Münir DERMAN ( k.s. )

Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

Resim

T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ BÖLÜMÜ TASAVVUF ANABİLİM DALI BAŞKANLIĞI


DR. MÜNİR DERMAN’IN HAYÂTI, ESERLERİ VE TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ


YÜKSEK LİSANS TEZİ


Elvan SESLİ


Danışman: Doç. Dr. Vahit GÖKTAŞ


ANKARA
Eylül, 2013
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

ÖNSÖZ

İslam toplumlarını oluşturan en önemli unsurlardan biri de tasavvuftur. Tasavvuf, konu i‘tibâriyle insanın özüyle ilgilenmekte, iç dünyasını îmar etmeye çalışmaktadır. Tasavvufun gâyesi, tüm ahlâkî güzelliklerle insanı süslemektir. İnsanın düşünce dünyasına oradan da pratik hayâtına etki eden tasavvuf, zaman içinde dinî bir ilim hâline gelmiştir.

Tasavvufî eğitim, başlangıçtan i‘tibâren bire bir yapılan mürşid–mürîd eğitimiyle gerçekleşmiştir. Onların sohbet ve eserleriyle bu etkileşim topluma yayılmıştır. Böylece kalbi kaplayan kirler temizlenmeye, manevî hastalıklar şeklinde tâbir edilen bütün kötü huylar tedâvi edilmeye, bu sayede cennetâsâ bir hayât bu dünyada oluşturulmaya çalışılmıştır.

Tıpkı bir sanat dalında olduğu gibi tasavvufî eğitim de tâbir câizse usta–çırak ilişkisi içerisinde gerçekleşmektedir. Bunda da kişisel kâbiliyetin yanı sıra iyi bir mürşid bulmak çok önemlidir. Devirler değiştikçe insan da değişmekte, tasavvuf anlayışı da bundan etkilenmektedir. Aynı zaman dilimi içerisinde dahi birbirinden oldukça farklı–belki insan sayısı kadar farklı– anlayışlar gelişebilmektedir. Ama bu bir eksiklik değil, bire bir insan hayâtına ve tüm insanlığın ortak hayâtına bir katkıdır. Her biri farklı bir köşesinden tutarak bu dünyayı bir ilâhî sevgi temeline oturtmaya çalışmışlardır. Bu uğraşının günümüze ulaşan temsilcilerinden biri de Dr. Münir Derman Hoca‘dır.

Dr. Münir Derman, küçük yaşından i‘tibâren tasavvufun içinde olmuştur. Annesinin katkısı ve hocasının yardımıyla bu düşüncelerle yoğrulmuş, bâtınî tarafını geliştirdikten sonra zâhirî ilimlere de yönelmiş; felsefe–psikoloji, tıp ve ilâhîyat fakültelerini bitirerek ömrünü her bakımdan insanlara faydalı olmaya adamıştır. İnsanın meleklerle eş sâfiyette bir rûha sahip olabilmesinin mümkün olduğunu yaşayışıyla çevresindekilere göstermiştir.

Dr. Münir Derman Hoca‘nın tasavvufî görüşleri üzerinde daha önce bir çalışma yapılmamıştır. Bu nedenle Tasavvufî Şahsiyetlerin genelinde olduğu gibi Münir Derman‘ın görüşlerini değerlendirmek oldukça zordur.

Çalışmamız sırasında karşılaşılan sorunlardan biri tasavvufî tecrübeleri ifâde de dilin yetersiz kalışıdır. Ayrıca kendisini ―Sözlerimizde birçok söylenemez, söylemem, söyleyemem, gibi insana garip gelen laflarımız vardır. Bunların sırlarını benden yüz sene sonra gelecek bir velînin açıklayacağını rahmetullahi aleyh hocam söylemişti. Benim iznim yoktur o kadar- şeklinde tanıtan birisini anlamak, bize göre daha da zorlaşmaktadır.

Çalışmayla ilgili bir diğer sıkıntı da, doğru yorumlanma zorunluluğudur.

Zîra Münir Derman Hoca ―Bu güzel sözlerdeki mânâdan aşk makamına çıkamayan, henüz madde âleminin kesâfetinde yürüyenler bir şey anlayamazlar! demiştir. ―Sözlerimiz müphem sözlerse onları açıklamaya kalkmayınız. Her şeyin başlangıcı zâten müphemdir. Gözlerinizi bulutlandıran perdeyi ancak onu dokuyan el kaldırabilir! diyerek bu zorluğu ifâde etmektedir.

Aslında anılan zorlukların temel kaynağı dildir. Tasavvuf, sembolik dilin bolca kullanıldığı bir alandır. Sembolik bir dil kullanmış olması tasavvufun nesiller boyunca kalıcı olmasına sebep olmuştur. Böylelikle, her nesil kendi görüş ve bakış açısına göre ondan bir şey anlamıştır.

"Sembolik dil, açıklama ve îzaha dayanan diğer ifâde tarzlarına nazaran daha müessirdir. Akla, hayal ve vicdan aracılığıyla ulaĢırken kalple doğrudan temas kurmakta tesiri derin olmakta, tekrar edildikçe mâhiyeti ortaya çıkmaktadır." (1)

Çalışmamız, giriş, dört bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Girişte, tezin önemi, metodu ve kaynaklarından bahsedilmiştir. Birinci bölümde, Dr. Münir Derman‘ın hayâtı ve eserleri hakkında bizden önce çalışma yapılmış lisans tezlerinden yararlanılarak yazılmıştır. İkinci bölümde, O‘nun tasavvuf anlayışı altı farklı kategoride ele alınmıştır. Üçüncü bölümde, insan hayâtının pratik unsurlarına O‘nun nasıl baktığı gösterilmeye çalışılmıştır. Dördüncü ve son bölümde ise O‘nun, sevenlerine yaptığı tavsiyeleri ve bâzı veciz sözleri yer almaktadır. Sonuç kısmında ise bu çalışmamızla ulaşılan sonuçların genel bir değerlendirmesi yapılmıştır.

Bu konunun belirlenmesinde ve tezin hazırlanma sürecinde emeğini esirgemeyen kıymetli Hocam Sayın Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu Bey‘e en içten şükranlarımı arz ederim. Bu süreçte değerli desteklerini esirgemeyen kıymetli Hocalarım; Sayın Prof. Dr. Mustafa Aşkar Bey başta olmak üzere, Sayın Doç. Dr. Vahit Göktaş Bey, Sayın Dr. Öncel Demirdaş Bey ve Sayın Yrd. Doç. Dr. Adem Çatak Bey‘e teşekkürü bir borç bilirim.

Tezin yazımı ve düzenlenmesi sürecinde gereğinden fazla sabır göstererek destek veren Eşim Tuncay Sesli ve Kızım İlayda Nur Sesli‘ ye de teşekkür ederim.

1- Ebu’l–Alâ Afifî, İslâm’da Manevî Hayât Tasavvuf, (Trc. Ekrem Demirli, Abdullah Kartal), İz Yay., s. 210.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

İÇİNDEKİLER -----------------------------------------------------------------------Sayfa
ÖNSÖZ .................................................................................................. i
KISALTMALAR .........................................................................................vi
GİRİŞ ..................................................................................................... 1

I. BÖLÜM

1. MÜNİR DERMAN’ IN HAYÂTI VE ESERLERİ ............................................... 4
1.1. Hayâtı .............................................................................................. 4
1.1.1 Doğumu ve Ailesi.............................................................................. 4
1.1.2 Eğitim Hayâtı ................................................................................... 5
1.1.3 Evliliği ve Çocukları ........................................................................... 6
1.1.4 Yaptığı Görevler ................................................................................ 7
1.1.5 Tasavvufa intisâbı ..............................................................................8
1.1.6 Mürşit Olduktan Sonraki Hayâtı ........................................................... 9
1.6.1 İrşâdı .............................................................................................. 9
1.6.2 Talebeleri ......................................................................................... 14
1.1.7 Vefâtı .............................................................................................. 16
1.7.1 Kabir Taşım ...................................................................................... 17
1.2. Eserleri .............................................................................................. 19

II. BÖLÜM

1. TASAVVUF ANLAYIŞI ............................................................................. 23
2.1. Tasavvuf ve Tarîkat Hakkındaki Görüşleri ............................................... 23
2.1. 1.Tasavvuf Hakkındaki Görüşleri ........................................................... 23
2.1. 2.Tarîkat Hakkındaki Görüşleri .............................................................. 26
2.2. İbâdet ve Ahlâka Dair Olanlar ............................................................... 29
2.2.1. İbâdet ............................................................................................ 29
2.2.2. Tövbe ve İstiğfar ............................................................................. 32
2.2.3. Zikr ............................................................................................... 41
2.2.4. Sabır ............................................................................................. 41
2.2.5. Hamd Ve şükür................................................................................ 44
2.2.6. Rızâ .............................................................................................. 49
2.2.7. Fakr .............................................................................................. 51
2.2.8. Züht ............................................................................................. 54
2.2.9. Hayâ ............................................................................................. 56
2.3. Seyr u Sülûk Kavramları ..................................................................... 59
2.3.1. Seyr u Sülûk................................................................................... 59
2.3.2. Mürşit – şeyh ................................................................................. 62
2.3.3. Derviş ............................................................................................66
2.3.4. Halvet ............................................................................................68
2.3.5. Celvet ........................................................................................... 72
2.3.6. Vêli – Velâyet .................................................................................74
2.3.7. Ricâlü‘l-Gayb...................................................................................79
2.4. Kalbî ve Vicdanî Kavramlar ..................................................................88
2.4.1. Havf ..............................................................................................88
2.4.2. Haşyet .......................................................................................... 90
2.4.3. Kabz–Bast ..................................................................................... 92
2.4.4. Huzûr ........................................................................................... 94
2.5. Ma‘rifet Ve Bilgi Kavramları .................................................................96
2.5.1. Ma‘rifet ..........................................................................................96
2.5.2. İlm–i Ledün ....................................................................................99
2.5.3. Yakîn ........................................................................................... 103
2.5.4. Feth ............................................................................................ 106
2.6. Vahdet–i Vücut ..................................................................................108
2.7. İnsan – Kâinât – Allah..........................................................................112

III. BÖLÜM

3. PRATİK UYGULAMALAR ........................................................................119
3.1. Namaz ........................................................................................... 119
3.2. Zekat ..............................................................................................123
3.3. Oruç.................................................................................................125
3.4. Hacc ................................................................................................128
3.5. Sadaka .............................................................................................130
3.6. Duâ ..................................................................................................132
3.7. Salavât ............................................................................................ 135
3.8. Kerâmet ........................................................................................... 139
3.9. Râbıta .............................................................................................. 142
3.10. Himmet .......................................................................................... 143
3.11. Tevessül ......................................................................................... 147
3.12. Tayy–i Mekân .................................................................................. 149

IV. BÖLÜM

4.1. Münir Derman‘dan Tavsiyeler ...............................................................154
4.2. Bâzı Güzel Sözleri, Vecîzeleri ............................................................... 157

SONUÇ ................................................................................................... 160
KAYNAKLAR ............................................................................................ 164
EKLER .................................................................................................... 171
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

KISALTMALAR

a.g.e. : Adı geçen eser
a.g.m. : Adı geçen makale
Ank. : Ankara
a.s. : Aleyhisselam
AÜĠF : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
a.y. : aynı yer
Bkz. : Bakınız
çev. : Çeviren
D.Ġ.B. : Diyanet İşleri Başkanlığı
haz. : Hazırlayan
İst. : İstanbul
ĠFAV : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları
Ö. : Ölümü
Prof. Dr. : Profesör Doktor
(r.a.) : Radıyallahu anh
s. : sahife
sad. : Sadeleştiren
s.a.v. : sallallahu aleyhi ve selem
ss. : sayfalar arası
Ş.İ.F.G.V.: Şanlıurfa İlahiyat Fakültesini Geliştirme Vakfı
trc. : tercüme eden
ty. : tarih yok
Yay. : yayıncılık
Resim
Kullanıcı avatarı
Hilmi
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 95
Kayıt: 07 Mar 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen Hilmi »

İsteyenler Ankara Universitesinin açık arsivinden PDF olarak indirebilir.

http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/26247/
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

GİRİŞ

Konusu direkt insan olan ve onun özüne yönelik olarak yazılan tasavvufi eserler, evrensel bir oluşum şeklinde her zaman ve mekânda geçmişte diriliğini koruduğu gibi günümüzde de canlılığını korumaktadır. "Eslafımızın bize bıraktığı bu muazzam kültür mirasının yeniçağın ve gelecek kuşağın insanına doğru bir şekilde aktarılması önem arz etmektedir."(2)

Etrafına müspet etki bırakmış böyle bir şahsiyetin yeni nesillere tanıtılabilme ihtimali tezin öneminin en doğru ifâdesidir. Ancak unutulmamalıdır ki bir insanın başka bir insanı tanıtabilmesi, anlatması, onun bütününü ortaya koyabilmesi mümkün değildir. Çünkü her insanın kendine ait sırları ve sınırları vardır.

Eserlerinden anlaşılmaktadır ki Münir Derman Hoca kendinden bahsetmeyi pek sevmemekte, bunu gerekli de görmemektedir. Buna karşın, Dr. Münir Derman‘ın hayâtımıza yeni anlamlar kazandırmış olması bu çalışma açısından önemlidir.

Münir Derman Hoca‘nın eserleri, diğer sûfi yazarlarda rastlandığı şekilde, konuyu en başından alıp inceden inceye işleyerek yine belli bir yere, bir sonuca götürme tarzında değildir. Bilakis bu fikirler eserlerinin değişik yerlerine serpiştirilmiş, dağınık, bazen sorulan bir sorunun karşılığı olarak kısa bir vaziyettedir. Yani belli bir sistem dâhilinde hazırlanmış ya da düzenlenmiş eserler değildir.

Münir Derman Hoca‘yı okuduğumuzda onun İbn Arabî, Şems–i Tebrîzi gibi şahsiyetlerle benzer düşüncelere sahip olduğu görülmektedir. Onun üzerinde özellikle İbn-i Arabî‘nin etkisi belirgindir. Kendisinin ayrıca İbn Arabî‘nin Müslümanlara vasiyetlerini de tercüme etmiş olması bu etkiden kaynaklanmaktadır.

Yine eserlerini okurken fark edilen bir olgu da onun Bediüzzaman Said Nursî ile bâzı ortak fikirlere sahip olduğudur.

Münir Derman Hoca eserlerinde ayrıca Hallac–ı Mansur, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî ve Hacı Şaban-ı Velî hazretlerinden de sıklıkla bahsetmektedir.

Kişilerin tasavvufi meşreplerinin şekillenmesinde temel kişilik özellikleri muhakkak etkilidir. Aynı şekilde tersi bir durum da geçerlidir. Münir Derman Hoca‘da fark edilen hususlardan biri de onun çok celâlli biri olduğu, bildiği doğruları kimseden çekinmeden, hatta bazen sert bir üslupla söylediğidir. O‘na göre, günümüzde tasavvufun adı var kendi yoktur. Yüzyıllar öncesinden beri dillendirilen bu düşünce hâliyle bu asırda daha belirgindir. O yüzden kendileri belli ilkelerden ziyâde bu anlayışın özünü yaşamış ve etrafındakilere yaşatmaya çalışmıştır.

Münir Derman Hoca –diğer tâbirle Melek Hoca– kendisini hem dinî ilimler hem de dünyevî ilimler açısından son derece geliştirmiş bir şahsiyet olduğundan düşünce dünyası da aynı paraleldedir. Anlattığı konuları tıp, felsefe, psikoloji ilimleriyle alâka kurarak günümüz insanı için daha anlaşılır kılmaktadır.

Bu çalışmada O‘nun tasavvuf hakkındaki görüşlerine yer verilirken, herkesçe kabul gören, temel tasavvufî kaynaklardan yararlanılmaya çalışılmıştır. Konulara öncelikle kaynak eserlerden bakılmış sonra Münir Derman Hoca‘nın görüşlerine yer verilmiştir.

O‘nun eserlerinde takip ettiği metodu, "Allah Dostu Der ki" kitabına önsöz yazan Celâleddin Erdem şöyle açıklamıştır: "…Dimağ, rûh ve his tatmin edilmiştir. Fakat asıl mühim noktayı unuttum. Hemen söyleyeyim ki bunun için okuyanın teslim olması ve o mânâya susamış olması lazımdır. Hoş, bazen Üstadın zorla teslim aldığı da vakidir. Kuvvetli inancı, insaflı muarızı sonunda susturacaktır. Veya hemen değilse yarın için yeşerecek bir kanaati muhatabının şuuraltına bir tohum hâlinde bırakacaktır."

Gerçek bilgiye ulaşmış bunları tecrübe edip yaşamış birinin anlattıkları, kolay anlaşılır şeyler değildir. Kendisi bu konularda akıl, mantık ve ilimle fazla yol alınamayacağını, bunun kalp işi olduğunu ifâde etmektedir. Ve şöyle der: "İnsan Allah‘ın varlığı hakkındaki delil ve ispatların sayısını artırmakla değil rûhundaki ihtirasların sayısını azaltmakla îmân ve itikat sahibi olmaya çalışmalıdır."O bazen de şöyle söyleyerek muhatabını susturmaktadır: ―Hemen aklı işe karıştırıp bizimle yarışa kalkma, tevazuuyla söylüyorum, tepelenirsin…"

Tezimizde kullandığımız kaynaklar öncelikle Dr. Münir Derman‘ın kendi eserleridir. Hayâtı ve eserleri konusunda daha önceden yazılmış lisans tezlerinden yararlandık ve tasavvufla ilgili temel eserler ışığında tezimizi hazırladık.

