
423 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, ss. 180-181.
424 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 82.
425 Derman, Münir, Su, Cilt I, s. 30.
426 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 200.
427 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V, s. 202.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

3.4. Hacc

"Arapça‘ da gitmek, yönelmek, ziyâret etmek anlamlarına gelen hac kelimesi, fıkıh terimi olarak imkânı olan her müslümanın belirlenmiş zaman içerisinde Kâbe‘yi, Arafat, Müzdelife ve Mina‘yı ziyâret etmek ve belli bâzı dînî görevleri yerine getirmek sûretiyle yaptığı ibâdeti ifâde eder."(428)

"Kur‘an–ı Kerîm‘de dokuz yerde hacc, bir yerde de hicc şeklinde geçen bu kelime ziyâret anlamındadır. Kur‘ansal bir terim olarak belirli yerleri, belirli usûllere uygun biçimde ziyâret anlamında kullanılır."(429)

"Kûtü‘l–Kulûb yazarına göre bir kişi durumunun bozulması sebebiyle imkânsızlıktan ötürü hacca gitmemiş olarak ölürse Allah Teâlâ‘nın kendisine imkân verdiği günden öldüğü ana kadar sürekli günah işlemiş sayılır."(430)

Münir Derman Hoca‘nın bu konu hakkındaki görüşleri şöyledir. "Haccın kelime anlamı önemli bir işi yapmaya niyet ve gayret etmektir. Allah kelamındaki mânâsı ise Kâbe‘yi ziyâret Allah‘ın müminler üzerindeki hakkıdır. Bu lafa çok dikkat et. Bu hakkı tamamıyla ödeyene Allah tarafından verilen unvan da hacıdır. Peki, Allah‘ın müminler üzerindeki hakkı nedir? Efendim, o meseleyi anlamak güçtür, anlayan zâten nedir diye sual soramaz. Söylesem ne yapacaksın, merâk düşüncesine bizim lâfımız yoktur."(431)

Melek Hoca sırf merak düşüncesiyle soru sorana cevap vermemektedir. Anlayabilene, gerçekten uygulamak isteyene hitâp etmektedir. Ancak bu kişiler de zâten bu soruları sormazlar demektedir.

O‘na göre Haccın muayyen zamanlarda yapılmasının sebebi, hikmeti vardır. Anlaşılan huduttan sırra kadar giden hikmeti vardır. Sebepleri ilmihâl kitaplarında yazmaktadır. Manevî hikmeti ise çok büyüktür. Resûl–ü Ekrem mi‘râca Kâbe‘den hareket ettirilerek başlamıştır. Haccın sırrı mi‘râcda gizlidir. Mi‘râc da namazda gizlidir. Namazı terk, mi‘râcı ve haccı bir nevî inkârdır. Rasûl–ü Ekrem‘i tasdikte şüphe var demektir. Mi‘râcın başladığı yer olan Kâbe‘yi ziyâret bir nevî cesedî mi‘râcdır."(432)

Melek Hoca böylece haccı, mi‘râc ve namazla alâkalı, içinde birçok manevî sırlar barındıran bir ibâdet olarak takdim etmektedir. Anladığımıza göre Peygamberimiz Kâbe‘den yola çıkarak Allah‘ın huzûruna varmış, orada huzûra erip, dünya hayâtı için gerekli olan enerjiyi depolamış, âdetâ yenilerek başladığı yere geri gelmiştir. İşte kişinin hacca gitmesindeki maksatta budur. Kâbe‘den yola çıkarak Allah‘ın huzûruna varmak ve orada huzûra erip yenilenmek. Aynı şekilde namazın sırrı da budur. Haccın yapıldığı yer, mi‘râcın başladığı yer ve namazda yönümüzü çevirdiğimiz yer aynı zamanda bizim aslımızın, özümüzün yani yaratılış malzememizin alındığı yer olması bakımından mânidârdır.

"Hacc hususunda aslolan kişinin kalbindeki niyetini süm‘a ve riyâdan hâlis kılması, ticaret ve emsâli dinî, dünyevî maksatlardan temizlenmesi, tertemiz mal ile yola çıkmasıdır. Gerçi temiz mal kibrit–i ahmer gibi pek azdır ama gerekli olan budur."(433)

Ancak haccı beden ve mal ile yapılan, şeklî bir ibâdet olarak görmemek lâzımdır. Münir Derman Hoca‘nın da söylediği gibi onda birçok hikmetler vardır. "Meselâ hareme harem denmesinin sebebi, İbrahim makâmının orada bulunması ve oranın emin ve güven yeri olmasıdır. İbrahim (a.s.)‘ın iki makâmı vardır. Biri beden makâmıdır, öbürü kalp makâmıdır. Hz. İbrahim‘in kalbinin makâmına kasteden herkesin nefse hoş gelen alışkanlıklardan yüz çevirmesi, zevk, keyf ve rahatını terk etmeye kâil ve kâni olması ve ağyarın zikrinden ihrama girmesi lâzımdır. Hac yapmaktan maksat Kâbe‘yi görmek değildir. Maksat müşâhedenin keşfi ve tecellîlerin temâşa edilmesidir."(434)