Elvan Sesli, Kayseri, 2013

2- Aşkar, Mustafa, Tasavvuf Tarihi Literatürü, İz Yay., İst. 2006, s. 15.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

I. BÖLÜM

1. MÜNİR DERMAN’ IN HAYÂTI VE ESERLERİ

1.1. Hayâtı

1.1.1. Doğumu ve Ailesi

"Hüseyin Münir Derman, 1910 yılında Trabzon‘da dünyaya geldi. Babası Ahmet Rasim Efendi, annesi Şehvar Hatun‘dur. Annesi Gümüşhane‘de, babası Vakfıkebir‘de doğmuştur. Şehvar Hatun‘un annesi Pembe Hatun, babası Uzun Mehmet Efendi‘dir. Ahmet Rasim Efendi‘nin annesi Kafkasya‘dan Cevahir, babası Buhara‘dan Hacı Ali Efendi‘dir. Münir Derman‘ın anne tarafından büyük annesi Gül Hatun "Evliya Kadın" olarak bilinmektedir. Gümüşhane‘nin Hedre Köyü‘nde türbesi vardır. Yine anne tarafından şeceresi "Uçan Şeyh" diye tanınan Ahmet Ziyâeddin Gümüşhânevî Hazretlerine kadar uzanmaktadır. Nazım ve Nuriye isimli iki kardeşi kendisi doğmadan, ağabeyi Hasan Kazım ise 47 yaşında vefât etmişlerdir."(3)

"Ahmet Ziyâeddin Gümüşhanevî Hazretleri; büyük velîlerden; ismi Ahmed b. Mustafa, künyesi Ziyâeddin olup, Gümüşhanevî diye meşhurdur. Babası Emir ler sülalesinden Mustafa Efendi‘dir. 1813‘de Gümüşhane‘nin Emirler mahallesinde doğdu. 1893 tarihinde İstanbul‘da vefât etti. Kabr-i şerîfi Süleymaniye Camii avlusunda Kanûni Sultan Süleyman Han türbesinin kıble tarafında olup ziyâret mahallidir."(4)

"Münir Derman‘ın harikuladeliklerle dolu hayâtı Trabzon‘da başlamaktadır. Rus işgali nedeniyle oradan geçip Gümüşhane‘ye yerleşmişler. Daha sonra burası da Rus işgaline uğrayınca tekrar işgalden kurtulan Trabzon‘a göç etmişlerdir. Burada ne kadar kaldıkları bilinmemektedir. Derman Hoca bu göç macerasını şöyle anlatıyor:

"Hedre‘den muhacir çıktık…Kafile hâlinde yürüyerek...Nereden geçtik…Nerede konakladık…Hatırlamıyorum…Ankara‘ya kadar geldik… Bentderesi denen semtte küçük bir evde oturduk...Pembe Ninem Ankara‘da Hakk‘a göçtü…." (5) "Hacı Bayram-ı Velî türbesi yanındaki mezarlığa defnedildi. Sonraları o mezarlık kaldırıldı. Rahmetli dayım, annesi ninemin kabrini toprak ve kemikleriyle aldı. Hedre köyüne götürerek büyük ninesi Evliya Kadın‘ın yanına defnettirmişti. Dayım o zaman Gümüşhane mebusu idi." (6)

3-Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, Basılmamış Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 2000, s. 1.
4-Komisyon, Evliyâlar Ans., Türk.Gaz.Yay.,İst.1993,Cilt XII, s.351.
5-Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, s. 2.
6-Derman, Münir, Yazılmamış Sırların ilki, Yazılacak Sırların Sonu, Ankara 2009, Sarıyıldız Ofset, Cilt I,s.220.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

1.1.2.Eğitim Hayâtı

“Münir Derman, öğrenimine babasının yazdırdığı, Fransız kolejinde başlamıştır. Burada Fransızca‘ yı en iyi şekilde öğrenmiştir. Aynı zamanda rahibin oğlu olan arkadaşı sayesinde Rusça‘ yı da hazinesine katmıştır. Liseyi bitirdikten sonra devletin açtığı burs sınavına katılmıştır. Bu burs sınavında şöyle bir hatırası olmuştur: "Bu sınavda Atatürk sözlü olarak şöyle bir soru yöneltmiştir. "Napolyon kimdir, Atatürk Kimdir ?" bu soruya sadece Münir Derman doğru cevap vermiş. Cevabı ise şöyle olmuş. "Atatürk Halifeliği kaldırıp cumhuriyeti kuran, Napolyon ise cumhuriyeti kaldırıp krallığı kuran kimsedir." Bu cevap Atatürk‘ün çok hoşuna gitmiş, Münir Derman‘ın saçını okşamış. Derman Hoca bu devlet bursu ile tahsil hayâtının büyük bölümünü Fransa‘da geçirmiştir. Burada felsefe bilimleri ve Psikoloji bölümlerini okumuştur." (7)

"Fransa dönüşünde Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde Fransızca başta olmak üzere dersler verdi. Münir Derman 22 yaşlarında İstanbul‘da tıp fakültesine başlar. Orayı da bitirir, doktor olur. Yine tahsil hayâtı devam eder. Bir tanıdığı vasıtasıyla Suudi Arabistan‘a gider. Kral‘ın saray doktorları arasına girer. Arabistan‘da iken aynı zamanda Mısır‘ daki Ezher Üniversitesine kaydını yaptırır. Hem doktorluk yapar hem de Mısır‘daki Ezher‘e devam eder. Dışarıdan derslere hazırlanır. Ve imtihanlarına girmek sûretiyle Ezher Üniversitesini de bitirir. Suudi Arabistan‘dan döner. Türkiye‘ye döndükten sonra hükümet tabibi olarak Ağrı‘nın Eleşkirt ilçesinde görevlendirilir. Şark hizmetini Eleşkirt‘te bitirir. Daha sonra Bilecik‘in Bozhöyük ilçesi hükümet tabipliğine naklen tayini yapılır." (8)

7-Deniz, a.g.e. , s. 3.
8-Turaç, D.Ali, Son Devrin Mutasavvıflarından Münir Derman, Hayâtı, Hatırları ve Mektupları, Basılmamış Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 2000, s. 6-7.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

1.1.3.Evliliği ve Çocukları

"Annesi Şehvar Hatun ile otururlarken İstanbul‘da, müfettiş olan dayısının kızı Cahide Hanım vardı. Annesi "Sana onu almak istiyorum" der. İstanbul‘ a giderler, dayısının kızını isterler ve Cahide Hanım‘la evlenir. Cahide Hanımı Bozhöyük‘ e gelin getirirler. O artık evlenmiştir. Annesi ve hanımıyla birlikte aynı evde otururlar. Bu arada bir kız çocukları dünyaya gelir. Adını Ayşin koyarlar. Kendileri mesai haricinde muayenehane açmaz. Aldıkları maaşla kıt kanaat geçinmeye çalışırlar. Bu arada Münir Derman Hz.lerinin kızı Ayşin Hanım büyür, Fransız kolejini bitirir ve evlenip İstanbul‘ a gider. Bu evlilikten bir kızları dünyaya gelir. Adını Gülbanu koyarlar. Gülbanu da büyür. Ankara kolejini bitirir ve bu arada Ayşin Hanımefendi birinci eşinden ayrılır. İkinci bir evlilik daha yapar. İkinci evliliğinden de iki kızı dünyaya gelir. Münir Derman Hz.leri torunlarının isimlerini bizzat kendileri koyar. Feryal ve İsra. Yetişmelerinde büyük anneleri olan Cahide Hanım Efendinin büyük rolleri olmuştur. Münir Derman eşi ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: "Çileli insanların mânevî yönleri kuvvetli olur. Yengeniz de çok çileli birisidir. Onun için o evliya bir kadındır. Yengenize hürmet edin, onun duasını alın.""(9)

9-Turaç,a.g.e., s. 7-8.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

1.1.4. Yaptığı Görevler

“Üniversitede-Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi- dersler veren Münir Derman Hoca, doktorluk mesleğine ilk olarak sağlık bakanlığı nezdinde gönderildiği-Ağrı, Doğubayazıt, Eleşkirt- şark hizmetiyle başlar. Evlendikten sonra ikinci görev yeri olan Eskişehir‘e yerleşmiştir. Eskişehir‘de genel cerrâhi dalında doktorluğa devam etmiş ve buradan emekli olmuştur. Bu dönemlerin hangi tarihte başlayıp bittiği bilinmemekle beraber bir dönemde Talal isminde tıp fakültesinden çok samimi olduğu arkadaşının vasıtasıyla Arabistan‘da çalışmıştır. Yedi yıl kadar Kral‘ın doktorluğunu yapmıştır. Bu dönemle ilgili bâzı hatıraları vardır. Hücreyi Saadet‘e sadece bir defa çok ısrar edildiği için girmiş diğerlerinde edebinden dolayı içeri girmeyi istememiştir. Bu bir defalık girişinde de çoraplarına kadar her şeyini çıkarmıştır. Bu hareketi Arapların çok hoşuna gitmiş, onu omuzlarına almışlardır."(10)

"Münir Derman Hoca, yaklaşık olarak 1963-1964 yıllarında Türk Tıbbında ilk defa kopan bir ayağı ameliyatla takarak uluslar arası tıp dünyasında ilgi çekmiştir. Olay şöyle olmuştur. "Bir kadın hastaneye geliyor, elinde bir ayak. "İyi bir cerrah yok mu? Muhammed (s.a.v.) aşkına şu bacağı taksın" diye bağırıyor. Derman Hoca, Muhammed (s.a.v.) adını duyunca kötü oluyor. Hemen ayağı kopan genci ameliyat ediyor. Dokuz saat ameliyattan sonra Hoca çıkıp secde ediyor. Eve gidiyor, gelişme olursa bildirilmesini ricâ ediyor. Sonra Hoca‘ya telefon edilip bacağın sıcaklaştığı müjdesi veriliyor." Bu başarılı ameliyattan sonra ilk tebrik telgrafı Sovyetler Birliği‘nden gelmiş, sonra Amerika‘dan, Fransa‘dan, Almanya‘dan davet telgrafları almıştır."(11)

"Eskişehir‘deki görevinden emekli olduktan sonra, dâvet edildiği Almanya‘ya gitmiştir. Onbeş yıl Almanya‘da anatomi profesörlüğü yapmış, sonra yurda dönmüştür. Bu vazifelerin haricinde ilaç fabrikasında çalışmıştır. Bâzı ilaçların açık patentini almıştır. Fakir hastalara bizzat yardımcı olmuştur. Derman Hoca atom modelinin dökümünü yapmıştır. Şartlar elvermediği için geliştirememiştir. Tıpla ilgili eserleri de vardır. Eserlerinin bir kısmını II. Dünya harbinde Fransa‘da kitapların olduğu yer bombalandığından kaybetmiştir. Gülhane hastanesinde Fransızca olarak romatizma ve kan grupları ile ilgili olarak kitapları mevcuttur."(12)

10-Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, s. 5-6.
11-Deniz, a.g.e. , s. 6.
12-Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, s. 7.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

1.1.5. Tasavvufa İntisabı

"Trabzon‘da 4 yaşından i‘tibâren Buhara‘ lı Hocası Ömer İnan Efendinin mânevî eğitiminde ilerlemiş, ondan feyz almış ve seyr u sülûkunu aynı zâtta tamamlamıştır. Hâfız Nigar ismindeki hocasından Kur‘an öğrenip yedi yaşında hafız olmuştur. Ömer İnan Efendi, Derman Hoca‘nın küçüklüğünde Rus askerlerinin attığı topları eliyle tutar, üzerine bir şeyler okur ve gönderirmiş. Çiftçilikle uğraşan Ömer İnan Efendi, çok kanaatkâr ve celâlli bir zâtmış. Herkes ondan korkar ve çekinirmiş. Kendisi çok büyük bir velîymiş. Derman Hoca, Haçkalı Hoca diye Trabzon‘da sık sık tayyi mekân yapan bir zâttan bahsetmiştir; fakat onunla mânevî bir yakınlığı olmamıştır. Bunun yanında mânevî terbiyesine yardımcı olan, Doğu Beyazıt‘taki görevi esnasında tanıştığı "Ömer" isminde bir zâttan bahsetmiştir. Şam‘da bulunan dört kişiden de el aldığı bilinmektedir. Bu zâtların kim oldukları hakkında malumat yoktur. Münir Derman Hoca‘nın anne ve babası da Ömer İnan Efendi‘ye intisâplı olduklarından, kendisinin intisâbı kolay olmuştur. İnan Efendi, O‘nun mânevî terbiyesiyle çok yakından ilgilenmiştir. Onu on beş yaşında kırk günlük erbaine sokmuş, her gün sadece yemesi için bir tas çorba vermiş, karanlık bir odada çile doldurmuştur. Halvetten çıktıktan sonra, İnan Efendi‘nin evinin bahçesinde, çardakta yemek yemek için oturmuşlar, sofraya kızarmış tavuk gelmiş, İnan Efendi "yiyelim" deyince Derman Hoca, budu koparmaya başlamış. Daha ağzına götürmeden Efendisi budu elinden çekmiş, almış. "Senin daha nefsin temizlenmedi, tekrar halvete, odaya gir" demiş. Hoca ağlayarak kalkmış. Halvete kapanıp, kırk gün sonra çıkmış. Ömer İnan Efendi onu sabah namazına ormana göndermiş. Er-Rahman süresini okumasını tembihlemiş. Ormanda siyah sarıklı bir zât çıkmış karşısına."Halvetin mübarek olsun, artık sende bizden oldun. Zaman zaman yanına geleceğim ve dediklerimi yaparsın" deyip kaybolmuş. Bunu Hoca‘sına anlatmış, hocası onu tebrik edip, yolun açık olsun demiş. Duâ etmiş, onu uğurlamış."(13)

"Yine bir sabah namazında efendisi Hoca‘yı tek başına, karanlıkta ormana göndermiş. O zaman bütün ağaçlar ve çiçekler Münir Derman ile konuşmuş. Ağacın biri çok kuruymuş, ağlıyormuş. Derman Hoca‘nın kendisine yaslanmasını istiyormuş. Hoca ağaca yaslanınca, ağacın dibinden bir çiçek çıkmış ve üzerinde bir şebnem damlası varmış. Damla büyüyüp hocayı içine almış. Onu yıkamış. Siyah sarıklı bir adam Onu okşamış, "O isterse her şey olur" deyip ortadan kaybolmuş. Böylece mânevîyâtı hızla gelişmeye başlamış."(14)

13-Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, s. 8.
14-Deniz, a.g.e., s. 8-9.

Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

1.1.6. Mürşid Olduktan Sonraki Hayâtı

Derman Hoca‘nın şeyhi Ömer İnan Efendi‘den icazetini nasıl aldığı hakkında malumat yoktur.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

1.1.6.1 İrşadı

"Derman Hoca‘nın meşrebinde celâllik vardır. Aynı zamanda kuvvetli merhamet yatağı olan Derman Hoca garip ve tek bir fert olarak yaşamıştır. Fazla arkadaş edinmemiştir. Ferdiyet makamında idi. Herkesin bilmediği meşrep Şemsettin Tebrizî' nin meşrebidir. O‘da bu meşreptendir. Garip gelip, garip giden Derman Hoca çok yoğun, anlaşılmama yalnızlığı çekmiştir. Halvet O‘nun en çok kullandığı usûldür. Kendisi makamının yükselmesi için riyazetler yapmıştır. Her zaman "az yemek, az uyumak" gerektiğini talebelerine hatırlatmıştır."(15)

O, kendisini kitabında şöyle anlatımıştır. "Ben evliya veya ermiş bir insan değilim. Basit bir mü‘min olmaya çalışan bir insanım, dünya nimetlerinin şükrünü eda için çalışıyorum; vakit bulursam istiğfar ile uğraşacağım. Hayât-ı hususiyemi bilmeyenler hırpalayacı sözler söyleyebilirler; bunlara bir mânâ vermedim. Her şeyden el çektikten sonra meşgûl olanlardan değilim ben. Meşgûl iken her şeyden el çekmeye çalışanlardanım."(16)

"Derman Hoca kendi gayretiyle talebe almamıştır. Hakk tarafından kendisine gönderilenleri talebeliğe kabul etmiştir. Çok sayıda mürîd edinmemiştir. Gerçek talebelerinin sayısı altıyı geçmemiştir. İrşad olunacakları irşâd etmiştir. Derman Hoca kendi tarzını şöyle anlatır: "Her gün yıkanmam emir olundu. Az yemem, az su içmem emir olundu. Bu emirler hiç güçlük çekmeden, ben arzu etmeden husûl buldular. Ayda iki gece ben, bilmediğim meçhul diyarlara davet ile götürüldüm. Oradan rağbet ve i‘tibâr ederler bana. Bütün müşküller halloldu bana. Celâl köşesinden daima Settâr sıfatının altından bağırmak emir olundu bana. Mürşidlik rütbesi verildi; irşâd ederim. Mürid gönderirler bana. Eteğime yapışanlara Celâl köşesinden hırpalamak emir olundu bana. Maşrıktan mağribe atıldım. Mağrip sultanı emretti bana. Her gece Sultan-ı Mağribi ziyâret ederim. Âlem-i Misal tay-yi mekân oldu bana inâyet. Gayb Ricâli‘ni gördüm. Selam ettiler bana. Edep içinde divan durdular. Kulağıma fethiyye salâsını okudular. Üçler, yediler sonra dörtler buz gibi su ikram ettiler bana. Su içmekle kanın içre hücrem zikrini guslederim. Tevhîde girdim. Bu gusl farz oldu bana. Kanaatten bereket evcain saldılar evim canibime… Bir lokma soframda yiyen, doyan olur, tuhaf geldi bana. Rızâ rüzgârının bir yaprağı gibi oldum. Çok şükürler Allah‘ıma, salât olsun Mahbubuna… Cemâlullah zâhir oldu. Cemâl Celâl, Celâl Cemâl karışarak tevhîd oldu. Derya içre düşüverdim. Damla idim, umman oldum. Dertli idim. Derdim gidip Derman oldum… Kırklar sofrasında bulundum. Bunların üçü ile haftada bir kere buluşurum. "Kırklardan mısın?" diye sorma bana… Ben o üç ile dört yaparım. Hiç ile kırk oluruz. Üç kişi bir de ben, bir de hiç, bir taife teşkil ederiz, gezeriz. Hem kırkız, hem dördüz, hem hiçiz biz…"(17)

"Günümüz tarîkat anlayışını eleştirir ve şöyle der; "Size beş vakit namaz, Allah ve Resulü yeter. Bu devir, tarîkat devri değil, her şeyin sahte olduğu bir devir." Klasik tarîkatlardaki devran, zikir halkası, toplantı gibi gösterilere izin vermemiştir. Evrat olayını da benimsememiştir. Kendisini hiçbir zaman belli etmeyen Derman Hoca cemaatleşmeye de karşıydı. "Allah‘a giden yol birdir" derdi. Cemaatleşme olunca fitne çıkacağını ifâde etmiştir. "Mü‘min kişinin tek görevi Hakk‘ın emirlerini yerine getirmek ve Allah‘a karşı samimi olmaktır" diye söylerdi."(18)

"Hoca‘nın kendi riyazetleri çok ağır olmuştur. 1982 Haziranında halvete girmiş, oruç bitimine kadar her akşam yalnızca tek bir zeytinle idare etmiştir. On beşinci günün sonunda bir bardak su içmiştir. Kendisi ve annesi soğan ve sarımsak yememişlerdir. Bir zeytinle tek bir marul yaprağıyla oruç tutardı. Çok namaz kılardı. Günlerce, gecelerce… İki yıl boyunca orucunu bırakmamıştır. "İtikat orucu bu, bu asırda bir iki kişinin çekilip bu orucu tutması lazım" derdi. Talebeleri irşâd ederken de onlara durumlarına ve seviyelerine göre riyazetler verirdi, halvete sokardı. "Tasavvuf yaşanan bir hâldir, sonradan tasavvuf diye isimlendirilmiştir" derdi. İrşadın sözlerle değil, sessiz ve sözsüz akıtılarak verileceğini söylerdi. Talebelerine en çok tavsiye ettiği şey devamlı abdestli olmaları gerektiğiydi. Bir talebesine altı sene soğan sarımsak yedirmemiştir. Soğan sarımsağın düşünce gücünü zayıflattığını, bâzı esmâların işleyişini etkilediğini bildirmiştir. Konuşmazdı, idrak ettirirdi. "Hakiki mürşit bakarak, yakarak temizler, şeyh insanın içini dışını yıkar. Ben içimle bakarım, tamamen ötelerin adamıyım" derdi. Asrının insanı olmadığı için çok üzülürdü. Bu asrın ötesindeydi. Hiç arkadaşı yoktu. "Kendimi anlatacağım bir arkadaşım bile olmadı. Bir dost bulamadım, gün akşam oldu" diye sık sık söylenirdi. Kalabalıktan hoşlanmazdı. Kendisinin görünmüyor ve anlaşılmıyor olmasını şöyle anlatırdı: "Bana Hocam söylemişti yıllar evvel. Seni ancak ben görebilirim. Başkası göremez. Niçin der gibi mübarek gözlerine baktım, gülerek bana " Sen görünmezsin de ondan" demişti. "Hocam görünmek istiyorum!" dedim. "Sırası gelince görün" dedi. Göründüm fakat göremediler. Kader böyle… Bakarlar bana gövdemi görürler. Hâlbuki ben başka yerdeyim. Günü gelince gömerler beni. Gövdemi gömerler. Orada bile başka yerdeyim. Doktor nerede, Derman ne oldu. Sana bana olan O‘na da oldu. Yıllar geçti, dünya değişti, hocam göç etti. Ne var ne yok ufukta kayboldu, perdelendi. Ben öğüt tutarım. Hocamı kırmak aklımdan geçmez!." (19)

"Derman Hoca, çok zaman sukût eder, ağlardı; doğuştan seçilmiş bir insandı. Kendisine Kahhar görevi verilmiştir. Bu yüzden de talebelerine zorlukla muamele eder, çok ölçüp tartardı. Yine de onları incitmekten çekinir, severdi. Her müşküllerini hallederdi. Maddî ve manevî yardımlarını talebelerinden esirgemezdi. O‘nun mürîdlerine karşı celâllenmesinin arka planında sonsuz bir merhametin saklı olduğu bilinmektedir. Hata yaptıklarında kaşlarını çatar, soğuk davranırmış. Bunu bazen özellikle imtihan niyetiyle yaptığı olurmuş. Direkt olarak talebelerinin hatalarını yüzlerine vurmadığı için, böyle bir yol seçmiştir. "Hata yüze vurulmaz" derdi. Bu ilgi, hoşgörü hatta celâl karşısında elbette ki talebelerinin ona olan aşk ve muhabbeti son derece fazla idi. "Derman Hoca" denildiği zaman gözleri yaşla dolan, gözlerinin içi gülen pek çok talebesi onu hâlâ sevgi ve saygıyla anıyor. Talebeleri onun mizacına uygun ve ona gösterdikleri saygı ve hürmet gereğince karşısında hep susmuşlar, sessiz olmuşlardır. Sohbetleri esnasında içleri heyecanla dolarmış. Derman Hoca‘nın talebelerinin de ağızları sıkıydı. Onlarda tıpkı hocaları gibi sanki görünmezlik iksiri içmişlerdi. Derman Hoca işini başkalarına yaptırmaktan hiç hoşlanmaz, talebelerine bile hizmet eder, gönüllerini hoş tutardı. Ömründe bir defa kendisi için dua etmemiştir."(20)

"O alışılmış evliyâ tipinden farklı idi. Saçlar uzun, sakal yok. Haneciler otelinde (Ankara) uzun yıllar kaldı. Zannedersiniz ki o odayı güzelce döşemiş ama öyle değil; bomboş bir otel odasıydı. Hoca‘yı her tip insan ziyârete gelirdi. Meslek olarak, tasavvufî seviye olarak, kültürel seviye olarak. O yüzden talebeleri arasında kopukluk vardır. Hoca çok celâlli olduğu için celâl meşrep olanlar O‘na giderlerdi."(21)

"Derman Hoca‘nın talebe eğitiminde halveti kullandığını söylemiştik. Bunun yanında bâzı öğrencilerine gündüz ve gece söylemeleri için salavâtlar vermiştir. Virdler vermiş ama bunların sayılarını kişiye göre değiştirmiştir. "Sayı telefon numarası gibidir. Tuşlayın istediğiniz yer çıkar" demiştir. Bununla beraber toplu zikir katiyen vermemiştir. "Oturun, bir köşeye çekilin, ibâdet edin, teheccüt namazı kılın, tefekkür edin" dermiş. Bâzı talebelerine Kur'ân‘dan belli kısımların okunması şeklinde dersler verdiği de olmuştur. "La ilahe illallah deyin. Ama kalbden gerçekten deyin!" diyerek sayılara kızdığı da olmuştur. Salavât ve vitrin yanında gök aylarında üç gün oruç tutulmasını da istemiştir. Zaman zaman talebelerine zâhirî sohbet yapmış, ancak bu sohbetler tek bir mevzu üzerinde durarak kısa açıklamalar şeklinde olmuştur. Kendisi talebe eğitiminde seyr u sülûku şöyle anlatır: “Seyr u sülûkta mürîd için on asıl yol belirlenmiştir. Buna usûl-ü aşere derler.”

 -Tevbe
 -Zühd
 -Allah‘a Gönül
 -Kanaat
 -Uzlet
 -Zikir
 -Allah‘a Teveccüh
 -Sabır
 -Murâkabe
 -Rızâ (Nefis rızâsından çıkıp Allah‘ın rızâsına girmektir.)

Seyr u sülûkun yedi mertebesi vardır:

-Makam-ı Nefs: Seyr u İlallah. Nefs-i Emmâre
 -Makam-ı Sadr: Seyr u Billâh. Nefs-i Levvâme'den kurtulmaktır.
 -Makam-ı Rûh: Seyr u Alellah. Nefs-i Mülhime ile mücade edilir.
 -Makam-ı Sır: Seyr u Maallah. Nefs-i Mutmainne
 -Makam-ı Sırr-ı Sır: Seyr u Fillah. Nefs-i Râziye
 -Makam-ı İfnâ: Seyr u Anellah. Nefs-i Merziyye
 -Makam-ı Hakaik-i Hakika: Seyr u Billah. Nefsi Sâfiyye"(22)

"Derman Hoca‘nın toplum ve halk nezdinde en büyük irşâdı vaaz ve nasihatleridir. Hacı Bayram, Maltepe, Aslanhane Câmilerinde sık sık vaazlar vermiştir. Sadece Ankara‘da değil, doktorluk görevini yaptığı Eskişehir‘de de çok sayıda sohbeti olmuştur. Uzun süre vaazlarının yanında İslam Mecmuası‘nda yazılar yazmıştır. Aslanhane Camii‘nde ramazanlarda vaaz vermiştir. Teravih namazından sonra dağılanlar olur, geriye az insan kalınca bir saat kadar sohbet yapmıştır. Sohbetlerini bazen gülünç hakîkatlere ayırmış, gülüp geçmiştir. Yanına gelenlere namaz kılmaları hususunda ısrarla tavsiyede bulunur ve yumuşak konuşurdu. Her gelenin müşkülünü çözerdi. Etrafındaki sohbet halkasında memurdan esnaftan çok sayıda insan vardı. Mânevî meseleleri fen ve diğer ilimlerle açıklayan Derman Hoca "bir din âliminin bütün fen ilimlerini bilmesi gerekir" derdi." (23)

15 Deniz, a.g.e. ,s. 12-13.
16-Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, Ankara, 2010, Sarıyıldız Ofset, s.165.
17-Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, s. 13
18-Deniz, a.g.e. , s. 13-14.
19-Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, s. 14.
20-Deniz, a.g.e., s. 14-15.
21-(Sönmez, Güngör , kişisel görüşme, Eylül 2011).
22-Derman, Münir , Vahdet-i Vücûd’a Giriş, ss.10-12.
23-Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, s. 17.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

1.1.6.2 Talebeleri

"Derman Hoca‘nın her zaman talebe sayısı az olmuştur. O talebelerini kendi seçmemiş daima kendisine mânevîyâttan gönderilen talebeleri yetiştirmiştir. O‘nun son derece itina ederek yetiştirdiği öğrencilerinin bâzılarının isimleri şöyledir: Hakim Yurdanur Şendir, Remzi Kasım Can, Yaşar Çetinkaya, Günnur Şahin, Sabri Tandoğan, Şeyh Mansur, Sevim Kubat. Bu şahıslara hangi tarihte Hoca‘nın eğitimine girdikleri hususunda malumatımız yoktur. Derman Hoca‘ nın on yıl içinde yetiştirdiği Şeyh Mansur ismindeki talebesi en meşhurudur. O‘nun halifesi olmuştur. O‘na icazet vermiştir. Derman Hoca‘nın halife olarak yetiştirdiği bilinen tek öğrencisi Şeyh Mansur Efendi, Hoca‘ya sonsuz bir muhabbetle bağlıydı. Hoca‘yla farklı şehirlerde olduklarından kendisini çok görmek istemiş ama Hoca buna izin vermemiştir. Hoca‘ya "Neden görüşmüyorsunuz?" diye sormuşlar, Derman Hoca : "İki bomba bir araya gelirse patlar" demiş. Gerçekten de hiç görüşmeden ahret yurduna göçmüşlerdir. 1989 yılının başlarında Şeyh Mansur da vefât etmiştir."(24)"Derman Hoca‘nın hâlâ manevî tasarrufu ile eğitmekte olduğu talebeleri vardır. Vefât edeceği zaman yerine birini bırakmamıştır."(25)

Daha önceki hazırlanmış olan tezde talebeleri ile ilgili olarak ifade edilen isimlere ek olarak isimlerine veya kendilerine ulaşabildiğimiz Mehmet Güngör Sönmez, Ahmet Kayhan Efendi, İsmail Akdeniz, Raziye Akdeniz, Yaşar Koçhisarlı ve Hüseyin Ayırgan isimli talebeleri de mevcuttur.

Mehmet Güngör Sönmez Münir Derman Hoca ile ilgili hoca-talebelik ilişkisi hakkında görüşmemizde şunları ifade etti. "1984 yılında Hocam ile tanıştım. Vefatına kadar yanından ayrılmadım. Her hafta cumartesi-pazar hariç Haneciler otelindeki odasında hep yanında, hizmetinde oldum. Saat 10-11 gibi gelir, 5‘e 6 'ya kadar yanında olurdum. 1986 yılında Hoca‘mın yardımıyla halvete girdim."

Mehmet Güngör Sönmez Bey ile yapılan görüşmede, bizlere anlattığı Münir Derman Hoca ile yaşadıkları bir kaç hatırası şöyledir:

"Hocam‘ın vefatından bir hafta on gün kadar geçmiş idi. Ben ise Hoca‘mın ailesine Hocam‘ı anlatmakta idim. Ben anlattıkça başta Eşi Cahide Hanım olmak üzere hayretler içerisinde kalıyor ve Münir Hocam hakkında duydukları karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Bir müddet bu sohbetler devam etti. Bir gece Hocam rüyamda "Yeter artık , konuşma" diyerek gözüme bir yumruk attı. Yumruğun acısıyla uyanmışım. Uyandığımda gözüm, yediğimin yumruğun ağrısıyla belirli bir müddet sancılandı. Birtakım sırları ailesine dahi ifşa edince Hocam tarafından bizzat uyarılmış oldum. Bu olay Hoca‘mın dünya değiştirmesine rağmen Allah‘ın izniyle tasarrufunun devam ettiğini göstermiş oldu bana."

Bir diğer hatırasında ise "Hocam benden, kaldığı otelde hizmetindeyken bir demet maydanoz alıp gelmemi istedi. Ben de aldım geldim. "Yıkadın mı" diye sordu , Ben de "hayır yıkamadım" dedim. İkinci hafta tekrar benden bir demet maydanoz daha almamı istedi. Ben de aldım ve otele girmeden geçen haftaki uyarı sebebiyle yıkadım ve öyle yanlarına vardım. Tekrar maydanozu "yıkadın mı" diye sordu. Ben de evet yıkadım dedim. Hocam maydanoz demetini eline almasıyla bağırmaya başlaması bir oldu ve "bu nasıl yıkama" diyerek kızdı. Devamında ise kendisi bir leğeni alarak ince ince her bir maydanoz yaprağını ayıkladı ve saplarını aynı boyda keserek yönleri aynı yöne bakacak şekilde dizdi. Bir sonraki hafta tekrar bir demet maydanoz almamı istedi ve ben yaklaşık 3,5 saat sonra temizleme işlemini tamamladım. Bu süreçte ben bir sırra erdim. Bu sırra ermenin sevinciyle Hocama konuyu aktarmak üzere iken Hocam "Biz sana üniversite eğitimi veriyoruz , sen ise ilkokul çoçuğu gibi kekeliyorsun" diyerek beni azarladı. Ben ise sırra erdiğim için kendimi önemli sayarken, Hocamın uyarısı üzerine kendime geldim. Maydanoz demetlerini sonraki dönemde istenen şeklide hazırlamayı adet edindim; kendime önem arz etmeden....