Tasavvufta ibâdetlere dış şekil şartlarından ziyâde özü nazara alınmakta, ihrama girme konusunda da bu görülmektedir. Allah‘tan başka bir şey düşünmemek, konuşmamak sadece yaratıcısına yönelmekle kişi ancak ihrâma girmiş olur. Burada Bayezid Bestami‘nin şu sözünü daha iyi anlamaktayız. "İlk hac ettiğimde Beytullah‘ı gördüm. İkinci hac ettiğimde Beytullah‘ın Sahibi‘ni gördüm. Üçüncü hac ettiğimde ne Beytullah‘ı ne de O‘nun Sahibi‘ ni gördüm."(435)


428 Komisyon, T.D.V. İslam Ans.,İstanbul 1996, Cilt XIV,s.382.
429 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları,., s. 155.
430 Ebu Talip el–Mekkî, Kut’ul-Kulub, Cilt III, s. 370.
431 Derman , Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt IV, s. 93.
432 Derman ,a.g.e. , Cilt IV, ss. 93–94.
433 Aziz, Mahmud Hüdayî, İlim–Amel–Seyr u sülûk, (Haz. H. Kamil Yılmaz), Erkâm Yay., İst. 1988, s. 56.
434 Hucvirî, Keşfu’l–Mahcûb, (Haz. Süleyman Uludağ), Dergah Yay., İst. 1996, s. 469.
435 Derman , Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 71.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

3.5. Sadaka

"Sözlükte gerçek olmak; doğruluk gibi anlamlara gelen sıdk kökünden türeyen sadaka kelimesi Allah‘ın hoşnutluğunu kazanmak için ihtiyâç sahiplerine yapılan gönüllü veya dînen zorunlu maddî yardımları, bu çerçevede verilen para ve eşyayı ifâde eder."(436)

"Allah Teâlâ kelamında zenginlere verdiği mal ve servette ihtiyaç sahiplerinin ve yoksulların hakkı olduğunu beyan ederek onların hakkının verilmesini özellikle tenbih buyurmaktadır. Herkese doğrudan doğruya değil de bir başkasının eliyle ihsânda bulunmasının birçok hikmetleri vardır. "Mal canın yongasıdır" derler. Bu i‘tibârla maldan harcama yapmak bir bakıma candan harcama yapmak demektir. İslâm, mümin fertlerin mal ve dünya sevgisini kalplerine sardırmalarını ve yerleştirmelerini istemez. Bunun için maldan harcama yapma emri vererek onları, bayağı sıfatlardan uzak tutma yoluna gitmiştir."(437) Allah Teâlâ kulundan yapmasını istediği şeylerde yine kulun kendi yararını gözetmiştir. Mal ve dünya sevgisi kalbi sarınca insanı insan yapan gerçek sevgiye yer kalmamakta, insan insanlığını kaybetmektedir.

Münir Derman Hoca sadaka konusuna da ilmihâl kitaplarından öğrendiğimiz bilgilerden farklı olan bir tarzda yaklaşmaktadır. "Sadaka mânâ i‘tibâriyle Hakk‘ın er–Rezzak olduğunu tasdik etmek, şükretmektir. Zekâtın, mikroskobik bir nüvesidir. Rasûl–ü Ekrem sadaka kabul etmedi. Niçin? Kimsenin rızkına müdâhale etmemek için."(438)

O‘na göre "Sadaka da bir çeşit zikirdir, diğer bütün ibâdetler gibi. Hakk‘ın isimlerini fiilen zikretmektir."(439)

"Sadaka, zekâttan farklı olarak gıdaya müteveccihtir. Mala, paraya değil. Ancak rızık artıklarından sadaka verilmez. Eski pantolon, ayakkabı, ceket, ölü elbisesi ve malzemesi sadaka olmaz, belki yardım olur ve dünyada kalır. Sadaka ise ahsen olmaktır."(440)

"Çünkü sadaka ahsen–i takvim yaratılan bir insanın Ganî ismiyle yoğrulduğunun bir ifâdesidir. Sadakanın ayrıca zenginlik, mal, servet ve parayla da alâkası yoktur."(441) Yeter ki insanın gönlü zengin olsun. Sadaka için zenginlik ölçüsü yoktur. Bu ahsen-i takvîm yaratılan insanın ahsen olma çabasıdır.

Sadakada da dikkat edilecek husus nefse pay çıkarmamaktır. Yoksa insan Allah korusun küfre kadar gidebilir. Melek Hoca bunu şöyle ifâde eder: "Sadaka Allah nâmınadır, nefsin haz duymasın, yuvarlanırsın aman dikkat et. Ben şunu yaptırdım, câmi yaptırdım, köprü yaptırdım, çeşme yaptırdım, şu kadar fakir besledim deme… Diyenler zâten küfre sapmışlardır. İbadetleri de iyilikleri de boşunadır."(442)

O‘na göre sadaka da önemli olan ihlâslı yapmak ve en güzel (ahsen) şekilde yapmaktır. Allah‘ın bizi görüyor olduğunu hatırdan çıkarmadan yaşayabilmektir.(ihsân)
436 Komisyon, T.D.V. İslam Ans., İstanbul 2008,Cilt XXXV,s.383.
437 Özdağ, Musa, Mehmed Feyzi Efendi’den Feyizler, Hamle yay., İst. 1992, s. 370–371.
438 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 97.
439 Derman, a.g.e. , Cilt I, s. 177.
440 Derman, a.g.e. , Cilt II, s. 156.
441 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 96.
442 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 28.
Resim
Cevapla

“Münir Derman (k.s) Kimdir?” sayfasına dön