24-Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, s. 22.
25-Deniz, a.g.e. , s. 23.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

1.1.7. Vefâtı

"Doktor Münir Derman aşağı yukarı iki yıla yakın Ankara Sanatoryum Hastanesinde yattı. Akciğerlerinden rahatsızdı. Nefes alırken zorluk çekerdi. Bir müddet daha yattı, iyi olmaya başladı. Sonra tekrar nüksetti. Tekrar düzeldi, tekrar nüksetti derken hastanede kalması iki seneyi buldu.
2 Aralık 1989 Cumartesi, ikindi üzeri, saat 15.00 sularında gözlerini bu fâni dünyaya kapayarak Hakk‘a kavuştular. Son sözü, son nasihati yoktur. Ölümünden iki yıl önce vasiyetini hazırlamış ve yakın talebelerine vermişti. Bu vasiyetnamesinde söyle söylüyordu: "Şu şu kişiler cenazemi kaldırsınlar. Kalabalık istemiyorum, ölümümü ilan etmeyin. Bu dünyaya garip geldim, garip gitmek istiyorum. Tantanaya gerek yok. Cenazeme çiçek getirmesinler. Tenha bir köye defnedin beni. Şayet; Ankara Yenimahalle ilçesine bağlı Ankara‘ya 20 km olan Memlik Köyü‘ne defnederseniz memnun olurum…

Cenaze namazımı köyde kılın, sadece bir hafız Kur‘an okusun o kadar… Orası benim makamımdır. Bir müddet sonra kabrimi açsanız, beni zâten orada bulmazsınız, gider, gelirim. Beni vefâtımdan sonra 24 saat bekletin ondan sonra defnedin" buyurmuşlardır. Münir Derman Hoca soğuğu çok severlerdi, sevdikleri gibi de kar yağarken gömüldüler…3 Aralık 1989 Pazar günü “Memlik” köyüne götürülerek orada cenaze namazı kılındı ve defnedildi… Hava oldukça soğuk, yerde kar vardı. Bir taraftan da kar yağıyordu. Kabristan bir tepe üzerinde idi. Tepenin altından pınarlar akardı. Yeri çok güzel, sâkin ve havadardı."(26)

"Derman Hoca gerçekten de yıkanmadan defnedilmiştir. Cenazesi söylediği gibi az değil kalabalık olmuştur. Maalesef istemediği telkin de verilmiştir. O‘nu taşıyanlar, baş ve ayak kısmında bulunanlar Hoca‘nın kendine has manevî kokusunu duymuşlardır. Vefât ettiğinde hastanede o kokuyu birçok insan hissetmiştir. Hastanede pijaması kesilerek öğrencileri arasında paylaşılmıştır. "Ben öldükten sonra beni çok arayacaklar" diyen Derman Hoca ardında pek çok sevenini bırakmıştır. Mânevî emânetlerini kendisine yâkinen hizmet eden, O‘na yanaşmış sevdiklerinden birine bırakacağını söylemiş, fakat isim açıklamamıştır."(27)
26-Turaç, D.Ali, Son Devrin Mutasavvıflarından Münir Derman, Hayâtı, Hatırları ve Mektupları, s.11-12
27-Deniz, Ahuzer, Münir Derman’ın Hayâtı ve Kişiliği, s. 28-29.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

1.1.7.1 Kabir Taşım

"Münir Derman Hoca‘nın türbesi, ziyâret etmek isteyenler için Ankara‘ya bağlı Memlik köyündedir. Fevkalade güzel ve yeni bayındır edilmiş yerin, ilk görüntüsü klasik anlayışın dışında farklı bir yapılanma içindedir. Skolâstik gelenekte, metfun olan zâtın üstünde türbesi yükselirken, Derman Hoca‘nın kabri, diğer kabirler arasında üstü açık ve sadedir. Aynı statüde olan birçok gönül erinden farklılığı burada bile göze çarpmaktadır." (28)

"Bu "Kabir Taşım" yazısını vefât ettiği gün ölmeden önce kendisi kaleme almıştır."(29)

“KABİR TAŞIM

Bir gövde borcum var toprağa
Verdim borcumu
Rûhumun toprağa borcu yok benim.
Arama toprakta beni ben başka yerdeyim.
Toprağım temizdi temiz teslim ettim borcumu
Bu kabir rûhumla gövdemin ayrılış yeri
Burada arama burada değilim
Azapta değil narda değilim.
Dünyada haksızlık, sefalet, açlık, sıkıntı, dertlerle arkadaş yaşadım.
Şikâyet etmedim Rabbimden, bu nedir diye.
Kırklar, yediler, dörtler, üçlerle arkadaş idim.
Hızır‘la konuştum, dertleştim dünya yüzünde…
Şikâyet etmedim kendi hâlimden
Nefsinle uğraşma, bu savaş değildir. Kabirde azabın esası budur.
Bırak nefsini kendi hâline. Uğraşma onunla, yakışmaz sana.
Gövde, nefs, rûh, başka başkadır.
Yekdiğerine karıştırıp çengelleme onları
Nefis dünyada kalır, gövde toprakta.
Rûh gider asıl olan Rabbine
Burada arama burada değilim.
Azapta değil, narda değilim.
Sıkıntım kalmadı, aç ve yoksul değilim.
Gövdemi verdim toprağa borçlu değilim.
Nefsimin de derdi dünyada kaldı
Üzme kendini ben de senin gibiyim.
Rabbimin yanında uçar gibiyim.

02.12.1989, Cumartesi"(30)

28-Demir, Sıddık, Ankara Gönül Erleri, Ankara, 2000, s.95.
29-(Ayırgan, Hüseyin , kişisel görüşme, Eylül 2011).
30-Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V s. 287.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

1.2. Eserleri

"Münir Derman Hoca hayâtının her anını insanlara hizmete adamıştır. O‘nun yaptıkları bir ömre nasıl sığar anlamak zordur. Yaptığı sohbet ve nasihatler yazıya geçirilip, kitap hâline getirilmiştir. O‘nun eserlerini kaleme alan emekli öğretmen olan bayan hakkında Derman Hoca şöyle söylemektedir: "Sevgi ile yoğrulu, çok az kişiye nasip olan, zevk veren bir sabır, her türlü menfaatten uzak, üzüntü duymayan bir enerji. Bıkmadan, usanmadan, yüz buruşturmadan, yedi sene maddî mânevî yardım ve hizmet. Binlerce sayfa yazı yazmak; onları tekrar daktilo yapmak; temiz ve intizamlı. Bu hasletlerin sahibinin ilhamı ile bu kitaplar yazı hâline geldi. Bu mübarek kişi olmasa idi, bunlar kitap hâline gelemezdi. Para ile yapılamazdı. Duâdan başka serveti olmayan yazarın sözü şu: "Allah O‘ndan râzı olsun. O‘nun kim olduğunu bilen bilir. Allah biliyor ya yetmez mi?" (31)

Melek Hoca‘nın eserlerinde kullandığı dil, yalındır. Konuşma havası içinde bazen, soru cevap şeklinde, bazen de şiir gibi yazılmıştır. Ama en ağır basan husus gizemli bir dil kullandığıdır. Satırların değil satır aralarının önemine dikkat çekmiştir. Bununla alakalı olarak şöyle söyler: "Söylediklerim kapalı, değişik sohbet ve nasihatlerdir. Yazılarımızda bunlar kelimelerin içine gizlenmiştir. Dikkat edilirse kulağa bir şeyler fısıldar. Akla bir şeyler aktarır. Ama okunanları amel hâline getirmek şarttır." (32)

Münir Derman Hoca‘nın bize ulaşmış eserleri şunlardır:
Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu (I, II, III, IV, V)—(Sarıyıldız ofset, Ankara 2009), Allah Dostu Der ki (Sarıyıldız ofset, Ankara 2010) Su (I, II, III)—(Sarıyıldız ofset, Ankara 2010) Muhiddin İbn Arabî Hazretlerinin Müslümanlara Nasihatleri (Trc. Abdullah Toprak ile beraber) —Vahdet-i Vücûd‘a Giriş isminde bir risalesi vardır.―Ayrıca 50 yılda hazırlanmış 11 ciltlik Ledünnî Tefsiri vardır ama zaman müsait olmadığı için bekliyor."(33)

Dr. Münir Derman‘ın kitapları onun ağzından çıkanların sevenleri tarafından not edilip derlenmesiyle oluşturulmuştur. Bundan dolayı kitaplarında konuşma üslubu hâkimdir. Bizim eserlerinden anladığımız kadarıyla Münir Derman Hoca, insana ebedî huzûr için gerekli olan tüm ilimlerde derin bilgi sahibidir.

Münir Derman Hoca, eserlerini kendisi şöyle tanıtır: "Muhtelif kitaplardan alınmış veyahut bir tahsilin netîcesi, akıl ve mantıkla sıralanmış laflar değildir. Kalp penceresine akseden hakîkatlerin insan özü ile ifâdeleridir. Yazan yazmamıştır. Yazana kalp mâverâsından yazdırılmıştır da ondan bir kıymet taşıyor." (34)

"Bu sözler içinde doğru olanlar Allah‘tandır. O‘nun lütfü inâyetidir. Yanlış olanlar varsa onlar da yazanın uydurmasıdır." (35)

Dr. Münir Derman eserlerinde, muhataplarını hep düşünmeye, anlamaya davet ediyor. Tam en çok merak ettiğiniz yer de konuyu bitiriyor. "Armut piş, ağzıma düş" yok diyor. Aynı zamanda tıp doktoru olması münasebetiyle etrafındakileri bu konuda da aydınlatıyor.

Dr. Münir Derman‘ın talebelerinden Sabri Tandoğan Beyefendi onun eserlerini bize şöyle tanıtıyor:
"Sükûnet ve ciddiyetle okunduğu zaman mânevî gelişmemize büyük yardımları olacak, duygularımızın ve iç varlığımızın ancak en sessiz anlarında soracağı soruları en güzel şekilde cevaplandıracak eserler." (36)

Sabri Bey onun eserleri hakkında şunları da söylemektedir:
"Münir Derman‘ın yazılarını istekle, heyecanla, dura dura, içlerine sindire sindire okuyanlar onu çok sevecekler, yalnız ona karşı değil, bütün hayâta, insanlara ve kâinâta başka bir gözle bakacaklar, kendilerini sonsuz güzelliğe götüren ışıklı bir yolda bulacaklardır. Hayâtı bir sanat eseri kadar güzel ve muhteşem bulan Münir Derman bize hâl diliyle, hayâtı ve insanı her an keşfe çalışmamızı, bizi aslımıza ulaştıracak yoldaki engelleri kaldırmaya çalışmamızı öğütler. Onun yazılarını okurken önümüze bir dünya, saadet ve zenginliklerle dolu, akla sığmaz büyüklükte bir dünya çıkacaktır.

Önemli olan onun yazıları ve konuşmalarıyla samimi sûrette meşgûl olmak, onu bir düşünce kaynağı hâline getirmek ve ondan çıkarılacak fikirlerle varlık, insan ve kâinât hakkında daha derin bir kavrayışa ulaşmaktır.

Denilebilir ki günümüzde tasavvuf, bu kadar derin, ince, çok yönlü ve terkipçi bir anlayışla ele alınmamıştır."(37)

Dr. Münir Derman, kitabına neden Allah Dostu der ki ismin verdiğini şöyle izah eder: "Buradaki Dost, Allah‘ın seçtiği dost değildir. Dost olarak yalnız Allah‘ı seçmiş mânâsına gelen dosttur. Allah‘ın seçtiği dostun, bu dost ayağının altını öper."(38)

Yine Dr. Münir Derman "Su isimli kitabına neden bu adı verdiği konusunda da şunları söyler:

"Eline bir avuç toprak al da bak. Neler var içinde… Sen de içindesin… Topraktan bu hâle gelmen için su ile karışman lâzım, toprak cesedin, su ruhun".(39)Diyerek suyun insan hayâtında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu belirtmiş, kitabına su ismini vererek de bize sanırım bu kitapların su kadar önemli olduğunu ima etmek istemiştir.

"Bu sözlerde suyun renksiz rengini, kokusuz kokusunu, tatsız tadını bulacaksınız… Çünkü "Biz her şeyi sudan halkettik" buyrulur."(40)

Yalnız bu kitapları okumak ya da anlamak o kadar da kolay değildir. Anlamak için dikkat, özen ve en önemlisi ihlâs ve samimiyet gereklidir.
"Şimdi aziz okuyucular, artık suya girip bu su ismindeki kitabı sessiz, gürültüsüz, kendi kendinize kaldığınız bir köşede okuyabilirsiniz. şüphe ve tereddüt etmeyiniz, suyu bulandırmayınız. Bu ummana girmekten de korkmayınız. Tuzsuz, tatlı bir denizdir. Fakat Lût Denizi‘nde olduğu gibi insan içinde batmaz."(41)

Münir Derman Hoca bu kitapların hitap ettiği kişileri de şöyle ta‘rif eder:
"İnanmayana, kendi kendini unutup, insanlık kıymetini kaydedip ben bilirim, âlimim, ben mürşidim, ben şuyum, ben buyum diye gaflet ve delalette olanlara söylemiyoruz. Zâten bunlar bu kitabı eline bile almazlar. Alsalar bile anlayamazlar. Anlasalar bile okuyamazlar. Bu da bu kitabın sırrı"(42)

Kitapta söylendiği gibi biz de bu kitapları anlamak istiyorsak nefsimizi bir kenara bırakıp, saf ve temiz olarak meşgûl olmalıyız. Ön yargılarımızı eski bilgilerimizi terketmeliyiz. Söylendiği gibi bu da bu kitabın sırrı…


31 Derman, a.g.e. , Cilt II, s. 251.
32 Derman, a.g.e. , Cilt V, s. 66-67. 33 (Koçhisarlı, Yaşar , kişisel görüşme, Eylül 2011)
34 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 10.
35 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, Ankara 2010, s. 26.
36 Derman, Münir, Su, Cilt I, s. 7.
37 Derman, Münir, Su, Cilt I, s. 7.
38 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 3.
39 Derman, a.g.e. , Cilt I, s. 33.
40 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt I, s. 25.
41 Derman, a.g.e., Cilt I, s.55.
42 Derman, a.g.e., Cilt I, s. 22.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

II. BÖLÜM

1. TASAVVUF ANLAYIŞI

2.1. Tasavvuf ve Tarîkat Hakkındaki Görüşleri

2.1.1 Tasavvuf Hakkındaki Görüşleri

Tasavvuf yok demek olan (sa-ve-fe) den ve daha doğrusu hikmet demek olan "sofya"dan hâl ve vahdet ve fenâ gibi ahvâli mânevîyyeye hasr-ı himmet edenlerin meslek ve tarîki anlamındadır. (43) "Tasavvuf dışta ve içte şeriatın edeplerini yerine getirmek, güzel ahlâk ve iyi huylarla nefsi arındırmaktır." (44) Cebecioğlu ise tasavvufu şu şekilde tanımlamaktadır: "Tasavvuf, Kur‘an–ı Kerîm‘i Hz. Rasûlüllah (s.a.v.) gibi yaşamaya çalışmaktır."(45) Kelâbâzi‘ye göre tasavvufun iki esası vardır. "Kazâya râzı olmak ve güzel ahlâk sahibi olmaktır."(46)

"Tasavvuf kulluk ve ma‘rifetullahı esas alır. Allah‘tan başka hiçbir varlığa bel bağlamamayı öngörür".(47) "Sonuçta tasavvuf sözünün anlamı insanın tasfiye ve ıstıfa yoluyla musaffa olup Mustafa‘nın hakîkatine erişebileceğini müjdelemektir."(48)

Tasavvuf ilminin nasıl elde edileceği hususunda ise Şihabeddin Sühreverdi‘ nin şu tespiti çok dikkate değerdir: "Sufîlerin ilimleri dışındaki bütün ilimlerin tahsili esnasında kalpte dünya muhabbetinin bulunması ve takvânın hakîkatlerinden uzak kalınması tahsile mânî olmaz. Hatta bazen dünya muhabbeti onları elde etmeye yardımcı bile olur. Bu büyük velîlerin ilmi ise, dünya muhabbetiyle hâsıl olmaz. Hevâ ve hevesten kaçmadıkça, boş lezzetleri bir kenara koymadıkça bu ilimlerin hakîkatine ulaşılamaz. Onlar ancak takvâ mektebinde okunur."(49)

"Bu anlamda olmak üzere tasavvuf nefsi kulluk alanında koşturmak ve kalbi yüce Rabbe bağlamaktır."(50)

"Münir Derman Hoca klasik tasavvuf kültürüne önem vermemiş, âdetâ nev‘i şahsına münhasır bir irşâd stratejisi oluşturmuştur." (51)

O‘na göre: "Tasavvuf ta‘rif edilemez. Tasavvuf nedir anlatmak, yazmak mümkün değil. Tasavvuf hakkında yazı yazılmaz. Yazılmıştır amma… Bu, resim üzerinde geniş bir orman seyretmektedir. Resmin içine giremezsin. O resim de orman değildir. Bâtınî zevk ve hisler, duygular maddeleşemez."(52)

Resimdeki ormanı seyretmekle insan ormanda yaşamanın vereceği huzûra kavuşamaz. Zâten resimdeki ormana ormanda denmez. Bunun gibi tasavvuf hakkında yazı yazmak tasavvuf olmadığı gibi onları okumakla da tasavvuf yaşanmış olmaz.

Ona göre tasavvuf hakkında sual sormak bile abestir. Çünkü o ulaşılan bir makamdır. Tasavvufî hâller, kişiye özeldir. Bu yüzden başkalarına bu hâlin tam olarak anlatılması mümkün değildir. "Beşerî tarafını tamamıyla silip, ilâhî tarafıyla görünmek hünerine vasıl olursa insan, onun yaşadığı hâle tasavvuf denir. Bu hâl lafla, kitapla anlatılmaz."(53)

İmam Kuşeyri (ö. 1072), yazdığı risalesinde şöyle demektedir: "Bu yolun hakîkatine ulaşmış sufîlerin çoğu yok olmuş, bu zamanda onların ancak eserleri ve izleri kalmıştır, bu yol yavaş yavaş silinmeye yüz tutmuştur. Bu devrin insanları yaptıkları kötü işlerle yetinmeyerek bir de yüksek hakîkatlere ve manevî hâllere işaret eden sözler konuşmaya başladılar."(54) Onun bu tespitinin doğruluğu Münir Derman Hoca‘nın yaşadığı döneme gelindiğinde daha bariz olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim o da aynı görüşü seslendirmektedir. "Bugünün ulema ve mürşitlerinin ağzında bir tasavvuf kelimesi gezer durur. Tasavvufun özü vardı, fakat ağızda dolaşan ismi yoktu. Bugün ise sadece ismi var, özü kalmadı, hakîkati de yok oldu."(55)

Ona göre tasavvuf ta‘rif edilemez demiştik. Nitekim o aynı yerde bu konuyu biraz daha açarak şunları söylemektedir: "Tevfik-i Rabbâni‘ye mazhar olan geniş gönül sahibi Hakk dostu olanların yaşadığı manevî âlemdir tasavvuf. İnsanın âdemiyet mertebesinde bu âlemde iken, aslı ile temas kurup yaşamak hüneridir. Bunu izah et bakalım mümkün değildir. Tasavvufî sözler, ötenin laflarıdır. Laf dedik, söz demedik. Söz anlaşılır, laf anlaşılmaz. Cesedi ile bu mekânda, gönlü ile sonsuzlukta dolaşanların sözleridir. Fakat bu duruma erişmek kabiliyet, istidat, temizlik meselesidir. Hay huy meselesi değildir. Resulde yoğrulma meselesi… Yoğuran ustayı bulmak, maddeyi rûhun emrine almak gerekir."(56)

Münir Derman Hoca‘ya göre: "Günümüzde tasavvuf ve tarîkat diye bir şey kalmamıştır. Önemli olan insanın insan–ı kâmil hâle gelmesidir. İnsan kendini dıştan ve içten disiplin altına almalıdır. Bu yola giriş Resul‘e hakiki bağlanışla başlar. Tasavvuf, şeriatların mânevîyatıdır. İnsan şeriate bağlandığı nispetle, nefsâniyetten uzaklaşır. Bâtınî irfana tâlip olan şeriate sıkı bağlanacaktır. Aksi hakkında söz yürütmek abestir. Münakaşadan bir şey çıkmaz. Burası münakaşa yeri değildir. Bu iş akıl işi değildir, zevk işidir."(57)

Hülâsâ tasavvuf Allah‘ın bir sırrıdır, öğretilmez, öğrenilmez, ta‘rif edilmez, ulaşılır.(58)

Münir Derman Hoca tasavvufu ta‘rif edilemez olarak nitelendirmektedir. Bunun gâyesi sanıyoruz ki, bu işin ancak bir rehberin önderiliğinde gerçekleşebileceğine dikkati çekmektir. Sadece okuyarak öğrenilmediğini anlatmasındaki gâye budur. Bu işi öğrenmek isteyen kimse dünyevi bütün arzularından sıyrılıp, rûhun hayât mertebesinde, bir mürşid-i kâmilin eğitiminden geçerek bunu gerçekleştirebilir. O yüzden öğrenmek isteyene sözle birşey anlatmak istememiştir. Bu konudaysa soru sorulmasını bile hoş karşılamamıştır. Öğrenmek isteyen tıpkı buğdayın, ekmek olana kadar geçirdiği aşamalarda sessiz kalması gibi sessiz kalmalıdır. "Ustayı bul onun elinde yoğrul, bedenini rûhuna teslim" et demiştir.
43 Sami, Şemsettin, Kamus-ı Türki,Çağrı Yay.,İst.2010,s.411.
44 Kaşanî, Abdürrezzak, Tasavvuf Sözlüğü, Çev. Dr. Ekrem Demirli, İz Yay., İst. 2004 s. 135.
45 Cebecioğlu, Ethem, Tas.Dey.ve Ter.Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yay., İst.2009, s.634.
46 Göktaş, Vahit, Hicri IV.Asır Buhara’da Tasavvuf Kelâbâti Örneği, Meydan Yay., İst. 2008, s. 112.
47 İbrahim, Abdullah Abdürrezzak, Afrika’da Tasavvuf ve Tarîkatlar, (Çev. Kadir Özköse), Ensar Yay, Konya 2008, s. 18.
48 Aynî, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, Sad. Hüseyin Rahmi Yananlı, Kitabevi Yay., s. 364.
49 Sühreverdi ,Şihabeddin , (Avârifü’l–Meârif), Gerçek Tasavvuf, Semerkant Yay., İst. 2008, s. 3.
50 Gazalî, Hak Yolunun Esasları, (Trc. Dilaver Selvi), Semerkant Yay., İst. 2004, s. 47.
51 Demir, Ankara Gönül Erleri, s.100.
52 Derman, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, cilt III, s. 5.
53 Derman, a.g.e. , Cilt I, s. 105.
54 Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Trc. Dr. Dilaver Selvi, Semerkand Yay., İst. 2007, s. 37.
55 Derman, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu,Cilt V, s. 70.
56 Derman, a.g.e, Cilt III, s. 6.
57 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 32.
58 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt I, s. 105.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.1.2 Tarîkat Hakkındaki Görüşleri

"Tarîk Arapça, yol, hâl ve durum gibi mânâlara gelmektedir." (59) "Tasavvufta tarîk, Allah‘a giden yol anlamına gelmiş, bu nedenle de altında tasavvufî tecrübenin bütünüyle bulunduğu kapsamlı bir kelime olmuştur." (60) "Ey İman Edenler! Allah‘tan korkun. O‘na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz" (61) âyeti sufîlerce bu konuda delil kabul edilmektedir.

"İlk sufîler kendilerinden tecrübeli ve yaşlı üstatlardan geniş ölçüde faydalanmakla birlikte, belli bir tarîkat kurmamışlar, her biri kendilerine göre bir yol tutmuştur. Bu zâtlar görüşlerini ve manevî tecrübelerini sohbet yoluyla çevrelerinde toplananlara aktarıyorlardı. Gerçek mânâda tarîkatlar VI./XII. asırda gün yüzüne çıkmaya başladı." (62)

"Tasavvufun bu anlamda tarîkatlaşması o ana kadar olan birikimden ve zamanın ihtiyaçlarından oluşan sosyokültürel bir gereklilikti." (63)

"Ömer Z. Dağıstanî ise tarîkat kavramını bütün güzel ahlâklarla donanmak, her türlü çirkin davranışlardan uzak kalmak, iyi hayırla hemhâl olmak , kötü âdet ve alışkanlıkları kalpten kovmak ve Allah‘ı zikretmek olarak tanımlar." (64)

Münir Derman Hoca‘nın herhangi bir tarîkatla bağlantısı yoktur. Çünkü artık tarîkat diye bir şey kalmamıştır. Zamanımız tarîkat zamanı değildir. O yüzden eserlerinde tarîkatlardan bahsetmez. Bu konudaki sözleri birkaç satırı geçmez. "Nakşibendî, Kadirî, Rufaî, Halvetî bu tarîkatlar vardır. Amma bu tarîkatlarda adam, efendi kalmamıştır. Hepsi sahtedir. Menfaat üzerinedirler. Zavallı insanlarda peşlerine takılmışlardır. Hakikileri gizlidir. Hızır‘dan başka onları bugün bilen yoktur" (65) demektedir.

Münir Derman Hoca, burada tarîkatların eskiden kendinden beklenen fonksiyonu yerine getirdiğini, günümüzde tarîkatların kurum olarak gerçek varlığını sürdürmediğini; ancak insanların tek tek bireyler olarak tasavvufî hayâtı yaşadıklarını anlatmak istemiş olabilir. Hakîkîleri gizilidir derken, gerçek mürşit ve mürîdleri kastetmektedir. Ona göre gerçek mürşitlerin yerini Hızır‘dan başka bilen yoktur...

İnsan yaratılıştan hem iyiliğe hem de kötülüğe meyillidir. İnsanın kötülüğe meyil etmesini engelleyen en önemli engel îmânıdır. İman, temel olarak kişide Allah‘ın kulu olduğu ve yaptıklarının hesabını bir gün vereceği bilincini canlı tutar. Ama insanın yaratılıştan gelen bir de unutma özelliği vardır. Sürekli hatırda tutmamız gereken ama bazen unuttuğumuz şeyleri bize hatırlatan uyarıcıların olması gerekmektedir. Bu uyarıcılar bazen kişi bazen zaman bazen de mekan olabilir. Tasavvufun kurumsallaşmış şekli olan tarîkatlar bu ihtiyacı karşılmak için doğmuştur. Bütün peygamberler aslında insanları tek bir yola çağırmışlardır. Kendileri de o yolda önden yürüyerek yol göstermişler, arkalarından yürümemizi tavsiye etmişlerdir. Ancak her insanın yaratılışı, karakteri farklı olduğundan insanları o yolda tutan saiklerde farklı farklı olmuştur. Tarîkatlardan her biri bu farklılığa cevap vermek için doğmuştur. Bu açıdan tarîkat bir vesiledir. Hedefe ulaşmada kullanılan bir vesile. İşte bu gerçeğin unutulmaması, aracın amaç hâline gelmemesi önemlidir. Ancak zaman içinde, bu kurumlarda bozulmalar meydana gelmiştir. Bu eşyanın tabiatındandır. Her kıymetli şeyin taklidi, sahtesi olduğu gibi peygamberlerin ve kâmil insanlarında sahtesi ortaya çıkmıştır. Bu sahtelerin peşinden giden insanlar da maalesef gerçeğe ulaşamamışlar ama kendilerini doğru yolda sanmaya devam etmişlerdir. Ülkemizde ise tasavvuf ve tarîkatlar kânunen yasak olduğu için, bu konuda doğruların öğrenilmesi de ayrıca zor olmaktadır. Herhangi bir konuda konulan yasak insanları, yasaklanan fiilleri yapmaktan yüzde yüz alıkoyamadığı gibi tasavvufî hayâtta da bu böyledir. Aslında tasavvuf insanın tabii bir ihtiyacıdır. Bir nevî psikolojik bir gerekliliktir. Bundan dolayı insanlar bu ihtiyacını mutlaka karşılamak isteyeceklerdir. Tekke ortamı kapalı olsa de gönüller tekkeye ihtiyaç duymadan da bu ihtiyaçlarını giderebilirler. Zâten tasavvuf bir gönül terbiyesi değil midir? Gönülden gönüle akıp gidebilir. Bununla ilgili şöyle bir örnek verecek olursak; zayıflama isteği günümüzde hemen hemen bütün bireylerde kendini göstermektedir. Bu amacı gerçekleştirmek için değişik değişik yollar olduğu gibi zayıflama kampları adı altında bir nevî tekkeler de mevcuttur. İnsanlar buralara kayıt olarak amaçlarına belki daha çabuk kavuşabilirler. Hedeflerine daha iyi konsantre olabilirler. Ancak bu tarz yerler herkese hitap etmediği gibi bu yerlere ihtiyaç hissetmeden de aynı amacı gerçekleştiren insanlar olabilir. Bu teşbihi yapmakta eğer bir yanlşlık yoksa tasavvufu hayâtı da böyle düşünebiliriz. Yunus Emre‘nin dediği gibi "Dervişlik dediğin, hırka ile taç değil. / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil." Amaç Allah‘ı seven ve O‘nun tarafından sevilen bir insan olmak. "Hakîkat" denilen şey insan zihninin bir ürünü değil, insandan müstakil olarak var olan bir şeydir. İnsana düşen bu hakîkâti idrâk etmektir. Hakîkâti idrâk edebilmek için ise önce kendimiz (beden-rûh) gerçek olacağız sonra da yolumuz gerçek olacak. Bizim düşüncemize göre günümüzde gerçek tarîkatlar ve gerçek mürşitler vardır. Ama gerçek olan bu tarîkatların içinde gerçek olmayan kişi ve unsurlar da bulunabilir. İnsanların bunu tefrik etmesi gerekmektedir. Körü körüne bir tarîkata bağlılık doğru değildir. Sonuçta insan kendi yapıp ettiklerinden yine kendi sorumludur. Sadece bir yere bağlılık insanı kurtarmaya yetmeyebilir. Önemli olan kendi yaratılışımıza uygun, içimizdeki boşluğu doldurabilecek bir mürşide bağlılıktır. Bu da ancak aramakla bulunabilir. İkbal‘in ifâdesi ile insan yolda olduğu zaman varlık kazanabiliyorsa, biz de devamlı yolda olmalıyız. ("Vücut nedir? dedi, yol toprağından doğan! dedim." (66)) O halde bu yoldaki yolcuya lazım olan azık ise takvâdır.


59-Asım Efendi, Kamus Tercemesi, Cilt III, s. 8.
60-Suad el-Hakim, İbnü’l Arabi Sözlüğü, Kabalcı Yay., İst. 2004,s. 600.
61-Maide, 5/35.
62-Uludağ,Tas.Ter.Söz.s.243.
63-Gürer, Dilaver Düşünce Kültürde Tasavvuf , Ensar Neşriyat,İst. 2007.s.107.
64-Demirel , Arif Hakan, Ömer Ziyâüddin Dağıstani’nin Hay.Eser. ve Tas.Anl. Basılmamış Yüksek LisansTezi, Ank.2006.s.75.
65-Derman,Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 180.
66-İkbal, Muhammed, Cavidname, Kaknüs Yay.,İst.2008,s.51.
Resim
halilim
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 11
Kayıt: 29 May 2009, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen halilim »

çok güzel olmuş çok teşekkür ederiz elvan sesli ye :)
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.2. İbadet ve Ahlâka Dair Olanlar

2.2.1. İbadet

İbadet kelimesi, lugatta; "tapmak, kulluk etmek, itaat etmek, boyun eğmek anlamlarına gelmektedir." (67) "Dini bir terim olarak ibâdet, insanın Allah‘a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O‘nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve gerçekleştirdiği davranışlar için kullanıldığı gibi daha gene olarak aynı mâhiyetteki düşünüş, duyuş ve sözleri de ifâde eder." (68) "Kâşânî‘ ye göre halk için Allah‘a tezellülün son noktasıdır." (69) Râzî :"İbadet, yüceltme duygusunun zirvesidir. Böyle bir duygu, nimetlerin en yücesini bahşeden kudret önünde duyulur. Nimetlerin en büyüğü ise hayât nimetidir. Bu yüzden ibâdet, yalnız ve yalnız hayât nimetinin bağışlayıcısı olan Allah‘a yapılır", der.(70)

Bu tanımdan anladığımıza göre yaratıcının kişiyi hayât sahibi kılması, ibâdet için tek ve yeter sebeptir. Herhangi başka bir şeyin karşılığı değildir, olmamalıdır. Hele ibâdetin karşılığında birşey beklemek akıl işi değildir.

"Kul, yaptığı ibâdetlere güvenmemelidir. Eğer ibâdetlerine güvenirse Allah‘a ortak tanımış olur. İbadetler, O‘ nunla ilişki elde etmek için yapılır; yanında ikinci bir dayanak bulmak için değil. İşte bu yüzden peygamberler bile ibâdetlerine güvenmemişlerdir." (71) Mahluk olan kulun, Hâlık ile arasında bir bağ kurmak istemesi çok doğaldır. İbâdet işte bu bağı kurmak için yapılır. Başka bir şey için değil. En çok ibâdet yapanların peygamberler olması bunu en iyi onların anlamış olmasındandır.

Münir Derman Hoca‘ya göre; "ibâdet, dünyaya ait ilâhî bir sırdır." (72) Yani ibâdet; sadece dünya hayâtında gerekli olan bir görevdir. Neden ibâdet etmemiz gerektiği konusunda birçok açıklamalar yapılabilirse de; bu Ona göre yine de bir ilâhî sırdır. İbadet etmemiz için Allah‘ın var olması yeter sebeptir. Bu konuda başka sebepler aramaya gerek yoktur. "Sevap kazanmak amacıyla ibâdet etmek çok tehlikelidir." (73)
Melek Hoca burada ibâdeti bir sır olarak nitelemiştir. İbâdeti niçin yaptığımızla ilgili ne kadar yüce gâyeler gösterilirse gösterilsin O‘na göre yine de bunlar meseleyi açığa çıkaramamaktadır. Bu yine de sır olarak kalmaktadır. Ancak sadece dünyaya ait bir sır.

"İslam‘da ibâdet insandaki uzvî ve rûhî muvazene ahengini bozmamak için emrolunmuştur. Çok basit bir mânâ ile namaz, uzviyetin rûha tabii olmasına, zekat, uzviyetin kanaat ve yardım hissi elde etmesine ve hırsı yenmesine yardım eder." (74) "Aslında ibâdet dimağın, vucüdun, uzviyetin düzgün işlmesini temin edecek bir nevî târfinâmedir." (75) "Allah‘a ibâdet ecir almak için değildir. Cenab-ı Hakk‘ın varlığı için ibâdet edilir. Ecir almak için yapılan ibâdette nefsin hazzı bulunduğundan riyâ olur, çok tehlikelidir." (76) "Hakk‘ın kulun ibâdetine ihtiyacı yoktur. O, ibâdetlere bir şeyler gizleyerek kullara bir şeyler veriyor. Kimse farkında değil. Farkına varsalar, bütün dünyadaki insanlar o anda sukût ve derin bir sessizlik içinde Hakk‘a dönerlerdi." (77) Yine Münir Derman Hoca‘ya göre : "İbâdet, gelip geçici şeyleri muayyen bir zaman için terk demektir. Îmân sahibinin çoğu hâli sıkıntıyla geçer. Çünkü bağlanmış olduğu birçok prensip vardır. Onları yerine getirmek güçlüğü içinde kıvranır." (78)

Münir Derman Hoca‘nın ibâdet konusuyla ilgili söylediği kısa ama derin mânâlar ifâde eden cümleleri bir arada yazmayı uygun gördük. Böylece O‘nun ibâdeti ne kadar geniş anlamda düşündüğünü fark edebiliriz. "İbâdet etmeyen insan, rûhunun yurdunu ziyâret etmeyen insandır."(79) "İbâdet bir sanattır. Hazine Allah‘ın birlik nurunu kalbine doldurmaktır." (80) "Kalbi temiz olmayan kişilere ibâdet zevk vermez." (81) "Kudret-i Subhaniyye Settâr esmâsı üzerinden tecellî eder. Ecrâmın karanlıkta parıldaması, ibâdetin karanlıkta olanı parlar ,olacağına işarettir. Gündüz ile gece yapılan ibâdet arasında muazzam fark vardır. Gündüz cesedin ibâdeti, gece rûhun ibâdeti yapılır. Hakiki kulluk ve sevgi gece belli olur." (82)

Bir hapishanenin penceresinden dışarı bakan iki insanın hikayesi anlatılır. Onlardan biri yerdeki çamurları görüp üzülmekte diğeri ise gökteki yıldızları görüp neşelenmektedir. Bu hikayeden sonra bizim de etrafımızdaki güzelliklere odaklanıp, çirkinliklerin üzerinde fazlaca düşünmemiz beklenir. Münir Derman Hoca‘da bu hikayeyi anlatır ama hikayeye farklı bir açıdan bakar. Bizden şunu görmemizi ister. Yerdeki çamurlar gündüz görünür, gökteki yıldızlar ise gece görünür. Buradan bizim anladığımız ise şudur. Gece kalkıp ibâdet eden insanlar gerçek huzûr ve mutluluğa ulaşan insanlardır. Gerçek güzellikleri gören insanlardır.

O‘na göre "ibâdet, insanı kâmilleştiren ve yükselten en kuvvetli âmildir. İbâdetle güzel huylar kazanılır, insan kıymetlenir. Bunun ne kadar çetin ve başarılması güç bir iş olduğunu kendini ıslaha çalışan insan idrâk edebilir. Allah‘ın sevdiği kulları arasına katılmak elbette kolay olmaz. Kuvvetli irâde, geniş tahammül lazımdır. Hakiki ibâdet eden, şefkat ve merhamet hislerinin esiridir. Kendini bu esaretten kurtaramaz." (83) "Sabretmek, Allah‘ın takdir ve inâyetini beklemekte bir ibâdettir." (84) "İnsanların gerçekleri olduğu gibi idrâk edebilmeleri için beş duyunun ötesinde şeylere de ihtiyacı vardır. Münir Derman Hoca‘ya göre beş duyunun haricinde iki duyu daha vardır ki onlarda ibâdet ile ortaya çıkar." (85)
O ibâdeti en geniş mânâsıyla ele almıştır. Şöyle ki: Evlenmek her iki cins için ilâhî bir ibâdettir. Her ne sûretle olursa olsun sevmek ve sevilmek en büyük ibâdettir." (86) Melek Hoca; ibâdeti klasik anlamlarından çok farklı bir düzeyde ele almıştır. Örneğin; onun düşüncesinde; evlilik bir fenomen olarak ibâdet kavramı olarak açıklanır. Melek Hoca; evliliğin her iki cins için ibâdet olduğunu savunur. Bu düşüncesinin temelinde; insanın fıtratına uygun bir hayât yaşamasının gerekliliği anlayışı yatıyor olabilir. Kanaatimizce klasik İslam düşüncesinde var olan insanın İslam fıtratı üzere yaratılmış olması ve bunun netîcesinde de bu yaratılışa uygun olan bir hayâtın makbul olduğu düşüncesi Melek Hoca‘yı evliliğin bir ibâdet olduğu sonucuna götürmüş olabilir. Ayrıca evlenmenin ibâdet oluşu beden ve rûh arasındaki ahengi, muvazeneyi korumaya yardımcı olmasıdır.


67-Asım Efendi, Kamus Tercemesi, Cilt I, s.1199.
68-Komisyon, T.D.V. İslam Ans.,Cilt XIX, İst.1999,s.233.
69-Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 293.
70-Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yay., İst. 1996, ss. 215-217.
71-Öztürk,Yaşar Nuri, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, Yeni Boyut Yat., İst. 1993, s.326.
72-Derman,Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt I, s. 90.
73-Derman, a.g.e., Cilt IV, s. 117.
74-Derman, a.g.e., s.115.
75-Derman, a.g.e., Cilt III, s. 158.
76-Derman, Münir, Su, Cilt I, s. 46.
77-Derman, Münir, Su, Cilt III, s. 37.
78-Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 46-47
79-Derman, a.g.e., s. 25
80-Derman, a.g.e., s.48
81-Derman, a.g.e., s. 49
82-Derman, a.g.e., s. 60
83-Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s.128.
84-Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu,Cilt III, s.33.
85-Derman, a.g.e. ,Cilt IV, s.31.
86-Derman, a.g.e, Cilt IV, s. 117.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.2.2. Tövbe ve istiğfar

Tövbe sözlükte "pişmanlık, nedamet, dönme" mânâsına gelir (87). Kur‘an-ı Kerîm‘de "Ey îmân edenler; içtenlik ve kararlılık içinde Allah‘a tövbe edin"; (88) buyrulmaktadır. "Tasavvufî olgunluk yolunda yetmiş makamdan bahsedilir; bu makamların ilki tövbe sonuncusu kulluktur."(89) Kâşâni‘nin tasavvuf sözlüğünde tevbe;"Allah‘a dönmek, halktan Hakk‘a dönmek" şeklinde ta‘rif edilir.(90)

"Gerçek tövbe Nasuh tövbesi olmalıdır. Nasuh, hâlis, katkısız düzeltici, tamir edici demektir. Tam mânâsıyla pişman olma ve o hataya tekrar dönmeme azmini göstermemiz anlamına gelmektedir." (91)

"Kelâbâzi‘ ye göre günah nasıl işlendiyse o şekilde tövbesi gerekir. Gizli bir günah işlendiğinde gizli olarak, açıkça bir günah işlendiğinde aleni olarak tövbe edilmelidir." (92)

"Tövbe her makâmın temeli, kıvâmı ve her güzel hâlin anahtarıdır. O makâmların ilki olup binânın kurulacağı yer mesâbesindedir." (93)

Bir bina yaparken önce binanın yapılacağı yer temizlenir sonra da temeli sağlam yapılmaya çalışılır. Aksi halde hep kuracağımız bina dayanıklı olmaz. Bizi ihtiyacımız olan sürenin sonuna kadar götüremez. Bizim ise yolumuz uzun, varmak istediğimiz yer sonsuz mutluluk olduğu için tevbeyi her güzel hâlin temeli olarak görüp sağlam tutmaya gayret etmeliyiz.

"Sehl b. Abdullah‘a tövbenin ne olduğu sorulduğunda: "Tövbe, günahını unutmamandır". Cüneyt ise: "Tövbe günahını unutmandır" diye karşılık verdi. Sehlin cevabı mürîdlerin tevbesidir. Cüneyd‘in ta‘rifi ise tahkîk erbâbının tövbesidir." (94)

Burdan anladığımıza göre, önce günah olan fiil sürekli hatırda tutularak ondan uzak durmaya çalışmalı, bu hâlin süreklilik arz etmesi netîcesinde insan daha sonraları günahtan o kadar uzaklaşmalı ki öyle bir günah olduğunu dahi unutmalı, fiil olarak işlemesi mümkün olmadığı gibi duygu, düşünce ve his dünyasında bile bu davranışı silmeli, yani melek misâli olmalı.

İmam Gazali‘nin İhya adlı eserinde yaptığı şu sırlama da; bir tövbenin hangi hususları barındırması gerektiğini açıklamaktadır. "Günah işleyen kişi; kalple Allah‘a yalvarmalı, af ve mağfiret istemeli; dil ile istiğfar etmeli; âzâlarla ibâdet; sadaka ve çeşitli taatlerle keffaretlendirmelidir." (95)

Buraya kadar kadîm, büyük âlimlerimizin tövbe hakkındaki görüşlerine yer verdik. Bunları seçerken de tanımların farklı bir bakış açısından verilmiş olmalarına özen gösterdik. Onların bu düşünceleri daha sonra gelen tahkîk ehli kişilerin ufuklarının genişlemesine yardımcı olmuştur.

Nitekim Münir Derman Hoca da tövbeye farklı bir açıdan bakmıştır. O‘na göre "tövbe laf ile olmaz hareket ile olur. Bir şeye tevbe edenin tevbesi en az dokuz ayda affedilir. Eğer tövbesini fiili olarak takviye ederse; yoksa kuru lafta iş yoktur. Tövbeyi icap ettirecek her halde şirk gizlidir. Bâzı hareket ve fiiller vardır ki tövbe beyhudedir. Bunların tövbesi ancak tövbe ettikten sonra katledilirlerse kurtulurlar. Bu şu demektir: Allah‘ı inkârdır da ondan katl vaciptir." (96)

Münir Derman‘ın bu ifâdelerinden şunu çıkarabiliriz: Dünya hayâtında bâzı işlenen suçlar var ki; özür dilemek, af dilemek hiçbir mânâ ifâde etmez. Melek Hoca‘nın burada bahsettiği tövbenin beyhûde olması gibi… Münir Derman Hoca‘nın söylediği, "tövbe sözü fiille de takviye edilirse en az dokuz ayda kabul edilir" sözü insana dünyaya gelmek için anne karnında geçirdiği dokuz ayı hatırlamakta. Yeniden doğmak için insanın aynı hâli en az dokuz ay koruması gerektiğini düşündürmektedir.

"İstiğfar ise sözlükte "örtmek, gizlemek, birinin kusurunu ifşâ etmeyip bağışlamak" mânâlarına gelen ğafr kökünden türemiştir. Kişinin kusurunun bağışlanmasını Allah‘tan talep etmesi demektir." (97) "Genel mânâda istiğfar, Allah‘tan hata ve günahlarının bağışlanmasını isteme, mağfiret dileğinde bulunma" demektir." (98) "Cenab-ı Hakk‘tan: Ya Rabbi bana mağfiret et, bize mağfiret buyur, affını niyaz ederim diyerek dua ve niyaz ile af ve mağfiret dilemektir." (99) "İstiğfar, henüz daha tevbe fiili gerçekleşmeden önce, samimi bir tevbenin ilk basamağı olmak üzere ferdin Allah‘ı en yüce ve en büyük kudret olarak kabul etmesidir. Kişinin Allah‘a yönelmeden evvel, içinde onu en yüce ve yönelmeye en layık bir varlık olarak kabul etmesi gerekir. Bu duygu ve düşüncelerini istiğfar ile ortaya koyan insan netîcede rûhen tevbeye de hazır olmaktadır."(100)

İstiğfar ile tevbenin peşpeşe gelen veya gelmesi gereken davranışlar olduğu aşağıdaki cümlede daha iyi görülmektedir. "Kişinin günahını Allah‘ın huzûrunda i'tirâf ederek O‘ndan af talep etmesi istiğfar hâdisesini meydana getirirken, olumsuz davranışları tekrar yapmamak üzere kararlı bir şekilde terk etmesi tevbeyi oluşturmaktadır."(101)

Münir Derman Hoca‘nın bu konudaki düşünceleri ise şöyledir. Özellikle şu düşüncesi yaşanarak tecrübe edilmiş bir bilgi gibi görülmektedir. "Tövbe günah işleyenlerin lekeleri yıkaması için bir rahmet yoludur. İnsanların işledikleri bâzı günahlar vardır ki görünmez, âdeta bir koku çıkarır. Onlar o muhitte oturanlara siner, istiğfar bu günah kokusunu, günah işlemeyenlerden giderir. İstiğfar bir mertebede bulunanlara aittir." (102) Peygamberimiz (s.a.v.) bile günde yetmiş defa istiğfar ettiğini bildirmiştir. "Ben günde yetmiş kere Rabbime istiğfar ederim" (103) buyurmuştur. Münir Derman Hoca‘ya göre küçük, büyük günahlardan uzak duran insanların dahi sürekli istiğfar da bulunmaları bundan dolayıdır. Çünkü böyle bir mertebede bulunan insan, günah işleyen başka insanların kendi yanına gelmesinden rahatsız olur ve etkilenir. Bu etkiyi ve rahatsızlığı gidermek için kişi sürekli istiğfarda bulunur.

Yine Münir Derman Hoca‘nın düşüncesine göre insanın elbisesini eskiten de günahlardan çıkan kokulardır. O, şöyle demektedir: "Estağfurullah kelimesinin çıkardığı ses vücutta bir takım kimyevî ve fizyolojik değişikliklere sebep olmaktadır. Ancak meydana gelen bu değişikliğin söylenmesine insan dayanamaz. Bu aynı şuna benzer; bir insana fenâ bir söz söylesen, fenâ bir haber versen, kanda, hücrede ani bir değişiklik olur. İşte estağfurullah kelimesi de onun gibidir. İşte burada bir gizli emir vardır. Asıl mesele söz dinlemektir, mahiyetini öğrendikten sonra yapılması iş değildir."(104) Bilim adamlarının bu konuyla alakalı olarak yaptığı çalışmaların başında Japon Dr. Masaru Emoto‘ nun su deneyi gelmektedir. Dr Emoto‘nun yaptığı deney; düşünce, söz ve duyguların fiziki realiteyi etkilediğini ispat etmiştir.(105)

Dolayısıyla Münir Derman‘a göre tövbe, sözle ya da düşünce ile yapılan pasif bir davranış şekli değildir. Aksine bütün bedenin içine dâhil olduğu aktif bir davranışı gerektirir. Tövbe eden insan bunu hem sözle hem düşünce ile hem de davranışla destekeyecektir. Bu davranış süreklilik kazanmalıdır. Âdetâ benliğimizin bir parçası hâline gelmelidir.
87-İbn Manzur,Lisanu’l-Arab, Daru Sadır, Beyrut 1990,cilt I,s.233.
88-Tahrim; 66/8.
89-Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 657.
90-Kaşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 157.
91-Komisyon, Kur’an’dan Öğütler, D.İ.B. Yay., Ankara 2010, Cilt I, s. 272.
92-Göktaş, Hicri IV.Asır Buhara’da Tasavvuf Kelâbâti Örneği, s. 216.
93-Sühreverdi, (Avârifü’l–Meârif), Gerçek Tasavvuf, s. 614.
94-Serrac, Ebu Nasr, el–Luma’, Çev.: H. Kamil Yılmaz, Altınok Yay., s. 43.
95-Gazali, İhya-u Ulumi’d-din, Trc. Mehmet A.Müftüoğlu,İst.1994,s. 82.
96-Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt II, s. 246.
97-Komisyon, T.D.V. İslam Ans., Cilt XXVII, Ankara 2003, s.313.
98-Yapıcı, Asım, İslamda Tevbe ve Dini Yaşayıştaki Rolü, Beyan Yay., İst.1997, s.51.
99-Karaçam, İsmail, İslamda Tevbe, Özek Yay., İst.ty., s.51.
100-Yapıcı,a.g.e., s.59.
101-Hökelekli, Hayati, Din Psikolojisi, T.D.V. Yay., Ank.1996, s.184.
102-Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 126.
103-Muhiddin-i Nevevi , Riyazü’s-Salihin, D.İ.B. Yay., Ankara 1995 Cilt 3, s.387.
104-Derman,Münir, Su, Cilt III, s. 80.
105-Bkz.Masaru Emoto, Suyun Gizli Mesajı, Kuraldışı Yay., Kasım 2005
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.2.3. Zikr

Lugatta "bir şeyi unutmayıp, anmak" mânâsına gelir.(106) "Sufîler zikri "Elest bezmini" ve orada verdiğimiz sözü hatırlamak olarak anlamaktadırlar."(107)

Zikrin bir özelliği de karşılığının zikir olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim." (108)

"Zikir her ibâdette öz olarak bulunmaktadır. Zikir bütün ibâdetlerin ortak paydasıdır. Âdeta zikir kaplam, ibâdetler içlem konumundadır. Namazla Allah‘ı zikir, zekâtla Allah‘ı zikir, oruçla Allah‘ı zikir, cihatla Allah‘ı zikir… İbâdetlerin hepsi Allah‘ı zikretmenin farklı şekilleri gibidir."(109)

Zikir hatırlamak demek olunca her türlü ibâdet zikir kapsamına girer. Allah‘ı unutmayan, hiç hatırından çıkarmayan insanın bütün davranışları da ibâdettir. Bizim unutmadığımız, sürekli hatırımızda olan kişi de bizi unutmamıştır.

"Ebu‘d–Derdâ (r.a.) şöyle nakletmiştir: Rasûlüllah (s.a.v.)"Size amellerinizin en hayırlısını, rabbiniz katında en temiz olanını, derecenizi en çok yükseltenini, altın ve gümüş infâk etmekten, düşmanla karşılaşıp onları öldürmenizden veya onlarla savaşırken şehit düşmenizden daha hayırlı olanını haber vereyim mi? diye sordu. Ashap, "Ey Allah‘ın Rasûlü o nedir?" diye sordular. Rasûlüllah (s.a.v.): "Allah Teâlâ‘yı zikretmektir" buyurdu. (110)

"Kur‘an, peygamberler tarafından getirilen bilgiye genellikle hatırlatma (zikr) ve hatırlatıcı (zikra) olarak atıfta bulunur. Eğer Kur‘an bir "zikir" ise, insanın ona cevabı da zikirdir…"(111)

"Bilesiniz ki kalpler ancak Allah‘ı zikrederek huzûra kavuşur"(112); âyetinin de ifâde ettiği gibi insan mutluluğu, huzûru, gönül rahatlığını, Allah‘ı zikir dışında nerede ararsa arasın bulamayacaktır. Çünkü kalp, ancak zikirle tatmin olacak bir yapıda yaratılmıştır.

Zikir, "ulvî âleme yükselişte en kısa yoldur. Zikirde bedenî ve rûhî bir hareket vardır. Aklı, hakîkat üzerinde sabitleştirir. Solunum sistemi, sinir sistemi ve dolaşım sistemi üzerinde kuvvetli etkiler meydana getirir. Zikir, Allah‘a ulaşmada bir tekniktir. Esas gâye zikrin kendisi değildir."(113) Burada amaç ile araç birbirine karışmamalıdır. Amaç Allah‘a ulaşmak, O‘na yakınlık sağlamak, O‘nunla bir olmak ya da zâten bir olduğunun farkına varmaktır. Bu amaca hizmet etmeyen kelime tekrarları zikir değildir.

"Zikri, Esmâ-i Hüsnâ‘dan bâzı isimleri çokça tekrarlama, Cenab-ı Hakk‘ı anma, hatırlamayı namaz oruç gibi ibâdetlerimizle sürekli hâle getirme ve bu yad etmeyi tefekkür ile iyice derinleştirerek bütün benliğimize mal etme çerçevesinde anlamak lazımdır."(114) Söz, düşünce ve davranış bütünlüğü içinde hayâtımızın her anı zikir olmalıdır.

Münir Derman Hoca‘ya göre: "Kâinâtta hiçbir şey de atâlet yani durgunluk, durma yoktur. Görünenden görünmeyene, atoma, protona kadar her şey harekette ve muntazam ihtizaz hâlindedir. Bunların hareketi yani tesbihâttaki hareket akıl almaz bir sûrettedir. Adeta yek pâre gibidir. Küçük bir misal: Bir ampulün yanışı, saniyede altmış defa yanıp söner. Biz onu devamlı yanıyor görürüz. Zikirde Allah‘ı göremezsin zira onun dışında değilsin. Onunla tesbihât hâlindesin. Bütün mahlûkat tesbihât hâlindedir. Bütün vücut hücrelerinde devam eden bu tesbihâtı kalp hissettiği zaman Hakk‘ın zikri o zaman ortaya çıkar."(115)

Melek hoca zikri farklı bir açıdan incelemektedir. İnsanın irâdi olarak dil ile Allah‘ı anmasının dışında bütün hücrelerin insandan bağımsız bir şekilde zikrinden bahsetmektedir. Tüm kâinât zikrederken, bizim bedenimiz de bu zikre dâhilken rûhumuzu bunun dışında tutmaya çalışmak aslında kendi kendimize kötülük yapmak demektir. Bu insanın kendisi ile çatışmasıdır. Bu çatışmadan zararlı çıkan taraf yine biz oluruz. Bütün vücut hücrelerinde devam eden bu tesbihâtı kalbin hissetmesi, zikreden ile zikredilenin aynîleştiğini gösterir.

Münir Derman Hoca, aynı konuyu biraz daha açarak şunları söylemektedir. "Zikirde hedef mutlak cemâlin sahibi Allah‘tır. O halde zikredici de kendisidir. Allah lafızları ve söylenen kelimeler zikre âlettir. Yani hakiki zikre girebilme müsaadesidir. Zikir bunlardan sonra kalpte husûle gelen bir hâlettir. En büyük zikir Allah‘ın zikridir. O zikre girebilmek için ancak, sûkun olmayan kâinâttaki titreşim ki tesbihâttır, işte o tesbihâta girmek gerekir."(116) Buradan anladığımıza göre kâinâttaki ahenge uyabilmek, bu çarkın bir dişlisi olup onunla birlikte hareket etmek hakiki zikir olarak nitelenmiştir. Zikirde kullanılan kelimeler bunun için sadece birer alettir.

Melek Hoca‘ya göre "esmâ–i ilâhîyenin zikri üç türlüdür.

1. Kalben: Esmâ-ı huzûr ve sûkun içinde dil ile zikirdir.
2. Sırren: Esmâda erimektir.
3. Fiilen: En kıymetli zikirdir. Bu fiili zikri Melek hoca şöyle açıklar:

Zekât, sadaka Rezzâk esmâsını fiilen zikirdir. Hayvanlara, nebâtlara, düşkünlere ileri derecede şefkat ve merhamet duymak Rahman, Rahîm esmâlarının fiilî zikridir. Muzır diye telakki ettiğimiz hayvanlara bile bu şamildir. Rasûlü Ekrem (s.a.v.) fiilî zikrin tam kendisiydi. Bu zikre giren büyük bir takayyudât altındadır. Fiilî zikir olmasa diğerleri bir şey ifâde etmez. Namazdaki zikir erkân ile olduğundan ve fiil hâlinde bulunduğundan namaz miraçtır. Hayâttayken bu fiilî zikri tahakkuk ettirenin yüzünde nur tecelli eder."(117) Görüldüğü üzere Melek hocaya göre fiili zikir "ki gerçek zikir budur" yaşadığımız hiçbir anda Allah‘ı hatırdan çıkarmadan hareket etmektir. Canlı, yürüyen bir Kur‘an olmak, bizi görenlere Allah‘ı hatırlatmak işte fiili zikir budur. Allah‘ın isim ve sıfatlarına kendimize sıfat yapmamız, tıpkı Allah‘ın Rasûlü (s.a.v) gibi ahlâkımızın Kur‘an olmasıdır, asıl zikir.

Münir Derman Hoca fiili zikre çok önem vermekle birlikte dil ile yapılan zikir konusuna da sıklıkla değinmiştir. Hatta bunu müteaddit defalar ta‘rif de etmiştir. O‘na göre "Her nefes aldığın zaman son nefes alıyormuş gibi düşünerek Lâ ilahe illallah‘ ı eksik etmemek lâzımdır. Lâ ilahe illallah en büyük zikirdir. Lâ söylerken derin bir nefes al. Ağızdan alınacak. Nefesi vermeden ilahe denecek. İllallah dediğin zaman kalpte nefes verilecektir. Hakikî zikir budur. İlk defa bu iki, üç ay ta‘lim edilir. Nefes alma fonksiyonuna artık intibak edilmiş olur ki bu bir nevî haberin olmadan tevhîd sayılır."(118)

Burada da ifâde edildiği gibi, her nefeste zikretmek, nefesi belli kurallar dahilinde alıp vermek, hiçbir anımızda O‘nu unutmadığımızı ortaya koymaktır. Bunun için çalışmak gerekir. O kadar çalışmalıyız ki zamanla bu benliğimizin doğal hâli olmalıdır. Böylece kâinâtta var olan tevhîde biz de katılmış oluruz. Bu tevhîde ulaşabilmek, Allah‘a vasıl olabilmek için şöyle de söylenmiştir: "İnsanı Allah‘a götüren yolun hülasası şu iki şeydir: Taat ve zikr. Unutmamak lazım ki taat, ma‘siyetle yok olur. Zikir de gaflet ve nisyanla bozulur. Bunun için insan taat ve zikrin idamesini, gaflet ve ma‘siyetten sakınmayı vazife ve mesuliyetlerin başında görmelidir."(119) Bu ifâdeler de zikrin devamlı olarak, arası kesilmeden yapılan bir ibâdet olduğunu, olması gerektiğini göstermektedir.

Melek Hoca, aynı zamanda tıp doktoru olması münasebetiyle kalp üzerinde yaptığı incelemelerde bu zikir tarzının, kalbin çalışma sistemiyle uyumlu olduğunu da gözlemlemiştir. "Hayâti fonksiyonların en son sona erdiği kalbin oriküla isimli kısmında Arapça Allah şeklinde yarıklar olduğunu da gözlemlemiştir."(120)

"İnsan Allah‘ın isimlerinin tecellî ettiği bir aynadır. Fakat her insanda galip olan esmâ farklıdır. İşte insan kendinde galip olan esmâ ile Allah‘ın zikrine dâhil olmalıdır. O galip olan isim insan için ism–i azâmdır." (121)

Zikir konusunda da, Münir Derman Hoca aktif bir tarzı benimsemiştir. En kıymetli zikrin fiili zikir olduğunu söylemiştir. Bir de insanın kendini tanıması, kendinde tecellî eden esmâlardan hangisinin daha gâlip olduğunu bilmesi elzemdir. Ancak o ismin zikriyle kişi Allah‘ın zikrine dahil olabilir. Peygamberimizin de dediği üzere "Kendini bilen , Rabbini bilir" sözü bizim mânâ dünyamıza biraz daha yaklaşmaktadır. Kişinin aynada yansıyan isimlerden hangisinin daha galip olduğunu anlayabilmesi için aynasını sürekli temiz tutması gerekir. Bu da yine zikirle olur. Zikrin karşılığı yine zikirdir.
106-Asım Efendi, Kamus Tecemesi, Cilt II, s.346.107-Serrac, el-Lum’a, s. 510.
108-Bakara ,2/152
109-Cebecioğlu,Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 729.
110-Nevevi, Riyazü’s-Salihin , Cilt III, s. 41.
111-Chittick, William, Tasavvuf, (Çev. Turan Koç), İz Yay., İst. 2008, s. 125.
112-Ra’d, 13/28
113-Altıntaş, Hayranî, Tasavvuf Tarihi, Akçağ Yay., ss. 68–71.
114-Gülen, Fethullah, Gurbet Ufukları, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yay. , İst. 2004. ,s. 174.
115-Derman, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 16.
116-Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu , Cilt III, s. 137.
117-Derman, a.g.e. , Cilt II, s. 248.
118-Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu , Cilt II, s. 173–174.
119-Abd’el Bârî en–Nedvî, Tasavvuf ve Hayât, (Trc. Mustafa Ateş), İrfan Yay., s. 98.
120-Derman, a.g.e., Cilt V, ss. 207–214.
121-Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt 1,s.69
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.2.4. Sabır

"Arapça bir kelime olan sabır, lugatta tahammül etme, direnme, birini bir şeyden engelleme, hapsetmek, tutmak, alıkoymak, dayanmak, elem ve belâlara şikayeti terk etmek gibi mânâlara gelir."(122) "Sabır kelimesi Kur‘an-ı Kerîm‘de beş âyette geçer, ayrıca yüze yakın âyette aynı kökten çeşitli isim ve fiiller yer alır. Bu âyetlerde genellikle sabrın önemi üzerinde durulmakta, sabırlı davrananlar yüceltilmekte ve onlara verilecek mükafâtlar anlatılmaktadır. Kur‘an‘da bildirildiğine göre Allah insanları korku, açlık, yoksulluk, yakınların ölümü, ürün kaybı gibi musîbetlerle imtihân eder. Bu musîbetleri sabırla karşılayanların ve Allah‘a teslimiyet gösterenlerin Rab‘lerinin lütfuna, rahmetine ve ebedî kurtuluşa erecekleri müjdelenir.(el-Bakara 2/155-157)(123) "Başa gelen belâlara, sıkıntılara dayanmaya sabır dendiği gibi, Allah‘a ibâdete devam ve isyandan sürekli kaçmaya da sabır denir." Hz. Aişe (r.a.h), Hz. Peygamber‘in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "Sabır, musîbetle ilk karşılaşma anında olur."(124)

"Sabır, acı bir ilaç kötü kokulu bir şerbettir. Taşıdığı kötü kokudan dolayı onu içmekte zorlanan basîretli kimse acılığına katlanarak onu yutar ve şöyle düşünür: Bir anlık acı karşılığında bir yıllık rahat var."(125)

"Her amel sahibinin ameline belli bir karşılık verilirken sabredenlerin mükâfatının hesapsız olarak verileceğini bildiren şu âyet sabrın şerefini anlamak için yeterlidir."(126) "Ancak sabredenlere ecirleri sonsuz olarak ödenecektir"(127). Sabır insana hem dünya hem âhiret yolculuğunda lâzım olan bir azıktır. Ayrıca biz insanın hayâtını dünya ve âhiret diye ikiye ayırmayı uygun görmüyoruz. Yol bir, yordam birdir, bizden önce bu yoldan geçenlerden duyduğumuza göre sabır en lazım olan şeydir.

Ayrıca İmam Gazalî de sabır konusunun neleri kapsayabileceği konusunda düşüncelerimizin sınırlarını genişletmekte ve şöyle söylemektedir: "Sabır, hüküm i‘tibâriyle farz, nâfile, mekruh, haram kısımlarına ayrılır. Mahzurlu şeyleri yapmamak hususunda sabretmek farzdır. Nefsin hoşuna gitmeyen nesneler üzerinde sabretmek nafiledir. Şeriatta mekruh olan bir cihetten kendisine dokunan bir eziyete karşı sabır göstermek mekruhtur. Âriflerden biri demiştir ki belânın karşısında mü‘min, âfiyetler karşısında ise ancak sıddîk bir kimse sabredebilir. Âfiyet üzerinde sabretmenin mânâsı ona meyletmemek, bu nimetlerin yanında emânet olduğun bilmek, nimete, lezzete, oyun ve eğlenceye dalmamak sûretiyle kendini korumaktır. Yemeğin olmadığı bir anda acıkan kimsenin sabretmesi, lezzetli ve güzel yemekler hazır bulunduğu anda sabretmesinden daha kolaydır. Kulluk nefse zor gelir, sabretmeye muhtaçtır. Kişi ayrıca amelini riya ve gösteriş olmasın diye belirtmekten sabretmeye de muhtaçtır. Hastalığın, fakirliğin ve diğer musîbetlerin gizlenmesi de sabrın kemâlindendir. Bize ancak ölümle sonu gelen daimî bir sabır gerekir."(128)

Kelâbâzi ise sabrı dinle doğrudan alakalı olarak görmekte bu konuda kendimizi kritik edeceğimiz bir hususa değinmektedir; "sabrı az olanın dini de noksandır. Sabrın da sabreden kişiden bıktığı anın sabrın zirve noktası olduğunu söylemektedir."(129) İmam Gazali‘nin, bize ancak ölümle sonu gelen daimi bir sabır gerekir demesi; Kelbazi‘nin gerçek sabrı, sabrın da sabredenden bıktığı an olarak nitelemesi insanı tedirgin etmekte ancak Münir Derman Hoca‘nın şu görüşü insanın yüreğine biraz su serpmektedir: "Cenab–ı Allah sabrı, belâ ve musîbet nispetinde ihsân eder. Sabır bir nevî şahsî kahramanlıktır. Dünyada en büyük kuvvet inanmış insandır. Sabr–ı cemîl terimi, Allah cemîldir, cemâli sever sözünden dolayı sabrın Allah tarafından sevildiğini ifâde eder."(130)

Gönül dünyamızı aydınlatan bütün büyük insanların her konuda söyleyeceği birbirinden farklı düşünceleri oluyor. Her biri farklı bir cihetten bize ışık tutuyor. İnsan, her zaman var olan ancak kendisinin fark edemediği gerçekleri böylece görebiliyor. Münir Derman Hoca‘nın sabır konusunda söylediklerine de bu açıdan bakabiliriz. "Sabır, işi Allah‘a bırakmaktır. Sabır, hilesi olmayanın hilesidir. Her şeyin Allah‘ın ezelde takdir ettiği maddî manevî kânunlara göre cereyan ettiğini tasdik ve îmân ederek o ilâhî kânunlara imkân âleminde uymaktır. Dünyada her hâdise aynıdır. Kimi görünür, anlaşılır, kimi görünmez, anlaşılmaz. Fakat hepsi bir kânun dâhilinde cereyan eder. Her şeyde sabır bu değişmeyen bazen anlaşılan çok defa anlaşılamayan kânun icabıdır. İşte, "sabır hîlesi olmayanın hilesidir" sözü budur. Allah saburdur. Yani ezelde koyduğu kânunlara sadıktır, onu bozmaz.(131) Melek Hoca‘nın bu sözlerinden anladığımıza göre insan herhangi bir işte sabretmeyip, tepkisini ortaya koysa bile sonucu değiştiremez. Bu açıdan sabır ,Allah‘ın takdirine boyun eğmektir. Olacak iş olur, kimse buna engel olamaz. Biz bazen Allah‘ın takdirini görüp anlayabiliriz. Çoğu zamanda anlayamayız. İşte sabrettiğimiz zaman anlamadığımız işlere karışmamış oluruz.

Münir Derman Hoca îmânın şartlarından olan kazâ ve kadere inanmanın sabır konusuyla ne kadar iç içe olduğunu şöyle de anlatmaktadır: "Sabrın asıl mânâsı, Hakk‘ın kazâ ve kaderine boyun eğmektir. Îmân gözüyle her şeyin taksiminin Allah tarafından olduğunu görüp anlayan, bir şey istemek için utanç duyar. O susamış ki yakan güneş altında Hızır‘dan su dahi istemez. Bu lakırdılar ise herkes için değildir."(132) "Hem biliyor musunuz, buğday sekiz ay toprak altında gizlenmeye sabrettiği için aziz nimet olmuĢtur. Sedef; aza kanaat ettiği için sabra kavuĢmuĢ ve Allah içini inci ile doldurmuĢtur. Rasûl aza kanaat âbidesi olduğu için Rahmeten lil âlemin bâs edilmiĢtir."(133) O‘na göre "sabır ve tevâzu karşısında eğilmeyecek kuvvet yoktur. Allah‘ın takdirine kendini bırakmak, bir şey beklememek sabırdır."(134)"Allah‘tan başkasına şikayetten nefsi men etmek de sabırdır."(135)

Görüldüğü üzere Derman Hoca sabır konusunda bize kanaatkâr olmayı, boyun eğmeyi ve susmayı tavsiye etmektedir. Ancak bunların anlaşılıp uygulanması da herkes için kolay değildir, demektedir. Anlayıp uygulayan işte hakiki insan mertebesine ulaşandır. İnsan olmayı başarandır.
122 İbn Manzur, Lisan, Cilt IV, ss.437-442.
123 Komisyon, T.D.V.İslam Ans., İst.2008.Cilt XXXV.s.337.
124 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 529.
125 Gazalî, Minhâcü’l–Âbidin, Cennete Doğru, (Trc. Ali Kaya), Semerkant Yay., 2001, s. 215.
126 Sühreverdî, Avârifü’l–Meârif, Gerçek Tasavvuf, s. 633.
127 Zümer, 39/66.
128 Gazali, a.g.e. , ss. 121–125.
129 Göktaş, Hicri IV.Asır Buhara’da Tasavvuf Kelâbâti Örneği, s. 232.
130 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu, Cilt III, s. 32.
131 Derman, a.g.e., Cilt III, s. 32
132 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s. 51.
Resim
Kullanıcı avatarı
tamersah tarik
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 777
Kayıt: 19 Eyl 2008, 02:00

Re: Münir DERMAN ( k.s. )

Mesaj gönderen tamersah tarik »

2.2.5. Hamd Ve Şükür

"Kur‘an–ı Kerîm‘in en önemli kavramlarından biri olan hamd, 50‘den fazla âyette geçmektedir. İlginçtir ki Kur‘an‘ın ilk âyeti sayılan Fâtiha suresindeki ilk âyetin ilk kelimesidir. Kur‘an‘ın Hamdi daha ilk âyetinde ifâdeye koyması hayâtın, varoluş mâcerasının bir anlamda Yaratıcı Kudret‘i şuurlu veya şuursuz hamd etme mâcerası olduğunu bize göstermektedir."(136) Nasıl ki bir şey öneminden dolayı ilk sıraya konur, Allah Teâlâ da hamd etmeye ne kadar önem verdiğini böylece bize göstermiş oluyor.

"Dense ki, meleklerden ve ezelden başlayarak, yerin ve göğün bütün mevcutlarına ebede kadar her mahlûkun tek vazîfesi hamd‘dır, yanlış olmaz. Hamdın iç mânâsı ve sırları sınırsızdır."(137) Demek ki gerçek mânâda hamd eden, gerçek mânâda insan olandır.

"Şükür Arapça bir kelime olup, sözlükte; iyiliğin kıymetini bilme ve iyilik yapana bu hissi gösterme, nimeti dile getirme ve onun değerini bilme, teşekkür etmek, iyiliği yapanı övmek, yapılan iyilik konusunda memnûniyet duyulduğunu dile getirmek, nankör olmamak gibi mânâlara gelmektedir."(138)

"Kur‘an terminolojisinde şükrün karşıtı küfürdür ki, nimeti örtmek, unutmak, görmezlikten gelmektir."(139)
Davut (a.s.) şöyle demiştir: "Rabbim! Sana nasıl şükredebilirim ki? şükür de senden gelen başka bir nimettir, ondan dolayı da sana şükretmem gerekir." Bunun üzerine Allah (c.c.) şöyle vahyetmiştir: "Ey Davud! Sana ulaşan her nimetin benden olduğunu bildiğinde, dilinle söylemesen bile bana şükretmişsin demektir."(140) Nankör olmayıp, şükreden, şükre çalışan bir insan en sonunda öyle bir hâle gelir ki, şükrün de şükrü gerektirdiğini fark eder. Âdeta dili tutulur. Ancak onun bu hâlini görüp bilen Yaratıcısı onu şükretmiş sayar.

İmam Gazali ise her zaman ki kalplere rahatlık veren o yumuşak ve öğretici üslubuyla şöyle demektedir: "Her kul ki hâli sorulur, o şükretmek, şikâyet etmek veya susmak hâlleri arasındadır. Şükretmek taattir, şikâyet ise çirkin bir mâsiyettir. Kula en uygunu "eğer sabredemiyor ve zâiflik onu şikâyete sürüklüyorsa" şikâyetini Allah‘a yapmasıdır. Çünkü belâyı veren ve kaldırmaya gücü yeten ancak Allah‘tır."(141) Sabır konusunda olduğu gibi hamd ve şükür konusunda da susmak önemli görülmektedir. Yada şöyle söyleyebiliriz; kişi şükredemiyorsa sabretmelidir.

Ebu Talip el–Mekkî‘ye göre "ancak şükredici bir insan salih amellerde bulunur. İnsanların öbür dünyada çekecekleri cezaların çoğu yapmaları gereken şükrü yapmadıklarından dolayıdır. Bu şükür azlığının sebebi nimetleri hakkıyla bilmemektir. Nimetleri bilmemenin sebebi ise Allah–ü Teâlâ‘yı layıkıyla bilmemektir. Seleften bir zât şöyle demiştir: "Nimetler vahşidir, onları şükürle bağlayın. Şükrü hakkıyla eda edemediğini bilmek şükür olduğu gibi, şükrün azlığından dolayı özür dilemekte şükürdür."(142) Buradan anlaşıldığına göre şükürsüzlüğün sebebi cahilliktir. İnsanın bu konuda ilmi arttıkça şükrü de artacaktır. Bir çok insanın mutlu olduğunu bilmediği için mutsuz olması gibi, insan kendinde olan nimetleri cahilliği yüzünden fark edip şükredemez. Ancak şu da var ki şükredilmeyen nimet , sahibinin elinden çıkıp gider. Nimet ve şükür karşılıklı olarak birbirlerini çeker.

Izutsu ise şükür konusuna farklı bir açıdan yaklaşmaktadır. Ona göre "Allah kavramı esas i‘tibâriyle ahlâkî bir anlam taşır. Allah ahlâklıdır. Allah ile insan arasındaki münâsebet de ahlâklı olmalıdır. Allah insana karşı o kadar lütufkâr davranmakta ve ona âyetler (işaretler) şeklinde o kadar nîmet ve ihsân göstermektedir ki insanın bunlara vereceği bir tek doğru cevap vardır. Bu tek cevap, şükürdür. Ancak bu şükür Allah‘ın âyetlerini iyi anlamaya, iyi takdir etmeye dayalıdır. Demek ki insan, Allah‘ın âyetlerini kavradığı zaman, şükür mümkün olur. Kısacası şükür Allah‘ın başlattığı iyiliğin, insan tarafından karşılığıdır. Şükrün zıddı ise küfürdür."(143) İnsan; nimeti, nimet olarak görüp karşılığını vermelidir. Şükür bir iyiliktir. Bu iyiliği başlatan taraf ise Allah‘tır. İnsan kendisi, evren ve Yaratıcısı hakkında düşündükçe şükürden başka bir karşılık bulamayacaktır. Zâten "hamd akâid ağırlıklı, şükür ise ahlâk ağırlıklı"(144) terimler olarak kabul edilmektedir.

Münir Derman Hoca ise buraya kadar görüşlerini verdiğimiz kişilerin hamd ve şükür anlayışlarından daha farklı bakmaktadır meseleye. Her şeyden önce hamd ve şükür arasındaki farka dikkat çekmiş ve bunu en anlaşılır tarzda izah etmiştir. Ona göre "hamd kelimesinin hiçbir dilde karşılığı yoktur, İslâm‘a mahsus bir kelimedir. Şükürde nimetin devamının, tekrarının ve fazlalaşmasının arzusu gizlidir. Hamd de ise bu kadar kâfi, fazlasını istemem, kanaat hududundan bir santim ilerlemesini istemiyorum, beni bu hâlime bırakın istekleri mevcuttur."(145) Melek Hoca burada hamd ve şükrün farkını izah etmiş, şükrün nimetin devamı, hamdin ise kesilmesine vesîle olduğunu söylemiştir.

"Başımıza gelen musîbet ve belâlara karşı en büyük silahımız hamddır. Hamd edilecek yerde şükretmek, şükredilecek yerde de hamd etmek caiz değildir. Hem de tehlikelidir. Hamd veya şükrün hangisini yapmak gerektiği hususunda insan hataya düşebilir. Bundan dolayı da istiğfar yapmak lazımdır. Yani ben bilemedim, kestiremedim, niyetim hâlistir, fakat kul olduğum için senden isteme edebini layıkıyla anlayamıyorum, demektir."(146) Melek Hoca‘dan anladığımıza göre telezzüz ettiğimiz nimetler karşılığında şükür, sıkıntıya uğradığımız durumda ise hamd gerekir. Ancak bâzı durumlarda insan hamd ve şükürden hangi karşılığı vereceğini bilemeyebilir. Bu gibi durumlarda da istiğfar etmek gerekir.

Münir Derman Hoca hamd ve şükür arasındaki farka dikkatimizi çekmeye devam ederek açıklamalarını şöyle sürdürür:" Hamd, cesedin haykırışıdır, şükür, rûhun haykırışıdır. Şükrü rûh ezelden bilir, hamd sonradan öğretilmiştir. Nîmet ve ikram–ı ilâhîyeye bilâ istisna her canlı; insan, hayvan, nebat, mazhardır. Hem de arası kesilmeden. Akan ırmak herkese su verir, güneş herkese sıcaklık verir, rüzgâr herkesi okşar. O nimetlerin verdiği ferahlık ve telezzüzden dolayı insanın yüzü güler, oh der, işte bu şükürdür. O nimetleri vereni bilmese bile bu böyledir."(147) Melek Hoca‘ya göre rûhumuz bedenimizden önce yaratılmış olduğundan; şükür de rûh ile alakalı olduğundan dolayı şükretmeyi tüm rûhlar ezelden beri bilmektedir. Bu bilgi rûha evvelden ta‘lim edilmiştir. Bir insanın yüzünün gülmesi bir hayvanın kuyruğunu hareket ettirmesi ve benzeri şeyler aslında bir şükürdür. İnsan bu sırada şükrettiğinin farkında olmasa bile bu şükürdür. Ama hamd etmeyi insan sonradan öğrenir. Münir Derman Hoca bunu şöyle açıklar: "İnsan şükrü ezelden bilir ancak hamdi öğrenebilmesi için Rasûllere ihtiyacı vardır. Bunların ilki ve sonu hamdedici Muhammed (s.a.v.) dir. Bundan dolayı ona salavât getirilir."(148) Burada Münir Derman Hoca Peygamberimizin bizim için ne kadar önemli olduğunu bu konu vesilesiyle tekrar hatırlatıyor. Hamd konusunda Peygamberimizin yerini diğer peygamberlerden farklı olduğunu bundan dolayı O‘na salavât getirildiğini söyler. Hamd konusunda Münir Derman Hoca‘nın söyleyecekleri bu kadar değildir. O kendinden öncekilerden farklı şeyler söylemeye devam etmektedir. Kitaplarının isminden de anlaşılacağı gibi o söylediklerinin kendinden önce hiç söylenmemiş kendinden sonra da hiç söylenmeyecek olduğunu belirtmektedir. Onun bu üslûbu Şems–i Tebrizî‘nin üslûbunu andırmaktadır. Nitekim o da şöyle demiştir. "Tâ içimden gelen bu sözler hiçbir zamanda söylenmiş sözlerden değildir."(149)

Şimdi Münir Derman Hoca‘dan farklı şeyler dinlemeye devam edelim: "Hamd âhiret kapısında biter şükür ise diğer âlemde de vardır. Allah‘ın mağfiret deryâsında yegâne eriyen şey şükürdür, diğerleri erimez. Hamd insanı mağfiret deryâsında eriyecek hâle hazırlar. Ve insan şükür külçesi hâlinde o deryâya dalarak eriyip gider, saâdet–i ebediyyeye kavuşur."(150)

İnsanın çektiği sıkıntılar öbür dünyada biteceği için hamd âhiret kapısına kadardır. Çünkü hamd belâların önüne set çekmektir. Şükür ise nimet için yapıldığından dolayı öbür dünyada da devam edecektir. Ayrıca burada hamd ile şükrün ortak yorumu vardır. İnsanın Allah tarafından affedilmesine sebep onun şükrüdür. Ancak şükür sayesinde insan iki dünyada saâdete kavuşabilir.

O‘na göre "Şükrün belirtisi, edep içinde emirlere büyük bir zevkle itaat, sonu gelmeyen tatlı bir arzu ile ibâdâttır. Hamdın belirtisi de me‘yus olmadan rızâ, tahammül ve sabırdır. Şükrün hakikî olup olmadığı ise hamdin mevcûdiyetiyle anlaşılır. Ateş, içine elini sokmadan nasıl elini yakmazsa aynen hamd edene de şer gelmez. Ateşe elini sokanın nasıl eli yanarsa hamd etmeyene de şer gelir. O kadar ki bunlar istisnasız kânunu ilâhîdir. O yüzden hayır ve şer Allah‘tandır. İnsanı şükre çağıran melek, Hamdi unutturan da şeytandır. Kanaât ve sabır zırhına bürünene şeytan yaklaşmaz, o zaman kul hamdedici sıfatına girer."(151) Münir Derman Hoca‘ya göre şükür iddiasında bulunan biri öncelikle Allah‘ın emirlerini zevkle mi yapıyor buna bakmalı, hamd ettiğini düşünen biri de başına gelen sıkıntıları üzülmeden tahammül edebiliyor mu buna bakmalıdır. Hayır ve şerrin Allah‘tan olması konusunu da Münir Derman Hoca şöyle izah etmektedir: Allah kâinâtı yaratırken herşeyi bir kânuna bağlı olarak yaratmıştır. İşte bu kânuna uygun yaşayan kişiye şer gelmez, kânuna aykırı hareket edene ise şer gelir. Bu açıdan hayr ve şer Allah‘tandır. Ancak tercihi yapan insandır.

Münir Derman Hoca‘nın burada belirttiği gibi insan, saâdeti ebedîyyeye kavuşmak istiyorsa, şeker gibi tatlı biri olmalıdır. Önce Allah‘a sonra diğer insanlara karşı; bulunduğu her ortamı tatlandırmalıdır. Ancak o zaman Allah bizi affeder, insanlar da sever. Şükür konusu da sabır ile çok alâkalıdır. Her şeye sabreden zâten şükretmiş demektir.


133 Derman, a.g.e. , s. 109.
134 Derman, Münir, Yazılmamış Sırların İlki,Yazılacak Sırların Sonu, Cilt V,s.40.
135 Derman, a.g.e. , s. 46.
136 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 158.
137 Kısakürek, N.F. ,Nur Harmanı, Çile Yay. ,İst. 1970, s. 199.
138 İbn Manzur, Lisan, Cilt IV, s.424;Asım Efendi, Kamus, Cilt II, s.447.
139 Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları ,s. 556.
140 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 315.
141 Gazalî, Mihâcü’l–Âbidin, Cennete Doğru, s. 149.
142 Ebu Talip el Mekkî, Kut’ul Kulub, ss. 245–265.
143 İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, Çev.: Süleyman Ateş, AÜİF Yay., 1975, s. 219.
144 Komisyon, T.D.V.İslam Ans., Cilt.XV, İst.1997, s.444.
145 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki, s.108.
146 Derman, a.y.
147 Derman, a.y.
148 Derman,Münir, Allah Dostu Der ki, s.109.
149 Küçük, Osman Nuri; “Şems–i Tebrizi’nin Tasavvufî Meşrebi ve Mevlana’nın Düşüncelerine Tesiri”, Tasavvuf ilmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl 10, sayı 24, s. 18.
150 Derman, a.g.e., ss.108-110.
151 Derman, Münir, Allah Dostu Der ki , ss. 109–110
Resim
Cevapla

“Münir Derman (k.s) Kimdir?” sayfasına dön